Menü Kapat

Caddebostanı

1941 yılında Tan gazetesinde “Üç Nesil – Üç Hayat” başlıklı bir seride “Yarım asırlık içtimai değişiklikleri üçer sahnede yan yana gösteren ufak tablolar serisi” yazan Refik Halit Karay, bir bölümde Caddebostanı konu etmiş. Vaktin birinde Cadıbostanı olarak anılan ve Fenerbahçe taraftarının tezahüratlarında “Fener’in kalesi, Bağdat Caddesi” şeklinde yerini alan bu güzel semtin leziz bir tarihçesi… Keyifli okumalar…

Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


Aziz Devrinde

Cadıbostanı, yani şimdiki Caddebostanı… O tarihte, haftada bir kere İstanbul’dan kalkan, yandan çarklı, ayrıca, dümenin daha kolay manevra yapabilmesi için fok direğinde yelken, bir ufacık vapur, Anadolu kıyısı, muayyen yerlere uğraya uğraya İzmit’e kadar gider. Fakat uğradığı yerlerde iskele, rıhtım yoktur; açıkta durur, vapura kayıklar yanaşır ve müşterilerle eşya uzak bir yolculukta olduğu gibi zorlukla, bağırışa haykırışa çıkarılır. Cadıbostanı bu duraklardan biridir ve hakikaten bir bostandan başka bir yer değildir.

Su dolabını gözleri bağlı bir at çeviren koskoca, yemyeşil, sırsıklam bir bostan… Etraf göz alabildiğine yalnız bağ ve bağlar ortasında tek tük köşkler. Köşkler ya aşı boyalı, yahut kaplamaları siyahlaşmış, boyasızdır. Biricik yol, yine Bağdat Caddesi’dir; amma, eski usul, iri iri kaldırım taşlarıyla döşenmiş. Bugünkü çeşmeler yine yerli yerinde : Ayrılık, Selami, Çatal ve Bostancı çeşmeleri… Her çeşme yanında set üstü, çayır çimenlik bir namazgâh… [Selami çeşmesininki hala yerindedir, fakat pek bakımsız; kaybolmak üzere]


Yukarıda bahsettiğimiz vapurdan -Nisan ayındayız- bir aile çıkıyor; eski vezirzadelerden birinin kalabalık ailesi. Bu paşa, bostan içinde, dededen kalma köşkte, Boğaziçi mevsimi başlamadan, bir müddet bahar keyfi sürer; koyun sütü içerek, marul kürü yaparak ve civar çayırlara atlarını salarak… Bahara, o devirde büyük bir ehemmiyet verilir : Kanı temizlemek, lazımdır; hacamat yaptırmalı, bol süt içmeli, yoğurt ve yeşillik yemeli, vücut dahilen temizlenmelidir; atlar da muhakkak çayıra çıkartılmalıdır. Kışın yoğurt, mideyi üşütür diye, rağbet görmezdi.

Paşa, maiyetinde aşçılar, uşaklar, seyisler, korucular, ayvazlar, beyaz ve zenci halayıklar, harem ağaları, dadılar, bacılar, dalkavuklar, sazendeler ve hanendeler, hatta bir imam ve bir müezzin olduğu halde göç etmiştir ve köşk, bütün bu halkı barındıramayacağı cihetle bahçeye büyüklü küçüklü çadırlar kurulmuştur. Beş vakit, azîm cemaatle namaz kılınmaktadır.

Yiyecek, içecek bolluğu ve boğaz düşkünlüğü akla durgunluk verecek derecede… Kır havası iştah açacağı kanaatiyle başlıca himmet sofraya sarf edilir. Günde kaç kuzu kesilir, kaç batman süt pişirilir, kaç yüz marul yenilir? Haddi, hesabı malûm değildir. Çeneler ancak uykuda dinlenebilir; uyku haricinde herkesin ağzı mütemadiyen -çayırdaki atlarınki gibi- işlemektedir. Bostanın çağla bademleri, çakal erikleri de cabası… Vitamin nazariyesi malûm olmamakla beraber çiy ve yeşile rağbet fazladır. Bilhassa taze soğan ve sarımsak sarfiyatı mühim bir yekûn tutar.


Sultan Aziz dahi o mevsimde Alemdağı’ndaki sarayına birkaç sefer yaptığından “Aklına eser, belki atını bu taraflara sürer, farzı muhal olarak uğrayıverir” düşüncesiyle köşkün ambar ve kilerlerinde, padişahı maiyetiyle beraber mükemmelen ağırlayacak nadide her şey mevcuttur. Zaten on beş, yirmi misafirin birdenbire gelivermesi hiçbir zaman sofrada hissedilir bir eksiliği mucip olmaz ki… Bugün en büyük otellere kulüpleri şaşırtan ve omlete başvurduran bu fazlalık, yalnız bir ay bahar mevsimi geçirilmek maksadıyla gelinmiş olan kır köşkü için, ruhun duymayacağı adi ve daimi hayat tarzı icaplarındandır. Aşçıbaşı, nihayet, o gün bostan köpeklerini, önlerine attığı artıklarla umdukları kadar doyuramaz.

Gece her taraf ıssızdır; bilhassa büyük hanımefendi pek korktuğu için silahlı korucular nöbetleşe köşkü beklerler. Bu korkusunun sebebi, Sultan Mahmut zamanında, merhum kocası Tuna boyunda mütesellim iken bir Ulah çetesinin hücumuna uğramalarından ve tâbesabah, karşılıklı kurşun atmalarından, öyle bir vakadan ileri gelmektedir. Diğer taraftan semti adı da cidden ürkütücü… Yalnız koca kuyusuyla ve izbandut bahçıvanlarıyla “Bostan” bile her insana hoş gelmezken başına bir de “Cadı” kelimesi koymak? Cadıya inanılan bir asırda bundan büyük münasebetsizlik olamaz. Cadıbostanı, Eflak ve Buğdan değildir amma Alem dağında Rum köyleri vardır, küçük ve büyük Bakkalköyü… İçlerinden eşkıya yetişir; korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlıdır. Hem, karşıki adalardan kayıklarla bir baskın yapılması, Paşazadenin dağa kaldırılıp fidye-i necat istenmesi de akla gelir a! Adalar, o sıralarda gavur ve papas yatağı, hemen hemen yarı müstakil, sonraki Sisam Beyliği gibi bir bölge… Zaten paşanın çoluk çocuğuyla bu izbe yere gelip oturmasını dostlarından çoğu ihtiyatsız bir hareket, aklının dikliğine gitmek telakki etmektedirler. Aralarında “Delinin biridir diyorlar, babası da öyle idi. Ne olacak, sekbanbaşılıktan yetişmiş!”


Bostan ta denize kadar, iğde, hünnap, incir ağaçlarıyla uzanmaktadır; yani bugünkü plajın ve Ragıp Paşa köşkünün olduğu yere kadar… Lakin, mevsim yaza da rastlasa denize girmek kimsenin aklına gelmez. Deniz, ancak balıkçı, kayıkçı, tulumbacı makulesiyle bir de gemi tayfaları ve bahriyelilerin girdikleri yerdir. Nasıl da hastalanmazlar? Şaşılacak şey!

Deniz zevki kayıkta ve balık avında çıkar; bir de çocuklar, dadılar, bacılar, lalalar refakatinde ara sıra, ayaklarını ıslatmadan, kıyı boyu, kumlar, kayalar arasından şeytan minaresi, renkli taş topladıkları vakit!

Dediğimiz devirde, kayıptan haberler veren biri zuhur edip de paşaya : “Şimdi bu dümdüz, bomboş, ıssız, izsiz gördüğün yerler yok mu? Hani elli altın versen gözünün vardığı kadar arazi satın alabilirsin; bir gün gelecek köşklerle, bahçelerle, camilerle insan kalabalığıyla dolacak ve dönümü bin kese akçeye elde edilemeyecek!” deseydi, şüphe yok, eski sekbanbaşı zadenin tepesi atar:

“- Bre yatırın şu herzegüyü atına kıçına yüz sopa!” avazıyla, gözü önünde meydan dayağına yatırır; sonra manzaradan iştahı açıldığı cihetle kuzu çevirmesinin başına geçer, yarısını yok ederdi!


Hamit Devrinde

Yine Cadıbostanında, bildiğimiz Sekbanbaşı köşkündeyiz… Fakat o zat, güç bela, borç harç, debdebesini bir müddet daha devam ettirdikten sonra, suihazım ile müteradif bir öfke buhranı arasında öbür dünyayı boylamış, bu köşk ve bostan da kassam marifetiyle satılmıştı. Şimdiki sahibi perde çavuşluğundan yetişmiş, paşalığa kadar erişmiş, yarı ümmi bir zamane adamı, bir padişah bendesidir.

Eski köşkü yıktırıyor ve içi dışı yağlı boyalı, balkonlu, kuleli, cicili bicili, “Arnuvo” bir bina yaptırıyor. Bahçedeki köhne havuzu büyültüyor, ortasına köprülerle geçilen özenti bir ada ve adaya da bir kameriye kurduruyor; su “Kaskat”lardan akmaktadır ve aslan ağızlarından fışkırıp yalaklardan döküle döküle bostana varmaktadır.

Bağdat caddesi, artık kaldırım taşıyla döşeli değildir; yokuşlu inişli, ilk yapıldığı günden beri tamir yüzü görmemiş bir şösedir. Civarda, her sene, seyrek seyrek, geniş arsalar ortasında köşkler peyda oluyor. Eski bağları floksera hastalığı tamamen bitirdiği cihetle yeni köşk sahipleri Amerikan asması yetiştirmektedirler. Bu havali gittikçe rağbet buluyor: “Boğaziçi rutubetli, diyorlar, kuru hava sıhhate daha nafidir.”


Fakat asıl rağbet, daha ziyade denizden uzakça mahallere, tren hattının öbür tarafına… Bütün sahilde, Fenerbahçe’den Bostancı’ya kadar, bu devir başlangıcında yalnız Cadıbostanı’nda Horoz Ali Paşa Köşkü ile o bostan var. Sonraları dörde beşe çıkıyor : Meşhurları Sadi Bey, Hügnen ve neden sonra Cemil ve Ragıp Paşa köşkleri…

Lakin “Sevahili mütecavire” denilen bir deniz hattı ve taş iskeleler yapılmıştır; her gün vapur işliyor. En büyük merak kuleli köşk ve at ile araba. Semtin en mühim afetleri ise üç tanedir: Müthiş bir toz, müthiş bir sivrisinek hücumu ve o nisbette müthiş bir misafir akını!

Yeni köşkü yaptıran nüfuzlu zata sarayda soruyorlar:

  • – Yazın hangi semtte ikamet buyuruluyor, Paşa Hazretleri?
  • – Cadıbostanında!

Ümmi paşanın verdiği bu sade cevap Yıldız’da hoş olmayan bir tesir hasıl ediyor; serkarin, Kilercibaşı, Tütüncübaşı, Kitapçıbaşı, Başkatip, Kızlarağası veya bir başka saray kodamanının odasında herkes başını öne eğiyor; derin, manalı bir sükut! İşte bu tesir iledir ki, paşa semtin ismini değiştiriyor. “Cadı”, “Cadde” oluyor, “Cadde Bostanı” aşağı, “Cadde Bostanı” yukarı… Bir müddet kocakarılarla yerliler, dil alışıklığıyla ara sıra yine eski adını ağızlarından kaçırıyorlarsa da farkına varınca hemen yenisini söylüyorlar. Zira yayılan rivayet şudur : “Padişah o ismi istemiyormuş; ‘Cadı Bostanı’ diyeni hafiyeler jurnal ediyorlarmış, tantuna, yani sürgüne gönderilenler bile varmış.)


Mamafih Caddebostanı ile Suadiye arası yine bomboş. Göze görünenlerden bir Şemseddin Sami’nin, bir de şimdiki Suadiye’de “Ebenin Köşkü” namıyla maruf, ikmal edilememiş iki bina mevcut. Caddebostanı Camii’ni evkaf nazırı Galip Paşa yaptırtıyor; Suadiye’dekini ise Maliye Nazırı Reşat Paşa, genç yaşında vefat eden kızı Suat Hanım’ın namına kurduruyor. Bir çok kişi itiraz ediyor : “Allah Allah, boş tarlalar ortasına da cami yaptırılır mıymış!”

Deniz bir derece rağbet bulmuştur. Yaysız muhacir arabalarında, ayaklarını sarkıtarak, yeldirmeli, başörtülü kadınlar, bozuk yollarda sarsıla, çalkalana, toz bulutlarından aşa yuvarlana, ikindi üstü Caddebostanı ile Bostancı’daki salaş hamamlara gidiyorlar. Amma, hemen hemen bir girip çıkıştan ibaret. O dahi hekimin izniyle, dakikalar sayılarak! Bu havalide çam ağacı yetiştirme hevesi yeni başlamıştır; her taraf gittikçe yeşillenmektedir

Ümmi paşanın köşkünde bile alafrangalık hüküm sürmektedir: Kerime hanımların mürebbiyesi vardır; piyano hocası da geliyor; mahdum bey çifte midilli koşulmuş sepet araba ile gezer; damat bey cins Arap atlarına meraklıdır. Aziz devrindeki bolluk azalmışsa da yine mutfakta bir aşçıbaşı ile iki çırağı çalışmakta ve her öğün, tatlısıyla tuzlusuyla üç tabla yemek çıkmaktadır.


Hayat, daha ziyade, evde geçer. Gezintiler, arabayla, şöyle Fenerbahçe’de bir tur yapmaktan, Çiftehavuzlar’da beş, on dakika dinlenmekten ibaret. Bazen “Mama” da orta oyununa, Kuşdili‘nde tiyatrolara gidilirse de küçük hanımlara bu eğlenceler -Frenkçe öğrenir gibi olduktan sonra- bayağı görünmeye başlamıştır. İlle yemeklerle Kayışdağı ve Taşdelen’e seferler haysiyetlerine dokunacak kadar adi telakki edilir. Artık yeşil soğan ve sarımsak sofraya konmamaktadır; meyve, yemek üstüne, soyularak imsakle yenir; vitamin daha keşfedilmemiş olmakla beraber, kibarlaşmış ailelerde buna zıt bir rejim takip edilmektedir. Bellerini avuç içine sığacak derecede darlatan korselerden dolayı şık hanımlar ve tazeler noksan gıdadan kansızlaşmışlardır. Ömürleri piyano başında veya kitap sayfalarında heba oluyor.

Boğaziçi’nde kalmış olanlarla yazlıklarını bu taraflara nakletmiş bulunan aile reisleri arasında bir geçimsizlik başgöstermiştir :

  • Canım efendim, o toz toprak içinde, sivrisineklerle itişe kakışa ne diye oturuyorsunuz? Vallahi, sarf ettiğiniz paraya yazık!
  • Sizin rutubet de vücudu paslandırıyor; yalıların demir parmaklıklarına bir bakınız, nasıl da çürüyüp gidiyorlar. Demirin dayanamadığına insan mukavemet edebilir mi hiç?

İstikbal bu iki semtin hangisindedir? Muamma! Bilinen bir şey varsa Cadıbostanı’nın, Caddebostanı’na çevrildikten sonra hakikaten korkunçluğunu kaybetmiş olmasıdır; yolu havagazı fenerleri bile aydınlatmaktadır. Fakat henüz arı bostandır ve caddeliği bir kuruntudan ibarettir.


Şimdiki Durum (1941)

Tekrar oradayız; bir zamanlar Cadı, sonradan Cadde olan bostan civarında… Cicili bicili Arnuvo köşk, Ümmi paşanın meşrutiyette idbara uğrayıp sürüldüğü Ege adalarından birinde ölmesi ve çoluk çocuğunun dağılması yüzünden uzun müddet boş ve bakımsız kalmış, harabeye dönmüştür. Şimdiki sahibi, bir kalem efendisi veya küçük bir ticarethane muhasibi iken talii yar olup yol ve inşaat müteahhitliğine girişmiş, mühim bir servet elde etmiş ve zamane modasına uyarak yazın bu tarafta oturmak hevesiyle o yeri almış, ahşap köşkü yıktırmış, bir kübiğini yaptırmıştır.

Aziz devrindeki Sekbanbaşı zadeden ve Hamit devrindeki alaydan yetişme paşadan daha zengindir; lakin mutfağı elektrikle yemek pişen mini mini bir laboratuvardan ibarettir. Evde bir tek aşçı, bir tek hizmetçi ve hem bahçeye bakan, hem de icabında, önüne beyaz önlük takıp hizmetçi yamaklığı da yapan bir tek uşak var. Kocaman yemek masası ekseriya üç kişi için kurulur : Bay, Bayan ve kızları…

Zaten akşamlarını, çok defa kulüpte geçirirler, misafirlerini de oraya çağırırlar.

Bu zat, ne çeşme, ne cami, ne kütüphane, ne de hastane yaptıracaktır. İsmini Taksim’deki koca apartmanın üstüne yazdırmıştır; kafi görüyor!


Bağdat Caddesi birinci devirde kaldırım iken ikinci devirde şose iken şimdi asfalttır; karanlık iken havagazıyla, bugün de elektrikle aydınlanıyor ve tramvaylar işliyor. Deniz ise ilk devirde uzaktan bakılan, orta devirde bir dalıp çıkılan, şimdi ne içinden, ne kenarından ayrılmaya bir türlü razı olunamayan hayati bir unsurdur.

Bostanın denize inen kısmı çoktan uydurma bir plaj haline getirilmiştir. Bir zamanlar sırık domatesi ve enginar yetiştirilen bu sahada artık sırım gibi delikanlılar dolaşmakta ve sakız kabanlarının çiçek açıp bezelyelerin çalılara sarılmalarına mukabil taze kızlar yerlere yatmakta ve birbirlerine dolanmaktadırlar.

Cadıbostanı, o derece değişmiştir ki, ismin başındaki eski “Cadı” sabahlara kadar yollarda dolaşan yarı çıplak karaltı ve kafilelerden dolayı adeta “Cin”e tahavvül etmiştir; “Cin bostanı” ele avuca sığmaz, denize dalar, ağaca fırlar, bisikletten kayığa, kayıktan kotraya atlar, pür hareket mahluklar ülkesidir.

Toz ile misafir azalmış, sivrisinekle kaç göç tamamıyla ortadan kalkmıştır.


Üç devrin kıyafet değişmeleri de dikkate layıktır; Cadıbostanının kadınlı erkekli ilk yazcıları bağlarda, kırlarda keten entariler, haydari hırkalar, gezi takkeler, yumuşak hotozlar, çedik pabuçlar, hava serinleyince de incecik kürkler giyerlerdi; geniş, hafif, rahat elbiseler… Caddebostanı olduğu sıralarda frenk etiketi başlamıştır: Erkeklerde dar belli, dar pantolonlu, sıkı elbiseler ve üniformalar, kolalı dik yakalıklar, katı gömlek. Kadınlarda korseler, katmer katmer tül şemsiyeler, yerleri süpüren uzun etekler. Tabiilikten en fazla uzaklaşan devir, bu ikincisidir.

Şimdiki durum ise, hem kıyafet, hem muaşeret hususunda tabiilikten ziyade bir “Laubalilik”e benzemektedir.

Erkekler bum buruşuk keten pantolonları, kolsuz ve yakası açık gömlekleri, çorapları bükülmüş iskarpinleri ve bir değirmi deniz Kalsonlarıyla; kadınlar paçaları enli pantolonları, pijamaları, şortları, dekolte mayoları ve takunya ayakkabılarıyla ve hepsi de cırlak kahkahaları, haykırıp koşuşmaları ve atlayıp sıçramalarıyla bu havaliye bir at cambazhanesi manzarası vermektedirler.


Bana verdikleri his şu : Hemen herkes bir numara yapıyor ve yaptığından alkış bekliyor vaziyetinde!

Az çok farklarla dünyanın her yerindeki deniz kenarlarını andıran bu yer, böyle, çılgıncasına rağbet bulmakta devam ederken yine o dünyanın hiçbir tarafında eşi bulunmayan Boğaziçi, türedi semtin öte yanında, talihine küsmüş, bir sürgün gibi maziyi anarak gittikçe çöküyor, modası geçmiş bir artistin gamlı ömrünü sürüklüyor.

Refik Halit Karay – 1941 – Tan Gazetesi

Bir Cevap Yazın