Kategori: Anı-Biyografi

  • Geldikleri Gibi Giderler

    Geldikleri Gibi Giderler

    Mustafa Kemal Paşa‘nın yaveri Cevat Abbas Gürer’e söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözü meğer bir kez de Tokatlıyan Oteli’nin salonlarında çınlamış. 6 Ekim İstanbul’un kurtuluşu bayramı vesilesiyle, bu güzel hatıra ile sizleri baş başa bırakalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Gazi Hazretlerinin Tenezzühleri

    Reisicumhur hazretleri 26 Ağustos 929 Pazartesi günü Dolmabahçe’de bürolarında meşgul olmuşlar ve istirahat buyurmuşlardır. Akşam yemeğini müteakip mevcut davetlilere hitaben: “Arkadaşlar bugün 26 Ağustos’tur. Böyle atıl vakit geçirmeye gelmez, hareket lazımdır. Kalkınız bakalım.” buyurdular.

    Müşarünileyh hazretleri refakatlerinde dahiliye ve maliye vekilleri olduğu halde saat 23’te Dolmabahçe’den hareketle Tokatlıyan otelini teşrif etmişler ve otelde bulunan Darülfünun Emini Doktor Neşet Ömer Bey’i de refakatlerine almışlardır.

    Otelin gazinosunda kendilerine hizmet edenler meyanında harpte Suriye’de Cemal Paşa merhumun sofracılığını yapmış ve bu vesile ile Gazi Hazretlerine de hizmet etmiş olan metrdoteli derhal tanımış ve iltifat etmişlerdir.

    Gazi Hazretleri bir müddet istirahatten sonra mufarakat buyuracakları sırada otelin yemek salonuna girdiler ve bu vesile ile mütareke zamanındaki bir sözlerini hatırlayarak o zaman buna muharıp olan metrdotele o sözleri aynen söylemesini emrettiler.

    Bahsin mevzuu olan vaziyet şudur: Yıldırım orduları grubu kumandanlığının mütarekeyi müteakip lağvı dolayısıyla İstanbul’u teşrif buyuran Gazi Hazretleri vatanın halasına çare aradığı ve ileride yapacağına karar verdiği sıralarda bir gün, bir arkadaşını Tokaylıyan’a yemeğe davet etmişler, bu metrdotel, hizmetlerine şitap etmiş. Paşa hazretleri metrdoteli görünce taltif etmek istemişler ve halihatır sormuşlar.

    Metrdotel hikayeye başlarken dedi ki:

    “Paşam, efendimiz işte bu masada oturuyordunuz. Yanınızda bir de uzunca boylu, esmer bir misafir bey vardı.”

    Bunun üzerine Gazi hazretleri kendilerinin de pek iyi hatırladıkları o masaya gittiler ve o zaman oturdukları yere oturdular. Metrdotel devamla:  

    “Bendenize ‘Çocuk nasılsın, iyi misin?’ buyurdunuz. Bendeniz de ‘Paşa hazretleri, Cemal Paşa memleketten gitti, bendeniz de tekrar buraya garsonluğuma döndüm’ dedim. Bunun üzerine buyurdunuz ki:

    “Merak etme, onlar gittiler, amma bu gelenlerin hepsi de az zamanda buradan gideceklerdir.”

    Gazi Hazretleri bu hatırayı dinledikten sonra, yemek salonundan çıkmak üzere iken kendilerine arzı tazimat eden ve umumi harpte ihtiyat zabitliği yapmış oldukları anlaşılan iki ecnebi beyefendiye iltifat buyurdular. Bu manzara, o ekmel insanın ruhundan taşan ali cenaplığa, demokratlığa müstesna bir numune idi.

    Gazi Hazretleri Tokatlıyan’ı, kapıya tehacüm eden binlerce müştaklarının yürekten gelen çok şiddetli ve sürekli alkışları arasında terk ettiler. Ve bir müddet çok sevdiği halkın arasında yürüdükten sonra otomobillerine binerek Taksim Bahçesi’ni teşrif ettiler. Bahçedeki numaraların son kısımlarını temaşa buyurdular ve numaraların hitamından evvel çok kalabalık seyircilerin şiddetli alkışları arasında bahçeyi terk ile Tarabya’daki Tokatlıyan otelini saat birde teşrif ettiler.

    Müşarünileyh hazretleri hafif bir supeyı müteakip ifade buyurdukları gibi “Mevkiinin güzelliğini ve havasının letafetini bizzat tecrübe etmek ve tatmak üzere” geceyi Tarabya otelinde geçirmişler ve ertesi günü öğle yemeğini yemek üzere motorla saraya avdet buyurmuşlardır.

    28 Ağustos 1929 – İkdam Gazetesi (Geldikleri Gibi Giderler)

  • İstanbul’un Kurtuluşu

    İstanbul’un Kurtuluşu

    İstanbul’un kurtuluşu bayramını sevgili ağabeyimiz Seyhun Binzet‘in koleksiyonundan çıkan müthiş bir fotoğraf ve Abidin Daver’in 1929 yılında yazdığı bir yazı ile kutlayalım istedik. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İstanbul 6 Sene Evvel Bugün Kurtulmuştu

    Milli mücadele senelerinin, duygulu bir Türk ruhunda yaşattığı acı ve tatlı felaket ve saadet günleri ne kadar çoktur. Bazen kalplerimizden kan sızdıran, bazen gözlerimizden sevinç yaşları akıtan o uzun senelerin hesapsız hatıraları, sanki çelik bir kalemle dimağımıza hakkedilmiştir.

    O günlerde, bir insanın hissedebileceği en zıt duygularla, kaç ay, kaç sene daimi bir heyecan içinde yaşadık. Bugünkü Türk milleti, kah kızgın ocağa, kah soğuk suya sokularak terbiye edilen bir çelik parçası gibi ateş ve kan içinde tavalanmış, bir çelik parçası gibi kuvvet ve salabetini esaret gecelerinin vicdanları yakan karanlık ıstırabından çıkıp kurtuluş günlerinin yüreklere serinlik veren nurlu sevincine gömülerek kazanmıştır.

    Viyana kapılarına, firavun mezarlarına, Afrika çöllerine, Umman denizine kadar giden Türk, asıl benliğini, asıl kudresini milli mücahede senelerinde göstermiştir.

    Hurda demirlerden dökülmüş yepyeni bir çelik kütlesi gibi Osmanlı saltanatının perişan enkazından sapsağlam bir Türkiye Cumhuriyeti’nin doğduğu günlerin hatırasını unutmak hiç kabil değil midir? Yalnız bizler, o anları bütün heyecanı ile yaşayan bugünkü nesil değil, yarının, öbür günün nesilleri de bu büyük Kurtuluş kıyametinin menakibini kalpleri heyecandan durarak dinleyecek ve okuyacaklardır.

    Bugün, İstanbul’un kurtuluş bayramıdır, süngülerinden düşman kanlarının pası henüz silinmemiş olan milli ordunun İstanbul’a girdiği günün yıl dönümüdür.

    Gözlerimi kapıyorum: Seneler, aylar, haftalar, günler, hatta dakikalar, şimşek gibi hayalimden geçiyor.

    Senelerce zebanilerle dolu bir cehennem olan İstanbul 6 Teşrinievvel günü bir an içinde nasıl cennete dönüvermişti?

    Bir yağız çehre, bir terlemiş alın, bir yıpranmış üniforma, bir meşin kokusu, bir paslı süngü ve bunların hepsinin üstünde bir kırmızı bayrak, bu minareleri göklere doğru uzanan büyük Türk şehrini sevinçten deli, heyecandan sarhoş etmeye kafi gelmişti. O gün İstanbul’un ufuklarını inleten top gürültüleri, vapur düdükleri, insan haykırışmaları, at kişnemeleri ölümden esirlikten kurtulan bu şehrin yüreklerden taşan sevinç ve şükran avazı idi. O gün İstanbul’un yedi tepesini inleten, hala kulaklarımızda inleyen bu naranın aksini yarınki Türk nesilleri derinden gelen bir gök gürültüsü gibi asırlarca müddet işitecektir.

    İki hatıra:

    1918 sonbaharında “Mondros” mütarekesinin ilk zamanlarında, azgın Fransız neferleri, kudurmuş gibi kadın, erkek her Türk’e saldırıyorlar, kasketli bir piç önlerine düşmüş, beş on kelime Fransızcası ile onları tahrik ve teşvik ediyordu. Bu azgınlar çarşaflı bir Türk kızını, Ermenidir, diye zorla götürmeye, başını açmaya kalkışırlar, etraftaki erkeklerin feslerini alıp yırtarlar, bir Cuma günü olduğu için dükkanlara asılmış olan Türk bayraklarını yerlere atıp çiğnediler. Sonra birdenbire etraftaki halkın gazabından korkarak kaçıp gittiler.

    1922 sonbaharında, başka bir mütarekenin, “Mudanya” mütarekesinin ilk zamanlarında, dört sene evvel yukarıda bahsettiğim hadisenin cereyan ettiği Divan yolunda gene bir Cuma akşamı idi. Gürültülü bir mızıka sesi duyuldu. Sonra mavi başlıklı, mavi üniformalı bir Fransız kıtası göründü. Bu mavi safların üstünde, bir tarlanın al gelinciklerini andıran birçok kırmızı şey dalgalanıyordu. Kıta yaklaştı! Divanyolunu doldurn Türkler, gözlerine inanamıyorlardı. Her Fransız neferi tüfeğinin ucuna küçük birer Türk bayrağı takmış, kıtaya kumanda eden zabitleri, kılıçlarını kınlarına sokmuşlar, ellerine birer Türk bayrağı almışlar, caddeyi dolduran halka selam vere vere geçiyorlardı.

    Birdenbire gök gürültüsünü andıran bir velvele, Divanyolunu inletti:

    • Yaşasın Türkiye!

    Kalbimin heyecanından durduğunu hissettim… Fransız askerlerinin mavi safları, iltica ettikleri Türk bayrağının al gölgesi altında, bir hayal gibi kaybolup gitti…

    Ah! Zafer, sen ne büyük şeysin! Düşman bir milletin işgal kuvvetlerine bile böyle boyun eğdirirsin!

    Bütün Türkiye gibi İstanbul da daha o zaman kurtulmuş, bir sene sonra, bugün ise, halaskarına kavuşmuştu…

    6 Ekim 1929 | Abidin Daver – Cumhuriyet Gazetesi (İstanbul’un Kurtuluşu)

  • Müessisler Toplantısı

    Müessisler Toplantısı

    Fenerbahçe Spor Kulübü, Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin “fahrî” başkanlığından sonra, yani 1924 yılından itibaren, Şükrü Saracoğlu’nun başkan seçildiği 1934 Ekim ayına kadar, 10 sene boyunca üç kişiden oluşan bir yönetim kurulu ve müessesan (kurucular) heyeti tarafından idare edildi. “Müessisler Toplantısı” olarak nitelendirilen görüşme duyurularına gazetelerde sık sık tesadüf etsek de orada konuşulanlara dair detaylı bilginin olduğu haberler çok az. Bunlardan birine rastlayınca siteye alalım istedik.

    Bu toplantıdan sonra bir yönetim değişikliği ve Taksim Stadyumu idaresi ile kavgamız yazılmış.

    Hemen altında da iki ay sonra yayınlanan bir haberde meselenin halli…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Müessisleri

    Fenerbahçe müessisleri dün kulüp merkezinde bir içtima akdetmişler ve kulübün ehemmiyetli bazı işlerini görüşmüşlerdir. Muvaffak, Hayri, Reşat Beylerden mürekkep olan idare heyeti istifa etmiş, yapılan yeni intihabatta idare heyetinin şu şekilde olması müttefikan tasvip edilmiştir: Muvaffak, Hacı Bekir zade Ali Muhiddin ve Selahattin Manço Beyler.

    Muvaffak Bey gene idare heyetinde vazife almamak için çok ısrar etmiş, fakat arkadaşlarının ısrarı karşısında kabule mecbur olmuştur.

    Müessisler badema Taksim Stadyumu’nda maç yapmamaya karar vermişlerdir. Bu şekilde bir karar ittihazına sebep olarak Fenerbahçe kulübünün ve kulüp erkanının stadyum müdürlerinden biri tarafından tahkir edilmesi gösterilmektedir.

    Fenerbahçe badema bütün maçlarını Kadıköyü’nde yapacaktır.

    1 Eylül 1929 – İkdam Gazetesi (Müessisler Toplantısı)


    Stadyumdaki Maçlar

    Fenerbahçe kulübü, bundan bir müddet evvel yaptığı bir müessesan içtimaında badema Taksim stadyumunda maç yapmamaya karar vermişti. Bu karar kulüp erkanından birinin stadyum müdiranından diğer bir zat tarafından istiskal edilmesi üzerine ittihaz olunmuştur.

    Stadyum idaresinin nazikane bir tarziye ile vaziyeti tavzih etmesi ve ismi geçen müdürün müesseseden ayrılması üzerine mesele kalmamış ve Fenerbahçeliler kararlarından feragat etmişlerdir.

    Binaenaleyh bu hafta Taksim Stadyumu’nda lig maçlarının başlamasına hiçbir mani kalmamış demektir.

    5 Kasım 1929 – İkdam Gazetesi

  • Karma Takımın Mısır Gezisi

    Karma Takımın Mısır Gezisi

    17 Temmuz 1929 tarihli İkdam gazetesinde Ali Naci Karacan, Fenerbahçe ve Galatasaray sporcularından oluşan karma takımın Mısır gezisi hakkında yazmış. 1926 yılında gerçekleşen seyahatten keyifli detaylar var.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mısır Seyahatimize Ait Hatıralar

    23, 26 ve 28 Temmuz tarihlerinde şehrimizde üç maç yapması takarrür eden Mısır Nasyonal kulüp takımı, yarın İskenderiye’den hareket ediyor. Mısırlı misafirlerimiz Pazar akşamı İstanbul’a gelecekler ve bundan üç sene evvel Mısır’a seyahat eden sporcularımıza yaptıkları büyük hüsnü kabulün mukabelesini göreceklerdir.

    Bu münasebetle ve sporcularımızın o güzel seyahatlarini idare etmiş bir arkadaş sıfatıyla, Mısırlı kardeşlerimizin İstanbul’a gelmelerinden bilhassa memnuniyet duyduğumuzu söylemek isterim ve bunu söylerken de bütün arkadaşların hissiyatına samimi tercüman olduğumdan da eminim. Filvaki Galatasaray-Fenerbahçe muhtelitinin o turnesine iştirak etmiş olan arkadaşların hepsi, kardeş Mısırlıların mübarek toprakları üzerinde geçen günleri ve orada mazhar oldukları emsalsiz misafirperverlik tezahürlerini seneler geçtiği halde daima zevk ile hatırlamaktan bir an feragat etmemişlerdir.

    Bulutlu bir kış sabahı, Galatasaray ve Fenerbahçe’nin o zaman milli takımın terkip eden en iyi, en yüksek, aynı zamanda en kibar ve centilmen oyuncularından mürekkep güzide bir takımla meşhur “Fezara”ya binerek yola çıkmıştık. Hariçten bakınca aralarında münaferet var zannedilen iki yüksek kulübümüzün değerli oyuncuları, vapur demir alır almaz, aynı ailenin öz çocukları gibi, samimi bir kardeşlik havası içinde toplandılar. Mısır’a kadar süren dört günlük deniz yolculuğu, spor sohbetleri, dans, oyun, vapur eğlenceleri ve kısmen de fırtına ile geçti. İskenderiye’ye varacağımız günün gecesi ise telsizle, Mısır topraklarından çekilen davetleri almaya başladık. Bilhassa Port Saitliler vapurun oraya uğramasından bilistifade karaya çıkmaklığımızı, bize bir ziyafet vermek istediklerini söylemekte ve kabilse Port Sait’ten Kahire’ye trenle gitmekliğimizi rica etmekte idiler. Ertesi akşam Port Said’in bir Japon denizi üzerinde efsanevi bir alemi andıran güzel limanına yaklaşınca vapura doğru bir takım küçük motorların koşa koşa geldiklerini gördük. Hepimiz güverteye sıralanmıştık.

    Türk takımını teşkil eden gürbüz çocukların hepsi, arkalarında bir örnek lacivert ceket, göğüslerinde kırmızı atlas zemin üzerine işlenmiş ay-yıldızlar, Türk inkılabının bir spor müfrezesi halinde, asker gibi dizili idi. Motorların içi birçok buketler ve birçok kırmızı fesli gençlerle dolu idi. Ve bunlar, sesleri işitilebilecek mesafeye geldikleri zaman, heyecanla alkışlamaya ve “Yahya Ferikitturki!” diye bağırmaya başladılar.

    Port-Sait’te çok samimi bir surette karşılandık. Bir Çin pazarına benzeyen ve ahşap dükkanları Hind’in ve Asya’nın en nefis ve rengarenk eşyasıyla ve çeşit çeşit tavus tüyleriyle süslü çarşısından geçerken halkın heyecanlı tezahüratı hepimizi derin bir sevinç içinde bıraktı. Port Sait’ten sonra İskenderiye’de, İskenderiye’den sonra Kahire’de hep aynı coşkun dostluğun tezahürlerine şahit olduk. Maç sahası kendi takımlarından ziyade bizi alkışlayan Mısırlılarla dolup taşıyor, maç bitince oyuncularımızın bindikleri arabaları çekiyorlar ve her tarafta “Yahya Mustafa Kemal” seslerini yükseltiyorlardı.

    Bilhassa Kahire’de kaldığımız 15 günün her akşamı bir davete çağırılarak mütemadiyen nutuk söyleniyor ve Türkiye’nin yüksek ismi hürmetle anılıyordu. Türk sporcu gençliğinin Mısır’a giden parçasına karşı gösterilen alaka o kadar büyük ve o mertebe samimi idi ki ziyafet adedi kalacağımız günü geçince bu şerefi paylaşmak için Mısırlı zenginlerin aralarında kura çektikleri söylendi.

    Türk takımına gösterilen bu yüksek misafirliği Hamedülbasel Paşa, şimdiki Mısır sefiri İbrahim Bey, Ratip ve Davut ve Mısır vali vekili İsmail Bey Şirin gibi cidden Türk muhibbi ve hatta Türk rical idare etmekte idi.

    İşte Mısırlı sporcuların memleketimizi ziyarete geldikleri şu günlerde o seyahatin zihnimizde canlanan hatıraları bunlardır ve bunun içindir ki Mısırlı dostlarımıza, Mısır’ın çok değerli, yüksek ve hakikaten mahir sporcularına ne yapılsa azdır.

    17 Temmuz 1929 – İkdam Gazetesi (Ali Naci) | Karma Takımın Mısır Gezisi

    Sporcularımız Nil üzerinde verilen bir ziyafette.
    Kral’ın yaveri ve federasyon erkanı maç sahasına gelirken.
    Kahire’de yaptığımız maçtan bir manzara.
  • İsimlerimiz

    İsimlerimiz

    Arşiv taramalarında Fenerbahçe tarihinde ismi geçenlere denk geldikçe onlarla ilgili yazıları sitemize alıyoruz. Mamafih böyle küçük ve ilginç örneklere rastladığımız da oluyor. Soyadı kanunu çıkmadan evvel, 15 Ağustos 1929 tarihinde İkdam gazetesinde yayınlanan C.N. imzalı yazıda “İsimlerimiz”e ek olarak aile adı olmaması eleştirilmiş ve buna “etkili” bir misal olarak Hacı Bekir gösterilmiş.

    Bununla birlikte, Fenerbahçe’nin en kıymetli başkanlarından birisi olan Ali Muhiddin Hacı Bekir ve birkaç asırlık muhteşem müessesesinin 1918 yılında verdiği (ve aşağıda göreceğiniz) ilanda, isim sorunu olmadan da sahtecilerden ne kadar mustarip olduklarını görüyoruz.

    Sevgili başkanımız nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İsimlerimiz

    Telefon rehberinde 25 İsmail Hakkı Bey ismine tesadüf edilir ki bunlardan yalnız sekizi bir aile ismi taşıyor. Hangi İsmail Hakkı Bey? Sarı çizmeli Mehmet Ağa… Halbuki medeni kanun aile isminin kullanılmasını amirdir. Ticaret alemine giriyoruz, yeni yeni firmalar teşekkül ediyor. Eğer isimler ihya edilmezse şahsi ahvalde, sicillerde, eskisi gibi, hukuki zıya’a uğratacak yolsuzluklar teselsül eder gider.

    Medeni kanun isim üzerindeki hakkı tanıyor ve ismi himaye ediyor. Madde 25: “İsmi ihtilafa mahal veren kimse, hakimden hakkının tanınmasını talep edebilir.”

    Madde 153: “Karı, kocasının aile ismini taşır.”

    Pek ala, kanuni ahkam mevcut, lakin bunun tatbikatı yok.

    İsmi Bekir olan biri bil’iltizam hacca gitse kendisine bihakkın Hacı Bekir denecek; bu adamın bir şekerci dükkanı açmak sarih hakkıdır. Oldu bir şekerci Hacı Bekir! Fakat bu, o bildiğiniz meşhur Hacı Bekir değil. Kanunen buna ne yapılabilir? Memleketimizde sanayi biraz ilerler ilerlemez bu isim karışıklığının bin bir mahzurunu göreceğiz. Evet! Kanunun imali lazım. Romanya’da bu hal vaki olmuştu ve hükümet, bir emirle altı ay içinde aile isimlerinin tescil edilmesini kaide ittihaz etti. Kezalik, Ermeniler, ruhani reislerinin bir işareti üzerine derhal “yan” hecesinin ilavesiyle kendilerine isimler uydurdular.

    Aile ismi olmamak demokrasinin tefritidir. Bu kadar demokratlık da fazladır, karışıklığı mucip oluyor.

    Sicillere hakim olan adliyedir. Adliye vekaletinin lütuf ve himmetinden bu cihetin tanzimini bekleriz. Dünyada aile ismi usulünü kabul etmeyen tek bir millet kalmamıştır.

    Bir tarihte, Bolu vilayetinde, Köstebek isminde bir köyde konaklamıştım. Orada herkesin ismi Abdi Bey… Bu muhtelif ve mütenevvi Abdi Beylerden biri ile bir tacir bir münasebete girişse ve sonunda iş bir protesto veya davaya müncer olsa müddea aleyhin hangi Abdi Bey olduğunu tayin etmek külfetli bir mesele olacak.

    Bütün müesseselerimizi tazeleştiriyor, garplılaştırıyoruz. Teceddüt programının en başında bu da münderiçtir. Elbise veya serpuşun beynelmilellerini almakla Garp alemine girdik. Eskilikten her gün bir adım uzaklaşıyoruz. Elli senelik maziden bizde ne kaldı? Bir aile isminin fıkdanı, bir de Cuma tatili.

    Eğer rivayet doğru ise Çin’in bazı mıntıkalarında, çocuklara doğduklarında isim verilmez, kendileri birinci, ikinci, üçüncü… diye yadolunurlarmış. Mektep nümerosu gibi bir şey.

    Aile ismi kullanmayacaksak, bari muhtelif Ali Rızalara, Mehmet Alilere, İsmail Hakkılara, Musa Kazımlara, Hasan Hüsnülere birer numara verelim.

    15 Ağustos 1929 – İkdam Gazetesi (C.N.)


    Hacı Bekir Ticarethanesinden:

    Sokaklarda, hemen her köşe başında kirli işportalar içinde “Aşk olsun Hacı Bekir – Hacı Bekir lokumu” avâzeleriyle ne olduğu meçhul mülevves çamur parçaları satılıyor. Bu gibi muzırulsıhha sokak mâmûlatının müessesemizle alakadar olamayacağı vareste-i izah ise de ticarethanemiz mâmûlatının ancak İstanbul Bahçekapı merkez ile Galata, Beyoğlu ve Kadıköy şuabatından maada değil böyle sokaklarda hatta ahir bir mağazada bile füruht olunmadğını muhterem müşterilerimize arz etmeyi bir vazife addederiz.

  • Muvakkar Recaizade

    Muvakkar Recaizade

    Muvakkar Ekrem Talu (veya kartvizitinde yazdığı gibi söyleyecek olursak Muvakkar Recaizade) Türk spor tarihinin en ilginç isimlerinden biri… Galatasaraylı olduğu halde Fenerbahçe’ye büyük saygısı olan bu güzel insanı kendi satırlarından okuyun istedik. Keyifle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İşte Size Anlatıyor

    Mikrofonda Size Futbol Maçlarını Anlatan… Ben!

    Bana ne sorulabilir? Bunu kendim de düşündüm.

    Henüz “iki” yaşındayım!

    Evet! Öyle…

    Çokbilmişlerden biri, hayatın kırkında başladığını demesine göre, demeli ki iki senedir hayattayım.

    Duyduğum, bu müellif, kadınlar için çıkardığı bir başka eserinde de hayatın ellisinde başladığını buyuruyormuş. Hani nerede ise “Hayat mezarda başlar” diyesi gelecek.

    Müzeyyen Senar değilim ki modadan, Hamiyet değilim ki gazelden, Ahmet Üstün değilim ki sevgili mektuplarından bahse salâhiyetli olayım.

    Bana ne sorulabilir?..

    Bunu kendim de düşündüm.

    Sevdiğim yemeğin, giydiğim yeleğin, kirlettiğim gömleğin okuyucuyu pek ziyade alâkalandıracağını ummadığım için bunları giyiyorum.

    “Hiç âşık oldunuz mu?..”

    Aman ne güzel bir sual..

    Evet, bir defa oluyordum üstümüze adam geldi!

    Ben hakikî aşkı böyle anlarım. Fröyd’ü çok okuduğumdan değil, işin aslı astarı budur da ondan…

    Şişmanım, kısayım, topalım…

    Tam görücüye çıkacak tip…

    Buna rağmen dünyanın em güzel ve en iyi iki evlâdına sahibim.

    “Servet” olarak bunlardan başka bir de Ankara’da rahmetli Beden Terbiyesi Teşkilâtında bir arkadaşım var.

    Son derecede milliyetperver, epey dindarım. Bayrağımdan mukaddes bir şey tanımıyorum. Çok sonra da çocuklarım gelir.

    “İhtiras” halinde iki şeye bağlandım. İkisinin de idbarına uğradım. Bunlardan biri “futbol”dur. Öbürünün ismi lâzım değil…

    Futbolü oynamıya doyamayınca yazdım. Yazmaktan da bıkınca konuşmağa başladım.

    Benim mikrofona gelişim meselâ penisilinin keşfine benzer. “Tesadüfen” olmuştur. Kendimi amma da kıymetlendirdim! Fakat soba borusunun icadı da tesadüfendir. (Estağfurullah!)

    “Başıma gelen en komik veya en acı hadise?”

    Öyleleri olmuştur ki gülmek mi ağlamak mı gerektiğini kestirememişimdir.

    Bir Galatasaray-Fener maçını anlatışımın ertesi sabahında rastladığım bir Beşiktaşlı: “Bizim takımı amma da kötülemişsin… Filanca söyledi” diye tarizde bulunmuş, “Filan kale golden kurtuldu” demekliğim üzerine de bana bir çikolata firmasını reklam ettiğim resmen ihtar edilmiştir.

    “Kırkıncı defa şerefyab olduğum mikrofon önünde heyecan duyar mıyım?”

    Elbette duyarım. Fakat bu “ilk gün”ün heyecanı nispetinde değildir. Esasen her mevzu ve hadise önünde hararetli ve heyecanlıyımdır. Bu karakterimi hiçbir zaman frenleyemedim. Şikayetçi de değilim.

    Her güzel şeyi sever, her canlı mahluka karşı sevgi beslerim.

    Müzik, okumak, yazmak, konuşmak, dans, sinema, sevilmek, güneş, fırın makarnası, kabak tatlısı, Ava Gardner en hoşlandığım şeylerdir.

    Hoşlanmadıklarım: Siyaset, bizde seyrüsefer, rüzgar, sarkıntılık, münakaşalarda şahsiyat, arapça filmler, rakı, koro halinde tarihi müzik, faullü oyun…

    En sevdiğim sanatkar: Nazım Hikmet.

    En sevmediğim vatandaş: Nazım Hikmet.

    “Hangi kulübü tutarım?”

    Kupkuru… Bitarafım.

    Beğendiğim kadın tipi: Karıma benzetilir…

    Muvakkar Ekrem Talu | Taha Toros Arşivi

    Muvakkar Recaizade
    Muvakkar Recaizade
  • Profesyonellik

    Profesyonellik

    Türk futbolunun doğumundan itibaren tartışılan bir konu olan profesyonellik, 1941 yılında alevlenen bir tartışma neticesinde Zeki Rıza Sporel’in kalemine takılmış. 80 yıl önceden, bugün bile geçerliliğini koruyan satırlar var. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yanlış Telakkiler

    Muhtaç Bir Çocuğa Yapılan Yardım O Gence Profesyonellik Damgasını Vurduramaz

    Amatörlük-Profesyonellik davası son günlerde günün başlıca mevzuu halini aldı. Hemen hemen bütün sporcu gençliğe bir profesyonellik damgası vurdular.

    Evvela şunu bilmelidir ki profesyonelliğin bugünkü şartlar altında bizim memleketimizde tatbikine imkan yoktur. Maçlardan elde edilen hasılat kulüplerin mübrem ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor. Bu vaziyet dahilinde elbette ki profesyonelliğin tatbiki imkansız olur.

    Bizde maalesef profesyonelliğin manası da yanlış anlaşılıyor.

    Profesyonel demek bir teşekküle profesyonellik çerçevesi dahilinde muayyen şartlarla bir taahhüt altına girmek suretiyle mukavele ile bağlı sporculardır. Halbuki bizde kulüplerin insani düşüncelerle yaptıkları birkaç liralık zaruri masraf karşılığını profesyonellik diye telakki ediyorlar. Fakir bir ailenin çocuğu kulübünün idmanlarına gelmek için cebinde yol parası bulunmaz da ve ona yardım yapılırsa o çocuk bir profesyonel mi olur? Elbette hayır.

    Memleketimizde menafii umumiyeye hadim müessesattan olan kulüplerimizin unutulmamalıdır ki bir de içtimai cephesi vardır. Esasen o cemiyet, fakir bulunan azasına yardımla mükelleftir. Bu vazife o cemiyetin ana hatlarını teşkil eder.

    Farz edelim ki bu yardımı mensup bulunduğu cemiyet yapmadı da bir arkadaş insani bir hizmet olarak yaparsa o çocuk profesyonel midir? Ve kulübün yapacağı yardımla herhangi bir kimsenin yapacağı yardım arasında ne fark vardır?

    Şunu da bilmeliyiz ki bugünkü hayat şartlarına göre, bu çocuklara zaruri masrafları verilmedikçe bu işin yürümesine imkan yoktur. Çünkü fakir bir aile çocuğunun bir lira masraf yaparak antrenmana gelmesi mümkün değildir.

    Biz esasen bu zaruri masrafı kabul ederken bu noktaları düşünmüştük. Randıman almak, antrenmanlara çocukları getirebilmek için yegane çare olarak bunu bulduk. Çocuk aldığı parayı ancak vapur ve tramvaya veriyor. Bununla maişet temin etmiyor ki bunu profesyonellik olarak kabul ediyorlar. Bu çok sakat bir düşüncedir. Gençliğin alnına bu şekilde profesyonellik damgası vurmak da büyük haksızlık olur.

    Sporumuzu kurtarmak istiyorlarsa yapılacak daha büyük işler var. Her şeyden evvel kulüplerimizi yaşatmak, sporumuzu kurtarmak için çareler aramalıyız.

    Her gün bir sual karşısında kalıyoruz. Bize soruyorlar: Futbolumuz yükseliyor mu, geriliyor mu diye… Hiç şüphe yok ki bugün düne nazaran daha gerilemekteyiz. Bu vaziyet dahilinde daha da gerileyeceğiz. Çünkü eleman yetişmiyor. Eskiden bir futbolcu üçüncü takımdan başlayarak kademe kademe birinci takıma yükselirdi. Birinci sınıf futbolcular arasında yer alması da büyük bir hadise olurdu. Halbuki bugün futbolcular doğrudan doğruya birinci takımlar arasına karışmakta ve tabiatıyla muvaffak olamamaktadırlar. Bir defa da muvaffak olamayınca da istidatlı bir genç de olsa ortadan silinip gidiyor. Futbolumuzun yükselmesini istiyorsak evvela işe genç takımlardan başlamak lazımdır. Bir futbolcu zamanla yetişir Kulüplerimizin genç takımlar teşkil etmeleri ve bu takımlar arasında müsabakalar tertibi suretiyle ancak eleman yetiştirilebilir. Onun içindir ki sporda her şeyden evvel gençliğe ehemmiyet şarttır.

    Zeki Rıza Sporel | 21 Eylül 1941 – Vatan Gazetesi (Profesyonellik)

  • Fener Bir Taraftarını Yitirdi

    Fener Bir Taraftarını Yitirdi

    Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1993 yılında öldüğü zaman bütün gazete spor servislerinin aklından aynı başlık geçmiştir: “Fener Bir Taraftarını Yitirdi”… Cumhuriyet gazetesinden Metin Hakyeri bu başlıkla, o güne dair ilginç detaylar içeren bir yazı kaleme almış.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fener Bir Taraftarını Yitirdi

    Şampiyonluk yolunda önemli maçlardan biri olmasına karşın Fenerbahçe-Kocaeli maçı, aniden soğuyan havanın, hafif hafif çiseleyen tatsız yağmurun, bir hafta önceki Galatasaray yenilgisinin etkisiyle zaten iç açıcı, şenlikli bir havada oynanmayacağa benziyordu. Fenerbahçe seyircisi küskün, stat boştu.

    Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani rahatsızlığı, Hacettepe Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne kaldırıldığı, bu beklenmedik, tuhaf ve bir o kadar da şaşırtıcı durumun varlığı, diğer maçları dinlemek için kalem pilli radyolarını kulaklarına çoktan dayamış, sayıları üç bine yaklaşan stat seyircisinin zaten malumuydu.

    Radyoların sesleri 14.30’da başlayacak Ankara’daki Bursaspor-Beşiktaş maçı için biraz daha açılırken, hiç kimsenin aklından bile geçirmediği, ihtimal bile vermediği şey gerçekleşti. Radyo spikeri Cumhurbaşkanı Özal’ın ölüm haberini ağlayarak okudu.

    Radyo yardımıyla diğer maçlara yönelen dikkatler bir anda dağıldı. Her iki takımın taraftarları, umulmadık bir rakipten yenilen olmayacak pis bir golün hissettirebileceği bir duyguyla sustu. Saat 14.45’te Kocaelispor futbolcularının sahada ısınma hareketlerinin üzerine gelen Özal’ın ölüm haberi, tribünlerde maçın iptal edilip edilmeyeceği merakını başlattı. Stat “İptalciler”le, “Ne alakası varcılar” arasında hizipleşti. Spor yazarları tribününde 10 Kasım 1938 hatırlandı. Nelerin iptal edildiği, nelerin edilmediği üzerine yaşı elverenler fikir beyan etti.

    Dün gece televizyondan yayınlanan İcraatın İçinden’in Özal’ın tansiyonunu artırmış olabileceği konuşuldu. “Tansiyondan adam mı ölür, başka bir şeydir ya” gerginliği basın tribüne hakim oldu. “Sevmezdim ama çok üzüldüm” diyenler, birbirine başsağlığı dileyenler, ağlamamak için dişleriyle yumruklarını aynı anda sıkanlar…

    Futbolcular alabildiğine üzgün görünüyor, her birinin ağzından “Büyük kayıp” kalıbı dökülüyordu. Suskunluğu hiçbir zaman sevmeyen futbol seyircisi, belli belirsiz uğultudan ve sessizlikten kısa sürede vazgeçti. Çevreyolu tarafındaki kale arkasını dolduran Fener seyircisi, bu tatsızlığın sorumlusunu bir çırpıda buluverdi:” Uğursuz Körfez!..”

    Seyirci, Fenerbahçe’nin kimi maçlarını bizzat stada gelerek izleyen Özal’ın da Fenerli olduğunu hatırladı. Uğursuz Körfez’in yerini “Ölmedin Özal, kalbimizdesin” sloganı aldı. Maçın iptaline ilişkin Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü’nden gelen faks metni, statta anons edilince, zaten seyrek tribünler iyiden iyiye seyrelmeye başladı. Biletler atılmayacak, bir sonraki maçta geçerli olacaktı. San-lacivert ve yeşil- siyah bayrakların arasındaki Türk bayrağı da yavaş yavaş yarıya indirildi. Fener, kaybedilen puanlarla, bitmeyen sakatlıklarla zaten tatsız geçen sezonun önemli bir maçında, önemli bir taraftarını kaybetti.

    Metin Hakyeri | 18 Nisan 1993 – Cumhuriyet Gazetesi (Fener Bir Taraftarını Yitirdi)

  • Futbolda Terör

    Futbolda Terör

    1930’lu yıllarda İzmir’de meydana gelen bir olay, sahadaki bir futbolcunun ölümü ile sonuçlanmış. Burhan Felek tarafından “Havacılık ve Spor” dergisinde kaleme alınan “Futbolda Terör Lazım” başlıklı yazı, terör kavramını şikayetin nevinden alıp çözüme yerleştirmiş. Fenerbahçe tarihini olduğu kadar, dönemin atmosferini yansıtan yazıları da sitemize taşıyoruz. Bu da onlardan birisi. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbolda Terör Lazım

    İzmir’de Bir Futbolcunun Ölümü ile Neticelenen Müessif Hadise Münasebetiyle

    Ben eski bir futbolcuyum ve bu nankör spora gençliğimin en hararetli senelerinden tamamen on ikisini verdim. Buna rağmen bu sürükleyici sporun son senelerde bizim memlekette aldığı şekil, gençliğe, futbolculara ve bizzat spor mefhumuna karşı yaptığı fenalık beni o kadar dilğir ve münkesir ediyor ki bir aralık “Futbol Düşmanları Cemiyeti” ismi altında bir cemiyet teşkilini bile düşünmüştüm.

    Söylediği gibi, öteden beri söküp gelen bu mülahazam İzmir’in son lig maçlarında hadis olan ve bir gencin ölümüne sebep olan bir hadise o kadar teyit etti ki hiç vakit kaybetmeden derhal tedbirler almak zaruretinde bulunduğumuzu hissettim.

    Bu hissin ne şekilde mevkii fiile çıkacağını henüz bilmiyorum. Lakin pek kuvvetle kaniim ki memleket gençliğini fena bir itiyattan ve bunun neticesi olarak canlarımızı tehlikeden kurtarmak için futbolda bir “terör” yani tedhiş devri açmak zarureti vardır. Zira kim ne derse desin, bizde futbol asıl dünyanın kabul ettiği şekilden hariç olarak muharibâne ve cenkcûyane oynanmaktadır. Bunun neticesi olarak eskiden takımlarımızın malik olduğu teknik kabiliyeti yerini hoyratlığa ve kavgacılığa terk etmiştir.

    Ben bu satırlarla İzmir hadisesinde alakadar olan oyuncunun suçlu olduğunu iddia etmiyorum. Bilakis pek ala bilirim ki bu gibi feci şeyler gayrı kasti hareketlerden olur. Çünkü ne de olsa insanlar spor rekabetlerinden mütevellit hisleri bir harp hunharlığı şekline dökmemişlerdir.

    Ben bu vak’adan fırsat bularak hemen işe başlanmasını ve ne suretle olursa olsun futbol hakemlerinin, oyuncuların en ufak bir şiddetini bile affetmeyerek tecziye etmelerini ve bunun için de “Futbol Hakem Encümeninin” hemen toplanıp bu yolda kararlar vermesini lüzumlu görüyorum.

    İtiraf etmeliyiz ki hakemlerin müsamahası yüzünden futbol sahalarımız pek müessif hadiselere sahne olmuştur. Eğer, futbolcu ve futbolcuları kurtarmak istiyorsak hakemlerimizi en şedit hareket edenlerden intihap edip futbolda bir müddet tedhiş tatbik etmeliyiz. O zaman ne ölen, ne yaralanan olur, ne de futbol bir koç dövüşü manzarası arz eder.

    En kavi zannettiğimiz takımların orta halli bir yabancı takım karşısında hatta sertlikle bile muvaffak olamayışı olsun bize anlatmalıdır ki oynadığımız futbol değildir. Bu tarzda sert, çarpıcı ve yıkıcı bir oyuna alışanlara Avrupa’da yer yoktur. Öyle oyuncuları hemen sahadan atarlar. Eğer atmazlar ve hakem müsamaha ederse karşımızdakilerin elleri armut devşirmiyor, alelhusus onlar bizden daha iri ve atlet oldukları için bu işte de kaybedeceğimiz muhakkaktır. Nitekim birkaç ecnebi takımı bize karşı böyle oyunlar göstermişlerdir. Umalım ki alakadarlar hemen harekete geçsinler.

    Burhaneddin (Türkiye Futbol Encümeni azasından)

  • Arşiv Belgelerinde Fenerbahçe’nin Şehit Başkanı Arif Bey

    Arşiv Belgelerinde Fenerbahçe’nin Şehit Başkanı Arif Bey

    Türk’ün varoluş savaşının, Millî Mücadelesinin zaferle sonlanmasının yüzüncü yılını kutladığımız bu günlerde; o mücadelenin sporcu kahramanlarından birinin hikayesi ile karşınızdayız. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunda başkanlık makamında olan, Türk Milli futbol takımının oyuncusu, İstanbul Teknik Üniversiteli Mühendis Emirzade Arif Bey’in memleketi hüzne boğan bir sonla biten hikayesini arşiv belgelerine dayanarak yazdık…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Sporcu Arif Bey

    1911 – 1918 yılları arasında Fenerbahçe forması ile 128 kez sahaya çıkan Arif Bey[i], dönemin birçok ünlü futbolcusu gibi Türk futboluna “altyapı” kurumunu armağan eden, memleketimizin ilk scout’ı[ii] Elkatipzade Mustafa Bey tarafından keşfedilmiş, 1911 yılı itibariyle Fenerbahçe için ter dökmeye başlamıştı.

    Elkatipzade Mustafa Bey’in, Fatih’in Şehremini semti Hastane Çayırı’nda futbol oynarken keşfettiği Arif Bey, takım arkadaşlarından Bedri Gürsoy’un anlatımına göre, “Zayıf, uzun boylu, küçük yüzlü idi. Kendisine mahsus ciddi, hatta biraz da içli ve mahzun bakışları vardı. Aile ve spor terbiyesi fevkalade idi. Mert bir arkadaş, samimi bir dosttu. Maçlarda fırtına gibi sert oyununa rağmen kasten bir kimseyi incitmezdi. O yılmadan, kesilmeden, büyük bir fedakarlıkla, canla başla, çırpına didişe, kan ter içinde oyun oynar. Koşar, ileri gider, geri gider, sıçrar, şut çeker, demarke olur. Degajman yapar. Çalım yapar. Dripling yapar. Kafa vurur. Omuz vurur. Lakin oyun oynardı.”[iii]

    Arif Bey, Mühendis Mekteb-i Alisi, günümüz Türkçesi ile Yüksek Mühendis Mektebi öğrencisi iken Fenerbahçe’ye katılmıştı. Dağlaroğlu’nun aktardığına göre aynı yıl okuduğu okulda kurulan voleybol takımının da oyuncuları arasında yer alıyordu. Arif Bey, futbol oynadığı 8 yılın ardından ülkenin en iyi defans oyuncularından biri olarak kabul edilmektedir. Bu özelliği ile hem Fenerbahçe’nin hem de bugün Türk Futbol Milli Takımı olarak kabul ettiğimiz İstanbul Karmasının oyuncularından biridir.

    Arif Bey, Fenerbahçe tarihinin en ikonik maçlarında sahada yer almıştır. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunu yaşadığı 1911-1912 sezonunda hem takımın bir oyuncusu hem de kulübün Reis-i Evvel’i, yani başkanı olarak görev yapmıştır. Sporcu Arif Bey’in kısa süren futbol hayatının önemli olaylarını kronolojik olarak sıralamak gerekirse aşağıdaki liste yapılabilir:

    • Balkan savaşı dolayısıyla uzun süre İstanbul limanında demirli kalan İngiliz savaş gemisinin mürettebatı ile Fenerbahçe, Galatasaray ve İttihatspor oyuncularından oluşan İstanbul karmasının yani Türk Milli Futbol Takımı arasında 30 Mart 1913’te oynanan ve Türkiye’nin 2-0 galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
    • 4 Ocak 1914 Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-2’lik skorla ilk kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
    • Fenerbahçe Spor Kulübü hatıra defterinde “11 Mayıs Pazar: Maliye Nazırı Cavid Bey himayelerinde “Çiçek Bayramı” Fenerbahçe, İstanbul İngiliz Muhtelitini 3-1 yenmiştir.”  notuyla yer alan, Fenerbahçe’nin İngiliz Karmasına karşı oynadığı kadroda yer adı.
    • Fenerbahçe’nin 1914 yılında Rusya’ya yaptığı ilk yurtdışı seyahatinde kafilenin bir üyesiydi.
    • Adeta bir milli takım oyuncusu olduğunu kanıtlarcasına 2 Nisan 1915’te Altınordu takımı sahaya eksik çıkmasın diye sözü geçen takımın formasını giydi.
    • 5 Mart 1915’te Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-0’lık skorla ikinci kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.

    Mühendis Arif Bey

    Arif Bey, okul hayatı ile sporu bir arada yürüten, Osmanlı’nın ilk okullarından olan ve kökleri 1795’te açılan Mühendishane-i Berr-i Humayun’a dayanan Mühendislik okulunda bir öğrenciydi. O dönem için gayet saygın bir konumda olan Arif Bey’in sadece kişiliği ve futboluyla değil bu konumu itibariyle de öne çıktığını söyleyebiliriz. Keza 1911’de katıldığı Fenerbahçe’de kısa sürede “Başkan” sıfatını kazanması bu önermemizi desteklemektedir.

    Arif Bey’in okulu, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin öncülü olan Yüksek Mühendislik Mektebi, bugün halen üniversite ambleminde kullanılan “arı” figürünü armasında taşıyordu. Arif Bey’in 1913’te mezun olduğu bu okulun öğrencileri, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde gönüllü olarak orduya katılacak ve okul 1915 ile 1921 yılları arasında mezun vermeyecektir.

    Arif Bey, mezun olduktan hemen sonra “Askeri Mühendis” sıfatıyla göreve başladı. Dönemin imar faaliyetlerinin demiryolu inşaatı üzerine yoğunlaşmasından dolayı hayatının son 6 yılı demiryolu şantiyelerinde geçti. Devlet arşivlerinde yer alan belgeden edindiğimiz bilgiye göre askerlik görevini Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak yaptı. Bu görevi de Uzunköprü–Keşan demiryolu inşaatında yerine getirdi.

    Arif Bey’in “Mühendis” sıfatıyla yaptığı görevler, şehit edilmesinden sonra hakkında yazılan yazılarda yer bulmuş, 6 Kasım 1919 tarihli Spor Alemi dergisi kendisinden “Balkan Harbinin ve Cihan Harbinin bütün senelerinde mühendis olmakla beraber pek uzak yerlere koştu, çalıştı. Hatta harpten sonra bile gazetelerin sütunlarını dolduran eşkıya taarruzlarına kulak asmadı hizmet etmeye gitti.” diye bahsetmiştir. Dağlaroğlu’nun anlatımında da Arif Bey’in görevi boyunca bazı Fenerbahçe maçları için İstanbul’a gelip, akabinde görev yerine geri döndüğü yazılıdır.

    Arif Bey’in son görevi Bağdat Demiryolu projesi dahilinde yer alan Ulukışla-Niğde-Kayseri hattının inşaatının keşfidir. Arif Bey’in Türk demiryolları tarihinin en önemli iki projesi olan Rumeli Demiryolları ve Bağdat Demiryolu projelerinin ikisinde birden çalıştığını kaydetmeliyiz. Bu noktada Bağdat Demiryolu projesinin son dönem Osmanlı tarihi açısından önemine vurgu yapmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.

    Yapımı 1903’ten 1940’a kadar süren ve iki dünya savaşına da tanıklık eden Bağdat Demiryolu, Sultan Abdülhamid döneminin imar faaliyetleri çerçevesinde değerlendirilmekten öte, batılı devletlerin Ortadoğu planlarını uygulamaya sokmak için kullandıkları bir araç olarak da düşünülmelidir. Sultan Abdülhamid diplomasisi, bu demiryolunun yapım imtiyazını Osmanlı topraklarında “gözü olmayan” Almanya’ya vermiştir.

    Alman İmparatoru II.Wilhelm’in 1898’de gerçekleştirdiği İstanbul ziyareti bu projenin temelinin atıldığı olaydır.[iv] Almanya, yeni başlayacak yüzyılda, muhtemelen bir mücadele alanına dönüşecek olan Ortadoğu’ya ulaşmak için böyle bir demiryolu hattının varlığına ihtiyaç duyarken, Osmanlı Devleti ise Anadolu ile İstanbul bağlantısını gerçekleştirmek istiyordu. Bu isteğin nedenlerinden en önemlisi Anadolu ile askeri bağlantının kurulması, diğeri ise Anadolu’nun tarım ürünlerinin İstanbul’a daha hızlı ve düzenli şekilde taşınabilmesiydi.  Bağdat Demiryolu’nun güzergâhının, Anadolu demiryolunun devamı olarak Konya’dan Adana’ya, oradan da Halep ve Musul üzerinden Bağdat’a kadar uzanması planlanmaktaydı. Bu hat daha sonra Bağdat’tan Basra körfezindeki kadar uzatılacaktı.

    İşte Mühendis Arif Bey; bu demiryolu hattının Niğde–Kayseri bağlantısını tamamlamak üzere görevlendirilen heyet ile birlikte 1919 yılının Haziran ayında bölgeye geldi. Hicri takvimler ramazan ayını gösteriyordu.

    Şehit Arif Bey

    Sporcu ve Mühendis Arif Bey’i bugün Şehit Arif Bey olarak anmamızı neden olan olay 15 Haziran 1919 Pazar günü gerçekleşti. Ulukışla – Niğde – Kayseri demiryolu hattının güzergahında keşif yapmak için Ereğli’den Bor’a hareket eden teknik heyet Ereğli’nin Tahtaköprü mevkiinde saldırıya uğradı. Mühendis Arif Bey, göğsüne isabet eden mermi ile hayata gözlerini yumarken, iki jandarma da yaralandı. Olay derhal şifreli bir telgrafla dahiliye nezaretine haber verildi.                             

    Telgrafın ardından 18 Haziran 1919’da Konya Valiliği, dahiliye nezaretine olayın detaylarını anlatan bir dilekçe göndererek saldırganların 5 kişi olduğunu ve kimliklerinin tespit edildiğini bildirdi. Buna göre zanlılar; Çayhan Köyü’nden Karaahmed oğlu Hüseyin, Haydar oğlu Süleyman, Süleyman oğlu Haydar, Jandarma firarisi Talat ve bu dört kişiye yataklık yapan Adil adlı kişilerdi.

    Konya Valiliği, bu kişilerin cezalandırılmalarının hızlandırılması için savcılığa tebliğ ettiğini de dilekçesine ekliyordu. 7 Temmuz 1919’da bu defa Niğde Mutasarrıflığı ismi tespit edilen 5 kişiden 4’ünün tutuklandığını ve Ereğli’ye sevk edildiğini Dahiliye Nezareti’ne haber verdi. Olayın yarattığı infial ile bölgede artan huzursuzluğun kontrol altına alındığı ve asayişin berkemal olduğu da dilekçeye ekleniyordu.

    Konya Vilayeti ve Niğde Mutasarrıflığının bu tarihten sonra Dahiliye Nezareti ile yazışmalarından anlaşıldığı üzere, ilk başta tespit edilen zanlılardan bazıları serbest kalmış; 20 Temmuz 1919 ve 6 Ocak 1920 arasında süren haber trafiğinden Arif Bey’i şehit eden katillerin Ulukışlalı İsmail ve iki arkadaşı, Hacı Yahya ve Çayhan Köyü’nden[v] Kara Mustafa olduğu anlaşılmıştır. Soruşturmanın derinleşmesi zanlıların bazılarının suçsuz bulunması ve yeni isimlerin katil olarak tutuklanması, bölgedeki eşkıyalık faaliyetlerinin varlığına işaret etmektedir. Nitekim katillerden Ulukışlalı İsmail için arşiv belgelerinde “önceden beri haydutluğu ile bilinen” notunun düşülmesi önemlidir.

     Arif Bey’in şehit olduğu haberi İstanbul’da duyulduğunda spor camiası büyük bir matem havasına girmiştir. Yaptığımız basın taramalarında Arif Bey’in cenaze törenine ilişkin bir bilgiye şimdilik rastlayamadık. Ancak Fenerbahçe’nin Kuşdili’ndeki kulüp binasında yapılan anma ve dini tören onun sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk futbolunun da kıymetli bir değeri olduğunu ve ne kadar sevildiğini kanıtlamıştır. Spor Alemi Dergisi’nin 6 Kasım 1919 tarihli sayısında bu anma töreninin detaylarına yer verilmiş, sadece arkadaşlarının değil İstanbul’un tüm sporcularının onun için bir araya geldiğini kayda geçirilmiştir.

    Arif Bey’in şehadetinin Türk sporu için bir kayıp olduğu açıktır. Fenerbahçe ise eski başkanı ve oyuncusunu Türk spor tarihinde şimdiye dek görülmemiş bir şekilde anarak; onun sarı-lacivert renkler için ne anlam ifade ettiğini göstermiştir. Fenerbahçe futbol takımı, 21 Kasım 1919 tarihinde İdman Yurdu ile oynadığı maça bile isteye 10 kişi ile çıkmış; şehit olan arkadaşlarının değerini hatırlatmış ve yerinin doldurulmayacağını göstermek istemiştir. Maçın haberini yapan Spor Alemi Dergisi, 28 Kasım 1919 tarihli sayısında Fenerbahçe’nin bu eylemini bir rasime-i matem yani matem töreni olarak okuyucularına aktarmıştır.

    Evlat Arif Bey

    Arif Bey’in şehadetinin spor camiasındaki yankıları sürerken, bağlı olarak çalıştığı Nafia Nezareti, yani Bayındırlık Bakanlığı’nın Maliye Bakanlığı ile yaptığı yazışmalar hem ailesinin acısını hem de Osmanlı’nın son döneminde devletin içinde bulunduğu durumu ortaya koymuştur. Arif Bey, arkasında anne ve babası ile birlikte küçük kız kardeşini bırakmış, acılı ailenin mevcut durumu ve gelecekleri devletin iki bakanlığı arasında yazışmalara konu olmuştur.

    Yazışmalar Arif Bey’in 15 Haziran’da şehit olmasından kısa bir süre sonra, 8 Temmuz 1919’da başlamıştır. Nafia Nazırı Ahmet Ferit Bey, Maliye Nazırı Mehmet Tevfik Bey’e yazdığı dilekçede: “kendisine verilen her vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş, Cihan harbinde yedek subay olarak görev yapmış mühendis Arif Bey’in ailesine taziye niteliğinde bir maaş bağlanmasını ya da bir kereye mahsus olmak üzere tüm ihtiyaçlarının giderecek bir meblağ ödenmesini” istemiştir.

    Ahmet Ferit Bey’e cevap 20 Eylül 1919’da verilmiş; Mehmet Tevfik Bey, “Arif Bey’in ailesine maaş bağlanmasına ilişkin Duyun-ı Umumiye idaresi ile görüştüğünü ve kendilerinin bu maaşın bağlanması için alınacak bakanlar kurulu kararının Meclis-i Mebusan tarafından onaylanmasını şart koştuğunu, aksi takdirde bu maaş için hazinenin mevcut durumunun uygun olmadığını” yazmıştır.

    İlkinde istediğini alamayan Ahmet Ferit Bey, ikinci dilekçesini 16 Kasım 1919’da göndermiş, bu dilekçede “Arif Bey’in ailesinin tek dayanağı olduğunu, görev esnasında şehit olduğunu yineledikten sonra; bu aileye yardımda bulunulmaması halinde şu anda görev yapan memurların fedakârlık hislerinin yok olacağını, kendilerinin de şehit olması durumunda ailelerinin mağdur olacağına dair bir hisse kapılacaklarını” dile getirmiştir.

    Ahmet Ferit Bey’in bu tespiti ve Arif Bey’in ailesi için gösterdiği çaba şüphesiz tarihi değer taşımaktadır. Ahmet Ferit Bey, ilerleyen yıllarda TBMM’de I. ve II.dönem milletvekilliği yapacak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk içişleri bakanı görevini yürütecektir. “Tek” soyadını alacak Ahmet Ferit Bey aynı zamanda Türk Ocağı’nın kurucularından biri olacaktır. Ahmet Ferit Bey’in ikinci dilekçesinde yer alan önemli bir nokta da “Arif Bey’in ailesine hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden (Mesarif-i Gayr-i Melhuz) maaş bağlanabileceği” yönündeki önerisini Maliye Bakanına iletmesidir.

    Dönemin Damat Ferit Hükümeti’nin iki bakanı arasında gerçekleşen Şehit Arif Bey ailesinin maaş mücadelesi Mehmet Tevfik Bey’in 19 Kasım 1919 tarihli cevabı ile sonlanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, mevkidaşının ısrarlı tutumu karşısında aileye bir meblağ ödenmesini kabul etmiş, ancak bunun için ailenin İstanbul’a gelmesini şart koşmuştur.

     Mehmet Tevfik Bey, Osmanlı bürokrasisinin her kademesinde görev yapmış bir devlet adamıdır. 18 yaşında Yıldız Sarayı’nda ilk devlet görevine başlamış, Kudüs Mutasarrıfılığının ardından Selanik Valiliğine ve ardından Yemen Valiliğe atanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, daha sonraki yıllarda Sevr Antlaşması’nın müzakerelerine katılacak, son devlet görevi ise Saltanatın kaldırılmasına kadar sürecek olan Şura-ı Devlet reisliği olacaktır. Mehmet Tevfik Bey’in son cevabında “aileye hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden maaş bağlanmasının mümkün olmadığı” belirtmesi ancak buna rağmen bir ödeme yapılacağına dair şartlı kabulünü kayıt altına alması önemlidir.

    “TUNÇTAN BİR ABİDE”

    Türk Sporu, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında yüzlerce şehit vermiştir. Bugün ülkemizin her tarafındaki sahalarda, salonlarda spor yapılabiliyorsa; her kulüpten, her okuldan, her semtten sporcular, canından vazgeçen o kahramanlar sayesindedir.

    Fenerbahçe özelinde ise sancılı kuruluş yıllarının hemen ardından takıma ilk şampiyonluğu sahada formasıyla, başkanlık koltuğunda ise elinde kalemiyle kazandıran Şehit Arif Bey’in çok ayrı bir yeri vardır. Devlet arşivlerinde yer alan belgelerde, bu yazı aracılığı ile gün yüzüne çıkan detaylar, Millî Mücadele ateşinin yakıldığı günlerde Osmanlı Devleti’nin durumunu gözler önüne sermiş, bir şehidin arkasında bıraktığı acılı ailenin “perişan olmaması” için Türk milliyetçiliğinin önemli ismi, büyük devlet adamı Ahmet Ferit Tek’in çabasını Fenerbahçe Tarihi’ne kazımıştır.

    Fenerbahçe’nin Şehit Başkanı Arif Bey’in ailesinin “Emirzade” olarak anıldığı malumdur. En büyük arzumuz, yayın hayatına başladığından beri yayınladığı araştırma yazıları sonrasında Fenerbahçe Tarihi’ne mal olmuş sayısız ismin ailesinin iletişime geçtiği sitemize, Şehit Arif Bey’in yakınlarının da ulaşmasıdır.

    Bedri Gürsoy’un da dediği gibi “Şurası muhakkaktır ki Türk futbol tarihinde Arif’in kudretli hatırası pırıl pırıl parlayan tunçtan yapılmış bir abide halinde ebediyen yaşayacaktır.”


    Arif Bey’in İçinde Bulunduğu Fotoğraflar


    Kaynaklar ve Notlar

    [i] Dr.Rüştü Dağlaroğlu, Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi (1907-1957), İstanbul, 1957

    [ii] Scout: Futbolcuları izleyen, yetenekleri keşfeden

    [iii] Akşam, 24 Haziran 1941

    [iv] Dr. Altan ALPEREN, Bağdat Demiryolu: Siyasal Sonuçları Olan Bir Türk-Alman Demiryolu Projesi, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum / Education And Society In The 21st Century Cilt / Volume 7, Sayı / Issue 19, Bahar / Spring 2018

    [v] Çayhan günümüzde Konya’nın Ereğli İlçesine bağlı bir kasabadır ve Niğde – Mersin sınırında yer almaktadır.