Yazar: Fenerbahçe Tarihi

  • Bir Vefa Abidesi Paşalı Birol

    Bir Vefa Abidesi Paşalı Birol

    Fenerbahçe adıyla çıkan süreli yayınlar 1930’lardan beri var. Bir cildi elinize geçerse, şöyle bir karıştırın. Hemen ilk birkaç sayıda mutlaka “unutulan değerler” gibi bir başlığa denk gelirsiniz. Sporcu olur, yönetici olur, hatta taraftarlar olur… Yazar bir isimden bahseder; birkaç hatıra karalar, sonlara doğru yazı duygusallaşır, zira mevzubahis adam ölmüştür. Ve unutulmuştur… Dün kıymetli ağabeyimiz Fehmi Merdoğlu‘nun yazısını görünce Paşalı Birol için bu yaşanmasın diye üzerimize düşeni, bir nebze olsun, yapmak istedik. Lafı hiç çevirmeden söyleyelim; Fenerbahçe Spor Kulübü, her şey normale döndüğünde ilk iş olarak bir vefa abidesi Paşalı Birol büyüğümüzden, Fenerbahçe efsanelerinin kabir yerlerini öğrenmeli. On yıllardır kulübün yapmadığı bir işi tek başına yapan bu güzel insan için söz Fehmi ağabeyde…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yarım Asırdan Fazla Zamandır…

    Paşalı Birol’un Türk sporu ve Fenerbahçe’si için yaptığı fedakârlıkların süresi 60 seneye yaklaştı.

    Bu süre zarfında yurt içinde ve yurt dışında branş ayırmaksızın Fenerbahçe ve Millî Takım müsabakalarını takip etti. Türkiye’de gidilmedik şehir bırakmadı. Avrupa’da da birçok ülkenin stadyum ve salonlarında sadece kendi imkânları ile ülkesini destekten kaçınmadı.

    Millî Takım için 500 metrelik bir stadyum tribününü kaplayacak kadar, Fenerbahçe için de aynı tribünleri 5 kez dolaşacak kadar bayrağı ve binlerce pankartı, yine kendi imkânlarıyla karşıladı. Her zaman sevgi ve dostluk üzerine mesajlar içeren bu pankartlar ve bayraklar, kendi işyerindeki profesyoneller tarafından yazıldı. Zaten bizler de bu efsane spor simasını (belki de dünyadaki en emektar, vefakâr ve cefakâr tribün adamını) ilk olarak bu pankartlar sayesinde tanımaya başladık.

    Neredeyse 45 senedir, bu tarihe geçecek ismi tanırım.

    Süreler uzadıkça insanlar, bazı olaylar ve yaşanmışlıklar yüzünden aynı itibarı koruyamazlar. Ama Paşalı Birol ismi bunca senedir zirvede duruyor. Tabii ki bunun sebepleri var…

    Bu uzun süre zarfında, ismini kirletecek maddi veya manevi hiç bir çirkin ise karışmadı, asla menfaat peşinde koşmadı, kimseye hakaret etmedi ve asla kalp kırmadı. Rakip taraftarlarla hep dost geçinip onların da sonsuz sevgisini kazandı. Gereken her yere yardım elini uzattı.

    Tek Başına

    Belki de bu uğurda çok sevdiği ailesinden ayrı, tek başına yaşıyor. Birkaç şubesi olan mobilya satış mağazalarının zamanla kapanış nedeni de bu idi. Fenerbahçe ve spor sevdası, geçmiş yıllarda çok iyi durumda olan mobilya işinden, ekonomik durumundan, ailevi hayatından, sosyal yaşamından, hatta sağlığından bile birçok kayıplar yaşamasına sebep oldu. Ama o hâlâ, bir katını mükellef bir Fenerbahçe Müzesi haline getirdiği evinde, ertesi günle ilgili programını yapar ve kendi spor dünyası ile vaktini geçirir. .

    Dünyada hiçbir kulüp taraftarının sahip olamadığı bir resim ve pankart arşivine sahip olan bu müzede, başta Fenerbahçe anıları olmak üzere 150.000 civarında hatıra ve fotoğraf var. Dünyanın dört bir yanında, birbirinden efsane isimle, en önemli stadyumlarda çekilmiş fotoğraflar… Orada gördükleriniz, zaman zaman Paşalı Birol’un müzesini ziyarete gelirler.

    Paşalı Birol’u sadece tribünlerde görmezsiniz. Uzun yıllardır binlerce kilometre yol kat edip, kendi kendine üstlendiği, bundan çok daha kutsal bir görevi ifa eder. Hastalanan veya ömrünün son dönemini huzurevlerinde geçiren, sporcuyu, idareciyi, sanatçıyı ve tribün insanını ziyarete gider. Onların dertlerini dinleyip, gerekli kişi ve kurumlara bildirerek yüzlerce önemli ise imza atmıştır. Ziyaret ettiği isimler meslek hayatlarında aktifken, herkes tarafından aranan, ilgi duyulan kişilerdi. Fakat bu durumdayken onları arayıp, yanlarına gelen insan sayısı ancak tek elin parmaklarıyla ifade edilir. Paşalı Birol, bu güzel meşgalesi için ülkenin her köşesine gitti, hâlâ da gidiyor.

    Bundan başka, ünlü-ünsüz demeden bu dünyaya veda eden spor veya sanat adamlarının cenazelerinde yer alır. Günün birinde hepimizin çıkacağı bu son yolculukta kimseyi yalnız bırakmamıştır. Aramızdan ayrılıp ahirete göç eden bu insanları, yakınları bile yılda birkaç kez zor ziyaret ederken, Paşalı Birol, yaptığı tarih listesine göre kabristanı defalarca ziyaret eder.

    Bir Vefa Abidesi

    Paşalı Birol, başta Fenerbahçe büyükleri olmak üzere viran durumda olan pek çok mezarlığın yapılmasına ön ayak oldu. Fakat ziyaretlerini yalnızca Fenerbahçe ile sınırlı tutmaz, hemen bütün spor dünyası ve sanatçılar onun listesindedir. Genç yaşta hayatını kaybetmiş taraftarlara da uğrar. İstanbul dışı vilayetlere dahi giden ve mümkün olduğunca kabirlerin bakımını yapan Paşalı Birol, ailelerin hayır duasını alır.

    Her sene aynı tarihte Çanakkale şehitlerine gidip, dualarını eder. Anıtkabir ve Atatürk ziyaretlerini asla aksatmaz. Özel günlerde veya müsabakalarda daima Büyük Atatürk’ü anma adına yaptırmış olduğu pankartları sergiler.

    Bu işleri yaparken (bazıları çok önemli kişiler olan) tanıdıklarından hiçbir yardım ve menfaat beklemez. Cebindeki belediye otobüsü kartı ile kar-kış demeden koşturur. Artık pek de sağlıklı olmayan bacakları ile mezarlık yokuşlarına dinlene dinlene tırmanır. Onu beklediklerini düşündüğü eski dostlarına, vefa borcunu ödemeye gider…

    Bırakın ülkemizi, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir vefa adamı yoktur.

    2 aydır yaşanan bu virüs olayında, 65 yaşın üzerindeki herkes gibi o da evde hapis kaldı. Zaten 20 senedir tek başına idi. Şimdi yine yalnız ve evde kapalı… Bu kadar herkese koşturan, bu denli kendini adamış bir insanı, bir telefonla olsun arayıp hatırını sormak, kaç kişinin aklına geldi acaba? Dün bunu düşündüm ve derhal telefona sarılıp kendisini arayarak, ona olan borcumuzu ödeyemeyeceğimizi anlattım. Bu esnada, aranmama konusunda bir hayli üzüntülü olduğunu fark ettim. Haklıydı da…

    Bir telefon… İyi mi? Hasta mı? Bir şeye ihtiyacı var mı?

    Paşalı Birol, güzel olan her şeyi hak ediyor. Kaldı ki istediği sadece manevi destek. Ben de onun için bu satırları yazmayı borç bildim… Kim olursa olsun, taraftar, sporcu, yönetici; bütün dostlardan, Fenerbahçelilerden bir ricam var. Bu büyük vefa adamına, Paşalı Birol’a borçlu kalmayalım. Bir telefon, bir teşekkür, borcumuzu ödemeye yeter…

    Her şey için teşekkürler, Paşalı Birol. Çok yaşa!

    Fehmi Merdoğlu / Bir Vefa Abidesi Paşalı Birol

  • Tarihteki İlk Beşiktaş-Fenerbahçe Maçı Neden Oynanmadı?

    Tarihteki İlk Beşiktaş-Fenerbahçe Maçı Neden Oynanmadı?

    Bugün konuk bir yazarımız var. Türk sporunun hurafe, mugalata ve mübalağa dolu tarih yazımına “Belgeler konuşur” diyerek özgün ve tutarlı bir bakış açısı getiren Serhan Oytun Eroğlu, harf devriminden önceki kaynakları taramak suretiyle çok ciddi bir veritabanı oluşturdu. Bazı “işime geldiği kadar söylerim” tipi yazarların aksine, eksik gedik bırakmayan yorumuna daha çok mecrada rastlamak ve kitaplarda buluşmak temennisiyle diyelim. Ve “Tarihteki İlk Beşiktaş-Fenerbahçe Maçı Neden Oynanmadı?” sorusunun yanıtı için sözü kendisine bırakalım…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Giriş

    1921 yılının Nisan ayında düzenlenen ikinci Galatasaray Kupası, hatırlarda en çok da oynanamayan Beşiktaş-Fenerbahçe maçı ile kaldı. İki takımın eşleştiği ikinci tur maçlarından hemen önce turnuva nizamnamesinde değişiklik yapılınca, Beşiktaş maç günü turnuvadan çekilmek zorunda kaldı. Fakat konunun bilinmeyen yönleri var. Bunlardan biri de, kupadan sarf-ı nazar eden Beşiktaş’ın Sarı-Lacivertlilerle aynı saatte, -hususi bir maçta da olsa- yine de karşılaşmak istemesi ve bu yönde bir teklifte bulunması..

    İlki 1920 yılında, Galatasaray’ın kuruluşunun 15. yıldönümü münasebetiyle düzenlenen Galatasaray Kupası’na, 1921’de İstanbul’un resmi mahiyetteki 3 liginden de kulüpler davet edildi. İstanbul Futbol Birliği Ligi’nden Galatasaray dışında Fenerbahçe ve Anadolu; İstanbul Türk İdman Birliği Ligi’nden Vefa, Darüşşafaka, Beylerbeyi ve Hilal, Pazar Birliği’nden Stella, bu sezon hem İstanbul Türk İdman Birliği Ligi’nde hem de Pazar Ligi’nde mücadele eden Beşiktaş, ve son olarak bir Ermeni karma takımı olmak üzere toplam 10 takım kupada boy gösterdiler.

    14 Nisan günü Galatasaray Sultanisi’nde yapılan kur’a çekiminde Stella ile eşleşen Beşiktaş, bu İngiliz-İtalyan-Rum karması takımı 2-0 ile turnuva dışı bıraktı.

    İkinci Turda Fenerbahçe-Beşiktaş Eşleşiyor

    17 Nisan’da oynanan maçlardan sonra..“…Neticede Pazar gününün galipleri Vefa, Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray kulüpleridir ki çekilen kurada önümüzdeki Cuma günü kimlerin karşılaşacağı tayin edilip ber vech-i ati tespit edildi: Beşiktaş-Fenerbahçe, Galatasaray-Vefa, Hilal-Ermeni muhtelit takımı karşılaşacaklardır. Fenerbahçe-Beşiktaş müsabakası her halde Cuma gününün en ehemmiyetli ve en heyecanlı bir oyunu olacaktır. Temaşaya pek layık ve hararetli bir suretde cereyan edeceği şimdiden tahmin edilmektedir.” (1)

    “Pek Gülünç Bir Hale Giren Turnuva…”

    İkinci tur kur’alarının çekilmesinin ardından, “..turnuva heyeti, nizamnamenin beşinci maddesinin kendisine bahşettiği salahiyete istinaden (yetkiye dayanarak)” (2), turnuvanın kalan maçlarında her kulübün sadece kendisine kayıtlı oyuncularla sahaya çıkabileceği yönündeki hükmü içeren bir ta’mim hazırlayarak kulüplere gönderdi. Tarih: 18 Nisan 1921

    Kur’aya göre Beşiktaş ve Fenerbahçe 22 Nisan günü karşılaşacaklardı. Ama…

    “Fenerbahçe-Beşiktaş——Çekilen kura mucibince ilk oyun Beşiktaş ile Fenerbahçe arasında idi. Müsabakaların muntazam bir program tahtında icrası ve karışıklığa meydan vermemek için, Galatasaray Kulübü hafta içinde turnuva müsabakasına iştirak eden kulüplere birer tezkere yazarak her kulübün kendi oyuncularıyla isbat-ı vücud etmelerini bildirmişti. Fakat Beşiktaşlılar Union Kulüp’ten Bekir ve sabık Union Kulüp azasından Refik Beyler’i geçen hafta takımlarına ithal ettiklerinden bittabii Galatasaray Kulübü buna itiraz etmiş ve binnetice Beşiktaşlılar sahadan çekilerek Fenerbahçe galip addedilmiştir.” (3)

    İkdam gazetesinin, Galatasaray’ın tutumu için kullanılan “bittabii” kelimesinin de seçimi ile tamamen bir haber-yorum halini alan bu metnindeki içerik; Türk futbol tarihinin yaygın anlatımında, sanki o günün futbol kamuoyu konuyu ittifakla bu şekilde ele almış gibi bir kesinlik ile aktarılmıştır. Halbuki, tek yönlü olmayan bir beslenme ile, böyle bir fikir ve kanaat birliğinin o günlerde mevcut olmadığını tespit etmek hiç de zor değildir. Zira vakıalar bize meselenin, İkdam’ın aktardığı kadar basit olmadığını gösteriyor.

    Aynı gün yayınlanan Alemdar gazetesi, haberinin merkezine, ”tertip heyetinin bir takım keyfi değerlendirmelerle değiştirmek istediği kararları” koyuyordu:

    “İşte bu senenin turnuvası da garib bir suretde cereyan edip gidiyor. Heyet-i tertibiye ilk kabul ettiği müsabaka şerait ve talimatını ikinci hafta nakz (bir sözleşmeyi yok saymak) ediyor….Beşiktaş Fenerbahçe arasındaki müsabaka da heyet-i tertibiyenin bir takım mülahazat-ı keyfiye (keyfi düşünceler) ile tebdil etmek (başka şekle sokmak, değiştirmek) istediği kararlar üzerine yapılamadı. Beşiktaş da iştirak etmedi..” (4)

    Kural Sonradan mı Değişiyor?

    Hakikaten de, ilk tur maçlarına bakıldığında, takımların sadece kendilerine kayıtlı oyuncularla oynama zorunluluğunun bulunmadığını, bu zorunluluğun Beşiktaş ile Fenerbahçe’nin eşleştiği ikinci tur kuralarının ardından getirildiğini görüyoruz. Bu noktada Beşiktaş’ın, adları geçen iki yıldız oyuncuyu -yine yaygın anlatımın aksine- oynatmakta ısrar etmediğini ve birazdan göreceğimiz gibi, turnuva tertip heyetinin kararını -bütün keyfiliğine rağmen- saygıyla karşılayarak kupadan “sarf-ı nazar” ettiğini de belirtmek gerekiyor.

    Alemdar, 2 gün sonra da, turnuvanın birden fazla nedenle artık “gülünç” hale geldiğini ve Fenerbahçe’nin, Beşiktaş karşısında “garip bir suretde galip addedildiğini” yazacaktı.

    “Fenerbahçe-Ermeni Takımı——Bundan sonra, mevsimsizliği, idaresindeki karışıklığı, keyfi hükümleriyle pek gülünç bir hale giren “turnuva”nın -garip bir suretde son galibler(in)den addedilen- Fenerbahçe ile Ermeni takımı sahaya çıktılar.” (5)

    Tertip heyetinin bu eleştirilere ilk cevabı “Galatasaray Kupası Müsabakaları ve Bir Tavzih (Açıklama)” başlığıyla, bunun ardından olacaktır (6). Ben şimdi, Hamza Osman Bey’in “Tavzihi Tavzih” başlığı ile yine Alemdar’da yayınlanan makalesinde (7) problemli olarak gördüğü ve madde madde ele aldığı hususları, ve Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü’nün bunlara dair yaptığı son izahatı (8) birbirini takip eder şekilde aktarıyorum.

    Burada dikkati çeken bir nokta olarak şunu da söyleyeyim… Hamza Osman Bey’in ilk makalesine karşı taraftan verilen ilk cevaplar “Galatasaray Kupası Turnuva Heyet-i Tertibiyesi” diye başlarken, üçüncü ve aşağıda naklettiğim cevapların bulunduğu izahata “Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü’nden” diye başlanmıştır.


    Üç Resmî Ligde Müsabakalar Yapılıyor. Turnuva Zamansızdır.

    Eleştiri:
    “Evvela, turnuva mevsimsiz tertib edilmiştir. Çünkü malum olduğu üzere İstanbul’un futbol ile meşgul olan kulüpleri üç ligde resmi müsabakalarını yapmaktadırlar. Bu maçlar henüz neticelenmemiştir….Kulüplerin muhtelit timlerle iştirak etmeleri esbabını da (sebeplerini de) kısmen bu mevsimsizlik doğurmuştur”

    Açıklama:
    ”Galatasaray Sultanisi’nde vuku bulan murahhaseyn içtimaında (temsilciler toplantısında) heyet-i tertibiye (düzenleme kurulu) turnuva günlerine tesadüf edecek resmi müsabakaların tehiri veyahud turnuvaya adem-i iştirak (katılmama) şıklarından herhangi birisinin kabulünde bütün kulüpleri serbest bırakmıştı. Binaenaleyh turnuvaya iştirake karar verdikten sonra, hiçbir kulüp için ‘turnuva mevsimsiz tertib edilmiş olduğundan bütün oyuncularımızı sahada isbat-ı vücud ettiremedik’’ gibi bir mazeret kabil değildir. Bununla beraber zannediyoruz ki hiçbir kimse veya cemiyet, her kulübün olduğu gibi Galatasaray’ın dahi istediği zaman müsabaka tertib edebileceğine dair olan hakkını teslim etmesin ve ümid ediyoruz ki zat-ı alileri dahi bu hakkı teslim etmek suretiyle itirazınızı bizzat ıskat edersiniz (hükümsüz bırakırsınız)”

    Kulübün bu açıklaması, (ve özellikle “heyet-i tertibiye turnuva günlerine tesadüf edecek resmi müsabakaların tehiri veyahud turnuvaya adem-i iştirak şıklarından herhangi birisinin kabulünde bütün kulüpleri serbest bırakmıştı” ifadesi); samimiyetle ilgili, kamuoyunda mevcut olduğu anlaşılan soru işaretlerinin muhtemel kaynağının ipucunu da veriyor. Anlaşılan o ki; İstanbul Türk İdman Birliği Ligi ve Pazar Ligi kulüplerinin, resmi liglerini tehir etmek (ve belki de bunların yarıda kalmalarına giden yolu açmak) mecburiyeti ile, davet edildikleri (ve 3 İstanbul Futbol Birliği kulübünün de katıldığı) bir turnuvaya katılmamanın yol açacağı (‘çekindiler’ vs. gibi) dedikodulara, ithamlara katlanmak arasında bırakıldıkları düşünülüyordu.

    Alemdar gazetesinin, iki farklı makalede öncelik vererek ve ısrarla bu konu üzerinde durması dikkat çekicidir. Doğrusunu söylemek gerekirse; bu turnuva nedeniyle birer hafta ara verilmesine rağmen, İstanbul Türk İdman Birliği Ligi ve Pazar Ligi maçlarının da, İstanbul Futbol Birliği Ligi maçları gibi, mayısın üçüncü haftası itibarıyle sona ereceği bir takvimde, turnuvanın neden mayısın ikinci yarısına planlanmadığı, sorulması tabii bir sorudur. Nitekim, “Pazar Birliği Turnuvası” da Pazar Ligi’nin sona ermesinin ardından düzenlenmiştir. Galatasaray Kupası da, en nihayetinde, 1 hafta içinde final turunun ilk karşılaşmasının da dahil olduğu 11 maçının başarıyla oynanabilmiş olduğu bir turnuvadır. (Final turu G.Saray, F.Bahçe ve Ermeni karma takımı arasında 24 Nisan, 29 Mayıs ve 2 Haziran tarihlerinde oynandı)

    Neyse ki, bir önceki paragrafta bahsettiğim durumlardan hiçbiri söz konusu olmamıştır. Hem takımlar turnuvaya iştirak etmiş, hem de ligler tamamlanmış ve şampiyonları tayin edilebilmiştir.


    “Heyet Samimi Olsaydı Önceki Seneye Atıfta Bulunmazdı”

    Eleştiri:
    “Saniyen (ikinci olarak), “kulüplerin turnuvaya iştirak etmek zahmetini ihtiyar etmeyen (tercih etmeyen) bazı takımların” oyuncularını almak suretiyle kendilerini takviye etmeleri geçen seneden verilen numuneye imtisal etmekten (numuneyi örnek olarak alıp ona ayak uydurmaktan) ibarettir. Eğer muhterem heyet-i tertibiye bu sene hakikaten “kulüpler arasında caygir (yerleşmiş) olması elzem bulunan revabıtı (bağları) takviye ve teyid etmek” gayesini samimi olarak takib etse idi, sene-i sabıkaya (geçmiş seneye) imtisal etmez ilave edeceği bir madde ile kulüplere ancak “kendilerine mensub anasırla (unsurlarla, oyuncularla)” turnuvaya iştirak edebileceklerini de tefhim ederdi (bildirirdi)…”

    Açıklama:
    “..bir ecnebi takımına karşı Türk sporcularını temsil etmesinden dolayı o zamanki heyet-i tertibiyenin, Altınordu’nun kendisine mensub olmayan anasırla kendi takımını takviye etmesini nazar-ı mümaşatla (yoldaşlık bakışıyla) hatta nazar-ı memnuniyetle görmesi icab ediyordu. Halbuki bu sene müsabakanın şekli büsbütün başkadır. Her kulübe ayrı ayrı gönderilmiş olan davetname, hiç olmazsa zımnen olsun, herkesin ancak kendi anasırıyle iştirak edebileceğini ifham ediyordu (anlatıyordu). “

    Burada doğal olarak akla gelen soru, davetnamede, herkesin turnuvaya ancak kendi oyuncuları ile katılması gerektiği gibi somut bir hükmün açıkça değil de “zımnen” nasıl anlatılabildiğidir. Bahsi geçen davetnamenin metni bu cevabi yazıda paylaşılmadığı için, bunun hangi kelimelerle ve nasıl bir cümle ile yapılabildiğini bilmiyorum.

    Ve tabii neden açıkça değil de, zımnen anlatılmış olduğu da ayrı bir merak konusu olacak türdendir.


    “Hatanın Neresinden Dönsek Kardır Dedik”

    Eleştiri:
    “Salisen :17 Nisan 337’de icra edilen ilk müsabakalara muhtelit takımların iştiraki madem ki kabul edildi, sonuna kadar da devamına çar naçar katlanmak lazım gelirdi. Bu yapılmadan, keşmekeş, keyfi harekatı teyid iden nekatdan (noktalardan) biri de budur.”

    Açıklama:
    “3-‘Hatanın neresinden dönülürse kârdır’. Biz dahi, bilhassa daha ziyade teşevvüşata ve her kulübün son oyunlarda kendisine yabancı anasırla (unsurlarla) isbat-ı vücud etmesine (sahaya çıkmasına) mani olmak için böyle hareket ettik.”

    Bu, yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede zayıf ve düşündürücü bir izahat olsa gerektir.


    Kupadan Çekilen Beşiktaş Fenerbahçe’yle Aynı Saatte Özel Maç Yapmak İstiyor

    Eleştiri:
    “Rabıtan (dördüncü olarak): Beşiktaş-Fenerbahçe müsabakasında Beşiktaş’ın aldığı vaziyet hakkında futbol kapudanı Şeref Bey’den tekrar izahat aldım. Diyorlar ki: Beşiktaş Kulübü müsabakayı yalnız kendi anasırıyle icrayı maalmemnuniye (memnuniyetle) kabul etmiş idi. Yalnız oyun günü iki mühim oyuncu pek meşru mazeretlere müsteniden isbat-ı vücud edemediler. Bittabii biz de “kupa” maçlarına devam etmemekte -maalesef- muztar (çaresiz, mecbur) kaldık. Ve sahanın boş kalmaması için noksanlarımızı Union’dan (İttihat’tan) temin ederek bir egzersiz maçı yapmak teklifinde bulunduk. Galatasaray kapudanı beyefendi “hacet yok!” cevabında bulundular”

    Açıklama:
    “4- …Acaba turnuvanın ilk günü dahi böyle bir mazeretleri olduğundan dolayı mıdır ki, yine İttihatspor Kulübü’nün aynı oyuncularına müracaat lüzumu tahassul etmiş (ortaya çıkmış)! Bir de, madem ki egzersiz yapmak isteniliyordu, natamam her kulübün yapacağı gibi, Beşiktaş Kulübü dahi o sıralarda İttihatspor Kulübü’nde (burada stad kastediliyor) bulunan, kendi ikinci takımının oyuncularını oynatmak istemeyip de İttihatspor Kulübü’nden oyuncu istemeye neden muztar kalmış? Bir de bir egzersiz için neden bir meclis-i alenide (‘herkesin içinde’) İttihatspor Kulübü müdiranından (yöneticilerinden) müsaade istihsali (üretme) külfetine katlanmış? Bunlar hep muhtac-ı tenvir keyfiyetlerdir (aydınlatılmaya muhtac durumlardır). Bununla beraber Galatasaray kapudanının yapmak istenilen egzersize muvafakat göstermemesi mahaza vaktin darlığından. Çünkü saat ikide oyuna başlanılıp üçde hitam (son) verileceği cihetle bu teklif kendisine ancak saat 2.40’da serd edilmiş (ileri sürülmüş) olduğundan beyhude yere iki takımın bir müddet-i kalile (az bir süre) için sahayı işgallerine müsaade edemezdi.”

    Evet; Beşiktaş, sürpriz bir hamle ile, aynı gün için bir özel maç teklifinde bulunmuş fakat bu maçın oynanmasına da fırsat verilmemişti. Bununla ilgili izahatın ilk kısmında, Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü tarafından, Beşiktaş’a, Fenerbahçe ile yapacağı hususi bir maçta, kendisine kayıtlı olmayan iki oyuncuyu oynatmaya neden mecbur kaldığı soruluyor. Bunun, en mesafeli ve renksiz ifadeyle, “tuhaf” olmadığını söylemek mümkün mü?

    Diğer taraftan, hususi maç teklifinin 2.40’da yöneltilmiş olduğu doğru olsa bile (ki vakit azlığı o durumda nisbeten geçerli bir mazeret olarak kabul edilebilirdi. Çünkü biri Galatasaray-Vefa turnuva maçı diğeri de Süleymaniye-Altınordu lig maçı olmak üzere, onun ardından yapılması gereken 2 maç daha vardı). Galatasaray kaptanının cevabı meselenin aslında vakit darlığı değil de, başka bir şey olduğunu gösteriyor: “Hacet yok!”. Anlaşılan o ki, Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü yönetimi; Şeref Bey’in yaptığı özel maç teklifine, kendi genel kaptanının verdiği “Hacet yok!” cevabını “Vakit yoktu” ile revize etmişti.


    “Bu Redden Sonra Kabahat Kime Aittir?”

    Eleştiri:
    “Hamisen (Beşinci olarak): Karışıklığın esbabı meydanda. Bilhassa daima spor aleminde müfid (faydalı) bir yurd olarak tanıdığım ve bunu on-on iki senelik hayatında pek kati bir suretde isbat eden Beşiktaş Kulübü’nü de muaheze etmiş (eleştirmiş) olduğumu zannediyorum…. Bahusus Beşiktaş kapudanının…..turnuva heyetini müşkil bir mevkide bırakmaması için vaki olan, kupadan sarf-ı nazar ederek (vazgeçerek) “egzersiz” maçı yapmak teklifinin reddinden sonraki kabahatin kime aid olduğunu acaba muhterem turnuva heyeti bir lahzacık hayalinden geçirmek tenezzülünde bulındu mu? Tavzihname aksini isbat ediyor.”


    “Kural Hakikaten Uygulanıyor mı?”

    Eleştiri:
    “Sadisen (Altıncı olarak): Hükümler keyfi idi….Bazılarına memnu olan şeyler diğerlerine mübah olduğunu teyid edecek…heyetin tamiminden sonraki Hilal-Ermeni Muhtelit Takımı oyununda Hilal kalesinde bulunan gencin Beşiktaş kalecisi Haki Bey oluşudur. Acaba muhterem heyet-i tertibiye bu zatı Hilal’in malı olarak kabul ediyorlar mı?! Bir de Ermeni muhtelit takımında sağ iç oynayan Noyar Efendi ilk maçda Ermeniler’in de oyunu olduğu halde Stella takımında Beşiktaş’a karşı oynamıştı. Bunun ne suretle tevil edileceğini (çarpıtılacağını) öğrenmek her halde pek merak edilecek bir şeydir.”

    Açıklama:
    ”5- Heyet-i Tertibiye Haki Bey’i tanımadığı cihetle, bu hususta Hilal Spor Kulübü’ne lazım gelen ihtaratı ifa edememiş, ……Noyar Efendi’ye gelince, Noyar Efendi’ye mukabil Hilal Spor Kulübü’nün dahi kimsenin haberi olmaksızın Haki Bey’i oynatmak suretiyle her iki rakib arasında -nizamnameyi ihlal keyfiyetinde- tevazün hasıl olmuş (denklik oluşmuş) oluyor.”

    “Nizamnameyi ihlalde denkliğin” geçerli bir mazeret olarak görülmesi, “nizamnameye riayet arzusunun” bütün bu olan biten içindeki hakiki yeri ile ilgili ilave fikir vermesi açısından kayda değerdir.

    Konuyu, Hamza Osman Bey’in, makalesinin sonunda yaptığı nihai değerlendirme ile kapatalım:

    “Hülasa: Bu ahval gösteriyor ki, ef’al ile akval hiçbir suretle birbirine uymamakta, sözlerin güzelliği işlerin çirkinliği yanında sönüp gitmektedir. Ve yine zannımız da hala sabittir ki, bu haller doğrudan doğruya Beşiktaş’ın kolayca hazmedilecek bir lokma olmadığını görmekten ileri gelmiştir.”


    Fenerbahçe’nin Bu Olayda Rolü Ne?

    Bu, akla gelen en tabii sorudur. Öncelikle, bu maçla ilgili yapılmış haber ve/veya yorumların hiçbirinde -maçın oynanması açısından müspet veya menfi herhangi bir şekilde müdahil sıfatıyla– Fenerbahçe’ye rastlamadım. Öte yandan, bu süreçte hiçbir gazetede Fenerbahçe bağlamında bir “hareketsizlikten” dahi bahsedildiğini de görmedim. Dolayısıyla; Fenerbahçe’nin maçın oynanması yönünde bir irade ortaya koyduğunu söyleyemediğim gibi, maçın oynanmaması konusunda Galatasaray’la -sessiz de olsa- bir ittifak halinde olduğunu da söyleyemem. Hasılı bu nokta, şu an itibarıyle benim için de karanlıkta kalmış olan bir nokta..

    Son olarak, belki birçok kişi için yeni olacak bir bilgi vereyim. 1924 yılının kasım ayında oynanan maç, iki takımın birinci takımları arasındaki ilk maçtı. Ama Siyah-Beyaz ve Sarı-Lacivert formalar ikinci takımlar seviyesinde ondan önce 2 defa karşı karşıya gelmişlerdi.

    Bu karşılaşmaların ilki 1921 yılının haziran ayında oldu. Maçın skorunu bilemesek de, Fenerbahçe ikinci takımının rakibini mağlup ettiğini biliyoruz. İkincisi ise, 1924 yılının Ağustos ayında oynandı ve Fenerbahçe ikinci takımı Beşiktaş ikinci takımını 2-1 yendi.

    Serhan Oytun Eroğlu

    KAYNAKÇA
    (1) “Turnuva Maçları”, Hamza Osman, Alemdar, 19 Nisan 1921
    (2) “Galatasaray Kupası Müsabakaları ve Bir Tavzih”, Galatasaray Kupası Turnuva Heyet-i Tertibiyesi, Alemdar, 28 Nisan
    (3) İkdam, 24 Nisan
    (4) “Turnuvanın İkinci Günü”, Hamza Osman, Alemdar, 24 Nisan
    (5) “Pazar Günkü Futbol Maçları”, Hamza Osman, Alemdar, 26 Nisan
    (6) “Galatasaray Kupası Müsabakaları ve Bir Tavzih”, Galatasaray Kupası Turnuva Heyet-i Tertibiyesi, Alemdar, 28 Nisan
    (7) “Tavzihi Tavzih”, Hamza Osman, Alemdar, 30 Nisan,
    (8) “Sonuncu İzah-Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü’nden”, Alemdar, 7 Mayıs
    (9) İkdam, 28 Haziran 1921
    (10) Tevhid-i Efkar, 11 Ağustos 1924

  • 7 Mayıs 1950… Fenerbahçe’nin 9. Türkiye Şampiyonluğu

    Yukarıda dönemin görselleri eşliğinde dinleyeceğiniz ses kaydı, bundan tam 70 sene önce, biri tribünde, diğeri sahada Fenerbahçe’nin şampiyonluğu için çarpışan iki kişinin, geçtiğimiz yıllarda kayıt altına alınan bir telefon konuşması.

    Kadim ve eşine gerçekten az rastlanacak kadar tutkulu bir Fenerbahçe taraftarı olan Talat Sarıtaş, Fenerbahçe tarihinin en entelektüel sporcularından biri, hatta büyük ihtimalle birincisi olmakla birlikte, ömrü boyunca haksızlık karşısında bir milim büküldüğü görülmeyen rahmetli Halit Deringör ile Fenerbahçe’nin 9. Türkiye Şampiyonluğu’nu konuşuyor.

    Ne olur, ne olmaz, YouTube linkini de “şöylebırakalım.


    Fenerbahçe , 1950’nin Mayıs ayında, o sezonki Milli Eğitim Kupası’nın (yani Milli Küme’nin) final niteliğindeki iki maçını oynamak üzere İzmir’e gitti.

    6 Mayıs 1950 tarihinde oynanan Göztepe maçını Ahmet Erol’un (3) ve Lefter Küçükandonyadis’in golleriyle kazanan Fenerbahçe, ertesi gün Altay’ın karşısına çıktı. Belirlenmiş averaj sistemine göre Fenerbahçe’nin şampiyon olmak için maçı 4-0 kazanması gerekiyordu. Bir gol yemesi halindeyse şampiyonluk için gereken skor 8-1 olacaktı.

    Son dakikada gelen golle şampiyonluğu kazandığımız maçın detaylarını (son satırlardan anlaşıldığı kadarıyla yazısını otelin telefonundan yazdıran muhabirin kalemiyle) Milliyet gazetesinden okuyalım.

    Milli Eğitim Müsabakalarına bugün Alsancak stadında devam olundu. Birinci maçta Vefa, Göztepe’yi 4-0 yendi.

    İkinci maça Fener şu kadro ile çıktı :
    Cihat, Müzdat, Hilmi, Samim, Kamil, Nusret, Erol, Lefter, Ahmet, Cemal, Halit

    Oyuna Fenerbahçe rüzgara karşı başladı.

    Sinirli bir hava içinde devam eden oyunda Fenerbahçe nisbî bir hakimiyet tesis etti ise de 40. dakikaya kadar gol olmadı.

    Bu arada Cihat iki tane çok mühim kurtarış yaptı.

    40. dakikada derinliğine bir pas alan Ahmet sol bir şutla ilk golü yaptı, devre de böylece 1-0 Fenerbahçe’nin galibiyetiyle sona erdi.

    İkinci devrede rüzgarı arkasına alan Fenerbahçe gol adedini 4’e çıkartmak gayesiyle oyuna hızlı başladı.

    4. dakikada Samim, Altay kalesinin karışmasından istifadeederek, köşeden ikinci golü yaptı.

    8. dakikada da Ahmet üçüncü golü kaydetti.

    Bundan sonra da oyun çığrından çıktı

    Altay kalecisi yaralandı, yerine santrfor Bayram geçti.

    Altay gol yememeye uğraşıyor, Fenerbahçeliler ise bir gol daha atarak şampiyonluğu kazanmak için uğraşıyor. Her iki takım aynı durumda çalışıyor, Fenerbahçe mütemadiyen bastırıyor fakat netice alamıyor.. Bu arada Fener iki gol yaptıysa da ofsayttan durduruldu. Oyun sonlarına doğru Bayram da sakatlandığından yerine Mehmet geçti. Bu arada bir korner oldu. Halit’in çok güzel attığı kornere bütün oyuncular birden çıktı. Kamil’le Samim kaleye yüklendiler ve top Samim’in kafasıyla içeri girdi.

    Altaylılar bu gole itiraz ettilerse de hakem kararında ısrar etti ve Altaylılar da sahayı terk ettiler. Oyun da zaten bitmişti.

    Tribünlerde ve sahada bir hercümerçtir gidiyordu. Fenerbahçeliler yarım saat kadar soyunma odasında kaldılar. Oyuncular polis ve jandarma kordonu altında otobüse gidildiği sırada, bazı taşkın seyircilerin taarruzuna uğradılar; güçlükle otobüse binildi. Otobüs mütemadiyen taşlanıyordu. Otobüste bütün oyuncular yere yatmış bir haldeydi. Otobüsün kırılmadık camı kalmadı. Futbolcularla biz bu şekilde otele geldik. Otelin etrafını da halk sarmıştı. Polis ve jandarmanın müdahelesiyle zorla içeri girildi.

    Bu arbedede Halit kulağına isabet eden bir taşla yaralandı ve tedavi altına alındı. Otel sabaha kadar inzibat kuvvetlerinin muhafazası altında kalacak.

    Sporcular odalarında kapıları kilitli olarak oturmaktadırlar.

    8 Mayıs 1950 tarihli Milliyet gazetesinden
  • Necip Okaner’in 1911 Tarihli Fotoğrafı

    Sevgili Tuncay Yavuz internette yukarıdaki fotoğrafa denk gelmiş. Fenerbahçe’nin kurucularından birisi olan Necip Okaner’in (altında 15 Ekim 1911 tarihi yazılı) resmi bir müzayede sitesine gelmiş. “Yöneticilerimizden biri alıp kulüp müzemize kazandırır inşallah” dileklerimizle…

  • Amigo Tevfik Arşivinden Tribün Enstantaneleri

    Hazır Alp Bacıoğlu 1970’leri anlatmaya başlamışken Amigo Tevfik’in arşivinden verdiği bazı görselleri paylaşalım istedik. Kim bilir, belki tanıdık birilerine rastlarsınız. Yüz ifadeleriyle beraber muhteşem fotoğraflar…

  • Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Fenerbahçe’yi sevdirenler kadar, Fenerbahçe’yi sevenlerin de geçmişini bilmemiz gerek… Fenerbahçe tarihine imza atmış birçok ismi şahsen tanıma ve onlarla uzun saatler boyunca sohbet etme imkanı bulmuş değerli büyüğümüz Alp Bacıoğlu, aynı zamanda 1960’lardan beri Fenerbahçe tribünlerinin muazzam bir emekçisi.. “Çok yaşasın” diyor, yarım asırlık bir hikaye için sözü ona bırakıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Kaynak : Zaman Tünelinde Fenerbahçe

    1963 – 1964 sezonunun ikinci yarısından itibaren Fenerbahçe’nin her maçına gitmeye başladım. Artık tüm ruhum ve benliğimle oradaydım. Kısa bir süre sonra varlığımın, kişiliğimin, kısacası benliğimin oradaki toplumun benliğiyle kaynaştığına tanık olacaktım. Ertesi yıl, 1964 – 1965 sezonunda artık tribünde ciddi arkadaşları, ağabeyleri olan bir Fenerbahçeliydim.

    Tribüncülüğümün bu ilk yıllarında benim gibi gençlerin gurur duyduğu, en çok övündüğü olay ise şuydu:

    Tribünleri bağırtan, coşturan Kör Çetin, Şişe Haldun, Baba Numan, Astsubay Yücel, Lazoli Zeki, Asker Erdoğan, Süha Baba amigo ya da günümüzün deyişiyle tribün liderleri taraftarı coşkuyla bağırtırken kendilerinden geçerlerdi. Bu arada doğaldır ki her zaman için dengelerini yitirip üst kattan aşağıya düşme tehlikeleri vardı. Bu ağabeylerimiz kendilerinden geçmiş bir şekilde taraftarı bağırtırken düşmemeleri için ayaklarından sıkıca kavranıp, düşmeleri engellenmeliydi. Bu görev işte biz tribün çocuklarına, gençlerine kalırdı. 1964 yılından itibaren pek çok tribün liderinin, bizim gözümüzde tribün efsanesi Fenerbahçelilerin yanında, yakınında bulundum. O yıllarda onların dengelerini yitirip düşmemelerini sağlamamda katkımın olması diğer gençler gibi benim içimde bir övünç ve mutluluk kaynağıydı.

    İlk Deplasman

    İlk deplasmana gidişim ise bir sezon sonradır. 1964 – 1965 sezonu Aralık ayında rahmetli babam bir işi için Ankara’ya gidecekti. Israrla beni de yanında götürmesini istedim. Bu ısrarımın nedenini tabii peder bey hemen anlamıştı. Çünkü 26 Aralık 1964 Cumartesi günü PTT ile lig maçımız vardı. Yaşamımdaki bu ilk deplasman karşılaşmasını Aydın’ın golüyle 1 – 0 kazanmıştık. Bir yıl sonra ise artık deplasmanlara tribün arkadaşlarım ve ağabeylerim ile gitmeye başladım.

    İstanbul’daki ilk tribünüm ise İnönü’deki Yeni Açık’tır. O dönemde tribün kovalamaya başlayan çocuklar ya da gençler için bu değişmeyen bir olgu idi. Eğer bağırıp takımınıza destek vermek istiyorsanız, başka da seçeneğiniz yoktu. İşe Yeni Açık’tan başlardınız.

    1960’larde ne Ali Sami Yen’de ne de Kadıköy Şükrü Saracoğlu’nda maçların oynanmadığı yıllardı. Maçlar Dolmabahçe, Mithatpaşa, İnönü olarak sık sık adı değişen statta oynanırdı. İşte bu İnönü Stadı’nın maçlarımızda takıma destek veren ve bağıran tek tribünü “Yeni Açıktı.”

    O dönemlerde stat Beşiktaş Kulübü’ne verilmemişti. Şimdiki gibi stadın dört bir yanı da koltuklu değildi. Sanırım bir tek eskiden “Şeref Tribünü” denen, bugünkü Protokol Tribünü’nde koltuk vardı. Serbest giriş kartlıların girdiği bir başka tribün de L Tribünü idi. Orada koltuk sistemi var mıydı, onu bilemiyorum. Kapalı ve numaralıda üç şeritli tahtalar beton üzerine kalın beton çivileriyle çakılmışlardı. Maça gelen taraftarlar o tahtaların üzerine otururduk. Deniz tarafındaki “Eski Açık” ile eskiden Gazhane tarafı diye adlandırılan “Yeni Açık” tribünde sıralar betondandı. Buradaki taraftarlar taşın üzerine oturmak zorundaydık.

    Tıklım Tıklım

    İnönü’nün böyle koltuksuz hali 41 bin biletli seyirci alırdı. Buna karşın karşılaşmalar televizyonlardan da naklen yayınlanmadığı için stat genellikle dolardı. Hatta birçok maçta dışarıda kalanlar bile olurdu. Bunları Galatasaray ya da Beşiktaş derbileri için söylemiyorum. Normal bir lig maçında bile bu dışarıda kalma olayı, bu sıkıntı yaşanırdı.

    Maçlar hep öğleden sonraları oynandığı için maçın oynanacağı gün hafta sonu tatili olmasına karşın sabah çok erken kalkardım. Bizim gibi her maça gitme zorunluluğu olan taraftarlar için koşuşturmadan yapacağımız rahat bir kahvaltı özlem duyduğumuz bir şeydi. Benim annem, babam, kardeşlerim ile birlikte zaman kavramı olmadan oradan buradan söyleşerek yaptığım kahvaltı sayısı liglerin tatile girdiği yaz ayları ile sınırlı idi. Çünkü ligler başladıktan sonraki haftalarda bir an önce kahvaltıyı yapıp İnönü’ye doğru yola çıkmadığınız her dakika aleyhinize işler, dışarı da kalma olasılığınız artardı.

    En fazla saat dokuz, dokuz buçukta İnönü’nün önünde olmak zorundaydınız. Orada hemen kuyruktaki yerinizi alır, kapının açılmasını beklerdiniz. Eğer tribünün eskilerinden bir tribüncü iseniz ayrıcalıklı bir konuma gelirdiniz. 1970’lerin ikinci yarısından sonra ben de bu ayrıcalıklı tribüncülerdendim. Bazen tribünden genç arkadaşlarımız kuyruktaki yerimizi tutarlar. Bizlerse Çiçek Pasajı’na gidip biraz atıştırır, bir iki duble parlatırdık. Eğer maç 15.30’da ise kapılar ancak öğleden sonra açıldığı için böyle bir şansımız olurdu. İnönü’de kapılar nedense yıllar yılı hep geç açılmıştır.

    Uzayan Kuyruklar

    Eskiden büyük bir dert de, oluşturulmuş olan ve uzayıp giden kuyruğun sonuna girmeyi göze alamayanlar kendilerini biran önce içeriye atmak için kapı önünde karambol yaratırlardı. 1960’larda stat önünde birde atlı polisler olurdu. Bunlar bazen atlarını tek sıra olunması konusunda uyarı olması bakımından karambolcülerin üzerine sürerlerdi. 1970’lerde atlı polisler kaldırıldı. Yerlerini coplu polisler aldı. Onlar içeri giriş kuyruğun baş tarafı kalabalıklaşıp karambol arttığı vakit coplarını haşin bir şekilde bilinçsizce sallayarak kalabalığın içine dalarlar, tek sıra olunması konusunda da sözlü uyarırlardı. Eski tribüncü olup da polis copu yememiş taraftar yok gibidir.    

    Günümüzün taraftarları kombinesi ya da internetten daha önce aldığı bileti cebinde olduğu için maçın başlama saatine yarım saat kala stada gelebilir. Oysaki 30, 40 yıl önceki o yıllar Avrupa kupası maçları için üç, dört gün önceden kulüpten yapılan bilet satışı dışında biletinizi ancak maç günü alabilirdiniz. Yani sevgili okurlar, eskiden tribün ve tribüncülük zorluktu, sıkıntıydı kısacası külfetti. Şimdiki taraftarların bu bakımdan çok şanslı olduğunu söylememe sanırım gerek yok…

    Alp Bacıoğlu / Yarım Asırlık Bir Tribün Hikayesi

  • Yarım Asır Önce İnönü Stadı ve Fenerbahçe Tribünleri

    Sağdaki resim 1968 yılında, Spor Sergi Sarayı’nda oynanan bir Fenerbahçe-İTÜ maçından. Fenerbahçeli taraftarlar, Fenerbahçeli olduğu bilinen İTÜ oyuncusu Kemal Erdenay’a muhtemelen “Fener’e gel” diyorlar.
    X işaretli Alp Bacıoğlu.

    Fenerbahçe’yi sevdirenler kadar, Fenerbahçe’yi sevenlerin de geçmişini bilmemiz gerek… Fenerbahçe tarihine imza atmış birçok ismi şahsen tanıma ve onlarla uzun saatler boyunca sohbet etme imkanı bulmuş değerli büyüğümüz Alp Bacıoğlu, aynı zamanda 1960’lardan beri Fenerbahçe tribünlerinin muazzam bir emekçisi… Kendisinin geçmişte farklı mecralarda yayınlanmış yazılarını burada, tek bir yerde kayıt altına alacağız. “Çok yaşasın” diyor, sözü ona bırakıyoruz.

    * * * * * *

    1963 – 1964 sezonunun ikinci yarısından itibaren Fenerbahçe’nin her maçına gitmeye başladım. Artık tüm ruhum ve benliğimle oradaydım. Kısa bir süre sonra varlığımın, kişiliğimin, kısacası benliğimin oradaki toplumun benliğiyle kaynaştığına tanık olacaktım. Ertesi yıl, 1964 – 1965 sezonunda artık tribünde ciddi arkadaşları, ağabeyleri olan bir Fenerbahçeliydim.

    Tribüncülüğümün bu ilk yıllarında benim gibi gençlerin gurur duyduğu, en çok övündüğü olay ise şuydu:

    Tribünleri bağırtan, coşturan Kör Çetin, Şişe Haldun, Baba Numan, Astsubay Yücel, Lazoli Zeki, Asker Erdoğan, Süha Baba amigo ya da günümüzün deyişiyle tribün liderleri taraftarı coşkuyla bağırtırken kendilerinden geçerlerdi. Bu arada doğaldır ki her zaman için dengelerini yitirip üst kattan aşağıya düşme tehlikeleri vardı. Bu ağabeylerimiz kendilerinden geçmiş bir şekilde taraftarı bağırtırken düşmemeleri için ayaklarından sıkıca kavranıp, düşmeleri engellenmeliydi. Bu görev işte biz tribün çocuklarına, gençlerine kalırdı. 1964 yılından itibaren pek çok tribün liderinin, bizim gözümüzde tribün efsanesi Fenerbahçelilerin yanında, yakınında bulundum. O yıllarda onların dengelerini yitirip düşmemelerini sağlamamda katkımın olması diğer gençler gibi benim içimde bir övünç ve mutluluk kaynağıydı.

    İlk deplasmana gidişim ise bir sezon sonradır. 1964 – 1965 sezonu Aralık ayında rahmetli babam bir işi için Ankara’ya gidecekti. Israrla beni de yanında götürmesini istedim. Bu ısrarımın nedenini tabii peder bey hemen anlamıştı. Çünkü 26 Aralık 1964 Cumartesi günü PTT ile lig maçımız vardı. Yaşamımdaki bu ilk deplasman karşılaşmasını Aydın’ın golüyle 1 – 0 kazanmıştık. Bir yıl sonra ise artık deplasmanlara tribün arkadaşlarım ve ağabeylerim ile gitmeye başladım.

    İstanbul’daki ilk tribünüm ise İnönü’deki Yeni Açık’tır. O dönemde tribün kovalamaya başlayan çocuklar ya da gençler için bu değişmeyen bir olgu idi. Eğer bağırıp takımınıza destek vermek istiyorsanız, başka da seçeneğiniz yoktu. İşe Yeni Açık’tan başlardınız.

    1960’larde ne Ali Sami Yen’de ne de Kadıköy Şükrü Saracoğlu’nda maçların oynanmadığı yıllardı. Maçlar Dolmabahçe, Mithatpaşa, İnönü olarak sık sık adı değişen statta oynanırdı. İşte bu İnönü Stadı’nın maçlarımızda takıma destek veren ve bağıran tek tribünü “Yeni Açıktı.”

    O dönemlerde stat Beşiktaş Kulübü’ne verilmemişti. Şimdiki gibi stadın dört bir yanı da koltuklu değildi. Sanırım bir tek eskiden “Şeref Tribünü” denen, bugünkü Protokol Tribünü’nde koltuk vardı. Serbest giriş kartlıların girdiği bir başka tribün de L Tribünü idi. Orada koltuk sistemi var mıydı, onu bilemiyorum. Kapalı ve numaralıda üç şeritli tahtalar beton üzerine kalın beton çivileriyle çakılmışlardı. Maça gelen taraftarlar o tahtaların üzerine otururduk. Deniz tarafındaki “Eski Açık” ile eskiden Gazhane tarafı diye adlandırılan “Yeni Açık” tribünde sıralar betondandı. Buradaki taraftarlar taşın üzerine oturmak zorundaydık.

    İnönü’nün böyle koltuksuz hali 41 bin biletli seyirci alırdı. Buna karşın karşılaşmalar televizyonlardan da naklen yayınlanmadığı için stat genellikle dolardı. Hatta birçok maçta dışarıda kalanlar bile olurdu. Bunları Galatasaray ya da Beşiktaş derbileri için söylemiyorum. Normal bir lig maçında bile bu dışarıda kalma olayı, bu sıkıntı yaşanırdı.

    Maçlar hep öğleden sonraları oynandığı için maçın oynanacağı gün hafta sonu tatili olmasına karşın sabah çok erken kalkardım. Bizim gibi her maça gitme zorunluluğu olan taraftarlar için koşuşturmadan yapacağımız rahat bir kahvaltı özlem duyduğumuz bir şeydi. Benim annem, babam, kardeşlerim ile birlikte zaman kavramı olmadan oradan buradan söyleşerek yaptığım kahvaltı sayısı liglerin tatile girdiği yaz ayları ile sınırlı idi. Çünkü ligler başladıktan sonraki haftalarda bir an önce kahvaltıyı yapıp İnönü’ye doğru yola çıkmadığınız her dakika aleyhinize işler, dışarı da kalma olasılığınız artardı.

    En fazla saat dokuz, dokuz buçukta İnönü’nün önünde olmak zorundaydınız. Orada hemen kuyruktaki yerinizi alır, kapının açılmasını beklerdiniz. Eğer tribünün eskilerinden bir tribüncü iseniz ayrıcalıklı bir konuma gelirdiniz. 1970’lerin ikinci yarısından sonra ben de bu ayrıcalıklı tribüncülerdendim. Bazen tribünden genç arkadaşlarımız kuyruktaki yerimizi tutarlar. Bizlerse Çiçek Pasajı’na gidip biraz atıştırır, bir iki duble parlatırdık. Eğer maç 15.30’da ise kapılar ancak öğleden sonra açıldığı için böyle bir şansımız olurdu. İnönü’de kapılar nedense yıllar yılı hep geç açılmıştır.

    Eskiden büyük bir dert de, oluşturulmuş olan ve uzayıp giden kuyruğun sonuna girmeyi göze alamayanlar kendilerini biran önce içeriye atmak için kapı önünde karambol yaratırlardı. 1960’larda stat önünde birde atlı polisler olurdu. Bunlar bazen atlarını tek sıra olunması konusunda uyarı olması bakımından karambolcülerin üzerine sürerlerdi. 1970’lerde atlı polisler kaldırıldı. Yerlerini coplu polisler aldı. Onlar içeri giriş kuyruğun baş tarafı kalabalıklaşıp karambol arttığı vakit coplarını haşin bir şekilde bilinçsizce sallayarak kalabalığın içine dalarlar, tek sıra olunması konusunda da sözlü uyarırlardı. Eski tribüncü olup da polis copu yememiş taraftar yok gibidir.    

    Günümüzün taraftarları kombinesi ya da internetten daha önce aldığı bileti cebinde olduğu için maçın başlama saatine yarım saat kala stada gelebilir. Oysaki 30, 40 yıl önceki o yıllar Avrupa kupası maçları için üç, dört gün önceden kulüpten yapılan bilet satışı dışında biletinizi ancak maç günü alabilirdiniz. Yani sevgili okurlar, eskiden tribün ve tribüncülük zorluktu, sıkıntıydı kısacası külfetti. Şimdiki taraftarların bu bakımdan çok şanslı olduğunu söylememe sanırım gerek yok…

    Alp BACIOĞLU