Yazar: Canarino

  • 30. Yılında Fenerbahçe Kurucular Heyeti

    1937 yılında “Fenerbahçe’de yolsuzluk yapılıyor” iddiaları ortaya atılınca, müessesan (kurucular) heyeti bir toplantı düzenliyor. Önemli Fenerbahçelilerin katıldığı toplantıyı o sene yayın hayatına başlayan Sarı-Lacivert dergisi aşağıdaki şekilde anlatmış. Haberin içinde çok kıymetli iki de fotoğraf var. Dikkat çekici nokta, orada mevcut olan bir sürü isimden ziyade, olmayanlar… Enver Bey, Ziya Bey, Necip Bey, Galip Bey, Mustafa Bey, Nasuhi Bey gibi isimler yok. Klikler o zaman da çalışıyor.

    * * * * * *

    Son teftişler ve bu teftişleri takip eden müddetler esnasına gazetelerde intişar eden ve halkın ağzında dolaşan dedikodulara bir cevap vermek ve idare heyetine itimat ve müzaheretlerine teyit eylemek maksadile Fenerbahçe müessisleri dün saat 10’da Kadıköyündeki klüp merkezinde toplanmışlardır.

    İçtimaa eski Ziraat vekili Manisa mebusu Sabri Toprak riyaset etmiştir. Celse açıldıktan sonra İdare heyet namına klübün ikinci reisi ve gazetemiz başmuharriri Hayri Celal Atamer bütün hadisatı olduğu gibi ve mufassalan anlatmış, klübün şahsiyeti maneviyesine yapılan çirkin isnatları ve İdare Heyetinin bunlara karşı aldığı tedbirleri izahtan sonra kendilerine itimat edilip edilmeyeceğini sormuştur. Bundan sonra hesap müfettişi raporu okunmuş ve bir çok müessisler söz almışlar, çıkarılan dedikoduları şiddetle reddetmişlerdir. Neticede 15 Eylül 937 tarihine kadar olan hesaplardan İdare Heyeti ibra edilmiş ve itimat beyanından sonra müessisler heyeti umumiyesi namına aşağıda yazılı kararın bütün gazetelerle neşrine karar vermişlerdir. Kararın sureti şudur:

    “Fenerbahçe spor klübünün bu Eylülün 26 ıncı pazar günü sabahı saat onda klüp merkezinde fevkalade olarak toplanan müessisler heyeti, klüp idaresini ve hesaplarını mevzuu müzakere ederek bu idarenin ve hesapların tamamen usüle muvafık ve muntazam olduğunu memnuniyetle görüp idare heyetine teşekkürle müzaheretini teyide karar vermiştir”

    Toplantıda şu zevat hazır bulunmuşlardır:
    Ragıp Ziya
    Saip Şevket Korhasan
    Hayri Celal Atamer
    Hasan Kamil Sporel
    Hüsamettin
    Celal Zülüflü
    Mehmet Reşat
    Fikret
    İbrahim Hakkı Turgay
    Arif Rıza Sporel
    Bedri Gürsoy
    Sabih
    Nizamettin
    Said Selahaddin Cihanoğlu
    Niyazi Sel
    Cafer Ali Çağatay
    Doktor Hamit Hüsnü
    Süreyya Salih
    Ferhat
    Zeki Rıza Sporel
    Şakir Beşe
    Yaşar
    Kadri Celal
    Ali Muhiddin Hacı Bekir
    Muzaffer
    Nedim Kaleci
    Sabri Toprak

    Bu satırlar harici bu mesele ile alakadar hiç bir havadisin aslı olmadığını selahiyetle beyan eyleriz.

  • Ebedi Dostluk

    Ebedi Dostluk

    Fenerbahçe’nin eli kalem tutan futbolcularından birisi olan Sedat Taylan, “Fenerbahçe’den Hatıralar” kitabında Fenerbahçe-Galatasaray dostluğundan bahsediyor. Artık “ebedi dostluk” tabirinden ne anladığınıza bağlı…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ebedi Dostluk mu?

    Eskiden İstanbul vilayetinin karşısında “İhsan Kıraathanesi” adıyla maruf bir kahve vardı. Bugün bir doğramacının işgal ettiği bu salon 15 sene evvel başta Fenerbahçe ve Galatasaraylılar olmak üzere geniş bir sporcu zümresinin toplanma yeriydi. Her gün öğle paydosunda bu kıraathanede bir çok futbolcuları ve kulüp idarecilerini görmek imkan dahilinde idi.

    Buranın müdavimleri o zamanın en tanınmış sporcuları ve idarecileriydi. Mesela Galatasaraylı Yusuf Ziya, Sadun Galip, merhum Sedat Rıza, Arslan Nihat, Müslih Hoca, Leblebi Mehmet, Bek Ali, M. Nazif, Ulvi, Ömer Besim, Kemal Rıfat; Fenerbahçeli Zeki Rıza, Doktor İsmet, Kadri, Bedri, Alaaddin, Sabih, Hamit, Nedim, bugün Fen fakültesinin dekanı bulunan Fenerbahçe’nin sol hafı Fahir, ilk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü, eski Spor Alemi sahibi ve bugün Ankara radyosunda kendisini bize zevkle dinlettiren Sait Çelebi bu kahvenin en sadık müşterilerini teşkil ederlerdi. Bu saydıklarımdan başka daha bir çok sporcular ve bilhassa bu iki kulübün taraftarları günün öğle saatlerini daima burada geçirirlerdi.

    Fakat Fenerbahçe ve Galatasaraylılar o zamanki şiddetli rekabet taassubu dolayısıyla yek diğerleriyle hemen hiç konuşmazlardı. Salonun bir köşesini Galatasaraylılar, diğer köşesini de Fenerbahçeliler işgal ederlerdi. Spor sahasında başlayan bu rekabet iki kulüp taraftarlarını normal hayat sahasında bile hissedilir derecede birbirinden ayırmıştı. Hatta milli ve temsili maçlar için yapılan seyahatlerde bile vapurda, trende, otelde ve toplu gezmelerde her iki takım oyuncuları da bu ayrılığı muhafaza etmeye çalışırlardı.

    Bugün böyle tabii bir toplantı yeri bulunmadığı muhakkak. Halbuki o zaman bu kıraathanede geçen her günün iki saati insana ne kadar kısa gelirdi. Bilhassa Fenerbahçe-Galatasaray maçları arifelerinde ve maçlardan sonra bu salon ne heyecanlı münakaşalara sahne olurdu. Maçın ertesi günü galip takımın bir kısmı ve taraftarları tam vaktinde kahveye gelirler ve bol bir neşe içinde rakip takımın futbolcularını ve taraftarlarını beklerlerdi. Tabii o gün yenilen takımdan ve taraftarlarından kahveye gelen pek az olurdu. Gelenler de galiplerin kat’iyen ağır olmayan şakalarına sabırla tahammül ederlerdi.

    Eğer maçı Fenerbahçe kazanmışsa, muhakkak ki İhsan Kıraathanesi’nde mebzul kahkahalara ve Galatasaraylılara tatlı tatlı takılarak en fazla konuşan Sait Çelebi olurdu. Fakat Fenerbahçe maçı kaybetmişse, İhsan Kıraathanesi bu sadık müdaviminden birkaç gün mahrum kalırdı.

    Milli Maç Başka Ama!

    Yine bir öğle üzeri İhsan Kıraathanesi’nde oturuyorduk. Yanımda bir gazeteci arkadaş vardı. Hemen bitişik masada da o zaman İstanbul vilayetinde mühim bir vazifesi olan bir zat oturuyordu. O zamanki meşhur futbolcuların isimlerini bilen fakat kendilerini tanımayan bu zat, gazeteci arkadaşa hangisinin Zeki, hangisinin Nihat, hangisinin Alaaddin olduğunu soruyor, arkadaş da teker teker hepsini gösteriyor ve izahat veriyordu.

    Arada geniş bir rekabet de olsa, böyle bir rekabetin iki grup halinde oturmalarına kâfi bir sebep teşkil edemeyeceğini ileri süren bu zatla, spor işlerinde bilgisine inandığım gazeteci arkadaş arasında aşağı yukarı şöyle bir muhavere olmuştu :

    – Peki, bunlar millî veya temsili müsabakalarda nasıl beraber oynuyorlar?

    – Netice itibariyle millî bir maçtır. Tabii birleşecekler ve birlikte oynayacaklar.

    – İdman Cemiyetleri İttifakı bu rekabeti giderme çarelerini aramıyor mu?

    – Bu rekabet senelerden beri her iki kulübün iliklerine işlemiştir. İdman Cemiyetleri İttifakı, eğer bu rekabeti önlemeye çalışırsa ki, bunu yapacak kudrette değildir. Esasen bu rekabetin devam etmesi ve hatta bir iki kulübün daha bu rekabeti yapacak bir kuvvete gelmesi Türk futbolu için çok faydalı olur. Bu iki kulübün ezeli rekabeti Türk futbolunun bir sembolü olarak daima devam edecektir.

    Gazeteci arkadaşım bu sözlerinde kat’iyyen yanılmamıştı. Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti aşağı yukarı şeklini muhafaza ederek devam ederken bu arada üçüncü bir kulüp daha yetişerek bu rekabeti paylaşmıştı. Eskiden Fenerbahçe, Galatasaray’a inhisar eden bu rekabete bir de Beşiktaş Kulübü ortak olmuş ve bu üç kulübün rekabeti Türk futbolunun ilerlemesini daha süratleştirmiştir.

    İhsan Kıraathanesi’nin revaçta bulunduğu devirlerde Türk millî takımının on birini hemen hemen bu iki güzide kulübün futbolcuları teşkil ederdi. Bu kıraathanede birbirinden uzakta oturan bu gençler millî ve temsilî maçlarda aynı formayı giydikleri zaman bütün kalpleriyle birleşirlerdi. Ertesi günü İhsan Kıraathanesi’ne gidenler onları yine eskisi gibi ayrı ayrı masalarda oturur görürlerdi.

    Vilayetin karşısındaki bol camlı eski kıraathanenin önünden ne zaman geçsem saçları her gün biraz daha ağaran eski futbol yıldızlarının, onlarla beraber ihtiyarlayan bu salonda on beş sene evvel ne hararetli münakaşalar yaptıklarını adeta işitir gibi olurum. Belki onlar da yolları düştükçe buradan geçerken ihtiyar İhsan Kıraathanesi’ni hatırlarlar ve bir an bile olsa on beş sene evveline dönmekten kendilerini alamazlar.

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar / Ebedi Dostluk

  • Fenerbahçe – Galatasaray Dostluğu mu?

    Şehir Üniversitesi Taha Toros Arşivi’nden İhsan Kıraathanesi

    Sedat Taylan, “Fenerbahçe’den Hatıralar” kitabında Fenerbahçe-Galatasaray dostluğundan bahsediyor. Artık dostluktan ne anladığınıza bağlı…

    * * * * * *

    Eskiden İstanbul vilayetinin karşısında “İhsan Kıraathanesi” adıyla maruf bir kahve vardı. Bugün bir doğramacının işgal ettiği bu salon 15 sene evvel başta Fenerbahçe ve Galatasaraylılar olmak üzere geniş bir sporcu zümresinin toplanma yeriydi. Her gün öğle paydosunda bu kıraathanede bir çok futbolcuları ve kulüp idarecilerini görmek imkan dahilinde idi.

    Buranın müdavimleri o zamanın en tanınmış sporcuları ve idarecileriydi. Mesela Galatasaraylı Yusuf Ziya, Sadun Galip, merhum Sedat Rıza, Arslan Nihat, Müslih Hoca, Leblebi Mehmet, Bek Ali, M. Nazif, Ulvi, Ömer Besim, Kemal Rıfat; Fenerbahçeli Zeki Rıza, Doktor İsmet, Kadri, Bedri, Alaaddin, Sabih, Hamit, Nedim, bugün Fen fakültesinin dekanı bulunan Fenerbahçe’nin sol hafı Fahir, ilk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü, eski Spor Alemi sahibi ve bugün Ankara radyosunda kendisini bize zevkle dinlettiren Sait Çelebi bu kahvenin en sadık müşterilerini teşkil ederlerdi. Bu saydıklarımdan başka daha bir çok sporcular ve bilhassa bu iki kulübün taraftarları günün öğle saatlerini daima burada geçirirlerdi.

    Fakat Fenerbahçe ve Galatasaraylılar o zamanki şiddetli rekabet taassubu dolayısıyla yek diğerleriyle hemen hiç konuşmazlardı. Salonun bir köşesini Galatasaraylılar, diğer köşesini de Fenerbahçeliler işgal ederlerdi. Spor sahasında başlayan bu rekabet iki kulüp taraftarlarını normal hayat sahasında bile hissedilir derecede birbirinden ayırmıştı. Hatta milli ve temsili maçlar için yapılan seyahatlerde bile vapurda, trende, otelde ve toplu gezmelerde her iki takım oyuncuları da bu ayrılığı muhafaza etmeye çalışırlardı.

    Bugün böyle tabii bir toplantı yeri bulunmadığı muhakkak. Halbuki o zaman bu kıraathanede geçen her günün iki saati insana ne kadar kısa gelirdi. Bilhassa Fenerbahçe-Galatasaray maçları arifelerinde ve maçlardan sonra bu salon ne heyecanlı münakaşalara sahne olurdu. Maçın ertesi günü galip takımın bir kısmı ve taraftarları tam vaktinde kahveye gelirler ve bol bir neşe içinde rakip takımın futbolcularını ve taraftarlarını beklerlerdi. Tabii o gün yenilen takımdan ve taraftarlarından kahveye gelen pek az olurdu. Gelenler de galiplerin kat’iyen ağır olmayan şakalarına sabırla tahammül ederlerdi.

    Eğer maçı Fenerbahçe kazanmışsa, muhakkak ki İhsan Kıraathanesi’nde mebzul kahkahalara ve Galatasaraylılara tatlı tatlı takılarak en fazla konuşan Sait Çelebi olurdu. Fakat Fenerbahçe maçı kaybetmişse, İhsan Kıraathanesi bu sadık müdaviminden birkaç gün mahrum kalırdı.

    Yine bir öğle üzeri İhsan Kıraathanesi’nde oturuyorduk. Yanımda bir gazeteci arkadaş vardı. Hemen bitişik masada da o zaman İstanbul vilayetinde mühim bir vazifesi olan bir zat oturuyordu. O zamanki meşhur futbolcuların isimlerini bilen fakat kendilerini tanımayan bu zat, gazeteci arkadaşa hangisinin Zeki, hangisinin Nihat, hangisinin Alaaddin olduğunu soruyor, arkadaş da teker teker hepsini gösteriyor ve izahat veriyordu.

    Arada geniş bir rekabet de olsa, böyle bir rekabetin iki grup halinde oturmalarına kâfi bir sebep teşkil edemeyeceğini ileri süren bu zatla, spor işlerinde bilgisine inandığım gazeteci arkadaş arasında aşağı yukarı şöyle bir muhavere olmuştu :

    – Peki, bunlar millî veya temsili müsabakalarda nasıl beraber oynuyorlar?

    – Netice itibariyle millî bir maçtır. Tabii birleşecekler ve birlikte oynayacaklar.

    – İdman Cemiyetleri İttifakı bu rekabeti giderme çarelerini aramıyor mu?

    – Bu rekabet senelerden beri her iki kulübün iliklerine işlemiştir. İdman Cemiyetleri İttifakı, eğer bu rekabeti önlemeye çalışırsa ki, bunu yapacak kudrette değildir. Esasen bu rekabetin devam etmesi ve hatta bir iki kulübün daha bu rekabeti yapacak bir kuvvete gelmesi Türk futbolu için çok faydalı olur. Bu iki kulübün ezeli rekabeti Türk futbolunun bir sembolü olarak daima devam edecektir.

    Gazeteci arkadaşım bu sözlerinde kat’iyyen yanılmamıştı. Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti aşağı yukarı şeklini muhafaza ederek devam ederken bu arada üçüncü bir kulüp daha yetişerek bu rekabeti paylaşmıştı. Eskiden Fenerbahçe, Galatasaray’a inhisar eden bu rekabete bir de Beşiktaş Kulübü ortak olmuş ve bu üç kulübün rekabeti Türk futbolunun ilerlemesini daha süratleştirmiştir.

    İhsan Kıraathanesi’nin revaçta bulunduğu devirlerde Türk millî takımının on birini hemen hemen bu iki güzide kulübün futbolcuları teşkil ederdi. Bu kıraathanede birbirinden uzakta oturan bu gençler millî ve temsilî maçlarda aynı formayı giydikleri zaman bütün kalpleriyle birleşirlerdi. Ertesi günü İhsan Kıraathanesi’ne gidenler onları yine eskisi gibi ayrı ayrı masalarda oturur görürlerdi.

    Vilayetin karşısındaki bol camlı eski kıraathanenin önünden ne zaman geçsem saçları her gün biraz daha ağaran eski futbol yıldızlarının, onlarla beraber ihtiyarlayan bu salonda on beş sene evvel ne hararetli münakaşalar yaptıklarını adeta işitir gibi olurum. Belki onlar da yolları düştükçe buradan geçerken ihtiyar İhsan Kıraathanesi’ni hatırlarlar ve bir an bile olsa on beş sene evveline dönmekten kendilerini alamazlar.

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar

  • Fenerbahçe İşgalcileri Sepetledi

    Fenerbahçe İşgalcileri Sepetledi

    İstanbul 16 Mart 1920’de müttefikler tarafından işgal edildikten ancak 3.5 sene sonra 6 Ekim 1923’de özgürlüğüne kavuştu. Bununla beraber, Harington Kupası maçı, Fenerbahçe için işgal kuvvetlerine karşı oynanan son maç olmadı. 30 Eylül 1923 tarihinde Coldstream Guards ile bir maç daha yapan Fenerbahçe (*) bu maçı 5-1 kazandı ve işgalcileri böylece sepetledi. Yukarıda gördüğünüz fotoğraflar (**) dönemin Spor Alemi isimli gözde mecmuasından. Aşağıda ise yine aynı dergiden maçın anlatımını göreceksiniz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Rövanş

    Fenerbahçe Kulübü’nün son sene içinde ecnebi takımlarına karşı kazanmış olduğu muvaffakıyetler arasına bir de mağlubiyet karışmıştı ki işgal kuvvetlerinin İstanbul’dan hareketinden evvel herhalde silinmesi icap ediyordu. Bu maksatla Fenerbahçe’yi belli başlı üç oyuncusundan mahrum olduğu bir günde ikiye karşı altı gol ile mağlup etmeye muvaffak olan Goldstream Guards futbol ekibi kendisine vaki olan mükerrer müracaatlara rağmen rövanş maçını kabul etmemişti. Son defa olarak icra olunan teşebbüse nihayet cevab-ı muvaffakıyet alındığı cihetle 30 Eylül Pazar günü için kararlaştırılmıştı.

    Fenerbahçeliler mahal-i müsabakaya malum takımlarıyla geldikleri gibi İngilizler de Grenadier Guards oyuncularından bir iki kişi ile takviye edilmişlerdi. Büyük bir kalabalık huzurunda saat dört buçukta maça başlandı. Daha ilk dakikalardan itibaren oyunun heyecanlı olacağı hissediliyordu. Nitekim Fenerbahçe’nin rakip kalesine güzel bir inişini müteakip, İngilizlerin sür’atli mukabil bir akınları oyunu canlandırmıştı. Bilhassa bugün Fenerbahçe muhacim hattının iki açık oyuncusu İngilizleri çok uğraştırdılar.

    Zeki Bey oyunun bidayetinden on dakika sonra sıkı bir şutla ilk golü yaptı. Bu sayı üzerine müsabaka daha ziyade ehemmiyet kesbetmeye başladı. İngilizler behemehal mukabele etmek istiyorlardı. Biraz sonra soldan ilerleyen bir akın neticesinde merkez muhacimleri almış olduğu bir pası, top yere konmaksızın ve ani olarak Fener kalesine tevcih etti ve onlar da bir sayı kazandılar. Fakat Ömer Bey’in bir golü bunu yakından takip etti ve biraz sonra haftaym zamanı geldiğinden müsabakaya fasıla verdiler.

    İkinci Devre

    İkinci haftaym oyun ekseriya Fenerbahçe’nin lehine olmakla beraber bir müddet neticesiz devam ettiyse de sonlara doğru Goldstream oyuncularından birinin topa kale önünde el ile vurması üzerine verilen bir penaltı cezasından Fenerbahçe üçüncü sayıyı da kazandı. Ekseriya vaki olduğu gibi bugün de Fenerbahçe takımının karşısındaki oyuncularda yorgunluk alaimi belirmeye başlamıştı.

    Üst üste pek müsait iki fırsat kaçıran Zeki ve Alaaddin Beyler birbirini müteakip iki golle takımlarının sayılarını beşe iblağ ettiler ve bu suretle müsabaka bire karşı beş ile ve Fenerbahçe’nin parlak galibiyetiyle nihayet buldu. Fenerbahçe’nin bilhassa bugünkü oyununda umumi bir ahenk görüldü.

    Muhacim hattında bilhassa ilk haftaymda cenahlar iyi işledi. İştirak-ı mesai diğer günlere nazaran daha iyiydi. Muavin ve müdafiler çok çalıştılar. Oyunun merkez sikleti üzerinde orta muavin mühim bir amil idi. Şekip Bey günden güne terakki ediyor. İngilizlerin ekserisi güzel oynadılar. Aynı günde Fenerbahçe ikinci üçüncü takımları da Ermenilere galip gelmişlerdir.

    Açıklamalar

    (*) Fenerbahçe bu maça aşağıdaki kadroyla çıktı. Goller de parantez içlerinde…

    – Şekip Kulaksızoğlu
    – Cafer Çağatay (1)
    – Hasan Kamil Sporel
    – Fahir Yeniçay
    – İsmet Uluğ
    – Kadri Göktulga
    – Sabih Arca
    – Alaaddin Baydar (1)
    – Zeki Rıza Sporel (2)
    – Ömer Tanyeri (1)
    – Bedri Gürsoy

    (**) Kapaktaki açıklamalar ise şöyle :

    – İngilizlerin galip Goldstream takımı nihayet büyük bir mağlubiyetle şehrimizi terk etti.

    Yukarıdaki resim : Günün en mühim oyuncusu Bedri Bey parti arasında limon yerken.

    Ortadaki resim : Fenerbahçe – Goldstream takımları (Cafer ve Hasan Kamil Beyler bulunmadığı zaman resim alınmıştır)

    Aşağıdaki resim : Parti arasında Fenerbahçe’den Zeki, Alaaddin, Fahir Beyler dinlenirken.

    Spor Âlemi / Fenerbahçe İşgalcileri Sepetledi

  • Fenerbahçe’nin İşgalcileri Sepetlediği Maç

    İstanbul 16 Mart 1920’de müttefikler tarafından işgal edildikten ancak 3.5 sene sonra 6 Ekim 1923’de özgürlüğüne kavuştu. Bununla beraber, Harington Kupası maçı, Fenerbahçe için işgal kuvvetlerine karşı oynanan son maç olmadı. 30 Eylül 1923 tarihinde Goldstream Guards ile bir maç daha yapan Fenerbahçe (*) bu maçı 5-1 kazanacaktı. Yukarıda gördüğünüz fotoğraflar (**) dönemin Spor Alemi isimli gözde mecmuasından. Aşağıda ise yine aynı dergiden maçın anlatımını göreceksiniz. Hatamız olmuşsa affola. Keyifli okumalar…

    * * * * * *

    Fenerbahçe Kulübü’nün son sene içinde ecnebi takımlarına karşı kazanmış olduğu muvaffakıyetler arasına bir de mağlubiyet karışmıştı ki işgal kuvvetlerinin İstanbul’dan hareketinden evvel herhalde silinmesi icap ediyordu. Bu maksatla Fenerbahçe’yi belli başlı üç oyuncusundan mahrum olduğu bir günde ikiye karşı altı gol ile mağlup etmeye muvaffak olan Goldstream Guards futbol ekibi kendisine vaki olan mükerrer müracaatlara rağmen rövanş maçını kabul etmemişti. Son defa olarak icra olunan teşebbüse nihayet cevab-ı muvaffakıyet alındığı cihetle 30 Eylül Pazar günü için kararlaştırılmıştı.

    Fenerbahçeliler mahal-i müsabakaya malum takımlarıyla geldikleri gibi İngilizler de Grenadier Guards oyuncularından bir iki kişi ile takviye edilmişlerdi. Büyük bir kalabalık huzurunda saat dört buçukta maça başlandı. Daha ilk dakikalardan itibaren oyunun heyecanlı olacağı hissediliyordu. Nitekim Fenerbahçe’nin rakip kalesine güzel bir inişini müteakip, İngilizlerin sür’atli mukabil bir akınları oyunu canlandırmıştı. Bilhassa bugün Fenerbahçe muhacim hattının iki açık oyuncusu İngilizleri çok uğraştırdılar.

    Zeki Bey oyunun bidayetinden on dakika sonra sıkı bir şutla ilk golü yaptı. Bu sayı üzerine müsabaka daha ziyade ehemmiyet kesbetmeye başladı. İngilizler behemehal mukabele etmek istiyorlardı. Biraz sonra soldan ilerleyen bir akın neticesinde merkez muhacimleri almış olduğu bir pası, top yere konmaksızın ve ani olarak Fener kalesine tevcih etti ve onlar da bir sayı kazandılar. Fakat Ömer Bey’in bir golü bunu yakından takip etti ve biraz sonra haftaym zamanı geldiğinden müsabakaya fasıla verdiler.

    İkinci haftaym oyun ekseriya Fenerbahçe’nin lehine olmakla beraber bir müddet neticesiz devam ettiyse de sonlara doğru Goldstream oyuncularından birinin topa kale önünde el ile vurması üzerine verilen bir penaltı cezasından Fenerbahçe üçüncü sayıyı da kazandı. Ekseriya vaki olduğu gibi bugün de Fenerbahçe takımının karşısındaki oyuncularda yorgunluk alaimi belirmeye başlamıştı.

    Üst üste pek müsait iki fırsat kaçıran Zeki ve Alaaddin Beyler birbirini müteakip iki golle takımlarının sayılarını beşe iblağ ettiler ve bu suretle müsabaka bire karşı beş ile ve Fenerbahçe’nin parlak galibiyetiyle nihayet buldu. Fenerbahçe’nin bilhassa bugünkü oyununda umumi bir ahenk görüldü.

    Muhacim hattında bilhassa ilk haftaymda cenahlar iyi işledi. İştirak-ı mesai diğer günlere nazaran daha iyiydi. Muavin ve müdafiler çok çalıştılar. Oyunun merkez sikleti üzerinde orta muavin mühim bir amil idi. Şekip Bey günden güne terakki ediyor. İngilizlerin ekserisi güzel oynadılar. Aynı günde Fenerbahçe ikinci üçüncü takımları da Ermenilere galip gelmişlerdir.

    * * * * * *

    (*) Fenerbahçe bu maça aşağıdaki kadroyla çıktı. Goller de parantez içlerinde…

    – Şekip Kulaksızoğlu
    – Cafer Çağatay (1)
    – Hasan Kamil Sporel
    – Fahir Yeniçay
    – İsmet Uluğ
    – Kadri Göktulga
    – Sabih Arca
    – Alaaddin Baydar (1)
    – Zeki Rıza Sporel (2)
    – Ömer Tanyeri (1)
    – Bedri Gürsoy

    (**) Kapaktaki açıklamalar ise şöyle :

    – İngilizlerin galip Goldstream takımı nihayet büyük bir mağlubiyetle şehrimizi terk etti.

    – Yukarıdaki resim : Günün en mühim oyuncusu Bedri Bey parti arasında limon yerken.

    – Ortadaki resim : Fenerbahçe – Goldstream takımları (Cafer ve Hasan Kamil Beyler bulunmadığı zaman resim alınmıştır)

    – Aşağıdaki resim : Parti arasında Fenerbahçe’den Zeki, Alaaddin, Fahir Beyler dinlenirken.

  • Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe Başkanı

    Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe Başkanı

    “Fener” dergisi yetkilileri, Fenerbahçe’nin meşhur isimlerinden Hayri Celal Atamer’e en güzel hatırasını sormuşlar. Hayri Bey de buna karşılık 1934 yılında Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe Başkanı seçilirken hangi süreçlerden geçtiğimizi kısaca anlatmış. Aslında aşağıda okuyacağınız yazıda sadece sonuç var ama yine de lezzetli satırlar. “Neden”i de yine kısaca biz anlatalım…

    Galatasaray ile oynadığımız kavgalı maçtan sonra, spor teşkilatının mühim ismi, İstiklal Madalyası sahibi eski asker Halit Bayrak çıkan olaylara sert bir tepki göstermiş ve (merhum Rüştü Dağlaroğlu’nun anılarında anlattığına göre) “Gerekirse Fenerbahçe’yi kapatırız” demiş. Hani şu Rüştü ağabey’in de karşılık olarak “Fenerbahçe’yi işgal kuvvetleri bile kapatamadı” diye sinirlendiği olay… Bizimkiler tabii işini biliyor; hemen bir heyet toplayıp, “Çaresi nedir?” diye danışmak için sıkı Fenerbahçeliliği dillere destan Şükrü Saracoğlu’na gidiyorlar. Rahmetli Şükrü Bey, odasında Halit Bayrak da bulunduğu halde, bizimkilere “Siz benim İstanbul’daki eve gidin, bir fotoğrafımı alın, kulübün duvarına asın” diyor, yani “Sıkıysa kapatsınlar”a getiriyor. Sinyali alan heyet “Akabinde bir de kongre tertip edip sizi başkan seçeriz” deyince de 16 senelik başkanlığa giden olaylar gelişiyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    En Güzel Hatıram

    Senelerdir yarım sütun yazı yazmamış bir adamın “Fener” için, belki de, en kolay yazılacak bir mevzudur diye “Fenerbahçe’ye dair en güzel hatıralarınız?” suali soruluverirse, o adam ne yapar? Hele o adam, benim gibi kırk beş senelik ömrünün tam 31 senesini Fenerbahçe’nin içinde geçirmiş bulunursa?..

    Yazı yazmak insiyakını bir hayli kaybetmiş olmama rağmen, “Fener” kelimesinin sihirli değneği bana bir cesaret kamçısı oldu. Ve bu sihirli değnek, 31 senenin büyük bir yığın haline getirdiği, acı, tatlı karma karışık hatıralarını canlandırıverdi. Yalnız onları tasnif etmek, sıraya koymak o kadar güç ki…

    14-15 yaşlarında, Kadıköy Sultanisi talebesi… Kulübe ilk girdiğim sene. İçeride, salonda kulübün büyükleri oturduğu için, giremeyerek, yağmurda, karda, arkamda siyah pelerinim bahçede saatlerce dolaşıp eve döndüğüm günler… Ve Fenerbahçe birinci takımında oynayan ve her birini insanların üstünde mahluklar sandığım, kolalı kısa beyaz pantolonlu ve çiçekler gibi sarı-lacivert formalı, temiz yüzlü gençler.. Seneler sonra Kuşdili’ndeki binanın yanışı… Bir tarihin, canlı, sağlam temeli bir varlığın, maddi ve manevi bütün hatıraları ile yersiz yurtsuz kalışı…

    Harap “Union Kulüp”te hummalı bir karınca faaliyetinin göz dolduran, gönül açan neticeleri: Kulüp binası, saha, tribünler, sayısı ona varan takımlar, Galip’in aziz ve temiz elleriyle diktiği yüzlerce ağaç ortasında canlanan, kökleşen ve yükselen Fenerbahçe çiçeği…

    Galibiyetler, mağlubiyetler ve hatta ufak veya büyük sarsıntılar hatıralarımın en zayıf olanlarıdır. Bunlar arasında belki de şahsıma çok yakından taalluk etmiş olmasından dolayı, en güzel hatıram, kafamda hala bütün canlılığıyla yaşayan ve bugünün kulüpçülerine, kulüpçülük ve aile tesanüdü örneği olarak gösterebileceğim bir hadise vardır.

    Çağ Değiştiren Bir Kongre

    “İdman Cemiyetleri İttifakı” zamanında ve benim umumi katip bulunduğum bir sırada, Fenerbahçe’ye taallük eden bir hakkın müdafaasında teşkilata karşı yazılan mektubun yazılış tarzında  ve bu hakkı, icabında mahkeme kanalıyla yerine getirteceğimiz şeklindeki iddiamız hoş görülmemiş, o zamanki idare heyetinde bulunan arkadaşlardan Cafer’le bana boykot cezası verilmişti. Bu cezanın infazını, biz müsabakalara girmediğimize göre takımı mağlup addedemeyeceklerinden, stadı Fenerbahçe’nin elinden almak ve hatta kulübü boykot etmek tehditleriyle sağlamak istediler. Bütün bunları görüşmek ve bir karara bağlamak üzere Fenerbahçe müessisler heyeti fevkalade bir toplantıya davet edildi.

    Kulüpte fevkalade günlere mahsus bir hava esiyordu. Toplantıyı ben açtım. Riyasete merhum Sabri Toprak getirildi. Hadiseyi, teati edilen mektuplara istinaden, izah ettim. Uzun ve çok anlayışlı müzakereler oldu, işin akıbetinin ne olacağı ve kulübün boykotu halinde ne yapılacağı uzun uzadıya görüşüldü.

    Bir takrirle nizamnamenin idare heyetine ait maddesinin değiştirilerek bir de ikinci reislik ihdas edilmesini isteyen arkadaşların arzuları yerine getirildi. Ve reislikte ittifakla sayın Şükrü Saracoğlu bırakıldıktan sonra beni ikinci reisliğe, yine ittifakla seçtiler. Bununla demir gibi sağlam Fenerbahçe ailesi hakkında bir mevzu üzerinde kendi uzuvlarından birini, kulübün hayatı pahasına da olsa feda edemeyeceğini göstermiş oluyordu. Spordan aranan istenen gayelerden biri de zaten bu, yani tesanüt ve fedakarlık değil midir?

    Hayri Celal ATAMER / Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe Başkanı

  • Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe’ye Nasıl Başkan Oldu?

    “Fener” dergisi yetkilileri, Fenerbahçe’nin meşhur isimlerinden Hayri Celal Atamer’e en güzel hatırasını sormuşlar. Hayri Bey de buna karşılık 1934 yılında Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe Başkanı seçilmesine giden süreci kısaca anlatmış. Aslında aşağıda okuyacağınız yazıda sadece sonuç var ama yine de lezzetli satırlar.

    “Neden”i de yine kısaca biz anlatalım…

    Galatasaray ile oynadığımız kavgalı maçtan sonra, spor teşkilatının mühim ismi, İstiklal Madalyası sahibi eski asker Halit Bayrak çıkan olaylara sert bir tepki göstermiş ve (merhum Rüştü Dağlaroğlu’nun anılarında anlattığına göre) “Gerekirse Fenerbahçe’yi kapatırız” demiş. Hani şu Rüştü ağabey’in de karşılık olarak “Fenerbahçe’yi işgal kuvvetleri bile kapatamadı” diye sinirlendiği olay…

    Bizimkiler tabii işini biliyor; hemen bir heyet toplayıp, “Çaresi nedir?” diye danışmak için sıkı Fenerbahçeliliği dillere destan Şükrü Saracoğlu’na gidiyorlar.

    Rahmetli Şükrü Bey, odasında Halit Bayrak da bulunduğu halde, bizimkilere “Siz benim İstanbul’daki eve gidin, bir fotoğrafımı alın, kulübün duvarına asın” diyor, yani “Sıkıysa kapatsınlar”a getiriyor.

    Sinyali alan heyet “Akabinde bir de kongre tertip edip sizi başkan seçeriz” deyince de 16 senelik başkanlığa giden olaylar gelişiyor.

    * * * * *

    Senelerdir yarım sütun yazı yazmamış bir adamın “Fener” için, belki de, en kolay yazılacak bir mevzudur diye “Fenerbahçe’ye dair en güzel hatıralarınız?” suali soruluverirse, o adam ne yapar? Hele o adam, benim gibi kırk beş senelik ömrünün tam 31 senesini Fenerbahçe’nin içinde geçirmiş bulunursa?..

    Yazı yazmak insiyakını bir hayli kaybetmiş olmama rağmen, “Fener” kelimesinin sihirli değneği bana bir cesaret kamçısı oldu. Ve bu sihirli değnek, 31 senenin büyük bir yığın haline getirdiği, acı, tatlı karma karışık hatıralarını canlandırıverdi. Yalnız onları tasnif etmek, sıraya koymak o kadar güç ki…

    14-15 yaşlarında, Kadıköy Sultanisi talebesi… Kulübe ilk girdiğim sene. İçeride, salonda kulübün büyükleri oturduğu için, giremeyerek, yağmurda, karda, arkamda siyah pelerinim bahçede saatlerce dolaşıp eve döndüğüm günler… Ve Fenerbahçe birinci takımında oynayan ve her birini insanların üstünde mahluklar sandığım, kolalı kısa beyaz pantolonlu ve çiçekler gibi sarı-lacivert formalı, temiz yüzlü gençler.. Seneler sonra Kuşdili’ndeki binanın yanışı… Bir tarihin, canlı, sağlam temeli bir varlığın, maddi ve manevi bütün hatıraları ile yersiz yurtsuz kalışı…

    Harap “Union Kulüp”te hummalı bir karınca faaliyetinin göz dolduran, gönül açan neticeleri: Kulüp binası, saha, tribünler, sayısı ona varan takımlar, Galip’in aziz ve temiz elleriyle diktiği yüzlerce ağaç ortasında canlanan, kökleşen ve yükselen Fenerbahçe çiçeği…

    Galibiyetler, mağlubiyetler ve hatta ufak veya büyük sarsıntılar hatıralarımın en zayıf olanlarıdır. Bunlar arasında belki de şahsıma çok yakından taalluk etmiş olmasından dolayı, en güzel hatıram, kafamda hala bütün canlılığıyla yaşayan ve bugünün kulüpçülerine, kulüpçülük ve aile tesanüdü örneği olarak gösterebileceğim bir hadise vardır.

    “İdman Cemiyetleri İttifakı” zamanında ve benim umumi katip bulunduğum bir sırada, Fenerbahçe’ye taallük eden bir hakkın müdafaasında teşkilata karşı yazılan mektubun yazılış tarzında  ve bu hakkı, icabında mahkeme kanalıyla yerine getirteceğimiz şeklindeki iddiamız hoş görülmemiş, o zamanki idare heyetinde bulunan arkadaşlardan Cafer’le bana boykot cezası verilmişti. Bu cezanın infazını, biz müsabakalara girmediğimize göre takımı mağlup addedemeyeceklerinden, stadı Fenerbahçe’nin elinden almak ve hatta kulübü boykot etmek tehditleriyle sağlamak istediler. Bütün bunları görüşmek ve bir karara bağlamak üzere Fenerbahçe müessisler heyeti fevkalade bir toplantıya davet edildi.

    Kulüpte fevkalade günlere mahsus bir hava esiyordu. Toplantıyı ben açtım. Riyasete merhum Sabri Toprak getirildi. Hadiseyi, teati edilen mektuplara istinaden, izah ettim. Uzun ve çok anlayışlı müzakereler oldu, işin akıbetinin ne olacağı ve kulübün boykotu halinde ne yapılacağı uzun uzadıya görüşüldü.

    Bir takrirle nizamnamenin idare heyetine ait maddesinin değiştirilerek bir de ikinci reislik ihdas edilmesini isteyen arkadaşların arzuları yerine getirildi. Ve reislikte ittifakla sayın Şükrü Saracoğlu bırakıldıktan sonra beni ikinci reisliğe, yine ittifakla seçtiler. Bununla demir gibi sağlam Fenerbahçe ailesi hakkında bir mevzu üzerinde kendi uzuvlarından birini, kulübün hayatı pahasına da olsa feda edemeyeceğini göstermiş oluyordu. Spordan aranan istenen gayelerden biri de zaten bu, yani tesanüt ve fedakarlık değil midir?

    Hayri Celal ATAMER

  • Halit Deringör’den Spor ve Edebiyat Dersi

    Halit Deringör’den Spor ve Edebiyat Dersi

    Bir önceki yazıda, Burhan Felek’in nasıl bir Fenerbahçe karşıtı olduğundan bahsetmiştik. Az sonra bunun en net örneklerinden birini okuyacaksınız. Türkiye spor yazını tarihinde eli kalem tutan futbolcular dendiğinde insanın aklına ilk gelmesi gereken isim Halit Deringör olmalı. Her ne kadar çağdaşlarının hemen hepsi lezzetli bir üsluba sahip olsa da Halit Deringör’ün onlardan farkı, yarım asırı geçen yazarlık tecrübesi oldu. Nur içinde yatsın. Aşağıda 1948 Londra Olimpiyatları’na gönderilmeyişi üzerine dönemin Öz Fenerbahçe mecmuasında yazdığı yazı var. Burhan Bey’e, Halit Deringör’den spor ve edebiyat dersi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Namuslu (?) İdareciler

    Son milli kamptan çıkartılışım, Londra’ya gitmeden ve gittikten sonraki karşılaştığım müşkülatı, Fenerbahçe camiası ve beni tanıyan arkadaşlar çok merak etmiş olacaklar ki; mütemadiyen tafsilat istiyorlar. Ben de arkadaşların bu arzularını yerine getirmek için yazıyorum.

    Londra’ya götürülmememin sebebini iyi bilmediğim gibi, bu hususta gazetede okuduğu yazılar beni tatmin etmedi. Bazen benim Rangers maçında bir oyuncuyu sakatladığımı ileri sürerek, bazen de aleyhimde yazılan yazılarla “Hatta Bölge’de fena resimler göstererek” böyle bir insanın Londra’ya gidemeyeceğini söyleyen sayın Beden Terbiyesi seyyahları, Londra’daki nahoş hadiseden sonra bilmem tenakuza düştüler mi?

    Aleyhimde yapılan bu propagandalar, beni olduğu kadar, küçük yaştan beri arkadaşlarımla namuskârane ve bir tek uzuv gibi çalıştığımız Fenerbahçe cemiyetini de harekete geçmeye mecbur etmişti. Kendi parasıyla beni kafile ile Londra’ya göndermek için müracaat eden Fenerbahçe idarecileri sayın Vildan Savaşır’dan muvafakat cevabı almışlarsa da idarecilerimiz bölgeden ayrıldıkları zaman sayın müdür hemen kararını değiştirivermişti.

    Kendim Bölge’ye müracaat ettiğim zaman Burhan Felek, Vildan Savaşır ve Servet Zengin beyler Londra’ya götürecekleri eşyaları ambalaj yapmaktan, benimle konuşmaya vakit bulamayışları, milli bir futbolcu olmaklığım dolayısıyla, bana çok dokunmuştu. Muhabbetleri ve mühim meşguliyetleri bittiği sırada Burhan Felek bey’e pasaportumun çıkması için “Kafileye dahildir” kağıdı istediğim zaman Felek bey’in masadan kalkarak “Ben sana böyle bir kağıt veremem. Sen kafileye dahil değilsin” diye bağırışına, benim kadar Bölge memurları da hayret etmişlerdi. Bu esnada Vildan Bey’in “Beni Londra’ya götürmek için uğraştığını, fakat dört namuslu arkadaşlarının benim aleyhimde karar vermesinden dolayı Londra’ya götürülmediğimi” söylemesi, bana bir fikir vermişti.

    Ben şahsen bu namuslu idarecileri tanımıyorum. Bunları ben değil, benim ağabeylerim daha iyi tanır.

    Fenerbahçeli idarecileri vasıtasıyla Cumartesi akşamı bütün hazırlıklarımı bitirdiğim esnada, saat 19’da, Vildan Aşir Bey telefon ederek 500 Lira pansiyon parası istediğini ve veremediğim takdirde ertesi günü tayyareye bindirilmeyeceğim kararı verilmesi müşkülat değil de nedir?

    Her yerin kapandığı bir zamanda beş yüz lirayı da Bölge’ye temin edebildik. Ne ise bu müşkülat kulübümün sayesinde beni hiç yıpratmadı fakat tayyareye bindikten sonra da rahat edemedim.

    Yolculuk

    Gidinceye kadar Burhan Felek bey’in “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” nev’inden esprileri Beden Terbiyesi seyyahlarını o kadar neşelendiriyordu ki hayret edersiniz. Bu espriler bana da çok tesir etmişti ki uyuyakalmışım.

    Londra’ya indiğim ve şef seyyahtan Londra’da vadettikleri pansiyonu istediğim zaman “Bu geceye mahsus olarak kampta kalırsın” cevabını aldım. Günler geçti.. Ne pansiyon ne de Şef seyyah Burhan Felek’ten haber yok. Bu müddet içinde İstanbul’dan aldığım bir gazetede bana “Püsküllü bela” ismini takmışlar. Hayret ettim.

    Ben küçük yaştan beri canımı dişime taktığım, yağmurda, çamurda, karda hiçbir menfaat düşünmeyerek candan bağlandığım Sarı-Lacivert formadan sonra, iki defa Ay-Yıldızı taşımız, Fenerbahçe cemiyeti ferdiyim.

    Fakir bir milletin bin bir müşkülatla bütçesinden çıkardığı tahsisatın üzerine sülük gibi binerek Londra’ya gitmedim. İşte bu vaziyet karşısında kimin “püsküllü bela” olduğu meydandadır.

    Her cemiyette olduğu gibi bizim cemiyette de bunlara “zamane adamı” ismi verirler. Bunlar sadece kendi menfaat ve arzularından başka herkesin zararına uğraşırlar.

    İkinci bir yazısında benim sol ayağımla topa vuramadığım kanaatindedir. Bunu da okuyunca hayret etmedim. Çünkü bu, iki sebeptendir.

    1) Feleğin muhayyilesi ve tedai kudreti çok zayıf. Sebebi ise benim sol açık oynadığımı hatırlayamıyor. Böyle bir anomalinin de insan üzerindeki tesirini düşünebilirsiniz.

    2) Böyle bir insanın hiçbir spor temasına gelmediğine karar veriyorum, hele onun spor kafilesi başkanı olarak gönderilmesine ne ben ne de memleketini seven bir ferd razı olur.

    Fenerbahçe solaçığı Halit DERİNGÖR

  • Halit Deringör, Burhan Felek’e Ders Veriyor

    Lefter Küçükandonyadis, “Küçük” Fikret Kırcan ve Halit Deringör, millî takım formasıyla…

    Bir önceki yazıda, Burhan Felek’in nasıl bir Fenerbahçe karşıtı olduğundan bahsetmiştik. Az sonra bunun en net örneklerinden birini okuyacaksınız.

    Türkiye spor yazını tarihinde eli kalem tutan futbolcular dendiğinde insanın aklına ilk gelmesi gereken isim Halit Deringör olmalı. Her ne kadar çağdaşlarının hemen hepsi lezzetli bir üsluba sahip olsa da Halit Deringör’ün onlardan farkı yarım asırı geçen yazarlık tecrübesi oldu. Nur içinde yatsın. Aşağıda 1948 Londra Olimpiyatları’na gönderilmeyişi üzerine dönemin Öz Fenerbahçe mecmuasında yazdığı yazı var.


    * * * * * *

    Son milli kamptan çıkartılışım, Londra’ya gitmeden ve gittikten sonraki karşılaştığım müşkülatı, Fenerbahçe camiası ve beni tanıyan arkadaşlar çok merak etmiş olacaklar ki; mütemadiyen tafsilat istiyorlar. Ben de arkadaşların bu arzularını yerine getirmek için yazıyorum.

    Londra’ya götürülmememin sebebini iyi bilmediğim gibi, bu hususta gazetede okuduğu yazılar beni tatmin etmedi. Bazen benim Rangers maçında bir oyuncuyu sakatladığımı ileri sürerek, bazen de aleyhimde yazılan yazılarla “Hatta Bölge’de fena resimler göstererek” böyle bir insanın Londra’ya gidemeyeceğini söyleyen sayın Beden Terbiyesi seyyahları, Londra’daki nahoş hadiseden sonra bilmem tenakuza düştüler mi?

    Aleyhimde yapılan bu propagandalar, beni olduğu kadar, küçük yaştan beri arkadaşlarımla namuskârane ve bir tek uzuv gibi çalıştığımız Fenerbahçe cemiyetini de harekete geçmeye mecbur etmişti. Kendi parasıyla beni kafile ile Londra’ya göndermek için müracaat eden Fenerbahçe idarecileri sayın Vildan Savaşır’dan muvafakat cevabı almışlarsa da idarecilerimiz bölgeden ayrıldıkları zaman sayın müdür hemen kararını değiştirivermişti.

    Kendim Bölge’ye müracaat ettiğim zaman Burhan Felek, Vildan Savaşır ve Servet Zengin beyler Londra’ya götürecekleri eşyaları ambalaj yapmaktan, benimle konuşmaya vakit bulamayışları, milli bir futbolcu olmaklığım dolayısıyla, bana çok dokunmuştu. Muhabbetleri ve mühim meşguliyetleri bittiği sırada Burhan Felek bey’e pasaportumun çıkması için “Kafileye dahildir” kağıdı istediğim zaman Felek bey’in masadan kalkarak “Ben sana böyle bir kağıt veremem. Sen kafileye dahil değilsin” diye bağırışına, benim kadar Bölge memurları da hayret etmişlerdi. Bu esnada Vildan Bey’in “Beni Londra’ya götürmek için uğraştığını, fakat dört namuslu arkadaşlarının benim aleyhimde karar vermesinden dolayı Londra’ya götürülmediğimi” söylemesi, bana bir fikir vermişti.

    Ben şahsen bu namuslu idarecileri tanımıyorum. Bunları ben değil, benim ağabeylerim daha iyi tanır.

    Fenerbahçeli idarecileri vasıtasıyla Cumartesi akşamı bütün hazırlıklarımı bitirdiğim esnada, saat 19’da, Vildan Aşir Bey telefon ederek 500 Lira pansiyon parası istediğini ve veremediğim takdirde ertesi günü tayyareye bindirilmeyeceğim kararı verilmesi müşkülat değil de nedir?

    Her yerin kapandığı bir zamanda beş yüz lirayı da Bölge’ye temin edebildik. Ne ise bu müşkülat kulübümün sayesinde beni hiç yıpratmadı fakat tayyareye bindikten sonra da rahat edemedim.

    Gidinceye kadar Burhan Felek bey’in “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” nev’inden esprileri Beden Terbiyesi seyyahlarını o kadar neşelendiriyordu ki hayret edersiniz. Bu espriler bana da çok tesir etmişti ki uyuyakalmışım.

    Londra’ya indiğim ve şef seyyahtan Londra’da vadettikleri pansiyonu istediğim zaman “Bu geceye mahsus olarak kampta kalırsın” cevabını aldım. Günler geçti.. Ne pansiyon ne de Şef seyyah Burhan Felek’ten haber yok. Bu müddet içinde İstanbul’dan aldığım bir gazetede bana “Püsküllü bela” ismini takmışlar. Hayret ettim.

    Ben küçük yaştan beri canımı dişime taktığım, yağmurda, çamurda, karda hiçbir menfaat düşünmeyerek candan bağlandığım Sarı-Lacivert formadan sonra, iki defa Ay-Yıldızı taşımız, Fenerbahçe cemiyeti ferdiyim.

    Fakir bir milletin bin bir müşkülatla bütçesinden çıkardığı tahsisatın üzerine sülük gibi binerek Londra’ya gitmedim. İşte bu vaziyet karşısında kimin “püsküllü bela” olduğu meydandadır.

    Her cemiyette olduğu gibi bizim cemiyette de bunlara “zamane adamı” ismi verirler. Bunlar sadece kendi menfaat ve arzularından başka herkesin zararına uğraşırlar.

    İkinci bir yazısında benim sol ayağımla topa vuramadığım kanaatindedir. Bunu da okuyunca hayret etmedim. Çünkü bu, iki sebeptendir.

    1) Feleğin muhayyilesi ve tedai kudreti çok zayıf. Sebebi ise benim sol açık oynadığımı hatırlayamıyor. Böyle bir anomalinin de insan üzerindeki tesirini düşünebilirsiniz.

    2) Böyle bir insanın hiçbir spor temasına gelmediğine karar veriyorum, hele onun spor kafilesi başkanı olarak gönderilmesine ne ben ne de memleketini seven bir ferd razı olur.

    Fenerbahçe solaçığı
    Halit DERİNGÖR

  • 100 Yıllık Bir Kürek Yarışının Hikayesi

    100 Yıllık Bir Kürek Yarışının Hikayesi

    Fenerbahçe’yi pek sevmediğini her fırsatta belli eden ama yazarlığına edecek kelime olmayan Şeyh-ül Muharririn Burhan Felek, 1985 tarihli “Geçmiş Zaman Olur ki…” kitabında, tadına doyulmaz üslubuyla, kurucusu olduğu Anadolu Kulübü ile Fenerbahçe Kulübü arasında yapılan 100 yıllık bir kürek yarışının hikayesi ile karşımızda. Keyifle okumanız dileğiyle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    100 Yıllık Bir Kürek Yarışının Hikayesi

    Bir avuç Üsküdarlı genç, Meşrutiyetten bir yıl önce Anadolu Kulübü’nü kurmuştuk. Rengi düz yeşik, markası göğüs solunda kalın beyaz bir dairenin tam içinde beş köşeli bir yıldı. O zaman yalnız futbol oynardık. Gün geçti, Meşrutiyet ilan edildi. Bizim kulübün adı, sanı, azası vardı ama ne yeri, ne yurdu, ne nizamnamesi!

    Bir gece kulüp azası olan arkadaşları bizim İhsaniye’deki evden çıkarken polis yakaladı, karakola götürdü. Futbol için toplandığımız anlaşıldı, ama kulübün Cemiyetler Kanunu’na göre tescil ettirilmediği meydana çıktı. Ondan sonra Anadolu Kulübü’nü  1908’de resmen tescil ettirdik ve bir de merkez gösterdik.  Kulüp bir müddet sonra gelişmeye başladı. İçimizde Salacaklı, İhsaniyeli, yani yalı çocukları çok olduğundan yüzme ve tekne sporuna meylettik. Tekne sporu pahalı spordu. Şimdiki gibi devlet yardımı da yapılmazdı. Onun için yelken yarışı hemen hemen hiç yapılmaz, nadiren kürek yarışı yapılırdı. İşte benim anlatacağım yarış bu kürek yarışlarından biridir.

    O zaman bize rakip yalnız Fenerbahçe Kulübü vardı. Galatasaray’ın bu anlatacağım yarışa girdiğini hatırlamıyorum. Bizim gireceğimiz yarış üç çifte futa yarışı idi. Sandalın uzun, narin ve sivrisine futa denirdi…

    Eskiden İstanbul halkı sandal tutup denizde gezerdi. Bu futalar, sandalın kibarı ve zarifi idi. Ama yarış futaları ayrı cinsti. Onların gerek yapıları, gerek resimleri, çizgileri, su ile olan temas satıhları adi futalardan ayrı olurdu.

    Yarışa Gidiyoruz.

    Bizim yarışa sokacağımız futa eski konak yalı kalıntılarındandı. Sert ve renkli bir yabancı ağaçtan yapılmıştı. Yalı baskısı dediğimiz şekilde dış kaplaması bindirme tarzında ve maun renkteydi. Sağlam, denizci bir tekne idi. Lakin hem ağır, hem geniş yani su çekeri fazla idi.

    Fenerbahçe’nin teknesi ise yarış için yapılmış, narin, hafif, ince uzun, sus tutmayan bir güzel futa…

    Yarışı kim tertip etti, nasıl oldu, bunları sormayın. O zamanın spor mecmualarında herhalde resimleriyle vardır.

    Biz bu yarışa girerken teknemizin ağır olduğunu biliyorduk. Ancak bizim elimizde iki koz vardı.

    Birisi kürekçilerimiz çok kuvvetli idi. Biri Ayı Ömer dediğimiz Kilyos’tan Salacak’a kadar kürek çeken bir arkadaşımız. Üsküdar İdadisi’ni beraber bitirmiştik. İkincisi, galiba Atıf isminde 90 kiloluk, futbol beki bir çocuk, üçüncüyü hatırlamıyorum. Dümende bizim mahalleli Rıza. Bu Rıza sonradan Polis Mektebi Beden Terbiyesi Muallimi olarak başkomiserlikten emekli olan Rıza Süeri’dir. Türkiye spor teşkilatının bütün denizle alakalı yarışlarında ve tertiplerinde hizmet etmiş bir kimseydi. Sporumuza büyük hizmeti olmuştur.

    İkinci kozumuz; yarış Heybeli ile Büyükada arasındaki kanalda yapılacaktı. Bu kanal yaz aylarında poyraz tutan rüzgarlı bir yerdi. Deniz daima dalgalı olurdu. Her yarış teknesi böyle denizlere dayanamazdı. Hatta su bastırıp batmaları bile mümkündü. Biz Fenerbahçe teknesinin bizimkine nazaran çok daha sür’atli, bizimkinin de hantal olduğunu bile bile bu yarışa şu anlattığım sebeplerle girmiştik. Bizimki denize dayanacaktı.

    Teknelerimiz Salacak’ta dururdu. Arkadaşlarımız içinde Ramiz Bey adındaki bir tekne mütehassısının nezaretinde bakılır, tamir edilirdi. Tekneyi yarıştan bir gün evvel Heybeli’ye kürekle götürdük. Başka bir beş çiftemizle de diğer arkadaşları götürdük. Gece tekneyi denizde bırakamazdık. Esasen yarış tekneleri hiçbir zaman daimi olarak suda kalmazdı ve kalmamalıydı. Sonra tekneler de yarış yerine denizden veya karadan nakledilmeliydi. Açık denizde 10-12 millik mesafeye kürekle çekerek götürmek tekneyi hırpalardı; ama o zamanlar herkes teknesini kendi götürürdü. Bizimkinin de denizden hırpalanacağı aklımızdan bile geçmiyordu…

    Fenerbahçe ise karşıdan karşıya belki de başka bir tekneye çektirerek futasını götürmüştü.

    Yarış Tekneleri Diye Ayrı Bir Sınıf Yoktu

    O devirlerde Türkiye’de futa yarışı nadir olurdu. Kürek yarışları ise klasik tekneler arasında yapılırdı. Mesela bir çifte, iki çifte, sandal -iskele sandalı- alamana kayıkları, daha eskiden piyade kayıkları arasında olurdu. Bugünkü gibi yarış tekneleri diye ayrı bir sınıf yoktu.

    Her şeyden evvel bizim içimizde bir korku vardı. Öteden beri Türkiye’de esnaf tekneleri arasında yapılan yarışlarda teknenin altına sepet, küfe eskisi gibi bir şeyi gizlice mıhlayıp teknenin yolunu kesmek, yahut dümen kısmını sakatlamak gibi şeyler olurmuş.

    Biz Heybeli’ye gittiğimiz zaman öğleyi geçmişti. Yirmi kişi kadar vardık. Hemen bizim yarış teknesini şöyle mahfuz bir yerde karaya çektik. Biz de etrafında toplandık. Tekne temizlendi. Silindi, süpürüldü, ıskarmozlar kontrol edildi ve ertesi gün son tuvaleti yapılmak üzere bırakıldı.

    Gece ikişer kişi nöbet tuttuk.

    Bakınız, o zaman ne kadar şüpheci imişiz. Nöbet tutmayanlar da gece deniz kenarının ayazından pek iyi uyuyamadılar. Ben de bunlardan biriydim. Sabah güneşinde kemiklerimiz ısınır ısınmaz, hemen tekneyi çevirip suda yağladık ki altı suda kaysın diye. Bilmem gene böyle şeyler yapılıyor mu?..

    Ama şimdi tekneler o kadar hafif ki, kaç kürekli ise o kadar kimse başlarının üstüne kaldırıp elde taşıyorlar. Yarış saati geldi çattı. Tertibatı Ada Mektebi dediğimiz Bahriye Mektebi almıştı.

    Biz Heybeli’nin o ıssız yerinde, ne yedik, ne içtik hiç hatırlamıyorum. Yalnız çocukları tekneye bindirip selametledik. Ve yarış yerine gönderdik.

    Bizim tekne belki Fenerbahçe’nin teknesi kadar uzun değildi ama, gene de ondan daha heybetli idi. Üstelik bordası daha yüksek, baş tarafı da dalgalara göğüs gerecek kadar dik idi. Yarış başladı.

    Vay anam vay, bizimkiler daha on hamle almadan öne geçtiler. Nasıl gidiyorlar, dehşet bir şey. Yaşlı tekne hızlı giderken torpide gibi bir şey oluyor. Ben şöyle baktım, biliyorsunuz, bu yarışlarda dümenci de kürekçilerin hareketine paralel olarak öne arkaya kürek hamlelerine uygun ve ritmik olarak sallanır ve onları teşvik eder.

    Dümendeki merhum Rıza’nın sallanma ritmine baktım, Fener’inkine baktım, bizimki daha çabuk, Fenerliler ise daha geniş ve daha seyrek eğiliyorlar. Ne var ki, öne geçmiş bulunuyoruz. Biz yarışı sahilden takip etmekteyiz. Gördüğümüz kadarıyla bizim çocukların hamlaları iyi gidiyordu. Fakat mesafenin yarısına doğru Fener’in teknesi bize yaklaşıyordu, derken başa baş, derken bizi geçti. Bizim çocukların hareketlerinde bir ağırlama yok. Ama bizim tekne yürümüyor. Fenerliler bizi geçtiler, az sonra bizim teknenin hamlacıları denize atladılar. Galiba yalnız dümende Rıza kaldı. Ve yarışı tek başına Fenerbahçe’nin teknesi kazandı. Bizimkini de bir motor çekerek sahile getirdi.

    Ne olmuştu da bizim zırhlı gibi tekneyi mürettebat terketmişti?

    İşi anladık ve dersimizi aldık, ama geç ve pahalı bir ders oldu.

    Hadise şu:

    Fenerbahçe’nin hamlacıları kimlerdi hatırlamıyorum. Belki rahmetli Galip birinci kürekte idi. Ama iyi biliyorum ki dümende uzun zaman Fener’in deniz kaptanlığını yapmış olan Ziya Kaptan vardı. Bu zat tekne yarışlarında tecrübe sahibi idi.

    O zamanki kürek yarışları bugün dünyada tatbik edilen şekilde yapılmaz, denizde ve dalgalı sularda yapılırdı. Halbuki kürek yarışı sakin göl ve nehirlerde, hatta bu iş için kazılmış hususi uzun kanallarda yapılır. Bizim yarıştığımız Heybeli-Büyükada arası ise oranın en çırpıntılı ve denizi kabarık yeri idi.

    Bizim tekne hızla giderken baştan gelen dalgalardan içeri su almaya başlamış, buna çocuklar bir müddet aldırış etmemişler, ama su doldukça dolmuş, doldukça dolmuş. Artık oturak tahtaları hizasına yaklaşırken, zaten tekne de iyice sür’atini kaybetmiş, Rıza merhum “sefineyi terk” emrini vermiş, çocuklar da atlamışlar denize. O da işin caka tarafı. Orta yerde batmadan evvel, mürettebat denize atlayıp yüzerek karaya çıkmışlardı. Burada bizim hatamız, dalgaları hep baştan almak olmuştu. Fener’in serdümeni Ziya Kaptan ise, dalga geldikçe tekneyi yana çekerek dalgaları baştan yememiş, gerçi biraz yol kaybetmiş ama, teknesini bizimkinin akıbetinden, yani batmaktan kurtarmıştı.

    Bizim futayı Heybeli’ye çektik. Yüzü koyun kapadık. Üstüne birkaç çam dalı koyup kulübe döndük. Bir hafta orada kaldı. Böyle bir acı mağlubiyetten sonra batık tekneyi çekerek kulübe getirmeyi kimse istemedi. Neden sonra, aldık teknemizi getirdik, ama ıslak tekne, güneşte kalmış, bütün kaplamaları açılmıştı. Tamir etmeye kalktık, ağacını bulamadık. Bütün kaplamayı değiştirmeye de değmedi. Birine yok pahasına sattık, ondan sonra biz kürek yarışına girmedik.

    Burhan Felek (Geçmiş Zaman Olur ki…) / 100 Yıllık Bir Kürek Yarışının Hikayesi