Kategori: Anı-Biyografi

  • Birlik Samimiyet Tahammül

    Birlik Samimiyet Tahammül

    5 Nisan 1933 tarihli Vakit gazetesinde A.Sırrı Bey, Fenerbahçe 25. yaşını kutlarken, kulübün başarısının sırrını çok güzel özetlemiş: “Birlik, Samimiyet ve Tahammül”

    Yazının geri kalanını da keyifle okuyacaksınız…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe 25 Yaşında

    Fenerbahçe kulübümüz bugün mesut bir günündedir: Kuruluşunun (25)inci yıl dönümünü kutluluyor. Çalışmasının güzel bir eseri olan, İstanbul’un ilk asri ve fenni stadında kulübünün bütün faal uzuvlarıyla İstanbulluların karşısına çıkacak. Sarı lacivert renklerini sallayarak haklı bir gurur ve iftiharla İstanbulluların önünden geçecek. Halk da kendilerini mütekabil bir gurur ve iftiharla alkışlayacak.

    Memleketimizde sporun nasıl ve ne şartlar altında doğduğu, istibdat devrinin her şeyden bir vehim kuvvetlerine karşı, doğmak için ne büyük müşküllerle karşılaştığı malum. Bu itibarla Fenerbahçe kulübünün kurulması hiç de kolay olmamıştır. 1906’da temeli atılan bu kuruluşun bütün bu müşkülleri yenerek bugün 25 yaşına basmasının, buna muvaffak olabilmesinin sırrını şu kelimelerle hülasa edebiliriz:

    Birlik, samimiyet ve tahammül!

    Fenerbahçe’nin kulüp kurmak yasağı dolayısıyla 1906’da ancak gayriresmi surette teşekkül ettiği sıralarda ortada Türk kulübü namına “Galatasaray” vardı. Spor ve bilhassa futbol şehirdeki ecnebilerin ve Rum takımlarının elindeydi. Fakat “Fenerbahçe”nin temiz ve çalışkan çocukları aralarındaki bağın kuvveti sayesinde bütün müşkülleri yenerek az zamanda spor mevcudiyetimizi tebarüz ettirmeye muvaffak oldular ve meşrutiyetin ilanı senesinde kuruluşlarını resmen tescil ettirerek bu sefer büyük bir hızla yürümeye başladılar. Bu yürüyüş sarı-lacivert formayı ta şampiyonluğa kadar götürdü. Fenerbahçelilerin bu ilerleme devrelerinde de müşkülat çekmediklerini kimse iddia edemez. Bunların en başında maddi mahrumiyetler geliyordu. Fakat mütekabil itimat ve dostluk ve Cumhuriyet hükümetinin gösterdiği müzaheret ve yardım bunları da kolaylıkla yendi ve Fenerbahçelileri (25) yaşında önümüze maddi ve manevi bütün temelleri sağlam, kuvvetli bir kütle şeklinde çıkardı. Şampiyonluğa giden bir futbol varlığı ile sporun her sahasında faal gruplarıyla ve nihayet şimdiden mükemmel sayılabilecek bir statla…

    Bu dakikada bunları yazarken “Fenerbahçe” kulübüne çok şeyler borçlu olduğumuzu da düşünüyoruz. Ezeli rakibi Galatasaray’la birlikte Türk futbolu için verdiği emek ve vücuda getirdiği eser sadece kendisi için değil bütün memleket için ve hepimiz içindir.

    Sarı-Lacivert formayı, bu mesut gününde candan selamlıyoruz ve Fenerbahçe kulübünü gelecek sene stadını tamamlamış ve daha kuvvetlenmiş bir şekilde görmeyi diliyoruz.

    A.Sırrı

  • Unutulmaz Olmak

    Unutulmaz Olmak

    4 Ağustos 1956 tarihli Milliyet gazetesinde Namık Sevik, Fenerbahçe’den başka hiçbir takımın formasını terletmeyen Fikret Kırcan hakkında yazmış. Büyük Fenerbahçelinin son cümlesi her şeyi özetliyor: “Bir sporcu için unutulmaz olmak ne büyük saadet…”

    Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fikret Kırcan

    Sene 1935. Günlerden 10 Kasım Pazar.

    Uzun boylu, kumral bir genç sahaya, Fenerbahçe takımının en gerisinden ürkek ve çekingen adımlarla çıktı. Halinden, heyecanlı olduğu belli oluyordu. Hiç beklemediği, hatta hatırından bile geçirmediği bir hadise ile karşılaşmıştı.

    İdareciler, kendisine “Haydi soyun Fikret, Niyazi (Sel) ağabeyin yok, Topkapı’ya karşı sağ açık oynayacaksın” dedikleri zaman evvela sevinmişti. Fakat sonradan bu sevinç, yerini korku ve endişeye bıraktı. Fikret’in gerçekten hakkı yok değildi.

    Eeee… O zaman Fenerbahçe takımında yer almak kolay bir iş değildi. Fikret, ilk imtihanında iyi not almıştı. Tribünleri dolduran meraklılar, maçı müteakip stadı terkederlerken “Bu çocuk istikbal vadediyor” demekten kendilerini alamamışlardı. Takdire rağmen Fikret, 1937 senesine kadar bazı maçlarda oynayabildi. Niyazi Sel’in futbolu bırakmasından sonra tam 19 sene devamlı olarak sağ açık mevkiini doldurdu. Büyük şöhret, spor dünyamıza böylece hiç beklemediği bir anda katılmıştı. Müteakip senelerde ise, Fikret’i Fenerbahçe ve millî takımın kaptanı olarak görüyoruz.

    Bu müddet içerisinde on bir defa millî olan Fikret’in biyografisi kısaca bu şekilde sınırlanır. Önümüzdeki haftalardan birinde, bu büyük şöhret (muhtemelen Adalet maçında) merasimle futbola veda edecektir.

    Kendisi hakkında söylenen ve yazılanların cazibesine kapılmadan daima mütevazı ve efendi kalan Fikret’e, kulübünün yazdığı teşekkür mektubundaki şu cümleler, zamanımızda hiçbir futbolcuyla yazılmamıştır. İdarecilerin nezaketinden ziyade bu sözleri Fikret’in hakettiğinde hiç kimsenin şüphesi yoktur:

    “Fenerbahçe ailesi sizi son bir defa bağrına basmaktan iftihar duymaktadır. Spor hayatınızda olduğu gibi iş hayatınızda da aynı muvaffakiyetin devamını dileriz”

    Evet, Fikret’i Sarı-Lacivertli forma altında, bu renklere gönül veren binlerce meraklı, son defa bağrına basacaktır. Bu veda umulduğu kadar basit olmayacak… Bu biliniyor. İnsanlar sevdiklerinden kolay ayrılamazlar. Dudaklar gayri ihtiyari “Fikret, Fikret çok yaşa!” diye bağıracak… Yaşlı gözler senelerin yıpratamadığı bu kıvrak ve ince futbolcuyu (Türkiye’nin Stanley Matthews’ünü) son defa, hayranlıkla takip edecek, alkış tufanı ortalığı inletecektir.

    Sonra, sonra ne olacak? Fikret, devrini tamamlayan diğerleri gibi unutulacak mı? Tahmin edilmez. Çünkü onun spor telakkisi ve anlayışı hafızalara uzun seneler demir bir çubuk gibi çakılmıştır. Bir sporcu için unutulmaz olmak ne büyük saadet…

    Namık Sevik | 4 Ağustos 1956 – Milliyet Gazetesi (Fikret Kırcan)

  • Süleyman Nazif’in Eli

    Süleyman Nazif’in Eli

    Yahya Kemal Beyatlı birbirinden ilginç portrelerle dolu “Siyâsî ve Edebî Portreler” kitabında biri Fenerbahçeli, diğeri Galatasaraylı iki tarihî figür arasında geçen bir soğuk savaşı ve bunun Yahya Kemal Bey’e dokunan ucunu hikaye etmiş. Süleyman Nazif‘in eli, bir Fenerbahçe-Galatasaray temasında değil ama bir fikir mücadelesinde ciddi bir mesele yaratmış. Keyifli okumalar :)

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yahya Kemal ve Tevfik Fikret

    Tevfik Fikret’le çabuk dost olduk. Gariptir ki dostluğumuz şiir aşinalığıyla olmadı. Benim kendime göre bir şiirim olduğunu Tevfik Fikret, muarefemizden iki sene sonra öğrendi. Sırf şahsi bir his sıcaklığıyla anlaştık. Arada sırada Aşiyan’a giderdim. Edebiyata ve politikaya dair saatlerce konuşurduk. İttihat ve Terakki’nin zehirnak bir muhalifiydi. İttihat ve Terakki’ye uzaktan ve yakından temas edenlere karşı hırsını yenemezdi.

    O zaman en ateşin bahisler bu zemin üzerinde yürürdü. Babıali vak’asından birkaç gün evvel (Cenyo)da o, Satı Bey ve ben kahve içiyorduk. Bir aralık önümüzden Süleyman Nazif geçti; beni selamladı, ben de onu selamladım. Fikret’in beti benzi birdenbire değişti, bana karşı bir anda bigane oluverdi, konuştuğumuz bahsi kesti, yutkundu, şaşırmış bir haldeydi; sinirinin galeyanına dayanamadı, acı ve yabancı bir bakışla bana döndü:

    “Bu adamı tanır mısınız?” dedi.

    Tevfik Fikret’in bu halinden muzdarip ve bu cüretinden biraz da münfaildim. Soğuk bir cevap verdim:

    “Evet tanırım” dedim.

    Taarruzkar lisanını arttırarak:

    “Bu adamın elini sıkar mısınız?” dedi.

    Artık izzet-i nefsim yaralanmıştı:

    “Evet, elini sıkarım; geçen gün elini sıkarken dikkat ettim, temizdi; zannederim elleri pis değil, sabunla yıkanıyor” dedim.

    Durup dururken bir kavga sahasına girmiştik, Satı Bey muzdarip ve şaşkın bir halde bu mübahaseyi dinliyor ve müdahale edemiyordu.

    Tevfik Fikret dedi ki:

    “Demek zat-ı alinizce böyle bir adamın elleri maddeten temiz olunca sıkılır!”

    “Evet bence öyledir… Bence el sıkmak sırf surî bir nezâket meselesidir. Nâgehanî olarak takdim olunduğumuz insanların elini, nezâket mecburiyeti ile derhâl sıkarız çünkü ahlâkları hakkında tetkikatta bulunmaya vaktimiz yoktur. Mâmâfih ben ahlâkını beğenmediğim adamların da elini sıkarım çünkü ahlâksızlığın elden sirâyet edeceğine itikât etmem, sâniyen ahlâk ceası verecek kadar sert değilim” dedim.

    Bu son sözden Tevfik Fikret fevkalade alındı. Kahvelerimizi ödedik. Soğuk bir ayrılışla ayrıldık. Tevfik Fikret’le son görüşüşümüz olduğuna kanaat hâsıl etmiştim. O ve Satı Bey, bu hadiseden sonra yolda Yakup Kadri’ye tesadüf etmişler. Tevfik Fikret hadisenin elim tesiri ile ona da SÜleyman Nazif’e dair sert şeyler söylemiş ve gitmiş.

    Cenyo’daki selamlaşmadan sonra Tevfik Fikret’le benim aramda geçen bu mübâhesenin Süleyman Nazif farkına varmış. Ondan sonra bana ne geçtiğini kerrat ile mussırâne sordu. Söylemedim. Senelerden sonra Süleyman Nazif’le bir akşam Yani Birahanesi’nde bira içiyorduk, tekrar ısrar etti, söylemeye mecbur oldum; merakı geçti lâkin Tevfik Fikret’e karşı kini de geçmişti.

    Cenyo hadisesiuyle Tevfik Fikret’i bir daha görmeyeceğimi zannediyordum. Bir iki arkadaş söylediler ki hadiseye rağmen, lehimde teveccühkârmış. Kendisini tekrar görmeye gittim. Aramızda daha sıkı bir dostluk başladı.

    Yahya Kemal Beyatlı | Siyâsî ve Edebî Portreler (Süleyman Nazif’in Eli)

  • Ruhi Sarıalp

    Ruhi Sarıalp

    13 Haziran 1949 tarihli Öz Fenerbahçe dergisinde Cem Atabeyoğlu’nun “İçimizden Biri” köşesinde konuk Fenerbahçe’nin atletizm efsanesi Ruhi Sarıalp olmuş. İkisi de nur içinde yatsın. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ruhi Sarıalp

    Olimpiyatlarda; atletizm sahasında Türk bayrağını ilk defa şeref direğine diktirten bu muzaffer çocuğumuzla ebediyete kadar iftihar edeceğiz.

    1948 Londra Olimpiyatları, Türk atletizm tarihinde olduğu kadar Balkan atletizminde de büyük bir merhale teşkil eder. Bu Olimpiyatlarda; atletizmde ilk defa olarak bir Balkan devletinin, Türkiye’nin şanlı bayrağı şeref direğini süslemiştir. Atletizmde yükselen ilk bayrağımızla olduğu kadar; memleketimize bu büyük şerefi kazandıran muzaffer çocuğumuz Ruhi Sarıalp ile de ebediyete kadar iftihar edeceğiz.

    Fenerbahçe’nin kıymetli çocuğu Sarıalp, 1924 yılında; Ege’nin şirin vilayeti Manisa’da dünyaya geldi. Eski Manisa noteri merhum Ali Rıza Sarıalp’in en küçük ve biricik erkek evladıdır. Ruhi’nin çocukluğu, büyük çiftliğin tabiî zenginlikleri arasında haşır neşir olmakla geçti. Daha o zamanlarda; en büyük zevki, akşamları babasının yüksek sesle okuduğu mitoloji kitaplarını hayran hayran dinlemekti. Olemp, Apollon, Zeus, Neptun gibi isimlere, daha çocukluktan büyük bir hayranlıkla bağlanmıştı. Sık sık deniz kenarına inerek, onların memleketi tarafına gözlerini diker ve doya doya ufukları seyrederdi…

    Küçük Sarıalp ilk ve orta tahsilini Milas’ta yaptıktan sonra, içinde askerliğe karşı bir heves uyandı ve Konya’ya giderek Konya Askerî Lisesi’ne yazıldı.

    Ruhi; atletizme karşı ilk alakayı, işte bu kıymetli kültür ocağının sıralarında talebe iken duydu. 1943 yılında, Konya’da yapılan Bölge Atletizm yarışmalarında; arkadaşlarının ısrarı ile mektebine belki de bir puan olsun kazandırabilmek ümidi ile girdi. Arkadaşları; uzun boyu, keskin hatlarla çizili çehresi, sarı saçları ve mavi gözleriyle tam bir Şimal adamını andırdığı için “Şimalli” derlerdi. O gün “Şimalli”yi uzun atlamaya teşvik ettiler. Ruhi, ayağına ilk defa geçirdiği çivili ayakkabılarla yaptığı ilk atlamada 5.96 metreye düşünce, kendisine olan itimadı arttı. Aynı gün, son atlayışında 6.23 metreyi bularak hem Konya birincisi Kemal’i (200 metre rekortmeni Kemal Aksur) geçmiş; hem de yeni bir Konya rekoru kırmıştı.

    Bu derece onu büsbütün heyecanlandırdı. Aynı gün üç adım atlamayı da denedi. 13.98 metre atlayarak yeni bir Konya rekoru daha tesis etti.

    Mektebine şampiyonada belki bir puancık kazandırabilmek ümidiyle müsabakalara zorla iştirak ettirilen Şimalli’nin kazandığı bu muvaffakiyetler bütün Konya’da, umumi bir hayret ve takdirkarlık uyandırmıştı. Aynı sene kendisini Konya’yı temsilen; Eskişehir’de yapılan Atletizm Grup Birincilikleri’ne gönderdiler. Sarıalp, bu müsabakalarda da üç adım rekortmeni Ömer Özkap’ı geçerek 14.14 metre ile grup birincisi oldu.

    Nihayet 1944 senesinde, babasının arzusu ile Konya Askeri Lisesi’nden ayrılan Sarıalp, İstanbul’a gelerek Haydarpaşa Lisesi’ne yazıldı. O sene atletizm ile uğraşamadı. 1945’de küçük yaştan beri sevdiği Fenerbahçe’ye girerek yeniden çalışmalarına başladı. Aynı senenin 23 Eylül günü 14.77 metre ile Türkiye rekorunu kırdı fakat kuvvetli rakibi Güner Frik, hemen arkasından yaptığı atlamada 14.78 metreye düşerek bu rekoru yeniledi. Ruhi, bu iki dakikalık rekortmenliği ile o sene Millî takıma alındı. Sarıalp, bu derecesiyle dünyanın en iyi on derecesini yapan üçadımcılar arasına katılmaya da muvaffak oldu.

    Bundan sonra muvaffakıyetli yıllar birbirini takip etti. 1948 Londra Olimpiyatları arifesinde, Ankara’da yapılan müsabakalarda 15.75 metre atlayarak büyük bir Türkiye rekoru ve beynelmilel bir derece tesis etti. Sarıalp, 15 metreyi aşmasının tesadüf olduğunu söyleyen haset kimselere, Olimpiyatlarda mükemmel bir cevap verdi ve yine 15.55 metreyi bularak dünya üçüncüsü oldu. Böylelikle üçadım atlama seremonisinde şeref direğini süsleyen Türk bayrağı, olimpiyatlarda atletizm branşında çekilen ilk Balkan bayrağı oldu. Böylece Sarıalp, küçük yaştan beri hayranlık duyduğu Yunan mitolojisinin en büyük kahramanlarının adına yapılan, dünyanın en büyük spor oyunlarının bir kahramanı olmuştu…

    Sarıalp, halen Çapa’daki Beden Eğitim Enstitüsü’nde talebe olup nişanlıdır.

    Cem Atabeyoğlu | Öz Fenerbahçe Dergisi – 13 Haziran 1949

  • Naci Erdem

    Naci Erdem

    Geçenlerde kaybettiğimiz Fenerbahçe tarihinin en büyük futbolcularından Naci Erdem hakkında 1956 yılında Milliyet gazetesinde yayınlanan bir yazı ile karşınızdayız… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Naci Erdem

    Onu Karagümrük semtinde tanımayan yok. Başarılı futbolu yanında sempatik, ağırbaşlı, efendi hali ile “halkın sevgilisi” olmuş… Tramvay yahut otobüs ile Fatih’i üç durak geri bıraktıktan sonra dördüncü durakta, Atikalipaşa’da inin. Sağ kolu takip ederek biraz ilerleyin… Dispanseri geçtikten sonra, bir evin etrafını çevreleyen fırın, lokanta ve berber dükkanından ibaret bir ada göreceksiniz… İşte burada tereddüt etmeden kime sorsanız, size sarı-lacivert renklerin mümessili hakkında “en son rapor”u verecektir. Babası semtin eşrafından olup saydığımız yerlerin sahibidir. Naci sporcu ve sporu seven ailenin 5 evladından biri, en küçüğüdür, en küçüğün en fazla sevilmesi umumi prensibi bu ailede de kuvvetini kaybetmemiş…

    Naci, spordaki muvaffakıyetini ailesine borçlu olduğunu ifade etmektedir. “Maçlardan önce ve sonra yiyeceğimi, içeceğimi, istirahat saatlerimi tayin eden, kısacası hayatımı tanzim eden hap annemdir”

    Nitekim Naci üzerinde büyük emeği bulunan kadıncağızın, onun her maça gidişinde tansiyonu artar, merak içinde kalırmış.

    Fenerbahçe antrenörü Mihailoviç’in Türk futboluna kazandırdığı yeni santrahafın, küçük yaştan beri kovaladığı top, onu ilk defa, henüz bir orta mektep talebesi iken Karagümrük formasına götürmüştür. Naci sevdiği semt kulübünde sağ açık olarak futbola başlamıştır. İlerleyen futbolu yanında Zeyrek Ortaokulunu tamamlamış ve bir müddet İstanbul Lisesi’ne devam etmiştir.

    Naci’ye parlak futbol hayatını, askerliği açmıştır. Vatani vazifesini Hava Kuvvetleri’nde ifa eden 24 yaşındaki genç futbolcu, önce Kütahya ve müteakiben Ankara’da sağ iç olarak oynamış, İstanbul’da yapılan Dünya Ordular arası futbol şampiyonasında ise, doğduğu şehir seyircisinin kalbini kazanmıştır.

    Sağlam vücut yapısı, her iki ayağı ile emin vuruşları, mücadeleci ve topa havadan hakimiyeti hepimizce bilinen taraflarıdır. Onun en enteresan bir hususiyeti 7 yaşına kadar emzik taşıması olmalıdır. Anne sütünden pek kısa zamanda ayrılan Naci bu itiyadına ilk mektep sıralarına kadar devam etmiştir.

    Ve yine tahmin ediyorum ki Naci’nin askere gitmeden önce Beşiktaş takımında sol açık oynadığını pek az sporsever hatırlar. Mevkiini siyah-beyazlı kulüpte bulamayan Erdem, askerlik dönüşü ağabeyinin tavassutu ile Fenerabahçe’ye intisap etmiştir.

    Milli formayı bugüne kadar 3 defa taşıyan Naci’nin hayatı bir saat kadar muntazamdır.

    Onu sabahleyin ekseriya uyandıran pek sevdiği yeğeni Zafer’dir. 15-20 dakika kadar devam eden kültür-fizik çalışmasından sonra, sabah tuvaleti (bilhassa saçlarına itina eder) ve meyva ile yapılan sabah kahvaltısı…

    Naci müteakiben, fırına babasının işlerine icabederse yardım eder. Muhitindeki sporcu arkadaşlarla yaptığı spor münakaşaları, günlük hayatının en zevkli dakikalarıdır. Öğleden sonra idmana yahut sinemaya gidiş… Akşam hayatı ise saat 21-22’den ileriye geçmemektedir. Genç futbolcu müzikten, bilhassa dans müziğinden zevk almaktadır.

    Naci’ye gelen mektupların sayısı ise bir hayli kabarıkmış. Ekseriyerini kendisinden resim isteyen genç kızların teşkil ettiğini söylemeye bilmem lüzum var mı?

    Fakat Naci bugün için mektupları cevapsız bırakmaktadır…

    Pek sevilen sporcu “Mektuplara mukabele edememek belki nezaket kaidelerine aykırı oluyor, ama benim için aşk, spor, meşin top aşkıdır” demektedir.

    Röportaj: Nejat Altav – Fotoğraflar: Sami Önemli (1956 – Milliyet Gazetesi | Naci Erdem)


    Naci Erdem
    Naci İş Başında: Fenerbahçe’nin pek sevilen futbolcusu, babasının fırınındaki işlere nezaret ve işçileri kontrol eder. Fotoğrafçımız, Naci’yi teftiş anında yakalamış… Naci yetişmese ekmekler neredeyse yanacakmış.
    Naci Erdem
    Annesi ile Beraber: Hayatta en fazla sevdiği varlık annesidir. Her maça gitmeden evvel annesi ile vedalaşır ve onun hayır duasını alır.
    Naci Erdem
    Sabahın Müjdecisi: Naci’nin çok sevdiği yeğeni Zafer, onun çalar saatidir. Saçlarını çekip, yüzüne tokat atıp uyandıracaktır. Top, kolunun altındadır. “Haydi kalk, oynamaya gidelim”
    Teslim: Naci, teklifi kabul etmezse tüfek hazırdır… Zoraki sabah antrenmanı… Yazıda da belirtmiştik ya, Naci ailece sportmendir.
    Sabah Kahvaltısı: Genç futbolcu, günün erken saatlerinde ekmeğe, peynire, çaya pek iltifat etmez. Sabah kahvaltısı mevsim meyvalarıdır. Hele portakal tatlı olursa keyfine diyecek yoktur.
    Masa Maçında: Antrenman olmadığı günler babasının işlerine nezaret etmek yahut arkadaşları ile spor münakaşaları yapmaktan zevk alır. Resimde, Beşiktaş’ın eski beklerinden Yavuz Üreten’in kardeşi Ayhan’la masa maçında görülüyor.
  • Cihat Arman Deak’e Karşı

    Cihat Arman Deak’e Karşı

    Fenerbahçe’nin sembol kalecisi Cihat Arman, 20 Şubat 1947 tarihli Türkspor dergisinde MTK takımının meşhur oyuncusu Deak ile mücadelesini anlatmış. Fenerbahçe tarihinin eli en iyi kalem tutan sporcularından biri, Sarı Kanarya Cihat Arman Deak’e karşı!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Cihat Arman Deak’e Karşı

    Fener-Hungarya maçının ertesi günü gazetelerin “Cihat-Deak mücadelesi” şeklindeki yazılarını göz önünde tutan mecmuamız, gazetelerin bahsettiği bu mücadele hakkında benden bir yazı yazmamı ve bu mücadeleyi okuyuculara anlatmamı istedi. Ben de, mücadele şeklinde vasıflandırılan bu oyundaki duygularımı kısaca anlatmaya çalışacağım.

    Şubat ayı ortasında şehrimize gelen Macar Hungarya takımının, yapmış olduğu dört maçta yalnız Vefa’yı yendiği ve diğer maçlarda yenilerek gittiği hepimizin malumudur.

    Oynadığı bütün oyunlarda vasattan yukarı çıkamayan bu takım, hiçbir güzel hareket göstermemekle beraber bir tek şey gösterdi ki o da genç santrforları Deak.

    Daha ilk oyunda kendini gösteren bu oyuncu, Vefa’ya 6 gol atarak dillere destan oldu ve ismi spor muhitine yayılıverdi.

    Vefa maçına gelemeyip bu oyuncuyu göremeyenler yahut oyununu seyre doyamayanlar ertesi gün Beşiktaş-Hungarya maçından ziyade Deak’ı görmek için stadı doldurmuşlardı.

    Beşiktaşlılar, Deak’ın peşine Ömer’i koymuş olmalarına rağmen, bu meşhur oyuncu fırsatlardan istifade etmesini bilerek o gün de iki gol attı.

    Hafta arası oynanan Galatasaray-Hungarya maçı da Galatasaray tarafından kazanılmış ve Hungarya’nın iki golünden bir tanesi gene Deak tarafından yapılmıştır.

    Yapmış olduğu üç maçta tek başını dokuz gol atan Deak’ın ismi İstanbul’un her semtinde ağızdan ağıza dolaşıyor ve Fenerbahçe müdafaasının bu oyuncu karşısında ne yapacağı merakla bekleniyordu.

    Görerek, bilerek ve her pozisyonda demir gibi şutlar atan bu oyuncuyu tutmak hakikaten mesele idi. Onun karşısında muhakkak çok dikkatli ve tetik durmak lâzımdı.

    Birçok taraftarlar maçtan evvel bana “Deak’in karşısında ne yapacaksın?” diye soruyorlar. Ben de “Ya o beni yahut da ben onu mağlup edeceğim” diyordum.

    Maç günü takım arkadaşlarıma Deak’i çok iyi marke etmelerini söylediğim halde gene boş bırakılıyor ve Deak aradan sıyrılmalar yaparak bizi güç pozisyonlara sokuyordu. Nitekim oyunun başlarında sağdan ortalanan topa Deak güzel bir kafa vurarak kaleye havale etti. Fakat ben oyunu iyi takip ettiğim için bunu kurtardım.

    Takımımız ilk anlardaki şaşkınlıktan kurtulmuş ve mukabil hücuma geçmişti. Fakat kurnaz Deak bizim kalenin önünden ayrılmıyor ve gol yapabilmek için en ufak fırsatı kolluyordu.

    Bu arada yaptıkları bir hücumda Deak, ileriye doğru verilen çok güzel bir pası bizim kaleye dönük olduğu halde hiç durdurmadan çok sıkı bir vuruşla bizim kaleye havale etti. Onun her hareketini takip ettiğim ve her an çekebileceği ani şutlarını beklediğim için bütün kuvvetimle fırlayarak topu yumrukladım.

    Bu atlattığımız ikinci mühim tehlike idi. Deak eline geçen bu ikinci fırsatı da kaçırdığı için her halde kızmış olacaktı ki hayretle sert sert baktı.

    Macarlar açılmış ardı ardına: hücumlara başlamışlardı. Yaptıkları bu hücumlarda her an gol yememiz imkân dâhilinde idi. Müdafaamızın son elemanı olmak dolayısıyla yapılan hücumları durdurmak bana düşüyordu. Zaten bu maçta Deaks’ten gol yememek içinde azmetmiştim. O mütemadiyen gol atmak için fırsat kolluyor, ben de gol yememek için onun bütün hareketlerini takip ediyordum.

    Devrenin sonlarına doğru Deak gene boş kalmış ve on sekiz çizgisi içine girmişti. Bu sefer muhakkak gol atmak hırsıyla, ayağının ve kafasının bütün kuvvetini kullanarak kalenin sağ tarafına doğru bomba gibi bir şut attı. Topa vurmasıyla beraber ben de yaydan kurtulmuş gibi fırladım. Stadda ses seda kesilmiş, bütün ümitler kırılmış, herkes gol oldu diye üzülmüştü.

    Fakat bu üzüntüler bir saniye sonra sevince inkilâp etti. Çünkü Deak’in bütün gayretiyle çektiği bu şutu da kurtarmıştım.

    İkimizin de bu hareketi, futboldan çok iyi anlayan seyircilerimiz tarafından uzun uzun alkışlanmak suretiyle takdir edilirken, Deak de dayanamadı ve sportmenliğin icap ettirdiği hareketi yaparak gelip elimi sıktı.

    Oyun bittiği zaman hem takımımız 2—0 galip gelmiş, hem de Deak’le aramda geçen mücadeleyi gol yememek bakımından ben kazanmıştım.

    Duşumu alıp giyindikten sonra Şeref stadı’nı terk ederken Deak’in kapıda beklediğini gördüm. Yanıma yaklaşarak servus (Allahısmarladık) dedi ve boynuma sarılıp bir daha öperek uzaklaşıp gitti.

    Cihat Arman | Türkspor Dergisi – 7 Nisan 1947 (Deak Cihat Arman’a Karşı)

  • Şükrü Saracoğlu ile Başbaşa

    Şükrü Saracoğlu ile Başbaşa

    7 Nisan 1947 tarihli Türkspor dergisinde Ziya Ateş, Şükrü Saracoğlu ile başbaşa yaptığı bir spor sohbetini anlatıyor. Dönemin spor ruhunu yansıtması bakımından bu tip kısa hatıraları çok önemsiyoruz… Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şükrü Saracoğlu ile Başbaşa

    Alışkanlık bu ya; o bizi, biz onu görmeyince yapamayız. Dün Parti’nin önünden geçiyordum. Zahir alışkanlığın sevkiyle olacak, hatırıma Şükrü Saracoğlu’nu ziyaret geliverdi. Her fırsattan faydalanarak, onun spor işleri üzerinde yaptığı musahebelere ve ince tahlillere esasen susamıştım. Ayaklarım gayri ihtiyari beni o istikamete götürdü. Partinin büyük kapısından girdiğim zaman elime uzatılan matbu kâğıdı hemen oracıkta doldurdum ve (ziyaretin sebebi) hanesine de irice bir yazı ile (spor işleri hakkında) deyiverdim. Aradan çok geçmedi, odacı “Buyurunuz” dedi.

    Sayın Saracoğlu beni her zamanki güler yüzlülüğü ile karşıladı ve kendisine has olan nezaketiyle iltifatlarda bulundu. Ben onunla spordan başka ne konular konuşur veya konuşabilirdim. İlk olarak aklıma; Millî Eğitim mükâfatı maçları için İstanbul’da bulunurken arkadaşlardan birkaçının bana havale ettikleri iş geliverdi. Bu arkadaşlar bana demişlerdi ki:

    “Satranç beden terbiyesi mevzuuna girebilir mi? Girerse bu maksat için bir federasyon teşkili mümkün müdür? Satranççı ve sporcu Saracoğlu bunun için ne düşünürler? Fikirlerini öğrenmek acaba kabil olabilir mi?”

    Suali aynen kendilerine arz ettim. Cevap olarak:

    (Bu mevzuda şahsen mütalaa yürütmeğe lüzum görmeden arkadaşlara şunu tavsiye ederim: Bu iş diğer memleketlerde nasılsa bizde de aynen öyle yapılmalıdır. Yani icada değil taklide yer verilmelidir. Nizamnameleri alınıp aynen kabul ve tatbik edilmelidir. Mevzuatlarında Federasyon teşkilini âmir bir hüküm varsa yapmalı, yoksa yapmamalıdır. Mesela futbolun memleketimizdeki tarihine bir göz atarsak görürüz ki onda da böyle yaptık. Milletler arası nizamnameleri getirdik, okuduk, kabul ve tatbik ettik. Bu itibarla muvaffak olduk. Şayet böyle olmayıp da kendimiz icat etmeğe kalkışsaydık bu derece muvaffak olmamıza imkân olabilir mi idi?) dediler.

    Saracoğlu’nu bugün her zamandan daha neşeli ve zinde görüyordum. Zaten onun bir sporcu ele geçirip de onunla bir akran ve bir arkadaş gibi candan hasbihal etmemesine ve bu durumda neşelenmemesine imkân tasavvur edilebilir mi? Bir evvelki istirhamıma gösterdikleri yakın ilgiden de cesaret alarak izinlerini diledim ve sözü “FUTBOL HAKEMLERİ” meselesine intikal ettirerek bu işin ıslahı hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istedim.

    Yaranın tam üstüne el koyarak dedi ki:

    (Sporu batıracak da, çıkaracak da HAKEMLERDİR. Dürüst hakem hata da yapsa kusur sayılmaz, Eski sporcularımız arasında bu gün; Tüccar, Hâkim, Müdür, Müfettiş gibi her sınıftan yüksek şahsiyetler var. Bunlar gibi kültürü ve sosyal pozisyonu olan insanları ele almalı, onları sahalarımıza hâkim kılmalı ve kendilerini himaye etmelidir.)

    Bütün memleket gençliğinin yakın tanıdığı ve çok sevdiği Sayın Şükrü Saracoğlu’na teşekkür ederek ayrılırken, o; kendisine mahsus tevazuu ile beni kapıya kadar uğurlamayı da ihmal etmedi.

    Not: Ziyaretim esnasında şahsi musahabelerden ibaret olan bu konuşmayı, belki de rızaları hilâfına, kendiliğimden şumullendirerek memleket gençliğinin gözleri önüne sermeyi faideli buldum. Sayın Şükrü Saracoğlu’ndan istirham ediyorum; iyi niyet mahsulü olan bu hareketimi hoş görüversinler.

    Ziya Ateş | Türkspor Dergisi – 7 Nisan 1947 (Şükrü Saracoğlu ile Başbaşa)

  • Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Çay kokusu Prost’u çocukluğuna götürürdü. O nefis rayihânın, ünlü yazarı zaman yolculuğu için kışkırtmasına ve çocukluk anılarını alevlendirecek aromada olacağına şaşırmamak lazım. Kos helva çıtırtısı da Oktay Akbal’ı alır, çok gerilere, tıfıl günlerine taşırdı.

    Peki ya, sambanın tınısı..?

    O kıvrak Latin Amerika dans ve müziği, yaşı altmışlara dayanan Fenerbahçelileri ilk gençliklerine götürdüğü gibi, Sarı-Lacivert sevdalılarını nasıl da uzun bir hatıra yürüyüşüne çıkartırdı değil mi?

    Çocukluk dönemimin ‘hatıra yürüyüşlerinin’ ilki, belki de en sevimlisi Türkiye Ligi’nin 1974-75 sezonu olmuştu benim için. Hayat filmine dair anımsadığım ilk sahneler, -ki o kesitler içinde muhakkak Fenerbahçe vardır- bahsettiğim yıllara tarihlenir. 1975 yılı, Fenerbahçe- Didi evliliğinde yüzüklerin atıldığı yıl oldu. Ama Didi Fenerbahçe tarihine kalıcı izler bırakarak ayrıldı Türkiye’den ve hiç unutulmadı…

    (Tribünlerinden inmiş, tartan pisti aşmış, taç çizgisi kenarına kadar dayanmış bir sevgi patlaması vardı o akşam. O güne kadar görülmemiş bir seyirci topluluğunun huzurunda oynanan Fenerbahçe-Santos maçının öncesinde Pele ve arkadaşlarının şaşkınlığına bakın hele! Bu futbol konserine İstanbullu sporseverlerin gösterdiği teveccüh, devrin en büyük ‘yeşil saha figürünü’ ziyadesiyle memnun etti. Doğan Babacan ise Türkiye’nin popüler hakemi olarak bu maçın direksiyonuna oturmayı çoktan hak etmişti.)

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Pele’li Santos’u Türkiye’ye getiren Lübnanlı organizatör Zacour, Fenerbahçe’nin futbol kaderini etkileyeceğinin farkında değildi o unutulmaz Santos akşamında.

    1972 yazının yapış yapış bir İstanbul gecesinde Zacour, yeni bir antrenör arayan Başkan Faruk Ilgaz’ın kulağına:

    “Mr. Ilgaz.. Her başkanın hayalini süsleyecek büyük bir antrenörü size getirebilirim” teklifini fısıldadı. Olmaz denilen olacak ve Brezilya milli takımın ünlü oyuncusu Siyah İnci Didi Dereağzı’na inecekti.

    Didi bir futbol cambazıydı ama sihirbaz değildi. Sistemine inancı hep tam oldu ve Türkiye’de kaldığı üç yıl içinde Fenerbahçe’yi iki defa lig şampiyonu yapacak, Cumhurbaşkanlığı Kupası da dahil olmak üzere, sayısız kupayı Fenerbahçenin müzesine getirecekti.

    Brezilyalı Hoca duygusaldı. Hatta bir ara, ülkesinde bile görmediği teveccüh, sevgi karşısında Türk vatandaşı olmayı bile düşünmüştü. Fenerbahçe camiası antrenörlerini her davette, her nikahta baş tacı etmekte cimri davranmayacaktı; ta ki peri masalının sonlandığı Benfica deplasmanına kadar…

    Didi oyuncularına olması gerektiği gibi yaklaştı. Gençlere güvendi. Egosu göbekli, havalı oyuncularını ‘yere indirmeyi’ bildi. İşine burnunu sokan yöneticilere dersini vermekten çekinmedi. Ne ki Semih Bayülken, Didi’den yediği zılgıtı hiç unutmayacak, ‘Şambaba Semih’ Brezilyalı hoca gidene kadar rahat durmayacaktı. Benfica maçında alınan ağır yenilginin tek sorumlusunun Didi gösterilmesi ‘Şambaba’yı rahatlatacaktı. Ünlü isim apar-topar görevinden uzaklaştırıldı. Didi uçağa bindiğinde yanında iki kızı Hebilia ve Rebecca ile eşi Guiomar vardı. Bir galibiyet sonrası eğlenmek için gittikleri kulüpte, eşinin yanında Didi’yi şapır/şupur öpen Gönül Yazar’ın ruju çoktan silinip gitmişti. İçinden Fenerbahçe geçen anıları ise hep taze kalacaktı büyük futbol adamının.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Didi uçağın penceresinden iyice küçülmeye başlayan Kadıköy’ü seyrederken, İstanbul’da geçirdiği üç sene gözlerinin önünden akıp gitti. “Sanırım 74-75 şampiyonluğunu unutamayacağım” diye geçirdi içinden ve zihni onu sezonun ilk düdüğüne götürdü:

    Bu görüntü, bir Trabzonspor atağında Zafer Göncüler’in topu uzaklaştırma anı ve o anın paydaşları Yılmaz, Ersoy, Selahattin ve Alparslan’ın savunma içinde büyüdükleri bir fotoğraf değildir sadece. Bu görüntü, Sarı Lacivert formanın, hangi sahaya çıkarsa çıksın, gördüğü ilginin tablosudur. Bu tablo, dallarını seyirci basmış insanağacının üzerindekileri, 1907’den beri izlenen takımın yeni meraklılarını resmetmesi açısından önemlidir. Didi, takımına olan teveccühün çığ gibi büyüdüğünü Trabzon deplasmanında iyice hissedecekti. Sarı Lacivertlilerin 70’li yıllarda artan popülaritesinde Didi’nin emeği yadsınamazdı. Didi’nin dönüş yolu boyunca ağzının kenarında oturan tebessüm, Ender’in golüyle gelen galibiyetten çok, takımının Türkiye’nin her yerinde gördüğü sıcak ilginin yansımasıydı.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Trabzonspor: 0 Fenerbahçe: 1

    Ligin ikinci yarısında, ateş gibi futboluyla karları eritecek Fenerbahçe için sezonun ilk bölümü tatsız geçmişti. Bazı yıldız oyuncularla~düzenli yaşam, Didi ~ yönetim, oyuncular~ galibiyet ilişkilerinde sorunlar başlamış ve ikinci yarının ilk günlerine kadar bu kaos sürmüştü.

    Cemil’in askerlik problemi ise tüm bu olumsuzlukların üstüne tuz biber oldu. Birliğinden lig maçlarında oynamak için izin kağıdıyla ayrıldığı günlerde ünlü yıldız firari sayılmış ve terhis olduktan sonra bu mesele uzunca süre Cemil’in peşini bırakmamıştı. İstanbul’daki Adana Demir maçı sonrası inzibatlar soyunma odasının kapısına dayanmış, Cemil ise odanın penceresinden kaçarak paçayı kurtarabilmişti.

    Ligin son perdesinde tüm hünerlerini gösteren Fenerbahçenin çimende koşturan aktörlerinin fizik kondüsyonunun yüksekliği, otoritelerce Necdet Niş’e bağlanmıştı. Didi’nin yurt dışında ya da izinli olduğu günlerde Antrenör Necdet Niş oyuncuları ‘tatlı kondüsyon huzuru’ almaya Kalamış sahillerine kumuna götürmesi, futbolcuları çamurlu/karlı, ağır zeminlere hazır hale getirmişti.

    ‘Otoritelerce’ fizik güçteki sınıf atlayışında, Didi’nin hiç payı yoktu! Antrenör öğütme makinesi non-stop çalışıyordu yine. Üç sezondur kadroyu fizik kondüsyon olarak eksiksiz hazırlıyan Didi’nin emekleri görmezden gelinmiş, takımın şaha kalkması Niş’in karnesine pekiyi şeklide not edilmişti.

    Türkiye, şubat ayı başlarında soğuk hava dalgasının etkisine girdi. Batıdan doğuya kadar bütün statlar karla kaplanınca maçlar ertelendi. Diz boyu yağan karın, Fenerbahçe’nin rakiplerinin umutlarının üzerine serilen beyaz bir örtü olacağı birkaç ay sonra herkes tarafından görülecekti.

    (Cemil, Hasan Tahsin kupası eline en çok yakışan oyuncuydu. Altay’ı tek başına yenerken, Beşiktaş’ı arkadaşlarına bıraktı. Cemil mutluluk, İzmir Belediye Başkanı Alyanak da şıklığının sarhoşluğu içerisinde. )

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Güzide Çelebi

    Kar tanelerinin İstanbul caddelerine usul usul indiği o günlerde, zarif bir ruh gökyüzüne doğru yükseldi. Bu ruhun eşi Sait Çelebi, yıllar önce dünya değiştiren önemli bir Fenerbahçeliydi.

    Anadoluhisarı’ndaki yalısında sıcak yatağında uyuyacağına Kuşdili lokalinin minderlerinde gözlerini dinlendirmeyi tercih eden, Fenerbahçe’nin ilk İstanbul Şampiyonluğu’nda Union Club stadında aşık olduğu renklerin amigoluğunu yapan, “Spor Alemi” dergisinin patronu, dönemin en ünlü maç spikeri ve Sarı Lacivert renkler için Tıbbiyeyi bırakacak kadar kalbî Fenerbahçeli olan Sait Çelebi’nin biricik eşiydi Güzide Hanım.

    Çelebizade Saidin göz pınarından, hayatında ilk ve son kez dökülen tek damlanın şahidi Güzide Hanım da dünya değiştirmişti işte, hayat akıyordu. Güzide Hanım, eşinin meftun olduğu renklerin Galatasaray’ı İnönü Stadı’nda dize getirişini göremeyecekti.

    Halı gibi zeminlerde samba yapan Fenerbahçe, ayakta durulması zor sahalarda nasıl oynanacağını öğrenmişti. Buz dansı sporcularını kıskandıran figürlerini binlerce jüri üyesi önünde sergileyen futbolcular, Galatasaray maçı öncesi kendilerini liderlik kürsüsünde bulmuşlardı. Ertelenen maçlarda rakiplerini silip süpüren Fenerbahçe, Galatasaray’ın 4 puan gerisinde girdiği ikinci yarıda ezeli rakibiyle yapacağı maç öncesinde iki puanlık farkı yakalamıştı.

    Maç günü yaklaşıyordu ama ortada büyük bir sorun vardı: Sivri kalemiyle bilinen Deniz Som;

    “Stadın elektrik tertibatında sorun olduğu ve giderilmezse her an bir facia yaşanabileceği” yazmıştı. Haber, gündeme bomba gibi düşüyordu. Cumhuriyet gazetesi, İnönü’de inceleme yapılıp, rapor kamuoyuyla paylaşılana kadar olayı sıcak tuttu. Maçın ilk düdüğüne bir gün kala müfettişlerin raporu açıklandı:

    “Maçın oynanmasında sakınca yoktur”

    Takipçisinden iki puan önde koşan Fenerbahçe, bu avantajın verdiği güvenle oyunu ilk yarıda forse etmeyip, rakibinin üzerine gitmedi. İkinci yarıda roller değişti. Son yılların klasiği haline gelen Fenerbahçe-Yasin maçlarının bir benzeri yaşanıyor, Galatasaray kalecisi iyi toplar çıkarıyor derken, Yasin’in direncini defans arkasına sızan Aydın kırıyordu. 87. dakikada atılan gol, Bolu’dan gelen forvetin, ‘attım mı puan gelir’ mottosunun bir tekrarıydı adeta.

    Didi’yi, Adanaspor’a içerde iki puan kaybetmekten çok, maç sonundaki olay üzecekti. Ligin sonu yaklaşmış, lideri takip eden Galatasaray’la puan farkı erimiş, fileleri bulamayan Sarı Lacivertli futbolcular, başları önde çıkış tünelinin yolunu tutuyorlardı.

    Çilekeş seyircinin sezon başından beri en çok şikayet ettiği konulardan biri de, çubuklu formanın sırtındaki beyaz numaraların tribünden seçilememesiydi. Osman Arpacıoğlu’nun formasındaki 9 numara, golsüz geçen bir günde, bu sıkıntıyı pekiştirircesine tünel girişinde adeta eriyecek, görünmez olacaktı.

    20 yaşındaki Osman ise kendi halinde diyemeyeceğimiz bir taraftar profiliydi. Osman Tekin, santrafor Osman’ın rakip kaleye atamadığı golü hakeme atmak istedi. Mağlubiyeti hazmedemeyen yanını doyurmak için sahaya atladı ve bayrak sopasını hakem Muzaffer Sarvan’ın kafasına indirdi. Maçın son düdüğünü galiz küfürler arasında öttüren Sarvan son darbeyi böyle yemişti. Yan hakem Sarvan’ı iki mütecavizin elinden aldı. Osman Tekin ve ‘dava arkadaşını’ yalnız bırakmayan Yücel Kızılkaya Beşiktaş karakolunda iki saat misafir olduktan sonra serbest bırakıldılar.

    Gerilimli olması öngörülen müsabakalar için “bu maç karakolda biter” deyimi maalesef gerçekleşmişti.

    Spor kamuoyu 16/9 tansiyonlu ligin sonunun nasıl geleceğini, şampiyonun Fenerbahçe mi yoksa Galatasaray mı olacağını merak ederken, Türkiye de bir yandan “Kaçak” dizisine kilitlenmişti. Dizi, karısını öldürmekten idama mahkum olan, iki yıl ‘adaletten’ fellik fellik kaçan Dr. Kimble’ın gerçek katilin peşine amansızca düşmesi hikayesiydi. Kaçak dizisinin doksan dakikalık son bölümü için tv karşısına geçen izleyiciler, “katil kim?..”sorusunun cevabını öğrenmek için hazırdılar. Televizyonu olmayanlar komşularına, kahvehanelere ve pastanelere hücum ettiler. Kaçak dizisi, oyuncu kadrosu, konuyu ele alışı ve içeriğiyle sıradan bir diziydi ama TV’nin ilk gözağrılarından biri olması nedeniyle çok ilgi görmüştü. Dizinin finalinde ise neredeyse Türkiye’de hayat durmuştu:

    Katil kimdi acaba?..

    Richard Kimble

    Spor ve muhabbetseverler ise telvesi az kahveyle ligin falına bakmaya çalışıyordu:

    Şampiyon kim olacaktı acaba?..

    Fenerbahçe, final gibi bir maç arefesindeydi. Dundee United fatihi Bursaspor ligin kuvvetli takımlarındandı. Üstelik maç da Uludağ’ın eteklerindeydi. Fenerbahçeliler yeniden sevinmek için sadece 1 hafta bekleceklerdi. Osman Arpacıoğlu Adana maçında sırtında silikleşen 9 numarayı daha görünür kılmak için Bursa deplasmanınında fırçayı eline aldı. Mahşeri kalabalığın önünde oynanan maçın 17. dakikasında seyirciler nefaset dolu bir gol izlediler. Cemil’in sola bıraktığı topu penaltı noktası civarına ortalayan Aydın’ın ikramının önüne ‘asist’ yazdırmak isteyen Osman’ın volesi, üst direğin içine vurup filelere gitti ve Fenerbahçe ‘deplasman kralı’ titrini Bursa ovasından Türkiye’ye yeniden duyurdu. Bu maçın en ilginç olayı, Fenerbahçe rakip sahaya yerleşmişken kalesinde ısınma hareketleri yapan Yavuz’un maçın henüz başında kendi kendini sakatlayıp, yerini Adil’e bırakmasıydı. Takımın hareketli, yerinde duramayan, rakibe nefes aldırmayan, yaratıcılığı az, dönerek oynayıp kısa pas yapan orta sahası, deplasmanda üzerine gelen takımları bezdirirdi. İkinci bölgede kapılan toplarla kalkılan kontraataklarda da orta saha oyuncuları Cemil, Ender ve Aydın’ı gol pozisyonuna sokuyordu. Bahsi geçen gollerden birinin kurbanı da o sezon Kupa Galipleri kupasında iki tur atlayan Bursaspor olmuştu. Şampiyon artık gün sayıyordu, en önemli viraj dönülmüş, kupanın tek kulpundan yine tutulmuştu. Bundan sonrası daha kolaydı artık. Kupa yeniden Kadıköy’e geliyordu…

    Didi ve ailesini taşıyan uçağın tekerlekleri piste değdiğinde Brezilyalı hoca irkildi. Dereağzı’nda geçirdiği üç yılı tekrar tekrar hatırlamıştı yol boyunca. Türkçede öğrendiği ilk kelime olan Fenerbahçenin yanına unutulmaz bir eserin güftesini de ekliyordu şimdi Didi:

    Elbet bir gün buluşacağız…

    Ali Can Küçükcan | Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Mabed’in Safahati

    Mabed’in Safahati

    Bugün Fenerbahçe tarihine dair çok ehemmiyetli çalışmaları olan bir büyüğümüzün yazısı ile sizlerle birlikteyiz. En yakışan ismi ile “Fenerbahçe Stadı”nın nereden nereye geldiğini anlatan “Mabed’in Safahati” huzurlarınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çayır’dan Stadyum’a

    Bugün Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı olarak anılan yerin daha önce, “Papazın Çayırı“, “Papazınbahçesi”, “Union Clup Sahası”, “İttihatspor Sahası” ismiyle yıllarca futbol karşılaşmalarına evsahipliği yaptığını birçok futbolsever çok iyi bilmektedir. Yılların Papazın Çayırı’nın, bir futbol arenası olması, Türk futbolunun adeta mabedi olması, Fenerbahçe’nin şanlı tarihine yeni bir sayfa ekleyip onun dünya kulübü olma yolunda emin adımlarla ilerlediğinin en önemli göstergesidir. İşte bu yüzden Fenerbahçe’ye gönül verenler Şükrü Saracoglu Stadı’na gururla bakmaktadırlar. Dilerseniz; bugün rakiplerinin korkulu rüyası haline gelen, taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanan Şükrü Saracoglu Stadyumu’nun tarihi ve bugüne kadar geçirdiği evrelerle sizi başbaşa bırakalım.

    1908 yılı Temmuzunda, Şehremini Operatör Cemil Topuzlu hürriyet kahramanlarına yardım amacıyla verdiği davetin konukları arasında geleceğin Fenerbahçe Başkanı Ziya Songülen ile Maruf Rıfat Beyi aramaktadır. O dönemde yurdumuzda futbolu ilk oynayan ailelerden Reji Whittall’in, İstanbul’a bir futbol sahası yapılması gerekliliği yönündeki konuşmasının ardından hemen bir gün sonra, bu kişiler, Fenerbahçe Başkanı Ziya Songülen, birkaç İngiliz ve maruf Rıfat Bey’le bir toplantı yaparak, saha için en uygun yerin, Hazine’ye ait olan bu çayır olduğuna karar verirler.

    Başkâtip Cevat aracılığıyla konu, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’e götürülecektir. Teklifi önce kabul etmeyen sultan daha sonra yıllığı 30 altın kira karşılığında Union Club ile 20 yıllık bir sözleşme yapılmasına karar verir. 3.000 altına mal olan, çayırın tahta perdeyle çevrilmesi ve bir lokal inşaatı sonrasında saha, futbol karşılaşmalarını izleyen kışa kadar hazır hale getirilecektir.

    Ancak futbola olan ilginin azlığı, kiranın karşılanamamasına neden oluyordu. Saha 1909 yılında bir yıllığına Fenerbahçe Kulübü’ne kiralandı. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine İngilizler düşman konumuna geçtiler. Dolayısıyla Union Club ile ilgilenmediler. Türk hissedarların da dağılması üzerine sahipsiz kalan Union Club’a, 1915 yılında Kara Kemal tarafından el konuldu ve ismi İttihat Spor Kulübü olarak değiştirildi. Basri Bey isimli bir kişinin işletmeciliğine bırakılan, yeni ismiyle İttihat Spor Sahası, İstanbul’un işgal devri ortalarına kadar tüm sportif faaliyetlerin yeri oldu. 1922 yılında sahanın işletmesi, Basri Bey’in vekili olan Emin Bey’e geçti. Bu kişi de bilinmeyen bir nedenle sahanın işletmesini, Ali Sami, Cevdet ve Tevfik Bey’lerden oluşan bir heyete bıraktı.

    Taksim Stadı’nın inşaatı ile birlikte, kendi haline bırakılan saha, 1929 yılında Fenerbahçe tarafından kiralandı ve 25 Ekim 1929 tarihinde yapılan bir spor bayramı ile tekrar hizmete sunuldu. Aynı gün ismi Fenerbahçe Stadı olarak değiştirildi. Bu tarihten itibaren gelişmeler de başladı. 30 Eylül 1931 tarihinde yapılan inşaatla stadın dışarısıyla ilişkisi kesildi. Yapılan birçok değişiklik sonrasında 13 Mayıs 1932 tarihinde, Vali Muhittin Üstündağ’ın katıldığı törenle, Fenerbahçe Stadı’nın açılışı yapıldı. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Kuşdili’nde bulunan lokalinin yanması sonrasında, kiracısı olduğu stadı satın almaya karar vermesi, bugünlerde Maraton tribünün yıkılmaya başlandığı ve kapasitesinin yakın bir gelecekte 52.000 kişiye çıkacağı modern stadyumun temel taşlarını oluşturmuştur. Ülkenin en önemli kulübü olan Fenerbahçe’nin yangın nedeniyle düştüğü bu kötü durum, devlet yöneticilerini de üzmüş ve onları Fenerbahçe’ye yardım etme konusunda ikna etmiştir.

    Şükrü Saracoğlu’nun ve Kemal Onan’ın da üstün gayretleriyle, 36.000 metrekarelik bu alan ve içinde bulunan bina, 27 Mayıs 1933 tarihinde, 9.000 TL bedeli 10 ayda ödenmek kaydıyla Fenerbahçe Spor Kulübü’nün malı oldu.

    Bununla birlikte Fenerbahçe Türkiye’de stat mülkiyetine sahip ilk kulüp olma özelliğini kazandı.

    Bu gurur verici unvan aynı zamanda bazı sorumluluklar da getiriyordu beraberinde. Sorumluluklarının bilincinde olan Fenerbahçe, 14 Temmuz 1933 tarihinde yapılan bir eşya piyangosundan elde edilen 17.000 liralık geliri Fenerbahçe Stadı’na harcadı.

    Aynı yıl törenlerle yapılan açılışta, ikinci başkan Hayri Celal Atamer şunları söylüyordu :

    “Muhterem hanımefendiler, beyefendiler. Üç senedir yeni bir hamlede ve başarılmış yeni bir işle huzurunuza çıkıyoruz. Üç senelik dar ve kısa bir zamana sıkıştırılmış olan bu işler şunlardır.

    25 senelik, canlı ve muvaffakiyetli bir hayatın hatıralarını taşıyan eski kulüp binası, kaderin hain ve kötü bir tamahına kurban olarak yandı. Simsiyah bir gecenin sabahı kendimizi simsiyah bir kömür yığını karşısında bulduk. Elimizde Fenerbahçe isminden başka hiç bir sey kalmamıştı. Yangından çok az zaman evvel fakir bir kiracı olarak girdiğimiz bugünkü Fenerbahçe stadına elimizde kalan enkaz ile sığındık. Bu sene Fenerbahçe 26. yıl dönümünü kutlarken yeni ve büyük bir mazhariyete erdi.

    Gazi hazretleri gençliğe ve Fenerbahçe’ye büyük ve kıymet biçilmez bir iltifatta bulundular. Heykellerinin Fenerbahçe stadına dikilmesine müsaade ettiler. Bütün Fenerbahçeliler aczimizle, bu aczi mutlakla buna nasıl teşekkür edeceğimizi bilmiyoruz. Bu heykelle bu saha yıkılmaz ve dağılmaz bir kütle haline gelmiştir. Bu topluluk, bütünlük ve birlik aynı zamanda bütün memleketin bir sembolüdür de. Bu heykel burada azmin ve tesanütün ve disiplinin bir resmi olarak yükseliyor. Bu heykele bakanın kalbi temiz ve yeni bir hamle ile çarpar. Bu heykele bakan bozguncu ve serkeş olamaz bu heykele bakanın kalbi yenilmez ve yenilemez.”

    İzleyen tarihlerde, 25’er metrelik 2 kapalı tribün 50’şer metreye uzatıldı. Lokal olarak kullanılan binanın çatısı yenilendi.

    Büfe, soyunma odaları ve duşlar eklendi.

    Devletin yıllar boyu verdiği sözleri yerine getirmemesi, vaat edilen inşaatın yapılmaması, stadın büyütülmemesi, yüksek masraflarının kulüp üzerinde ağır yük oluşturması sonrasında, 18-21 Ağustos 1982 tarihleri arasında, Başkan Ali Şen önderliğinde ve kongre üyelerinin de onayına sunularak; ne yazık ki, stat Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir.

  • Bahtsız Fakat Mesut

    Bahtsız Fakat Mesut

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Rüştü Dağlaroğlu, 23 Mayıs 1949 tarihli Öz Fenerbahçe dergisi için kaleme aldığı yazıda Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali yangın felaketinden sonra oynanan bir maçı anlatıyor. Fenerbahçe için “Bahtsız Fakat Mesut” derken ne kadar da isabetli bir tabir kullanmış…

    Bu sene 6 Haziran’da büyük acımızın 90. yıl dönümü olacak. Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde açılan bağış kampanyasında bağışta bulunanların ismini “Küllenmeyen Sevdanın Kahramanları” yazısında paylaşmıştık. Keşke bu liste stadyumda bir yere asılsa… Zira emsalsiz bir sevginin nişanesi…

    Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yaşayacak Bir Millî Tesabüd Hatırası

    Varşova’da iken Polonia kulübünü ziyaret etmek istemiştim. Fenerbahçe’nin 25 yıl önce İstanbul’da yendiği bu takıma hatıra olarak verdiği sarı lâcivert bayrağı da görmek arzusunu besliyordum.

    Dostum Polonyalı, mütereddit olduğum noktayı hemen söyledi:

    • Eski güzel lokalleri harpte bütün eşyasile beraber yandı. Şimdi ancak tek bir odada yerleşmiş bulunuyorlar!…

    Artık gitmek istemedim. Polonia kulübünün, bütün Varşova gibi uğradığı bir talihsizlik bana kulübümü hatırlattı. Onun da uğradığı yangın felaketini ve onu müteakip geçen fazla sıkıntılı günleri gözlerimde canlandırdı. Bu arada unutulmaz bir millî tesanüd- hatırası zihnimde tazelendi. Onu, bilmiyen, duymıyan gençlere bildirmeyi bir vazife saydım. Şimdi yerine getiriyorum:

    5 Haziran 1932 Pazar akşamı idi. Fenerbahçe kulübü Herr Schveng isimli bir Macarı antrenör olarak tutmuş ve şerefine bir tanışma çayı tertip etmişti. Meşhur Fenerbahçe futbolunun ilk defa olarak bir ecnebi antrenöre kavuşması mes’ut bir hadise idi. Bütün Fenerliler böyle mutlu bir gecenin sabahında pek elim bir havadisle karşılaştılar:

    Kulüp yanmıştı! Hem de herşeyile beraber! Kalanlar yalnız ismi, şerefli hatıraları ve yarattığı sevgi idiler.

    Aradan iki hafta geçmişti. Selanik muhteliti İstanbul’da idi. Fenerbahçe bu takıma karşı Taksim Stadı’nda maça çıkıyordu. Millet bahtsız Sarı-Lâcivert çocukları gözyaşlarile teselliye koşmuştu. Mutadı aşan coşkun tezahüratla karşılandılar. Herşeyleri yeni idi. Eskileri yanmış, bunlar da borçla yaptırılmıştı.

    Fenerbahçe 4-0 kazandı. Staddan yine coşkunlukla uğurlandılar. Caddelerde de eller üstünde taşındılar. Milletinin bu derin sevgisine ulaşmış bahtsız fakat mes’ut Fenerbahçe kulübü buna liyakatini yüksek bir jestle ispattan geri kalmadı. Ne yaptı biliyor musunuz?

    Pek acı bir şekilde duyduğu ve yaşamakta olduğu yoksulluğun yarattığı bir hisle, o maçın bütün hasılatını, yoksul milletdaşlarına dağıtılmak üzere, Hilal-i Ahmer’e bağışladı. Gerçi biraz daha sıkıldı. Fakat eşsiz şereflerle dolu tarihine bu yolda da eşsiz ve ebedî bir millî tesanüd ve olgunluk hatırası da eklemiş oldu.

    Rüştü Dağlaroğlu | 23 Mayıs 1949 – Öz Fenerbahçe (Bahtsız Fakat Mesut)