Türkiye’de sporun ilk yılları denince akla gelen tek isim olan Selim Sırrı Tarcan’ın “Karadeniz Yolunda” tefrikasının ilk bölümünü sitemize aldık.
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Fotoğraf: Seyhun Binzet koleksiyonundan Darülmuallimin-i Aliye öğrencileri ve Selim Sırrı Tarcan.
Karadeniz Yolunda
Galata rıhtımına yaslanmış olan “Ankara” vapurundayım. Saat on sekizde kalkacağız! Beni geçirmeye gelen akraba, dost, talebelerimle vedalaştım.
Saat tam on sekiz! Vapurun yanında yüklü dört beş mavna var. Vinçler durmadan işliyor, baş ve arka ambarlar mütemadiyen doluyor. Gemiye münasebeti olduğunu kıyafetinden tahmin ettiğim kıranta bir bahriyeliden sordum:
- Kaçta kalkıyoruz?
- Belli değil, fazla yük var, bunun arkası alınmadan kalkamayız!
- Ne tahmin edersiniz?
- Gece yarısını bulur. Ne kasavet çekiyorsun, sabah Zonguldak’tayız!
Güvertede dolaşıyorum, burası bir vapur güvertesinden ziyade Taksim bahçesini hatırlatıyor. Hepsi de bir Avrupalı gibi giyinmiş münevver bir zümre mezelerle süslü rakı masalarının etrafında bir şarklı ruhuyla dem çekiyor.
Görüyorum ki şairin: “İşi nuş eyle bugün amma gamı ferdayı / Sana ısmarladılar mı bu yalan dünyayı” Beyti kıymetini hiç kaybetmemiş. İçtiler, içtiler neşelendiler, gevrek gevrek güldüler. Hallerine gıpta ettim. Kendimi onların yanında pek “ham ervah” buldum.
Saat 20.30! Yemek kanpanası sohbete dalmış olan yaranı ba sefanın keyfini kaçırdı. Benim ise yüzümü güldürdü. Deniz havası karnımı acıktırmıştı. Yemek salonu bir ecnebi vapurundan daha süslü, hele lompionlar çok şık ve zarif. Lacivert pantolon beyaz ve yemiz keten bluzlu, yüzleri düzgün ve traşlı, saçları taranmış garsonlar büyük bir maharetle yemek dağıtıyor. Avrupa’ya deniz tarikiyle pek çok gidip geldiğim için bir mukayese yapabilirim. Hani bazı güzel Fransızca veya İngilizce söyleyen Türkler vardır ki ecnebiler onlara “Siz hakiki Türk müsünüz?” diye sorarlar ve inanmak istemezler. Bana da öyle oldu. Kahvemi getiren gence “Siz Türk müsünüz?” demeye mecbur oldum ve “Evet!” cevabı göğsümü kabarttı. Garsonluğu hakir görüp bunu herkesin yapabileceği bir iş zannedenler aldanırlar. Çünkü onlar temiz bir fincanla, temiz bir adamın elinden içmenin zevkini takdir etmezler. Garsonlardan biriyle konuştum.
- Siz nerelisiniz?
- Şehir çocuğuyum.
- Tahsiliniz?
- Lisenin sekizinci sınıfına kadar okudum!
- Bu meslekten memnun musunuz?
Biraz gülümsedi.
- Memnunun! Fakat…
- Fakatı ne?
- Parası çok az! Kazanç vergisi ve saire çıktıktan sonra elime 19 Lira geçiyor. Dün akşam ikide yattım. Bu sabah da beşte kalktım. İki üç saat uyudum. Ben işten yılmıyorum fakat beyim kazanç sa’ya tekabül etmediği için başka bir iş bulunca çekileceğim.
Yemekte yolcuları eğlendirmek için “Sahibinin Sesi” çalıyor. Ne yazık ki plakların hepsi de elem, dert, kahır veren ahü vahla dolu. Ekseriyet ondan zevk aldığı için susup katlandım.
Saat 22! Güvertede şezlonga uzandım. Hava sakin, parlak bir mehtap var. İstanbul yavaş yavaş uykuya dalıyor. Ayasofya, Sultan Ahmet, Yeni Cami minareleri esmer birer sütun gibi semaya doğru sivriliyor. Gecenin bu tatlı sükunetinde tatlı hülyalara daldım, hatta biraz kestirdim. Bir bağrışma ile kendime geldim. Mavnadan tiz ve pürüzlü bir ses:
- Beybaba bindireceksin!
Bizi rıhtımdan ayıracak olan (Gayret) römorkörü rampa etti. Gaflet bastırdı, kamarama çekildim, soyunup yattım.
27 Haziran 1929 – Cumhuriyet Gazetesi (Selim Sırrı Tarcan)