Yazar: Tuncay Yavuz

  • Bedri Gürsoy

    Bedri Gürsoy

    “Ceylan” lakaplı Bedri Gürsoy, Fenerbahçe’nin işgal yıllarındaki müthiş takımında senelerce forma giymesi bir yana, tarihimize müthiş yazılar armağan etti. Bu defa onun portresini, Muvakkar Ekrem Talu kaleme almış. Tuncay Yavuz‘un aktardığı yazıyı keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Milli Takımın İtila Devrine Kıvrak Bir Sol Açık

    Her milletin futbolünde bir yükselme devri – tabir caizse – bir Vundertim sıralayabilecekleri parlak günler vardır. Bizim bu zamanımız 1924 Paris olimpiyatları sonralarına raslar. Şimal milletlerini, Slavyaları, daha birçok ünlü rakipleri haki mağlubiyete serdiğimiz yaman silsile.

    Bu altın maçların üstad muzafferleri arasında, muvaffakiyetlerin biraz da esaslı amili sayılan hücum hattında, hepsi de ayrı ayrı birer “fevkalade” içinde L. Mehmet, Alaeddin, Zeki, Sabih, Bekir’den başka da bir yıldız vardı ki bu, sol açık Bedri idi.

    Birinci takıma girer girmez muvaffak olup tutunan pek az futbolcu vardır. Bunlardan biri de Bedri’dir.

    1922 senesinde Fenerbahçe birinci takımında oynamaya başlayan bu kıvrak futbolcu senelerce yerini muhafaza edebildi. Hem de şöyle aklıma gelebilen Nevzat, Seyfi gibi bugün mumla değil projektörle arayacağımız elemanlarına rekabetina rağmen… Ve nasıl bir Fenerbahçe kadrosu içinde.

    Fenerbahçe’nin mütemadiyen şampiyon çıkan takımlarında büyük bir muvaffakiyetle oynarken sırası ile Romanya, Çekoslovakya, Estonya, Litvanya, Polonya, Bulgaristan, Yugoslavya milli takımlarına karşı oynayarak 12 defa beynelmilel olmuştur.

    Meziyetler, Oyun Tarzı ve Hususiyetleri

    Bedri’de fizik karakterlerinin panoraması şöyledir: Zamanın modasına göre alabros taranmış kumral saçların çevrelediği yüz altın sarısıdır. Yakışıklıdan ileri bir güzelliktedir. Gök rengindeki gözlerinden her an müstesna zeka kıvılcımları taşımaktadır. Boy kısa, bünye zayıftır. Formayı o zamanın teamülü aksine pantolonun içine koyar. Kalın yün çorapların örttüğü ince bacaklarında tekmelik hiç yok, dizlik arada, bileklik daima mevcuttur.

    İlk maçlarında beyaz, sonraları sarı kunduraları meşhurdur.

    Bedri’nin o tarihin mizahına mevzu olan “limon yerken” çıkarttığı resim pek meşhur olduğu gibi asıl şöhretine sebep teşkil eden iki hususiyeti, süratli ve kendi icadı bir vuruştur. Bu öyle nev’i şahsına mahsus bir icattır ki satırlarda tarifi biraz güçtür.

    Sürer veya dururken topun önünde bacaklarını geride çaprazlayıp çengel halinde öyle bir vurur ki darbenin isabeti ve şiddetine şaşmamak mümkün değildir. Bugün biraz Küçük Fikret’te gördüğümüz müthiş bir eşapeli süratinden ötürü de halk kendisine “Ceylan” lakabını takmıştır.

    Bedri’nin çabukluğundan başka vücut ve bilek çalımı mükemmeldir. Sağının da solu kadar olduğu muhakkaktır. Bir tarihte gerek muhtelitte, gerek kendi takımında “sağ açık” olarak tecrübe edilmiştir. Sade Türkiye’ye gelenler arasında değil, dünyanın en iyi antrenörlerinden Billy Hunter, Bedri’yi pek beğenirdi. Zira bu müstesna futbolcu yüksek oyunu kadar disipline olan bağlılığı ile de idarecilerini memnun etmiştir.

    “Ceylan” Bedri Gürsoy

    Kendisiyle kulüp ve antrenman arkadaşlığı ettim. Bugün hiçbir futbolcumuzun çalışmak tenezzülünde (!) bulunmadığı bazı faydalı sistemler arasında bir direkler pasajı talimi vardı ki Bedri bunda pek usta idi. Zaten meşhur çalakisini biraz da buna medyundur sanırım.

    Bu derece yükselmiş, enternasyonel, birinci sınıf bir elemanda mutlaka kusur, kusur değil de zaaf aramak lazımsa işaret etmek isterim ki Bedri’de demirden şütler, çivi nevinden kafalar, tank gibi ezip biçmeler yoktu. Bir de – kendi bu tabiyeyi hala beğeniyor ama – daima çizgi imtidadınca sürüşler yapıp korner köşesinden ortalamaları doğru bulmasını ben doğru bulmam. Fakat onun zamanında bu bir meziyetti.

    Bedri’nin en beğendiğim tarafı da ahlak dürüstlüğü, centilmenliği, renklerini hayatı kadar sevdiği halde “kulüpçü” görünmemesidir. Bu son saydığım sporcu karakterindeki asaleti ne yazık ki bazı müfrit muhitlerde suizanla karşılanmış ve – burada tekrarından yüzüm kızarıyor – bütün bir gençliğini vakfettiği kulübünden, sarı laciverdinden uzaklaştırılmak istenmişti.

    Bugün mümtaz bir diş tabibi olan Bedri’nin içtimai olgunluğuna en bariz misal de “gavura kızıp oruç bozmamak”, yani muhatap tutulduğu menfi ve acaip mülahazaya rağmen “Fenerbahçeli” kalışıdır.

    Muvakkar Ekrem Talu / Bedri Gürsoy

  • Şampiyon Formalar

    Şampiyon Formalar

    Tuncay Yavuz, tek kelimeyle muhteşem bir işin altına daha imzasını attı. Fenerbahçe’nin şampiyon takımları gibi, şampiyon formalar da tarihte hak ettiği yeri alıyor. Girişi hiç uzatmadan, sözü kendisine ve eserine bırakalım. Bakmaya doyamayacak, bir an evvel duvarınıza asmak isteyeceksiniz. Haksız da sayılmazsınız. Şüphesiz iyice geliştiğinde daha da etkileyici olacak ama bu haliyle bile muazzam!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şampiyon Formalar

    Fenerbahçe’yi anlatan tek kelimeleri listelemeye başlasak “çubuklu” muhakkak listede ön sıralarda yer bulur. Fenerbahçe demek, sarı-lacivert demek, Fenerbahçe demek çubuklu forma demek.

    Kulübün ilk yıllarından bugüne her sezon mutlaka giyilen çubuklu forma bir Fenerbahçe geleneği. Yıllar içinde tasarımlar, sponsorlar, reklamlar, renk tonları değişse de, özellikle derbilerde çubuklu forma birinci tercih oluyor. Bugüne kadar oynanan tüm Galatasaray maçlarının %95’inden fazlasına çubuklu formayla çıktığımızı, 10 maçın 7’sinde çubuklu formanın altına beyaz şort giydiğimizi söyleyerek durumu rakamlarla da ifade edebiliriz.

    Evet, çubuklu forma Fenerbahçe tarihi için çok önemli. Ancak maalesef Fenerbahçe tarihindeki formaların tasarımları ve formanın etrafındaki detaylar konusunda ciddi eksikler olduğunu biliyoruz. İnternette, arşivlerde, Fenerbahçe kanallarında hatta resmi sitelerde bile var olan bilgilendirmelerin gerçeği tam olarak yansıtmadığını söyleyebiliriz. Böyle olunca, büyük bir işe kalkıştık ve Fenerbahçe tarihinde giyilmiş tüm formaların görsellerine ulaşma konulu bir çalışma yürütüyoruz. Buna göre maç maç hangi formaların giyildiğini görselleriyle kaydederek görsel bir hafıza yaratıyoruz. Ayrıca maçlarda giyilen formaların, tasarım, forma-şort-çorap, reklam, sponsor gibi tüm detaylarını bir veri bankasında topluyoruz.

    Çalışmalarımızın oldukça ilerlediğini ve özellikle son 80 yıla ait detaylı bilgilere ulaştığımızı söyleyebiliriz. Öncesi için de maalesef dönemin teknik ve ekonomik eksiklikleri sebebiyle (her maçın fotoğrafı gazetelerde yer almıyor) maç maç bilgilere ulaşılamasa da, sezon genelinde belirli sayıda görsele erişilerek eksiklikler tamamlanabiliyor.

    Geldiğimiz noktada, Dünya Fenerbahçeliler Günü’nde Fenerbahçelilere bir hediye sunmak istedik. Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu kazandığı sezonlarda resmi maçlarda en çok giydikleri formaları “Şampiyon Formalar” olarak görselleştirdik.

    Çalışmalarımız ilerledikçe paylaşımlarımızı sürdüreceğiz. Bu çalışma için önemli olduğunu düşündüğünüz bilgileri de bizimle paylaşmanızı rica ederiz.

    Tuncay Yavuz

  • Zeki Fenerbahçe İçin Hayatını Feda Ederdi

    Zeki Fenerbahçe İçin Hayatını Feda Ederdi

    Bedri Gürsoy yazmaya, Tuncay Yavuz da onun yazdıklarını aktarmaya devam ediyor. Bu kıymetli yazı koleksiyonunda sıra Fenerbahçe’nin en büyük golcüsü Zeki Rıza Sporel’de. Yazısının sonunda Bedri Bey takım arkadaşı için “Zeki Fenerbahçe için hayatını feda ederdi” demiş. Evet, öyle bir kadroydu ki şüphesiz hepsi aynısını yapardı. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türkiye’de Futbolun İlerlemesinde Mühim Rolü Olan Zeki

    Ben, bu cidden kıymetli futbolcumuzun spor hayatını ikiye bölmek mecburiyetindeyim. Hatta ismini bile. Birincisi sadece futbolcu Zeki. İkincisi hem futbolcu hem de Milli Spor Mağazası sahibi tüccar Bay Zeki Rıza. Ben burada hem futbolcu, hem de Milli Spor Mağazası sahibi Bay Zeki Rıza’dan pek az bahsettikten sonra asıl Zeki’yi, benim çok takdir ettiğim Fenerbahçe’nin gözbebeği Zeki’yi anlatacağım.

    Milli Spor mağazası sahibi ve futbolcu Bay Zeki Rıza. Yaşını başını almış, olgun bir sporcu. İhtimal ticarete fazla ehemmiyet verip, o yolda çok didişip yorulduğundan olacak, eski oyununu kaybediyor. Yaşlanıyor, ağırlaşıyor. Bir buçuk saatlik oyunda nefesi zor yetişiyor. Buna rağmen futbolu bir türlü bırakmıyor. O tam bir sporcu, spora aşık tecrübeli bir kurt olmuştur. Nasıl bırakabilir ki? Artık tekniği çok kuvvetlidir. Onun o müstesna oyunlarına şimdi bir de uzun tecrübelerden doğan idare ve bilgi kabiliyeti katılıyor. Sahada binbir düşünceyle hesaplı bir şekilde oyun oynayan bir futbol kralı oluyor.

    Sporda terbiye, tahsil, seciye, irade kudreti, metanet, hatta asalet bile aranılır. Zeka ise en başta lazımdır. İşte Bay Zeki Rıza çok zekidir. İşini iyi bilir. Ne zaman paslaşacağını ve kime şut çekeceğini, nasıl kombinezon kuracağını, ne yolda çarpacağını, ani olarak estirip plan çizmek ancak bu kıymetli ve tecrübeli oyuncuya mahsustur.

    Bay Zeki Rıza’nın çok ince oyunları vardır. Maçlarda mühim rol oynar, kurnazlığı ile müdafileri atlatmasını yerinde ve zamanında yapar.

    Yanındaki oyuncıların inkar kabul etmez yardımları ile merkez muhacimden birden ileri, seri bir atılganlıkla fırlamak, sonra birden arkasına hiç bakmadan arkadaşlarına (tayın) vurmak, geri pası vermek ve belli bile etmeden sıyrılıp kaleye doğru tam bir çalımla koşmak, her babayiğitin harcı da değildir.

    Gelelim Tam Zeki’ye.

    Zeki. Türkiye’de futbolun ilerlemesinde mühim rolü vardır. Senelerce Fenerbahçe’nin ve Milli Takım’ımızın kaptalığını yapmıştır. Yirmiye yakın enternasyonel maçlarda oynamıştır. Küçük yaştan beri Fenerbahçe’nin aşığıdır. Sarı Lacivert için sahada canla başla oyun oynar, ince ve nazik bir oyuncudur. Hasım oyuncusuna kasten bir defa bile vurduğu görülmemiştir. Çok seri koşar, teknik oyunu ile meşhurdur. Çok çeviktir. Pasları – Sabih ve Refik müstesna – hiçbir oyuncumuzda yoktur. Hesaplı, ölçülü değildir. Yanındaki oyuncuların ve oyun tarzının esasını çabuk kavrar. Oyunun cerayanını iyi görür. Yanındaki oyuncuların hangisine ne zaman pas vereceğini ani olarak tayin eder, emin bir şekilde ve ileri paslar yapar.

    Teknik şutlar hem çok sıkıdır hem de çok hesaplıdır. O kadar ki oyununu bildiği kalecilerin şutu tutmak noktasından kuvvetsiz yerlerini bulup bilerek şutlar çeker. Mesela bir kaleci, hasım kalecisi sağ plonjonları mı zayıf? Şutu ekseriya o tarafa nişanlar. Havadan tutması mı zayıf? Topu havadan sokar. Velhasıl Zeki şutlarında köşe ve zaviyeler buluşları şayanı hayrettir.

    Demarke olması zayıftır. Deplasmanı azdır. Oyunlarda maneviyatı pek kuvvetli değildir.

    Zeki gol fırsatlarını ekseriyetle kaçırmaz. Bundan dolayı Türkiye’de gol rekoru yapmıştır. Sağ ve sol ayaklarını istediği gibi mükemmel kullanır. Yanındaki oyuncuyu iyii oynatır. En münasip zamanda  gol yaptırıcı paslar verir.

    Zeki’nin topa havaya sıçrayışları, kornerden gelen topla beraber kaleye atılması, kafa vuruşları mükemmeldir. Yerinde ve zamanında maçına göre çalım yapar. Zeki’nin açıklara pasları meşhurdur.

    Bu kadar sene sol açık oynadım, hiçbir merkez muhacim görmedim ki Zeki gibi temiz pas yollasın.  Açıkların süratleri ile topun avut çizgisini geçmek ihtimalini o kadar ince hesaplayıp dikine pas verir ki! Çok defa seyirciler açığın boş yere koştuğuna kanidirler. Ve pas kaçtı diye “ah!” diye bağırırlar. Halbuki bir pası veren Zeki, bir de koşan açık o topu çizgi üstünde yakalanacağını hesaplamıştır.

    Şutları

    Zeki’nin (vole) top yere inmeden şutları harikadır. Bu şekilde kalenin köşeelerini çok az merkez muhacimlere nasip olan bir muvaffakiyetle bulur. Sağdan soldan gelen pasları iyi kullanır. Haf beklerle paslaşır, vücut çalımı yapar. Zeki’nin uzak ceza vuruşları cidden çok tehlikelidir. Bu şekilde parmağımızı ağzımızda bırakan enfes goller atmıştır. Hiç unutmam, Finlandiya’da ta uzaktan, kırk yardadan, bu şekilde bir gol sokmuştur. Zavallı Finlandiya kalecisi yere çöküp ağzı açık, afal afal topun köşeden girişini seyretmiştir. Çok ince, çok görüşlü bir futbolcudur. Bu gözbebeği kıymetli futbolcumuzun yeri ticaret hayatına atıldıktan sonra tamamiyle boş kalmıştır. Maateessüf Bay Zeki Rıza, bu kulübü için hayatını feda etmeye amade tam amatör Zeki’nin yerini dolduramamıştır.

    Türkiye’de Zeki gibi bir merkez muhacim yetişmemiştir. Daha senelerce yetişemez bu gidişle.

    Bedri Gürsoy / Zeki Fenerbahçe İçin Hayatını Feda Ederdi – 22 Ağustos 1940 – Haber – Akşam Postası Gazetesi

  • Nedim Kaleci

    Nedim Kaleci

    Arkadaşımız Tuncay Yavuz, Bedri Gürsoy‘un 1940’lı yıllarda yazdığı muazzam futbolcu portrelerini aktarmaya devam ediyor. Sırada Türk futbolunun muhteşem kalecisi Fenerbahçeli Nedim Kaleci var.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbol Merakı Bugün Bile Eksilmemiş Olan Nedim Kaleci

    924 Paris olimpiyadı. Muhtelif milletlerin seçme futbol takımları dünya birinciliği için üç stadda durmadan çarpışmaktadır.

    Malum ya, bizim takıma kurada Çekoslovakya çıkıyor. Bu takımın da salahiyet sahibi beynelmilel futbol mütehassıslarının tahminine göre olimpiyat şampiyonu olması pek mümkün.

    Türk milli takımı oyuncuları, Kolomb’da barakaların birinde toplanmış, kuranın neticesini öğrendikten sonra hararetli hararetli konuşuyorlar. Münakaşa ediyorlar. Her kafadan bir ses:
    – “Korkmayın çocuklar, bir de bakarsınız kazanırız. Biz adamakıllı çalıştık ve hazırlandık.”
    – “Öyle ya biz hazırlandık da adamlar armut devşirdi. Atma beyim atma, burası Taksim stadyumu değil. On taneden aşağı yersek yine şükredelim.”
    – “Bence tam bir müdafaa oyunu tatbik etmeliyiz.”
    – “Takımımız paniğe uğramasın da ne olursa olsun.”
    – “Lakin, hani bizde de şans varmış ha, ya kurayı çeken mübarek ele ne buyrulur?”

    Maç günü, stadyumun tribünleri tıklım tıklım dolmuş, Türklerin oyununu merak edip görmeye gelen her milletten binlerce kişi…

    Çek Maçı

    İşte Çek milli takımı, Türk milli takım oyuncuları sahaya çıkmaya başladılar. Tamam, milli marşlar çalındı. Oyuncular toplu bir halde resimlerini çıkartıyorlar.

    Aman Allahım! Zayfert, Ştapel, Çapek, Kolonati. Hepsi oynuyorlar. Allah bizim takıma imdad eyliye.

    Oyundan evvel Bekir’in bir iki bomba gibi patlattığı gösteriş şutu biraz olsun moralimizi okşadı.

    Maç başladı. Ne aksi, bizim kaleye doğru sıkı bir rüzgar esmekte. Çekler gibi en kuvvetli bir takıma düştüğümüz elvermiyormuş gibi, bir de semavi afetle de mi mücadele edeceğiz? Bu ne talihsizlik?

    Haydi! İşte sıkışmaya başlıyoruz. Çapek uzaktan kalemizin köşesine ilk tehlikeli ve sıkı şutunu gönderdi bile. Aman, topun gidişi fena. Girecek galiba Hayır, kalecimiz mükemmel bir sıçrama ile golü kurtarıp topu kornere savurdu:

    “- Yaşa Nedim!”

    Yerden sağ zaviyeden enfes bir şut daha, bunu da lastik top gibi bir çeviklikle fırlayarak, şayanı hayret derecede isabetli bir plonjonla kalecimiz yine kurtardı:

    “- Varol Nedim!”

    Arkasında biraz sonra, kalecimiz Çeklerin sağ içinin kaleye doğru seri bir driplingle dört adım sokulan bir hücumunu, ayaklarına yatarak kesiyor ve muhakkak bir golü daha kurtarmış oluyor:

    “- Dayan Nedim!”

    Bir buçuk saatlik maç esnasında, bizim kale uzaktan, yakından, sağdan soldan, havadan yerden, mitralyöz ateşi gibi şuta maruz kalıyor. Lakin dünyanın en yaman futbolcularının attıkları bu şutların birçoğunu kıymetli kalecimiz Nedim tam bir soğukkanlılıkla, muvaffak bir oyun göstererek gol olmaktan kurtarıyor ve haklı olarak da – Çekler dahil – herkes tarafından takdir edilip alkışlanıyor.

    Nedim ve Hamit

    Futbolda – geçende Hamit’in portresi yazısında da söylediğim gibi – bizim o devirde iki meşhur kalecimiz vardı. Nedim ve Hamit. Bu iki oyuncu rakip oldukları halde kardeş gibi candan sevişirlerdi. Katiyyen kıskançlık ve husumet nedir bilmezlerdi. Her muvaffakiyetli oyunlarından sonra birbirlerini kucaklayıp tebrik ederlerdi. Lakin bu arada Hamit Nedim’i, Nedim Hamit’i kızdırmak için ne latifeler, ne muziplikler bulurlardı.

    924 Paris olimpiyadına iştirak eden ve oradan da şimal turnesine çıkan milli futbol kafilemizin birbirinden kıymetli bu iki seçme elemanının biz futbolcular çok mükemmel oyunlarına şahit olmuşuzdur. Nedim Paris’te, yukarıda anlattığım gibi Çekler’e karşı cidden emsalsiz bir oyun çıkarmıştır. Hamit ise şimal turnemizin en esaslı karşılaşmalarında yüzümüzü güldürmüş, bir kahraman kesilmiştir.

    İşte Hamit ve Nedim’in bu şekilde birlikte geçen futbolculuk hayatlarında oyuncular arasında pek meşhur olan hatıraları vardır. O zamanki futbolcular arasındaki tam bir samimiyeti, tesanüdü, sporcu zihniyetini ve nasıl candan birbirlerini sevdiklerini göstermesi itibariyle enteresan bulduğum bu hatıralardan birkaçını yazayım:

    Hamit Nedim’i daima şu şekilde çağırırdı: “Yaşşşşaaaağ üstad Nadim, Malllli kaleci!”. Paris’te Çekler’le yaptığımız olimpiyat maçının ertesi günü bütün futbolcular bir arada istirahat ediyoruz. Kaleci Hamit’in sesi yükseliyor: “Yaşşa Nadim. Nedir o koltuğundaki bir yığın gazete? Yoksa İstanbul’dan falan mı geldi? Ne havadis var bakalım?”

    Hamit bu suali bermutad herkesin içinde bir muziplik olsun diye sormuştur. Zira bunlar maçtan sonra Paris’te çıkan ve Nedim’i baştan aşağı metheden gazetelerdir.

    Nedim’in cevabı: “Alayı bırak evladım. Beğenemedin mi? Al tercüme ettir de gözün kaleci görsün. Siz ne anlarsınız? Sen dursaydın da on beş gol yerdin!”

    Şimal turnemizde pek parlak oyunlar oynadığı için tercihen ekser defa Hamit kaleye konulurdu.

    Hamit’in anlattığına nazaran ne hikmetse bu esnalarda, Nedim’in sağ eli daima sargıyla sarılı bulunurmuş. Bunun sebebi de şuymuş. Nedim temasa geldiği ecnebi gazetecilere, mihmandarlara, maçtan evvel konuştuğu ecnebi takımı oyuncularına gösterip: “Ben asıl milli takım kalecisiyim. Lakin elim sakat, yarın benim ihtiyatım oynayacak!” diye izahat verirmiş.

    Hamit, artık hiç unutmam hepimizin içinde dayanamamış, bir gün Nedim’e haykırmıştı: “Allahaşkına, üstad, şu elini röntgene bir göster de içinde ne dert var anlayalım. İçim parçalanıyor vallahi.” demişti.

    Futbolu Hiç Bırakmadı Desek Yeridir

    Futbolu uzun müddet oynamıştır. Bizden evvelki devirlerden başlamış, bizimle devam ettirmiş ve bizlerle bırakmıştır. Beynelmilel oyuncularımızdandır. Birçok seyahatlerimize iştirak etmiştir. Her futbolcu, her tanıyan onu sever, iyi kalpli, iyiliği seven, kibirsiz, şakayı kaldıran bir arkadaştır.

    Seyahatlerimizde hepimizi peşine takarak en enteresan yerleri bize gösterir ve gezdirirdi! Sonra da “aman kendinizi sakın üşütmeyiniz çocuklar” diye tertibat alır, soğuk almak korkusuyla hastalığımızı önlerdi.

    Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, ipek gibi sarı saçlı sülün gibi mütenasip endamlıdır. Sahaya tertemiz bir kıyafetle çıkar. O uzun boyu, sevimli yüzüyle kalenin önünde bir heykel azametiyle durur. Ne yalan söyleyeyim, cakayı çok sever. Hatta kaleci Hamit bu yüzden Nedim’e “Mecmua oyuncusu” ismini taktığı meşhurdur. Yine Hamit’in söylediğine nazaran güya Nedim, kale civarında gazete fotoğrafçıları resim çıkartırlarken topa plonjon yaptığı zaman resmin tam alınması için nezaket icabı yerde fazla kalırmış.

    Nedim’in kalecilik hayaıtnda birçok muvaffakiyetli oyunları olmuştur. Paris’teki meşhur oyunu ise en başta gelir. Bunu antrenör Hunter de daima söylerdi.

    O gün Çekler’in karşısında panik olmamamıza ve olimpiyat futbol turnuvasında mağluplar arasında en iyi dereceyi almamızda Nedim’in büyük hissesi vardır.

    İlk kulübü Altınordu’dur. Sonra Fenerbahçe’ye girmiştir. Futbola, kaleciliğine aşıktır. Nitekim soyadını bile “Kaleci” koymuştur. Nedim’den bugün dahi futbol merakı bir parça olsun eksilmemiştir. Statların en ateşli, en meraklı müdavimlerindendir. Seyirciler arasında daima onun sert sesini duyarsınız. Genç futbolcu arkadaşlarını bir erkanı harp kumandan gibi tribünden bağırarak idare eder. Tenkit eder, kızar, bağırır, yükseltir, alkışlar:

    “- Haydi bakalım evlatlarım. Gösterin kendinizi”

    “- Şut… Şut diyorum sana!”

    “- Aferin çocuğum ha şöyle pas!”

    “- Ne yaptın? Berbat ettin, çalımın sırası mı şimdi?”

    ***

    Yaşa Nedim!

    Bedri GÜRSOY / Futbol Merakı Bugün Bile Eksilmemiş Olan Nedim Kaleci

  • Dalgakıran Hasan Kamil

    Dalgakıran Hasan Kamil

    Bedri Gürsoy yazmaya, Tuncay Yavuz da aktarmaya devam ediyor. Sırada yine bir işgal yılları kahramanı, Harington Kupası galibi, Türkiye’de ilk kez yabancı bir takımda forma giyen, geleceğin Fenerbahçe Başkanı Dalgakıran Hasan Kamil Sporel var. Bu, başlı başına muhteşem hayat hikayesinin detaylarını da en kısa zamanda öğreneceğiz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dalgakıran

    Hasan Kamil futbolun bütün inceliklerini kavramış, tecrübeli, sert ve çok çetin bir bektir. Tam yerinde, can alıcı bir noktada hasmı durduruşu, topa ayak koyuşu, dolayısıyla tehlikeli bir hücumu bir anda bozmasıyla nam salmıştır. Bundan dolayıdır ki halk ona Dalgakıran adını koymuştur. Hakikate dalga halinde hücuma geçen hasım taraf muhacimleri tek bir yerde mıhlanır kalırlar: Hasan Kamil’in çelik parçası gibi koyduğu bacağının karşısında. Artık bu kuvvetli bacağı kolay kolay kimse söküp atamaz, sarsamaz, geçemez. Burada en mahir muhacimler bile takılır kalır, sendeler ve düşer.

    Hasan Kamil vaktiyle Amerika’da da harikulade ve geçilmez bir müdafa olarak şöhret kazanmıştır. Oradaki halk da bu demir gibi, geçilmez Türk futbolcusuna şu ismi koymuştur: Çanakkale. Bu isimle Kamil’in çok çetin ve aşılması imkansız bir kuvvet olduğunu anlatmak istemişlerdir.

    Hasan Kamil bütün bu sertliğine, çetinliğine, kuvvetine rağmen munis, kibar, sakin, yumuşak tabiatlı, iyi kalpli, spor terbiyesi son derece kuvvetli bir insandır. Maçlarda hakemlere itiraz ettiğine, futbol nizamlarının ve kaidelerinin men ettiği bir hareketi yaptığına şahit olmamışımdır. İntizamlı, görüşleri isabetli ve yerinde, disiplin sahibi, kulübünü son derece seven bir futbol üstadıdır. Çok sert fakat katiyen favulsüz ve hatasız bir oyun tarzı vardır. Pasları ve şutları yerindedir. Kafa vuruşları direkt kuvvetli, yan zayıftır.

    Uzun degajmanları yoktur. Çalımları kıvrak ve tesirlidir. Vücut çalımlarını kendisine has bir çeviklikle yapar. Maçlarda maneviyatı iyidir. Enerjisi şimdiki futbolcularımızın ibret ve örnekle ders almaları icap edecek bir kıymet ve mertebededir. Bir futbol maçında kulübünü seven amatör bir futbolcunun nasıl canla başla çalışmasının lazım geldiğini bilmek ve öğrenmek için Hasan Kamil’i görmek kafidir.

    Bedri Gürsoy / Dalgakıran Hasan Kamil

  • Bombacı Bekir

    Bombacı Bekir

    Bedri Gürsoy‘un futbolcu portreleri serisinde sıra Fenerbahçe altyapısından çıkıp Avrupa futboluna damga vuran Bombacı Bekir Rafet Teker’de… Tuncay Yavuz aktarıyor. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bombacı

    Ben ona “Karabomba” adını koymuşumdur. Bekir ve Bekir’in şutu hasım kalesi içinde bomba gibi patlar.

    Bekir’in vuruşlarının top üzerinde kendine mahsus tek bir sedası vardır. Ben birçok vuruşlar arasında bakmadan Bekir’in şutlarını tanıyabilirim.

    Bekir, dünya üzerindeki futbolcuların en çetinlerinden biridir. Onda yaradılış itibariyle aklın alamayacağı bir kuvvet ve bünye dayanıklığı vardır.

    Her türlü fena bakımlara rağmen Bekir’in vücudu sarsılmaz. Bu futbolcu sabaha kadar uykusuz kalır; eğlenir, içer. Ertesi gün maça çıkar, en güzel oyunlarından birini oynar, yıldırım gibi koşar, aslan gibi çarpışır, goller atar. Bekir’in bünyesi çelik gibidir. Mesela Bekir hastadır. Ateşi 39. Doktorlar yataktan çıkarsa tehlike olduğunu söylerler. Bekir doktorlara güler, yataktan fırlar, soyunur, futbol sahasına koşar, harikalar gösterir. Üstüne de buz gibi bir duş…

    Bekir’in hastalığı geçmiştir artık. Demir gibidir.

    On Parmağında On Bir Marifet

    Çok seri koşar. Koşarken vücut çalımı yapar. Yüzlerce futbolcu gördüm, Bekir gibi vücut çalımı yapan birine daha rastlamadım. Bir buçuk saatlik oyunun her dakikasında Bekir’de gol ümidi kırılmaz. Bekir’in pasları ileri ve ölçülüdür. Yanındaki oyuncuyu ister istemez iyi onatır. Bu çocuğun yanında oynarken ben derdim ki: “İnsan bu yaman oyuncunun yanında gözü kapalı bile oynar…” Bekir çok iyi demarke olur, iyi yer tutar. Pası çeker. Bekir deplasmanlarda harikadır.

    Bekir en büyük maçlarda bile heyecan nedir bilmez. Birçok mühim maçlarda dikkat ederim, biz on oyuncu heyecandan sapsarı kesilmişizdir. Bekir’in kılı bile kıpırdamaz; dünya umurunda değildir, o oyununu bilir, golünü tıkar. Oyunun son dakikasına kadar soğukkanlılığını bozmaz. Bekir her vaziyette şut çeker. Koşarken, çalım yaparken… Bekir’in şutları çok sıkıdır. Bekir kaleye şut çekerken köşe hesaplamaz. Kaleciye, “Tutabilirsen tut” der gibi demir şutunu yollar. Top bir kere kaleyi buldu mu kafidir. Artık onu kaleci tutamaz, tutmak isterse kendi de kalesinin içerisine  yuvarlanır. Bekir’in pantolonunu çekerek attığı penaltılar yamandır.

    Maç Hatıraları

    Bekir’in zihnimde ve Türk futbol tarihinde yer bırakan birçok maç hatıraları vardır.

    Hangi birini anlatayım bilmem ki. İttihatspor – Fenerbahçe maçındaki tek başına kuvvetli Fener müdafilerini bir bir geçerek arka arkaya attığı 2 gol. Paris’te Çek kalesine soktuğu 2 gol. Burada Slavya’ya attığı ve bütün takımımıza maneviyat verdiği ilk gol.

    Sofya’da Bulgarlar’a attığı goller. Ne bileyim ben, daha dolu yararlıklar.

    Bekir’i daha nasıl anlatayım? O yalnız futbolcu değildir. Koşucu ve atlayıcı bir atlettir de aynı zamanda.

    Atletlerimiz aylarca çalışır, uzun atlama rekoru yapacaklar diye. Bekir futbol ayakkabısı ile bir atlar, yeni Türkiye rekoru yapar.

    Bekir dünyanın meşhur futbolcuları gibi yetişseydi kimbilir ne olurdu? Hiç şüphe yok ki bir oyununa binlerce lira alan dünyanın en meşhur oyuncuları onun yanında hiç kalırlardı. Zira Bekir’in mayası sağlamdır.

    Bekir mert bir arkadaş, uysal bir çocuktur.

    Ne yazık ki görüp göreceğimiz bu tek futbol kahramanımızın biz kıymetini bilmedik, Almanlar bildi. Almanlar 1928 Olimpiyat’ında, Amsterdam’da bu kıymetli oyuncuyu “Bekir, Bekir” diye kucaklayıp yanlarına oturttukları zaman gözlerim yaşarmıştı. Ona onlar kıymet veriyorlardı. Dediler ki “Bekir Türk olmasaydı milli takımımızın en yüksek oyuncusu o olacaktı!”

    Sözün kısası, Bekir gibi bir futbolcu Türkiye’de yetişmemiştir. Ne de yetişir artık bu gidişle.

    Bedri Gürsoy / Bombacı Bekir

  • Yavuz İsmet

    Yavuz İsmet

    Bedri Gürsoy 1940’lı yıllarda gerçekten de çok büyük bir iş yapmış ve futbolcu portreleri yayınlamış. Sıra Yavuz İsmet Uluğ’da. Bedri Bey’in ayağı kadar kalemi de kuvvetli. Tuncay Yavuz aktarıyor. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yavuz İsmet Uluğ

    Türkiye’de yetişen yüzlerce futbolcunun en meşhur ve en kıymetlilerindendir. Bir futbol meraklısı olsun da Yavuz İsmet’i tanımasın, buna imkan yoktur. Hem atletik meziyetlerine (vücuduna, kuvvetine, sertliğine, nefesine) güvenerek, hem de futbolun bütün inceliklerine, tekniğine vakıf olarak – ve her ikisini de birleştirerek – oyun oynayan bizde pek ender yetişen, çetin, sağlam, enerjik, bilgili, harikulade bir futbol yıldızıdır.

    İlk kulübü Galatasaray’dır. Sonra Fenerbahçe’ye girmiş, sarı-laciverde candan bağlanmış, kulübüne senelerce unutulmaz hizmetlerde bulunmuştur. Futbolu bırakıncaya kadar da Fenerbahçe’den ayrılmamıştır.

    Milli, muhtelit takımlarımızda, Fenerbahçe’de tam bir liyakatle, merkez muavin ve yan muavin olarak futbol oynamıştır. Müteaddit futbol seyahatlerine, olimpiyatlara iştirak etmiştir. Ecnebiler tarafından dahi her yerde takdir edilip alkışlanmıştır. On beş defa beynelmileldir. Futboldan maada, boks, atletizm, hokey, denizcilik ve tenis sporlarında da maharet ve muvaffakiyetler göstermiştir.

    Kişiliği

    İsmet, mütevazı, mert, iyiliği seven bir arkadaş olarak tanınmıştır. Saf denecek derecede ve her söylenene inanacak raddede temiz kalplidir, fesat değildir.

    Arkadaşlarına karşı çok samimidir. Seyahatlerde kendinden küçük olan arkadaşlarını bulunmaz ve eşsiz bir ağabey şefkatiyle kayırır ve korur. (İsmet son senelerde tamamiyle değişmiştir. Bilinmez hangi sebeplerle birdenbire spordan, sporcudan, kulüpten, futboldan, maçlardan hatta arkadaşlarından bile nefret eden bir insan halini almıştır. Kulübüne bir defa uğradığı, bir tek maçı görmeye geldiği vaki değildir. Bazıları İsmet’in bu hallerini gururuna hamlediyorlarsa da bilakis İsmet müteavazı ve çok mert olarak yakından tanıyanlar bir an için bile buna katiyyen ihtimal veremezler. İsmet son zamanlarda, nedense sporla alakasını kesmeyi arzu etmiştir. Mücadele kudretini bırakmıştır. Spor işlerimizde, kulübünün idare şekillerinde eskiden amansız bir münekkitken artık “Neme lazım, ben mi ıslah edeceğim, ne halleri varsa görsünler!” der gibi lakayt bir hal almıştır. Bu yüzden İsmet’in daima kuvvetli ve dürüst varlığından çekinen spor işlerimizde tufeyli yaşayan bir takım kimseler de başlarından böyle çetin, karakter sahibi bir münekkidin gitmesiyle, rahat nefes almışlar, memnun ve müsterih olmuşlardır.)

    Uzuna yakın bir boy, adaleli, senelerce sporla yoğrulmuş demir gibi bir vücut, kumral saçlar ve açık ela gözler, güzel bir yüz, ince bir hususiyeti olan manalı bir ağız ve dudaklar, sert bir yürüyüş, keskin bakışlar, tok, kalın ve erkekçe bir konuşuş.

    Dalkavukluk nedir bilmez. Kendisini hiçbir zaman kimsenin yanından küçük düşürmez. Doğru söylemekten çekinmez. Spor ve aile terbiyesi mükemmel. Zamanına göre bazen çok asabi ve suratlı, bazen çok neşeli ve güler yüzlü bir futbolcu. İşte İsmet’in tipi ve mizacı…

    Boksör Futbolcu

    İsmet futbolu oynadığı ilk devrelerde – ki o zaman aynı zamanda boksördü – asabi, sert ve haşin tabiatlıydı. Sahada adeta alikıran baş kesen gibi kendine mahsus bir cakayla dolaşırdı. “Gözünün üstünde kaşın var” diyene yumruğu yapıştıracakmış  gibi bir haller takınırdı. Vücuduna, kuvvetine, yumruğuna güvenen, etrafı korkutup, oyunda zorbalığı, hatta kavgasıyla iş göreceğine kanaat getiren bu delikanlı boksör futbolcudan herkes yılmıştı.

    Bu içi içine sığmayan, gayritabii çocukluk ve tecrübesizlik devresini İsmet pek çabuk silkip attı. Derhal kavradı ki futbol kabadayılık oyunu değil, incelik, nezaket, disiplin ve teknik isteyen güç bir spordur. İşte bu düşünceyle çalışmaya başladı. Kuvvetli ve çevik vücuduna, atletik meziyetlerine, bir de İsmet’te tam manasıyla futbol tekniği ve disiplini ilave olup yerini bulunca, sahada hakikaten yavuz, mahir, spor terbiyesi mükemmeli üstad bir futbolcumuz oldu.

    Çeviktir. Kuvvetlidir. Sağlamdır. Bir maç değil, arka arkaya iki maç yapacak derece nefesi mükemmeldir. Mukavemeti, enerjisi, yılmamazlığı, koşusu fevkaladedir. İki ayağına da hakimdir. Kafa vuruşlarında, bizde gelen merkez muavinlerin en kuvvetlisidir. Vücut ve ayak çalımları, şutları, pas tevziatı, demarke olan oyuncuyu sayanı hayret bir nüfuzu nazarla bulup tam yerinde beslemesi, deplasmanı, zamanında kaleye uzun driplinglerle ve eşapelerle tehlikeli akınları ve kaleye ani şutları. Top tutuşları, sürüşleri, en tehlikeli hücumları sert ve cesur bir atılganlıkla kesmesi mükemmeldir. Açıklara uzun ve yerinde pasları meşhurdur.

    Kalplerde Yaşadı, Yaşayacak

    Bazen asabiyete kapılıp hırçınlaştığı, soğukkanlılığını kaybettiği, şahsi oyuna kapıldığı vakidir.

    İsmet Türkiye’de yetişen muavinlerimizin en teknik ve en enerjik olanıdır. Senelerce ‘Yaşa Yavuz’, ‘Var ol Yavuz’, ‘Bırakma Yavuz’ sedaları statlarımızı çın çın öttürmüştür. İsmet halkın içinden gelen bu alkış, teşvik ve takdiri arasında, tam manasıyla yavuz bir futbolcu kudret ve liyakatiyle uğraşmış ve kan ter içinde didinmiş, çalışmış, bırakmamış, geçirmemiş, memleket sporu için bütün varlığını koymuştur. Bundan dolayı da daima halkın kalbinde var olmuştur. Yaşamıştı ve yaşayacaktır.

    Bedri Gürsoy

  • Galip’in Ölümü

    Galip’in Ölümü

    “Fenerbahçe Tarihi” başlıklı bir sitede ne kadar hatırlansa, ne kadar teşekkür edilse az kalacak bir isim, Galip Kulaksızoğlu… 1939’da Galip’in ölümü çok ani oldu ve tanıyanlarda kapanmaz bir yara açtı. Tuncay Yavuz, kaptanın vefatından sonra, henüz acısı taze iken yazılmış bir Bedri Gürsoy yazısı buldu. Bu büyük Fenerbahçelinin önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Galip’in Ölümü

    Galip… Geçenlerde ölümü ile yüreklerimizi parçalayan, arkasından bütün sporcuları ağlatan, sporcuların numunesi, medarı iftiharı, üstadı, canı, her şeyi olan Büyük Galip… Fenerbahçeli Galip…

    Galip’i tam manasıyla anlatabilmek… Bu pek güç iş. Binbir meziyetini sıralamaya çalışayım.

    Bir sporcunun mensup olduğu kulübe nasıl candan bağlanabileceğini, kulüp aşkının nasıl ve ne demek olduğunu bilmek, öğrenmek isteyenler Galip’i örnek almalıdırlar.

    Spor Tarihimizde Daima Enerjik Futbolcu Timsali Şeklinde Kalacak Galip

    Galip değil yalnız Türkiye’de, mübalağasız bütün dünyada ideal bir sporcu numunesidir. Sporun muhtelif şubelerinde muvaffakiyet ve maharetle azim, sebat, irade ve kudreti; hususi hayatında ve ahlakındaki tevazu, feragat, metanet, mertlik, fazilet ve temizliği ile Galip buna kat kat layıktır. Sporun muhtelif şubelerinde dedim. Evet, Galip sadece benim burada anlatmaya çalışacağım şekilde bir futbolcu olarak tanınmamıştır. O, avcılık, denizcilik (kotracılık, yüzücülük, kürek, balıkçılık, dümencilik), dağcılık, atletizm, hokey ve nihayet tenis gibi güç sporlarda da kendini göstermiş ve muvaffak olmuştur.

    Ne yazık ki sporun bu birçok şubesinde Galip’in maharetlerini, kıymetlerini anlatmak için benim ihtisasım kafi değil.

    Müthiş Bir Kulüpçü

    Herhangi zaviyeden bakarsak bakalım, Galip’in göze derhal çarpan ve başta gelen meziyet ve hususiyeti şudur: Kulübüne delicesine bağlı ve aşık olması. İşte Galip – bütün yaptığı sporlarda olduğu gibi – futboldaki maharet ve kudretini de bu kaynaktan, bu manevi yoldan almıştır. Galip bu sönmez sevginin tesiri altında, bütün maçlarda canını dişine takarak var kuvvetiyle didişir, uğraşır, çırpınır ve yaratır. Enerjik bir futbolcu ne demektir, nasıl olur? Bunu görmek, bunu öğrenmek ancak Galip’i seyretmekle kabildir. Bu lafla anlatılamaz. Galip oyunlarda son derece fedakardır, cesurdur. Adeta harpte vatanını müdafaa eden bir yiğite benzer. Canını gözü görmez, ölümü gözü görmez.

    (İki misal: Taksim’de ecnebilerle bir maç yapılıyor. Galip eğilmiş topa vururken başına çok şiddetli bir tekme yiyor. Yüzüne doğru kanlar akmaya başlıyor. Buna rağmen Galip oyunu terk etmiyor, birçok yararlılık gösteriyor, maçın kazanılmasına amil oluyor. Oyun bitiyor. Galip kendisini soyunma odasına dar atıyor ve orada bir köşeye düşüp bayılıyor. Ayıldığı zaman şunları söylüyor: “Tekme yedikten sonra kendimi kaybetmişim, hiçbir şey hatırlayamıyorum. Oyunun neticesi ne oldu?”

    Galatasaray – Fener muhtelitinin ilk Avrupa turnesinde bir maç esnasında Galip’in bacağı çıkıyor. O bacakla, oyun bitinceye kadar, tam on beş dakika oyun oynuyor. Doktorlar, “bu hasta bacakla bir insan nasıl top oynayabilir?” diye şaşırıp kalıyorlar.)

    Sarı Lacivert’in Ta Kendisi

    Galip, kulübü kazandığı zaman bayram yapar. Sarı-lacivert kaybettiği zaman ise ağlar. Son zamanlarda artık maçlara devam etmez olmuştu. Merakla sormuştum: “Galip ağabey, neden maçlarda hiç görünmüyorsunuz?”. Şu cevabı almıştım: “Şimdiki çocuklarda kulüp aşkı yok, bu yüzden çok üzülüyorum, maçlarını da görmek istemiyorum!”

    Galip kulübüne adeta kendisini vakfetmişti. Hepimizin yetişmesinde büyük hissesi vardır. Bir çoklarımız topa vurmasını ondan öğrendik. Spor terbiyesi nedir, sporcu karakteri nasıldır ondan ders aldık. Biz o zamanlar yokluk içerisinde spor yapardık ve o yokluğu hissettirmemek için zavallı Galip uğraşır didinirdi. Toplarımızı yamar, diker, önümüze kordu. Bir müşkülümüz olsa ona koşardık, “Galip ağabey” diye onu sayar ve severdik. Galip kulüpte yatar, kulüpte uğraşır, kulüpte çalışırdı. Onu büyük bir hata işleyerek kulüpten uzaklaştıranlar olmasaydı, kim bilir belki de çok sevdiği kulübünde de ölecekti.

    Uzun boylu, zayıf, fakat çelik gibi sağlam bir vücut. Kuru ve sporun bin bir meşakkatli yolunda erimiş, yağsız ve kemiksiz bakışlı iri gözler. Hırçın ve çevik hareketlerle didişen sırım gibi yağız bir futbolcu. İşte Galip’in tipi.

    Galip, müdafaa, muavin ve muhacim oynar, fakat her nerede oynarsa oynasın yamandır. Çok sert, lakin katiyen faulsüz bir oyun. Çok yerinde ve enerjik hareketler. Kan ter içinde uğraşmak, yorulmamak, oyuna nasıl şevk ve kudretle başladıysa oyunu aynı şiddet ve kuvvetle bitirmek. Tekmeden, düşmekten, şiddetten, hiçbir şeyden korkmamak, yılmamak. İşte Galip’in oyun tarzı.

    Şutları kuvvetli, kafa vuruşları son derece mükemmel. Çalımları uzaktan uzun uzun ve müessir. Yerden ve havadan isabetli paslar, müdafaa oynadığı zaman, degajmanları mesafeli ve isabetli.

    Muhacim oynadığı zaman eşapeleri, deplasmanları, pasları, şutları harika. Kornerden gelen topu balıklama bir atlayışla kalenin içine kendisiyle beraber sokmakta mahir. İşte üstad Galip’in meziyetleri.

    Galip bizden evvelki neslin o derece kıymetli ve eşsiz bir futbolcusu idi ki, onun ihtiyarlığı bile bizimle oynaması için kafi geldi.

    Türkiye’de her yetişen sporcuda bu yüksek ve ideal sporcumuzun bir emeği vardır. Maddi olmasa bile hiç olmazsa örnek olmak bakımından.

    Bedri Gürsoy / Galip’in Ölümü

  • Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

    Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

    Tuncay Yavuz, kuruluş yıllarından bir efsaneyi, ilk şampiyon kadronun değişilmez oyuncusunu, Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer hikayesini yazdı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Almanya’da Bir Fenerbahçe Efsanesi

    Wilhelm, ömrünün son baharında kendini meşgul edecek bir heyecana kavuşmuştu. 1961 Ekim ayının sonlarında Almanya ve Türkiye arasında imzalanan İşgücü Alım Anlaşması onu çok mutlu etmişti. Yıllardır uzak olduğu gençlik heyecanına yakınlaşabileceği Türkler gelecekti ülkesine, hatta şehrine. Yolu Heidelberg’e düşen Türkler’e evsahipliği yaptı, Fenerbahçe’yi konuştu, onlara Fenerbahçe’yle yaşadığı şampiyonlukları anlattı. Birçoğu onu anlamadı, yakın arkadaşları bile onun sürekli anlattığı Fenerbahçe hikayelerinden sıkılmıştı, palavra diyordu. Ne de olsa elinde bir tane fotoğraf, bir rozet bile yoktu. Madem bu kadar önemliydi, neredeydi Fenerbahçe, niye onu hiç hatırlamıyordu. Hiç gücenmiyordu Wilhelm, uzaktan izlemeye devam ediyordu takımını. Karşılaştığı Türklerle de konuşmaya devam ediyordu.

    Yine böyle bir gün kurucusu olduğu Heidelberg Hokey Kulübü’nde tanıştığı genç Türk mühendis onu dikkatle dinledi. Birlikte Fenerbahçe’den konuştular, eski günleri hatırladılar. Genç mühendis ona Fenerbahçe’nin son durumunu anlattı. 2 sezondur Galatasaray şampiyon oluyordu ama Wilhem Türkiye’den döndüğünden beri Fenerbahçe’nin kazanmadığı kupa kalmamıştı, ülkenin en çok şampiyonluk kazanan takımıydılar. Hem 4 sene önce dünya şampiyonunun şampiyonu Manchester City’yi de elemişti takım, herkes tekrar duymuştu adını. Cemil’in transferi de bitince takımı kimse tutamazdı.

    O sohbet belki orada bitti ama, genç mühendis o günü unutmadı. 1972 yılının sonlarına doğru izin için Türkiye’ye geldiğinde bir yolunu bulup, Fenerbahçe Kulübü’ne gitti. Lokalde karşısına çıkanlara Wilhelm Kohlhammer’den bahsetti. Onun için en azından bir rozet, fotoğraf, bayrak alıp götürmek istediğini anlattı.

    Fenerbahçe Bir Vefa Örneği Gösteriyor

    Kulüptekiler hemen ilgilendiler, istedikleri toparlanıp paketlendi, başkan Faruk Ilgaz’ın onayına kaldı. O anda o günlerde 27 yaşında olan genç gazeteciler Kemal Belgin ve Attila Gökçe tesadüfen duydular Wilhelm ismini. Haber Tercüman’ın spor birimine uçtu ve daha hediye paketi Heidelberg’e yola çıkmadan Tercüman Almanya Bürosu’ndan Doğan Pürsün ile Erol Aydın’ın otomobili Kohlhammer’in evinin önüne park etti. Wilhelm Kohlhammer yaklaşık 60 yıl sonra Tercüman’ın özel konuğu olarak Mithatpaşa Stadı’nda oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlemek üzere İstanbul’a yola çıkıyordu.

    6 Eylül 1890’da doğan Wilhelm Kohlhammer’in İstanbul hikayesi 1912 yılının sonlarına doğru başladı. Heidelberg’de işler fena gitmiyordu aslında. 22 yaşındaki delikanlı SportClub Neuenheim 02 ile Alman Rugby Şampiyonluğunu kazanmıştı. 13-6’lık final maçının en önemli oyuncularındandı ve bugüne kadar 9 şampiyonluk kazanan kulübün bu ilk şampiyonluğunun unutulmaz oyuncularından biri olarak tarihe adını yazdırmıştı. Fakat elbette geçim derdi daha önemliydi. Deutsche Bank’ta iyi bir iş bulmuştu ve 1. Dünya Savası arifesinde İstanbul yollarına düştü.

    Henüz batının diğer başkentlerinde şubeleşmeye başlamadan Alman toprakları dışındaki ilk şubesini 1909 yılında İstanbul’da açan ve o günlerde İstanbul’da 250’ye yakın çalışanı olan Deutsche Bank, Osmanlı Devleti ve Alman İmparatorluğu arasındaki yakın ilişkiden faydalanıyordu. Pek çok projenin finansmanı, krediler hep bu bankadan geçiyordu. Genç Wilhelm yabancı diller sorumlusu olarak İstanbul’daydı.

    Deutsche Bank Kayıtlarında

    Deutsche Bank kayıtlarına göre ülkede bulunduğu yıllarda çeşitli terfiler alarak farklı görevler üstlenen Wilhelm, spor alışkanlığından da kopmak istemiyordu. Rugby’yi çok seviyordu ama o günlerde İstanbul’da bu sevgisine erişebileceği bir yapılanma yoktu. Hokeyde de durum farksız olunca ona futbol oynayıp oynamayacağı soruldu. Elini çabuk tutan kaptan Galip, bu dev adama Fenerbahçe formasını giydirdi.

    Eldeki kayıtlara göre Fenerbahçe tarihinin ilk yabancı teması olan Neozeland maçında ilk kez Fenerbahçe formasını giydi (23 Mart 1913). Sahaya 2-3-5 dizilişiyle yerleşmenin adetten olduğu yıllarda orta üçlünün ortasında yani merkez muavin olarak oynuyordu. Belki ilk maçta fark yaratamadı ama o günden sonra giderek güçlenen Fenerbahçe’nin en önemli oyuncularından birisi oldu. Fenerbahçe formasını giyen üçüncü yabancı olmasına rağmen kendisinden önceki isimlerle karşılaştırıldığında düzenlilik bakımından kulübün en eski yabancı oyuncusu olarak sayıldı.

    Kayıtlara göre Wilhelm Kohlhammer 1913-1916 yılları arasında 35 maça çıktı, 5 gol attı. Fenerbahçe’nin 1913/14 ve 1914/15 şampiyonluklarında önemli pay sahibi oldu. Ayrıca Fenerbahçe tarihinin ilk Galatasaray galibiyetinin de önemli oyuncularından biriydi. O maçtan önce oynanan 7 maçta rakibine gol bile atamayan Fenerbahçe, Hasan Kamil Sporel’in 3 ve Sait Selahaddin Cihanoğlu’nun golleriyle sahadan 4-2 galibiyetle ayrılıyordu.

    Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

    İstanbul’da bilinen adıyla Wilhelm Efendi (kendisi ise bunu ‘Efendi Hammerle’ olarak hatırlıyor, ülkesinde verdiği röportajlarda böyle söylüyor), hayatından gayet memnundu. Ancak İstanbul ve dünyanın hali pek iç açıcı değildi. 1. Dünya Savaşı giderek şiddetleniyor ve İttifak Devletleri için işler iyi gitmiyordu. Deutsche Bank küçülüyor ve nihayetinde 1918 yılındaki işgalden sonra şube tamamen kapanıyordu.

    Kohlhammer, 1916 yılında orduya çağrıldı, teğmen olarak cephelerde yer aldı. Büyük kayıplarla sonuçlanan savaşın ardından ülkesine döndü ama futbol oynamadı, tekrar rugby’ye başladı ve SportClub Neuenheim 02 ile 1921 Alman Rugby şampiyonluğunu kazandı. Gençlik yıllarında hızlı bir hayat süren Kohlhammer, ‘Golden Twenties’ olarak adlandırılan 20’li yıllarda, bir ara Berlin’de güzel kızların uğrak noktası olan bir evde yaşadı. Heidelberg’de hokey kulübü kurdu, 58 yaşına kadar hokey oynadı.

    İşte böyle bir hikaye. 56 yıl sonra Wilhelm Efendi, İstanbul’a büyük bir heyecanla kavuşuyordu. Onun bıraktığı gibi değildi hiçbir şey elbette. Maçlar Papazın Çayırı’nda değil Mithatpaşa Stadı’ndaydı. Ve yıllar sonra bir Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla aşkına kavuşuyordu. Üstelik transferi yılan hikayesine dönen Cemil Turan ilk kez Fenerbahçe forması giyecekti o gün. 45bin kişi vardı statta, en az 100 bin kişi de dışarda kalmıştı. Şaşırdı Wilhelm Efendi. O zamanlar da ilgi uyandırırdı Fenerbahçe-Galatasaray maçları ama bu bambaşkaydı. 1-1 bitti maç, Fenerbahçe hala liderdi.

    Büyük Kaptan Galip Kulaksızoğlu

    Ertesi gün ilk durağı Karacaahmet mezarlığı oldu. Kabirlerden birinin başında durdu, gözyaşlarını büyük kaptanı Galip Kulaksızoğlu için döktü. “O bizim kaptanımızdı, dayanamadım. Çocuklar gibi ağlıyorum işte. Kaptanımı bir kere daha – belki de son defa – selamlıyorum işte. Ruhu şad olsun kaptan!” sözleri döküldü dilinden.

    “O günlerde pür amatördük” diyordu Wilhelm Efendi. “Saçlarımızı değil, çilemizi uzatırdık takımımız için. Hatta evimizdeki halıları satıp masrafımızı karşıladığımız olurdu. Kamp yerimiz yoktu. Bir arkadaşın evinde pişen yemeği kaşıklardık ara sıra. Vapur parasını cebimizden toplardık. Formalarımızı kendimiz yamar, yıkardık. Kocakarı ilaçlarıyla tedavi ederdik sakatlığımızı. Ama yüreğimizdeki en büyük heyecan Fenerbahçe’ydi. Şu Galatasaray’ı yenmek için aylarca haftalarca sancılanmıştık ve yenmiştik!”.

    “Hala yaşıyor mu heyecan?” sorusuna “Yaşıyor. Hem de büyüyerek, hasretle yanarak yaşıyor. Heidelberg’e yolunuz düşerse, futbolu seven yaşlılar size, burada bir Fenerbahçeli yaşıyor derler. O benim işte. Fenerbahçeliliğimden hiçbir zaman kopmadım. Ve iki dünya savaşını yaşamış, esir kamplarında yıllarını eskitmiş bir Alman olarak, size sevinçle şunu söylüyorum: EN BÜYÜK GURURUM FENERBAHÇE’DİR!” diye cevap veriyordu.

    Galatasaray’ı Yenen Kadro

    Galatasaray’ı ilk kez yenen Fenerbahçe kadrosundan yaşayan 2 kişi kalmıştı kendisinden başka: Sait Selahattin Cihanoğlu ve Nüzhet Baba. Moda Burnu’ndaki Koço’da Sait Selahattin ile kucaklaştılar önce ve hasret giderdiler.

    Akşam ise sosyal lokalde şerefine bir yemek verildi. Kimler yoktu ki? İsmet Uluğ, Nedim Kaleci, Nüzhet Baba, Sait Selahattin Cihanoğlu, Mehmet Reşat, Cafer Çağatay, Kadri Celal Göktulga, Faruk Ilgaz, Rüştü Dağlaroğlu, Tevfik Taşçı, Eşref Aydın, Halit Çetinkaya, Emin Cankurtaran ve Didi! Uzun bir sohbet, bol bol kucaklaşma, göz yaşı, hatıralar. Şeref defterine atılan imzalar ve yakaya takılan altın rozet. Wilhelm Efendi, en büyük gururu Fenerbahçe’sine kavuşmuştu işte. Dostlarıyla beraberdi, gençliğini tekrar yaşıyordu sanki. Son olarak Didi’nin kulağına eğildi ve hayatının son yıllarında kendisine bir şampiyonluk hediye etmesini istedi.

    Mutlu anılarla şehrine döndü Wilhelm Kohlhammer. Fenerbahçe tarihinin ilk Alman oyuncusu, bu ziyaretten 2 yıl sonra 84 yaşında hayata gözlerini yumdu ama iyi haberi de çoktan almıştı. Didi verdiği sözü tutarak Fenerbahçe’yi şampiyon yapmıştı.

    Tuncay Yavuz / Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

  • Alaaddin Baydar

    Alaaddin Baydar

    Fenerbahçe’nin efsanevi işgal yılları kadrosunun oyuncularından olan Bedri Gürsoy, takım arkadaşlarını ve canlı izlediği futbolcuların portresini 1940 yılında Haber – Akşam Postası gazetesinde çiziyor. Sitemizde yayınlamaya Alaaddin Baydar portresi ile başlıyoruz… Tuncay Yavuz aktarıyor… Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çocuk Yaşta

    Alaaddin küçücük yaşta Fenerbahçe’ye girmiş, orada yetişmiş, dördüncü, üçüncü, ikinci, birinci takımlarında uzun zaman futbol oynamıştır. Fenerbahçe’nin ve milli takımımızın eşsiz, rakipsiz biricik sağ iç muhacimiydi. Birçok temsili maçlara, olimpiyatlara, futbol seyahatlerine iştirak etmiştir. 18 defa beynelmileldir. Türk futbol aleminde son derece şöhret kazanmıştır. Kendi halinde, sessiz, nazik, spor ve aile terbiyesi mükemmel bir arkadaştır.

    Alaaddin birden bakınca yakışıklı değildir. Lakin konuştukça cana yakın olur. Sıcakkanlı, şirin ve sempatiktir.

    Kısaca bir boy, zayıfça bir vücut, esmer bir ten, büyücek bir baş, çıkıntılı geniş bir alın. Çeneye doğru müselles şeklinde sivrilen bir yüz. Elmacık kemikleri hafif hafif çıkık, büyücek bir ağız, kestane rengi saçlar, koyu ela güzel ve insana içi gülen pırıl pırıl parlayan iki göz.

    Vücudunun üst kısmına nazaran belden aşağısı, ayaklara doğru daha dolgun ve nema bulmuş. Karakteristik bir futbolcu vücudu ve tipi.

    Küçük yaştan beri futbol oynaya oynaya hafif çarpılmış, sırım gibi, sinir kesilmiş, demir gibi sımsıkı adaleli bir çift bacak. Öyle bacaklar ki sanki Allah bunları topu evirsin çevirsin, kıvırsın, kimseye vermesin diye çelik bir kanca gibi, kedi pençesi gibi sureti mahsusada yaratmış.

    Beni Fenerbahçe’ye O Götürdü

    Alaaddin’in bende kalan unutulmaz ve kıymetli hatırası beni Fenerbahçe’ye yazdırmış olmasıdır.

    Kadıköy sultanisinde talebeydim. Futbola son derece meraklıyım. Mektep takımımızın da merkez muhacimiyim. Alaaddin ise o zamanlar Fenerbahçe birinci takımında sağ için muhacim oynuyor. Ben onun fevkalade oyunlarını hiç kaçırmadan daima hayran hayran seyreden bir takdirkarıyım.

    Bir gün mektebimiz Fenerbahçe üçüncü takımını maça davet ediyor. Biz Fenerbahçe üçüncü takımını mağlup ediyoruz. O gün ben ve arkadaşım müdafi Kadri herhalde iyi bir oyun oynamış olacağız ki seyirciler arasında bulunan Alaeddin’in gözünden kaçmıyoruz ve bize Fenerbahçe’ye girmemizi teklif ediyor. Kadri ve ben çok seviniyoruz ve ertesi günü de gidip kulübe kaydolunuyoruz.

    Alaaddin kulübünü çok sever. Fenerbahçe’ye çok hizmetleri dokunmuştur. Oyunlarda hiç umulmadık zamanda can alıcı goller atar.

    Mütareke Kahramanı

    İkinci hatıra: Mütareke senelerinde bir gün İngilizlerin çok kuvvetli bir askeri takımıyla çetin bir maç yapıyorduk. Bir gol İngilizler, bir gol de biz yapmıştık. Oyunun bitmesine beş dakika vardı. Halk heyecan ve sabırsızlık içinde bağrışıyordu: “Galibiyet golü isteriz”. İngilizleri adamakıllı sıkıştırıyorduk ama bir türlü gol atamıyorduk.

    Maçın beraberlikle biteceği aşikardı. Zira artık düdük çalmasına iki dakika kalmıştı ki, Alaaddin bir aralık ne yaptı yaptı kaptığı topu evirdi kıvırdı, çevirdi, çalım yaptı ve sıkı bir burun şutu çekti. Topu İngiliz kalesinin ağlarına geçirdi. Halk sevinçten coştu. Avaz avaz “yaşa Ala, var ol Ala” diye haykırmaya başladı. Bir aralık seyirciler arasından beyaz sarıklı, sakallı bir hoca efendi cübbesini toplaya toplaya sahaya fırladı ve Alaaddin’i kucaklayıp öptü: “Bugünü bana gösterdin ya evlat, Allah senden razı olsun” diye bağırmaya başladı. Seneler geçti, hala bugün futbol meraklıları ve biz futbolcular bu vakayı hiçbir zaman unutamayız ve daima gülerekten bahsederiz.

    Başka bir vaka. Lakin bu feci ve yürekler sızlatıcı. Hatırladıkça hala tüylerim diken diken olur.

    Bir maçta yine Alaaddin en umulmadık bir anda galibiyet golünü atıyor, biraz sonra da oyun bitiyor. Alaaddin yorgun argın önüne bakaraktan, terlerini silerekten halkın arasından geçerek stadyum kapısından dışarıya çıkmak üzere. Birden karşısına bir adam çıkıyor ve elinde tuttuğu kayışlı, parlak ve madeni tokayı savurarak Alaaddin’in suratına hızla indiriyor ve gözleri dönmüş bir halde bağırıyor: “Demek galibiyet golünü sen attın ha, al öyleyse sana!”.

    Özellikleri

    Çok süratlidir. Türkiye’de yetişen oyuncularımızın en iyi koşanlarındandır. Pasları tehlikesi ve müessirdir. En umulmadık bir anda pas verir. Hem öylesine pas verir ki, “al bunu gol yap” der gibi. Çünkü artık bu fırsatı kaçırmamak acemi olmayan her futbolcu için muhakkaktır. Merkez muhacim Zeki diyebilirim ki, şimdiye kadar attığı gollerin hemen yarısını Alaaddin’in pası ile yapmıştır. Refik’in tarzında burun şutları vardır. Tehlikeli kornerler atar, şutları sıkı ve anidir.

    Topa son derece hakimdir. Ayak çalımları dünya yüzünde yetişen futbolcuların en başında gelecek ve akıllara hayret verecek bir hususiyettedir. Sanki Alaaddin’in ayakları birer mıknatıs top da demirden bir yuvarlakmış gibi daima topu çeker, top bir kere Alaaddin’in ayağına geçti mi aşk olsun onu alabilene. Bazen önüne sıra ile, iki, üç hatta beş kişi çıkar. Ala bunların içinden topu evirir, kıvırır, biçimine getirir, kurtarır. Öyle anlar olur ki top ayağından gitti zannederiz ve bağırırız: “Ne yaptın Ala? Fazla çalımın sonu işte bu, kaptırdın topu”. Halbuki, a, bir de bakarsınız hayret, top gene Alaaddin’in ayağındadır. Yumakla oynayan bir kedi gibi topu tekrar pençesine almıştır.

    Alaaddin o derece karışık ve girift çalımlar yapar ki karşısındaki hasımlar oradan oraya zıp zıp oynar durur. Seyirciler de hayran ve mütehayyir kendilerinden geçerler, haykırırlar: “Kıvır Ala, yaşa Ala”. Eşapeleri kuvvetlidir ve hızlıdır. Maçlarda enerjiktir. Nefesi, mukavemeti, deplasmanı, çevikliği, müdafaaya yardım edişi mükemmeldir.

    En büyük kusuru, sol ayağının zayıf olmasıdır. Kafa vuruşları iyi değildir. Vücut çalımları basittir. Soğukkanlı da değildir. Bazı maçlarda sinirlendiği, maneviyatının bozulduğu göze çarpar. Zaman zaman şahsi oyuna kaçtığı da görülür.

    Alaaddin değil yalnız Türkiye’de, gittiğimiz ecnebi memleketlerinde, olimpiyatlarda göze çarpmış, beğenilmiş, alkışlanmış, hepimizin iftihar edeceği bir futbol yıldızımızdır. Harikulade bir hususiyeti olan oyun tarzı vardır. Uzun seneler dahi geçse Alaaddin’in, bu yüksek futbolcunun unutulmasına imkan yoktur.

    Bedri Gürsoy