Yazar: lacivertsar

  • 1991 Basketbol Şampiyonluğu

    1991 Basketbol Şampiyonluğu

    22 Mart 1991 / Buz Kesenler

    Menajer Doğan Hakyemez maç başlarken elini Hüsnü Çakırgil’in sırtına koyduğunda, maç öncesinde ısınmış olması gereken oyuncusunun terinin buz gibi olduğunu fark etmişti. Yıllardır Fenerbahçeli taraftarların hâkimiyetindeki Spor ve Sergi Sarayı’nın tıklım tıklım ve sarı-lacivertli renklerle bezenmiş tribünleri, Türkiye Basketbol Ligi’nde 25 yıldır şampiyonluğa susamış seyircinin coşkulu tezahüratlarıyla inliyordu oysa. İyiye mi, kötüye mi yormak gerekirdi o “soğuk teri”?

    Maç başladığında, bir süreliğine bu endişenin yersiz olduğu görüldü: 2 gün önce Bursa’da oynanan maçta Tofaş SAS’ı evinde hem de 97 sayı atarak farklı mağlup edip final serisinde 1-0 öne geçen Fenerbahçe, evindeki maçta da 7-0 öne fırlamıştı ilk dakikalarda. Üçe ulaşanın şampiyon olacağı seride Fenerbahçe için hiçbir şey ne “güç” ne “geç” olacak gibiydi sanki. Üç gün sonra, ilkbaharın sarmalamaya başladığı Adana’da hasret kalınan kupayı kaldıracak gibiydi sarı-lacivertliler..

    Ama öyle olmadı.

    7-0 geri düştüğünde soğukkanlılığını bozmayan Tofaş antrenörü Mete Babaoğlu alan savunmasına döndü. Fenerbahçe’nin skorerleri tıkır tıkır işleyen çarka sanki demirden bir çomak girmiş gibi bir anda istop etti. Tofaş 11-9 öne geçivermişti. Sarı-lacivertliler yine de şoku atlatıp devreyi 37-30 önde bitirmeyi başardılar. Ancak, Tofaşlı basketbolcular Fenerbahçe’nin keskin şutörlerine karşı tanksavarlarını artık keşfetmişlerdi.

    İkinci yarı, Fenerbahçe’nin çarkı tamamen durdu: Sezonun açık ara en skorer takımı 20 dakikada 23 sayı bulabildi. Hüsnü Çakırgil üçlük denedikçe çemberi dövmüş, Levent Topsakal her içeri daldığında duvarlara çarpmış, Larry Richard ise pota altında Pete Williams karşısında etkisiz kalmıştı. Spor Sergi’nin sirene benzeyen düdüğü çaldığında skor tabelasında 61-60’lik Tofaş galibiyeti yazılıydı.

    1991 Basketbol Şampiyonluğu

    Hüsnü Çakırgil artık yalnız değildi: Şimdi binlerce seyirci buz kesmişti. Yakın tarihe gitti hafızalar. 83’te ve 85’te Calvin’li, Efe’li, Aliço’lu, Hakan’lı, Necdet’li, 88’de Williams’lı, Erman’lı, Ferhat’lı, Fatih’li, Şadi’li, 90’da  Richard’lı, Fatih’li, Serdar’lı, Can’lı kadrolar nasıl şampiyonlukları son nefeste kaybettilerse, bu kadro da mı aynı akıbete uğrayacaktı? Adeta rakipsiz geçirilen bu sezon da “Şampiyon Fenerbahçe” diye haykırılamayacaksa, ne zaman haykırılacaktı?

    26 Mayıs 1990 / Karar Günü

    Neredeyse bir yıl öncesi.. Fenerbahçe sezonun şampiyonu Galatasaray’ı Ankara’da 95-86 yenerek ezelî rakibini üçüncü kez bozguna uğratmış ve tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanmış.

    1991 Basketbol Şampiyonluğu

    TRT spikerleri eskiden Cumhurbaşkanlığı Kupalarını “En büyük ve en anlamlı kupa”  diye tarif ederlerdi. Gerçekten de bu kupa Fenerbahçe için çok değerliydi. Türkiye Basketbol Federasyonu’nun neredeyse her sezon değişen garip statüleri 1989-90 sezonunda da Fenerbahçe’yi vurmuş, Sarı Kanaryalar son derece formda ve açık ara lider bitirdikleri normal sezonun bitiminden tam 38 gün sonra ve maç temposunu tamamen kaybetmiş bir şekilde (eleme grubundan maç temposunu kazanmış bir şekilde yarı finale yükselen) Paşabahçe’nin karşısına çıkarılmışlardı.

    Abdi İpekçi’de olaylı maç sonrası iki maçta elenen Fenerbahçe’de ağızları bıçak açmıyor, bir sezon sonra tekrar şampiyonluğa oynayacak takımın kurulup kurulmayacağını (başta Başantrenör Çetin Yılmaz ve Menajer Doğan Hakyemez olmak üzere) kimse bilmiyordu. Fikstürü hazırlayan ne düşünmüştü bilinmez ama Cumhurbaşkanlığı Kupası da 30 gün sonraydı.

    NBA efsanesi Karem Abdul-Jabbar’ın da izlediği Ankara’daki maçın ilk yarısı da NBA’e nazire yaparcasına 57-53 gibi yüksek bir skorla Galatasaray lehine bitmiş, maçın bitiminde ise son gülen Fenerbahçe olmuştu.

    “Devam” kararı bu maçtan sonra alındı. Fenerbahçe Başkanı Metin Aşık teknik ekibi görevde tuttu. Bu, son 8 sezonda 11 kez antrenör değiştirmiş Fenerbahçe için alışılmadık bir şeydi. Başkan Aşık bütçe konusunda da garanti verdi. Bu açık çek Yılmaz-Hakyemez ekibinin elini rahatlattı. Ligin en başarılı Amerikalısı “Aslan Yürekli” Richard, Kaptanlar Aliço ve Hakan, “Altobelli” Can ve Ferhat elde tutulacak, ayrıca play-offlarda “şut atarken elleri titremeyecek” oyuncular alınacaktı.

    1991 Basketbol Şampiyonluğu

    Bu tanıma uygun iki “transfer bombası” yaz aylarında patladı. Türkiye Liginin en iyi üçlükçüsü Hüsnü Çakırgil (İzmit takımı) Nasaş’tan, en gözde oyun kurucusu Levent Topsakal da (bir sezon önce Avrupa Kupalarında çeyrek finale çıkan ilk Türk takımı) Efes Pilsen’den Fenerbahçe’ye geçmişlerdi. (Gaziantep takımı) Beslen’den Bülent Tacettin ve (Mersin takımı) Çukurova’dan alınan eski oyuncu Kemal Dinçer de (efsanevi Fenerbahçeli basketbolcu Altan Dinçer ile voleybolcu Seçkin’in oğulları) yedek bankını kuvvetlendireceklerdi.

    1991 Basketbol Şampiyonluğu

    Hüsnü Çakırgil “elleri titremeyen şutör” olarak alınmıştı, gel gör ki yukarıda bahsettiğimiz Tofaş SAS maçında 9 sayıda kalarak finalin ikinci maçında ümitleri boşa çıkarmıştı. Çetin Yılmaz devreye girdi. “Atmaya devam et” dedi. “Girmezse yine at, işin bu”.

    Attı Hüsnü Çakırgil.. 25 Mart’ta Adana’da oynanan finalin üçüncü ayağında 9/12’lik üçlük atarak 33 sayıya ulaştı ve takımını 99-65 galip getirdi. Final serisi sonunda da en skorer oyuncuydu “Play-off’un süperi” olarak seçilmişti. Demek ki Fenerbahçe, 1990 yazının transfer döneminde “turnayı gözünden vurmuştu”

    1991 Basketbol Şampiyonluğu

    Tıkanmış Düzen ve Bir Hesaplaşma

    1990 yılı geldiğinde Türk basketbolu bir tıkanıklık içindeydi. Efe’li, Erman’lı, Mehmet’li Melih’li kuşağın 1981’de kazandığı Balkan şampiyonluğu ve katıldıkları Avrupa Şampiyonası’ndan sonra kuşaklararası geçiş sağlanamamış ve Türk millî takımı tarihinde ilk kez 12 yıl (1993’e kadar) Avrupa Şampiyonalarından uzak kalmıştı. Aynı dönemde ise 1983’te İtalya, 1987’de komşu Yunanistan, 1989 ve 1991’de Yugoslavya Avrupa şampiyonu olmuş, Türkiye ise Akdeniz’deki bu büyük basketbol dalgasının uzağına savrulmuştu.

    Öyle ki, 1991 yılında Türkiye artık ana eleme turlarına (Challenge turu) bile giremiyor, o yaz Lüksemburg, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve İskoçya gibi ülkelerle ön eleme oynamak zorunda kalıyordu. 1991 Kasım’ındaki Challenge turuna ise Paşabahçe, Beslen ve Kolej’le oynayarak hazırlanacaktı.

    Bu görüntünün tek sorumlusuymuş gibi, Levent Topsakal 1990-1992 arasında millî takıma alınmamıştı. 10 Ekim 1990’da karar açıklandığında Fenerbahçe camiası ayağa kalktı. Hüsnü Çakırgil de millî takımdan affını istedi. Basketbol camiası da artık bu tıkanıklıkların aşılmasını ve yeni jenerasyonun önünün açılmasını arzuluyordu. Arzular gerçek de oldu. 1992 Nisan’ında 24 yıllık Solakoğlu Başkanlığı sonlandı. Milli Takım yeniden yapılandırıldı. Levent Topsakal dahil yeni kuşak bayrağı devraldı ve Türkiye’yi 12 yıl sonra Avrupa Şampiyonası’na taşıdı.

    Ve 1990-91 sezonu basketboluyla kendini kanıtlamış Levent Topsakal’ın Türk basketboluna ne kadar faydalı olacağını kanıtlamak istediği bir sezondu. Sezon sonunda takımı şampiyon olmuş, kendisi ise Reebok tarafından “Yılın Yıldız Basketbolcusu” seçilmişti..

    1991 Basketbol Şampiyonluğu

    17 Ocak 1991’den 30 Mart 1991’e

    Basra Körfezi’nde Yüksek Gerilim, Antalya Körfezi’nde Düşük Tansiyon

    Suudi Arabistan’da konuşlanan ABD öncülüğündeki koalisyon kuvvetleri 17 Ocak 1991 sabahı Saddam Hüseyin idaresindeki Irak’a karşı “Çöl Fırtınası” harekâtını başlattı. Tarihî günler yaşanıyordu. 2 Ağustos 1990’da komşusu Kuveyt’i işgal ederek adeta yutan Irak’a BM Güvenlik Konseyi’nin 29 Kasım 1990 tarihli kararıyla 15 Ocak 1991’e kadar Kuveyt’ten çekilmesi “ültimatomu” verilmişti. Süre dolduğunda ise Irak ordusu hâlâ işgali sürdürüyordu.

    1990 yazında ilk kez özel televizyon kanalıyla tanışan Türk halkı CNN’in naklen yayınlarının ekranlarda gösterilmesiyle ilk kez bir savaşı evinden canlı takip etti. Takip edilen aynı zamanda dünya tarihinde yeni bir dönemin başlangıcıydı: 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolik olarak, 1990 yılında ise Almanya’nın yeniden birleşmesiyle fiilen sona eren Soğuk Savaşla birlikte dünya; Varşova Paktı’nın çöküşü ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla “iki kutuplu”luktan, ABD’nin tek “süper güç” olduğu “tek kutuplu”luğa evriliyordu. “Çöl Fırtınası” harekâtındaki başat rolüyle ABD kendi liderliğindeki yeni dönemin başladığını ilan ediyordu adeta.

    Ortadoğu’da ve dünyada meydana gelen bu tarihî gelişmelerin Türkiye’yi, Türk sporunu ve Fenerbahçe’yi etkilememesi mümkün değildi. Savaşı yanı başında hisseden Türkiye’yi Irak’ın elindeki uzun menzilli füzelerin ve (Saddam Hüseyin’in 1988 yılında Halepçe’de kullandığı) kimyasal silahların endişesi sardı.

    Irak’a karşı koalisyonun başını çeken ABD de endişeliydi. ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu liglerde oynayan Amerikalı basketbolcuları topladı ve bir dizi önlem paketi sundu (takımların tek yabancı hakkı vardı ve ligdeki 12 takımın 11’inin yabancıları Amerikalıydı). Başkonsolosluk, oyuncuların İstanbul’u terketmelerini gerektirecek bir durumun bulunmadığını ifade etti, ancak terör saldırılarına karşı müteyakkız olmalarını tavsiye etti.

    Bu gelişme üzerine Basketbol Ligi’ndeki bazı takımlar da (27 Ocak’ta Beslen maçı için Gaziantep’e gidecek Fenerbahçe ve 18 Ocak’ta Çukurova’yla oynamak üzere Mersin’e gidecek olan Galatasaray dahil) güney ve güneydoğu illerindeki deplasman maçlarını düşünerek liglerin ertelenmesini talep ettiler. Bu arada Fenerbahçe’nin Amerikalı oyuncusu Larry Richard Gaziantep deplasmanına gitmek istemediğini Kulübe bildirdi.

    ABD Başkonsolosluğunun telkinine karşın, bazı Amerikalı oyuncular Türkiye’yi terketme eğilimine girdiler. Nihayetinde de Çukurova, Efes Pilsen, Galatasaray, İTÜ ve Paşabahçe’nin Amerikalıları ülkelerine kaçtılar (bunun üzerine Efes Pilsen, Galatasaray ve Paşabahçe apar topar yeni Amerikalılar transfer ettiler). Larry Richard ise Fenerbahçe’nin 18 Ocak’taki Nasaş maçına çıkmadı ve karşılaşmayı tribünden izledi.

    Ancak, tribünden izlerken de “Aslan Yürekli” olduğunu hatırladı belki de. Kalmaya karar veren az sayıdaki Amerikalıdan biri oldu. 27 Ocak’ta Gaziantep’teki Beslen maçına çıktı ve lakabının hakkını vererek 31 sayıyla galibiyeti takımına kazandırdı.

    Kalmaya karar veren bir diğer Amerikalı ise yine Fenerbahçe’nin 1987’de Yaz Ligi’nde keşfedip Türkiye’ye getirdiği “Örümcek” Pete Williams’tı. Ve bu iki müstesna Amerikalı sezon sonunda takımlarına final oynattılar. Bu iki oyuncu sahada birbirlerine rakip olsalar da ABD’den beri dost ve kader arkadaşıydılar. 1987 Yaz Ligi’nde kendini göstermek için sahaya çıkmaya parası olmayan Richard’a Williams arka çıkmıştı. O sezon Williams Fenerbahçe’nin yolunu tutup Calvin’den beri Fenerbahçe taraftarının özlediği “spektaküler Amerikalı” rolünü doldurdu. Eczacıbaşı’nın yolunu tutan Richard ise “Baturalp’in piliçleri”yle birlikte iki Türkiye Ligi şampiyonluğu kazandı.

    Bununla birlikte, 29 Mart 1991’de final serisinin Antalya’da oynanacak beşinci ayağının bir gün öncesinde sanki ibre tamamen Williams’a döner gibiydi. Fenerbahçe teknik kadrosu hayretler içinde Isparta’daki 4. maçta Richard’ın kolunu kaldırmaya bile mecalinin olmadığını görüyorlardı. Sağlık ekibi ise çaresizdi. Ligin ribaund kralı Richard da ne olduğunu bilmiyordu.

    Kader ağlarını mı örüyordu? 1984-85 sezonunun finalinde Fenerbahçe ezelî rakibini rahat bir tempoyla yenip şampiyonluk maçına çıkarken oyun kurucusu Ali Rıza Limoncuoğlu’nun (Aliço) 40 derecelik ateşi nedeniyle takım neredeyse maçı baştan kaybettiyse, bu sezon da mı bir benzeri olacaktı?

    Richard’a yapılan tedavide yorgunluktan dolayı kanındaki şeker oranının ziyadesiyle düştüğü anlaşıldı (bu ani düşüşlere Richard’ın 1992’den sonra giydiği Efes forması altında da tanık olunacaktı). İstanbul’da bu işin uzmanı Prof. Dr. Üstün Korugan arandı. Korugan, Richard’a iki serum bağlanmasını önerdi. Richard ayağa kalktı. Antalya’daki son maçta Tofaşlılar Richard’ın performansına inanamadılar. Oysaki Richard iki serumla ayağa kalkmıştı.

    27 Mart 1991 / Görkem Yaraşır Fenerbahçe Şampiyonluklarına

    Larry Richard’ın sağlık durumundaki bu keskin iniş-çıkış aslında Fenerbahçe’nin şampiyonluğu bir nevi riske attığının göstergesiydi. Zira, uzayan serilerde nispeten kuvvetsiz takımın umutlanıp daha dirençli hale gelmesine basketbol tarihi defalarca tanık olmuştu. Olmaya da devam edecekti. Örneğin, Fenerbahçe 2010-11 sezonunda Galatasaray’ı final serisinde 4-2 mağlup edip ezeli rakibinin sahasında kupa kaldırırken, ilk iki maçtaki 20 farklı galibiyetlerin ardından son dört maçta zorlanmıştı.

    Kaldı ki, Fenerbahçe final serisinin 27 Mart’ta Isparta’da oynanan dördüncü ayağında şampiyon olmaya çok yaklaşmıştı. Normal sürenin son saniyesine Tofaş SAS 67-66 önde girerken, Fenerbahçe’nin hücumcuları yine tıkanmış, son topu kullanmak da savunmacı Ferhat Oktay’a kalmıştı. Faulle durdurulan Ferhat iki serbest atışı da baskete çevirse Fenerbahçe maçı 68-67 kazanacak ve maçın bitiş düdüğü de Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu ilan edecekti.

    Olmadı öyle. Ferhat Oktay 1/2 attı, maç da uzatmaya gitti. Uzatmada da Tofaş maçı 76-74 alıp, seriyi 2-2’ye getirdi. Artık “galip kadar galipti” Tofaş. Futbol yorumcuları karıştı lafa.. “Fenerbahçe hasılat için seriyi uzattı” dediler. Halbuki, “Anadolu basketbolu sevsin” diye Federasyon’un tarafsız sahalarda oynattığı maçların hasılatı da Federasyon’a kaldığı yetmiyormuş gibi, takımların seyahat, iaşe ve konaklama masrafları da cabasıydı.

    O sezonun yazgısı da o şekilde yazılmıştı işte. Böyleydi Fenerbahçe’nin şampiyonluk yolu. Meşakkatli, zahmetli ve alınteri dolu. Görkemli olur hep Fenerbahçe şampiyonlukları.. Son saniye serbest atışlarıyla şampiyonluğu yakıştırmamıştı tarih Fenerbahçe’ye..

    29 Mart 1991 / Beklenen Görkem ve Giderilen Özlem

    Rakip Tofaş’tı ama oyuncuları çok da yabancı değildi. İlk beşinde Fenerbahçe’nin 1982-90 arasındaki kadrolarında önemli yer tutmuş üç oyuncusu vardı: Efe Aydan, Fatih Özal ve Pete Williams. Zaten çok da centilmence geçti maçlar.

    Bununla birlikte, bu demek değildi ki Tofaş şampiyonluğa “aç” değildi. Kuruluşundan beri resmî kupa kazanamamış Bursa kulübü şampiyonluk kupasının bir kulbuna tutunmuştu.

    Ancak, Fenerbahçe hem “aç” hem “susuz”du. Hiddink’in futbol takımının teknik direktörlüğe getirildiği sezonun başındaki umutlar, ligin ilk maçındaki Aydınspor hezimetiyle başlamadan bitmiş, sarı-lacivertliler için neredeyse bütün sezon “bitse de kurtulsak” kabilinden geçmişti. Bu nedenle, Basketbol Ligi’ndeki şampiyonluk Fenerbahçelilerin o sezon tutunduğu son daldı. Koca bir camia bu şampiyonluğa kenetlenmişti (2017’deki Euroleague şampiyonluğu da farklı değildi aslında)..

    Antalya’daki maçta Fenerbahçe baştan itibaren hiç bocalamadı. Ama Tofaş da gardını düşürmedi: İlk yarının ortaları geçilirken skor 23-23’tü.
    Türk basını müessese kulüplerinin şirketlerinin faaliyet gösterdiği sektörler üzerinden manşet atmayı sever. “Efes sarhoş etti”, “Ülker tat verdi”, “Telekom hatları kesti” veya “Tofaş Renault’u solladı” gibi başlıklar defalarca kullanılmıştır. Ancak, bu seride başrol Fenerbahçe’deydi ve Sarı Kanaryalar 23-23’ten sonra “vitesi beşe taktı” ki, Tofaş bir daha yetişemedi. İlk yarı bitmeden fark bir anda 20’ye çıkarken ikinci yarının ortalarına doğru ise skor 64-37’ye ulaşmıştı ki, Fenerbahçe rakibini adeta ikiye katlamış gibiydi. Sekiz dakika kala fark hâlâ 27 idi: 68-41.

    Dedik ya, Fenerbahçe’ye görkemli şampiyonluklar yaraşır diye. Son sekiz dakika tek bir sayı bile atmadı Fenerbahçe. Bursa ekibi ise teslim olmuş ama daha “itibarlı” bir skor arayışına girmişti. Son sekiz dakikadaki 16-0’lık Tofaş SAS serisi sadece skoru belirledi: 68-57’lik galibiyetle şampiyondu Fenerbahçe.

    Türkiye Ligi öncesindeki Türkiye şampiyonluklarını İstanbul (1957 ve 1959) ve İzmir’de (1965) kucaklamıştı Fenerbahçe.. Şimdi Fenerbahçe basketbol takımını tarihte ilk kez misafir eden Antalyalılar sarı-lacivertlileri şampiyon gönderecekti İstanbul’a.

    İkinci yarı boyunca zafer şarkıları söyleyen Antalyalı Fenerbahçeliler bitime 17-18 saniye kala top artık top saklama ustası Aliço’nun elindeyken geri sayıma başladılar. 1982-83 sezonundan beri şampiyonluk kovalayan Aliço ne topu verdi, ne fileyi ne de formasını.. Kupayı kaldırışındaki heybet de 25 senelik özlemi yırtıp atan bir coşkuylaydı.

    Normaldi..
    “Şampiyon” kelimesi bir kez daha en çok yakıştığı isim olan Fenerbahçe’nin önüne gelmişti..

    Tapfereritter / Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Fenerbahçe Yunan Oyununu Nasıl Bozdu

    Fenerbahçe Yunan Oyununu Nasıl Bozdu

    1954’de başlayan Fenerbahçe’nin kadın voleybol destanı, pek de kısa sayılmayacak kısa bir aradan sonra 1970’li yıllarda bir kez daha sahne aldı. Aşağıda okuyacağınız yazıda Tapfereritter, “Fenerbahçe Yunan Oyununu Nasıl Bozdu” diyerek, bu muhteşem jenerasyonun Avrupa’da tur atlayan ilk Türk takımı oluşunu anlatıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sonsuz Emek, Sebat ve Azim

    2010’da Dünya, 2012 ve 2014’te Avrupa şampiyonluklarına ulaşarak Türk voleyboluna büyük sevinçler yaşatan Sarı Meleklerin 1954’te yürümeye başlayıp dere tepe düz gittikleri meşakkatli yolu hatırlarken 1972 yılında “mutlu sonla” biten bir mücadeleyi unutmamak gerek. Çünkü tüm Fenerbahçeliler bilir ki, sarı-laciverte boyanmış her başarı ve şampiyonlukta sonsuz emek, sebat ve azim vardır.  

    48 Yıl Önce

    1972 yılının namağlup İstanbul ve (set bile vermeden) Türkiye şampiyonu olan Fenerbahçe kadın voleybol takımı dördüncü kez Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Türkiye’yi temsil ediyor.

    1960-61 sezonunda ilk kez düzenlenen Şampiyona’da Türkiye’yi ilk kez temsil etme onuru da Fenerbahçe’ye ait. Sarı Melekler formalarında ay-yıldız da taşıdıkları o sezon Dinamo Bükreş’e elendiler.

    1968-69’da ise Arnavut takımı Nentori Tiran’a 3-2 yenilerek elenirken, 2-0’lık galibiyeti 3-0’a getiremeyip kılpayı elenmenin üzüntüsünü yaşadılar.

    1969-70’te ise Sarı Melekler çeyrek finalde (1966 ve 1967’nin şampiyonu ve son iki sezonun finalisti) CSKA Moskova karşısındalar, ancak önceki turu aslında “sahada” geçmediler. Zira, Fenerbahçe’nin son 16 turunda eşleştiği Bulgar Akademik Sofya takımıyla maçların 5-15 Ocak 1970 tarihleri arasında oynanması kararlaştırıldı. Ancak, maçların tarihleri bir türlü belirlenemedi (o zamanlar Avrupa Federasyonları tarih aralığını belirler, maç günlerini saptamak ise kulüplerin inisiyatifine bırakılırdı). Sonrasında ise Bulgar takımı 20 Ocak 1970 tarihinde Fenerbahçe Kulübü’ne bir telgraf göndererek (aynı yılın 22 Eylül-2 Ekim tarihlerinde Bulgaristan’da düzenlenecek olan) Dünya Şampiyonası hazırlıklarını gerekçe göstererek Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’ndan çekildiğini bildirdi ve Fenerbahçe’ye bir sonraki turda başarılar diledi.

    1972-73 sezonunda Fenerbahçe dördüncü kez ay-yıldızlı armayı da formasında taşırken kurada bu sefer Yunanistan’ın Panathinaikos takımı çıktı. İlk kez “dişimize göre” kura. Zira o yıllarda, deplasmana gitme koşullarının zorluğu nedeniyle basketbolda ve voleybolda Avrupa Kupalarında ilk turlarda coğrafi bölge uygulaması var. Bu nedenle Türk takımları hep güçlü Balkan ya da Doğu Bloku ülkelerine düşüyor.

    Engeller… Engeller…

    Bunun ise iki dezavantajı var: Birincisi voleybolda (ve basketbolda) Doğu Bloku ülkeleri çok güçlü. Örneğin kadın voleybolunda 1960-61’de başlayan Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda finale yükselebilen ilk Varşova Paktı harici ülke takımı ancak 20. sezonda (1979-80) (bu sporda bayrağı Fenerbahçe’den devralmış olan) Eczacıbaşı. Şampiyon olabilen ilk Varşova Paktı harici ülke takımı ise ta 1987-88 sezonunda İtalya’nın Olimpia Teodora Ravenna takımı. Zaten bir yıl sonra da Varşova Paktı çökecek.

    İkinci dezavantaj ise, coğrafi bölge uygulaması nedeniyle hakemlerin de ağırlıklı olarak Varşova Paktı’ndan olmaları ve birbirlerini kollamaları. Örneğin basketbolda Fenerbahçe 1965-66 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda ilk maçta Romen Dinamo Bükreş’i 85-71 yenerek tur için avantajlı bir skor elde etmişse de, Bükreş’teki rövanşta evsahibi takımın yanısıra Rus ve Macar hakemlerle de mücadele etmek zorunda kalıyor ve nihayetinde 17 sayı farkla yenilerek eleniyor. Bu makûs talih yıllar geçse de değişmiyor. Yine örneğin, Fenerbahçe basketbol takımı 1983-84 sezonunda Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda bu defa Romen Steaua Bükreş karşısında ilk maçı 81-67 galip bitirmişken, Bükreş’teki rövanşta karşısında Rus ve Polonyalı hakemleri buluyor. 4 Ekim 1983’teki maçta, dönemin en büyük yıldızı Efe Aydan’a ilk dört dakikada dört faul çalınıyor, 6. dakikada da beş faulle oyun dışı bırakılıyor! Keza, Amerikalı oyuncular Winford Boynes ve Lewis Lonnie de ilk yarıda dörder faule ulaştırılıyor. İkinci yarının hemen başlarında ise her ikisi de “beşliyorlar”. Sahada kalan “bir avuç” Sarı Kanarya direnmeye devam edip farkı son dakikalara kadar 14’ün altında tutuyor. Ancak, hakemler bu defa üst üste çaldıkları “hücum fauller”le Steaua Bükreş’i 18 sayılık farka ulaştırıyorlar ve tur atlatıyorlar… 

    Bunları teker teker sıralamamızın nedeni, “throwback” ya da “flashback”ler sunmak değil.. Bilakis, amatör branşlarda zaten kıt kanaat ve türlü imkansızlıklarla mücadelelerini sürdüren Türk takımlarının aşmaları gereken devasa engelleri bir nebze de olsa hatırlayabilmek..

    Gelelim 1972’ye…

    Ne demiştik? Bu defa dişimize göre kura var: Panathinaikos. Yunanistan, kadın voleybolunda bir marka değil. Zaten Yoncaların kadın voleybol takımı da (Fenerbahçe’den 15 yıl sonra) 1969’da kurulmuş, Yunan Ligi ise 1970-71’de başlamış.

    Sarı Melekler 5 Kasım 1972’de ilk maç için tıklım tıklım seyirci önünde Spor ve Sergi Sarayı’nın parkelerine çıkıyor. Kadro şu şekilde: Perihan Tangör (kaptan), Sema Bora, Alev Ercins, Şeniz Sevinç, Perran Akaktan, Nida Erışık, Tomris Özpars, İnci Tülay, Aynur Örselenmez, Feyza Güvener, Nil Avunduk ve Nur (listedeki ilk altı isim aynı zamanda maça çıkan ilk altı).

    İlk seti 15-10 kaybediyor Fenerbahçe.. Sonra toparlanıyor ve üst üste üç seti 15-12, 15-5 ve 15-12 alarak skorborda 3-1’lik sonucu asıyor. Son sette skor 11-7 Fenerbahçe aleyhindeyken Perran Akaktan’ın servisten kaydettiği kritik sayılar seti ve maçı Fenerbahçe’ye kazandırıyor.

    Bu, kadın voleybolunda bir Türk takımının ilk Avrupa galibiyeti. 3-1’lik skor garanti olmasa da 11 Kasım’da Atina’da yapılacak rövanş için umut ışığı. Ancak rövanşta Fenerbahçe’yi türlü gariplikler bekliyor. Zira maçın Romen hakemleri gelmemiş ve Fenerbahçe Atina’da iki Yunan hakemin (Vazakopulos ve Argiropulos) yöneteceği maça çıkıyor (tarihte benzeri bir Avrupa Kupası maçının olup olmadığı araştırmaya değer).

    Yunan Takımı Yunan Hakemler

    Stelyo Papadopulos Atina’dan şu şekilde bildiriyor:

    Olaylı maçta Panathinaikos’a 3-0 mağlup olan F.Bahçeli kız voleybolculara Yunanlı seyirciler hücum etti

    Maçtan sonra bir grup Yunanlı seyirci, Fenerbahçe antrenörünün [rahmetli Deniz Esinduy], hakemin yaptığı hatalara itiraz etmesine sinirlenerek tribünlerden atlayıp Fenerbahçeli kız voleybolculara hücum etti, ancak polis olayı yatıştırdı.

    Sinirlerine hakim olamayan Fenerbahçeli kızlar ezilmeden oynamalarına rağmen set alamadılar. Karşılaşmayı yönetecek Romen hakemlerin gelmemesi nedeni ile maçı Yunan Federasyonu’na mensup hakemler yönettiği için Fenerbahçeli yöneticiler itirazda bulundular.”

    Setler 15-12, 15-10, 17-15 Yunan takımı lehine. Yunanlar ise taşkınlık içinde. 16 Mart 1993’teki Avrupa Kupa Galipleri Kupası finalinde Efes Pilsen’i mağlup eden Arisli taraftarların kupa töreninden önce Efesli basketbolculara taarruzlarını anımsayan sporsever çoktur. Ancak Torino’daki o finalde bile hiç olmazsa hakemler Yunan değildi.

    Avrupa’da Tur Atlayan İlk Türk Takımı

    Fenerbahçe maçtaki usulsüzlüğü ve olayları Uluslararası Voleybol Federasyonu‘na (FIVB) şikayet etti. FIVB ise ilk aşamada Fenerbahçe’yi hükmen galip ilan ederek bir üst tura yükseldiğini ilan etti. Ancak, sonra bu kararından dönerek rövanş maçının tarafsız saha olan Sofya‘da 9 Aralık’ta tekrarlanmasına karar verdi. 29 Kasım’da ilan edilen bu karara Panathinaikos 4 Aralık’ta itiraz ettiyse de bu başvuru herhangi bir sonuç vermedi. Ayrıca FIVB ilginç bir ceza da verdi: Fenerbahçe’nin tüm deplasman masraflarının da Yunan Voleybol Federasyonu tarafından ödenmesine hükmedildi.

    7 Aralık 1972’de Sarı Melekler otobüse bindi ve Sofya’ya vardı. 9 Aralık’ta maça çıktı. Panathinaikos’un yerinde ise yeller esiyordu. Fenerbahçe sahaya çıkmayan rakibi karşısında hükmen galipti. Bu sonuçla Fenerbahçe, kadın voleybolunda Avrupa kupalarında tur atlayan ilk Türk takımı oldu.


    Bu bir “tesadüf” değildi. Müteakip sezon da bu defa Porto’ya karşı alınan çifte galibiyetle çeyrek finale yükseldi Fenerbahçeliler. O dönem de voleybolun rüya takımı Fenerbahçe’ydi. Bugün de..

    Tarihe altın harflerle yazılmış bu kadro da kayıplar verdi tabi.. Zamansız, genç yaşta ebediyete uğurladığımız (antrenör ve eski oyuncumuz) Deniz Esinduy ve bir dönem hayatını birleştirdiği Sema Bora ile Galatasaray camiasının unutulmaz ismi olmakla birlikte son iki sezonunu Fenerbahçe’de geçiren Alev Ercins rahmetle andıklarımızdan.. 

    Tapfereritter / Fenerbahçe Yunan Oyununu Nasıl Bozdu


    Fotoğraflar

    • Fenerbahçe Yunan Oyununu Nasıl Bozdu
    • Fenerbahçe Yunan Oyununu Nasıl Bozdu
    • Fenerbahçe Yunan Oyununu Nasıl Bozdu
    • Fenerbahçe Yunan Oyununu Nasıl Bozdu
    • Fenerbahçe Yunan Oyununu Nasıl Bozdu
    1. 5 Kasım 1972’deki ilk maça çıkan kadro: 10 Perihan Tangör (Özbilgin), 4 Sema Bora (Esinduy), 2 Perran Akaktan, 1 Nur, 3 Nida Erışık, 12  Tomris Özpars (Vuran)-6 Nil Avunduk, 8 Alev Ercins, 9 Şeniz Sevinç, 7 İnci Tülay (Dönmez), 5 Feyza Güvener (Özarca),11 Aynur Örselenmez.
    2. İlk maç sırasında antrenör Deniz Esinduy taktik veriyor.
    3. Sema Bora (4) ve Perran Akaktan (2) hücumda.
    4. Gök bubbede kalan hoş sadâ: Bir dönem hayatlarını birleştiren Deniz Esinduy ve Sema Bora nikah davetiyelerini inceliyorlar.
    5. Voleybolu Fenerbahçe formasıyla bırakan Alev Ercins, Bülent Yüksel’den kulübün hatıra şildini alıyor.
  • Fenerbahçe’nin İlk Atatürk Kupası

    Fenerbahçe’nin İlk Atatürk Kupası

    2 Temmuz 1964, Fenerbahçe’nin ilk Atatürk Kupası ile müzesini şereflendirdiği gündü. Bu mutlu günü ve müthiş maçı Tapfereritter’in kaleminden okuyalım…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin İlk Atatürk Kupası

    Maç öncesi iki takımın, maç sonrasında bir takımın şeref turu attığı kaç maç vardır acaba Türk spor tarihinde?

    2 Temmuz 1964’te İnönü Stadı’nda oynanan Atatürk Kupası maçı böyle bir ilginçliğe sahne oldu. Sezonu 12. kez Türkiye şampiyonu olarak tamamlayan Fenerbahçe ile 2. kez Türkiye Kupası şampiyonu olan Galatasaray karşılaşma öncesinde seyircilerin huzurunda kupalarıyla tur attılar.

    Oysaki Fenerbahçe aslında sezonu çoktan kapamıştı. 31 Mayıs’ta İzmir’de (1950 şampiyonluğuna benzer şekilde) tarihî bir maçta Altay’ı 3-0 yenerek şampiyon olmuş, sonrasında ise Lefter Küçükandoniadis’in jübilesinin ardından, yedek ağırlıklı bir kadroyla dört maçlık bir Karadeniz turnesi (Amasya, Samsun ve Adapazarı’nı kapsıyordu) yapmış, 22 Haziran’da tatile ayrılmıştı.

    Galatasaray Nasıl Türkiye Kupası şampiyonu oldu?

    Galatasaray futbol takımının ise sezonu devam ediyordu. Ligi (2 puanlı sistemde) Fenerbahçe’nin 11 puan gerisinde üçüncü olarak tamamlayan sarı-kırmızılılar Türkiye Kupası’nda finaldeydi. İzmir’deki ilk maç 0-0 bitmiş, Kupa şampiyonunun belirlenmesi İstanbul’daki rövanşa kalmıştı. Ancak, sonrasında birbirinden ilginç gelişmeler oldu: İstanbul Bölge Müdürlüğü 28 Haziran’daki rövanş için Futbol Federasyonu’na İnönü Stadı’nı vermedi ve 29 Haziran Pazartesi’yi önerdi. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı da Dünya Ordulararası Futbol Şampiyonası nedeniyle maçın o tarihte oynanmasını istemiyordu (Fenerbahçe ve Ali Sami Yen statları inşaat halindeydi ve koca İstanbul’da final maçı oynatacak başka stadyum yoktu).

    Altay Kulübü karara direndi. Altay Başkanı Rıdvan Burteçin; önceden kararlaştırıldığı şekliyle, maçı 28 Haziran Pazar günü gerekirse Alibeyköy Stadı’nda bile oynamaya hazır olduklarını açıkladı. Zira Galatasaray’ın Ordu Milli Takımındaki oyuncularını da (Ayhan Elmastaşoğlu, Talat Özkarslı ve Uğur Köken) oynatabilmek için maçın Pazartesi oynanması hususunda Futbol Federasyonu’na baskıda bulunduğunu iddia ediyordu. 25 Haziran’da Futbol Federasyonu gerçekten de maçın Pazartesi oynanmasına karar verdi. Aynı gün Galatasaray’a bir müjdeli haber de Genelkurmay Başkanlığı’ndan geldi: Üç asker futbolcusunu Pazartesi için izin çıkmıştı.

    Aynı gün Altay Yönetim Kurulu toplandı ve protesto amacıyla maça çıkmama kararı aldı. 29 Haziran’da Galatasaray seremoniye çıktı ve “hükmen galip” ve “şampiyon” ilan edildi. Bunun ardından sahaya hücum eden Galatasaraylı taraftarlar da büyük bir coşkuyla sarı-kırmızılı futbolcuları sırtında taşıdı..

    Atatürk Kupası ve Galatasaray’ın Teklifinin Zamanlaması

    Atatürk Kupası ise bu dönemde gündeme gelmişti. (1961-1965 arasında iktidarda olan) Cumhuriyet Halk Partisi’nin 40. kuruluş yıldönümünü teşkil eden 9 Eylül 1963’te bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı yapılması isteği, Beden Terbiyesi Genel Müdürü Fikret Altınel’in “Bu yıl temel atılması imkânsızdır” sözüyle, başlatılamayacağı anlaşılan Fenerbahçe Stadı’nın inşaatına yardımcı olunması koşuluyla kabul edilmişti (stadın açılışı ise 1982’yi bulacak, Fenerbahçe ne yazık ki yıllarca stadından mahrum kalacaktı).

    Beşiktaş da organizasyona dahil edilince Atatürk Kupası üçlü bir turnuvaya dönüştü. Şampiyona Atatürk’ün 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz’un başlangıcında Kocatepe’deki duruşunu canlandıran bir heykel de bulunan 70 santim boyunda çok görkemli bir gümüş kupa sunulacaktı. Kura gereği 9 Eylül’de 38.000’i aşkın (biletli) seyircinin önünde hasılat rekoru kırılan ilk maçı oynayan Fenerbahçe ile Beşiktaş’tan gülen taraf 3-1’lik sonuçla Sarı-Kanaryalar oldu.  Bu maçta Beşiktaş’tan transfer edilen Şenol Birol ve Birol Pekel de eski takımlarına karşı forma giydiği gibi, birer kez Beşiktaş filelerini sarsmışlardı. Diğer golün sahibi de yine bir dönem siyah-beyazlı formayı giymiş Selim Soydan’dı.

    2 Ekim’de ise Galatasaray Beşiktaş’ı 3-0 yenince şampiyonluk Fenerbahçe-Galatasaray maçına kaldı. +1 averaj üstünlüğü bulunan Galatasaray’a şampiyonluk için beraberlik bile yetecekti. Ancak, maç Galatasaraylı yöneticilerin türlü mazeretleri nedeniyle bir türlü oynanmadı. Kupa adeta ortada kalmıştı. Galatasaray’ın Fenerbahçe’ye maç teklifi ise, Fenerbahçe’nin sezonu kapatıp plaja dağıldığı, Galatasaray’ın ise Türkiye Kupası final maçı için kampta olduğu 26 Haziran’da geldi.

    Plaj Takımı Kamp Takımını Yeniyor

    Fenerbahçe Kulübü’nün dürüst ve sportmen Başkanı “Yavuz” İsmet Uluğ’un aklından teklifi reddetmek geçmedi. Ancak ortada bir gerçek vardı: 22 Haziran’dan beri tatildeki Sarı-lacivertli futbolcuları denizden toplayıp maça çıkarmak gerekecekti. Galatasaray ise Türkiye Kupası maçı finali için her gün antrenman yaptığı bir dönemdeydi. Fenerbahçe Yönetim Kurulu, Başkanına serzenişte bulununca “Yavuz” İsmet, “Size sormadan kabul etmekle demek hata ettim. O halde, ben istifa edeyim, siz de kararı tanımayın” dedi. Ama Yönetim Kurulu da Fenerbahçe Yönetim Kurulu’ydu. En zayıf anında bile mazeretlerin arkasına sığınmazdı. Başkanının teklifini kabul etmedi.

    2 Temmuz’daki maçın sonrasında İsmet Uluğ, Galatasaray’ın teklifini kabul edişini şu şekilde açıklayacaktı:

    Birincisi, Büyük Atatürk’ün adına oynanan bu kupanın finalini oynamamız lazımdı. İkincisi,  ligde sekiz eksiği olan Galatasaray’ı yenemediğimiz için gururumuzla oynamaya kalkışmışlardı. Şartların tamamen aleyhimizde olduğu bir zamanda [bu] maça çıktık

    29 Haziran’da plajlardan toplanabilen Fenerbahçeli futbolcular 1 Temmuz’da bir antrenman yapıp, 2 Temmuz 1964 Pazar gecesi tıklım tıklım dolu İnönü stadına çıktılar. Maç adeta Lig ve Kupa şampiyonlarını karşı karşıya getiren bir Süper Kupa havasına bürünmüştü. Zaten iki yıl sonra da bu amaçla oynanacak Cumhurbaşkanlığı Kupası ihdas edilecekti.

    Kupayı Kim Verecek? Maç Günü Türkiye’nin Gündemi..

    2 Temmuz’daki final maçının galibine Atatürk Kupası’nı Başbakan Yardımcısı Kemal Satır’ın vereceği açıklandı. CHP’nin düzenlenmesini istediği kupayı CHP’nin Genel Başkanı İsmet İnönü veremeyecekti zira. Türkiye dış politikada önemli dönemeçlerinden birindeydi çünkü.

    1963-1964 döneminde Kıbrıs’ta anayasal düzenin Rumlar yüzünden bozulması ve Ada’daki Türklere yönelik saldırıların artması üzerine, Türkiye de 16 Ağustos 1960 tarihli Garanti Antlaşması uyarınca Ada’da anayasal düzenin yeniden kurulması amacıyla askeri müdahale seçeneğini tezekkür etmeye başlamıştı. TBMM 16 Mart 1964’te Hükümet’e tam yetki vermişti. İnönü 16 Nisan’da ise ünlü Time dergisine verdiği demeçte “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur” açıklamasını yapmıştı.

    Bu dönemde, 5 Haziran 1964 tarihinde Türk siyasi tarihine “Johnson Mektubu” olarak geçmiş olan, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup Ankara’ya ulaştı. 9 Haziran’da ise Yunan donanması Ege’ye açıldı. 10 Haziran’da ise ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Türkiye’ye geldi. Arabuluculuk girişimleri başlamıştı. Başbakan İnönü de ABD’ye gitmeden önce TBMM’den istediği güvenoyunu 19 Haziran’da ucu ucuna aldı ve 21 Haziran’da bu ülkeye gitti. 27 Haziran’da diğer garantör ülke Birleşik Krallık’a, 30 Haziran’da ise Fransa’ya geçti.

    Atatürk Kupası maçının oynanacağı 2 Temmuz günü Başbakan İnönü 12 günde 19.000 kilometre yol katettiği dış gezisinden dönüyordu.

    İlk Yarı ve Devre Arasındaki Ümitsizlik

    Büyük maç, 1947’de İnönü Stadı olarak açılmış, 1950’de ise Mithat Paşa’nın adı verilmiş stadyumdaydı. Yaklaşık 30.000 biletli seyircinin karşısına Fenerbahçe; Ali Filibeli – İsmail Alemdaroğlu, Özcan Köksoy, – Şeref Has (kaptan), Osman Göktan, Ali İhsan Okçuoğlu – Yüksel Gündüz, Hüseyin Yazıcı, Ogün Altıparmak, Birol Pekel, Aydın Yelken’den oluşan bir onbirle çıktı.

    Galatasaray’ın ilk onbiri ise şu şekildeydi: Turgay Şeren (kaptan) – Candemir Berkman, Ahmet Berman – Mustafa Yürür, Ergun Ercins, Doğan Sel – Yılmaz Gökdel, Ayhan Elmastaşoğlu, Talat Özkarslı, Metin Oktay, Uğur Köken.

    Maçın başında, yazımızın başlangıcında bahsettiğimiz üzere, iki takım şampiyonluk kupalarıyla birlikte, beraberce tur attılar.

    Ardından Fenerbahçeliler için eziyet dolu olan ilk yarı başladı. Sarı Kanaryaların kasları maçı kabul etmiyor, Sarı-kırmızılılar ise baskıyı kurmuş, yükleniyordu. Nihayet Metin Oktay 38. dakikada Fenerbahçe filelerini havalandırınca, Galatasaray tribünleri Fenerbahçe’nin “atom forveti”ni kuran işadamı yöneticisi Müslim Bağcılar’a hitaben “Sen oyna Müslim, sen oyna” tezahüratına başlamışlardı.

    Suskun Fenerbahçe taraftarı, devre arasında daha büyük bir eziyetle ikinci yarıyı beklemeye başlamışlardı.

    Devre arası Fenerbahçe tarihçisi ve o dönem Kulüp’te yönetici olan Rüştü Dağlaroğlu’ndan:

    “İki devre arasında Fenerbahçe soyunma odasını tam bir perişanlık havası kaplamıştı. Futbolcular fena halde sızlanıyor; ”Sezon kapandıktan sonra bu maç alınır mıydı!.. 3-4 atacaklar, rezil olacağız!” diye dövünüyorlardı.

    Odaya tribünden tek bir idareci gelmişti. Yakınmalar ona idi. Bu yıkık morali düzeltme çabasına girişildi. Birkaç kamçılayıcı cümleden sonra, biraz gayret ve akıllıca oyunla maçı kazanacakları, hem de 3-1 kazanacakları söylendi. Sayılar tekrarlanarak ve “Üç.. bir” diye bağrılarak futbolcular 2. devreye çıkmışlar, ama yönetici odadan çıkamamıştı.”

    İkinci Yarıda Şahlanan Fenerbahçe

    Kupa Atatürk Kupası’ydı. Ulu Önder’in ebediyete uğurlandığı “O gün” (10 Kasım 1938)  doğan bir çocuk da 2 Temmuz 1964’te Fenerbahçe formasıyla sahadaydı. Fenerbahçe’yi coşturan beraberlik golü 55. dakikada Ogün Altıparmak adlı Türk futbolunun bu yeni yıldızına nasip oldu.

    Fenerbahçe tribünleri canlanırken, sahadaki Sarı-Kanaryalar şahlanmıştı bir kere.. Ve gün “Ogün”ündü.. İlk golün 10 dakika sonrasında Ogün Altıparmak bu defa geriden gelen pası Galatasaraylı Ergun Ercins’ten önce kaptı ve yıldırım gibi cezaalanına aktı. Turgay Şeren’i üzerine doğru çektikten sonra sola doğru kaydı ve plase bir vuruşla galibiyet golünü attı: 2-1.

    Tribünlerde bir gök gürültüsü koptu. Bu sonuçla bile şampiyonluk Fenerbahçe’nindi. Ancak bir de “perçin” lazımdı.

    O “perçin”i de Kaptan Şeref Has çaktı. 83. dakikada Yüksel Gündüz’le paslaşan Birol Pekel topu Şeref Has’ın önüne açtı. Açtı ama kaleye mesafe 35 metreydi. Kaptan mermi gibi vurdu. Önce direğe çarpan top Galatasaray fileleriyle kucaklaştı.

    Maçı Milliyet’e yorumlayan Namık Sevik golü ve Fenerbahçe’nin muhteşem zaferini şu şekilde takdim ediyordu okuyucularına:

    Stat yerinden oynuyor, Turgay ise, çaresizlik içinde, düştüğü yerden ağır ağır kalkıyordu… Üzülmemeliydi Turgay.. Bu golü Avrupa’da da kurtaracak kaleci yoktu. Fenerbahçe 3-1 galip ve Atatürk Kupası’nı kazanmıştı. Evet, beklenmeyen şey olmuş, “Plaj takımı”, “Kamp takımı”nı 2. devredeki ağır darbeleriyle yenmişti

    Galatasaray’ın ilk golünden sonra dalgaya alınan Müslim Bağcılar ise, “son gülen iyi güler” misali, maç sonunda keyifliydi:

    Beşiktaşlılar da Galatasaraylılar da bağırdılar. Ama sonunda yine ben oynadım. Şampiyonluğa göbek atmayacak kaç kişi var Türkiye’de?

    Fenalık Geçiren Rüştü Dağlaroğlu’na Ne Oldu?

    Demiştik ya.. Takım sahaya çıkmış ama Yönetici soyunma odasından çıkamamıştı. Neler olduğunu Dağlaroğlu’ndan okuyalım:

    “[Yönetici] Bir süre sonra, “Goooool” feryatlarıyla kendine gelip, pencere başındaki sıradan ayağa kalkınca, kendini masaj masasına zor atabildi. Malzemeci başına buzlar koyarken, sahaya da; “Doktor… Doktor…” diye haykırıyordu. Maç sonrası, revirde tedavi görmekte olan yöneticinin başına koşanlardan, kaptan Şeref [Has], kulağına eğilip:

    – İkinci devreye çıkarken sen fenalık geçiriyordun. Az sonra, ”Doktor… Doktor…” bağrışmalarını duyunca, seni kaybettik sandık. Ben, bu stadın eşini görmediği o 3. golü 30 metreden, “seni kaybettik” diye attım!” diyor, yöneticinin boynuna sarılıyordu.

    Günün kahramanı Ogün Altıparmak da Dağlaroğlu’na sarılanlar arasındaydı:

    Bize moral verirken, ‘Kupa’yı kazanın, Atatürk’ün de ruhu şad olacak’ diyordun. Bir bu sözün, bir de beni Karşıyaka’dan, kırık ayağımla, ne mücadelelerle Fenerbahçe’ye aldığını hatırlayışım, sonra da kriz geçirişin bana çok dokundu. Yoksa o golleri atamazdım!”

    “Şampiyon” sözcüğü bir başka yaraşır Fenerbahçe’ye.. Sebepsiz değildir. Çünkü birbirinden “heybetli”dir Fenerbahçe’nin şampiyonlukları.. 1964 yılındaki Atatürk Kupası gibi..

    Tapfereritter / Fenerbahçe’nin İlk Atatürk Kupası

  • Ankara Sarı Lacivert Oldu

    Ankara Sarı Lacivert Oldu

    Haziran ayı, Fenerbahçe için Cumhurbaşkanlığı Kupası demekti. 1985 yılı geldiğinde bir kez daha bu sevinç yaşandı. Ankara sokakları sarı lacivert oldu. Tapfereritter‘in kaleminden…


    Cinlik!

    Euro 84’te Alman milli takımıyla yaşadığı başarısızlığın tenzilatıyla Galatasaray’a gelen Jupp Derwall’in “cinliklerinden” biriydi. Penaltı kurtarma ustası Yaşar Duran’ın moralini bozacaktı seri penaltıların ilkinde.

    İlk penaltıyı İsmail Kartal gole çevirip durumu 1-0’a getirdiğinde penaltı noktasına hareketlenen bir Galatasaraylı futbolcu yoktu. İki saniye önce golü yiyen Zoran Simoviç topun başına doğru hareketleniyordu. Derwall gibi, Euro 84’te Yugoslavya’nın kalesini korurken yediği hatalı gollerin tenzilatıyla Galatasaray’a gelen Simoviç, Ligde kötü günler geçiren takımının bir teselli olarak Türkiye Kupası’nda şampiyon olmasında pay sahibi olmuştu.

    İki kaleci birbirine baktı. Bir istatistik, penaltıcıların biraz sonra vuracakları köşeye en az bir kere ve belki bir saliseliğine baktıklarını söyler.. Aynı istatistik, en çok penaltı kurtaran kalecilerin bu bakışı en çok yakalayabilen kalecilerden çıktığını da söyler..

    Baktı Yaşar Duran. Simoviç’in vurduğu köşeye atladı. Ve topu yumruklarken, Simoviç çoktan dövünmeye başlamıştı. Derwall kendi kazığı kuyuya kendi düşmüş, İlyas Tüfekçi bir sonraki penaltı atışıyla durumu 2-0 yaparak kuyuyu derinleştirmişti. Uzatmalarıyla birlikte 1-1 biten maçın Fenerbahçe adına tek golünü enfes bir vuruşla atan Hüseyin Çakıroğlu (o golün ardından çıkan sevinç sesi ile Galatasaray’ın golünden sonra çıkan ses arasındaki fark o dönemde Fenerbahçe’nin ezici taraftar üstünlüğünü gösterir niteliktedir) penaltıyı da enfes bir vuruşla gole çevirdiğinde de kuyu aynı derinlikteydi: 3-1  

    O kuyudan çıkma fırsatını ise Önder Çakar’ın durum 3-2 iken kaçırdığı penaltıyla yakalamıştı Galatasaray. 12 sezonluk kariyerinde hiçbir şampiyonluk görememiş olmanın hırsıyla vurdu Fatih Terim. Ne sol ne sağ köşeye. Direkt ortaya. Yaşar Duran da kurtararak Fatih Terim’in son resmi maçında sezon finalini yazdı.

    Selçuk Yula Yanıltmadı, Ankara Sarı Lacivert Oldu

    Son penaltıyı Selçuk Yula atıyor olsa bile, top yuvarlaktı. Fenerbahçe yedek kulübesinde herkes ayaktayken Erol Togay sırtını dönmüş, Şenol Çorlu’ya sarılmıştı. Totem şarttı.

    Ama Selçuk Yula yanıltmazdı. Ezeli rekabette penaltılara kalan ilk maçta, hem de Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda gülen taraf Fenerbahçe olmuştu.

    Kupayı veren ise TBMM Başkanı Necmettin Karaduman’dı. Zira Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Romen mevkidaşı Nikolay Çavuşesku’nun davetine icabetle resmi ziyaret amacıyla maç günü Romanya’ya gitmişti.

    Türkiye Ligi ve Donanma Kupası’ndan sonra Fenerbahçe müzesine futbolda giren üçüncü kupaydı bu. Fenerbahçe yine çok mutluydu.

    Tapfereritter

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Fenerbahçe’nin 21’inci Türkiye Şampiyonluğu

    Fenerbahçe’nin 21’inci Türkiye Şampiyonluğu

    Bu güzel yıldönümünün açılışı Tapfereritter‘in yazısıyla yapıyoruz. Fenerbahçe’nin 21’inci Türkiye Şampiyonluğu ile sevince boğduğu 1989 yılının son maçını, sıkı bir taraftarın gözüyle okuyalım.


    100… 101… 102 ve 103!

    Rıdvan Dilmen sol kanatta topu aldığında, herkes onun bir anda birinci vitesten beşinci vitese takacağını ve kaleye yöneleceğini biliyordu ama akıl ve mantık beş kişinin içinden geçerek bunu yapacağına ikna olmuyordu. “Şeytan”lık buradaydı.. 

    Bir başka gariplik, normalde orta sahada takımın üçüncü ciğeri olarak görev yapan Turhan Sofuoğlu’nun, Rıdvan Dilmen’in geçmeyi deneyeceği deliği kapatmaya çalışan Sarıyer savunmasının göbekte bıraktığı boşluğu burnu gol koklayan santrafor edasıyla farkedip, penaltı noktasına doğru yönelip elini kaldırarak gollük pas istemesiydi. “Rambo” olmak kolay değildi.

    Oğuz Çetin’in, Rıdvan Dilmen’in geçebileceği tek deliği görüp, o deliği aydınlatan topuk pası da alelade bir hareket değildi. Bir mühendislik harikasıydı. “İmparator” lakabı oynadığın futbolla kazanılırdı. Franz Beckenbauer gibi..

    Pozisyonun gelişimi, o sezon formunun zirvesine çıkmış Rıdvan Dilmen’in golü atacağına işaret ediyordu. Ama bir engel vardı: O dönemin refleksleri en müthiş ve karşı karşıya pozisyonlarda son derece başarılı kalecisi Yaşar Duran Sarıyer’deydi. “Şeytan”a “dur” dedi.

    Ama o sezon Fenerbahçe karşısındaki rakip kaleciler, son viteste çalışan bir tenis topu atma makinesi karşısındaki tenisçiler gibiydi. Türk futbolunda görülmedik bir “bütün hatlarıyla hücum” performansı sergileyen Fenerbahçe’de dönen topu gol yapacak en az bir futbolcu illa ki vardı.

    Çünkü takım zaten 2 yese 3 gol, 3 yese 4 gol atan bir takımdı. 100. gol Turhan Sofuoğlu’na nasip oldu. 100. golü atacak oyuncuya verilecek otomobil hediyesini de o sezon ölümcül kazaya uğramış Samsunspor’a hibe etmişti “Rambo”..

    Fenerbahçe’nin 21’inci Türkiye Şampiyonluğu

    Fenerbahçe’nin 21. Türkiye şampiyonluğunu ilan ettiği 4-3’lük Sarıyer maçı iddiasız bir karşılaşma değildi. “Son hafta beraber seyircilere bol gol izletelim” türünden bir maç değildi. Sarıyer kazansa bir sonraki sezon Galatasaray yerine Boğaz’ın “Beyaz Martıları” gidecekti UEFA Kupası’na. Ama Sarı Kanaryalar “gelin gibi süslenmiş” stadyumunda taraftarına zehir etmemişti şampiyonluk gününü. Sarıyer maça asıldıkça asılmış ve “eski Fenerli” Selçuk Yula’nın 1, “müstakbel Fenerli” Sercan Görgülü’nün iki golüyle 3-3’ü bile yakalamıştı. Ama Fenerbahçe işine bakardı. Galibiyetine bakardı. Yendi ve ezeli rakibini yolladı Avrupa Kupalarına.

    Zaten onun için Milliyet gazetesinin ertesi gün manşeti “Şikesiz.. Lekesiz.. Tertemiz” idi.

    Sarı-Lacivert Bir Mutluluk Günü

    Bu mutlu sonda “Şeytan” vardı.. “Rambo” vardı.. “İmparator” vardı.. Bir de “Kral” olmalıydı. Aykut Kocaman da bu lakabı o maçta aldı, tacını bu maçta taktı. O, Fenerbahçe’nin Zeki Rıza Sporel (1933), Ali Rıza Tansı ve Naci Bastoncu (1935), Melih Kotanca (1940, 1945 ve 1946), Lefter Küçükandoniadis (1950), Ogün Altıparmak (1970-71), Osman Arpacıoğlu (1972-73), Cemil Turan (1973-74, 1975-76 ve 1977-78) ve Selçuk Yula’dan (1981-82 ve 1982-83) sonra çıkardığı 10. “Türkiye Gol Kralı”ydı. Her şeyden öte, benzersiz bir şampiyonluktu bu. En fazla gol*, en yüksek gol ortalaması, en fazla galibiyet, en yüksek puan, en iyi averaj.. Bütün rekorlar Fenerbahçe’nindi. Kırılacağı da yoktu..

    11 Haziran 1989.. Sarı-lacivertli ve mutlu bir gündü.

    * Sonradan, bazı takımlarla dört maç yapılan ve iki etaplı ligde atılan golleri dikkate alıp yapay rekorlar icat edilmeye çalışılsa da, bu rekor da “şikesiz, lekesiz ve tertemiz” Fenerbahçe’nindi..   

    Tapfereritter

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Fenerbahçe'nin 21'inci Türkiye Şampiyonluğu... 11 Haziran 1989 tarihli Şampiyonluk Turundan
  • Fenerbahçe’den Bir Melih Kotanca Geçti

    Fenerbahçe’den Bir Melih Kotanca Geçti

    Vefatının 34. yıldönümünde, Melih Kotanca‘yı, Fenerbahçe’nin bu efsane sporcusunu sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz. Tapfereritter yazıyor. Evet, Fenerbahçe’den bir Melih Kotanca geçti!


    30 Haziran 1940

    Kurbağalıdere köprüsünün yanıbaşına yanaşmış olan Moda Deniz Kulübü’ne ait “Rüzgar” adlı sürat teknesi misafirini karşı yakada Şeref Stadı’nda Fenerbahçe ile Vefa arasında oynanan “Milli Küme” maçına yetiştirmek üzere bekliyordu. Biraz sonra atlet formalı ve çivili koşu ayakkabılı bir sporcu kan-ter içinde çıkageldi. Bu sporcu, Fenerbahçe Stadı’nda düzenlenen “Gül Kupası” adlı kulüplerarası ve puanlı atletizm yarışmalarında 200 metre, 4×200 bayrak ve cirit atmada birinci olup Fenerbahçe’ye puanlar kazandırarak ikinci kez üst üste şampiyon olmasını sağlayan Melih Kotanca’ydı (Fenerbahçe 42, Galatasaray 21, Beşiktaş 20 puan almıştı).

    Ayağının tozuyla stadyumdan rıhtıma koşup “Rüzgar” teknesine bindikten sonra, tekne denizi yara çıka Moda Burnu, Haydarpaşa ve Kızkulesi önünden geçerken, Kotanca da atlet kıyafetlerini çıkarıp futbolcu kıyafetlerini giymişti. Çırağan Sarayı’nın rıhtımına yanaştıklarında fırladı ve Şeref Stadı’nda “Nasıl olsa Melih gelecek” diye maça 10 kişi çıkmış Fenerbahçe’ye katıldı.  

    Fenerbahçe Vefa’yı 4-0 yenip ikinci kez Milli Küme şampiyonluğunu garantileyerek tarihinde dördüncü kez Türkiye şampiyonu olurken, 35. dakikada Fenerbahçe’nin üçüncü golü Melih Kotanca’nın ayağından gelmişti. Bu onun kendisini Milli Küme gol kralı yapan 23. golüydü. Galatasaraylı “Baba” Gündüz Kılıç 16, Beşiktaşlı “Baba” Hakkı Yeten 14 golle “Atom” Melih Kotanca’nın çok gerisinde kalmışlardı.

    Ekim 1936

    Güneş Kulübü’nün teknik yetkilisi Kemal Rıfat Bey’in (Kalpakçıoğlu) gözü Balıkesir’den eline bilet tutuşturulup gönderilen 21 yaşındaki bu genci tutmamıştı. “Sen git, biz sana haber veririz” deyip yollamıştı kulüpten. Cebindeki üç kuruş parayla iki gün etrafını dolaşan, iki gün sonra da “vedalaşmadan dönmek ayıp olur” diye son bir kez kulübe uğrayan bu genç Kotanca’ydı.

    Kulüptekiler, Kemal Rıfat Bey’e “Abi ne yaptın? Büyük yetenekmiş bu çocuk” diye üstelemiş olacaklar, veda için gelen Kotanca bu defa “Neredesin sen?” diye azar işitti. Kulüpte oda verilip, lisansı çıkarıldı. Fenerbahçe’nin üçüncü kez üst üste şampiyonluğuyla bitecek 1936-37 sezonunun 25 Ekim’deki ilk maçında Hilal’e bir gol attı, ikinci hafta ise 6-0 biten Topkapı maçında ise dört gol kaydetti. İlk on birdeki yeri daha baştan kesindi artık. İstanbul Ligi’ni de ikinci tamamlayıp o sezon ilk kez düzenlenen Milli Küme’ye katılmaya da hak kazanmıştı Kotanca’lı Güneş. Ve daha da kuvvetli parlayacaktı. 

    20 Mart 1938

    Taksim Stadı’ndaki Milli Küme maçında Melih Kotanca 87. dakikada kendisinin dördüncü golünü atarken takımını da Galatasaray karşısında 7-0’lık galibiyete taşıyordu. Galatasaraylı dostlarımızın bu dönemleri yok saymaya çalışmalarının çok sayıdaki nedenlerinden biriydi bu maç. 5 Haziran’daki rövanşa intikam için çıkan Galatasaraylılar bu defa 4-2’lik bir yenilgi almışlardı. Esasen 20 Mart’taki maç da (güya) intikam maçıydı. Zira, İstanbul Ligi’ndeki maçta da 6-0 yenilmişti Galatasaray Güneş’e (merak edenler için söyleyelim, Galatasaray bu yenilgiyi Fenerbahçe ve Real Madrid’e olduğu gibi 6 Kasım’da değil, bir 19 Aralık günü almıştı)..

    Parlıyordu Güneş.. 1937-38 İstanbul Ligi şampiyonluğundan sonra, 1938 Milli Küme şampiyonluğu da Güneş’in olmuştu. Aynı sezon atletizmde de İstanbul şampiyonu yine aynı takımdı..

    5 Ekim 1940

    Melih Kotanca takım arkadaşı Turan Çelikbaş’tan stafeti aldığında Yunan atlet Mandikas’tan 10 ilâ 15 metre gerideydi. Fenerbahçe Stadı’nda düzenlenen 11. Balkan Atletizm Şampiyonası’nda Türk milli takımı 4×100 bayrak yarışında son 100 metreye oldukça dezavantajlı bir pozisyonda girmişti. İlk 100 metreci Fikret Taygun başarılı bir performans sergileyememiş, ikinci bayrakçı Muzaffer Baloğlu (bir önceki Şampiyona’nın birincisi) sakatlığı nedeniyle görevini yapmakla yetinmiş, ancak fark bir hayli açılmıştı. Turan Çelikbaş varını yoğunu ortaya koyup farkı kapatıp stafeti Melih Kotanca’ya verdiğinde ise pek umut yoktu.

    Ancak öyle bir 100 metre koştu ki Kotanca… 5.000 seyircinin gözlerine inanamadığı bir sprintle 5 metre kala Yunan’ı geçti ve Türk milli takımını birinciliğe taşıdı.

    Bununla da kalmamıştı Kotanca.. 200 ve 400 metrelerde altın, 400 metre engellide de gümüş madalya kazanarak Türkiye’yi Yunanistan’ın iki puan önünde 134 puanla tarihinde ilk kez Balkan şampiyonluğuna taşıyordu (İkinci Dünya Savaşı koşulları nedeniyle, aslında pek de iddialı olmayan Bulgaristan ve Romanya’nın katılamamaları nedeniyle gayriresmî olarak yapılan puan tasnifinde Yugoslavya da 114 puanla üçüncü olmuştu).      

    Bu, Kotanca’nın atletizm kariyerindeki zirveydi. 1937’de 400 metrede gümüş almış, ayrıca bronz kazanan 4×400 bayrak takımımızda yeralmıştı. 1939’da ise 4×100 ve Balkan Bayrak yarışlarında da bronz alan takımımızın üyesiydi.

    Bu zaferler Kotanca için aynı zamanda bir teselliydi de.. İkinci Dünya Savaşı koşullarında A milli futbol takımımızın 1937-1948 arasında tam 11 yıl tek maç yapmadığı döneme gelmişti futbolculuğu.. Milli Küme’de 1940, 1945 ve 1946’da olmak üzere üç kez gol kralı olarak dönemin en büyük golcüsü olduğunu kanıtlayan “Atom” Melih futbolda bir kez bile ay-yıldızlı formayı sırtına geçirememişti.   

    11 Haziran 1939

    1938-39 sezonunun başında sporseverler gazetelerde yeralan sarsıcı bir haberle şaşkınlığa uğradılar: Güneş Kulübü futbol, atletizm ve güreşte faaliyetlerine son veriyordu. Cihat Arman, Rasih Minkari ve Ömer Boncuk’un yanı sıra Melih Kotanca da Sarı Kanaryalarla anlaşmıştı. Ancak, dönemin mevzuatı gereği kulüp sporcuları o sezon hiçbir kulüpte oynayamayacaklardı.

    Melih Kotanca’nın sarı lacivertli formayı giymesi de, Fenerbahçe’nin o dönem geleneksel olarak sezon sonlarında kutladığı kuruluş yıldönümü etkinlikleri çerçevesinde, İngiliz Middlesex Wanderers takımıyla 11 Haziran 1939 tarihli maçı buldu (Bu takımın adını profesyonel ya da amatör liglerde bulabilmek mümkün değildir. Zira, bu takım daha 19. yüzyılda profesyonelliğe geçmiş İngiliz futbolunun, amatörlüğün hala sürdüğü ülkelere temsil amaçlı gönderdiği bir amatör karma takımdı. Zaten “Wanderers” da “Gezginler” demekti).

    Bu maçla Fenerbahçe kariyerine başlayan Kotanca sarı-lacivertli formayla ilk golünü 25 Haziran 1939’da Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Milli Küme maçında Ankaragücü’ne karşı attı.

    15 Mayıs 1948

    “İngiliz futbolunun yöntemlerini benimsemek istiyor ve daha fazla İngiliz takımıyla temas kurabilmeyi arzuluyoruz. (…) Bu gayretlerimizin ilk başarılı örneğini ise Queen’s Park Rangers’ın ülkemizi ziyareti teşkil etmiştir. Bu nedenle, davetimize icabet etmesinden ötürü Queen’s Park Rangers’a teşekkürlerimizi sunuyor, (..) 1948-49 sezonunda başarılar diliyoruz.” Genel Sekreter Zeki Rıza Sporel “Başkan” unvanıyla imzaladığı 19 Temmuz 1948 tarihli bu mektubuyla, bir taraftan İngiliz takımına teşekkür ederken, diğer taraftan kabuğunu kırmak isteyen Türk ve Fenerbahçe futbolundaki zihniyet değişimini de yansıtıyordu. Gerçekten de, A milli futbol takımı 11 yıl sonra ilk kez 23 Nisan 1948’de Atina’da Yunanistan’a karşı oynadığı dostluk maçıyla tekrar sahalara dönerken, Fenerbahçe de aynı yılın Aralık ayında tam 23 yıl sonra yurtdışına çıkarak Atina’da dört maç yapıyordu.

    Yaş 33

    Ancak, 33 yaşındaki Melih Kotanca için futbola veda zamanı gelmişti (atletizme 1941’de Vefa’ya karşı oynanan bir maçın ardından verilen 9 aylık haksız cezaya isyan ederek fiilen veda etmişti). Zeki Rıza Sporel’in nazik teşekkür mektubunun muhatabı Queens Park Rangers’la 15 Mayıs 1948’de oynanan karşılaşma Melih Kotanca’nın son maçıydı (bu, Fenerbahçe’nin de 1947’de açılan İnönü Stadı’ndaki ikinci maçıydı). 20. dakikada Ahmet Erol’un yerine girmiş ve yine de Fenerbahçe’ye hareket getirmişti.

    Ancak 33 yaşın yanısıra, hayatın gerçekleri de vardı. Futbolumuzun amatörlük döneminde hayatını idame ettirmek ve kızını okutmak için çalışmak zorundaydı. Denizyollarında “Konya” vapurunun ambar memuru idi. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarının dışa açılma döneminde bu vapurla sık sık Yunanistan’a gitmesi futbol düzenini de etkilemeye başlamıştı.

    Halit Deringör anlatıyor:

    “Bir gün Şeref Stadı’nda maç oynarken, Stadın önünden geçen bir gemi düdük çaldı. Melih, sahada düdüğü duyunca ambale oldu. Ne kadar engel olmaya çalışsak da başarmıyoruz, bizi bırakıp gidiyor. Meğerse o gün o gemi Yunanistan’a gidiyormuş. Kotanca’nın da gemide şahsi eşyası ve parası varmış. Vapura yetişmek için çok uğraşıyor ama yetişemiyor. Gemi uzaklaşıp gidiyor. Aynı akşam Zeki Rıza Sporel’in evinde yemekteyiz. Hepimize birer cüzdan hediye etti. [Melih’in cüzdanının içinde para da varmış]. Melih’in bu durumuna üzülen yöneticiler, onu takviye etmişlerdi.”

    26 Nisan 1969

    2 Mayıs 1969’da gazetelerin acı haberler sayfasına düşen bu ilan Melih Kotanca’nın hayata küsüşünü simgeliyordu:

    “VEFAT: Fenerbahçeli milli atlet ve futbolcu Melih Kotanca’nın Bağlarbaşı Amerikan Kız Koleji 962-963 mezunu biricik kızı GÖNÜL KOTANCA 26/4/1969 tarihinde Amerika’da İndiana şehrinde geçirmiş olduğu trafik kazasında vefat etmiştir. Cenazesi 3/5/1969 Cumartesi Kadıköy Osmanağa Camisinde öğle namazını müteakip Küçükyalı mezarlığında defnedilecektir. BABASI MELİH KOTANCA”

    Bir Yunanistan seferinde tanışıp evlendiği eşinden ayrılan Kotanca’nın yegane meşgalesi kızını okutmaktı. Ancak, ABD’den gelen haber bir babanın alabileceği en kötü haberdi. Hayata küsmüştü. İnzivaya çekildi. Kupalarını ve madalyalarını kulübe teslim etmek istedi. Alan olmadı.

    İnzivaya çekilse de, arada hatırlanmak onun da hakkıydı. Hatırlayan olmadı. Ta ki sporsever Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk eski şampiyonları ödüllendirip onore etmeye karar verene kadar..

    18 Haziran 1979

    Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nun Şeref tribününde Fenerbahçe ve Trabzonspor arasındaki Cumhurbaşkanlığı Kupası maçını izliyor. Yanında geçmişte ay-yıldızlı formaya çeşitli sporlarda başarılar, madalyalar ve nice gurular yaşatmış sporular var. İçlerinden biri de Melih Kotanca.

    Sabah 11’de Çankaya Köşkü’ne kabul edilmişler. Ödüllerini aldıktan sonra Muhafız Alayı’nda öğle yemeği yemişler. Sonra da Cumhurbaşkanı’yla birlikte maça. Yine de gazetecilere şikayetlerini sıralayıp karınca kararınca yol göstermeye çalışıyordu. Yıllar sonra kapıların iyiden iyiye devşirme sporculara açılacağını görürcesine:

    “O devirlerin ünlüsüydük. Beklentimiz yoktu. Koştuk, oynadık. Yaşlandık şimdi ve unutulduk. Forması altıda yıllarımı verdiğim Fenerbahçe’nin Başkanı’nı gördüm dün. “Beni tanıdın mı?” dedim. Yüzüme baktı ve hatırlamadı. İşte bu benim sadece kendi örneğim. Şimdiki gençler güvence istiyorlar. Bulamayınca spora sarılmıyorlar..”

    Hatırladı sonra Faruk Ilgaz. Sonra da Emin Cankurtaran. Sahipsiz bırakmadılar Fenerbahçe efsanesini. Sağlığıyla ilgilendiler..

    8 Haziran 1986

    Bir vefat ilanı..

    Tezatların vuruculuğunu seven Türk basını “bir dönemin rekortmen sprinterinin” felç olup “yatağa düştüğünü” yazıyor üç ay önce..

    8 Haziran 1986’da ise vefatını.. Bir efsane daha kayıp gitmişti Türk sporundan.. Neler sığdırmamıştı ki Fenerbahçe’deki yıllarına? 1940’taki Milli Küme şampiyonluğunun ardından buhranlı geçen iki sezonun sonunda, Fenerbahçe’nin makus talihini döndüren ünlü Admira maçı öncesinde, 1941-42 İstanbul Ligi gol kralı olmuştu.

    Müteakip sezon Fenerbahçe bir kez daha Milli Küme şampiyonu olurken, Melih Kotanca da artık Türkiye Gol Kralı idi. Fenerbahçe 1943-44 yılında İstanbul ve Türkiye Şampiyonu, 1944-45 sezonunda Milli Küme, Başbakanlık Kupası ve İstanbul Kupası şampiyonu, 1945-46 sezonunda ise Milli Küme ve Başbakanlık Kupası şampiyonu olurken en golcü futbolcusu hep Melih Kotanca idi. 1945 ve 1946 Milli Küme sezonlarında da Gol Kralı olurken, bu başarısını daha sonraki Fenerbahçelilerden Cemil Turan ve Aykut Kocaman egale edebileceklerdi. Fenerbahçe’nin dört sezon üst üste Türkiye şampiyonluğu kazandığı tek dönemdi bu. Ardından 1946-47 ve 1947-48 sezonlarında İstanbul Ligi şampiyonu olan Fenerbahçe bu kulvarda da açık ara liderdi (1947-48 itibarıyla Fenerbahçe 13, Galatasaray 10 ve Beşiktaş 9 kez İstanbul şampiyonu olmuştu).

    1947-48 sezonunda şampiyon takımın oyuncusu olarak futbola veda ettiğinde, 185 kez giydiği Fenerbahçe formasıyla 205 gol atmış ve inanılmaz bir ortalama yakalamıştı. 25 Şubat 1940 tarihinde Topkapıspor’la oynanan ve Fenerbahçe’nin 14-0 galibiyetiyle biten İstanbul Ligi maçında 8 gol atarak Zeki Rıza Sporel’le birlikte “bir maçta en çok gol atan Fenerbahçeli futbolcu” unvanını halen koruyor Kotanca..

    Fenerbahçe, hayatlarının her biri ayrı bir “destan” olan sembolleri sayısız olduğu için “efsane”dir. Kotanca da en parlaklarından biri. Fenerbahçe parladıkça, onlar da parlayacak. Türk sporu Kotanca’ları hiç unutmayacak.

    Tapfereritter

  • Canel Konvur

    Canel Konvur

    Fenerbahçe’nin 1950’li yıllarda Türk sporuna vurduğu damgada kadın sporcuların emeği yadsınamaz bir gerçek olarak ortada duruyor. Canel Konvur da bu gerçeğin en önemli isimlerinden biri. Tapfereritter efsane sporcumuzu yazdı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin İlk Olimpik Kızı

    1926 yılında Mübeccel Argun’la atletizm pistlerinde ilk kez temsil edilmişti Fenerbahçe. Ama 1940’lardaki ikinci kuşağın ardından sarı-lacivertli bir kadın atletizm takımının kurulması 1957’yi bulmuştu.

    Fenerbahçeli milli atlet Ünal Uyguç’un girişim ve gayretleriyle ağırlıklı olarak Nişantaşı-Çamlıca Kız Liseleri öğrencilerinden oluşan bir takım ortaya çıkmıştı. Devir zaten Fenerbahçe’nin “Altın Kızları”nın devriydi ve Ayten Salih önderliğindeki voleybol ve basketbol takımları 1955’ten beri bütün şampiyonlukları topluyorlardı.

    Canel Konvur Piste Çıkıyor

    İlk başarısını da 26 Ocak 1958’de Atatürk Kır Koşusu’nda şampiyon olarak yaşıyordu Fenerbahçe takımı.. Yarışın birincisi ise adından yıllarca bahsettirecek 19 yaşındaki Canel Konvur’du.

    19 Temmuz’da yüksek atlamada 1.43’le ilk Türkiye rekorunu kırmıştı Konvur. Bu rekor bugün için düşük gelebilir. Ancak o dönem çıtayı geçenlerin bugünkü gibi mindere değil kum havuzuna düştüklerini hatırda tutmak, çabalarına ayrı bir saygı duymak gerekir. Konvur’un yıldızının parladığı dönemde Romanya’nın efsanevi atleti Yolanda Balaş (1958-1964 arası Olimpiyat ve Avrupa şampiyonu) çıtayı 1.78’e yükseltmişti. (Bükreş’te yıllardan beri Balaş’ın adının verildiği bir stadyum var).

    2 Ağustos 1959’da Fenerbahçe kadın takımı Beyoğluspor’u geride bırakıp atletizmdeki ilk İstanbul şampiyonluğuna ulaşırken Konvur rekor kırdığı branşlara uzun atlamayı da eklemiş, ayrıca 80 metre engelli de koşmaya başlamıştı. O yıldan itibaren milli takımlarımızda da değişmeksizin yer almaya başlayan üç kadın atletimizden biri Fenerbahçeli Canel Konvur olmuştu (diğerleri Ankara’nın yıldızları Gül Çıray ve Aycan Önel’di).

    1960 Olimpiyatları

    Bu üçlü 1960 yılında Roma’da düzenlenen ve özellikle güreşçilerimizin büyük zaferine sahne olan Olimpiyatlara katılan öncü Türk kadın atletleri olmuştu. (ilk “olimpik” kadın atletimiz 1948 Londra Olimpiyatlarına katılan Üner Teoman’dı). Olimpiyatlarda 1.50’yi geçen Konvur, 1961’de 1.60’a ulaşmış, Türkiye ve Dünya rekorları arasındaki uçurumu azaltmıştı (bu Türkiye rekoru 1972’de kırılabilecekti).

    Yükseğe atlama kabiliyetiyle dikkat çeken bu genç kız, 1955’ten beri İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını elinden bırakmayan Fenerbahçe kadın voleybol ve basketbol takımlarının da radarına girmişti. Konvur parkelerde de önce yedek sonra as oyuncu olarak yeralmaya başlamış, bu iki sporda 1961’e kadar seri İstanbul ve Türkiye şampiyonlukları kazanan bu efsane takım için ter dökmüştü. Sarı-lacivertliler 1960-61 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Türkiye’yi temsil eden ilk kadın voleybol takımı olarak Romen Dinamo Bükreş’in karşısına çıktığında da ilk altıda Canel Konvur vardı.

    Bu yükselişinin ödülünü de 1962 yılında ilk kez Voleybol Milli Takımı’na seçilerek aldı. Böylece Fenerbahçeli Canel Konvur iki ayrı spor dalında milli formayı giyme onuruna erişmiş ilk Türk kadın sporcu oldu.,

    Sporculuk Hayatının Sonu

    Konvur 1966’da aktif sporculuk hayatını noktalarken Fenerbahçe kadın atletizm takımı 1959’da eline geçirdiği İstanbul şampiyonluğunu kesintisiz sürdürüyor, kadın voleybol takımının üçüncü kuşağı ise yeni İstanbul ve Türkiye şampiyonlukları serisine hazırlanıyordu..

    Konvur ise rekorlarla, şampiyonluklarla, “en”lerle ve “ilk”lerle dolu bir spor geçmişi bırakıyordu gerisinde.. Her şeyden önce Olimpiyatlarda Türk milli takımlarına açık ara en fazla sporcu gönderen kulüp olan Fenerbahçe’nin “ilk Olimpik kızı”ydı.. Ve 4 Haziran 2018’de Bodrum’da ebediyete yolcu edilirken de Fenerbahçe ve Türk bayraklarına sarılı bir şekilde uğurlanıyordu.

  • Yavru Vatan Sarı Lacivert

    Yavru Vatan Sarı Lacivert

    Fenerbahçe’nin ilk Kıbrıs seyahati 1959 yılında gerçekleşti. Türkiye’de nereye gitse beraberinde neşe ve bereket götüren sarı kanaryalar sayesinde bu defa yavru vatan sarı lacivert renklere boyandı. Tapfereritter yazıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    3 Haziran 1959

    Fenerbahçe’nin altın dönemlerinden birini teşkil eden 1958-59 sezonu, Kıbrıs tarihinde de kritik dönemeçlerden birinin geçildiği bir dönem.. 11 ve 19 Şubat 1959’da sırasıyla Zürih ve Londra’da imzalanan Antlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin; Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık’ın garantörlüğünde, bağımsız bir devlet olarak 16 Ağustos 1960’ta kurulmasına karar verilmiş.. 

    7 Mayıs 1959’da ise Yunan Başbakanı Konstantin Karamanlis Ankara’yı ziyaretle Türk mevkidaşı Adnan Menderes’le görüşmüş ve varılan mutabakatları pekiştirmişler. Ada’dadaki Türkler de anavatanla bağlarını pekiştirmek istiyorlar.

    Kıbrıs tarihinin ivme kazandığı bu ortamda, Kıbrıslı Türklerin sarı-lacivertli takımı Doğan Türk Birliği Türkiye’den renktaşını Lefkoşa’ya davet ediyor. İki kulüp arasında gönül bağı da var: 1938 yılında (bugün Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde yeralan) Limasol’da kurulan Doğan Türk Birliği’nin ilk sarı-lacivert formalarını da Fenerbahçe hediye etmiş.. 

    Fenerbahçenin Kıbrıs’a Daveti

    Davete karşılık Fenerbahçe Kulübü “Maçı 3 Haziran’da yapabiliriz” diyor. Zira takvim yoğun: 7 Haziran’da İstanbulspor’la Lig maçı var, ardından 10 ve 14 Haziran’da final maçları (rakip averajla Galatasaray olacak, ancak o tarihte Vefa da potada).. 

    1 Haziran’da uçakla Lefkoşa’ya giden Müslim Bağcılar başkanlığındaki Fenerbahçe kafilesi asker futbolcuları Can Bartu ve Necdet Çoruh’a yurtdışına çıkış izni alamadığı için bu oyuncularından mahrum. 

    Karşılaşma öncesinde Fenerbahçe Türkiye Ligi’nde grup liderliğini garantilemişken, Doğan Türk Birliği de Kıbrıs Türklerinin Liginin dördüncü sezonunda lider. İlk iki sezonun (1955-56 ve 1956-57) şampiyonu..   

    Fenerbahçe Kıbrıs’ta

    Kıbrıs’a daha önce Türk takımlarının gitmişliği var. Örneğin 1932 yılında Seyhanspor ağırlıklı Adana Karması maçlar yapmış. Ancak, Türk sporunun büyükleri arasından Kıbrıs’a giden ilk takım Fenerbahçe..

    Her şey Marşımızda geçen “Türkün kalbi sende atar” dizesindeki gibi.. Kıbrıs’ta Ankara Palas Oteline yerleşen Fenerbahçe’ye gösterilen ilgi muazzam. Fenerbahçe’nin büyük coşku altında Türk bayrağıyla çıktığı Lefkoşa Taksim Stadı’nda oynanan maçı izleyenlerden biri (yeni devlet kurulduğunda Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacak olan) Kıbrıs Türklerinin siyasi lideri Dr. Fazıl Küçük. Yine dönemin (Hürriyet’le birlikte) en yüksek tirajlı iki gazetesinden Yeni Sabah’ın Lefkoşa bürosu karşılaşmayı kazanacak takım için bir kupa koyuyor ortaya.   

    Maçta Türkiye’nin “Sarı-lacivertlileri” daha baskın: Yaklaşık 10.000 seyircinin izlediği ve Ahmet Sami Bey yönetimindeki maçı “Özcan Arkoç (Şükrü Ersoy), Seracettin Kırklar, Basri Dirimlili, Avni Kalkavan, Osman Göktan, Akgün Kaçmaz, Mustafa Güven, (kaptan) Naci Erdem, Şeref Has, Lefter Küçükandonyadis, Ergun Öztuna” kadrosuyla oynayan Fenerbahçe Lefter’in üç, Şeref’in bir golüyle daha 28. dakikada 4-0 öne fırlıyor. Maçın sonucu mukadder gibi. Ama önemli olan dostluğun kazanması: Karşılaşmanın ikinci yarısında Doğan Türk Birliği kalesine Fenerbahçeli Özcan Arkoç geçiyor. Fenerbahçe kalesini ise Şükrü Ersoy devralıyor. 60. dakikada kazanılan penaltıyı ise kaleci Şükrü kullanıyor ve Özcan’ın koruduğu kaleye beşinci golü atıyor. 

    Maç 6-0 bitiyor ve Dr. Fazıl Küçük seyircilerin coşkun tezahüratları altında Yeni Sabah Kupasını Fenerbahçe kaptanı Naci Erdem‘e takdim ediyor. 

    Maç farklı bitmiş ama ne gam. Kıbrıs doyamamış Fenerbahçe’ye. İkinci bir maç teklifi, Fenerbahçe tarafından yoğun maç programı nedeniyle geri çevrilmek zorunda kalırken, 21 Haziran’da Doğan Türk Birliği İstanbul‘a iade-i ziyarette bulunuyor ve Fenerbahçe’nin genç takımına 6-2 mağlup oluyor… 

    Fenerbahçe daha sonra Kıbrıs’ı defalarca ziyaret edecek.

    Ancak, zamanın hırpaladıkları da var.. 1963’te Kıbrıs’taki ortaklık çöküyor ve 1974’e kadar Kıbrıs Türklerini acı, yokluk ve keder dolu yıllar bekliyor. Limasol’da dört asırlık Türk varlığı sona ererken Doğan Türk Birliği Girne’ye taşınıyor. Maçın kupasını ortaya koyan Yeni Sabah gazetesi 1964’te yayın hayatına son verirken, Lefkoşa Taksim Sahası ise halihazırda BM Barış Gücü (UNFICYP) denetimindeki ara bölgede kalıyor, hatta bir ara (2014) ralli parkuruna dönüştürülüyor. 

    Fenerbahçe’nin yolu Limasol’la 53 yıl sonra, bu defa Dışişleri Bakanlığı’nın özel izniyle kesişti. UEFA Avrupa Ligi’nde aynı gruba düştüğü AEL Limassol’la 25 Ekim 2012’de Lefkoşa’da karşılaştı ve gülen taraf 72. dakikada Egemen Korkmaz’ın golüyle Türkiye’nin “sarı-lacivertlileri” oldu. Nitekim AEL Limassol da sarı-lacivert renklere sahipti. Bu da bir tesadüf değildi: 1950-57 arasında bu takımın formasını giyen Kıbrıslı Türk yıldız Sevim Ebeoğlu, Rum/Yunan milli renkleri mavi-beyaz yerine başka renk tavsiyesi isteyen Kulüp Başkanı Nikos Solominidis’e, gönül verdiği Fenerbahçe’nin renklerini önermiş; önerisi kabul görünce de İngiltere’ye gidip yeni formaları alıp getirmişti.. 

    Ama 1959’daki ilk ziyaretin Fenerbahçe için anlamı başkaydı. “Yeşil Ada”ya mutlu gitmiş şen dönmüştü Fenerbahçe.. Ve Doğan Türk Birliği kendi liginde şampiyon olurken, Fenerbahçe de 14 Haziran’da ezeli rakibi Galatasaray’ı 4-0’la hezimete uğratmış ve Milli Lig’in ilk şampiyonluğunu kazanmıştı..

    Tapfereritter / Yavru Vatan Sarı Lacivert

  • Potalarda Yeniden Fenerbahçe Devri

    Potalarda Yeniden Fenerbahçe Devri

    1 Haziran 2007… Fenerbahçe basketbola geri döndü ve potalarda yeniden Fenerbahçe devri başladı. Tapfereritter yazıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Potadan Gelen Çuf Sesi

    Mirsad Türkcan potayı tam karşıdan gören bir pozisyonda topu üç sayı çizgisinin gerisinde aldığında her zamanki özgüveniyle çembere yolladı. Ve fileden çıkan “çuf” sesiyle skor 3 dakika 15 saniye kala 87-62 oldu. Fenerbahçe finalde Efes’e karşı 3-0 öndeydi ve 4. maçta da şov yapıyordu. 

    O zamana kadar repertuarındaki tüm şampiyonluk şarkılarını söylemiş ve dünyanın en güzel klasiği olan “Sarı.. Lacivert.. Şampiyon.. Fener..” tezahüratına sahanın yörüngesinde defalarca tur attırmış olan Fenerbahçe taraftarı, aynı anda kalan saniyeleri ve bu tempoyla atılacak sayıları hesapladı. Binlerce kişi adeta göz ucuyla anlaştıktan sonra, tribünün farklı köşelerinden aynı anda “Yüz.. yüz.. yüz..” bağırışları başladı.. Fenerbahçe tribünlerinin kalbinin aynı anda attığı sayısız anlardan biri..

    1991 yılındaki şampiyonlukta 17 yaşında olan ve A takımla yeni yeni oynamaya başlayan İbrahim Kutluay (diğer tüm yıldızlar alkışlanmak üzere tek tek kenara gelirken) sahadaydı. Bitime saniyeler kala attığı üçlükle 98-73’ getirmişti skoru. Son saniyede pota altında kesilen ve faul kokan bir pozisyonun nihayetinde 100. sayıya ulaşamamıştı Fenerbahçeliler. Ama ne gam? Sarı-lacivertli kulübün potalardaki tarihinde en görkemli şampiyonluklarından birine tanık olunuyordu Abdi İpekçi Spor Salonu’nda.

    Potalarda Yeniden Fenerbahçe Devri

    Daha da önemlisi bir Efes devri kapanıyor, (hâlâ süren) Fenerbahçe devri başlıyordu. 

    Bu devirlerin açılış ve kapanışlarında o pota altında faulle kesilen hücumların de rolü vardı. 28 Nisan 1992’de yine Abdi İpekçi’de oynanan yarı final ikinci maçında, Fenerbahçe Efes Pilsen’e karşı seride 1-0 gerideydi. İkinci maçı da akıl almaz olaylar dizisi sonucunda 84-83 kaybederek elenmişti. Bir önceki sezonun şampiyonu, son iki sezonun Cumhurbaşkanlığı Kupası sahibi, son üç sezonun normal sezon lideri Fenerbahçe bayrağı Efes Pilsen’e kaptırmıştı.

    28 Nisan’daki maçta son saniyelere Fenerbahçe 83-80 önde girmişken, Levent Topsakal’ın taktik faulü sonrası Altar Tunçkol faul çizgisine geçmiş, ilkini atıp ikincisini (bilerek) kaçırmış, Kenny Green hücum ribaundunu almış, basket-faul yaratmış ve skoru biranda 84-83 Efes lehine döndürmüştü. Fenerbahçe’nin maçı lehine çevirebilecek son hücumu ise pota altında faulle durdurulmuş ama Necip Kapanlı-Derya Uzgören ikilisi önlerine kapanıp yakını görememişlerdi. 

    Sezonu rakipsiz götüren Fenerbahçe bu maçla şampiyonluğu yitirse de, müteakip sezonlarda iddiasını yitirmedi. Ancak, sezon sonuna doğru Halil Üner’i gönderip yıllarca altyapısında antrenörlük yapan Aydın Örs’ü A takıma yükselttikten sonra aynı sezon şampiyonluğa ulaşan Efes Pilsen’in önderliğindeki yüksek bütçeli “müessese takımları”nı geçemedi. 1992’den 2006’ya kadarki 15 sezonda Efes Pilsen 9, Ülkerspor 4 ve Tofaş 2 şampiyonluk kazanmış; bu üçlüye direnebilen tek “gençlik kulübü” Fenerbahçe olmuştu. Ezeli rakipler ise küme düşmenin eşiğinden döndükleri sezonlar yaşamışlardı.

    Müesese Takımlarına Karşı

    Yabancı hakkının bir’den iki’ye çıktığı 1992-93 sezonunda Fenerbahçe’den “Türkiye’nin bir numaralı yabancısı” Larry Richard’ı transfer edip üstüne üstlük Petar Naumoski’yle bir ekol oluşturan Efes Pilsen, 1995-96 sezonunda da “Amerika’yı yeniden keşfetmeden” iki yıl önce Fenerbahçe’nin bulup getirdiği Amerikalı Conrad McRae’yi de kadrosuna katarak Koraç Kupası’nı kazanmayı başarmıştı. Ülkerspor ise 1994-95 sezonunda ilk kez şampiyon olurken temel direkleri yine Fenerbahçe forması giymiş Orhun Ene, Harun Erdenay ve Pete Williams’tı.  

    Fenerbahçe de 2007 yılındaki beşinci Türkiye şampiyonluğuna yürüdüğü yolda, yeniden yapılanmasını 2004 yılında (kalbinde Fenerbahçe sevgisi atan ve onca başarıya rağmen birkaç sene önce Efes Pilsen tarafından küstürülen) Aydın Örs’ü başantrenör yaparak başlattı. Yine Efes Pilsen’den yetişmiş Ömer Onan’ın ve ikinci baharını Fenerbahçe formasıyla yaşayan Damir Mrsiç’in önderliğindeki kadro EuroCup’ta final-four oynamayı başarırken ligde de yarı finalde elenmişti. 

    2006 yazında ise o zamana kadar Türk sporunda örneği olmayan bir atılım gerçekleşti. Türk sporunun devi Fenerbahçe ile bir önceki sezonunun şampiyonu Ülker birleşti. Benzersizdi zira, şimdiye kadar Türk sporunda şu garip durumlar yaşanagelmişti. Ya bir müessese bir başka takımı devralıp yola devam ediyordu (Efes Pilsen’in 1977’de Kadıköyspor’u, Ülker’in de 1993’te Nasaş’ı devralması gibi), ya da sıfırdan takım kurup yüksek bütçelerle süratle üst sıralara ulaşmayı hedefliyordu (Eczacıbaşı, Tofaş ve Paşabahçe örnekleri). 

    Fenerbahçe Fenerbahçelilerindir

    Bu modellerin basketbol, voleybol ve masatenisinde 1970’lerden itibaren başarı kazandığı görüldü. Zira, 1970’lerin petrol krizleri ve döviz darboğazında bütçelerini denk tutmakta güçlük çeken kulüp takımları amatör branşlara yeterince yatırım yapamıyorlardı. Müessese kulüpleri ise amatör sporculara maddi açıdan nefes aldırırken Türkiye’ye de Avrupa Kupaları’nda başarılar yaşatıyorlardı. Ancak 2000’li yıllar geldiğinde ortada hala bir gerçek vardı. Bunca başarıya rağmen müessese takımların hala seyircisi yoktu ve maçlarını oynayacakları bir salon bile inşa etmeye gerek duymamışlardı. Daha da kötüsü ekonomik bir kriz halinde ya da spora ilgisiz bir yönetim kurulu seçildiğinde kepenkleri kapatıyorlardı (bu branşlarda şampiyonluklara/finallere bile ulaştıktan sonra kaybolan nice takım sporseverlerin hatıralarındadır). Dolayısıyla, Avrupa’da çok öncelerden beri görülen “seyircili kulüp & spora sevdalı müessese” ittifakları Türkiye’ye gecikmeli de olsa 2006 yılında Fenerbahçe ve Ülker’le gelmişti.

    İşte kalpten Fenerbahçeli Ömer Onan ve İbrahim Kutluay (Efes ve Ülker’le yaşadıkları başarılardan sonra) bu defa şampiyonluğu kutlayan on bini aşkın Fenerbahçe taraftarıyla bütünleşirken, yine kalpten Fenerbahçeli Mirsad Türkcan’ın (yazımızın ilk cümlesinde bahsettiğimiz) üçlüğünü göndermesinin ardından “Yüz.. yüz” diye bağıran Fenerbahçe taraftarının ortaya koyduğu “sinerji” de bu “ittifak”ın sonucuydu. 

    İttifaklar değişti, sponsorlar değişti. Fenerbahçe adının yanına Doğuş geldi, Beko geldi (benzeri yöntem Fenerbahçe’ye voleybolda da Avrupa ve Dünya şampiyonlukları kazandırdı). Ama Fenerbahçe’nin o sezon yaptığı devrime yetişebilen olmadı. Yeniden yapılanma, Ülker’le birleşme, şampiyonluklar, kendine ait spor salonunun inşası, basketbolda kombine bilet, Euroleague’de final four’ların müdavimi olma ve nihayetinde gelen Avrupa şampiyonluğu..

    Aynı fikre soyunduklarında yan ürün sponsorluklarıyla idare eden ezeli rakiplerimiz (arada sırada) galip geldiklerinde “Fenerbahçe’yi yendik”, yenildiklerinde ise “Ülker’e yenildik” diyorlardı ama Fenerbahçe’nin sarı-lacivertli armadaları ezeli rakiplerinin hayallerinin bile ötesindeki seviyelere çıkmışlardı basketbolda… 

    Tapfereritter / Potalarda Yeniden Fenerbahçe Devri

  • Balkan Şampiyonu Fenerbahçe

    Balkan Şampiyonu Fenerbahçe

    30 Mayıs 1968’de büyük bir zafere imza attık… Balkan Şampiyonu Fenerbahçe, futbolda Türkiye’ye uluslararası bir şampiyonluk getiren ilk kulüp oldu. Tapfereritter yazıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Balkan Kupası Geliyor

    1955-56 sezonunda start almıştı Avrupa Kupaları. O sezon ilk kez düzenlenen Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ve Fuar Şehirleri Kupası’nı (1971’de UEFA Kupası’na evrilecekti) 1960-61 sezonunda Avrupa Kupa Galipleri Kupası izlemiş; Avrupa kıtasının “duvar”lar ve “demir perde”lerle bölündüğü 1945 sonrası “Soğuk Savaş” yıllarında toplumlararası ilişkilere kısmen nefes aldıran bir heyecan başlamıştı. 

    Sonraları çok uzun yıllar Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığı yapacak olan sarı-lacivertli yönetici Faruk Ilgaz’ın öncülüğünü yaptığı Balkan Kupası; bloklara ayrılmış Balkan coğrafyasına yeni bir kültürel etkileşim alanı açacaktı. 1960’lara girildiğinde üç parçaydı Balkanlar: 1952 yılında elele NATO’ya giren Türkiye ve Yunanistan, 1955’te kurulan Varşova Paktı’nın kurucu üyeleri Bulgaristan ve Romanya, sosyalist yönetimlere sahip olmalarına rağmen Varşova Paktı dışında konumlanan Yugoslavya ve (kurucu üyelerden olmasına rağmen 1960’a doğru Pakt’tan hızla uzaklaşan) Arnavutluk. 

    Avrupa, bu tür bölgesel şampiyonaların yabancısı değildi. Nitekim, Orta Avrupa kulüpleri de iki Dünya Savaşı arasındaki dönemde (1919-1939) Mitropa Kupası adı altında kozlarını paylaşmışlardı (1927-1939). Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nın doğduğu 1955 yılında Mitropa Kupası da lig ikincilerini kapsayacak şekilde canlandırıldı. Kıtanın diğer ucunda ise Fransız, İspanyol, İtalyan ve Portekiz kulüpleri arasında 1949’dan beri Latin Kupası oynanıyordu bile.

    Sadece Fenerbahçe

    1960-61 sezonunda ilk kez oynanan Balkan Kupası’na basında sıklıkla “Balkan İkincileri Kupası” şeklinde atıfta bulunulmasının da 1955 sonrasındaki Mitropa Kupası gibi bir mantığı vardı. Lig ve Kupa şampiyonları Avrupa Kupalarına gidiyor, Lig ikincisi onca emeğe rağmen resmî dış temastan mahrum kalıyordu. Bu nedenle Balkan Kupası’nın statüsü de “Avrupa Kupalarına katılamayan en başarılı takım”ı gözetecek şekilde hazırlandı. 1960-61’de Fenerbahçe, 1961-63’te Fenerbahçe ve Galatasaray, 1963-64 ve 1964-66’da Beşiktaş ve 1966-67’de Fenerbahçe katılmıştı Balkan Kupası’na. 

    Katılımcılardan Beşiktaş ve Galatasaray pek bir varlık gösterememiş, buna karşılık Fenerbahçe 1960-61’de şampiyonluğun eşiğinden dönmüştü. Önce AEK deplasmanında, ardından İstanbul’daki maçta Steagul Roşu (Kızılbayrak) Braşov’a karşı öne geçmesine rağmen birer puana razı olan Fenerbahçe (maç fazlasıyla) lider gittiği Braşov deplasmanından puan çıkaramayınca ümidini yitirmişti. 

    Ancak 1966-67 sezonunda (daha sonradan Eskişehirspor’e altın dönemini yaşatacak olan) Teknik Direktör Abdullah Gegiç’in çalıştırdığı Sarı Kanaryalar grubunda Arnavut Partizani Tirana, Bulgar Çernomore Varna ve Romen UTA Arad’ı geride bırakarak final oynamaya hak kazandı. Diğer finalist ise grubunda Bulgar Lokomotif Sofya, Romen Farul Köstence ve Yugoslav Vardar’ı geride bırakan Yunan AEK Atina idi (o sezon Balkan Kupası şimdiki Şampiyonlar Ligi’nin ilk formatı gibi oynanmıştı). 

    AEK, Türk futboluna uzak bir kulüp değildi; zira 1924 yılında İstanbul’dan göçen Rumlar tarafından kurulmuş ve Türkiye’den gelen futbolcular da formasını giymişti. Örneğin efsanemiz Lefter Küçükandoniadis de 1964-65’te sakatlanana kadar beş maç sarı-siyahlı formayı sırtına geçirmişti.

    Kupadan Önce Kura

    Fikstür sıkışıklığı nedeniyle 1967-68 sezonunda sarkan Kupa’da Fenerbahçe 11 Ekim 1967’de Atina’da finalin ilk ayağında AEK karşısına çıkarken başında artık ünlü Macar antrenör Ignac Molnar vardı (AEK’da da bir başka Macar antrenör Gene Çaknadi). 3 gün önce Türkiye Ligi’nde Galatasaray karşısında aldığı 2-0’lık galibiyetin moraliyle sahaya çıkan Fenerbahçe, 11 Ekim 1967’deki bu ilk maçı 2-1 kaybetmişti. 61 kez Yunan milli ve iki kez gol kralı Dimitrios “Mimis”  Papayannu’nun frikik golüne Ercan Aktuna karşılık vermiş, ancak ilk yarının bitimine üç dakika kala (1955-58 arasında Beyoğluspor ve Beşiktaş’ta da forma giymiş) Alekos Sofyanidis’in penaltısı skoru tayin etmişti.

    26 Ekim’de İstanbul’da oynanan rövanşta şampiyon olacak takıma kupasını vermek üzere FİFA Başkanı İngiliz Stanley Rous da şeref tribününde yerini almıştı. Fenerbahçe maçı Ercan Aktuna’nın 45. dakikadaki penaltı golüyle 1-0 kazanmıştı. Ancak bu skor (deplasmanda atılan gol avantajı uygulanmadığından) kupayı kazanmasına yetmemiş, şampiyonluk üçüncü maça kalmıştı (Fenerbahçe 16, AEK 1 korner kullanmıştı). 

    “Kupayı” bu maçta kazanamayan Fenerbahçe “kurayı” kazanmıştı. FİFA Başkanı Rous’un uğurlu eli üçüncü maça evsahipliği yapacak takım olarak Fenerbahçe’yi seçmişti. Maçın tarihi 9 Kasım 1967 olarak belirlendi. Maç berabere biterse uzatılacak, eşitlik yine bozulmazsa kupa iki takım arasında paylaşılacaktı. 

    Ancak kader ağlarını örüyordu. Önce AEK kulübü 9 Kasım’a iki gün kala mazeret öne sürdü: Yunanistan’ın önceki günkü milli maçında oyuncuları sakatlandığından gelmek istemiyorlardı. 

    Gergin Siyasi İlişkiler

    17 Ocak 1968’e ertelenen maç da oynanamadı. Zira Türk-Yunan siyasi ilişkileri bir kez daha geriliyordu. 21 Nisan 1967’de Yunan ordusu içindeki bir cunta, bir askeri darbeyle yönetime el koyarak (1974’ta Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekatı sonucunda devrilecek) bir diktatörlük rejimi kurmuştu. Kıbrıs Barış Harekatından bir hafta sonra Türk futbolunun üç büyükleri arasında oynanan ve Fenerbahçe’nin şampiyonluğuyla biten Türk Silahlı Kuvvetlerine yardım amaçlı turnuva ise ayrı bir yazının konusudur.

    1967’de Yunanistan’daki Askerî Cunta, Kıbrıs’ı Yunanistan’la birleştirme (Enosis) hedefine ulaşmak için Keşan ve Dedeağaç görüşmelerinde Türkiye’yle pazarlığa kalkışmış, bundan sonuç alamayınca 15 Kasım’da Kıbrıs’ta Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı saldırılar düzenlenmiş, bu saldırılara Yunan birlikleri de katılmıştı. Türkiye’nin Antlaşmalardan doğan müdahale hakkını kullanacağı yönündeki ihtarı üzerine bu buhran son bulmuş ve Yunanistan, BM gözetimi altında Ada’dan kuvvetlerini çekmek zorunda kalmıştı. 

    1968 yılında diplomasiye yeniden şans verilirken, futbolda da ortam yumuşamaya başladı. Hatta Balkan Kupası’nda yine Fenerbahçe ile Gençlerbirliği’nin ülkemizi temsil ettikleri 1967-68 sezonu maçları da 1968 Şubat’ında (daha bir önceki sezonun şampiyonu belli olmadan) oynanmaya başlamıştı. Ve hatta, Fenerbahçe ile AEK bu defa aynı gruba düşmüş ve 3 Nisan’da Atina’da oynanan maçı 3-1 AEK kazanmıştı. İstanbul’daki rövanşı ise Fenerbahçe 3-0’la kazanacaktı. 1966-67 sezonunun finalinin ise nihayet 30 Mayıs 1968’de oynanması kararlaştırıldı. 

    Maçın oynandığı tarih itibarıyla Fenerbahçe Ligi şampiyon kapatmış ve 14. Türkiye şampiyonluğuna ulaşmıştı. Bu sonuçla üçüncü kez düzenlenecek olan Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda ilk kez oynamaya da hak kazanmıştı. Türkiye Kupası’nda ise yarı finale yükselmişti sarı-lacivertliler. Yunan Ligi’nde lider AEK ise 10 Haziran’da resmen şampiyonluğunu ilan edecekti.

    Kampa Giriyoruz

    Fenerbahçe maç için Moda’da kampa girerken, Yunan futbolcular da Topkapı Sarayı’nı gezmişlerdi. Bulgar Todor Bekirov’un yönettiği İnönü Stadı’ndaki gece maçına Fenerbahçe Yavuz Şimşek, Şükrü Birand, Levent Engineri, Selim Soydan, Ercan Aktuna,  Yılmaz Şen, Ogün Altıparmak, Nedim Doğan, Abdullah Çevrim, Ziya Şengül, Yaşar Yiğit onbiriyle çıktı. İki yıldız Can Bartu ve Şeref Has sakatlıkları nedeniyle kadroda değillerdi.

    5 gün önce Ligde şampiyonluk turunu atan Fenerbahçe’nin hızına Yunanistan şampiyonu maç boyunca yetişemedi. Daha 2. dakikada Selim Soydan’ın serbest vuruşunu kafayla Manyateas’ın koruduğu kaleye gönderen Ogün Altıparmak gol perdesini açan isimdi. 31. dakikada ise kendine yapılan faulün atışını kullanan yine Selim Soydan’dı. Adeta uçarak topu kafayla filelere “gömen” ise Yılmaz Şen. İlk yarı 2-0 Fenerbahçe’nin üstünlüğüyle biterken AEK 45 dakika boyunca Fenerbahçe kalecisi Yavuz Şimşek’e ulaşan bir akın yapamamıştı. 

    İkinci yarı AEK kalesine geçen Serafidis ise 69. dakikada Fenerbahçe’nin o sezonki en güzel golünü yedi. Selim Soydan’ın pasını, durduğu yerde sağ ayağıyla havalandıran Ogün Altıparmak sol ayağıyla patlattığı şutla Yunan kalesini bir kez daha düşürmüştü: 3-0. Maçın gerisinde ise oyunu rölantiye alan Fenerbahçe ve bu durumdan istifade ederek tek golünü atan AEK’i izledi İstanbul seyircisi. 

    Efsanevi Sezon

    Bu sadece o sezonun ikinci kupasıydı. 23 Haziran’da Türkiye Kupası’nı, 28 Haziran’da da Cevdet Sunay’ın elinden Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanan Fenerbahçe bir sezonda dört kupa kazanarak benzersiz bir başarı yakalamıştı. Müteakip sezonda da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda “Dünya şampiyonlarının şampiyonu” Manchester City’yi eleyerek zaferlerle dolu yürüyüşünü sürdürecekti. 

    Balkan Kupası ise, 1971’de UEFA Kupası’nın ihdas edilmesiyle önemini yitirmeye başladı. 1981’e kadar Avrupa Kupalarına kesintisiz katılan Fenerbahçe, 1968’den sonra bu kupaya iştirak etmedi (Beşiktaş 1972-73, Galatasaray ise 1990-91 sezonuna kadar katılmaya devam etti). Bu dönemde Balkan “ikincileri” yerine daha alt sıralardaki takımların, bir süre sonra ise İkinci Lig şampiyonlarının katılması ilgiyi bir hayli azalttı. 1991-92’de Sarıyer ve 1993-94’te Samsunspor da (bir önceki sezonun 2. Lig şampiyonuydu) bu kupayı müzelerine götürdüler. 1995’te UEFA Inter-Toto Kupası’nın ihdasından bir sezon önce de Balkan Kupası tarihe karıştı.

    Balkan Kupası bugün Fenerbahçe’nin müzesinde… Peki yıllar sonra bile mutluluktan tebessüm ettiren ne mi kaldı? 

    Maçın bitimiyle sahaya dolan binlerce Fenerbahçeli taraftarın görüntüleri..

    Balkan şampiyonluğu anısına bestesi Rüştü Demirci, güftesi Zeki Tükel’in, “Tükel Plakçılık”tan çıkan “Şampiyon Fenerbahçe” şarkısı ve plağı..

    Ve elbette, Fenerbahçe’nin Türkiye’ye uluslararası kupa kazandıran ilk kulüp olmasının gururu…