Yazar: alicankkcan

  • Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Çay kokusu Prost’u çocukluğuna götürürdü. O nefis rayihânın, ünlü yazarı zaman yolculuğu için kışkırtmasına ve çocukluk anılarını alevlendirecek aromada olacağına şaşırmamak lazım. Kos helva çıtırtısı da Oktay Akbal’ı alır, çok gerilere, tıfıl günlerine taşırdı.

    Peki ya, sambanın tınısı..?

    O kıvrak Latin Amerika dans ve müziği, yaşı altmışlara dayanan Fenerbahçelileri ilk gençliklerine götürdüğü gibi, Sarı-Lacivert sevdalılarını nasıl da uzun bir hatıra yürüyüşüne çıkartırdı değil mi?

    Çocukluk dönemimin ‘hatıra yürüyüşlerinin’ ilki, belki de en sevimlisi Türkiye Ligi’nin 1974-75 sezonu olmuştu benim için. Hayat filmine dair anımsadığım ilk sahneler, -ki o kesitler içinde muhakkak Fenerbahçe vardır- bahsettiğim yıllara tarihlenir. 1975 yılı, Fenerbahçe- Didi evliliğinde yüzüklerin atıldığı yıl oldu. Ama Didi Fenerbahçe tarihine kalıcı izler bırakarak ayrıldı Türkiye’den ve hiç unutulmadı…

    (Tribünlerinden inmiş, tartan pisti aşmış, taç çizgisi kenarına kadar dayanmış bir sevgi patlaması vardı o akşam. O güne kadar görülmemiş bir seyirci topluluğunun huzurunda oynanan Fenerbahçe-Santos maçının öncesinde Pele ve arkadaşlarının şaşkınlığına bakın hele! Bu futbol konserine İstanbullu sporseverlerin gösterdiği teveccüh, devrin en büyük ‘yeşil saha figürünü’ ziyadesiyle memnun etti. Doğan Babacan ise Türkiye’nin popüler hakemi olarak bu maçın direksiyonuna oturmayı çoktan hak etmişti.)

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Pele’li Santos’u Türkiye’ye getiren Lübnanlı organizatör Zacour, Fenerbahçe’nin futbol kaderini etkileyeceğinin farkında değildi o unutulmaz Santos akşamında.

    1972 yazının yapış yapış bir İstanbul gecesinde Zacour, yeni bir antrenör arayan Başkan Faruk Ilgaz’ın kulağına:

    “Mr. Ilgaz.. Her başkanın hayalini süsleyecek büyük bir antrenörü size getirebilirim” teklifini fısıldadı. Olmaz denilen olacak ve Brezilya milli takımın ünlü oyuncusu Siyah İnci Didi Dereağzı’na inecekti.

    Didi bir futbol cambazıydı ama sihirbaz değildi. Sistemine inancı hep tam oldu ve Türkiye’de kaldığı üç yıl içinde Fenerbahçe’yi iki defa lig şampiyonu yapacak, Cumhurbaşkanlığı Kupası da dahil olmak üzere, sayısız kupayı Fenerbahçenin müzesine getirecekti.

    Brezilyalı Hoca duygusaldı. Hatta bir ara, ülkesinde bile görmediği teveccüh, sevgi karşısında Türk vatandaşı olmayı bile düşünmüştü. Fenerbahçe camiası antrenörlerini her davette, her nikahta baş tacı etmekte cimri davranmayacaktı; ta ki peri masalının sonlandığı Benfica deplasmanına kadar…

    Didi oyuncularına olması gerektiği gibi yaklaştı. Gençlere güvendi. Egosu göbekli, havalı oyuncularını ‘yere indirmeyi’ bildi. İşine burnunu sokan yöneticilere dersini vermekten çekinmedi. Ne ki Semih Bayülken, Didi’den yediği zılgıtı hiç unutmayacak, ‘Şambaba Semih’ Brezilyalı hoca gidene kadar rahat durmayacaktı. Benfica maçında alınan ağır yenilginin tek sorumlusunun Didi gösterilmesi ‘Şambaba’yı rahatlatacaktı. Ünlü isim apar-topar görevinden uzaklaştırıldı. Didi uçağa bindiğinde yanında iki kızı Hebilia ve Rebecca ile eşi Guiomar vardı. Bir galibiyet sonrası eğlenmek için gittikleri kulüpte, eşinin yanında Didi’yi şapır/şupur öpen Gönül Yazar’ın ruju çoktan silinip gitmişti. İçinden Fenerbahçe geçen anıları ise hep taze kalacaktı büyük futbol adamının.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Didi uçağın penceresinden iyice küçülmeye başlayan Kadıköy’ü seyrederken, İstanbul’da geçirdiği üç sene gözlerinin önünden akıp gitti. “Sanırım 74-75 şampiyonluğunu unutamayacağım” diye geçirdi içinden ve zihni onu sezonun ilk düdüğüne götürdü:

    Bu görüntü, bir Trabzonspor atağında Zafer Göncüler’in topu uzaklaştırma anı ve o anın paydaşları Yılmaz, Ersoy, Selahattin ve Alparslan’ın savunma içinde büyüdükleri bir fotoğraf değildir sadece. Bu görüntü, Sarı Lacivert formanın, hangi sahaya çıkarsa çıksın, gördüğü ilginin tablosudur. Bu tablo, dallarını seyirci basmış insanağacının üzerindekileri, 1907’den beri izlenen takımın yeni meraklılarını resmetmesi açısından önemlidir. Didi, takımına olan teveccühün çığ gibi büyüdüğünü Trabzon deplasmanında iyice hissedecekti. Sarı Lacivertlilerin 70’li yıllarda artan popülaritesinde Didi’nin emeği yadsınamazdı. Didi’nin dönüş yolu boyunca ağzının kenarında oturan tebessüm, Ender’in golüyle gelen galibiyetten çok, takımının Türkiye’nin her yerinde gördüğü sıcak ilginin yansımasıydı.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Trabzonspor: 0 Fenerbahçe: 1

    Ligin ikinci yarısında, ateş gibi futboluyla karları eritecek Fenerbahçe için sezonun ilk bölümü tatsız geçmişti. Bazı yıldız oyuncularla~düzenli yaşam, Didi ~ yönetim, oyuncular~ galibiyet ilişkilerinde sorunlar başlamış ve ikinci yarının ilk günlerine kadar bu kaos sürmüştü.

    Cemil’in askerlik problemi ise tüm bu olumsuzlukların üstüne tuz biber oldu. Birliğinden lig maçlarında oynamak için izin kağıdıyla ayrıldığı günlerde ünlü yıldız firari sayılmış ve terhis olduktan sonra bu mesele uzunca süre Cemil’in peşini bırakmamıştı. İstanbul’daki Adana Demir maçı sonrası inzibatlar soyunma odasının kapısına dayanmış, Cemil ise odanın penceresinden kaçarak paçayı kurtarabilmişti.

    Ligin son perdesinde tüm hünerlerini gösteren Fenerbahçenin çimende koşturan aktörlerinin fizik kondüsyonunun yüksekliği, otoritelerce Necdet Niş’e bağlanmıştı. Didi’nin yurt dışında ya da izinli olduğu günlerde Antrenör Necdet Niş oyuncuları ‘tatlı kondüsyon huzuru’ almaya Kalamış sahillerine kumuna götürmesi, futbolcuları çamurlu/karlı, ağır zeminlere hazır hale getirmişti.

    ‘Otoritelerce’ fizik güçteki sınıf atlayışında, Didi’nin hiç payı yoktu! Antrenör öğütme makinesi non-stop çalışıyordu yine. Üç sezondur kadroyu fizik kondüsyon olarak eksiksiz hazırlıyan Didi’nin emekleri görmezden gelinmiş, takımın şaha kalkması Niş’in karnesine pekiyi şeklide not edilmişti.

    Türkiye, şubat ayı başlarında soğuk hava dalgasının etkisine girdi. Batıdan doğuya kadar bütün statlar karla kaplanınca maçlar ertelendi. Diz boyu yağan karın, Fenerbahçe’nin rakiplerinin umutlarının üzerine serilen beyaz bir örtü olacağı birkaç ay sonra herkes tarafından görülecekti.

    (Cemil, Hasan Tahsin kupası eline en çok yakışan oyuncuydu. Altay’ı tek başına yenerken, Beşiktaş’ı arkadaşlarına bıraktı. Cemil mutluluk, İzmir Belediye Başkanı Alyanak da şıklığının sarhoşluğu içerisinde. )

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Güzide Çelebi

    Kar tanelerinin İstanbul caddelerine usul usul indiği o günlerde, zarif bir ruh gökyüzüne doğru yükseldi. Bu ruhun eşi Sait Çelebi, yıllar önce dünya değiştiren önemli bir Fenerbahçeliydi.

    Anadoluhisarı’ndaki yalısında sıcak yatağında uyuyacağına Kuşdili lokalinin minderlerinde gözlerini dinlendirmeyi tercih eden, Fenerbahçe’nin ilk İstanbul Şampiyonluğu’nda Union Club stadında aşık olduğu renklerin amigoluğunu yapan, “Spor Alemi” dergisinin patronu, dönemin en ünlü maç spikeri ve Sarı Lacivert renkler için Tıbbiyeyi bırakacak kadar kalbî Fenerbahçeli olan Sait Çelebi’nin biricik eşiydi Güzide Hanım.

    Çelebizade Saidin göz pınarından, hayatında ilk ve son kez dökülen tek damlanın şahidi Güzide Hanım da dünya değiştirmişti işte, hayat akıyordu. Güzide Hanım, eşinin meftun olduğu renklerin Galatasaray’ı İnönü Stadı’nda dize getirişini göremeyecekti.

    Halı gibi zeminlerde samba yapan Fenerbahçe, ayakta durulması zor sahalarda nasıl oynanacağını öğrenmişti. Buz dansı sporcularını kıskandıran figürlerini binlerce jüri üyesi önünde sergileyen futbolcular, Galatasaray maçı öncesi kendilerini liderlik kürsüsünde bulmuşlardı. Ertelenen maçlarda rakiplerini silip süpüren Fenerbahçe, Galatasaray’ın 4 puan gerisinde girdiği ikinci yarıda ezeli rakibiyle yapacağı maç öncesinde iki puanlık farkı yakalamıştı.

    Maç günü yaklaşıyordu ama ortada büyük bir sorun vardı: Sivri kalemiyle bilinen Deniz Som;

    “Stadın elektrik tertibatında sorun olduğu ve giderilmezse her an bir facia yaşanabileceği” yazmıştı. Haber, gündeme bomba gibi düşüyordu. Cumhuriyet gazetesi, İnönü’de inceleme yapılıp, rapor kamuoyuyla paylaşılana kadar olayı sıcak tuttu. Maçın ilk düdüğüne bir gün kala müfettişlerin raporu açıklandı:

    “Maçın oynanmasında sakınca yoktur”

    Takipçisinden iki puan önde koşan Fenerbahçe, bu avantajın verdiği güvenle oyunu ilk yarıda forse etmeyip, rakibinin üzerine gitmedi. İkinci yarıda roller değişti. Son yılların klasiği haline gelen Fenerbahçe-Yasin maçlarının bir benzeri yaşanıyor, Galatasaray kalecisi iyi toplar çıkarıyor derken, Yasin’in direncini defans arkasına sızan Aydın kırıyordu. 87. dakikada atılan gol, Bolu’dan gelen forvetin, ‘attım mı puan gelir’ mottosunun bir tekrarıydı adeta.

    Didi’yi, Adanaspor’a içerde iki puan kaybetmekten çok, maç sonundaki olay üzecekti. Ligin sonu yaklaşmış, lideri takip eden Galatasaray’la puan farkı erimiş, fileleri bulamayan Sarı Lacivertli futbolcular, başları önde çıkış tünelinin yolunu tutuyorlardı.

    Çilekeş seyircinin sezon başından beri en çok şikayet ettiği konulardan biri de, çubuklu formanın sırtındaki beyaz numaraların tribünden seçilememesiydi. Osman Arpacıoğlu’nun formasındaki 9 numara, golsüz geçen bir günde, bu sıkıntıyı pekiştirircesine tünel girişinde adeta eriyecek, görünmez olacaktı.

    20 yaşındaki Osman ise kendi halinde diyemeyeceğimiz bir taraftar profiliydi. Osman Tekin, santrafor Osman’ın rakip kaleye atamadığı golü hakeme atmak istedi. Mağlubiyeti hazmedemeyen yanını doyurmak için sahaya atladı ve bayrak sopasını hakem Muzaffer Sarvan’ın kafasına indirdi. Maçın son düdüğünü galiz küfürler arasında öttüren Sarvan son darbeyi böyle yemişti. Yan hakem Sarvan’ı iki mütecavizin elinden aldı. Osman Tekin ve ‘dava arkadaşını’ yalnız bırakmayan Yücel Kızılkaya Beşiktaş karakolunda iki saat misafir olduktan sonra serbest bırakıldılar.

    Gerilimli olması öngörülen müsabakalar için “bu maç karakolda biter” deyimi maalesef gerçekleşmişti.

    Spor kamuoyu 16/9 tansiyonlu ligin sonunun nasıl geleceğini, şampiyonun Fenerbahçe mi yoksa Galatasaray mı olacağını merak ederken, Türkiye de bir yandan “Kaçak” dizisine kilitlenmişti. Dizi, karısını öldürmekten idama mahkum olan, iki yıl ‘adaletten’ fellik fellik kaçan Dr. Kimble’ın gerçek katilin peşine amansızca düşmesi hikayesiydi. Kaçak dizisinin doksan dakikalık son bölümü için tv karşısına geçen izleyiciler, “katil kim?..”sorusunun cevabını öğrenmek için hazırdılar. Televizyonu olmayanlar komşularına, kahvehanelere ve pastanelere hücum ettiler. Kaçak dizisi, oyuncu kadrosu, konuyu ele alışı ve içeriğiyle sıradan bir diziydi ama TV’nin ilk gözağrılarından biri olması nedeniyle çok ilgi görmüştü. Dizinin finalinde ise neredeyse Türkiye’de hayat durmuştu:

    Katil kimdi acaba?..

    Richard Kimble

    Spor ve muhabbetseverler ise telvesi az kahveyle ligin falına bakmaya çalışıyordu:

    Şampiyon kim olacaktı acaba?..

    Fenerbahçe, final gibi bir maç arefesindeydi. Dundee United fatihi Bursaspor ligin kuvvetli takımlarındandı. Üstelik maç da Uludağ’ın eteklerindeydi. Fenerbahçeliler yeniden sevinmek için sadece 1 hafta bekleceklerdi. Osman Arpacıoğlu Adana maçında sırtında silikleşen 9 numarayı daha görünür kılmak için Bursa deplasmanınında fırçayı eline aldı. Mahşeri kalabalığın önünde oynanan maçın 17. dakikasında seyirciler nefaset dolu bir gol izlediler. Cemil’in sola bıraktığı topu penaltı noktası civarına ortalayan Aydın’ın ikramının önüne ‘asist’ yazdırmak isteyen Osman’ın volesi, üst direğin içine vurup filelere gitti ve Fenerbahçe ‘deplasman kralı’ titrini Bursa ovasından Türkiye’ye yeniden duyurdu. Bu maçın en ilginç olayı, Fenerbahçe rakip sahaya yerleşmişken kalesinde ısınma hareketleri yapan Yavuz’un maçın henüz başında kendi kendini sakatlayıp, yerini Adil’e bırakmasıydı. Takımın hareketli, yerinde duramayan, rakibe nefes aldırmayan, yaratıcılığı az, dönerek oynayıp kısa pas yapan orta sahası, deplasmanda üzerine gelen takımları bezdirirdi. İkinci bölgede kapılan toplarla kalkılan kontraataklarda da orta saha oyuncuları Cemil, Ender ve Aydın’ı gol pozisyonuna sokuyordu. Bahsi geçen gollerden birinin kurbanı da o sezon Kupa Galipleri kupasında iki tur atlayan Bursaspor olmuştu. Şampiyon artık gün sayıyordu, en önemli viraj dönülmüş, kupanın tek kulpundan yine tutulmuştu. Bundan sonrası daha kolaydı artık. Kupa yeniden Kadıköy’e geliyordu…

    Didi ve ailesini taşıyan uçağın tekerlekleri piste değdiğinde Brezilyalı hoca irkildi. Dereağzı’nda geçirdiği üç yılı tekrar tekrar hatırlamıştı yol boyunca. Türkçede öğrendiği ilk kelime olan Fenerbahçenin yanına unutulmaz bir eserin güftesini de ekliyordu şimdi Didi:

    Elbet bir gün buluşacağız…

    Ali Can Küçükcan | Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Neşe-i Muhabbet

    Neşe-i Muhabbet

    Fenerbahçe ve Fransız Nice takımları, 1959 yılında Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası için karşı karşıya geldiklerinde, muhteşem maçlarla birlikte bu muazzam fotoğrafları da tarihe hediye olarak bırakmışlar. Nicelerine ulaşabilmek dileğimizi baki tutuyoruz… Yukarıdaki resim, muhteşem bir yazının meydana çıkmasına sebep oldu. Gerçi yazarımız Alican Küçükcan, bu yazıyı Facebook sayfasındaki yorumlara parça parça yazdı ama sorumlu yayıncılık gereği, oradan alıp buraya taşıyoruz. Bu neşe-i muhabbet öyküsünü keyifle okuyacaksınız…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Nice Kahkahalar

    İnönü Stadı’na portatif tribünler çok özel günlerde teşrif ederdi. Söküp takılmasına değecek, bilet talebinin elli binlerle telaffuz edildiği, dünya devi bir takım geldiğinde ya da işin içinde Fenerbahçe olduğu zaman.

    Gazhane’nin Dolmabahçe’den taşınması peyderpey olur. Gümüşsuyu yokuşuyla, Bayıldım yolu arasındaki alanı kaplayan binaların, depoların ve teçhizatın kaldırılması 60-61 yıllarında olur, yeni açık tribününün başlaması ise 1961 yılının eylül ayının başlarına rastlar. Fondaki gazhane bu tarihten öncesine götürür bizi.

    Gülmesinden hala mutlu olduğumuz, şerefli formayı nasıl terlettiğini kendisinden dinleyebildiğimiz değerli bir sporcudur Naci Erdem. O an ki mutluluğu, seremonideki hazirunu neşelendiren hanımefendi ve kukuletalı stad-ı komik olabilir ama kaptanın asıl mutluluğu, takımın başında bir kez daha sahaya adım atmış olması…

    Yerdeki kupayı getirenler, orta yuvarlaktaki iki gözlüklü beyefendi. Bize yakın planda, kahkahasını gizlemeyen zat, Türk Ticaret Bankası GM. Haki Bey. Güneşi yiyince pek bir kolormatik olan gözlüklü ise adı geçen bankanın şube müdürlerinden biri olmalı. Bu beyefendiler, Fenerbahçe’nin yakın zamanda elde ettiği bir başarının nişanesi olarak takdim etmişler kupayı.

    Hakem neşeyi muhabbete odaklansa da, yüz, elmacık kemiği ve saç kesimine yansıyan dışarlıklı halini gizleyememiş. Maçı başlatmak için çevresindeki gölge yoğunluğunun azalmasını bekliyor Çek hakem.

    1959, Fenerbahçe’nin Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na adını ilk kez yazdırdığı yıl. Bu maç da o kupanın ikinci tur ilk maçı, Nice karşılaşması. Tarih 19 Kasım 1959. Stadda otuz bin, dışarda yüz binlerin radyo başında Fenerbahçe’nin 2-1 lik galibiyetini kutladığı günler…

    Alican Küçükcan / Neşe-i Muhabbet

  • Siyah Tosbağa

    Siyah Tosbağa

    Fenerbahçe’nin 18. Türkiye Şampiyonluğu’na sahne olan 1977-1978 sezonu, Alican Küçükcan‘ın muhteşem kalemiyle karşınıza geliyor. Sezonun sembolü haline gelen başrol oyuncusu siyah tosbağa ile birlikte, mutlu sonla biten bir film şeridi gibi keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Giden Şampiyonluk, Gelen Sezon

    1976-77 sezonu şampiyonluğuna havlu attığımız günlerde, ilkokul ders kitaplarına girebilecek kadar yalın dilli, çağdaş ozan, işgal günlerinin İstanbul’unda, henüz yirmili yaşlarındaki bir onbaşı olarak üniforma kuşanan ‘’Jacques Prevert’’ in ölüm haberi gazetelere düşüyordu.

    Eşek, kral ve ben
    Sabaha sağ çıkamayacağız
    Eşek açlıktan
    Kral iç sıkıntısından
    Bense aşk ateşinden
    Aylardan mayıs

    Can Yücel’in lezzetli çevirisinden damlayan dizelerin sahibi Prevert, 1977 yılının Nisan ayında uzaklaştı bu dünyadan. Fenerbahçe de, aynı günlerde Beşiktaş beraberliğiyle el salladı şampiyonluğa.

    Aylardan nisan…

    Trabzonspor birkaç hafta sonra ikinci şampiyonluğunu kutlamaya hazırlanırken biz de yeni sezonu düşünüyorduk. İstatistikler Fenerbahçe’nin yumuşak karnının galibiyeti koruyamaması olduğunu söylüyordu.  Düzeltilmesi gereken saha içi sorunlarından sadece biriydi bu, belki de en önemlisi…

    Haziran ayı sonunda 14 futbolcunun mukaveleleri sonlandı. Bunların arasında Cemil, Alparslan, Ender, Engin, Ömer, Nevruz, Sabahattin ve Ersoy da vardı. Bu futbolcuların Fenerbahçe’ye verdiği hizmetler yadsınamazdı. Fakat kamuoyu ve basın yönetimi rahat bırakmıyor, yeni bir takım kurulması gerektiğini, Fenerbahçe’nin kabuk değiştirmeye ihtiyacı olduğunu yüksek sesle ifade ediyordu. Yönetim yaz sıcaklarından çok, transfer baskısı altında terliyordu.

    Cesaretli bir kararla, Cemil, Alparslan ve Engin hariç, diğerleri için satış kararı alındı. Yönetim Kurulu büyük bir riski üstleniyor ve dinamizmi arttırmak, yeni hava getirmek adına gençlerle harmanlanmış bir takım kuruyordu.

    Yaz Günü Yağan Kar

    Çiçeği burnunda Teknik Direktör Kaleperoviç’in isteği üzerine sezon öncesi hazırlığı için Yugoslavya’nın Pirot şehri tercih edildi. Ve lig benim de ilk kez sarı-lacivert renkleri tribünden görmemi sağlayan İstanbul’daki Samsun maçıyla başladı. Takım sahaya çıktığında başlayan konfeti sağanağını yeni açığın en üst katında yaşamıştım. Yaz günü üzerime kar taneleri iniyordu. Maçı Coşkun ve Aydın’ın golleriyle 2-1 kazandık ve sezona 2 puanla başladık. Tribünleri saran, takım aşkının bezde vücut bulduğu pankartları o güne ait unutamadığım hatıra parçaları olarak söyleyebilirim.

    Maç günlerinde, stadın çekim alanına girmeden önce, İstanbul sokaklarında babamla beraber yaptığımız gezintilerinde dikkatimi en çok çeken şey duvar yazıları olurdu. O yaşlarda anlamlandıramadığım, içeriğinden pek de bir şey anlamadığım farklı renklerdeki bu yazıların olduğu duvarların önünde durur ve okuma yazmayı çoktan çözmüş öğrenci güveniyle, hecelenmemiş ‘’slogan’’ bırakmazdım. Bu yazıların arasına tek tük de olsa karışan, yan yana duran ‘’FB’’ harfleri beni çok mutlu ederdi. Duvarlara yazı yazanların ve afiş asanların zaman zaman yapılan güvenlik aramalarında gözaltına alındıklarını yıllar sonra, göz gezdirdiğim eski gazete kupürlerinden öğrenecektim.

    Ertesi hafta yine İstanbul’da Mersin İdmanyurdu’nu gole boğduk: 5-2. Üçüncü hafta ise deplasmandaydık ve ilk puanlarımızı Ankaragücü’ne kaybettik: 1-2

    Ankara dönüşü üzüntü çok büyüktü. Kaleperoviç, UEFA Kupasındaki rakibimiz Aston Villa’yı izlemek üzere İngiltere’ye gitmişti. Sabri Kiraz kazanılacak maçı verdiğimizi söylüyordu. Avrupa kupası maçı öncesi moraller bozulmasın diye futbolculara eleştirel tek laf edilmedi yönetim kanadından. İngiltere’den 4-0’lık mağlubiyet ve Alparslan’ın sakatlığıyla döndük. Villa Park Stadı tribünlerini sarı lacivert bayraklarla donatıp, Fenerbahçe’ye moral vermek isteyen 5 bine yakın Türk seyircisi stadı üzüntüyle terk ediyordu. Önümüze, Ordu, Galatasaray ve Altay maçlarının belirsizliği dikilmişti.

    3 Maç 3 Galibiyet

    Ordu maçını 2-1’lik skor Cemil ve Şevki’nin golleriyle geçtik. Ama hiç ummadığımız bir yerden darbe almıştık: İvançeviç’e yoğun eleşitri vardı. Ülkeye ve takıma uyumu zaman alıyordu file bekçimizin. Galatasaray maçından alınacak iyi bir sonuç yönetim kadar İvançeviç’i de rahatlatacaktı. Yönetim Kurulu uzun tartışmaların yaşandığı toplantıda, sene başında aldığı prensip kararını bozmadı ve Galatasaray maçı için takımı kampa almadı. Maç gecesi yöneticiler bazı futbolcuların evlerine derbi maçının önemini son kez anlatmak için ziyaretler yaptılar. İvançeviç’in eşi Genel Sekreter Yüksel Günay’a tercüman aracılığıyla:

     ‘’Bizleri buraya siz getirdiniz. Bu maç eşimi olduğu kadar, sizleri de kurtaracak. Yarın biz Yugoslavya’ya Fenerbahçe’nin gözbebeği olarak döneceğiz, buna inanıyorum. Bu maça eşimle beraber hazırlandık, korkmuyoruz’’  dedi. İvançeviç ertesi gün Fenerbahçe kazağıyla en iyi maçını oynadı. 1980 yılının devre arasına kadar sürecek -GS maçlarında mağlubiyet görmeme serisinin- ilk adımı 2 Ekim 1977’de atılıyordu. Cemil ve Tuna maçın skorunu belirlediler: Fenerbahçe-2 Galatasaray-0

    Deplasman Maratonu İçin İşaret Fişeği

    Takımın moralleri yerine gelmişti. Fenerbahçe kırk bir bin seyirci önünde ve rakip Altay’dı. Şevki golü attı. Arkasından Cemil’in verilmeyen golü ve penaltısı geldi. Maçın tansiyonu daha ilk devrede artmıştı.  Yeteneksiz ve kötü niyetli hakemin son düdüğünden sonra sahaya giren bir seyircinin hakeme attığı yumrukla başlayan olaylar, polisin tribüne çıkıp seyircileri coplamasıyla büyüdü ve stad dışına taştı. Birçok araç büyük hasar görürken, polis arabaları devrildi ve yakılmaya teşebbüs edildi. Ters yüz edilen bir polis aracını hatırlıyorum: Siyah tosbağa. Kapımızın önünde onun beyaz olanı dururdu. Bagajı öndeydi ve neredeyse benzin istasyonuna sokmazdı bizi. Tosbağanın beyaz olanına beni İstanbul’un uzak semtlerdeki akrabalarımızla buluşturduğu, şoför koltuğunda oturduğum ilk araba olması sebebiyle ne kadar sempati duyuyorsam, imgemde sırtının üzerinde durduğu hali asılı siyah tosbağaya ise Fenerbahçe’yi gurbete yolladığı için o kadar kızacaktım.   

    Üsküdar’dan vapurla Beşiktaş’a geçip, yeni moda biletçisiz otobüslerlerde, şöförün hemen yanındaki kumbaraya biletimizi attıktan sonra babamla Taksim’e çıkmamız ve Beyoğlu’nda gezdikten sonra Gümüşsuyu üzerinden Dolmabahçe’ye inip maça gitme ritüelimizin iki maçlığına arızaya uğradığını zannetmiştim. Oysaki, devre arasını da hesaba katarsak âşık olduğum renkleri yeni takvim yılının Mart ayına kadar göremeyecektim.   

    Evliya Çelebi Misali

    Olaylı maçın yankıları arasında bir gün önceden gittiğimiz Adana’da ev sahibi takımı, Yenal, Cemil, Önder’in golleriyle 3-0’la bozguna uğrattık. Adana dönüşü Beşiktaş’la oynayacaktık. Uzun ayrılık öncesi son kez İnönü’nün çimlerine çıkacak ve bu maçla beraber İstanbul seyircisine dört aylığına veda edecektik. Maça camianın güvendiği, tecrübeli hakem Hilmi Ok atandı. Beşiktaş maçını kaptan Cemil’in golüyle 1-0 kazandık. Cemil, maçtan iki gün sonra, tüm Fenerbahçelileri rahatlatacak bir demeç verdi:

    ‘’-Dışarıda daha iyi oynuyoruz ve hiç korkumuz yok’’ diyordu Kaptan. Bu anlayış ve beraberlik içinde yolculuk başladı.

    Deplasmandaki Diyarbakır maçından sonra(2-2) ilk cezalı maçımız Ankara’da Bursaspor’laydı. Puan haricinde Federasyon’a verilecek cevabımız vardı. Bu cevap kâğıt üzerinde değil, yeşil sahalarda olacaktı. Federasyon cevabını aldı:  Bursa ve Zonguldak maçları galibiyetle bitti. 24 Aralık günü yine cezalı maç için Ankara yollarındaydık. Bu kez rakip Eskişehir’di. Önder ve Cemil’le Eskişehir’i de geçtik.

    İstanbul son 20 yıldaki en yağışlı yılbaşını yaşarken, takım Bolu maçı için yılın son günü rotayı aşçıların diyarına kırdı. Yönetim Federasyona tüm maçların ertelenmesi için başvurmuş ancak ret cevabı almıştı. Futbolcular saat 22.45’de Koru Motel’deki odalarına çekilip, erkenden uyudular. Bolu maçı hem yeni senenin ilk maçı hem de bir hafta sonra Trabzon’da oynayacağımız müsabaka için moral olması açısından büyük öneme sahipti. Evdeki hesap çarşıya uymadı. İkinci yarının hemen başında Antiç’in kırmızı kart görmesi tüm hesapları bozdu. İki puan ev sahibi Bolu’nundu. Soyunma odasındaki sessizlik derindi. Pazartesi günü, yönetim kurulunda maçın kritiği yapıldı. Kaleperoviç hafta sonundaki Trabzon maçını final havasına sokmaya çalışıyordu. Peşimizdeki rakipler aldığımız yenilgiyle ümitlenmişlerdi. Takımın morali yerindeydi. Trabzon deplasmanına galibiyet için gideceklerini söylüyorlardı. Lider, Karadeniz’den puan tablosunun en tepesindeki yerini koruyarak döndü. İvançeviç, Fenerbahçe camiasının güvenini tam olarak kazanmıştı: TS-0 FB-0

    Toma’nın Kehaneti

    1978’in ilk günleri hayli soğuk geçmişti. Ülkede yakıt tüketimi çok artınca fuel-oil satışının soğuklar geçene kadar durdurulduğu haberlerini ve bu yüzden evimize minik, sadece kendi çevresini ısıtabilen elektrikli petek alındığını hatırlıyorum. İşte bu Trabzon maçını radyodan o peteğe yapışmış vaziyette dinlemiştim. O gün içimi ısıtan şeyin peteğin sıcaklığı mı  yoksa İvançeviç’in her tuttuğu topta bana verdiği güvenin sıcaklığı mıydı, hala düşünürüm…

    Takımın kurmayları Kaleperoviç, Sabri Kiraz ve Yüksel Günay devre arasında takımın yurt dışında ve ya Antalya’da kamp yapması gerektiğini Yönetim Kurulu’na ilettiler. Yönetim, aksi görüşler olsa da, oy çokluğuyla ikinci yarı hazırlıklarının Dereağzı’nda yapılması kararını aldı. Toma, haliyle isteğinin reddedilmesine üzülmüştü. Hoca, kamp olmadığı takdirde takımın kondüsyonunun son haftalarda düşmesinden korktuğunu yönetim kuruluna söyledi. Kaleperoviç artık bu kozu her yönetim kurulunda kendi lehine kullanmaya başlayacaktı…

    Bu arada, Kasım ve Aralık aylarında Evliya Çelebi gibi dolaşan takımın kaptanı ve etkili oyuncuları kafalarını dinleyecek bir tatil için bastırıyorlardı. Dedikleri oldu. Toma da olur verince, takım karların içindeki bir dünyaya, Uludağ’a hareket etti. Cemil ve Alparslan hariç, tatile gidenlerden iyi haber gelmiyordu. Özellikle Cem Sultan, lakabına yakışır bir hareketlilik içindeydi. Hazırlık çalışmalarıyla beraber, kongre koşuşturması da start aldı.

    İkinci Yarı Başlıyor

    İkinci yarının ilk maçında Samsun’da hem maçı hem de liderliği kaybettik. Peşimizdeki takımların iştahları kabarmıştı. Gıyabımızda yeni hesaplar yapılmaya başlandı. Mersin deplasmanından 1 puanla döndükten sonraki maç başkent temsilcisiyleydi. Ankaragücü maçına çıkan onbir,  vefakâr seyircisini elinde iki buket golle selamladı. Meşinden çiçeklerin üzerindeki kartlarda iki isim yazıyordu: Cemil ve Tuna. 

     1972 Temmuzunda Fenerbahçe Kulübü, Cemil için vazgeçilmez bir inatla İstanbulspor’un kapısını aşındırıyordu. Her seferinde cevap aynıydı:

    ‘’Bizim verilecek futbolcumuz yok, lütfen bu sevdadan vazgeçin. Üstelik Cemil’in kulübümüzle 3 yıllık sözleşmesi var’’ Peşinden, Galatasaray devreye giriyor ve zamanın İstanbulspor Başkanı Nurin Şahingiray bunaldıkça bunalıyordu. Fenerbahçe ve İstanbulspor 3 ay boyunca gırtlak gırtlağa geliyorlardı. Uzatmalı transfer uğruna tabancalar çekiliyor, devrin Federasyon Başkanı Hasan Polat arabulucu olmaya çalışıyordu. Ve bütün ümitlerin tükendiği sırada eski Kasımpaşa Kulübü başkanlarından Sultan Demircan sahneye çıktı. Basın toplantısında söylediği sözler meydan okumanın en üst perdeden icrasıydı:

    ‘’Cemil Fenerbahçeli olmazsa bileklerimi keserim’’

    Cemilizm Doktrini

    Aralık ayının üçünde Cemil, Fenerbahçe formasını ilk kez bir Galatasaray maçında giyerek Sultan Demircan’ı haklı çıkartmıştı. Büyük Fenerbahçeli’nin doğum günü, kendisini sarı lacivertlilere renklere bağlayan 25 Kasım olarak belirlendi. Takımın yıldızı Cemil, Didi’yle birçok kupa kaldırdı. 1977-78 sezonunda ise Cemil’e güvenme sırası Kaleperoviç’e gelmişti.

    Gündüz Kılıç Cemil’i unutulmaz bir cümleyle anlatacaktı:

     ‘’Kim ne derse desin futbolumuzda Cemilizm diye bir tür doktrin var’’

    Büyük futbolcu için başka tarif gereksizdi. Bu doktrin, rakiplerin her türlü önlemini, markaj hilelerini çözen bir rehber niteliğindeydi. Cemil, ceza alanına girdiğinde, rakibin elinde ne tür silah olursa olsun,  yok edilmesi imkânsız bir canavar haline gelirdi. Patlayıcı kuvvetiyle ilk 10 metrede hasmına nal toplatır, sert şutlarıyla kalecileri çaresiz bırakırdı. Bu yakalanamaz oyuncu, onu sahanın bir noktasında kıstırıp da sert faullerle yıldırmaya çalışanlarla muhattap olmayıp, işin ceza kısmını hakemlere havale etmesi, Cemil’in üzerinden hiç çıkartmadığı efendilik smokininin bir parçasıydı adeta.

    Derbi ve Sonrası

    Smokinli futbolcu kritik Galatasaray maçı öncesi soyunma odasındaki son konuşmayı yapan Başkan Ilgaz’ı dinleyip, çıkış tünelinde göründüğünde tarih 19 Mart 1978’di. Tribünlerdeki coşkuya cevap vermek için oradalardı. İlk devrede 2-0 biten maçı hatırladı Kaptan; şampiyonluğun ilk adımı o gün atılmıştı. ‘Bugün’  mağlup olmazlarsa kupanın bir kulpundan tutacaklarını biliyordu. Bu maçı ‘’Camia’’ son engel olarak görüyordu. Oynadığı futbolla, damağımızda hoş bir tat bırakıp İspanya’ya dönen Antiç, son dakikalarına 1-2 mağlup girdiğimiz maçta bize kanla karışık bir beraberlik sunuyordu. Modern orta saha,  sol kanattan ceza alanına şandellenen topa yükselip, kaleci Bahattin’in soluna, direk dibine yaptığı kafa vuruşuyla tabelayı eşitlemişti. Yükseldiğinde yüzüne aldığı darbenin etkisiyle yere kan revan içinde inmiş, zeminden dakikalarca kalkamamıştı Antiç.

    Maç sonrası Toma çok sinirliydi. Gerçi 1 puan iyidir diye hesaplanmıştı ama kötü oyun moralleri az da olsa bozmuştu. Aynı akşam Cemil, Alparslan ve eşleri Yüksel Günay’ın evinde yemekteydiler. Beş gün sonra çıkılacak İzmir deplasmanı konuşuldu. Günay zaman zaman futbolcu ve eşlerini evinde ağırlar, bekâr futbolcuları da alıp yemeğe çıkartırdı. Bu buluşmaların faydasının görüldüğü aşikârdı. Bu tip toplantılarda samimi ve açık konuşmalar yapılıyordu. Takımın ele avuca sığmayan ikilisi Engin ve Cem’di. Şevki ara sıra kurtlansa de genel olarak uslanmıştı.  Bekârlar içindeki iki kanatsız melek ise Yenal ve Fuat’tı. Toplantılarda, Yenal’a şakalar yapılmadan evlere dönülmezdi. Önder, maç dışında sakin ve efendi görüntü sergilese de saha içindeki netlik ayarı bozuktu, karta yakın oyunuyla kenar yönetimi ve arkadaşlarını telaşlandırırdı.

    Fenerbahçe İzmir deplasmanına yönetim kurulunun yeni üyeleriyle gitti. Ali Dinçkök, Başaran Ulusoy, 2.Başkan Eşref Aydın’ın kafileyle beraber olması futbolcular üzerinde iyi etki yaratmıştı. Şevki’nin golü iki puanı getirdi.

    Beşiktaş Derbisi ve Tura Doğru

    2 Nisan günü karşımızda Adana ve Orhan Cebe vardı. Bolu maçının da hakemi olan Cebe, Adana maçı içinde Cemil’e, ‘’bu maçı dışarda oynasaydınız 3 kişiyi oyun dışı bırakırdım’’ diyordu. Bolu deplasmanından sabıkası olan, Antiç’i oyundan atan, devrisi ilk maçımızda aynı yönetimi sergileyen hakemin tutumu ertesi gün düzenlenen basın toplantısıyla kamuoyuna anlatıldı. Olayın futbolcular üzerindeki etkisi tehlikeli bir hal almıştı. Kapıda Beşiktaş maçı vardı. Hafta içinde futbolcular yöneticiler tarafından rehabilitasyon kampına alındılar adeta. Takipçimizle olan puan farkı azalmıştı. Beşiktaş maçı çok önemliydi. Cemil durumun farkındaydı ve gereğini yaptı… Fenerbahçe:1 Beşiktaş:0

    Ertesi hafta yine İstanbul’da Diyarbakır’la oynadık ve Tuna’nın golleriyle 2-0 kazandık. Sonra da Bursa’yı orada yine Cemil’in tek golüyle alt ettik. Dönüş yolunda taraftarlar kafileyi Kartal meydanına kadar yalnız bırakmadılar. Arabalı vapur Kartal’a yanaştığında binlerce sevgili takımlarını bağırlarına bastı. Bu görülmemiş sevginin futbolcular üzerindeki pozitif etkisi İnönü Stadı’ndaki Adana Demir ve Zonguldak maçlarında görüldü. Gemi okyanusu aşmış, limana girmek için gün sayıyordu. İşin Es es deplasmanında bitmesi isteniyordu. Yazılıp/çizilenin aksine, Fenerbahçe sahaya beraberliğe değil, Eskişehir’i yenmek için çıkacaktı. İkinci yarıda yediğimiz gol şampiyonluk hesaplarını Bolu maçına bıraktı. Dönüşte yalnız Cemil’e kendi arabasıyla dönmesi için izin verildi. Tur Bolu maçına kalmıştı.

    İbrahim İskeçe’nin Seftesi

    Takımda ilk defa şampiyonluk tadacak oyuncular Cem, Bahri, Onur ve Engin’deki heyecanın fazlası daha önce şampiyonluk kupasını kaldırmış oyuncularda da vardı. Her şampiyonluk başkaydı ve Fenerbahçe camiası malzemecisinden Faruk Ilgaz’ına kadar kimsenin, son 100 metresine önde girdikleri lig maratonunda, ipi göğüslemeden dönmeye niyeti yoktu. Altay maçı sonrasında takımın üzerini kaplayan kara bulutlar, tatlı tatlı esen galibiyet rüzgârlarıyla iyice dağılmıştı. Gökyüzü pırıl pırıldı.

    Fenerbahçe’nin Altay maçında aldığı cezanın altında imzası olan İbrahim İskeçe, Haydarpaşa Lisesi forması içinde koştururken yöneticilerin dikkatini çekmiş (1940) birer yıl arayla Fikret Kırcan’la beraber kulübe kazandırılmıştı. İskeçe, 1977 Ağustosunda federasyon başkanı olduğunda üzerindeki çubukluyu geçici olarak katlayıp dolaba kaldırmış ve gerçek bir spor adamı olduğunu görevi boyunca ispat etmişti. Bu İskeçe’den gelme göçmen çocuğu, tatlı Trakya şivesiyle siftaha ‘sefte’ der. Şans mı, golün kokusunu herkesten önce aldığından mı bilinmez, nedense ilk golü çoğunlukla o atar, ‘’sefteyi yaptım gerisi sizden’’ deyince de,  göğsüne çıkartmamacasına lakabını iğneler.

    Anektod bu ya,  B. Fikret (Arıcan) Halit Deringör askere gidince ‘’gel oyna’’ ısrarlarına dayanamaz ve 37 yaşında sahalara döner. Sefte İbrahim’le de iki/üç defa yan yana oynamışlardır. Beşiktaş’la oynanan bir maçta 0-3 mağlup duruma düşünce İbrahim’e dönüp ‘’yahu nerede kaldı senin sefteliğin’’ diye çıkışır saha içinde antrenör-futbolcu Fikret. Neyse maç 3-3’e gelip, hakem bir de Fenerbahçe lehine penaltı verince kıyamet kopar, kavga çıkar. Kargaşanın içinde olmayan, uzakta kalan sadece İbrahim İskeçe olur. Bu beyefendi, kırklı yılların Türkiyesinde Avrupayi futbol oynardı. O günün futbolcuları arasında pek rağbet görmeyen topsuz koşular, boş sahaları kullanma, İskeçe’nin  futbol literatüründe yazılı olan maddelerdi. Önüt olan soyadını değiştirip, doğduğu memleketin adını alan İbrahim İskeçe, futbol federasyonu başkanlığı koltuğunda oturduğu sürece ruhundaki sakinliği korumuş, Batılı bakışını Türk futbolunun gelişmesi için kullanmıştı.  

    Şampiyonluk Geliyor

    Bolu maçında alınacak 1 puan şampiyonluğa yetiyordu. Maç sabahı Bağdat Caddesi ve kulüp civarı taraftarlarca doldurulmuştu. Saat 13.30’da takım kendi otobüsüyle stada hareket etti. Yolculuğa, otobüsü takip eden araçların klaksonları eşlik etti. Futbolcular soyunma odasına girdiklerinde malzemeler henüz gelmemişti. İvançeviç’in ve Antiç’in yarım yamalak Türkçeleriyle yaptıkları espriler heyecanı bir nebze olsun dağıtmıştı. Zaman akıyordu. Önce malzemeler, sonra maç saati ve Şevki’nin golü geldi. Fakat kısa bir süre sonra Bolu karşılığını verdi. Devre arasında herkesi yeniden endişe sarmıştı. İlk yarı skoru şampiyonluğa yetiyordu. Kupayı çok isteyen Fenerbahçe’ye İnönü Stadı’nın ahşap kale direği de yardım etti: Fenerbahçe 1 Bolu 1

    İnönü Stadı’nın arkasındaki Dolmabahçe Saat Kulesi,  Sirkeci Gar saati, İstanbul Üniversitesi’nin anıtsal kapısındaki dev kadran, Taksim meydanında çocuklara tasarruf algısı ‘aşılayan’ kumbara saat, Haydarpaşa Gar Saati… Ezcümle İstanbul’daki tüm saatler 17.20’de hakemin son düdüğüne Sarı Lacivertlilerin şampiyonluğu için eşlik ettiler…

    Totalde 40 hafta süren yarışın galibi Sarı Kanaryalar oldu. Bir sonraki şampiyonluk filminin ana platosu, yenilenmiş haliyle Fenerbahçe Stadı olacak.  Gönüllerimize yazılı o büyük kramponların yeşerdiği Papazın Çayırı’nın hemen yanındaki alanda inşa edilmekte olan 32.500 kişilik stadın, tribünlerinde ‘’Kadıköy’den çıkış yok’’ şarkısının çınlayacağı mabed olmasına henüz 4/5 sene var.

    Daha bir ay öncesinde Fenerbahçeli taraftarların akın ettiği Kartal iskele meydanını, kışı Kadıköy tarafında geçiren ve sezonun başlamasıyla yazı Adalar’da sürdürecek, kiralık büyük motorları bekleyen faytonlar doldurmuştu. Zaman ekspres trenden fenaydı; çok hızlı geçiyordu…

    Siyah tosbağa ise kimbilir hangi hurdalıkta ömür tüketiyordu…

    Alican Küçükcan


    Fotoğraflar

    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
  • Vizörün içindeki Kuşdili

    Vizörün içindeki Kuşdili

    İstanbul Araştırmaları Enstitüsü (Suna ve İnan Kıraç Vakfı) arşivinden muhteşem bir Kadıköy fotoğrafı çıktı. İlk gördüğümüz andan beri “Vizörün içindeki Kuşdili bize ne anlatıyor?” sorusunu sorduk ve tabii ki en güzel yanıtı Alican Küçükcan ağabeyimizden aldık. Muhteşem bir fotoğraf ve bir o kadar muazzam bir yazı… “Keyifli okumalar” demeden önce belirtmeden geçmeyelim; fotoğrafın bulunduğu İstanbul Araştırmaları Enstitüsü çalışanlarına ve özellikle Furkan Sevim beyefendiye saygılarımızla…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Ressam ve Bir Düş

    Bahariye’de, bir köşkün cihannümasından Kuşdili, Hasanpaşa ve Acıbadem’e baktığımızı düşlüyorum, hani derler ya! uyandığında gerçekmiş hissi veren bir düş. Önümüzde uzanan görüntü hünerli bir ressamın elinden damlamış adeta. Her fırça darbesi bin bir özenle vurulmuş tuvale: 

    Buradan Karacaahmet’e kadar uçsuz bucaksız servi ormanının hışırdadığını biliyoruz. İlerisi göz görebildiği yere kadar hep mezarlık. Kuşdili çayırında eğlenenler hayatla ölümün sınırında olduklarını hiç düşünmüyorlar. Gülüyor, söylüyor, top oynuyorlar. Daha geçen hafta pazar günü Moda Futbol Kulübüyle, İngiliz Bahriyelileri İmogene kıran kırana bir maç yaptılar burada. Bu hızlı gösterinin galibi 1-0’lık sonuçla Moda oldu.. 3000 meraklı, kalesinde nefis plonjonlarla birçok şutu kurtaran Alex Sophiano’yu çılgınca alkışladı. Sophiano,hakemin  düdüğünden sonra omuzlarda taşındı. 

    Solumuzda uzanan ahşap denizinin altındaki Kuşdili çayırında sadece top oynanmadı. O geniş alan,  Kadıköylülerin hava almaya çıktıkları, ağır faytonların, ıhlamur ağacından yapılma geniş landoların cirit attıklarını, çayırda kurulan panayırda, şimdi tarih olmuş şerbetçilerin, kağıt helvacıların, muhallebicilerin, baloncuların ceplerinin şiştiği, yeldirmeli, maşlahlı güzellerin boy gösterdikleri, kısaca Kadıköy havalisinin eğlendiği geniş bir seyran yeri olmuştur. 

    Fenerbahçe Lokali

    Bu resim geçen yüzyılın başlarına ait. Tam da, Üsküdar kumandanı Bedirhani Ali Şamil Paşa, erkekleri Kuşdili’ne, kadınları Yoğurtçu’ya  pay etmeye uğraşıp, feryadını kimseye dinletemediği günler. Çayırın Kurbağlıdere kıyısına Galatalı Hamdi Reis’in çalgılı gazinosu kurulacak. Hamdi, evvelinde Galata’da kumar kahvesi işletmiş, Abdülhamit’in meşhur yaveri Fehim Paşa’nın adamlarından. Bu gazinonun yanında birkaç yıl sonra Fenerbahçenin lokalini göreceğiz. 

    Lokal bahçe içerisinde ve iki katlı olacak. Fotoğrafta yerleri boş ama, dış kapıdan girince sağ tarafındaki açıklığa tenis kortları yapılacak sonrasında. Bina inşa edildiğinde dereye bakan kapısı, köşede piyanosu olan, maroken koltuklu genişçe bir salona açılacaktır. Solda iç içe olan iki soyunma odasında, Zeki Rızalar, Alâlar, Kadriler çubuklu formalarını giyecekler. Suat, karbeyaz pantolununu, tişörtünü giyip, kortta raket sallayacaktır. Üst kattaki müzede kupalar, resimler ve hatıraların çerçevelenmiş halleri duracak. Fenerbahçe Kulübünün minnetsiz idmancısı, sarı lacivert forma altında bütün sporları yapmaya ve yaymaya çalışmış; kayıkhanede sandalları kalafatlayacak, korttaki fileleri eliyle örecek kadar fedakar Fenerbahçeli Galip, 6 Haziran 1932 günü lokal yandığında en çok gözyaşı dökecek olan sporcu olacaktır. 

    Fenerbahçe Lokali, alevlere teslim olmadan önce ulvi bir görev için koluna pazubant takmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya silah ve cephane sevkinin yapıldığı bir istasyon, Cumhuriyet yolunda ise önemli bir ‘yapı’taşı olmuştur. Ulu Önderin lokali ziyareti bu binada yaşanmış önemli dakikalardandır. 1920 yılında Hamit Hüsnü’nün lokalin yanına yaptıracağı kayıkhanede çok sayıda kürekçi filizlenecektir. 

    Fenerbahçe futbol takımı bu fotoğrafın içindeki sahalarda oyununu geliştirdi. Üzerine seneler sonra Dereağzı tesislerinin kondurulacağı Kördere Çayırı, Kurbağlıdere’nin hemen yanındaki Gemici çayırında Fenerbahçe idmancılarının izleri vardır. 

    Papazın Bahçesi

    Resmin sağ gerisinde, fotoğrafçı vizörünü biraz daha çevirseydi Kadıköy’ün ‘ehli diller yatağı’ denilen Papazın Bahçesini görecektik. Orası, doğanın yeşil sessizliğine meftun Ahmet Rasim’in müdavim olacağı, ağaçlar altında bir cennetti. Bahçeye bahar akşamları bülbül dinlemeye gelen çok olurdu. Ahmet Rasim orda etrafına şair Andelip, Eyüplü Neş’e, Muhsin, Borazan Tevfik, Ayı Raşidi toplar, alem yapardı. Papazın Bahçesinde bülbül sesi dinleyenler,  birkaç sene sonra, bahçenin hemen yan parseline yapılacak sahada, Fenerbahçeli sporcuların futbol sahasında icra edecekleri ahenkli sesleri duyacaklardı. Kurbağalıdere’nin doğusunda kalan bu alan vaktiyle Kardinal Andon Hassunyanın uhdesinde olduğu için bu ismi almıştı. 

    Fotoğrafın tarihinin 1905 civarı olduğunu tahmin ediyorum. Aşağıda, Kurbağlıdere yolunda,  bir sene kadar sonra 1906’da Göztepe istasyonunda vurulan Şehremini Rıdvan Paşa’nın katilleri yakalanacak ve apar topar Selimiye kışlasına götürülecekler. 

    Kurbağlıdere çayırında top peşinde koşanlar bu derdestten habersiz birçok maç yaptılar. Eski başkentin ilk futbolcularını şehire tanıtan La Fontaine’in Kadıköy Futbol Kulübü, “Harrier” denizcileriyle bu sahada yaptıkları sıkı gösteri maçı üzerinden yıllar da geçse de hep anılmıştır.

    Kadıköylüler 

    Ünlü besteci, Fenerbahçeli futbolcu Cafer Çağatay’ın babası Ali Rıfat Çağatay Yoğurtçu Köprüsü’nü geçince sol kolda kalan bir eve taşınalı bir sene bile olmamış daha. Köprü, fotoğrafın ortalarında beliren ahşap haliyle karşımızda.. Derenin iki yakasını kavuşturan ilk gerdanlık 30’lu yıllarda betona dönecek. Köprü, üzerindeki parke zemini, tramvay rayları, kendine hiç de yük olmayan, sırtından atladıktan sonra Bostancı’ya dek gidecek motrislerle eşsiz görüntüler verecekti. Kadıköy kumluktan kalkan tramvay arabalarına binip, bu civarda araçtan ineceklerden biri de (Ceylan) Bedri olacaktır. Bedri, sırasıyla Papazın çayırı, Silahtarağa, Union Kulüp, İttihadspor, Fenerbahçe Stadı isimleriyle bilinecek stadın tam karşısında oturacaktır. Futboldan sonra mesleği dişçiliğe dönecek, ilk milli maçımızın sol açığı Bedri’nin muayenehanesi Altıyolağzı’nda eskiden postahane olarak kullanılan sarı bir binadaydı. Binanın mimarı ilk futbolcularımızdan meşhur Hasan’ın babası Mehmet Ağaydı. 

    Fondaki yükselti Çamlıca tepesi.. İrtifa kaybederek yaklaşınca, Acıbadem’deki ortodoks kilisesinin apak halini farkediyoruz..Hemen sağında, pek seçemesek de :)  Kadıköy sularının çıktığı kaynak Üçpınar var. Abdülhamidin Başhafiyesi Ahmet Paşa’nın Peynirci Çiftliği denilen arazisinden geçen üç derecikle kucaklaşıp, Gazhane üzerinden Kadıköy çeşmelerine ulaşıyor bu ‘ab-ı hayat’.

    Bu hayat suyundan içenlerden biri de “Black Stocking” takımının ilk ve tek maçında  on birde kendine yer bulabilmiş  Sinekemani Nuri’dir.. Üstat, Namık Kemal’in küçük kardeşi Naşid Bey’in kızıyla evlidir. Fotoğrafçı, panoramik görüntü için makinesini ayarlarken Nuri belki de, Yoğurtçuçayırı caddesi 40 numaralı evinde, göğüse yaslanması sebebiyle ‘sinekeman’ adını almış kemandan battalca aletini çalıyordur. Ömrünü jimnastiğe ve musikiye  adamış olan Nuri Bey kalben Fenerbahçeliydi. Türk Sanat Musikisi’nde dev bir isim olarak kabul edilen, sarı lacivertlilerin ele avuca sığmaz sağ açığı Münir Nureddin ise Yoğurtçu çayırının karşısındaki evde oturmaktadır. 

    Fotoğrafın kadrajında kanat çırpan, buradayım diye uçuşan epeyi ayrıntı olduğu malum, onları da başka bir Kadıköy klişesi altında yakalar, konuştururuz efendim; sağlıcakla…

    Alican Küçükcan

    Vizörün içindeki Kuşdili
  • Canavar

    Canavar

    Alican Küçükcan kalemini yine müthiş bir tarihî anekdota doğru sürüyor. Taksim Stadı’nda dev bir köpekbalığı, Küçük Franco ve Canavar Burhan. Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dev Köpekbalığı

    Marmara’da balıkçılar saatler süren uğraştan sonra, dev bir köpekbalığı yakalamayı başardılar”

    Gazetedeki haber böyle. İyi güzel de bu camgözü, artık ne isim vermişlerse şu yaratığa, bilmiyorum, İstanbul’da resmi futbol maçlarının yapıldığı iki stattan birinde sergilemek de neyin nesi, hem de 5 kuruşa.

    Niye şaşırıyorum! İstanbul’da temâşâsı yüksek gösterilerin değişmez adresi bir dönem hep Taksim Stadı olmamış mıdır.Bilmez miyiz klasik müzik konserinden, itfaiyecilerin yangın söndürme provalarına, ağır siklet güreşlerden bisiklet pursüitlerine kadar envai etkinliğin burada yapıldığını. Neyse, soğuk bir 1929 İstanbulunda, fotoğrafçı ilginç bir kare yakalamış, ‘lafı’ fazla uzatmadan, onu deşeliyelim; buyrun:

    Serginin küratörü resmin sağında dev balığa en yakın duran fötrlü olmalı. Sunumun eksiksiz olması için çalıştığını biliyor ve o edayla bakmış fotoğrafçıya. Sergi sorumlusu, köpekbalığının ağzının büyüklüğünü anlatmak, kendinden daha küçük bir deniz canlısını yutmadan evvelki o anın ürkütücü görüntüsünü vurgulamak istercesine camgözün çenesini yerden destekli bir kalasla iyice açmış. Dev balığın gövdesinin ön bölümünün kotu, kırık dökük bir ahşap sandalyeden omuz alan latayla yükseltilince ‘bana fazla yaklaşmayın, her an bir kaza çıkartabilirim’ ürpertisi yaratmış seyirciler arasında. Bakın izleyenlere, hepsi adeta mum gibi.

    Koş Vatandaş Koş

    Yerden otuz santim yüksekteki platformun üzeri ıslak. Camgöz kokmasın diye bize yakın duran yağ tenekesinden bozma kovalarla canavarı sık sık ıslatan kişi, seyircilerin önünde çömelen genç arkadaşın ta kendisi. Henüz plastik bidonlardan bîhaber olunduğu için, Rus malı, üzeri orak/çekiçli gaz tenekeleri kullanılırdı suyun lojistiğinde. Bu tanekelerin deve resimli olanları da vardı ki onların menşei de Arabistan olurdu. Bu genç boş boş çömeleceğine, yatıp kalkıp köpekbalığının yazın yakalanmadığına dua etsin. Sıcağın altında dev balığın gövdesini nemli tutmaya çalışmaktan, oturmaya vakit bulabilir miydi acaba!

    Soldaki şapkalı da sergi alanının güvenlik görevlisi muhtemelen.

    Bu eski kışla avlusu sportif müsabakanın her türlüsünü gördüğü gibi, işte böyle ilginç gösterilere de ev sahipliği yapardı. Binanın dış kapısındaki dev panoda, içerdeki gösterinin duyurusu ve ücreti dev puntolarla yazardı. Bütün bu atraksiyonlar 1922-1941 arasında oldu. Sonra Taksim Gezi Parkı yapılırken kışla parça parça yıkıldı. Yıkıcıların balyozları altında kalan kışla duvarlarından ve reklam panosundan geriye, 1929 tarihli işte bu ilginç slogan kaldı:

    “Koş vatandaş koş, canavarı ayağınıza getirdik.”

    Canavar Burhan

    Bu gösterinin yapıldığı günlerde, bir bebek dünyaya gözlerini açtı. O minik yavru bu statta hiç top oynamadı. Bu devasa yaratığa da tarihin tozlu sayfalarında rastlamışsa ne âlâ! Ama hayata 1929 yılında merhaba diyen bu bebek, yıllar sonra hücum gücüyle büyüyecek ve rakiplerini futboluyla korkutan bir canavara dönüşecekti. Bu forvetin adı Burhan’dı, üzerine zimmetli lakabıyla söylersek “Canavar Burhan”

    Burhan Sargın Fenerbahçe forması içinde 100 gol barajını parçalayan bir hücum silahıydı. Türkiye’nin ‘gidebildiği’ ilk Dünya Kupası’nın arefesindeki İspanya kapışmalarının altına, attığı iki golle fiyakalı bir imza  konduran Sargın’a eşlik eden bir kişi daha vardı: Küçük Franco.

    Türkiye, İspanya ile eşleşmiş, ilk maçı kaybetmiş, ikinci maçı kazanmıştı. O zamanlar, rakip sahada atılan golün avantajı yoktu. Üçüncü maç Roma’da oynandı ve 2-2 berabere bitti. Sonucu kura belirleyecekti. Seyirciler arasından bir çocuk şeref tribününe getirildi ve bir kupanın içine Türkiye ile İspanya yazan iki küçük kağıt, katlanarak kondu. Franco’nun sol eli Türkiye’yi çekti ve böylece ilk kez Dünya Kupası hakkını sarışın bir çocuğun tercihiyle kazanmış olduk. O gün on yaşında olan Franco, yıllar sonra verdiği bir röportajda 17 Mart 1954 gününü şöyle anlatıyordu:

    “Evimiz stada yakındı. O gün de bir maç vardı. Biz maçlara hep beleş girerdik. Goller atıldı, maç bitti. Staddan çıkarken iki polis peşime düştü. “Gel buraya canavar” diye hem bağırıyor, hem de korkma diyorlardı. Maça beleş girdiğim için yakalandım sandım, beni bırakmaları için çok yalvardım. Sonra tribüne götürüp, gözümü bağladılar ve kupanın içindeki iki kağıt parçasından birini çekmemi istediler. Korkarak çektim “Turchia” dediler ve birden Türk futbolcuları beni havaya kaldırdılar. Hatta bir İspanyol futbolcu bana tükürdü. Sonra Türkler beni İsviçre’ye götürdüler. Şampiyona boyunca maskotları oldum…”

    Franco bu röportajdan üç yıl sonra, 1989 yılında trafik kazasında hayata veda etti. Bunun haberini geçmek ise yine, Roma’dan bildiren Reha Erus’a düşüyordu.

    Bir zamanların heyecan bahçesi Taksim Stadı artık yok, Canavarlar da çekip gittiler buralardan. Ne demişler,

    Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer…

    Alican Küçükcan

  • Sarmaşık

    Sarmaşık

    Yazılarını okumayanın çok şey kaybedeceği Alican Küçükcan, Fenerbahçe’nin 19. Türkiye şampiyonluğunu, 1982-1983 sezonunu anlatıyor. Sarmaşık kelimesi ancak bu kadar güzel hisler uyandırabilir.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin 1982-1983 Sezonu

    Salkım saçak futbolsever dolu Avni Aker tribünlerinden çıt çıkmayacaktı saniyeler sonra.  Sağ açıktan akan Osman Denizci ortalayacak, deplasmanlardaki tabelacımız Selçuk Yula ayağının içiyle topu Şenol Güneş’in koruduğu kaleye yerden, iki yan direğinin tam ortasına gönderecekti. Ancak, o da ne! Kale içinde olması gereken meşin yuvarlak, fileyle onu tutan demir profil arasından bir delik bulmuş, zıplaya zıplaya açık tribünlere doğru yol alırken, top toplayıcılar da şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlardı.

    Topun kale içine girdiğini adı gibi bilen, kendisini, hakemi, acaba herkesi kandırabilir miyim diye düşünen ve bu kandırma içgüdüsünü geliştirip yıllar sonra Şükrü Saracoğlu Stadı’nda nirvanaya ulaştıracak Şenol Güneş, tartan pistten gelen topu aut çizgisine koymaya çalışırken Fenerbahçeli futbolcular çoktan sevinç yumağı olmuşlardı bile. Puan sıralamasının en tepesinde boncuk gibi dizili olan Fenerbahçe-Trabzonspor- Galatasaray triosunun assolisti Fenerbahçe, ikinci yarının en kritik döneminde direkt rakibini, evinden uzakta 1-0 yenerek, sezon boyunun kısalmaya başladığı günlerde psikolojik üstünlüğü ele geçiriyordu. (7 Mayıs 1983)

    Ali Şen’in Yaratıcılığı

    Başkan Ali Şen’in önümüzdeki yıllarda da şahit olacağımız cin fikirleri, futbolcuların maç sabahına dinç kalkmalarını sağlamıştı. Senelerdir Trabzon’da meydana bakan Özgür ya da Usta Otel’de kalan Fenerbahçe kafilesi, sabaha kadar süren tezahürat, bağırış/çağırıştan uyuyamaz, güne pestil gibi uyanırdı. Ali Şen’in devreye girmesiyle lokasyonu daha bilinmezde kalan bir otel ayarlanmıştı. Uzun yıllar sonra futbolcular, ara sokaktaki Horon Otel’de bebekler gibi uyumuş, sabah zımba gibi kalkmışlardı yataklarından.

    Avni Aker Stadı’nın deplasman takımı soyunma odasında Fenerbahçe A takım formasını o sezon giymeye başlayan bir futbolcu oturuyordu: Önder Çakar. O gün maça yedek başlayan Önder, şampiyonluğumuzla sonlanacak sezonda takımın çok önemli dişlilerinden biri oluyordu.

    1981-82 sezonunun transfer hovardası, her bölgeyi neredeyse 3 futbolcuyla şişiren Fenerbahçe’nin yeni hocası Branko Stankoviç, bir sene önce doldurulmuş futbolcu havuzunu yeterli görmüştü. Hatta iki sene önce büyük umutlarla Zonguldakspor’dan transfer edilen, sarı lacivertli forma adına Dünya Karması’nda yer almış İsa Ertürk takımdan ayrılmıştı.

    Stankoviç, kabul edelim ki, sonu temmuz ayına dayanacak maratonda, futbolcuları fizik ve mental olarak hep hazır tutarak, mutlu sonla bitecek filmin yönetmeni koltuğunda en büyük övgüyü hakediyordu. Stankoviç, orta sahadaki dinamizmi arttırmak, sol kanadı daha işler hale getirmek için,  Osman Denizci, Arif Kocabıyık, Özcan Kızıltan gibi hücumseven orta saha oyuncuları arasında Müjdat Yetkiner ve Bulgar Mehmet’le birlikte oyunun iki yönünde de başarılı olması nedeniyle, genç takım menşeili Önder Çakar’ı takıma korkusuzca monte etmişti. Ve Yugoslav Hoca, bu genç sol ayağı ilk kez yine bir Trabzonspor maçında, 27 Kasım 1982’de oynanan ligin ilk yarısındaki müsabakada takımla beraber seremoniye çıkartmıştı…

    Hat-Trick

    İlk yarıdaki Trabzonspor maçı, ölümü göze alıp tribüne korkusuzca tırmanan, binlerle telaffuz edilen taraftarın, ‘sarmaşıklar arasında Maraton tribünü’  tablosu yarattıkları gündü. O gün, 1975 yılından beri süregelen, bir sene önce ofsayttan yediğimiz golle biraz ertelenen bir seri sonuydu. O gün, Rize’de oynarken Fenerbahçe’nin teklifini duyunca ‘’ya ben ya İstanbul’’  diye rest çeken nişanlısına, ‘’tabii ki Fenerbahçe’’ diyen ve kramponlarındaki hünerlerin hepsini Özcan’a attırdığı golden önce gösteren Arif Kocabıyık’ın, o gün, bir seri duvarını attığı üç golle yıkan Selçuk Yula’nın günüydü: 4-2

    Arif Kocabıyık futbol sahnesinin gördüğü en ince, en yapılamaz denilen çalım figürlerini kolayca çimene dökebilen bir ayak topu sanatçısıdır. Arif, belkıran çalımlarını dünya gözüyle görmek isteyen binlere  becerilerini mütevazılık yapmadan sundu. Taraflı tarafsız tüm futbolseverlerin imrenerek izlediği çim saha baletiydi Arif. AKM Büyük Salonundan fırlama gösterilerinden birini İnönü Stadı’nda Beşiktaş karşısında sergilemiş ve 6 saniyelik sanat kokan dönüş, ayak içi plase hareketiyle takımının başından aşağı iki puanlık altın yaldız dökmüştü. Sahanın herhangi bir noktasından, yüksek şiddetle gelen topu, meşin yuvarlak yerde oynanır dercesine göğsünde yumuşatır, zemine indirir ve arkadaşlarının hizmetine sunardı. 1983 Şampiyonluğunda neşrettiğimiz sanat dergisinin baş editörü Arif Kocabıyık’tı. Arif gündüzlere sığmayan yaşantısının o yıl düzen içinde seyretmesini ilk bölgede oynayan abilerine borçluydu. Başta da Alparslan Eradlı’ya…

    Son Bir Kez Alpaslan

    Formasını asmaya, kolundaki şerefli pazubantı sezon sonunda çıkartmaya karar veren Alparslan Eradlı’nın penaltı noktası aboneliği ligin henüz başındaki Adanaspor maçıyla son buluyordu. Keşke o penaltıda top dağlara taşlara gitmeseydi de, kaptan devam etseydi sol ayağının içiyle yaptığı vuruşlara. Alparslan, İstanbulspor’dan şehrin karşı yakasına 1973 yılında, 25 yaşındayken geçti. Futbol formasyonu Didi’yle iyice şekillenen Alparslan, Fenerbahçe’nin unutulmazları arasına girmeyi başardı. 1977 yılındaki diz sakatlığı sonrası, ‘’artık futbola dönemez’’ sesleri arasında menisküs illetini yenmiş, mola verdiği yeşil sahalara dizliğiyle beraber 1980 yılında net olarak dönmüştü . Bu beyefendi, kalbimizde sızı, dimağmızda hoş bir tat bırakarak çekildi sahalardan. Alparslan’ın, sarı lacivertli formayla attığı son golü Sakaryaspor ağları tatmıştı. Büyük isim, takım arkadaşlarıyla yumak olmuşken, yıllar sonra bu şanlı formanın kaptanı olacak Oğuz Çetin, imrenilesi sevinç görüntüsünü rakip yedek kulübesinden takip ediyor, ilerde Fenerbahçe tribünlerine böyle mutluluklar yaşatmanın hayallerini kuruyordu.

    Selçuk Yula

    Yeni stadımızdaki yeni penaltı imparatoru Altay maçıyla beraber Selçuk Yula’ydı artık. Baygol, penaltı noktasında kireçlenmiş topa yavaş yavaş gelir, kalecinin yaptığı hamleden sonra atacağı köşeyi belirlerdi. Topa hoyrat davranmazdı Selçuk. Derisine, dikişlerine zarar vermeden yapardı vuruşlarını. Foto muhabirleri, Selçuk’un penaltılarında kalecileri hep ters tarafa meyletmiş olarak dondururlardı. Köşe seçmeyip de son ana kadar sabit duran kalecilerle Selçuk arasındaki saniye savaşlarını hep atan kazanmıştır. Özellikle Fenerbahçe Stadı’nın kale çizgileri uzun seneler, üzerinde umutsuzca bekleyen kalecilerin, çubuklu formanın penaltıcısı karşısındaki çaresizliğine şahit olmuştur. Bir sezon önce olduğu gibi, Selçuk Yula o sezonu da gol kralı olarak ama bu kez şampiyon takımın gol kralı olarak kapattı.

    Ligin ortaları zor geçti bizim için. Kış geldi. Zeminler ağırlaştı, sakatlıklar bel bükmeye başladı. Begoviçli, kiralık Zeyneloviçli, Mahmutlu, Sertaçlı ilk dem kadromuz değişmiş, rengini bulan takım rayına tam oturmuşken, ligin ikinci yarısı üst üste gelen puan kayıplarıyla başladı. Selçuk’un sesi, Altay ve Milli maçta gördüğü iki kırmızı kartla kesildi. Bahtiyar hep, aksi bile aynaya zor vuran, silik futbol figürü olarak dolaştı sahada, hiç hayrı yoktu takıma. Takım silkinmeliydi.

    Baba-Oğul

    13 yaşında bir çocuk, yani ben tam da o günlerde babamla birlikte dikildim stat gişenin önünde. Babam, hiçbir gücün beni denizden çıkartamayacağını düşündüğüm çok sıcak bir yaz gününde, balkondan gösterdiği gıcır gıcır Fenerbahçe forması, konç ve bembeyaz bir şortla 5 yaşını süren Can’ı sudan çıkartmış, bu renklere bağlamış, uslanmaz, uslanmasını da istemediğim bir Fenerbahçelidir.

    O öğlen ise hava buz gibiydi. Ali Esin, 6 Mart 1983 tarihli gazetenin meteoroloji köşesinde kar ihtimalinden bahsetmişti. Merhum Esin’in haklılığı hakemin ilk düdüğüyle tescillendi, Fenerbahçe-Samsunspor maç biletine kar taneleri iniyordu. Ara ara hırslanan tipi, zeminin yeşiliyle öyle güzel kontrast oluşturuyordu ki, Fenerbahçeli futbolcuları sahada görmenin mutluluğuyla daha da anlamlanan bu manzaraya şahit olduğum andaki heyecanımı, yıllar sonra aynı tazeliğini koruyan duygularla yazabileceğim hiç aklıma gelmezdi. Şampiyonluk yolu defans oyuncularının dizdiği taşlarla örülüdür. Cem Pamiroğlu, bu formanın içindeki en genç kaptanlardan biri oldu. Hayata gözlerini Dereağzı’nda açmıştı Cem Sultan. Dereağzı’na çok da uzak olmayan bir noktadan frikik kazandığımız anda zaman adeta yeniden başlayan tipiyle donmuştu. Cem, benim de hayran olduğum, topa vurduktan sonra diğer ayağın da yerden kaldırılarak vuruşa estetik kazandırma hareketini yapmış, Tango markalı topu alt doksana göndermişti: 1-0

    Onur Kayador

    Takımın sol bek/sol stoperinin iki gole katkı vermesi, sezonda atılan toplam golün 40/50 arasında seyrettiği o zamanların ligi için artı ötesi puan olarak görülüyordu. Cem o sezon görevini her yönüyle layıkıyla yapmış bir Fenerbahçeliydi. Defans bloğunun içinde hatta tam göbeğinde, askerlik celbi sezon sonunda gelecek bir efendilik abidesi daha vardı: Onur Kayador.

    Onur, bugün dahi Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin müstesna yerinde duran, penaltısız 4-4 lük maçın kahramanlarından biridir. O maç Türk futbol tarihinin unutulmaz geri dönüşler şarkısının en çok mırıldanılan kuplesi olmuştur. Bu şarkıya en gür sesiyle eşlik eden Onur’un 59.dakikada attığı gol, soyunma odasında, ‘’Galatasaray forvetleriyle adam adama oynayın’’  komutu veren Stankoviç’in taktiğini kırkbeş dakikalığına rafa kaldıran Alparslan’ın ‘’ Adam markajını bırakalım, bildiğimiz gibi oynayalım;  biz Fenerbahçeyiz, ’’ düsturunun ürünüdür. Onur’un rakip kaleye 25 metre uzaktan gönderdiği füze, sadece sağ direk içine vurup kaleye girmemiş, aynı zamanda dirilişin meşalesini yakmıştır. Özcan Kızıltan ve Bulgar Mehmet’in çerçevelenip duvara asılacak güzellikteki golleri, Bursa deplasmanı öncesi camiayı iyice şampiyonluk havasına sokuyordu.

    Özcan Kızıltan

    Özcan, Kocamustafapaşa’da futbol topuyla tanıştı. Çukurbostan’ın tozu toprağı içinde bu spora âşık oldu. İstanbulspor, Mersinidmanyurdu derken, 1981 yılında sarı lacivert formayı sırtına geçirdi. Özcan, güzel goller sergisi açacak kadar spektaküler gole imza attı bu forma altında. Ama bu usta ayak, sadece golleriyle değil, kulübe bağlılığı, kalbinde ve röportajlarında duran ‘’Fenerbahçe benim her şeyim’’ cümlesiyle de taraftarın çok sevdiği futbolculardan biri olmuştur.

    Ancak, Uludağ’ın eteklerinde kurulu şehre yapılacak yolculuk öncesi kulübün halletmesi gereken iç transfer sorunu bırakın erimeyi, daha da buzlanmıştı. Dev bir iç transfer aysbergi Dereağzı’nın kapısında durmaktaydı. Federasyon iç transfer sürecini 4-10 Haziran aralığı olarak belirlemişti. 8 Haziran gününe gazetelerin son sayfalarıyla başlayanlar gözlerine inanamadılar. Haftalardır Trabzonspor’un, ‘’Selçuk ve Osman’a açık çek veriyoruz’’ teklifi demoklesin kılıcı gibi kulübün üzerinde sallanmış. Ama kimse Osman Denizci’nin rekor bir ücret de teklif edilse Kadıköy’den ayrılacağına ihtimal vermemişti. Korkulan oluyor;  Osman, tam da Bursa deplasmanı öncesi, Fenerbahçe’nin ensesinde şampiyonluk kovalayan takıma satılıyordu.

    Osman Denizci

    Osman Denizci, Rize’nin ligin tozunu attığı bir sezonun sonunda Zafer ve Arif’le beraber Fenerbahçe Burnu’yla tanıştı. Yumuşak bilekleri, defansı çaresiz bırakan ara pasları. Forvet oyuncularını üçüncü bölgede yalnız bırakmayan ofansif kafa yapısıyla hemen sivrildi. Kritik gollerin ayağı olarak hatırladığım Osman’ın ilk yarıdaki Sarıyer maçı biterken attığı gol liderliği getirmişti:2-1

    Osman’ın, 1982-83 sezonunun en güzel frikik golü yarışmasında kürsünün tepesine çıkabilecek vuruşunu Gaziantep maçında tribünden an be an takip etmiştim:

    Top, kıyıya paralel uzanan dağ sırası gören bulut gibi yükselmiş, barajı geçtikten sonra, sonbaharın son günlerini hisseden yaprak misali kalenin içine düşmüştü.  Antep kalecisinin çaresizliği, beni olduğu gibi, güz mevsiminin kımıltısız bir saatinde toplanmış 30 bin kişiyi de sarmış olmalıydı: 1-0

    Osman Denizci kariyerinin en anlamlı golünü Bursa Atatürk Stadı’nda kaydetti. 1-1 devam eden maçın 86.dakikasında attığı gol, Fenerbahçe’ye şampiyonluk kupasını getirdi. Sağ kanattan Selçuk’un getirip, ortaladığı topa arka direkte yaptığı vuruş, ‘’aklı karışık, oynamasın Bursa’da’’ tereddütlerine verilmiş en güzel cevaptı: 2-1

    Sarmaşığa Tırmananlar

    1965 yılında temeline harç konulduktan aşağı/yukarı 17 yıl sonra tamamlanan ‘Yeni’ Fenerbahçe Stadı 18 Haziran 1983 günü gelin gibi süslendi. Fenerbahçe’nin adına yakışır bu törende Şampiyonluk kupası, onu en çok hakedenlerin ellerinde yükseldi. Ezeli rakipleri ve Trabzonspor ile yaptığı 6 maçta 3 galibiyet 3 beraberlik alan Fenerbahçe’nin istikrar abidesi, bütün müsabakalarda oynayan Cem Pamiroğlu oldu. Yaz sıcağında kan ter içinde kazanılan TSYD Kupası, 18 Haziran’da Mersin’de kavuşulan Federasyon Kupası, kısa ama yorucu bir kış döneminde kulbundan tutulan Donanma Kupası ve tartışmasız en emek verileni Lig Kupası olmak üzere, 1982-83 yılı almanağına not düşülen, sonrasında da müzedeki yerlerini alan bu 4 kupa, Fenerbahçe Tarihindeki sayfalara futbolcuların kramponlarıyla yazılmış uzun bir güzelleme olarak geçmiştir…

    Kar ne kadar da çok yağsa, yaza kalmaz denir; doğrudur belki ama;

    Dereağzı’ndaki sezon açılışında, ‘otoritelerin’ şans vermediği takımlarını desteklemeye gelen beş bin kişinin, ölümle alay edercesine maraton tribününe tırmanıp, Fenerbahçe aşkının neler yaptırabileceğini sporseverlerinin aklına çizen binlerin, gidemedikleri deplasmanları radyonun içindeki spikerin sesinde hayal eden on binlerin, kalbi sarı lacivert çarpan milyonların üzerine lapa lapa kupa yağıyordu haziran ayında, hiç erimemecesine…

    Alican Küçükcan

  • Sarı Lacivert Mikrofon

    Sarı Lacivert Mikrofon

    Bu toprakların ilk maç ve spor spikeridir Çelebizade Sait Tevfik Bey. Spor yazarlığını meslek haline getiren “Sarı Lacivert Mikrofon” Sait Çelebi, dünyaya gözlerini, 1897’de İstanbul’da açmıştı.

    Askeri Tıbbiye’de okurken her genç gibi top peşinde koşmuş, ama kalben yaptığı iş, 1913-14 şampiyonluğuna giden Fenerbahçe takımını Union-Club sahasının ufacık tribünlerine Fenerbahçe için gelmiş taraftarları heveslendirmek ve takımları lehine tezahürat yapmalarını sağlayabilmek olmuştu. Ezcümle, sarı lacivertli takımın ilk amigosu, Tıbbiye öğrencisi Fenerbahçeli Sait idi. Dağlaroğlu’nun, açık boz renk kaput, koyu boz kalpaklı ve yakışıklı genç tıbbiyeli diye resmettiği Sait Çelebi, 1914 yılının ilkbaharında, Elkatipzade Mustafa Bey’e başvurarak gönül verdiği renklere ıslak imzayla kaydolur. Said Çelebi, Dünya Harbi yıllarında hep, meftun olduğu kulübüne gelir getirecek organizasyonların içinde olacaktır

    Çelebi Fenerbahçe’de

    Tıbbiyeli gencin, 1914 yılından sonraki mektup adresi artık Anadoluhisarı’ndaki yalıları değil Fenerbahçe Kulübü oluyordu. İki aşk arasında kalan Sait Çelebi, 1918 yılında tercihini yapacak; Tıbbiye’nin son sınıfından ayrılıp, Kuşdili’ne doğru yola çıkacaktı. Çelebizade Sait Tevfik Bey için, gönülden bağlılık anlaşmasının ilk maddesinde Fenerbahçe yazmaya çoktan başlamıştı bile.

    Sait Çelebi bir süre Fenerbahçe forması giydi, hatta hokey de oynadı ama aktif sporculuk hayatı, hokeyin misak-ı milli sınırlarımız içindeki ömrü gibi kısa olmuştu.

    Sait Çelebi, devrisi yıllarda işadamlığına soyunmuş, Topçu Kışlası avlusunu uluslararası organizasyonlar için kiralamıştı. 1922 yılında, Taksim Stadı’nda, resmi olmayan ama serdüzenleyicisi olduğu, şehirde yaşayan farklı milletleri spor sahasında buluşturan “İstanbul Olimpiyat Oyunları” organizasyonu, Sait Çelebi’nin üzerinden hiç çıkartmayacağı gurur ceketi olmuştur. Sait Bey bu gösterileri, kendine has, son derece tatlı, bilgili üslubuyla sporseverlere aktarırdı. Sporla uzaktan yakından ilgisi bulunmayanlar bile onu radyolarının başında ilgiyle dinlerdi. Maç anlatımını hoş hikâyelerle bezeyen, bu arada saha içi kadar, tribünlerle de ilgilenip, rastladığı tanıdık simalardan ve onlarla ilgili hoş anılardan bahseden Sait Çelebi’yi herkes dudaklarından eksik olmayan bir tebessümle dinlerdi. Sevimli spiker, devre aralarında futbolcuları, müsabakalardan önce ve ya sonra güreşçileri, boksörleri, atletleri yaka mikrofonunun başına çağırır ve kendileriyle sohbet ederdi. Ona arkadaşları, çok konuşmasından kelli “Traşçı Sait” deseler de, ona bu lakabı verenler, yine de kulaklarını Sait’ten ayıramazlardı.

    Güreş sporunu halka ısındıran zat-ı alileridir. Milli Piyango çekilişlerini radyodan öyle ballandıra ballandıra anlatır(mış)dı ki, yetmişinde büyük ikramiyeyi bulan Salih Dede’nin ünlü spikeri dinledikten sonra soluğu bayide aldığı ve o günden sonra ayın sonu dokuzla biten günlerini iple çektiği rivayet olunurdu…

    Gözyaşları ve Spor Alemi’ne Attığı İmza

    Refikası, Keçecizade Ailesi’nden, bir dönem BJK başkanlığı yapmış Sait Keçeci’nin kardeşi Güzide Hanım, onu sadece bir defa ağlarken görmüştü: Atatürk’ün” Kendin küçüksün ama memleket için çok büyük iş yaptın. Artık ismin Türk Spor Tarihine geçti. Çok yaşa Yaşar” telgrafına mazhar olan güreşçi Yaşar Erkan, Berlin’de olimpiyat şampiyonu olup, kürsüye çıktığı gün Sait Bey gözyaşlarına engel olamamıştı. Türkiye’nin ilk spor dergisi “Spor Âlemi’’nin (1919-29) altında onun imzası vardı. Sait Çelebi, 1919 yılından sonra on yıl neşrettiği dergisiyle Türk sporu ve Fenerbahçe için önemli hizmetlerde bulunmuştu.

    Sait Çelebi, 1936’ya doğru Ankara’ya yerleşti. Maç ve güreş yayınları için bu kez adresi 19 Mayıs Stadı’ydı. Bu arada Cumhuriyet Bayramı geçit törenlerini de nakletti. Ankara’nın ilk büyük sinemasını o açtı ve işletti. Başkentin ilk “Sinema Kralı” oldu. 1953 yılının soğuk bir 30 Mart gününde, üstadın hayat sesini kesen, çocukluğundan beri vücudunu gizli gizli kemiren böbrek rahatsızlığı olacaktı. Türkiye radyolarından yükselen ilk spor naklen yayınında “Alo Alo… Burası Taksim Stadyomu, karşınızda Sait Çelebi…” diyen ses susmuştu.

    Ceketinin yakasına ‘teğelli’ portatif ve hep sarı/lacivert renkli olduğunu hayallediği mikrofonuyla, stadın her köşesinde uzun yıllar ‘şakıyan’ Sait Çelebi, fotoğrafta bu kez masada mikrofon başında ve çok sevdiği çocuklar arasında görülüyor.

    Ali Can Küçükcan / Sarı Lacivert Mikrofon – Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Ver Lefter’e, Yaz Deftere

    Balyan imzalı Dolmabahçe Sarayı’nın aydınlatılması ve ısıtılması için kurulmuştu Gazhane.. Gazometreleri, ters rüzgarda stadı ise boğan dumanın menşei uzun bacaları, idare binalarıyla ayrı bir dünya idi orası..İşte o Gazhane ve arkada belli belirsiz görünen Hilton Oteli’nin fonunda oynandı Türkiye-Brezilya maçı. Aylardan Mayıs, yıl 1956’ydı..

    Yeni Açık tribün inşa edilmemiş ama portatif tribünlerle stada ek olarak üç bin civarında daha seyirci alınabilmiş. Yirmi yedi bin civarında ‘şanslı’ var tribünlerde.. Gilmarlı, Didili, Santoslu sambacıları dünya gözüyle görebilmek ayrıcalık olsa gerek…

    Biz bunları anlatırken golü kalemizde görmüşüz bile. Arkadaki duvarın cephesini sarmış reklam kalabalığı arasından zor seçilebilen skor tabelasında deplasman takımının önde olduğu yazılı. Djalma Santos tabelayı değiştiren oyuncu. Pele henüz abilerini uzaktan izliyor. İki yıl sonra, 58 Dünya Kupasını kaldıran milli takımlarının on yedi yaşındaki yıldızı olarak tanınacak tüm dünyada..

    Lefter, oyunun ikinci bölgesinde Zozinho’yla mücadele ediyor. Ay yıldızlı forma altında, 50 milli maçı devirip altın madalya alacak olan Lefter, imza çalımlarından birini atarken, geride pozisyonu izleyenler arasında İstanbulsporlu Kadri Kartal da var. Hakem Marchetti düdük ağzında, doğru açıda olmasının keyfiyle ikili mücadeleyi izliyor, hemen solunda geride Didi dikkatli gözlerden kaçmayan dev bir futbol figürü olarak eziyor zemini. Didi 1972 yılında İstanbul’a Fenerbahçe için gelecek ve teknik direktör ceketiyle iki kupa kaldıracaktı.

    Lefter, Fenerbahçe’de 20 İdare Heyeti, ligde 30 takım, 13 Federasyon eskitecek büyük bir ustadır. Rakip kalelere bugüne kadar atılmış, 1964’ün yaz günlerinin ortasına kadar da atılacak 400 küsur golün sahibi olacaktır ayrıca. Ceza alanı üzerinde hakemin on kusurlu harekete verdiği ceza frikiktir ama her frikik Lefter’inki olmamıştır. Ordünaryus lakabını alacak olan Lefter, futbol sahalarında göründüğü 20 yılda, taraflı tarafsız her sporseverin gönlünde futboluyla taht kuracaktır.

    Spikerin radyodan taşan heyecanlı sesini duymamış olsak da, hayal de mi etmeyelim:” Lefter’in deniz tarafındaki Brezilya kalesi önündeki gol tehlikesi! Şut! Gilmar son anda yumruğu patlatıyor…

    Alican KÜÇÜKCAN

  • Ver Lefter’e Yaz Deftere

    Ver Lefter’e Yaz Deftere

    Balyan imzalı Dolmabahçe Sarayı’nın aydınlatılması ve ısıtılması için kurulmuştu Gazhane.. Gazometreleri, ters rüzgarda stadı ise boğan dumanın menşei uzun bacaları, idare binalarıyla ayrı bir dünya idi orası..İşte o Gazhane ve arkada belli belirsiz görünen Hilton Oteli’nin fonunda oynandı Türkiye-Brezilya maçı. Aylardan Mayıs, yıl 1956’ydı..

    Yeni Açık tribün inşa edilmemiş ama portatif tribünlerle stada ek olarak üç bin civarında daha seyirci alınabilmiş. Yirmi yedi bin civarında ‘şanslı’ var tribünlerde.. Gilmarlı, Didili, Santoslu sambacıları dünya gözüyle görebilmek ayrıcalık olsa gerek…

    Biz bunları anlatırken golü kalemizde görmüşüz bile. Arkadaki duvarın cephesini sarmış reklam kalabalığı arasından zor seçilebilen skor tabelasında deplasman takımının önde olduğu yazılı. Djalma Santos tabelayı değiştiren oyuncu. Pele henüz abilerini uzaktan izliyor. İki yıl sonra, 58 Dünya Kupasını kaldıran milli takımlarının on yedi yaşındaki yıldızı olarak tanınacak tüm dünyada..

    Lefter, oyunun ikinci bölgesinde Zozinho’yla mücadele ediyor. Ay yıldızlı forma altında, 50 milli maçı devirip altın madalya alacak olan Lefter, imza çalımlarından birini atarken, geride pozisyonu izleyenler arasında İstanbulsporlu Kadri Kartal da var. Hakem Marchetti düdük ağzında, doğru açıda olmasının keyfiyle ikili mücadeleyi izliyor, hemen solunda geride Didi dikkatli gözlerden kaçmayan dev bir futbol figürü olarak eziyor zemini. Didi 1972 yılında İstanbul’a Fenerbahçe için gelecek ve teknik direktör ceketiyle iki kupa kaldıracaktı.

    Ver Lefter’e Yaz Deftere

    Lefter, Fenerbahçe’de 20 İdare Heyeti, ligde 30 takım, 13 Federasyon eskitecek büyük bir ustadır. Rakip kalelere bugüne kadar atılmış, 1964’ün yaz günlerinin ortasına kadar da atılacak 400 küsur golün sahibi olacaktır ayrıca. Ceza alanı üzerinde hakemin on kusurlu harekete verdiği ceza frikiktir ama her frikik Lefter’inki olmamıştır. Ordünaryus lakabını alacak olan Lefter, futbol sahalarında göründüğü 20 yılda, taraflı tarafsız her sporseverin gönlünde futboluyla taht kuracaktır.

    Spikerin radyodan taşan heyecanlı sesini duymamış olsak da, hayal de mi etmeyelim:” Lefter’in deniz tarafındaki Brezilya kalesi önündeki gol tehlikesi! Şut! Gilmar son anda yumruğu patlatıyor…

    Alican KÜÇÜKCAN / Ver Lefter’e Yaz Deftere – Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu