Kategori: Anı-Biyografi

  • Fenerbahçe’de Eleştiri

    Fenerbahçe’de Eleştiri

    Ekim 1988 tarihli Fenerbahçe Dergisi’nde, muhtemelen Neriman Tekil‘in kaleme aldığı “Fenerbahçe Spor Dergisi” bir yazıya rastladık. “Fenerbahçe’de eleştiri kültürü” diye bir şey varsa, buna emeği geçenlerin başında rahmetli Neriman Tekil de geliyor. Nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tesadüfler ve Gerçekler

    Geçenlerde bir tesadüf eseri, Yönetim Kurulu üyelerimizden biri ile tanıştık. Müşterek dostumuz bizi birbirimize takdim ederken:

    – Tanışıyor muydunuz? diye sordu.

    – Hayır! dedik, karşılıklı olarak. İki Fenerbahçeli değil, iki yabancıydık sanki. Son yıllarda böyle oldu. Kulüp, birbirlerini tanımayan Fenerbahçelilerle doldu. Her neyse… Karşılıklı ‘hayır” deyişimizin de bir hayrı oldu sonunda. Hiç değilse bu suretle bir takım gerçeklerde ortaya çıkmış oldu.

    Kısa görüşmemizde, Fenerbahçe Dergisi hakkında sitemde bulunuldu. Neymiş efendim? Fenerbahçe Dergisi kulübe para verenleri tenkit ediyormuş. Yönetim Kurulunca tasvip edilmeyen yazılar yazılıyormuş…

    Öncelikle şunu söyleyeyim: Bu dergi 40 yıldır, kişilerin değil, Fenerbahçe âmaline hizmet etmek için çıkmaktadır. Ve bir takım tenkitler yapılıyorsa, bunlar, sadece yapılan yanlışlıkları düzelttirmek içindir. Eğer bir üye:

    – Ben para veririm ama, şu şubenin de başına geçmek isterim! derse, biz bu gibilere de öncelikle ehliyet sorarız. Şoförlükte ehliyet aranır da, koskoca Fenerbahçe’nin üzerine titrediği bir şubenin başına geçenlerde, bu, kulak ardı edilirse, biz buna karşı çıkarız. Zira sadece para ile her işin halledileceği inancında değiliz. Eğer halledilmiş olsaydı, geçen yıl sarf edilen milyarlar sonucu, o canım Fenerbahçemiz 8. sırada yer almazdı.

    Kişilik arayanların, Fenerbahçe’yi basamak yapmak isteyenlerine de karşıyız. Bu iş, Nasrettin Hoca’nın sakalı gibi yol olursa, önüne zor geçilir. Her şöhret olmak isteyen, Fenerbahçe’ye girişinde, kartvizitini değil, parasını göstermeye kalkar. Ve ondan sonra da, o şanlı şerefli Fenerbahçe’nin de kimlerin barınağı olduğu meydana çıkmış olur. Bu bir.

    Yönetim Kurulunca tasvip edilmeyen yazıya gelince; söz konusu yazı imzalı yayınlanmıştır. Yazan da bellidir. Sayın Başkanımızın yıllardır beraber çalıştığı, özbeöz bir Fenerbahçelidir. Şayet yazı, gerçekleri yansıtmıyorsa, bunun karşılığı yazılır ve tarafımızdan seve seve yayınlanır. Zira biz, şu veya bu kişinin değil, Fenerbahçe’nin hizmetindeyiz. Sayın Başkanımızın, 2. Başkanın ve diğer ileri gelen yöneticilerimizin görüş ve düşüncelerini zaman zaman nasıl geniş şekilde yayınlamışsak, yönetimi tenkit eden Fenerbahçelilerin de gönderdikleri yazıları yayınlamayı bir vicdan borcu saymaktayız.

    Sonra tenkit olarak biz ne yapıyoruz? Son kongrede müjde olarak verdiğiniz vaatler ne oldu diyoruz? Bunların hangileri ele alındı, alındı ise ne safhada olduklarını soruyoruz? Bunlar bizim hakkımız değil mi? Her Fenerbahçelinin sorması gereken sorular değil mi?

    Yönetim Kurulumuzda bulunan bir garip âdem de, vaktiyle dergimizi tenkit ederken bula bula ne bulmuştu biliyor musunuz?

    – Siz bu dergiden para kazanıyor musunuz? diye sormuştu.

    – Kazanmıyoruz! demiştik.

    – Öyle ise ne duruyorsunuz, kapatın, demez mi? 40 yıldır yayın hayatını sürdüren bu dergiyi bakkal dükkânı sanmıştı zahir. Ama biz kendisine:

    – Siz Yönetim Kuruluna girmek için çalmadık kapı bırakmazken, bu girişiminizden bir menfaat bekliyor muydunuz? diye sormamıştık.

    Sonuç olarak şunu söylemek isteriz: Bu dergi Fenerbahçelilerindir. Ve Fenerbahçe’ye hizmet için çıkmaktadır. Her Fenerbahçelinin yazısını yayınlamaktan zevk duyarız. Bizim bir ard düşüncemiz yoktur. Ne bir mevkide gözümüz var, ne de şu veya bu kişinin amaline hizmet etme niyetindeyiz. Unumuzu elemiş, eleğimizi asmışız. Gerek sportif alanda, gerekse idari sahada, canımız kadar sevdiğimiz, elinde yetiştiğimiz Fenerbahçe’ye, yarım yüzyılı aşan bir zaman hizmetimiz olmuştur. Gururumuz bundan ileri gelmektedir.

    Fenerbahçe Spor Dergisi / Fenerbahçe’de Eleştiri

  • Büyük Sporcu Sait Bey

    Büyük Sporcu Sait Bey

    Kıymetli büyüğümüz ve başarılı yelkenci Seyhun Binzet, Fenerbahçe’nin ilk yıllarının efsane futbolcusu Sait Selahattin Cihanoğlu’nu yakından tanıma mutluluğuna erişmiş. Fenerbahçe’nin o yıllarını ve büyük sporcu Sait Bey ile müthiş bir hatırasını anlatıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Büyük Sporcu Sait Bey

    Fenerbahçe’nin Kuruluşu

    Moda’da bugün Cimcoz apartmanın olduğu yerde eskiden Longchene villası vardı. Sevgili Müfit Ekdal ağabeyimizden bu villada Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikimiz olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun askeri ataşesinin oturduğunu ve önünde Avusturya bayrağının bulunduğunu öğrendik.

    Bu yeşil binada sonra Kadıköylü banker Tubini ailesi oturdu ve bu aileden Fransız uyruklu Nomiko, çocukları için Moda’ya 7 tane villa yaptırdı. Bu 7 villadan biri, Devriye sokak 48 numarada ve adı da Villa Mathieu’dü.

    Bu villayı sonradan Hareket Ordusu kumandanlarından Ferit Şevki Paşa satın aldı.

    Şevki Paşa’nın oğlu Ayetullah Bey Saint Joseph Lisesi’nde okuyordu. Sınıf arkadaşı Ziya Songülen, Hint asıllı yelkenci Asaf Beşpınar ve Galip Kulaksızoğlu ile beraber Edebiyat hocaları Bahriyeli Enver (Yetiker) ile bir futbol kulübü kurmaya karar verdiler. Bu takımla ilgili bilgileri Sait Selahattin Cihanoğlu ağabeyimizin yazdığı ve Saint Joseph senelerinden can dostu olan büyük babam Eczacı Sadullah Binzet’e imzalayıp verdiği kitaptan okudum.

    Büyük Sporcu Sait Bey

    Sait Selahattin Bey Yazıyor

    Bu değerli hatıra kitabında Sait Selahattin Cihanoğlu şöyle yazıyordu:

    “Enver hoca bizi her Cumartesi toplar ve Fenerbahçe’ye götürür orada iki takıma ayırıp, bir takıma Fenerbahçe diğerine Saint Joseph derdi. Devir Abdülhamid devri olduğu için kulüp ismi bile vermekten hep korkulurdu. Takımda biz 4-5 Müslüman öğrenciydik. Diğerleri hep gayrimüslim arkadaşlarımızdı. Enver hoca ise ısrarla Türk Müslüman öğrencilerden bir takım istiyordu.”.

    Devamlı eksikliğini hissettiğim Demir Serezli kardeşimle “Belki de bu Enver hoca devrin yükselen Pantürkizm hareketini Saint Joseph’te başlatmak için görevli gönderilmişti ama elimizde bunu söyleyecek belge yok” demiştik. Tek bildiğimiz diğer Kadıköy kulüplerinde olan sporculara “Sen Müslüman ve Türk’sün. Yerin Fenerbahçe olmalı” diye yaptığı yazışmalar.

    Bu kulüp 1907’de Fenerbahçe adıyla kuruldu ve ilk toplantılarını Ayetullah beyin evinde yapıldı. Kulübün kurulduğu yer ve ilk lokali işte bu Villa Mathieu’ydü. 1911 senesine kadar da sporcu formalarının yıkanmasına kadar her türlü faaliyet buradan yönetildi. Fenerbahçe’nin ilk İstanbul Ligi Şampiyonluğu 1911-1912 sezonunda işte bu binada kurulan takımla yaşandı.

    Bu ilk şampiyonlukta birçok Saint Joseph’li Fenerbahçeli yıldızlaştı Ziya Songülen, Ayetullah Bey, Hasan Bey, Sait Selahattin Cihanoğlu ve Galip Kulaksızoğlu. Hepsi de Enver beyin seçtiği Müslüman Türk talebelerdi.

    Büyük Sporcu

    Bu anlattığım insanlar hep devrin anlatımıyla komple sporcuydu. Hepsi iyi bir avcı, iyi bir yelkenci, iyi bir tenisçi ve iyi bir futbolcuydu. Ben aralarından büyük babamın arkadaşı olan ve sonraları İstanbul Yelken Ajanlığı yapmış Sait Selahattin ağabeyimi çok yakından tanıdım. Kendisini hem Saint Joseph’ten hem de yelken sporundan çok değerli bir büyüğüm olarak görürdüm. O da bana ya “küçük Sadullah” ya da “Saint Joseph’li arkadaşım” derdi.

    Kendisi ile olan bir hatıramı da anlatmak isterim.

    1964 veya 1965 senesiydi. Sait ağabey, Yelken Ajanıydı. Biz sevgili Ragıp Kotan kardeşimle beraber devrin en küçük yelken sınıfı olan 12 Kadem Dinghy sınıfında İstanbul şampiyonu olduk. Fenerbahçeli iki Fransız yelkenci kardeş, Gabriel ve Nikolas da ikinci geldiler. Bu çocuklar Belvü’nün yanındaki, Sabancı’nın restore ettiği kırmızı evde otururlardı. Dedem onlara “Bay Cocteau’nun torunları” derdi. Onlar bizden 2-3 yaş küçüktüler ve çok ufak tefektiler. Sait ağabey bize büyük övgü yaparak kupalarımızı verdi, sonra ikinci gelen ekip diye bizlerin yarısı kadar olan iki Fenerbahçeli Fransız anons edilip sahneye geldi. Büyük spor adamı onları görünce bir sinirlendi! Ve herkesin içinde “Siz bunlarla yarışmaya utanmıyor musunuz? Her sporda, her sporcu dengiyle yarışır” dedi.

    Seyhun Binzet

    Büyük Sporcu Sait Bey
  • Galatasaray’da Okuyup Fenerbahçeli Olmak

    Galatasaray’da Okuyup Fenerbahçeli Olmak

    1930’lu yılların meşhur spor dergisi Olimpiyat’ın 23 Haziran 1934 tarihli nüshasında, Fenerbahçe tarihinin en önemli isimlerinden birisi olan Ali Naci Karacan, mükemmel bir yazı kaleme almış. “Futbol işlerimizin meraklı, eğlenceli, faideli tarihçesi” başlıklı yazı dizisinde, “Galatasaray’da Okuyup Fenerbahçeli Olmak” nedir ve “Öyle şey olmaz!” diyenler nasıl da uçsuz bucaksız saçmalıyor, bunu anlatıyor… Nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Galatasaray’da okumuşken nasıl Fenerbahçeli oldum?

    Beni Fenerbahçeli eden, ne 1331 senesi, bir akşam, bir müsamere münasebetiyle kulübün aza defterlerine ismimin yazılmış olması, ne de İttihatspor maçı münasebetiyle tekrar ve sık sık temas etmek fırsatını bulduğum Hasan Kamil ve bilhassa Nasuhi gibi  bazı eski ve Fenerli arkadaşlarımın çok şiddetli ısrarları olmuştur. Beni Fenerbahçeli eden, İttihatspor’un çöküp gitmesine rağmen, benim içimde coşup taşan kendi heyecanım ve beni senelerce Fenerbahçe’nin ta en yüksek idaresi başına yükselten, bana o temiz ve kibar gençlik ocağının naçiz hizmetkarı olmak şerefini veren de, o müessesenin bilaistisna bütün mensuplarında müşterek bir hassa, bir karakter hassası olarak göze çarpan Fenerbahçelilik aşkı, yani kulübün kendi kalbinden çıkarıp kendi çocuklarının kalplerine aşıladığı, kendi heyecanı olmuştur.

    Spor işleriyle uğraştığım seneler sık sık uğradığım bir suale de aynı zamanda cevap vermiş olmak için, söylemeliyim ki, filvaki ben, Galatasaray’da okudum, bütün feyzi oradan aldım.

    Senelerce, o aziz yurdun dershanelerinde yattım, bahçelerinde gezdim.

    Galatasaraylı tabiriyle, pilavını yedim, suyunu içtim, havasını teneffüs ettim.

    Hâlâ bile, Beyoğlu’ndan her geliş ve geçişimde, başımı çevirir, çocukluğumun en güzel hatıralarıyla dolu yurda hasretle bakar ve bazı zamanlar hatta gözlerimin yaşardığını bile hissederim. Şimdi, şu satırları yazdığım esnada bile, sanki, yemekhanenin kapısında, elleri arkasında, “Bazil”in heykel gibi hepimize göz gezdirişi, “Moskos”un:

    • Un retenu!

    Diye bağırışını, Azrail’den korkar gibi korktuğum “Blanchon”un gözlüğünü ve ak saçlarını, Salih Arif’in öğle yemeklerinden sonra uyuduğumuzu görünce:

    • Encore on vous a donne dul ait caille!

    Diye bağırışını, görür ve duyar gibiyim.

    Galatasaray’ı, Galatasaray mektebini damarlarımın içindeki kan gibi, o kadar kendimin hissederim.

    Evet, birçokları gibi ben de Galatasaray mektebinde okudum, Galatasaray mektebinde yetiştim.

    Fakat bundan ne çıkar ve Galatasaray’da okumuş olmaklığım Fenerbahçe’de çalışmış olmaklığıma neden ve nasıl mani veya mahzur teşkil edebilirdi ve niçin etsin?

    Ben Galatasaray mektebinde okudum ama Galatasaray kulübüne hiçbir zaman girmedim ve bu itibarla asla Galatasaraylı değildim ve değilim.

    Galatasaray talebesi olmak itibariyle benim Galatasaray futbol takımıyla bütün alaka ve münasebetim şundan ibarettir ki, senelerce aynı sırada yan yana oturduğumuz Hasnun’la, Ustrumcalı Hüseyin, mebus Rıfat, kasap Faik ve daha birçokları, Galatasaray futbol takımıyla alakadar bir kısım arkadaşlarla, hep aynı sınıfta idik. Ara sıra onlarla beraber soyunup “Gran kur”da topa vuruyor ve büyük maç günleri bu arkadaşlarımı gidip teşvik ve teşci ediyordum. Kaybettikleri zaman müteessir oluyor ve kazandıkları zaman da, pek tabiidir ki, seviniyordum. Demek benim Galatasaray futbol takımıyla alakam, o takımdaki mektep arkadaşlarıma duyduğum alakadan ve bir de mektebimin ismini taşıyan takımın kazanmasını istemek arzumdan ileri gelmekte idi.

    Evvelce de söylediğim gibi, mektepten sonra hayata girince, futbol bağlarım yavaş yavaş tamamen gevşemiş ve müphem birer hatıra haline gelmişti. Esasen Galatasaray kulübü de, bizim mektepte olduğumuz tarihlerde, bugünkü gibi az çok mektep haricinde ve hemen hemen ayrı bir taazzuv halinde değildi. Binaenaleyh ben Galatasaray kulübüyle değil, anlattığım şekle münhasır kalmak üzere Galatasaray futbol takımıyla alakadardım ve içindeki arkadaşlarımın kimi cephede ölüp kimileri de şuraya buraya dağılarak o takım zamanın emrettiği zaruri istihalelere uğrayınca, artık, içimde, ona karşı fazla bir alaka da duymamaya başladım ki, Fenerbahçe’ye girmekliğim için ısrar ettikleri zaman “Ben Galatasaraylıyım!” diye bir mani ve mahzur hatırlamadım. Niçin hatırlayayım ki, hiçbir zaman Galatasaray kulübüne girmemiş olmaktan maada, eğer mektepte okumak Galatasaraylı olmak demek idiyse, o halde benden evvel Fenerbahçe’nin kaptanı Hasan Kamil de, benimle beraber Galatasaray’da ve aynı sınıfta okuyanlar arasında olduğu ve hele o futbol da oynadığı için daha evvel Galatasaraylı olmak lazım gelirdi. Halbuki bütün futbol hayatında bu arkadaşa bir kere “Galatasaraylısın!” denilmediği halde, şayanı hayrettir ki benim sonradan yaptığım bütün spor kavgalarında ve Galatasaray için yazdığım bütün o mücadele yazılarına verilen cevaplarda, bir kısım muharrirler, hep “Sen Galatasaraylısın ve Galatasaray’a hücum ediyorsun!” diye bana tariz ettiler. Bu haksız tarizlere, daima “Mekteple kulübü birbirine karıştırmayın! Her Galatasaray’da okuyan behemahal Galatasaray kulübünde olmak mecburiyetinde değildir!” cevabımı verdim.

    Bu cevapta, her noktadan haklı idim. Çünkü Galatasaray futbol takımının resmî maçlar yapması ve resmî maçlar yapan takımların ihtiyaçlarına ve zaruretlerine katlanarak, çok defa, arasına –vaktiyle Hüseyin ve sonra Latif’i aldığı gibi- Galatasaray’la hiçbir alakası olmayan, fakat iyi futbol oynayanları alması, bu kulübün mekteple mesela Robert Kolej takımı gibi sıkı alakası olmadığını, yani bütün manasıyla bir mektep takımı ruhunu taşımadığını göstermeye kâfi değil mi idi?

    Hulâsas, bütün bu mülahazalardan başka, asıl hakim sebep şudur ki karşıma Fenerbahçe çıkıyordu ve ben de Fenerbahçe’yi, daha ilk temasta, kendime daha uygun görüyordum. Onunla kendi aramdaki havanın hemen –bilhassa oyuncularını mütevazi, sessiz, fakat yenmek azmiyle dolu gördüğüm için- büyük bir sevgi ile dolduğunu görüyordum.

    Nihayet Galatasaray mektebinden olduğum kadar ve belki daha eski bir Kadıköylü idim ve bu kulübün içinde benim çocukluğumdan beri yaşadığım muhitin birçok gençleri, birçok arkadaşlarım bulunuyordu.

    Şimdi, onlar bana “Gel beraber çalışalım ve bu kulübü yükseltelim!” diye ısrar ediyorlardı.

    Elimde bir gazete vardı ve hiç olmazsa, bu gazete ile, bu kulübe istediğim kadar hizmet etmek imkanları ortada idi.

    Nihayet ve bilhassa şunu söylemeliyim ki, benim kulüp ve kulüpçülük telakkilerim de, o zaman ve hâlâ, birçok Galatasaraylıların ve Fenerlilerin hususi telakkilerinden bambaşka idi. Mütarekenin o günlerinde ben bu spor ve bilhassa futbol işini tamamıyla milli bir iş olarak görüyordum ve onun nasıl olup da o zamana kadar o şekilde telakkiye uğrayarak ona göre üzerinde çalışılmamış olmasına da hayretler ediyordum.

    Bilhassa bir ecnebi takım karşısında, bir Türk futbol takımının yapacağı hamle, Türk gençliğinden bir parçanın kolektif bir milli hamlesinden başka ne suretle telakki olunabilirdi? Filvaki o zamana kadar, belki kulüplerde kendilerini doğuran hususi toplanma ihtiyaçlarının ve kendi kulüplerinin yalnız spor yapmak arzularının mahsulü idi.

    Fakat artık, kulüpler büyümüş ve zaman değişmişti.

    Şimdi, kulüp hacimlerinin yeni zaman şeraitine göre büyülterek, genişleterek, kendilerini hususi cemiyet sahasından cemiyetin asıl sahasına, millet sahasına taşırmak ve ona, kendisine yakışan bir faaliyet, memleket mikyasında bir faaliyet vermek daha doğru değil miydi?

    Ve işte mesela şu Fenerbahçe kulübü, hepsi münevver, hepsi memleketçi gençleriyle, memlekette böyle bir spor bayrağı haline gelebilmek için bütün şartları ve istidatları haiz görünüyordu. Yahut, Fenerbahçe, benim kafamda herhangi bir kulübe tatbik edilecek olan bu fikirleri derhal kavramak ve işe başlamak için, bana, sabırsızlık gösterir gibi geliyordu.

    Demek isterim ki, futbolda bilhassa ecnebilere karşı bir milli mücadele silahı gördüğüm ve yalnız öyle gördüğüm içim heyecanlandığım o günlerde, tesadüf, karşıma Fenerbahçe’yi değil de, herhangi bir kulüp çıkarsa, ben, belki onun da içine girerek o fikirleri hakim kılmak isteyecektim. Nasıl ki İttihatspor’da, bir an, fikirlerime uygun bir uzviyet bulduğumu bile zannetmiş ve onu takviye dahi etmek istemiştim. Fakat Fenerbahçe İttihatspor’u yenerek bu kulüp dağılıverince, bu bana yalnız bir galibiyet ve bir mağlubiyet farkı göstermekle kalmadı. Köklü, kendini sevenlerin aşkına dayanmış bir müessese ile köksüz ve yalnız hususi ve şahsi gayretlere dayanan devşirme kulüpler arasındaki farkı da anlatmış oldu.

    İşte bu suretle ve içimden taşan bu aşk ile ve bu emellerle ve hakikaten Fenerbahçe’ye hizmet aşkiledir ki , arkadaşların kafile halinde evime geldikleri bir gecenin samimi havası içinde bir akşam, Fenerbahçe’ye girmek teklifini kabul ettim ve kim ne derse desin, Fenerbahçe’ye girip onu yükseltmeye çalışmakla da, en başta Galatasaray olmak üzere, hiç olmazsa kendilerini de çalışmaya mecbur ederek az hizmet etmedim.

    Ali Naci Karacan / 23 Haziran 1934 – Olimpiyat Dergisi

  • Açık Mektup

    Açık Mektup

    13 Mart 1948 tarihli “Sarı Lacivert” dergisinde Galatasaraylı Muvakkar Ekrem Talu, Galatasaraylı Muslih Peykoğlu’na hitaben zehir zemberek bir açık mektup kaleme almış.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Muslih Peykoğlu’na Açık Mektup

    Bayım!

    Seni birkaç dershane yukarımızdaki birisi olarak yirmi beş sene evvel tanıdım. Futbola çabuk bağlanmış çocuk ruhumla senin beceriksiz de olsa nihayet “futbolcu” hüviyetin ve bir miktar yaş farkın sana “ağabey” alaka ve saygısını göstermemi sağlıyordu.

    Aramızda şahsi hiçbir alıp verecek geçmeden hayata, cemiyet hayatına karıştık. Ben senin de başına gelebilecek ve son yazında alaya aldığın bir cilve-i kaderle aktivitemi kaybedip sporla alakamı sadece yazı sahasına inhisar ettirdiğim devrede senin esasen bir kıymet ifade etmeyen futbolculuk hayatın son günlerini yaşıyordu. Bugün de üzerinde titizlikle durduğum prensip ve yazıcılık karakterimle seni; sevdiğim, saydığım ve renginden olduğum halde “iyi oynamıyor” diye tenkit ettim. Yalan mı söylüyordum?

    Sen değil de, galiba futbol seni bıraktığı günlerde –hatta çok evvelinden- idarecilik hayatına girdin. Mümeyyiz vasfın “kulübünü çıldırasıya sevmek”ten başka ne idi? Bu “sevgi”; şekil, hararet ve tezahür bakımlarından benim ezelî ve ebedî prensip ve telakkilerime uymamakla beraber, içimden: “Aferin diyordum. Çocuk sapına kadar erkek çıktı. Yetiştiği muhitin gönüllü hadimi, sadık adamı…  Hizmet ve himmeti meşkûr olsun…” Ve böyle düşünerek senden o cemiyete, dolayısıyla Türk spor bünyesine hayırlı, faydalı, müsbet hareketler umuyordum. Sen yine Galatasaraylıların bir ifade ve teşbihi üzere yavrularını nihayet ağuşunda boğup öldürecek bir tarzı muhabbet besleyen ve tatbik eden ana kedi gibi, kulübünde alelacayip hisler ve tatbiklerle içinde veya başında bulunduğun devreler o muazzez ocağa fayda yerine namütehani zarar iras ettin.

    Bu Yeniköy Palas’ta karısını yaralayan tüccar, Kadıköyü’nde bir rüya kabusu ertesi eşini boğazlayan bahçıvanın “sevmek” tarzını andıran haletinle kulübüne öyle zararlar getirdin ki bu hareketler karşısında bir Galatasaraylı olmaktan ziyade bir cemiyetçi olarak sana lisanımla isyan eder oldum. Ciddi –fakat yazı adabı çerçevesinde- birkaç makalemle senin şahsını değil, ef’alini tenkit ettim. Seni seviyor, fakat yaptıklarını, tuttuğun yolu beğenmiyordum. Koskoca Galatasaray’ı baltalayacak her türlü fenalığı senden sudûr eder görüyordum. Sen üstelik bunu müfrit kulüpçü ve cemiyetçi olarak yapıyor, bünyeyi içinden sarsıyor, sureti haktan görünerek kemirmede devam ediyordun.

    Mektep yavrularını kulüpçü kaydıyla rey sahibi kılarak topladığın bir ekseriyetle hakim-i mutlak kesilerek giriştiğin icraatın en kötüsü şu olmuştu: Yusuf Ziya’yı kulüpten kaçırtmak…

    Yusuf Ziya sadece Galatasaray’da değil, Türk cemiyetinin bütününde her bakımdan bir “kıymet”ken onu Galatasaray’dan, Galatasaray’ı da ondan soğutmaya kalkmak hata idi. Sen bu hatanın tek müsebbibisin. Yalan mı?

    Galatasaray’dan, hiç olmazsa Galatasaray’a hizmetten beri kıldığın sadece Yusuf Ziya mıdır?

    Suat Hayri’leri, Nihat’ları, Adil Giray’ları, Kemal Rifat’ları, Eşref Şefik’leri, Tahir Kevkep’leri, Adnan Akıska’ları, Ulvi’leri, Eczacı Arif’leri, Osman Müeyyed’leri ve daha nice nice Galatasaraylı kıymetleri senin kah gizli kah aleni istiskallerin kulüpten kaçırmıştır. Bugün bile Suphi gibi milletçe seçilmeye layık görülen değerli bir varlığı kulüp başkanlığından atlatmak için mücadeleye girişmiş olduğunu biliyorum.

    Sen bir yazı daha yazdın. Senelerce kullandığın zehirli dilini kağıda dökmek fırsatını bulmuştun. Bugün aharın haysiyeti üzerinde hassasiyetle durulmasını arzulayan sen, o yazında Zeki Nuri Bosut, Şazi, Adnan, Samih gibi cemiyet hayatının “efendi” tanıdığı müstakim vatandaşları bir nevi dalaverecei mevkiine koyup ilan ettin. Dolayısıyla Fenerbahçe teşekkülüne karşı klasik nefretini ayrıca tekrar ettin. O yüce varlığa ağır ithamlarda bulundun. Fenerbahçe büyük, çok büyük, senin tahmininden de fazla bir vatandaş ekseriyetinin sevdiği, saydığı mensup olduğu bir Türk cemiyetidir. Sen ona ikide bir ne hakla hakaret edersin?.. Hem de bir mekteb-i irfanda “hoca”lık etmedesin. Yani senin dirayet, talim ve terbiyene mevdû halk çocuklarına canlı fakat kötü örnek teşkil eden bir hoca… Tek taraflı görüş, tek taraflı düşünüş, tek taraflı muhakeme… Senden olmayan, -Türk dahi olsa- sence kafir, sence menfur!

    İşte Türk yavrularına bu sakim telakki ve prensibi aşılamakta olan bir maarifçi!.. Gel de bu sözlerimi amme huzurunda inkar et bakalım!

    Sen o mahut “birinci yazın” içerisinde mizahçı bozmaları filan da diyerek bir takım herzeler yumurtlarken “Satır”da çıkan bir yazıdan alınmışsın. O yazıda “Muslih” adına en ufak bir ima yokken sen o “Kırk katır mı, kırk satır mı” mevzuunda kendi ef’al ve karakterinle neden bir münasebet tevehhüm ettin de o tasvir ve teşrihi benimseyiverdin?

    Ya sen osun, ya değilsin?

    O ve öyle isen sözüm yok! Şayet değilsen o kırk katıra ve kırk satıra tesahüp neden?

    Şimdi senin adı bence çok muhterem bir dergide yediğin nanelere işaret edeyim. “Mikrop şebekesi”, “ahlaksız”, “namussuz”, “bayağının bayağısı”, “aşağının aşağısı”, “kuyruklarına basınca saldıran”, “deri değiştiren”, “küspede ısınan”, “sümüklü kulüp yedibaşısı”, “ödlek”, “buldog”, “çomar”, “foksteriyer”, “penguen”, “fino”, ilâh…Cehennemmekan “Ali Kemal”in üslubunu hatırlatan bu sözleri ben nihayet lüzumsuz hiddete kapılan bir kardeş!! hitabı olarak telakki edip şahsımı doğrudan doğruya alakadar eden birkaç paragrafa cevap vererek uzayan yazımı bitirmek istiyorum.

    Satır gazetesinde çıktığımız günden beri aylardır imzasız neşriyat yapılmaktadır. Bunun manevi ve kanuni mesulleri gazetenin başında musarrahtır. Kimseden hüviyetimizi gizlemiş değiliz.

    İkimiz arasında geçen bir hadise sebebiyle dedemin mektep bahçesinde kadirşinas Galatasaray topluluğunun bir hatırayı ıhlâsı olarak mezkûr heykelinden, kız kardeşime kadar taallûkatımı mevzu içre etmek senin yazı adabı kadar soğuk ve terbiye adabına da derece-i vukufunu ispat eder.

    İstitraden şunu da söyleyeyim ki bugün diline doladığın “Recai zade”nin Galatasaray’daki hocalık hüviyet ve kıymetini inşallah sen de kesbedersin de senin de ileride –Allah geçinden versin- bir heykelin rekzedilir.

    “Ailesine hürmeten şimdilik cevap vermiyorum” diyerek “sayın peder”imize varıncaya kadar dil uzatan sen “kırk üçlük bebek” şimdi bu cevabıma karşılık verir de o usta! üslup ve beyanınla yine bir sürü hayvan fasilesi sayacak olursan seni temelinden sarsacak iki fiilini –maalesef- açığa vurmak mevkiinde kalacağım. Bilmiş ol!

    “Bacak arasında dolaşma”nın bana vergi bir karakter olmadığını çömezin Haluk San’a söylediğin bir söze göre tecrübe ettin bilirsin.

    Yazını şu cümle ile bitirmişsin: “Karşıma erkekleştiğiniz zaman çıkın!”

    Merak etme! Biz senin tab’ına göre erkek! Hiçbir zaman olamayız.

    Şimdilik bu kadar hocam!

    Muvakkar Ekrem Talu

  • Kadıköy Cenneti

    Kadıköy Cenneti

    Sermet Muhtar Alus, 29 Temmuz 1945 tarihli Akşam gazetesinde muhteşem bir Kadıköy yazısına daha imza atmış. Kadıköy cenneti andıran bir köşe iken, kimler kimler, ne zamanlar geçirmiş… Büyük bir keyifle okuyacaksınız!

    Not : Yukarıdaki müthiş görsel için kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet‘e sonsuz teşekkürler…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dünden Bugüne Kurbağalıdere

    Belediyenin Kurbağalıdere’yi temizletmeğe kalkışması civarlıları, hele orayı bir iki ay önce kalemine dolayan kıymetli dostum Vâ-Nû’yu ne kadar memnun etmiştir, diyorum. Bu hayırlı haberi Akşam’da okuyunca ben de âdeta sevinmiştim. Ara sıra Göztepe’ye gidip gelirken derenin ilerisini, gerisini yokluyorum. Faaliyet başladı mı, başlamak üzere mi? Hattâ geçen çarşamba, yine oradan geçerken Kalamış koyunda tarak dubası gözüme ilişince enikonu ferahladım. Aradan üç dört gün geçer geçmez gazetelerde bir havadis:

    Mevsim geçikmiş, artık havalar müsait değilmiş; gelecek seneye bırakılmış. (Geç olsun da güç olmasın, çıkmaz ayın son çarşambasına kılmasın da)yı hatıra getirerek yerinmeğe pek sebep yok amma şu da apaşikâr: Yine pişmiş aşa su katılmış.

    40 yıl evvel Kurbağalıdere sahiden kurbağalı bir dereydi. Yaradana kurban olayım, o koca kafa, patlak göz hayvancıklar, kıyılarında durup dinlenmeden bağırışırlar; hikmeti hüda, ne bed şekillerinden tiksinilir ne de kötü seslerinden yaka silkilirdi.

    O vakit dere, şimdiki kadar dolmamış. Suyu oldukça bol, çamur renginde, aşağı tarafları yosunlar, miyasmalar içinde ve küme küme haşarat bulutlan: su sineği, sivrisinek, tatarcık.

    Üzerinde o zaman da kâgir bir köprü vardı. Yavuz Selim’in Çaldıran seferine, Dördüncü Murad’ın Revan, Bağdat seferlerine gidişinden kalma mı neydi? Köhne, dapdaracık çukurlu tümsekli; iki yanında tahtadan harap korkuluklar.

    Maazallah, koşulu atlar az buçuk haşarılanıp arabayı iki karış sağa veya sola götürdü mü paldır küldür aşağıyı boylamak haritada yazılı. Emektar, dizgin kullanmakta usta arabacıları hep o köprü üstünden geçerler; içeridekiler bu berzahlanışa alışkın olmakla beraber besmeleleri, salâvatları dudaklarından eksik etmezlerdi. Gelgelelim bütün kira faytoncuları, muhacir arabacıları dere budur diyip yallah dalarlardı.

    Sebebi var: Sıcaktan dili bir karış dışarıya çıkmış hayvanları serinlendirmek; çamurlukların, tekerleklerin tozunu toprağını gidermek…

    Müşteri hanımlar, beyler feryadda:

    — Aman ne yapıyorsan hemşehri, bari derin taraflara gitme, üstümüz başımız, tepeden tırnağa zifoslardan berbat olacak, maskaraya döneceğiz.

    Kulak asan kim? Hattâ bazıları, fırsat bu fırsat diyerek daha ötelere gider, paçaları sıvayıp aşağı atar, diz kapaklarına kadar suya girmiş atları, tekerlek taslarına kadar batmış arabayı bir âlâ yıkardı.

    Mahut kâgir köprünün altından itibaren gerilerine (Dereboyu) denilirdi. Kadıköylülerin en belli başlı mesiresi. Kıyılarına, yaygılar, kilimler serip serip bayıla bayıla Gazhane, Paris, Çarıkçı mahallelerinin kadınları, tazeleri; memede, kucakta elde, sıbyanları. Kimi kol gibi hıyarları göğdeye atmada, kimi tırabzan babası kalınlığındaki mısır koçanlarını kemirmede.

    Daha üst tabakalar da mevcut; Halep maşlahlı, son moda yeldirmeli, alafranga kaspusiyerli hanımlar da dolu. Seccadeler, açılıp kapanır portatif iskemleler üzerine oturmuşlar. Onların da ağzı boş durmuyor. Gezici satıcılardan kâğıt helvası, dondurma, Ağustos’un on beşi geçti mi muhallebi, kestane, ünnap yiyorlar. Tazeler arada bir ayaklanıp bir iki boy piyasada; peşlerinde şık beyler ve gelsin (söz atış)ların çeşidi:

    (Mahmur bakışı âşıka bin lûtfa bedeldir), (Atfetme sakın hançeri müjgânını nagâh), (Etmeyor hiç merhamet cânân benim efganıma) gibi şarkı mısraları…

    Cuma ve Pazar akşamları buradakiler Kuşdili çayırına, Kuşdili’ndekiler de buraya kadar, aynı minval üzere piyasayı uzatırlardı.

    Dere boyundaki keçi yollarından daha ileriye yürüyünce bir kır kahvesine gelinirdi. İşleteni de söyliyeyim: Kadıköyü’nün en namlı yorgancısı, aksatmasının kıtlığından değil, keyif olsun diye tiyatrocu Kel Hasan’ın büfesini tutan, meşhur (Onikiler)den arta kalan Kâmil efendinin küçük oğlu Zekâi.

    Yüz yıllık çınarların altında bir salıncak, bir de o vaktin başlıca jimnastik âleti olan barfiks vardı. Omuzdaş takım kolan vururken minare boyu yükselerek ayaklarını çınarın dallarına değdirir; perşembe akşamları da havalinin jimnastiğe meraklı bazı delikanlıları ve Harbiye, Bahriye, Kuleli mektebi talebelerinden bazı gençler sabit demirde marifetler gösteri, birbirleriyle yarışa çıkarlardı.

    Kurbağalıdere’nin daha ötesine gitmek netameli sayılırdı. Zire Beşinci Murad’ın sözüm yabana çiftliği orada. Vakıa bir iki uyuntu bekçiden başka kimsecikler arama, fakat korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlı. (Fikir tepesi)ni boylıyacaklar sağdan, uzaklardan dolanırlardı. Tepenin civcivliği de mayıs ayına münhasır.

    Dere boyunun gediklilerini sayalım; hanımlar tarafından takılmış lâkablarını da ilâve edelim:

    Kıvırcık saçları tıpkı fesliyen demetini andıran, (zabıtanı askeriye)den ve (müntesibini musikiye)den Bülbül Asaf…

    (Çayır lüksü), (Pembe gül), (Mehtap) ünvanlarını taşıyan, Babıâli’nin bilmem ne kalemi hülefasından Dilber bey…

    (Küçük lüks) denilen ufak tefek genç…

    Piyade mülâzımı, Uşşakizade Halit Ziyanın hayranı, istikbalin edebiyatçısı ve muharriri Raif Necdet ile candan arkadaş, eski Galatasaraylı, Romanyalı Süleyman Sudi…

    Pembe köşklü, Kişizade, (bundan altı yedi yıl evvel Suadiye’de kaza kurbanı olan) Kenan merhum…

    (Lokman hapı) diye şöhretli, kara yağızın yakışıklısı Yusuf…

    Fazal sarışınlığından ötürü Almana benzetilen, ney üflemekte de mahareti bulunan Cemil…

    Her an hafiften hafife gazel terennüm eylemediği dakikalar kahkahasından durulmayan, sakal başını henüz aldırtmış hafız…

    Damatlara, gelinlere, torunlara karıştığı halde her dem taze bembeyaz saçlı ve kirpikli, Mızıkai hümayunlu Suat bey (elyevm Kadıköyü’nde gazete satar) ve saire…

    Hanımları araya katmadık. Bu gezip tozan beyler, yukarıda dediğim gibi Kuşdili çayırı piyasalarından da hiç eksik olmazlardı.

    Derenin sağ kıyısına rastlayan çayıra niçin Kuşdili adı verildiği düşünülecek şeydir. Etrafında ağaçlar, yeşillikler çok; berisindeki bostanda tınazlar gibi gübre yığını; yani her tarafın kuş yatağı oluşunda şüphe yok. Ve lâkin ne diye (Kuşlu çayırı) denilmemiş de (Kuşdili çayırı) denilmiş. Öteden beri seyir, seyran yeri olduğuna göre acaba eskiden burada (teııezzühe) çıkan erkekler, kadınlara kuşdilice mi lâf atarlarmış?

    Fenerbahçe’den dönen Kadıköylülerin, Acıbademlilerin, Üsküdarlıların arabaları Mahmutbaba türbesinin önündeki yolda zincirleme, arka arkaya dizilir, son mola burada verilirdi.

    Süsüne fazla düşkün beyler arabadan inip bir kenarda lostracıya iskarpinlerinin, pantalon paçalarına tozlarını süpürtür, arkadaşının koluna girip çayırı üç beş kere dolaşır. (Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla) kabilinden yanındakıne şairane şairane sözler, Fransızca kelimeler karışık cümleler sarfederlerdi.

    Kuşdili’nin dere kenarında, Komik Hasanın ahşap tiyatrosu cuma ve pazarları dolup taşardı. İştanbul’da ilk futbol, Moda’daki İngilizler tarafından, bu salaşın karşısında oynanmıştır. Meşrutiyetin ilânından sonra Galatalı Hamdi reis, meşhur çalgılı gazinosunu gene bu salaş tiyatro binasının ilerisinde açmıştı. Yıllarca her yaz hıncahınç kesilmiş, günün birinde de reiscağız ayağı kayıp yuvarlanınca ağaçlara gerili tele boynu takılıp ahrete gitmişti.

    Kurbağalıdere’nin nihayetindeki Yoğurtçu çayırına neden dolayı bu ismin verildiği de malûm değildir. Bir köşeciğinde yoğurt yapan bir mandıra mı vardı, yoksa yoğurtçu dükkânı mı, bilen yok.

    Ben dünyaya gelmeden beş altı yıl evvel bizimkiler bir yaz orada ev kiralamışlar. Konu komşular arasında maruf kimseler de varmış. Meselâ Mekteb-i Mülkiye müdürü Abdürrahman Şeref efendi; doktor Ahmet paşa; Babıâli ricalinden Nureddin bey (eşsiz sanatkârımız Münir Nureddin’in babası); Tulumbacıbaşı (musiki üstadlarımızdan Sinekemani Nuri beyin babası).

    O zamanlar ramazan yaza rastladığından çayırda cemaatle teravih kılınır, civarlılar gecelik entarileri, keten hırkalar, feyyum kürklerle namaza gelirlermiş. Çayırın deniz tarafında, etrafı pedavralarla, çalı çırpılarla bölünmüş yerde Kavuklu Hamdi ortaoyunu oynar, küçücük sahnede Aranik adında, kara kaşlı, kara gözlü, tombalak bir Ermeni kadını:

    “Muhaciriz, bîçareyiz, amma ne bahtı kareyiz” diye kanto söylermiş.

    Teravihten sonra istiyen ortaoyununa gider, istiyen çayırda piyasa eder; çok kimse de, bilhassa mehtaplarda sandallara binip, beyden efendiden de sazende ve hanendeleri beraberine alıp derede, Kalamış koyunda geç vakitlere Kadar taksimleri, gazelleri, şarkıları tuttururlarmış.|

    Bizim çocukluğumuzda Yoğurtçu’da in cin top oynardı. Meşrutiyetten sonra gene canlanır gibi oldu. Derede, koyda gene deniz safaları yapılmağa başladı. Yıkılan oyun yeri bir kahve haline sokulmuştu. Sahibi çepkenli ve poturlu Mustafa ağa, ocakçısı da (Dede) denilen kalendermeşrep bir Ermeniydi. Bu kahve sonbahar girince balık meraklılarının âramgâhı idi. Baş devamlısı da Barometre Ali bey.

    Mumaileyh göğe, bulutlara bir göz atsın, ertesi gün havanın lodosa mı döneceğini, fırtına mı kopacağını şıppadak söylesin.

    Sermet Muhtar Alus / Taha Toros Arşivi

  • Arif

    Arif

    Bedri Gürsoy, muhteşem futbolcu portrelerinin arasında Fenerbahçe’nin 1919 yılında kaybettiği futbolcu-başkanı Emirzade (Şehit) Arif Bey’e de yer vermiş. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün on yıllardır bu efsane futbolcusunu yad etmiyor oluşu, ölüm tarihinin tam olarak bilinmemesi ile açıklanamaz. Bir çok “keşke” arasına bunu da eklememiz gerek. Keşke kulübümüz onu hatırlasa ve bir heykelini dikse…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Arif

    Bütün futbol tarihimizi bilen ve bugüne kadar her nesil futbolcularını tanıyan, gören bir meraklıya sorunuz. Bu meraklı ister Galatasaraylı, ister Fenerbahçeli, ister Altınordulu, isterse Süleymaniyeli olsun elverir ki futboldan anlasın. Ona deyiniz ki;

    • Memleketimizde şimdiye kadar yetişen futbolcularımızın içinde en iyi müdafi oyuncusu olarak kimi tanırsın?

    Derhal şu cevabı alacağınıza emin olabilirsiniz:

    • Fenerbahçeli meşhur bek (Arif)i…

    Zayıf, uzun boylu, küçük yüzlü idi. Arif’in kendisine mahsus ciddi, hatta biraz da içli ve mahzun bakışları vardı. Aile ve spor terbiyesi fevkalade idi. Mert bir arkadaş, samimi bir dosttu. Maçlarda fırtına gibi sert oyununa rağmen kasten bir kimseyi incitmezdi.

    Oyunu… Evet Arif’in o akıllara hayret veren oyunu… İşte bunu anlatabilmek bir mesele… İnsan onu görmeyince kabil değil bu derece harikalara ve meziyetlere inanamaz.

    Arif’in vücudu baştan aşağıya sanki içerisine civa ve lastik karıştırılmış bir çelik zemberekten yoğrularak işlenmiştir. O kadar hareketli, o kadar yaylı, o kadar sağlam, o kadar mukavimdir. Bir buçuk saatlik maç esnasında Arif’in bir saniye bile yerinde durduğunu göremezsiniz. O yılmadan, kesilmeden, büyük bir fedakarlıkla, canla başla, çırpına didişe, kan ter içinde oyun oynar. Koşar, ileri gider, geri gider, sıçrar, şut çeker, demarke olur. Degajman yapar. Çalım yapar. Dripling yapar. Kafa vurur. Omuz vurur. Lakin oyun oynar.

    Hem de öyle bir oyun oynar ki, bütün bu hareketlerde bir tek falso, bir tek taktik veya teknik hata göremezsiniz ve onu kendinizden geçerek hayran hayran zevkle, takdirle seyredersiniz.

    Ne yazık ki bu tamamiyle kusursuz futbol üstadlarımızın üstadı futbolcumuzu en verimli, en parlak zamanında kaybettik. Hem de çok sevdiği futboluna doyamadan ve bizleri o harikulade oyununa doyuramadan pek genç yaşında olduğu halde…

    Lakin şurası muhakkaktır ki Türk futbol tarihinde Arif’in kudretli hatırası pırıl pırıl parlayan tunçtan yapılmış bir abide halinde ebediyen yaşayacaktır.

    Bedri Gürsoy / 24 Haziran 1941 – Akşam Gazetesi

  • Ergun Öztuna Fotoğraf Albümü

    Ergun Öztuna Fotoğraf Albümü

    27 Mayıs 1956 tarihinde Milliyet gazetesini alıp, okumaya spor sayfasından başlayan Fenerbahçelilerin gördüğü ilk haber, Güneşspor karşısında alınan 5-3’lük galibiyet olsa da onları asıl heyecanlandıran şey, İzmirli Ergun’un Fenerbahçe ile mukavele yaptığını bildiren yazıydı. Fenerbahçe ve Türk futbol tarihinin en büyük golcüsü Zeki Rıza Sporel’in başkanlığındaki Fenerbahçe, uzun uğraşlardan sonra Ergun Öztuna ile anlaşma sağlamıştı. İlerleyen senelerde “Puşkaş” lakabıyla anılacak olan futbolcu Fenerbahçe’de 1956’dan 1965’e kadar forma giydi. 1959, 1961 ve 1965 Türkiye şampiyonluklarını kazanan takımda 41 maçta attığı 15 golle, Fenerbahçe tarihinin unutulmazları arasına girdi. Jübilesi yapılmadı. Can Bartu, arkadaşını sırtında taşıdı. Şükrü Ersoy ise hemen yanlarındaydı. Yeşil sahalardan böyle ayrıldı Puşkaş Ergun. Sonra, Kadıköy’ün bir “bilen bilir” klasiği olan Dalyan maçlarında göründü. Sonra… Fenerbahçe unutmaz ama Fenerbahçeliler unutur. Onu da unuttular. Arada bir adı geçmiştir, arayanı soranı olmuştur, hiç şüphesiz. Fakat yetmez. Biz de “28 şampiyonluk hakkında bunca farkındalık (?) varken, bu zaferlerden üçünün altında imzası bulunan bir büyük futbolcuyu unutmak olmaz” dedik ve Ergun ağabey’in torunu Emir Uşan sayesinde bu albümü hazırladık. Devamının gelmesini ve en önemlisi sevgili kulübümüzün Ergun Öztuna’ya bir jübile yapmasını temenni ediyoruz. Ergun ağabey’in gollerine ve emeklerine saygıyla; huzurlarınızda Ergun Öztuna Fotoğraf Albümü!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    “Puşkaş” Ergun Öztuna

    Not : Yazının kapak fotoğrafı, Ergun Öztuna’nın Fenerbahçe’ye gelişinden sonra çekilen ilk görüntülerinden birisi olup, Ahmet Erol ile birlikte gözüktüğü bu resim, Milliyet fotomuhabiri Hikmet Tanıltan tarafından çekilmiştir.

  • Saint Joseph Lisesi’nin Kaybolan Sporları

    Saint Joseph Lisesi’nin Kaybolan Sporları

    Seyhun Binzet ağabeyimizin Bellek-Kadıköy‘de yayınlanan muhteşem yazısını, aynı muhteşemlikte resimleriyle birlikte buraya taşıdık. Müsaadesinden ötürü minnettarız. Huzurlarınızda, Saint Joseph Lisesi’nin kaybolan sporları.

    Bir Not: 30 Nisan 1915 tarihli İkdam gazetesinde aşağıdaki haber yayınlanmıştı.

    Bugün Kadıköyü’nde Union Kulüb’de Fenerbahçe Spor Kulübü menfaatine icrası mukarrer bulunan müsabakalar bervech-i âtidir:
    Futbol – Fenerbahçe ile Midilli kruvazörü efradı meyanında,
    Futbol – Fenerbahçe ile Galatasaray üçüncü timleri arsında,
    Hokey – İdman Yurdu ile Galatasaray üçüncü timler arasında,
    Kalkan Topu – Fenerbahçe’den müfrez iki takım arasında,
    Eşas – Fenerbahçe’den müfrez iki takım arasında.

    Buradaki “Kalkan Topu” ve “Eşas” hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Artık öğrendik. Müthiş bilgiler…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Üç Nesil

    Kalamış koyunda Moda Burnu ile Kurbağalıdere arasında bulunan Fransız kolejinin adı Saint Joseph veya Türkçe olarak Aziz Yusuf’tur. Kalamışlı bir aile olarak biz üç nesil, ben, babam ve büyükbabam bu okulda okuduk.

    Sıkı ve bunaltıcı bir eğitim sistemi vardır ama eğitim ve kültürün yanında spora çok önem veren bir okuldur. Sırf “spor aktiviteleri kesintisiz yapılsın” diye dersler iki iki birleştirilip, teneffüsler uzun bırakılmıştır.

    Biz talebeyken Raket, Kalkan (Buklier), Voleybol ve Basketbol oynardık. Bunların saatleri vardı ve oynamak mecburi idi. Bu disiplinli spor kültürü ülkemize birçok milli sporcu kazandırmıştır.

    Ben daha gerilere 1920 senelerine kadar indim ve o senelerin talebeleri neler oynardı diye baktım ve bunlarla ilgili görüntüler çıkardım.

    Kayıp Sporlar

    Buklier Fransızca kalkan demektir iki ekip halinde oynanır, vurucular ve kendilerini kalkanla savunanlar vardır. Kalkanlar yere değdiği halde vurulmuş sayılırsınız. Küçük bez parçalarından sarma toplarla oynanır. Vurulunca kalkanınızı yerine asar ve vurucu olursunuz. Bir ekip komple vurulunca oyun biter.

    Saint Joseph Lisesi’nin Kaybolan Sporları

    Echasse bir cins futboldur ama ayaklar tahta bacaklar takılır ve top bu tahta ayaklarla oynanır. Tahta ayaklar sayesinde yere 40 cm yukarıdan basan kişiler tarafından oynanır. Çok tehlikeli bir oyundur ve çok sakatlanma olduğu için vazgeçilmiştir.

    Saint Joseph Lisesi’nin Kaybolan Sporları

    Cage ball büyük 60 cm’lik şişme bir topla oynanan voleybol veya eller yere değerek ayakla oynanan bir futboldur. Ayakla oynanan tipine oyuncular yerde yengeçler gibi elleri ile sırt üstü sürünür gibi yürüdükleri için Crabball (yengeç topu) de denir.

    Saint Joseph Lisesi’nin Kaybolan Sporları

    Bilardo… Kapalı alanda masaları bulunur ve sadece büyük sınıflar oynayabilirlerdi. İki beyaz ve bir kırmızı toplu klasik oyun oynanırdı.

    Saint Joseph Lisesi’nin Kaybolan Sporları

    Eskrim bilhassa Ekim devriminden sonra Türkiye’ye gelen Rus subaylarından Fransızca bilenlerden okula gelen beden eğitimi hocaları önderliğinde başlamıştı ve bir aristokrat sporu olarak çok ilgi görürdü.

    Saint Joseph Lisesi’nin Kaybolan Sporları

    Raket beyzbola benzeyen aynı raketle ve tenis topuyla oynanan bir spordur. Bir ekip servis yapanın attığı topa raketle vurur ve top öbür tarafından getirilene kadar ilerdeki bir istasyona ulaşılmaya çalışılır. İyi atış yapıp gidip gelir ve arada vurulmazsanız, iyi puan alırsınız.

    Sizlere babamların senesinden buklier resmi paylaştım, Bu resimde arkada sağda duran gözlüklü babam Sadun Binzet en önde kalkanı ile vurucuyu kızdıran da ünlü fotoğrafçı Gökşin Sipahioğlu’dur. Sınıftaki takma adı adı da uzun boyundan dolayı leylek anlamına gelen “Cigogne”dur. 1930’ların sonu olmalı bu resmin tarihi.

    Ayrıca yine arşivimden Echasse, Cage ball, bilardo ve eskrim resimleri paylaştım, bu resimlerin tarihide 1920’lerin başları olmalı.

    Raket sporu da benim senemden 1960‘ların başında yaptığımız yaptığımız bir turnuvadandır. Bugün bu sporların çoğu unutuldu ve hiçbir sporcusu belki Saint Joseph’te kalmadı ama sizlere okulumun böyle bir devri olduğunu hatırlatmak istedim.

    Seyhun Binzet

  • Süt Kardeşler

    Süt Kardeşler

    Fenerbahçe tarihinde “Süt Kardeşler” denince akla Halit Deringör ve Müzdat Yetkiner gelir. Fenerbahçe’nin 1943, 1944, 1945, 1946 ve 1950 yıllarında kazandığı Türkiye şampiyonluklarında Halit Deringör (114 maçta, 38 gol) ve Müzdat Yetkiner (82 maçta, 56 gol) çok büyük pay sahibi oldular. Öyle ki bu sezonlarda Halit Deringör yalnızca 5 maçta takımının formasını giyememiş; iki oyuncu toplamda attıkları 196 gol ile neredeyse bu 5 şampiyonlukta atılan 409 golün yarısına imzalarını bırakmışlardı. 1948 yılında Talha Altınbaşak bir yazı kaleme aldı ve Fenerbahçe tarihinin “Süt Kardeşler” hikayesini anlattı. Keyifle okuyacağınızı umarak, iki Fenerbahçe efsanesinin ruhu şâd olsun diyelim.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Halid ve Müzdad

    O kadar beraberler ve o kadar müşterek tarafları var ki onları bir türlü birbirinden ayıramadım ve her ikisini de beraberce yazmaya karar verdim.

    Beraber doğmadılar amma ikisi de 1922 yılında dünyaya geldiler hem de aynı şehrin, aynı semtinin, aynı mahallesinde. Kadıköy’ün hemen her tarafı Fenerbahçe’ye sayısız sporcu yetiştirmiş olmak mazhariyetine sahiptir. Fakat aynı yılda ileride sarı-lacivert renkleri zaferden zafere koşturacak iki arslan yavrusunu birden yetiştirmek ancak onların doğdukları sene “Acıbadem”e nasip oldu.

    Onlar ilk temaslarını anneleri tarafından yan yana yatırıldıkları sedirin üstünde kundaklarından dışarı bırakılmış olan minimini ellerini birbirine uzatıp birbirlerinin parmaklarını tutmak suretiyle yaptılar ve aralarında henüz birer kundak çocuğu iken başlayan bu arkadaşlık, her geçen yıl hararet ve kuvvetini arttıra arttıra bugüne kadar hiç sarsılmadan devam etti. Yıllardan beri komşu olan aileleri o kadar samimi ve dostturlar ki anneleri aynı yıl dünyaya gelen oğullarına müşterek süt verdiler. Bu suretle bu iki yaramazın çok kuvvetli arkadaşlık ve dostlukları bir de aynı sütü emmiş olmanın doğurduğu süt kardeşlikle perçinlendi.

    İlkokul çağına gelinceye kadar mahallelerinde gece gündüz beraber oynadılar. İlk zamanlar yaşları pek küçücükken dokuz ay büyük olanı “Müjdat” küçüğünü “Halit” diğer mahalle arkadaşlarına karşı korurdu, sonraları küçüğü de serpilip boylanarak büyüğüne yetişince ikisi de birbirlerinin daimi koruyucusu oldular.

    İlkokula beraber gittiler, aynı mektepte okudular, aynı liseyi beraberce bitirdiler. Kadıköy arsalarında küçük lastik topların peşinde didinmeye başladıkları zaman da beraberdiler. Meşin topla tanışmaları da beraberce oldu. Sabahtan akşama kadar o topun ardından birlikte koşarlar, akşam olup güneş ufkun arkasına çekildikten bir hayli sonra evlerinden işitecekleri azarı düşüne düşüne alaca karanlıkta mahallelerine birlikte dönerler ve ertesi sabah tekrar buluşmak üzere aralarında beş-on metre mesafe bulunan evlerine yorgunluktan bitap vücutları ve kurumaya başlayan terli çamaşırlarıyla yarı korkudan yarı soğuktan titreye titreye girerlerdi. Ertesi sabah güneşin ışıkları henüz sokaklarını boydan boya aydınlatmamışken erken kalkanı diğerinin kapısı önüne gider ve keskin üç ıslık sesi uykuda olanı uyandırırdı.

    Seneler geçtikçe futbola olan sevgileriyle birlikte topa olan hakimiyetleri ve oyun kabiliyetleri de arttı. Kendileri gibi yüzlerce Fenerbahçeli sporcu yetiştiren Haydarpaşa Lisesi’ne devam ettikleri sıralarda iyiden iyiye temayüz etmeye başladılar ve mektep takımının hücum hattında beraberce yer almakta güçlük çekmediler. Aynı yıllarda Fenerbahçe’nin kıymetli kalecilerinden Sabri ile keza Fenerbahçe’nin yetiştirdiği güzide futbolculardan İbrahim ve Ercüment’i kadrosu içinde bulunduran Haydarpaşa’nın kırmızı-beyaz formalı on biri önüne çıkan her mektebi kolayca yenen sayılı bir futbol kudretine malikti. Bu çok değerli beraberlik içinde Halit ve Müjdat bilhassa temayüz ediyorlar ve her maçta rakip kalesi onların ayaklarından ve kafalarından çıkan şahane gollere sahne oluyordu. Sırtlarında şerefle taşıdıkları kırmızı-beyaz renklerden başka meftun oldukları ve füsunkar sihrinden kendilerini bir türlü kurtaramadıkları öyle iki renk daha vardı ki bir gün olup o renklere de bürünebilmek arzusu daima yüreklerini yakardı.

    Nihayet o çok özledikleri gün de geldi ve onlar da tıpkı birçok Haydarpaşalı arkadaşları gibi sırası gelince kendilerini çok sevdikleri sarı-lacivert forma içinde buldular ve o güzel formayı giymek bahtiyarlığına ulaştıkları 1941 yılından beri vatani hizmetlerini ifa için zaruri olarak ondan ayrı kaldıkları kısa fasıla müstesna daima o renklerin şerefi ve zaferi için çarpıştılar.

    Bu iki kıymetli gencin futboldaki bariz vasıfları çok enerjik ve fedakar oluşlarıdır. Ayrıca aşırı derecede golcü olmak en güzel hususiyetlerini teşkil eder. Halit’in hasım müdafaa hatlarının sağ tarafını felce uğratan kıvrak ve seri inişleri ekseriya ağlarını bulan demir gibi bir şutla neticelenir ve o anda sahayı yerinden oynatan “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” avazeleri içinde Halit’in boynuna ilk sarılan sarı-lacivert formalı oyuncu muhakkak ki Müjdat’tır. İki Fenerbahçe açığının o zarif süzülüşleri sonunda rakip kale önüne ortaladıkları toplar hemen ekseriyetle Müjdat’ın demir kafasını ve oradan da ağları boylar. İşte böyle anlarda da Müjdat’ın boynuna ilk sarılan kollar Halit’in sırım gibi esmer kollarıdır. Onlar antrenmana, maça, sinemaya diğer eğlence yerlerine beraber giderler. Bu beraberliği evvela Müjdat bozacak oldu ve ani olarak Yedek Subay Okulu’na yalnız gitmeye karar verdi. Kimbilir belki de çok sevdiği kulübünün aynı anda Halit’inden de mahrum kalmaması için… Fakat Halit bu hasrete dayanamadı ve Müjdat’ın arkasından hemen o da aynı okulun yolunu tuttu, bu suretle Türk ordusunun şerefli subay üniformasını da yine beraberce sırtlarında taşımış oldular. Terhisleri ve sarı-lacivert renklere yeniden bürünüşleri yine beraber oldu.

    Onların huyları da birbirine çok bener; ikisi de çok çekingen ve mütevazıdırlar. Aşırı derecede terbiyeli ve sağlam karakterlidirler. Büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi göstermek şeklinde tecelli eden Fenerbahçeli sporcu vasfı onlarda ziyadesiyle mevcuttur. İçki ve sigara kullanmazlar, sefahet nedir bilmezler. Yetiştikleri Kadıköy’ün havası kadar temiz, içtikleri su kadar saf ve taşıdıkları sarı-lacivert renkler kadar vakur ve kibardırlar.

    Hayatlarının her safhasında beraber olan bu ahbap çavuşlar gönül yolculuğuna da beraber çıktılar. Bugün her ikisi de kendileri kadar temiz ve nezih birer genç kızla nişanlıdırlar ve muhakkak ki onların düğünleri de sıcak bir sevgi dalgası halinde etraflarını kuşatacak olan sarı-lacivertli arkadaşları arasında beraberce ve bir arada olacak. Kulüp arkadaşları içinde en çok kimi sevdiklerini sorduğumuz zaman Halit ve Müjdat’tan aldığımız cevap “hiç ayırmadan hepsini”dir. Fakat bu cevabı verirken bile yan yana olduklarını görünce bu nazikane sözün altında gizli olan hakiki karşılığını sezmemek kabil olmaz. Futboldan sonra en sevdikleri spor güreştir. “Türkün yaratılış üstünlüğünü en açıkça meydana koyan spor olduğu için güreşi bilhassa çok severiz” diyorlar. Takımlarının bu sene şampiyon olacağına büyük imanları var. “Çok değerli bir hocamız ve renklerine aşık kıymetli arkadaşlarımız var, bu şartlar altında şampiyon olmamız tabiidir” mütalaasını dermeyan ediyorlar.

    Olimpiyatlar hakkında düşündükleri de hemen hemen aynı. “Türk futbolcuları ferd olarak birer büyük kabiliyettir. İyi hazırlanılırsa ay-yıldızlı formanın muzaffer olmaması için hiçbir sebep yok. Yeter ki takım tertibi işine hatır gönül girmesin” diyorlar. En kuvvetli milli takımın nasıl kurulacağı sorusuna isim saymak suretiyle cevap vermekten kaçınıyorlar ve “En kuvvetli milli takım en iyi çalışıp, en iyi hazırlananlardan ve en formda olan, en kuvvetli futbolculardan kurulmalıdır” şeklinde cevaplandırıyorlar. Onlarda en büyük heyecan uyandıran maç, sarı-lacivert forma altında ilk oynadıkları maçtır. Admira’yı yendikleri maçı hiç unutamıyorlar. Ayrıca “Ezeli rakibimiz Galatasaray’la oynadığımız maçlarda müstesna bir heyecan duyarız” diyorlar. Onların bir de acı olan müşterek tarafları var ki o da şudur: Vatani hizmetlerini bitirip terhis oldukları günden beri bugünkü anormal hayat şartları on aya yaklaşan bir zamandan beri bu iki kıymetli sporcuya onların üstün kabiliyetlerine ve bilhassa temiz ve sağlam karakterlerine yaraşır ciddi birer vazife bulunmasına engel oluştur. Onların bu üzüntülerini gidermek her Fenerbahçelinin ve her spor severin başlıca kaygısı olmalıdır.

    Talha ALTINBAŞAK / Sarı-Lacivert Dergisi

  • Hollanda’da Bir Fenerbahçe

    Hollanda’da Bir Fenerbahçe

    Fenerbahçe Spor Kulübü, tarihi boyunca çok fazla sayıda takıma ilham verdi. Renkleri, arması, isminin bir kısmı! Bunları ihtiva eden birçok kulüp var. Fakat Hollanda’da bir Fenerbahçe! İşte bu yeni. Gerçi aradan 11 sene geçmiş ama bizim için yeni. Ayrıca üzerinden ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, tazeliğini hep koruyacak güzellikte bir hatıra. Sözü, fazla uzatmadan hikayenin kahramanı, kıymetli büyüğümüz Mustafa Oduncu‘ya bırakalım. Ama önce ekleyelim: “Keşke Fenerbahçe Spor Kulübü, bütün gelir gruplarından çocuklara, daha çok kıymet verebilse…”

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mustafa Oduncu Anlatıyor

    “Sene 2011… Hoofddorp şehrinde amatör bir kulübün çocuk takımları vardı: 5, 6, 7, 8, 9, 10 yaş grupları. Daha doğrusu altyapıdaki bütün çocuk takımlarına bir isim vermişler o zaman. Juventus, Milan, Arsenal, Porto, Bayern falan. Bu çocuklara da “Siz de Fenerbahçe olacaksınız” demişler. Tesadüf, ben de bunu internette gördüm. Hemen takımın sorumlusu bir ebeveyn ile iletişim kurdum ve ziyaretlerine gittim. Gördüm ki kendilerine isim verilen hiçbir çocuk takımının üzerinde, bir iki ufaklık hariç, o takımın forması yok. Twitter üzerinden Türkiye’deki dostlardan çocuk formaları istedim. Sağ olsunlar, fazlasıyla gönderdiler. Böylece SV Hoofddorp‘un Fenerbahçe’si, üzerlerinde ismini aldıkları takımın formasını giyen tek çocuk takımı olmuşlardı.”


    Fenerbahçe Resmî Dergisindeki Haber

    “Fenerbahçe büyüklüğü öyle bir büyüklüktür ki adı konamaz” diyen İslam Çupi’nin haklılığına, kulüp ve taraftarlar olarak her geçen gün bir kez daha şahit oluyoruz. Hollanda’da geçtiğimiz aylarda, futbol namına hem ilginç hem de gururumuzu okşayan bir olay yaşandı. Hollanda’nın SV Hoofddorp Kulübü’nden Küçükler Ligi’nde mücadele eden “Fenerbahçe” adında minik bir takım olduğunu duyan Hollanda’da yaşayan taraftarımız Mustafa Oduncu, takım sorumlusu Remco Bekker’i arayarak bu takım hakkında bilgiler aldı. Bu minik oyuncuların Fenerbahçe forması ile maçlara çıktıklarını gören taraftarımız, minikleri tesislerde ziyaret ederek onlara yeni sezonun orijinal Fenerbahçe formalarını hediye etti. Oduncu, yaptığı ziyarette miniklere hem Fenerbahçe formalarını teslim etti, hem de her yıl onlara yeni formalar getireceğinin sözünü verdi. SV Hoofddorp Kulübü yetkilileri, yapılan bu jestin ardından, “Fenerbahçe Spor Kulübü’nün büyüklüğünü bir kez daha gördük” diyerek Kulübümüze ve formaları getiren taraftarımıza teşekkür etti. SV Hoofddorp Kulübü’nün Fenerbahçe minik takımının yeni formalarına kavuşmuş hali ayrıca yerel basında da yer buldu ve ilgiyle takip edildi.

    Hollanda'da Bir Fenerbahçe
    Hollanda'da Bir Fenerbahçe