Menü Kapat

Büyük Doğu’da Futbol

Arşiv sürprizlerle dolu… Necip Fazıl Kısakürek’in meşhur dergisi Büyük Doğu’da futbol ve Fenerbahçe konulu bir yazıya rastlayacağımızı hiç düşünmezdik. Taraftara dair söylenenler bir yana, 1948 yılında yayınlanan yazıda oldukça ilginç bilgiler var. Fenerbahçe Stadı‘nın yazıda anlatılan bazı hallerini bizler de bilmiyorduk. Bu yazı sayesinde öğrenmiş olduk. Siz de keyifle okuyacaksınız.

Bu arada, hoş bir tesadüf, yukarıdaki fotoğraf da tam yazının yazıldığı sıralarda çekilmiş ve 22 Mart 1948 tarihli Öz Fenerbahçe dergisinde yayınlanmış. Yazıda bahsi geçen taraftarlar, resimdekiler diyebiliriz… :)

Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


Futbol Maçları

Meraklılarınca, tiryakilerince, hatta hastalarınca hiçbir şeye değişilmeyen bir zevk… Bunu, seyircileri kastederek söylüyorum. Oynayanlar için zaten bu böyledir. Futbol maçı seyretmek bazı kimseler için sigaradan, içkiden, kumardan, morfinden daha müthiş bir iptila halini almıştır. Ve maç seyredenler de yukarıda saydığımız dört iptiladan en az bir ikisine tutkundurlar. Tuhaf, fakat doğru. Çünkü futbol bir spor olduğuna göre, oynasınlar veya oynamasınlar, bunun düşkünlerinin spor terbiyesine ve ahlakına bağlı olması lazım gelir. Vücudu ve ruhu kötü zehirlerden uzak tutmak böyleleri için şarttır. Maç seyreden on bin kişinin en az yedi bininin ağzında, eğer haykırıyorsa elinde, muhakkak sigara vardır. Maç dönüşü akşamları, tutulan takımın kaybetmesi veya kazanmasına bağlı olarak kederden veya sevinçten kafa çekilir. Maçtan evvel, yahut maç esnasında girişilen bahisler de kumardan başka bir şey değildir.

Bu büyük şehrin ahalisini, en fazla toplu ve kendinden geçmiş bir halde görmek isterseniz, muhakkak ki, bir maça gidiniz. Giderken ve dönerken bile, birçok farkında olmadığınız hususiyetler görecek, hiç bilmediğiniz ve duymadığınız, sizi hayretler içinde bırakacak kelimeler işiteceksiniz.

Maç, Şeref Stadı’ndaysa tramvayların, Fener Stadı’ndaysa vapurların hali gülmekle ağlamak arzusunu aynı anda verir insana… Tramvaylar oğul haline gelmiş bir arı (koloni)sini, vapurlar karpuz yahut kavunla silme doldurulmuş bir takayı hatırlatır. Giderken heyecanını zaptedenler, dönüşte zıvanadan çıkarlar.

Maçların en eğlencelisi, daha doğrusu en gürültülüsü, taraftarları çok, yerli takımlarımız arasında olanlarıdır. Yani Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş maçları… Tribünler taraflar arasında taksim edilmiştir. Galatasaray’ı tutan bir seyirci, eğer maç Fenerbahçe-Galatasaray arasında oluyorsa, Fenerbahçe taraftarlarının tribününde yer alamaz. Alsa da susmaya, susmaya da değil, ekseriyete uymaya mecburdur. Uymazsa ne mi olur? Ara sıra oyuncular, bazen oyunculardan bir ikisiyle hakem arasında olan olur : Kavga, gürültü… Seyirciye (boykot) cezası yoktur ama sıhhî sebepler buna onu mecbur edebilir. Bir gol atılınca seyircilerin hepi bir ağızdan:

  • Gol!…..

diye haykırması çok, çok uzaklardan işitilir. Sakin bir havada, Fenerbahçe Stadı’ndan yükselen ses Caddebostan, Erenköy, hatta Şaşkınbakkal’dan bile duyulmaktadır. Ya o anda stadın içi? Golü atan takımın taraftarları yerlerinde tepinmekte, suratları kıpkırmızı, boyun damarları mosmor oluncaya kadar, avaz avaz haykırmakta, canhıraş feryatlarla düdüklerini öttürmekte, ellerindeki kaynana zırıltılarını çevirerek ortalığı vaveylaya vermektedirler.

Fenerbahçe maçlarının en büyük hususiyetlerinden biri de borazan çalınmasıdır. Fener muhacimleri, hasım kaleye doğru akına geçtikleri zaman, meşhur Ahırkapılı borazancı, hücum borusu çalar. Akın, kale önlerine geldiği zaman, muhasım kalenin yemek vakti geldi manasına, karavana borusu çalınır. Netice gol olursa, çılgın alkışlar “gol!..” haykırışları arasında borazanın hangi havayı çaldığı anlaşılamaz. Belki, rakiplere karşı, o an yuf borusu çalınmaktadır.

Stadların devamlı taliplerinden olan seyyar satıcılara gelince: Bin bir türlüsü mevcuttur. En başta çikletçiler gelir. Bunlar mallarını “heyecan ilacı”, “heyecanı teskin ediyor” diye satarlar. Çiklet çiğneyenlerin heyecanları teskin olunacak yerde, hezeyan halini alır. Herkesin tanıdığı şam tatlıcısı ise, kendisine has ses tonuyla asabları gıcırdatacak bir tarzda “Şem!..” diye malını reklam eder. Yenilecek içilecek her şeyi, her şekilde satanlar ayrı ayrı bahse değmez.

Sarı-Lacivert renkle Sarı-Kırmızı rengin çarpışacağı günler, heyecan barometresi en yüksek noktaya kadar çıkar. Bu renklerin taraftarları çok bağlıdırlar kulüplerine… Sahaya, bağlı oldukları rengin bir oyuncusu, tanınmış bir idarecisi girdiği zaman şiddetle alkışlarlar. Yalnız bir kişi, o da bir kadın, bütün seyirciler tarafından müştereken alkışlanır : Gazete foto muhabirlerinden Eleni!.. Sahanın bir ucundan öteki ucuna kadar, hangi tribün önünden geçse, hemen alkış başlar. Adeta bu, bir anane halini almıştır.

Maçların en mühim hususiyetlerinden biri de, her sınıf seyircinin, kunduracı çırağından terzi kalfasına, şirket hademesinden devlet memuruna, boş gezenden kalantor tüccarına kadar hepsinin, biraz veya çok fazla, külhanbeyleştiği, hayasızca manilerin, müstehcen türkülerin hep bir ağızdan söylendiğidir. Hem de neler, neler!.. Misal vermeye hicabımız ve Basın Kanunu müsaade etmez. Bunların en hafiflerinden biri, bir gol yiyince diğer tarafı tutanlarından bir ağızdan:

Çıkarmışlar sahaya.
Döndürmüşler kovaya, nakaratını tekrarlamalarıdır.

Maçların da kendine mahsus bir argosu, argo tabiriyle bir raconu vardır.

Bir bakarsınız; tribünün birinde, seyircilerden biri tarafından yüzlerce lira sarf ederek yaptırılmış, saf ipekten bir bayrak açılır. Bu bayrak sevilen, tutulan, bağlanılan, uğrunda kendinden geçilen takımın renklerini taşır. Hatta üstünde oyuncuların isimleri, resimleri dahi işlenmiştir. Bu da alkışlanır. Sebepli veya sebepsiz, yeri olsun veya olmasın, daima alkış, alkış, alkış…

Büyük maçları takip eden akşamlar, şehrin her yeri maçın havasıyla doludur. Bilhassa Beyoğlu… Hangi noktaya, hangi birahaneye, hangi meyhaneye, hangi saz salonuna, hangi bara, hangi bilmem neye giderseniz gidiniz; konuşulan, işitilen yalnız maç, maç, maç!..

Acaba ne zaman, fikir davalarımıza karşı, aynı alakayı duyabileceğiz, aynı heyecanı yaşatacağız?

Nerede o gün?

14 Şubat 1948 | Büyük Doğu – Doğan Nail

Bir Cevap Yazın