Menü Kapat

Şike İmalı Bir Ezeli Rekabet Hikayesi

Osman elinde gazete, telaşla dükkana girdi, müşterilerin arasında kaybolmuş Zeki’ye hışımla yanaştı:

“Duydun mu haberi?”

“Ne haberini?”

Gazeteyi tezgaha fırlatıp, “Al işte, artık kesin, bunlar bir oyun ediyorlar. Maç iptal olmuş, yeni mevsimde oynanacakmış” diye çıkıştı.

Zeki yine tüm sakinliğiyle, “Memlekette düzgün ne kaldı ki birader, olur tabİi. Ben sana neler neler anlatıyorum işte. Ne siyaset iyi, ne dünya. Futbolun, sporun iyi olmasından umudumuz niye ki? Hep diyorum, profesyonellik olduktan sonra bu işler değişmiş, her şey para olmuş pul olmuş. Eskiden böyle değilmiş” diye devam etti.

Osman hızını alamamıştı, “Şu koca koca adamların dediğine bak, bir de bahtlarına UEFA delegesi de buradaymış, adamı köprüde yakalayıp izin almışlar. Hem bütün yazılarda da diyor ki, şike mike yok, koca kulüpler yapmazlar. Bizim izlediğimiz neydi o zaman? Boşa gitti 10 liralar!”

Konuşmayı uzaktan dinleyen Salih amca, müşterisi dükkandan çıkınca yanlarına doğru yanaştı, “Çocuklar yapmayın etmeyin, 60 senelik camialar bunlar. Hem iki başkanın da topçuluklarını bilirim ben. İkisi de pırlanta gibi insandır. Ne Fenerbahçe ne Galatasaray böyle oyunlar yapacak kulüpler değil, etmeyin” dedi.

Zeki dedesini duymazdan gelip devam etti, “Birader, Mehmet bize önceden söylemişti. Bu hasılatlar, toto paraları büyük işler. Bunlar ne yaptı ne etti anlaştı, ikinci maça işi bağladı. Ama biz iyi ki bağırıp çağırdık bak korktular. Maçı Mithatpaşa’da oynamaktan çekindiler ve nihayet ertesi mevsime bıraktılar!”

Tezgahtan gazeteyi alıp Mehmetlerin dükkana doğru fırladılar.

Kapanış Maçı

İstanbul’da sıcak bir yaz oluyordu. Şehrin üç büyük takımını tutan üç çocukluk arkadaşı Sultanhamam’da ailelerinin dükkanında çalışıyorlardı. O güzel İstanbul’un güzel zamanlarının en büyük eğlencelerinden birisi futboldu.

1964/65 futbol mevsimi de heyecanlı başlamıştı aslında. Üç takım sezona iddialı girmişti girmesine ama sezonun sonunda kazanan ikinci defa üst üste Fenerbahçe olmuştu. Sezonun öncesine damgasını vuran hadise Karşıyaka’nın şike yaptığı gerekçesiyle Milli Lig’den düşürülmesiydi. Kümede kalma yolunda önem teşkil eden Kasımpaşa maçında rakibin 6 oyuncusuna para ödediğine hükmedilen Karşıyaka, 4-0 kazandığı maçı hükmen kaybetmiş sayıldı ve küme düşürüldü. Bu sonuçla bir sıra üste çıkan Beykoz ise ligde kaldı. Ara ara şike iddiaları atılırdı ama bu karar önemli bir gelişmeydi.

Baharın son günlerinde ligi uzun süre önde götüren Fenerbahçe, Ankara’da Hacettepe’yi 2-0 yenip ligin son haftasındaki Beşiktaş maçı öncesi şampiyonluğunu ilan ediyordu. Bu işe en çok sevinen tabi ki Zeki’ydi. Yıl boyunca arkadaşları Osman ve Mehmet’le didişip durmuştu ama aslına bakarsanız rahat bir şampiyonluk olmuştu. Geçen yılın ardından hoca değiştirmelerine rağmen Fenerbahçe, ligi Beşiktaş’ın 6, Galatasaray’ın 8 puan önünde birinci tamamlamıştı.

Sıcak bastırmıştı, fakat daha oynanacak kupa maçları vardı. Yarı finalde Galatasaray’ın rakibi Ankara Demirspor, Fenerbahçe’nin rakibi İstanbulspor’du. Ezeli rakipler ilk maçları 1-1 biten eşleşmeleri ikinci maçlarda kazanarak finale adlarını yazdırıyordu. Sezonun sonunda Mithatpaşa Stadı’nda futbolseverleri harika bir kapanış maçı bekliyordu.

22 Haziran – Maça 5 gün kala

“Epey kısmetliymişsiniz Osman?” dedi Mehmet. Ankara Demirspor’u zorlandığı maçta İsmet’in son dakikada attığı golle devirebilen Galatasaray’da pek iş olmadığını düşünüyordu.

Osman çıkıştı. “Bizde Metin var,” dedi. “Dün de atmış bomba şutunu. Hem ne olacak son dakikalarda yendiysek, dünyanın sonu değil ya. Kupa bizim işimiz, iki senedir nasıl kazanıyorsak yine alırız.”

Zeki uzaktan dinliyordu, şampiyonluğun keyfiyle sözün kendisine gelmesini beklerken gülümsüyordu. “İki kupa bizim olacak, takım şampiyonluğu kazanmasına rağmen Beşiktaş’ı devirdi. Dün de Ziya İstanbul’a golünü atmış, kesin alırız maçı.”

“Maça gidiyor muyuz?” diye sordu Mehmet sonra. Kafasını salladı Zeki ile Osman. “Pazar gecesi 8 buçuktaymış maç, berabere biterse uzamıyormuş ama, Çarşamba tekrar oynanacakmış. O maç da berabere biterse uzayacakmış, uzatmada da gol olmazsa kura çekilecekmiş.”

Omzunu silkti Zeki, “Pazar gecesi biter iş, alırız”. Osman hırslanıyordu ama sesini de çıkarmadı, çay söylemek için çıktı dükkandan.

“Kızdırma oğlum şunu” dedi Mehmet. “Sen de kendinden pek eminsin ama baksana ne diyor gazeteler. Sizin topçuların hepsi askerde. Ogün de oynamıyormuş, ordu milli takım kampına katılıyormuş.”

“Ogün’e izin alırız” dedi Zeki. “O işi çözer bizim başkan. Ogün lazım bize. Şenol yok, Birol yok, Selim yok, Nedim yok, Ogün’ün oynaması lazım.”

“Neyse gelir şimdi Osman, kapatalım şu bahsi artık, sonra konuşuruz.”

25 Haziran – Maça 2 gün kala

“Vay Ofsayt Osman, bu da mı gol değil”

“Deme be şunu Mehmet, kaç kere diyeceğim, deme artık”

“Tamam be birader takılıyoruz. Hem Sadri Alışık’a benzetiyoruz işte fena mı? Ne güzeldi film, hepimiz çok beğenmedik mi? Şakayla karışık Sadri Alışık.”

“Yahu nasıl bir adam Ofsayt Osman, ben öyle miyim aşk olsun.”

“Belki sen de onun gibi güzel bir kız bulursun, niye öyle diyorsun.” diye lafa girdi Zeki.

Arkadaşlar işten çıkmış Sultanahmet’e doğru yokuşu çıkarken şakalaşıyorlardı. Laf dönüp dolaştı, maça geldi. Mehmet maça gitmekten cayar gibiydi:

“Yahu çiçek gibi hava var, ne yapacağız maçı? Kalkıp Florya’ya plaja gidelim, tam zamanı.”

“Olur mu yahu” dedi Osman, “Kaçar mı bu maç? Söz verildi bir kere gidiyoruz.”

Zeki gazetede okuduğu haberleri sıraladı peş peşe: “Metin de çekiniyoruz demiş. Gündüz hoca zaten temkinli. Bizim İngiliz ise kendinden emin. Yalnız tek bahtsızlık Ogün’e izin alamamış bizimkiler. Maçtan sonra uçakla İspanya’ya gönderelim demişler ama paşalar izin vermemiş. Neyse artık onsuz bir çözüm bulacağız.”

“UEFA’dan birileri buradaymış, duydunuz mu?” diye lafa girdi Mehmet. “1967 Gençler şampiyonasını Türkiye’ye verebilirlermiş, stadyumları geziyorlarmış. Ne güzel olur, ilerideki dünya kupalarının yıldızı olacak oyuncular gelebilir, biz de bütün dünyadan önce onları izleriz. Genel sekreter Hans Bangerter buradaymış, önce İstanbul’daki stadyumlara bakmışlar, şimdi de Anadolu’dakileri geziyorlarmış. Halit Kıvanç yakalayınca sormuş soruları. Ofsayt kuralını değiştirmeye sıcak bakıyormuş UEFA, ceza sahası çizgilerini taç çizgilerine kadar uzatıp, ofsaytı sadece burada uygulayacaklarmış.”

“Yahu olur mu öyle şey,” dedi Osman. “Böyle işlerle uğraşacaklarına adam gibi top oynamayı öğretsinler. En basitinden şu oyuncu değişikliği işini düzeltsinler. Adam sakatlanınca takım eksik kalıyor böyle iş mi olur. Kaleci sakatlanınca al başına belayı, kaç kere oldu takımlara.”

Mehmet; “UEFA istemiyormuş oyuncu değişikliğini. Sakat numarası yapanlar var diyormuş Bangerter. Olacak iş değil hakikaten, bakalım ne olacak,” diye destekledi arkadaşını.

“Yahu bırakın şu adamı” diye girişti Zeki, “Bizimkiler Ercan’ı kaçırmış, duydunuz mu? İyi o çocuk, santrhafta öyle bir adam lazımdı bize. Çok iş yapar, yalnız sizinkiler kesin fellik fellik arıyordur.”

“Yahu hem para yok diye konuşuyorlar, hem de her mevsim döküyorlar ortaya. Şeref de Beşiktaş’a girecek diyorlar Zeki, o işe ne diyorsun?” dedi Osman.

“Şeref hiçbir yere gitmez. Şeref demek Fenerbahçe demektir. Olur arada böyle haberler ama sonunda kalır, itimadım tam.”

Mahallenin girişinde Pazar sabahı tramvay durağında buluşmak üzere ayrıldılar.

27 Haziran – Maç günü

En erken Osman geldi durağa. Bayram günü gibi giyinmişti, ütülü beyaz gömleği ve jilet gibi pantolonuyla arkadaşlarını beklemeye koyuldu. Beklerken de elindeki Milliyet’in Kulis bölümüne takıldı gözü, Fenerbahçe ve Galatasaray başkanları İsmet Uluğ ve Suphi Batur’un Tenis-Eskrim Dağcılık kulübündeki yemeğini yazıyordu:

“İsmet, gene Fenerbahçe kendisini dev aynasında görüyor. Biz sizin eski günlerinizi de biliriz. Az mı ağlattık sizi?”

“Ne o, yoksa sen Fenerbahçe’yi Demirspor mu zannediyorsun? Dua edin Feriköylü İsmet kurtardı sizi. Ha doğru ya, İsmet olsun çamurdan olsun.”

“Yaaa, beğenemedin mi Galatasaray takımını?”

“Bak Suphi, benimle şaka etmeye kalkma. Kızdırırsan benim kafamı iş başka olur.”

“Ne olacakmış yani ya?”

“Ben olacağını bilmem. Tutar sizi yeneriz. Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na girmeyiz de Kupa Galipleri’ne gireriz. O zaman siz avcunuzu yalarsınız. Sevinciniz kursağınızda kalır. Yapar mıyız, vallahi yaparız bunu. Sonra ne oldu sana anlayamadım. Sen bana telefon edip teşekkür etmedin mi? Ne çabuk döndün?”

“Maç berabere bitse nasıl olur İsmet?”

“Şimdi berabere dersiniz, sonra tutar yenersiniz. Ondan sonra da Milli Lig şampiyonunu yendik diye beyanatlar verirsiniz. Bizim bunlara karnımız tok. Biz çıkar sizi şakır şakır yeneriz kardeşim.”

“Ha unutuyordum. Ne oldu Ogün’ün işi?”

“Vallahi ben Ogün’ü bugünü bilmem. Haliniz harap sizin. Hakkı gelecekti, ne oldu? Unuttu mu acaba? Ama o öğle üzeri dalgın değildir. Benim bildiğim Hakkı akşamları dalgındır.”

“Ha bunu söylediğin iyi oldu işte, Hakkı’ya söylerim.”

“Hakkı’ya ne söylersen söyle aramızı bozamazsın. Bizim aramızı Ulvi bozamadı, sen mi bozacaksın? Bak bu Sabri’nin transferinde bile çocuk Beyoğlusporlu olduğu halde ‘ayın beşine kadar alırsanız alın, sonra biz talip olacağız’ diye haber yolladım. Bizde öyle katakulli yok. Yarınki maçtan korkma, bizim milyonluk forvet şimdi hep asker. Ogün, Nedim, Şenol, Birol, Selim. Ya bu forvetle çıksaydık ne olurdu haliniz?”

Mithatpaşa’ya Doğru

Mehmet’le Zeki birlikte geldiler. “Nerde kaldınız yahu” diye sitem etti Osman. “Geç kalacağız kuyruğa, şimdiden dolmuştur Dolmabahçe. Yürüyün yürüyün.”

Üç arkadaş tramvaydan Tophane’de inip Mithatpaşa Stadı’na doğru yürümeye, yürürken de birbirine takılmaya başladı.

Önce Osman “Yahu Zeki ne diyorsun bu Aydın’ın işine, maça bir gün kala hapis kararı çıkar mı bir adama?” diye sordu.

Zeki kızgın, “Bu ne dalgınlıktır. 910 Lira borcunu ödememiş. Yapılacak iş mi? 10 gün hapis çıkmış, neyse ödeyeceklermiş yarın sabah, çözmüşler. Bir de hakim Müfit Birsen Fenerliymiş ama “hukukta kulüpçülük olmaz, sporcu her şeyden evvel borcuna sadık olmalıdır,” deyip hem fırçalamış bizim Aydın’ı, hem de cezayı tecil etmemiş,” diye söylendi.

Mehmet de evde başkanların sohbetini okumuştu. “Ne konuştu bu adamlar yahu maça bir gün kala” diye sordu arkadaşlarına. “Bizim Baba Hakkı da gitmemiş, ikisi kalmış baş başa.”

“Ne konuşacaklar, birbirlerine takılmışlar işte” dedi Osman. “Hadi hadi hızlanın geç kalmayalım, sıra uzamıştır.”

Stadyum

Gerçekten de Mithatpaşa Stadı’nın önü o saatten ana baba günüydü. Maç 8 buçukta başlayacaktı ama erzağını, bayrağını kapan gelmişti. Geceden yatanlar bile varmış, öyle konuşanları işittiler. Ellerinde evden getirdikleri yiyecekler vardı ama sıraya girmeden birer simit aldılar. Kuyruktaki bekleyiş, birbirlerine takılmalar, sıradaki diğer insanlarla atışmalarla geçti.

Aslına bakarsanız, Avrupa bileti için maçın bir belirleyiciliği yoktu ama iki ezeli rakip dostluk maçı bile oynasalar kalabalık hemen toplanırdı. Dedeleri de böyle anlatırdı, babaları da. İki takımın ilk yıllarında bile halk tarafını seçip maçların yapıldığı çayırlara, Papazın Bahçesi’ne hücum ederdi.

Kalabalıktan stadın dolacağı belliydi ya, bu da 35 bine yakın taraftar ederdi. 10 liralarını verip içeri girdiklerinde daha maça çok vardı. Tuzu en kuru Mehmet’ti tabi. Kendi takımı sahada yoktu, heyecanı arkadaşlarına göre başka türlüydü. Osman ise Zeki’nin bu yılki takılmalarından yılmıştı, kazanmak istiyordu.

“Rakipten kimi sizin takımda isterdiniz” diye sordu Mehmet.

“Ben Ziya’yı beğeniyorum” diye lafa girişti Osman. “Daha çok genç, nasıl kaçırdık onu elimizden.”

Zeki, “Metin bambaşka bir adam ama ben bizim Naci’yi isterdim. Hala üzülüyorum onun gidişine, ayıp ettiler,” diye cevapladı soruyu.

Maç Başlıyor

Fenerbahçe’nin Hazım – B. İsmail, K. İsmail – Şeref, Özer, Osman – Şükrü, Hüseyin, Ziya, Ali İhsan, Aydın, Galatasaray’ın Bülent – Bahri, Doğan – Mustafa, Naci, İsmet – Yılmaz, Ayhan, Tarık, Metin, Turan onbirleriyle oynayacağını öğrendiler. Sürpriz yoktu.

Ve işte maç zamanı geldi çattı. Takımlar şimşek gibi bir gürültü altında sahaya koşturdular. Maçı yönetecek İtalyan hakem Gaston Roversi’nin ilk düdüğüyle final başladı.

İlk 5 dakika müthiş bir heyecan içinde sanki İngiltere Federasyon kupası maçı gibi geçince iştahları da arttı. Ama ne olduysa ondan sonra oldu. İki takım da bir komedi filmi çevirir gibi oynamaya başladı. Maçta tek tük kaçan pozisyonlar vardı tamam ama, onda bile çok yetenekli ayakların müthiş beceriksizlikleri, toptan bezgin bir çaba içinde 90 dakikanın dolmasını bekleyen halleri vardı.

Dakikalar geçtikçe homurdanmalar artıyordu tribünde. Arka sıralarındaki adamlar “Şike bu yahu” diye söylenmelerini sıklaştırdılar. “Çarşamba günü de hasılat yaparız diye böyle oynuyorlar, al gülüm ver gülüm. Böyle iş mi olur? Nerde şampiyon Fener, nerde bizim Cimbom. Pes yahu!”

Mehmet kafasını sallıyordu, o şimdiden hemfikirdi bile homurdanmalarla. Sahada takımı olmamasına rağmen futbol izlemeye gelmişti ama gördüğü rezalet canını sıkıyordu. “Hakikaten şike bu yahu” dedi arkadaşlarına, “Böyle rezalet olur mu?”.

Zeki ile Osman konduramıyordu. Onları bizzat kendileri kaç defa omuzlarında taşımıştı. Onların böyle bir işe tenezzül edeceğine ihtimal vermek istemiyorlardı. Hem birbirlerine gayet sert de giriyorlardı. Metin o topu ayağına oturtsa, Şükrü’nün ortasına biri yetişse gol de gelecekti işte.

Tribünde İsyan

Homurdanmalar bağırışlara döndü. Tribünler “Şike, şikeee” diye tempo tutmaya başladı. Ortalık iyice gerilmişti. Verilen para karşılığında futbol görmek istiyordu seyirci ama oyuncularda hiçbir ışık yoktu. Üstelik İtalyan hakem de iyice limon sıkıyordu maça. Taca çıkan topu frikik olarak kullanan oyuncuya ses çıkarmıyor, faullerde sanki Roma’da “Aşk Çeşmesi”ne para atarmışcasına Mithatpaşa’dan uzak kalıyor, atışlarda 9.15 metrelik duruş yerine aldırmıyor, yani aslında tam olarak “bu oyuna bu kadar hakem” olarak ortada dolaşıyordu.

Maçın sonuna doğru tepkiler iyiden iyiye arttı. Her yer şike şike diye inliyor, şişeler havada uçuşuyordu. Son düdükle birlikte takımlar soyunma odasına koştururken şişe yağmuru sürüyor, oyuncular kafasını kollayarak içeri kaçışıyordu.

Stadyumdan çıkış yolunda herkes kızgındı. Bizimkiler de iyiden iyiye kendini kaptırmış, birbirlerine destek çıkıyorlardı.

“Zaten dün buluşmalarından belliydi. Ne konuştular ki orada? Gazetenin doğruyu söylediği ne malum?” dedi Osman, “Kesin bir işler döndü, Çarşamba yine oynayalım, daha çok para kazanalım diye al gülüm ver gülüm oynadılar”.

Zeki de katılıyordu buna, “Olan bizim 10 liralara oldu, nerden baksan 300 bin lira toplanmıştır, yarısı 150. Artık yarın Ercan’ın parasını verirler, Şeref de imzalar.”

Söylene söylene yürüdüler bütün yolu. Gecenin yarısı olmuştu saat, üstelik ertesi gün de iş günü. Sinirliydiler, üç gün sonraki maça gitmemeye yemin etmişlerdi.

29 Haziran – Maçtan 2 gün sonra

Zeki ile Osman Mehmet’lerin lokantasına girip bir masaya oturdular. Abdullah amca futbolla pek yakından alakadar değildi ama geldi yanlarına ilişti. Vefalıydı Abdullah amca, mahallesinin takımını hiç bırakmamıştı. Sakinleştirme işi onundu.

“Çocuklar, olmaz öyle şey” dedi. “Baksanıza gazetedeki yazarlar, yöneticiler de söylüyor. İsterseniz seyircisiz oynayalım diyorlar. Üç kuruş için koca camialara leke düşürülür mü? Gençsiniz, kızgınsınız ama inanın yoktur öyle şey. Hem işte bakın, maçı da öbür mevsime bırakmışlar. Bursa’ya alınsaydı, Eskişehir’de oynansaydı daha mı iyiydi? Her şey iyi olur, boş verin siz işinize bakın.”

Aslına bakarsanız Mehmet, Zeki ve Osman da o geceki gibi kızgın değildiler. “UEFA genel sekreterine rezil olmamız kötü oldu, turnuvayı vermekten vazgeçmeseler bari” dedi Mehmet.

“Onun sayesinde maç iptal olmuş diyorlar” diye ekledi Osman. “Kupa Galipleri Kupası’na Galatasaray’ın alınmasına tamam demiş. Ama bir daha böyle şey olmasın diye de maçta şişe içecek satılmasını yasaklayın diye tembihlemiş. Elveda maçta içilen gazozlar, sular. Yandık desene.”

“Sizin Metin de film çekiyormuş,” diye konuyu değiştirdi Zeki. “Taçsız Kral diyorlar adına. Gider miyiz gelince?”

Şimdiden sözleştiler ve transferlerle yeni sezonu konuşmaya başladılar bile.

Yeni Sezon – Yeni Maç

Maçtan sonraki hararet yerini yaz sakinliğine ve transfer haberlerine bırakmaya başlamıştı. Orhan Şeref Apak yönetimi krizi ince hareketlerle öteleyip hem UEFA’ya karşı mahcubiyetten kurtulmuş, hem taraftarların tepkisinden sıyrılmış, hem de Temmuz sıcağında sezonun yorgunluğu üstünde oyuncuların bir kez daha sahaya çıkmalarını önlemişti.

Birkaç gün sonra Basri’nin jübilesi oynanacak, tüm dargınlıklar unutulacak, oyuncularla taraftar barışacaktı.

Kupanın ikinci maçı Eylül’ün birinci günü oynandı. Metin Oktay’ın golüyle 1-0 kazanan Galatasaray kupayı müzesine götürdü. Metin’in maçta attığı gol “Taçsız Kral” filminin final sahnesine konu oldu.

1967 UEFA U18 şampiyonası Türkiye’de oynandı. Türkiye, Fransa, İngiltere, SSCB yarı final oynadı, Ruslar turnuvayı kazandı. İngiliz Peter Shilton, Frank Lampard, Trevor Brooking İstanbul’da final maçına çıktı.

Üç büyüklerin maçları çoğu zaman heyecanla, bazen ise böyle garipliklerle sürmeye devam etti. Şike diye bağırılan maç da oldu, şiddetin zirveye çıktığı da.

Mehmet, Zeki ve Osman diye üç arkadaş belki yoktu ama onlar gibi binlerce İstanbullu vardı. İstanbul gerçekten güzeldi, eski İstanbul hayaliyle o günleri yaşamak muhtemelen çok keyifliydi. Bu yazı da o günleri hayal eden yazarın kaleminden, dönemin gazetelerinden ve gazetedeki makalelerden faydalanılarak kaleme döküldü. Sizlere o günleri yaşatmaya biraz olsun yaklaşabildiysem bile ne mutlu bana.

Tuncay Yavuz / 04.02.2021 – Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


26 Haziran 1965 tarihli Milliyet gazetesinden

Bir Cevap Yazın