Menü Kapat

İstanbul’un Çayırları

Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 5-6 Haziran 1932 gecesi yangın felaketine kurban giden meşhur ve muhteşem lokali Kuşdili’ndeydi. Fenerbahçe, Haydarpaşa, Kalamış, Kördere, Kuşdili, Moda ve Yoğurtçu çayırlarında ise Türk futbolunun ilk zamanlarında sayısız maç oynandı. “İstanbul’un çayırları, Türk sporunun ilk ev sahipleridir” dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız.

Refik Halit Karay, bu yazısında o muhteşem yerleri anlatmış. Bu vesileyle, Kadıköy Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de çağrımızı yenileyelim. Lütfen Kadıköy’ü bir “Açık Hava Spor Müzesi” haline getirin. Bu ilçenin mazisinde bir tarih yatıyor…

Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


İstanbul’un Çayırları

Her yaşta gördüğüm bütün baharlar gözümün önünden geçiyor : İstanbul baharları, Anadolu baharları, çöl baharları…

Fakat çocukluğumun baharlarındaki renk ve rayiha hâtırası, üstünden hemen hemen yarım asır geçtiği halde bana hepsinden daha canlı ve dünkülerden daha yakın geliyor. Sonradan öyle baharlar görmediğimi sanıyorum, sebebini düşünüyorum ve bu sebebi buluyorum: Çayır eksikliği…

İstanbul’un baharı çayırlarında idi.

Çayırların çoğunu eşip deşerek, üstüne evler kurup bağa, bostana çevirerek yokettik. Bir kısmına da içkili kahve, cazlı gazino ve kumarlı kulüp bulamadığımız için uğramaz, ayak basmaz olduk.

Zaten çayır, bugünkü genç nesil için ancak ot biten boş bir tarladan başka birşey değildir. Eğer biraz geniş ise akla ilk gelen güzel fikir, bir silindir çekerek düzlüğünde futbol oynamaktan ibarettir. Orta yaşlı zengin ise şunu düşünür: Şehir plânında yeşil saha diye ayrılmamışsa satın alıvereyim de üstüne, bir sıra, yedişer katlı apartman kurayım. Hele yanından, yakınından bir asfalt yol geçiyorsa veya geçirtmek imkânı varsa fırsatı kaçırmamalıdır!

Eskiler çayıra saygı gösterirlerdi, ilişmezlerdi. İki sebeple: At beslediklerinden ötürü çayır lüzumlu idi ve baharın feyzini atlar bağlanmış gür otlu bir çayırda seyirden hoşlandıkları için çayırlan korurlardı.

Çayır neydi? Nedir? Her ot biten bomboş toprak parçasına baharda yeşeriyor diye çayır adını vermek yanlış olur. İstanbul’un dört bir yanı, meselâ Şişli’den ayrılınca raslayacağınız genişlikler veya Topkapı’dan çıkınca içine dalacağınız düzlükler de bahar olunca yemyeşil kesilir. Kuzuların oynaştığını, atların dolaştığını, ineklerin ufuklara dalıp düşündüğünü, eşeklerin sırtüstü yatıp yuvarlandığını, yani hayvan otlatıldığını da görürsünüz.

Ama bunlar dedelerimizin çayır adını verdikleri yerler değildir.

Çayır bambaşka birşeydir ve İstanbul’da en güzeli, en adlı sanlısı (Uzunçayır)dır.

Çocukluğumda (Kuşdili) de o mânada ve o gürbüzlükte bir çayırdı. Şimdi beton kanalizasyon tesisatile berbat edilmiş çirkin, kupkuru, baharda bile yeşeremez bir toprak parçasıdır. Sağda Kurbağalıdere köprüsüyle Gazhane arasında da seyrine doyum olmaz bir çayır vardı. Bugün yan tarafı çamura gömülü sıra sıra sünepe evlerle çevrilmiş verimsiz bir bostandır.

Ya Haydarpaşa çayırı?

Nisan ve Mayıs aylarında banliyö katarları gelip geçerken yolcular birbirinin omuzuna basarak pencerelere üşüşür, seyrine can atar, trenin yavaşlamadığına, hattâ oracıkta insafa gelip mola vermediğine üzülürdü… Çayır o derece coşkun bir bahar içinde denizler gibi dalgalanır, adam boyu otlar her rüzgâr esintisinde koyulu açıklı renklerle bir sönüp bir parlayarak gezi kumaşlara mahsus akıp kayan, toplanıp genişleyen, tırtıllanıp düzleşen desenlerle durmaz, değişir, menevişelenirdi. Yemyeşil taze yonca, kıpkırmızı körpe gelincik, sapsarı yabani hardal kokusu iç açar, kuvvet verir, iştah kamçılardı. Malihülyalılar bile iyimserlik, hayat zevki, dünyaya alâka duyarlardı.

O çayırdan bir değirmi iz kalmamıştır. Deline deşine, çukurlar ve hendekler açıla kapana, toprak altüst edile edile burasını en çetin dövüşmelere sahne olmuş bir savaş yerinden farketmek imkânı bırakılmış mıdır?

Benim gibi ellisini aşmış kaç İstanbullu var ki eğer şu satırlara gözü ilişirse eminim, yarım asırlık bir ömrün ardından Haydarpaşa çayırını — anlatamadığıma şüphe etmediğim ve anlatmağa da kalkışmadığını manzarası ve rayihasile — gözünün önüne getirecek ve o baharla birlikte körpe çağını, kendi baharını düşünerek çok renkli, çok tatlı, âdeta şuruplu bir hâtıralar âleminde gezinecektir.

Bizler çocukken başka bir dünyada yaşamıştık; gençliğimizde hayatımız büyük bir değişikliğe uğradı; olgunlaşmamız ve yaşımızı almamız sırasında ise kendimizi ötekilere büsbütün benzemez bir muhit içinde bulduk.

Bir yere gitmeden bir çok yabancı yerler gezen ve her gezdiği yerde yerli kıyafetine girip yerli âdetine uyan acayip seyyahlar biziz, bize derler. Şimdiki taze nesil ise gözünü açtığı zamandan bu güne kadar hep gördüğünün, bildiğinin, öğretilenin devamı için de ömür sürüyor.

Onlar bir tek rejimin, bir tarz cemiyet hayatının ve bir biçim inkılâbın bir türlü terbiye gören yetiştirmeleridir. Biz, sürü sürü politik ve sosyal inkılâplardan güç belâ arta kalabilmiş, her inkılâbın yepyeni icaplarına uymağa çalışmış ve gömlek gibi devir değiştirmiş üç asırlık adamlarız. İstibdat terbiyesi gördük; bunu bıraktık, Meşrutiyet usullerini benimsemeğe koyulduk; tam alışırken Cumhuriyet doğdu; berikileri attık, ona sarıldık. Her birine uymakta az çok kusurumuz olduysa suçlu sayılmamalıyız ve büsbütün sersemleşmeden benliğimizi koruyabilmemize şükretmeliyiz.

Evet, biz ömrümüzün ilk bölümünde, tabiatin İstanbul’a gerçekten bir ihsanı, ziyafeti olan çayırlarını severdik. Gelenekler böyle emrederdi. Zira o zamanın bir bahar geleneği, bahara mahsus değişmez âdetleri vardı. Meselâ baharda atlar çayıra çıkarılırdı. Kaç gün için? Doğrusunu hatırlayamıyorum fakat yirmi günden aşağı değildi. Önceden gidilir, — bizim eski semtten bahsediyorum — Uzunçayır’da, hayvanların sayısına göre yer kiralanırdı. Yerin yonca gibi yağlı, besleyici, gevrek otlan çok bir seçme parça olmasına dikkat edilirdi.

Nihayet günü gelirdi, bir sabah, daha güneş Kayışdağı’nın yosun rengindeki tepesine donuk ışığıyla krome bir çerçeve geçirirken ahırın kapısı açılır, koşumsuz olduklar için bize yabancılaşmış görünen atlar, kıç atıp yele sarsarak, kuyruk sallayıp sipersiz gözlerinin akını sağa sola rahatça devire çevire bakarak nal takırtıları içinde yolu tutarlardı.

Atlar, o büyük, uzun; keyifli bahar ziyafetine kadınlar gibi yarı çıplak, dekolte giderlerdi. Çayıra çıkan hayvan ne arabaya koşulurdu, ne insan taşırdı. Yeşillikleri hem doya doya yer, hem doya doya seyrederdi; Bey atı olmanın talihini sürer, keyfini çatardı.

Gene bir bahar âdeti olan hacamata, yani kan aldırma devrine ben pek yetişmedim.

Süt ve kuzu rejimini bilirim. (Siyasî mânadaki rejim değil… Gıda rejimi!)

Koyunlar doğurup da süt bollaştı mı bir ay kadar, her gün İçerenköylü Deli Mıstık beygirinin sırtına biner, iki yanında iki koca bakır güğüm, köşke süt getirirdi. Bu güğümlerin ağzı yumuşamış bir siyah deri ile örtülü ve kenarları sahibinin eski mintanlarından koparılmış olduğuna hükmettiğim yan paçavramsı soluk, çürük bezlerle bağlıydı. Bütün ev halkı, uşağı hizmetçisi ayırdedilmeden, sabah kahvaltısında süt içerdi; herkese süt içirmek efendilik iktizasındandı.

Yemeklerde de, yalnız harem ve selâmlık sofralanndakilere küçük küçük toprak kaplar, güveçcikler içinde, üstleri, fırında kızarmış, ötesi berisi kızarmaktan yanmış kaim kaymaklı, rengi koyu sarı süt ikramı şarttı.

Kuzuyu Hıdırellezden önce eve sokmazlar, hele tavşan büyüklüğünde ve tavşan eti kızarıklığında, çirkin manzaralı kuzulara el uzatmazlardı. Babam «Çingene bayramıdır» diye, Hıdırellezde kır gezintisine çıkılmasına izin vermezdi. Ama Bayramın bahçemizde kutlanmasına, kuzu çevrilip içli pilâv, taze kestane ve fındık yaprağına sarılmış dolma ile irmik helvasından ibaret bir aile arası ziyafeti çekilmesine göz yumardı.

Pek iyi hatırladıklarıma göre o gün veya öyle günlerde benim ya dişim ağırırdı; ya attan tekme yemiş olduğum için sızılar içinde bir kenarda somurtmuş otururdum, yahut kızamıktan içeride yorgan döşek yatardım. Başkalarını bilmem ama, anamın anasından emdiği sütü burnundan getirirdim.

Yetişkinlik çağımdaki ve sonraki Hıdırellezlerde burnum bile kanamamıştı… Lâkin neyleyim ki artık baba fırını has ekmek çıkarmıyordu; ne bolluk, ne çayıra çıkan atlar, ne İstanbul çayırları kalmıştı. Ben de kalmamıştım… İstanbul’da yalnız gönlüm kalmıştı.

Ah o çayırlar… Hele bir sağanaktan sonra, yere düşüp gökteki çizgi çizgi renkleri birbirine kanşmış bir eleğimsağmaya benzeyen çayırlarımız!

Refik Halid Karay

Bir Cevap Yazın