Kategori: Anı-Biyografi

  • Son Arzu

    Son Arzu

    7 Ekim 1967 tarihinde 11 yaşındaki bir Fenerbahçeli vefat etti. Ertesi gün Milliyet gazetesinde bir ölüm ilanı yayınlandı. Gerçi ilanda herhangi bir son arzu görünmüyordu ama aynı gün oynanan ve Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 2-0 yendiği futbol maçının haberi, göz dolduran cinstendi. Önce vefat ilanını okuyalım, sonra da haberi…

    Nur içinde yat, İsmail kardeşimiz…

    İlan

    “Merhum eczacı İbrahim Halil Onultan ve Nimet Onultan’ın, merhum General İsmail Berkok ve Zekiye Berkok’un torunları, Dr. Halil Onultan, Ecz. Suna Onultan, Ecz. Suna Onultan, Ecz. Meziyet Kadıgil, Dr. Suat Kadıgil’in, Cafer Berkok, Yük. Mühendis Ahmet Berkok, Suna Berkok, Janset Sami’nin, Hatice Güler’in, Feride Sakarya, Dr .Safiyettin Sakarya, Ecz. Şenol Sakarya’nın sevgili yeğenleri, Uğurhan ve Sırmahan Berkok’un çok kıymetli kardeşleri, Adalet Partisi Kadınlar Kolu ikinci başkanı Halenur Berkok ve Yük. Müh. Mehmet Jeba Berkok’un çok kıymetli evlatları küçük Fenerbahçeli İsmail Berkok korkunç hastalığın pençesinden kurtulamayarak 7 Ekim 1967 Cumartesi sabahı 11 yaşında hayata gözlerini kapamıştır. Pazar günü öğle namazını müteakip Şişli Camii’nden alınarak Zincirlikuyu kabristanına defnedilecektir. Sevimli yavruya mevla rahmet eyleye. / Kederli Ailesi

    Küçük Fenerbahçelinin Son Arzusu

    İsmail Berkok 1956 Eylül’ünün 22’sinde gözlerini dünyaya açtığı zaman, babası Mehmet Jeba ve annesi Halenur en sevinçli günlerinden birini yaşamışlardı. İlerleyen yıllar İsmail’in dinamik bir sporcu olacağı ümidini veriyor, hele babası milli atlet Jeba, onu kendisi gibi dekatloncu yapmak istiyordu. “Sırım gibi” diyordu baba Berkok… Fakat amansız ecel, küçük İsmail’i ömrünün henüz on birinci baharında dünyadan ayıracaktı. Bu kara gün, Fenerbahçe-Galatasaray maçının arifesine rastlamış, İsmail’cik de “son arzu” olarak ölüm döşeğinde “Fenerbahçe’nin galibiyeti”ni söylemişti. Ve ertesi gün Fenerbahçe’nin soyunma odasında Sarı-Lacivertli futbolcular böyle bir “son arzu”yu yerine getirmenin mutluluğunu duyacaklardı. Bahtsız İsmail ebedi uykusunda müsterih uyuyabilirdi.

    Ne şampiyonluk iddiası, ne puan düşüncesi, ne ezeli rekabet kamçılaması… Hiçbiri, hiçbiri değil… Fenerbahçe, Galatasaray karşısında bunlardan çok körpecik vücudu toprağa verilen ufacık bir Fenerbahçeli için oynamıştı. Eski milli atlet Jeba Berkok’un 11 yaşındaki bahtsız yavrusu İsmail, bir gece önce hayata gözlerini yumarken “Son arzum, yarınki maçı Fenerbahçe’nin kazanması” demişti. İşte maçtan sonra soyunma odasında birbirine sarılan Fenerbahçeli futbolcular “Küçük İsmail’in arzusunu yerine getirdik ya… Bu en büyük mutluluğumuz” diyorlardı.

    Macar hoca Molnar ise, hepsini kucakladıktan sonra, gazetecilere döndü. Parmağıyla futbolcularını gösterdi: “İşte Fenerbahçe.. Yok bugün ben konuşmak… Var Fenerbahçe konuşmak…”

    Galip / Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Son Arzu
  • Nesrin Sipahi

    Nesrin Sipahi

    “Fenerbahçe’ye Gönül Vermiş Ünlü Sanatçılar” serisinde, o muhteşem Fenerbahçe marşının sesi Nesrin Sipahi ve müthiş güzellikteki Fenerbahçe hatırası… Kısa ve öz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    10 Dakikada 2 Gol

    Müzik dünyamızın “Altın Sesi” Nesrin Sipahi çok koyu bir Fenerbahçeli…

    Fırsat buldukça Fenerbahçe’nin maçlarına gittiğini ve çok heyecanlandığını söyleyen kıymetli sanatçı, “Hele bir tanesini hiç unutmam” diyerek sözlerine şöyle devam ediyor:

    “Bir pazar günü matinem vardı. O gün de Fenerbahçe ile Galatasaray karşılaşıyordu. Sahneye çıktım, şarkıları, bir bir okumaya başladım. Devamlı olarak da saatime bakıyordum. Maçın bitmesine şöyle 10 dakika kadar kala, ara verdim ve doğru telefona sarıldım. 1-0 Fenerbahçe galip dediler. Çok sevindim. Bir ara düşündüm. Şu saz 10 dakika çalsa ben de sonucu alsam diye. Fakat sonradan vazgeçtim. Birinci şarkımı daha yeni bitirmiştim ki perde aralandı ve bir el “2”yi işaret etti… Çok sevindim. Şarkılara devam ettim. Ve o gün, sanat hayatımın en çok alkışını topladım..”

    Sarı Kanaryalar Gazetesi / Nesrin Sipahi

  • Mahalleden Futbola

    Mahalleden Futbola

    Taha Toros arşivinde bulunan “Mahalleden Futbola” başlıklı bu yazıda, Şeyh’ül Muharririn Burhan Felek, futbolla nasıl tanıştığını yazmış. Döneme ışık tutması bakımından önemli bir yazı. Keyifli okumalar..

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Geçmiş Zaman Olur ki

    Eski devirde bir mahalle vardı.

    Bugün bu mahalle o zamanki manasıyla mevcut değil. Evvelâ mahallemiz oldukça büyüktü. Sonra mahallenin her sınıftan adamı vardı. Kibarı, zengini, fakiri, kabadayısı, sarhoşu, bakkalı, esnafı, kömürcüsü hatta kireç satanı vardı.

    Ben İstanbul tarafını bilmem, Üsküdarlıyım. Hukuk Mektebi’ne girinceye kadar da İstanbul’a geçmezdim. Üsküdar’da İstanbul’un adı “Karşı” idi. Birini sordukları zaman:

    —-Karşı’ya gitti! dediler mi İstanbul’a gittiği anlaşılırdı.

    Doğrusunu isterseniz nasıl Aksaray bir mahalle değil, fakat bir mahalle gibi geniş bir sahayı ifade ederse, Üsküdar da öyleydi. Ben Soyadı Kanunu çıkıncaya kadar imzamın üstüne “Üsküdarlı” ibaresini yazardım. O benim için bir övünme vesilesi olurdu. Mahallemizde ve genişleterek Üsküdar’da, İstanbul’un meselâ Aksaray gibi meşhur, geniş ve renkli semtlerinin bütün vasıfları vardı.

    Meselâ Aksaray’ın 12’leri meşhurdu. Ben ancak Mahmut Şevket Paşa’nın katli üzerine İttihatçılar, muhalifleri toplayıp Sinop’a sürdükleri zaman bunların üç tanesini vapurda tanımıştım.

    Arap Abdullah o zaman 90’ın üstündeydi. Belinde koca bir kama ile gezerdi, ittihatçılar Arap Abdullah’ı sürgüne gönderecekleri zaman kendisi:

    — Başüstüne, ama kamayı bırakmam! demiş, onlar da müsaade etmişler, koskoca bir kama koltuğunun altında asılı dururdu.

    İkinci tanıdığım. Yorgancı Faik Efendi ismindeki kabadayı idi. Halinden hiç de öyle kırıp-dökücü olduğu anlaşılmazdı. Tıknaz bir adamdı.

    Üçüncüsü 12’lerden midir, değil midir, pek kestiremiyorum. Çerkes Mehmet Pehlivan’dı. Bu Çerkes Mehmet Pehlivan, Arap Abdullah’ın âdeta kölesi gibi ona hizmet ederdi. Arap Abdullah 90’lık, Çerkeş Mehmet Pehlivan ise 70’lik birer genç idiler.

    Bu Çerkeş Mehmet Pehlivan, II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine çıkan aff-ı umumî ile meydana çıkmış bir kanun kaçağı idi. Şöyle ki, saltanat devrinde bir gün cinayet mahkemesinde bir duruşmaya çıkmış, muhakemeden sonra şimdi yanmış olan eski adliyenin büyük merdiveninden eli kelepçeli inerken iki yanındaki jandarmaları kollarıyla itip kurşun gibi aşağı inmiş ve hapishane arabasına atlayarak çala kamçı kaçmış. Nereye gitmiş, nerede saklanmış? Belli olmamış.

    II. Meşrutiyet’in ilânında Çerkeş Mehmet Pehlivan da dağdan inmiş. İşte tanıdığım kabadayılar bunlardır. Fakat bunların da artık kabadayılık halleri kalmamış. Ama eski zırhlılar gibi kelle kulak yerinde, ağır ağır hareket eden birtakım kimselerdi.

    Neyse, lafı saptırdık.Bizim mahallenin de kabadayıları vardı. Ama bunlar kibar kabadayılardı. Bunlar Esvapçıbaşı Ahmet Bey’in oğulları Saadettin ve Alaaddin beylerdi.

    Ben Saadettin Bey’le idadide (lisede) bir sene kadar beraber okudum. O yukarı sınıfta iken ben ikinci sınıfta idim. Mektepte bir cinayet olmuştu. Sezai adında bir çocuk, kendisine yüz vermeyen Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın torunu Muhittin isminde zeki, edip, pek kıymetli bir genci lisenin bahçesinde tabanca ile vurdu. Kurşun bel kemiğine isabet etti. Murdarilik dediğimiz bel kemiği içindeki sinirini kopardı ve Muhittin Bey bütün hayatı boyunca kötürüm kaldı. Zaten genç yaşında da öldü. İşte bu Muhittin Bey’i vurduktan sonra Sezai, Salacak İskelesi’ne doğru kaçmaya başladı. Peşine Esvapçıbaşı’nın oğlu Saadettin Bey düştü ve iskeleye varmadan yakalayıp getirmişti. Biz bunu gözlerimizle görmüştük.

    Alaaddin Bey ise aslan gibi, iri yan bir adamdı. Mahallede edepsizlik edenleri döverek terbiye eder ve başka mahallelerin bizim mahalleye sarkıntılık etmesine mani olurdu. Görüyorsunuz ki, bu mahalle hayatı biraz Ortaçağvarî bir yaşayıştı. Ama biz buna alışmıştık.

    O devirde insanlar ya kendilerinin, ya başkalarının taktığı lâkapla anılırdı. Ben kendime “Üsküdarlı” demiştim. Saadettin ve Alaaddin beyler babalarının adlarıyla meşhur idiler. Esvapçıbaşı’nın Alaaddin Bey denirdi. Bu arada meselâ —bana futbolu tanıtanların anası olan— Sesi Kısık Şadiye Hanım diye bir kadın vardı. Kadının sesi kısıktı ve öyle anılırdı.

    İşte bu Şadiye Hanım kanalıyla asıl konuya giriyorum.

    Mahallemizdeki mâruf aile reislerinin de kendilerine göre lâkapları ve şöhretleri vardı. Meselâ Mühürdar Agâh Bey, Adliye Nazın Abdurrahman Paşa’nın mühürdarıydı.

    Kekeme Tevfik Bey, Serasker Kapısı hûlefasından (kâtiplerinden) idi. Konuşurken kekeler, şarkı söylerken kekelemezdi. Bu Sesi Kısık Şadiye Hanım’ın iki oğlu vardı, ikisi de Serasker Kapısı kâtiplerindendi. Bir gün Çiçekçi Kahvesi’nde otururken Sesi Kısık Şadiye Hanım’ın büyük oğlu Ziya Bey:

    — Yahu! Kuşdili’nde Ingilizler bir top oyunu oynuyorlar. Herkes gidip seyrediyor. Çok heyecanlı bir oyun! dedi.

    Babam merhum da bir gün aldı beni, Kuşdili’ne mi, Papazçayırı’na mı, iyi hatırlamıyorum, bunlardan birine götürdü. Ben şaşırdım. Herkes arabalar tutmuş ve arabaların üstüne çıkmış olarak futbol seyrediyordu. O anda bu oyun beni büyüledi. Bunun hakkında kitaplar aradım, buldum.

    1907 tarihinde Üsküdarlı on-on beş arkadaşla “Anadolu idman Yurdu” adındaki kulübü kurduk. Bu kulübü kuranların içinde şayan-ı dikkat çocuklar vardı. Meselâ meşhur Huzur Uleması’ndan Kaptanpaşalı Hoca Nazif Efendi merhumun iki hafız oğlu vardı. Hafız Nasuhî, Hafız Macid.

    Kulübü kuranların başında Nafia Nezareti (Bayındırlık Bakanlığı) ketebesinden Şecaettin Bey merhum bulunurdu. 30 yaşlarında olan bu zat kulübün reisiydi. Hafız Nasuhî sonradan avukatlık etti ve genç yaşında öldü. Macid ise, maalesef belki de ırsî bir sebeple genç bunama hastalığına tutuldu. Günün birinde kayboldu. Aylardan sonra Mısır’da olduğunu öğrendik. Geri geldi ve bu hastalığın daima sebep olduğu veremden genç yaşında vefat etti.

    İşte ben futbolu bu Sesi Kısık Şadiye Hanım’ın büyük oğlu Ziya Bey’in teşvikiyle gördüm, sevdim ve, onun büyüsüne tutuldum. İtiraf ederim ki, iyi bir futbol kaderini ilgilendirecek pek az spor vardır. Yalnız kendim oynamamış olmama rağmen Amerikalıların icadı olan basketbol, eğitmek bakımından en mükemmel spordur diye bir iddia vardır.

    Burhan Felek (Taha Toros Arşivi)

  • Tokatlıyan

    Tokatlıyan

    Sürekli söylediğimiz bir şey var; “Fenerbahçe tarihi, biraz da Fenerbahçelilerin tarihidir” ve bu tarihi yazanlar arasındaki en kıymetli üç-beş isimden birisi de İslam Çupi‘dir. Rahmetlinin futbol yazıları kadar muazzam bir de İstanbul yazıları var. İşte onlardan birisi : Tokatlıyan Oteli… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tokatlıyan

    Tokatlıyan Oteli, şimdiki çiçek pasajım az geçtiğinizde uzun bir kaldırım parçasını kaplayan, başınızı göğe kaldırdığınızda kafanızda şapka varsa onu düşürten, İstiklal caddesinin gölgesi öğleden sonra tüm tarihi ile sokağa yayılan, en esatiri binalarından biri idi.

    Kaldırım tarafına, kalın camlı ve kalın dantel perdeli panoramik pencerelerle kendisine özgü bir görüş sansürü koyan otelin çay kahve içilen pasta yenen geniş salonları, sanki ayrı bir dünyanın Disneyland’ım çizerdi.

    Kendiliğinden şekillenmiş bir dürbün demokrasisi vardı, otelin…

    Müşteriler, sabahtan akşama kadar istiklal Caddesine ayrı ayrı defileler getiren büyük ve değişik bir kız ve kadın kalabalığını gözlerine yerleştirdikleri değişik striptiz uzmanlığı ile bütün giysilerinden arındırır, ama kaldırımdakiler başlarını kaldırıp içerdeki aristokrasinin ne porselen çay fincanına ne de gırtlak altına düğümledikleri kravatlarına bakabilirlerdi.

    Terbiyeli idi, o günlerde İstanbul…

    Ya da bu günlerde iyice belirginleşen, zenginler her şeyin sahibidir fakirler ise sadece kendisinin sahibidir sermaye terakkümü, kaçınılmaz kumbarasını daha o tarihlerde koymuştu, Tokatlıyan Otelinin kaldırımlarına…


    Kimler mi müşteri idi, bu garsonu değişik, bu servis biçimi vals gidişlerini andıran, o loş ve gizemli geniş otel lobisinin?

    İstanbul’un hep pahalı semtlerinde batı dünyasını kurmuş konsoloslukların mensupları..

    Geçim cüzdanlarının hangi üretime doğru açıldığı belli olmayan lovantenler…

    İstanbul’un “han-hamam-apartman” üçgen kiralarından ilk rantiye ekonomisini kurmuş, varlıklı baba ve büyük babaların devamı olanlar…

    Daktilosunun adresi belli olmayan yazarlar, özellikle tiyatro sanatçıları, tek elbisesi ve gömleğini asla buruşturmayan eskitmeyen içki gereksinimini, onun bunun masasından sağlayan kronik alkolikler…

    Önünden her gün geçiş provaları yaptığımız, içerisini girilmez bir pahalı dünya olarak gençliğimize kapalı tuttuğumuz bu Tokatlıyan kulübünün bütün ayrıcalıklı engellerini bir gün indirivermiştik, birkaç Cihangirli delikanlı ile…

    Öğrenmiştik otelin veresiye şifreli alfabesini…

    Her konsolosluğun orada yeme içme hatta yatma gibi bir konfor zenginliğinin totaline asılmış bir anahtar numarası vardı. Tesbit ettik, bunu…

    Sonra başladık; İngilizce, Fransızca, Almanca dillerinde en huylanılmayacak dialekte, “Lütfen 302, Lütfen 602, Lütfen 802 numaralı anahtarı verir misiniz” deme talimlerine…

    Artık bizim grup, Tokatlıyan Kulübü üyeliğine kabul girişi yaptırmıştı.

    Hangi gün bu herkesin giremediği dünyayı şereflendirme niyeti ile ayağa kalkacak, arkasından bir sinek kaydı traşa sıra gelir, sonraki aksesuvar titizliği, mutlaka akşamdan Yorgo Maruko’ya verilmiş olan gömlek ve elbiselerin askıdan alınıp üstlere giyilmesi ile tamamlanırdı.

    Konsolosluktaki genç mahdum olma rötuşunu Cengiz isimli arkadaşım yapardı, hepimize…

    Hachette Kitapevi’ndeki dulluğu epey gençkinleşmiş madam Roza ile bizim Cengiz, filmlerin eskimeyen konusu olan, “paralı yaşlı kadın ve paradan başka her şeyi bulunan genç” düetini, arada bir Kom Kemal’in Tavuk Uçmaz’mdaki garsoniyerinde oynardı.

    Tünel’in hemen çıkışında olan Hachette Kitabevi’nin aydınlık vitrininden yarı karanlık olan dükkan arkalarına bizden önce, birer “günaydın matmazel (!)” iltifat potburisi girer ve masadan Cengiz heyecanı ile kalkan madam, hepimizin yanaklarına Pera imbiğinden geçmiş birer öpücük kondururdu.

    Sonra raflardan aldığı en aktüel İngilizce Almanca ve Fransızca kitap, dergi ve gazeteleri koltuk altımıza yerleştirir, sonra klasik bir titizlik lafını söyleyerek uğurlardı, bizi kapıdan…

    “Akşam aynen isterim mallarımı… Buruşmuş olmadan, bir dirhem bir çekirdek halde…”

    Kaç yıl sürdü, Tokatlıyan salon ve lokantasındaki bedava üyeliğimiz… Ya bir ya iki…

    Bu süre içinde bodrumlaştınlmış gece kulübünde Perez’in piyano tuşlarında sağdan başlayıp son uca varıp oradan yere düşen bir yığın palyatif aşklarla tanıştım, revü kızı Mualla Kaynak’la tarihini o otelle birlikte gömdüğüm tangolar ve Foks- Trot’lar yaptım; alkol, benimle Benli Belkıs’ın gecelerini tesadüfen biribirine yapıştırırsa, bir kadının olduğu değil, olmak istediği yaşa kolaylıkla iniverdiğine tanıklık ettim. Sonunda, o zamanki rakamlarla pek kabaran faturalar yabancıların ödeme veznelerine gidince konsolosluklar anahtar yönetiminden vazgeçip, girip çıkanı yakından izleyen, denetimi daha kaçaksız etkili bir yol buldular.

    Benim Cihangir ekibinin bu parasız Tokatlıyan sefası biterken, Beyazıt ve Galata Kulelerini saf vatandaşa okutmak, Karaköy meydanındaki dev saat ve tramvayları renk sırası ile taşralıya dürtüklemek şeklinde özetlenen Sülün Osman açık gözlüğü ya da dolandırıcılığı, polis bültenlerinde ve gazetelerin çift sütunlarında, yeni yeni uç veriyordu.

    Ronald Colman şıklığında olan, Platine saçları Villi’den elbise kuponu İngilizden çıkışlı otelin patronu İbrahim Gültan, ödeme şeklini bizim düşündüğümüz tediyesini ise yabancı konsoloslukların sağladığı bu yaşam biçimini kendisine anlatsak, belki o anda bir “AET”i 50 yıl önce kuran Jön Türk zekasını ayakta alkışlar, parmağını Oteli kurduğundan beri asalaklıklarını yok edemediği zümreye çevirirdi.

    İbrahim Gültan’ın en kızdığı müşteri tipi, otelin cümle kapısı sabah açılır açılmaz içeri dolup pencere önlerini bir maden sodasına veya bir çay ya da kahveye esir edip, buraları akşama kadar kaidesini tuvalete bile deplase etmeden kaplayan sabit kalçalılardı.

    Onlara olanca çelebiliği içinde verip veriştirir, bulduğu “cam zamparaları” lafını bu münasebetsizliğin üstüne en anlamlı protesto mesajı olarak gönderir, sonra öfkesini şöyle bir cümle ile söndürürdü.

    “Onlar ölmeden, oteli öldürecekler…”

    Rivayet ederler kı, bu tarihi oteli, tarihi bir sarhoşluk öldürdü.

    Can Peker, Turan Seyfioğlu prens Vedat ve avanesi bir tanker rakılı akşamın sabahına doğru eve adım atamayacak hallere düştüğünde otelin bu bölümüne düşmüşler.

    Sabah otele gelirken İbrahim Gültan, bakmış kepengleri kaldırılmış kahvehane kısmının sinemaskop camlarından içeriye yığınla kaldırım kellesi uzanmış dikkatle bakıyorlar.

    Acele kalabalığa karışıp, o da uzatmış başını… Manzara Feci… Masalar biribirine eklenmiş, kanepeler camın kenarına çekilmiş, bitmeyen kadehler radyatör dilimlerinde… Bir horlama, bir koku, Can Peker ve arkadaşlarının yarattığı bir alkol yatakhanesi… Kapatmış oteli..

    İslam Çupi / Taha Toros Arşivi

  • Manol Taylan

    Manol Taylan

    “Sarı Kanaryalar” gazetesinde Fenerbahçe tribün tarihinin enteresan simalarından birisi olan Manol Taylan konuk edilmiş. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Manol Taylan

    Lefter’e “Ordinaryüs” Adını Takan 40 Yıllık Bir Hastamız

    İnönü Stadı’nın numaralı tribününde soğuktan yakalarını kaldırarak ısınmaya çalışan adam, Lefter‘in üç kişi arasından vücut çalımı ile sıyrılarak attığı nefis golle birlikte ayağa kalkarak “ORDİNARYÜS” diye avaz avaz bağırıyordu. Gol uğultusuna karışan bu “Ordinaryüs” lakabı, Lefter için bir simge olmuştu. Ve bu lakabı Lefter’e yakıştıran yakaları kalkık soğuktan korunarak maçı izleyen seyircinin adı Manol Taylan’dı…

    Tam kırk yıldan bu yana Sarı Kanaryalar için yüreği atıyordu Manol’un. Yalnızca Manol’un değil, oğlu Yakup’un bile…

    “Her çocuk gibi futbola sempatim vardı. Bilhassa soyunma odalarında futbolcuların forma giymelerini, ayakkabılarının bağcıklarını bağlamalarını deliler gibi seyreder, bundan büyük bir haz duyardım. Bilhassa Büyük Fikret’in ayakkabılarını bağlaması bambaşkaydı. İşte Büyük Fikret’in forma ve ayakkabıları beni bugüne kadar gelen ve günden güne daha da ateşlenen bir Fenerbahçe hastası yapmıştı” diyor Manol Taylan.

    Altı Saatlik Sporcu

    Manol da futbol oynamış, spor hayatının içine girmişti. Fakat kaleciliği, daha doğrusu sporculuğu yalnızca altı saat sürmüş. Hırlı bir maçta kalecilik yapan Manol, başına yediği tekme ile, altı saat sonra sporu bırakmış. “Böylesi de kimsenin başına gelmez” diyor aşık Fenerbahçeli.

    Mesleği matbaacılık olan Manol Taylan, unutamadığı bir hatırasını ise şöyle dile getiriyor.

    “1948 yılında Fenerbahçem ile Macaristan’a gitmiştik. Macar futbolu yenilmez armadaydı o zamanlar. Herkeste Macar futboluna karşı bir hayranlık vardı. Fenerbahçe 1-0 yenik durumda oynuyordu. Lefter kazandığımız penaltıyı gole çevirince yeni aldığım gözlüğümü heyecandan ve sevinçten sahaya fırlattım. Bu gol için bir değil, bin gözlük feda olsun.”

    Mayıs 1974 / Sarı Kanaryalar Gazetesi


    Manol Taylan
    Manol’un Fenerbahçe’ye olan aşkını bilmeyen yok. Arkadaşları “FENERLİ MANOL” sözünü arena afişlerine bastırıp, göndermişler.
    Manol Taylan
    İkisi de birbirinden fazla Sarı Kanaryalı Manol ve oğlu Yakup matbaalarında çalışırlarken dahi Fenerbahçe hakkında konuşmadan edemiyor.
    Manol Taylan
    Bir zamanlar Fenerbahçe’nin İngiliz antrenörü Oscar Hold ve Manol ellerinde kupa ile şampiyonluğun sevinci içindeler…

  • Kalamış

    Kalamış

    Sermet Muhtar Alus‘un Kadıköy semtlerini anlattığı yazılarda sırada Kalamış var… Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kalamış

    İstanbul’u fethimizin 500üncü yıldönümüne kadar, yani 7 sene içinde, Fenerbahçe önünden Haydarpaşa açıklarına bir dalgakıran uzatılacağı; gerisine vinçler, antrepolar, gümrük daireleri yapılacağı, hülasa modern İstanbul limanının burada kurulacağı rivayetlerinin ortalığa yayılması üzerine Akşam’ın “Akşamdan Akşama” sütununda “Kalamış’a ve Moda’ya elveda” diye nefis bir fıkra çıktı. Dört gün de “Aslı yok, fakat” başlığıyla enfes bir “Hafta konuşması” onu takip etti.

    Bu mevzu hakkında daha âlâ, daha tesirli yazı yazılamaz. Münasebet düştüğü için, şimdi ben burada Kalamış koyundan, eski günlerinden bahsedeceğim:

    Lügat kitabı Kalamış kelimesini “Deniz kenarında bulunan sazlık, kamışlık” diye tarif ediyor. Fransızcadaki “la jonchaie” veya “la jonchere”, Almancadaki “das Binsengebüseh”, tam karşılığıdır. Her şeyde bilgiçlik taslayan bazı ukala dümbelekleri kelimenin kokulu yağı çıkarılan kalemis’ten türediğini iddia ederler, sebep olarak da etraftaki çayır çimenlerin, çiçeklerin latif rayihalarını ileri sürerlerdi.

    Yazın Fenerbahçe civarında oturan ecnebi kırmaları, Stanboul, Levant Herald gazetelerindeki vapur tarifelerinden belledikleri Kalamış adını güya beceremez, daha doğrusu dilimizi hor gördükleri için, bile bile bozarlardı. Beyoğlu’nda doğma büyüme tatlı su frenkleri içinde bile Bavyera şehri Münich’te olduğu gibi -nihayetindeki (ch)i (k) telaffuz ederek Kalamick diyenlere; Alman ve Avusturya Yahudileri arasında da -Zürich misali- (ch)i (h) okuyarak Kalamih şekline sokanlara az rastlamadık.


    Vaktiyle Kurbağalıdere vadisinin verimli toprakları boydan boya incir ağaçları, bağ kütükleri, geniş bostanlarla dolu imiş. Emsalsiz incirler, çavuş üzümleri, turfanda sebzeler yetiştirirmiş. Vadinin deniz kıyısı da sazlık ve kamışlıkmış.

    İstanbulun fethinden önce Kalamış koy’una Eutropios denildiğini; Moda’nın olduğu yerde Finikelilerin büyük bir ticaret merkezi ve mal depoları bulunduğunu tarihler kaydetmektedir. Fenerbahçe yarımadasına, Hera’nın mabedi bulunuşu dolayısiyle Herion denirmiş. Grek mitolojisine göre Heria, kadın tanrılardan biridir. Kardeşi, bütün tanrıların babası ve hakimi Zeus’un karısıdır.

    Şark İmparatoru I. Justinianus (527-565) Fenerbahçe’de, fener kulesinin bulunduğu noktaya yazlık saray, yakınına hamamlar, küçük kiliseler yaptırmış. Aktrislikten imparatoriçeliğe yükselen mahut Theodora yazı ekseriya o sarayda geçirirmiş.

    Kanuni Sultan Süleyman da etrafın fevkalade manzarasından hoşlanarak burada Mimar Sinan’a bir kasır kurdurmuş. Kasır, I. Mahmut zamanına kadar (1730 – 1754) mamur halde iken, artık kimsenin semtine uğramaması üzerine, müştemilâtından iki havuzla iki çemen sofa kalarak nihayet onlar da ortadan yok olmuş.


    Yaz akşamları, hele cuma ve pazarları Kalamış koy’u sandallar, yelkenlilerle dolardı. Fenerbahçe’ye taşınan taşınana, açıklarında dolaşan dolaşana. Hıdrellez, 1 Mayıs, Gül Bayramı gibi mesirenin halkla mahşer kesildiği günlerde kafile kafile büyük kayıklar, alamanalar, salapuryalar. İçlerinde Kadıköyü’nün, Üsküdar’ın, İstanbul’un esnaf, omuzdaş, bıçkın takımları. Tıpkı Kâğıthane’ye gidişvari zurnalar, kıraneteler, sazlar, utlar, heyheyler; kalkıp şıkır şıkır oynıyanlar. Yarımadanın şimal tarafındaki uzun taş iskeleye rampa ederek inerler; ağaçların altına küme küme toplanırlar. Gelsin çakıntı, tura, oruspu bohçası, uzun eşek, birdir bir oyunları.

    Şimdi tatsız kaçacaksa da acıklı bir vakayı anlatmadan geçemiyeceğim:

    Tanıdıklardan Etyemezli bir ebe hanım vardı. Vasıf ismindeki oğlu da Harbiye mektebinde talebe. Bir Hıdrellez günü, üç arkadaşiyle beraber, Fenerbahçe âlemi yapmağa niyetleniyorlar. Narlıkapıdan bir sandala binip kayıkçıyı almıyorlar. Dördü de çakı gibi delikanlı; kürek çekmekte, yüzmekte hepsi usta. Hafif lodos esiyorsa da aldıran kim? İsabet, püfür püfür giderler.

    Açılıyorlar denize. Lodos arttıkça artmada. Yelkeni indirerek küreklere yapışıp boca, saatlerce çalkanıyorlar. Moda burnunu aşar aşmaz sandal alabura oluveriyor. Dalgalar öyle azgın ki yüzme müzme para eder gibi değil. Zavallıların üçü denizin dibini boylayıp, biri de su yüzünde, yarı baygın halde çırpınırken tren istasyonunun aşağısındaki kulübemsi kahveden balıkçılar farkına varıyor; kayığa atlayıp kurtarıyorlar.

    Evlâtcığının acısı yüreğine işliyen biçare ebe hanım o günden sonra ölünceye kadar deniz, sandal görmeğe tahammül edemez, mahalle aralarından öteye ayak atamaz olmuştu.

    Küçük Modaya, Şifaya, Bakla tarlasına, Kızıltoprağın deniz tarafına rağbetin baş sebebi, güzelim Kalamış koy’unun oralardan tabak gibi görülmesiydi. Fenerbahçe kulesinden de kuş bakışı seyrine varanlar çoktu. Joanne’in Fransızca, Meyer’in Almanca İstanbul rehberlerinde methü senasını okuyan yabancı seyyahlardan haylisi oraya seğirtirlerdi. Karadeniz uşağı, kır traşları uzamış, hâlâ Tersanede nefer iki bekçiye çeyrek toka edilerek kuleye çıkılır. Harikulâde panoramaya doyabilirsen doy!..

    Fenerbahçe piyasalarını hiç kaçırmıyan beyler, hanımlar fazla toza bulandılar mı, bunları süpürmek; yahut acıkıp mideleri kazınmağa başladı mı, Sebastiano otelinin yanındaki bakkaldan aldıkları Graviyera peyniriyle francala yemek için tenha taraflara, şimdiki mendireğin karşı cihetine arabalarını çekiyorlar, koy’a bir kerecik olsun göz kaydırmak hatırlarına gelmeden; üstü başı süpürür, safra bastırırlardı.

    Ressam Civanyan’m çinko üzerine yapılmışlarını iki çeyreğe, muşambalı büyüklerini iki mecidiyeye sattığı yağlı boya resimlerinin yarısı Fenerbahçeye, Kalamış koy’una, Moda burnuna aitti. O devrin (Güzel sanatlar akademisi) demek olan Sanayi-i nefise mektebinde muallim Varnia’ya, Beyoğlunun sayılı ressamlarından İtalyalı Denango’ya kaç kere rastlamışımdır. Fener kulesinin, bir sakız ağacının veya selvinin altına şövalelerini diker, çala fırça çalışırlardı.

    İstanbulun kayık yarışları üç yerde olurdu. Modada, Büyükderede, Beykozda. En hoşu, tadı çıkarılanı Moda vapur iskelesi hizasından Kalamış koy’una doğru yapılanı idi.

    Ötekilerde olduğu gibi kayıklarda, yandan çarklı vapurlarda, kıyılarda balık istifliği, havasızlıktan bunalmak, güneşten pişmek yok. (Moda Palas) otelinin önündeki ağaçların serin gölgelerine yerleş, kahveyi, Kayışdağı suyunu, dondurmayı yahut buz gibi birayı masaya getirt; devrini alıp yarışı, can kurtaran sandalcılarının marifetlerini, yağlı direkten cumburlop olanları temaşa et.

    Haziran ayı girdi mi Kalamış’ta, vapur iskelesinin sağına; biri erkekler biri kadınlar için. 100 – 150 adım aralı, salaş İki deniz hamamı çatılırdı. Sahibi Samatyalı, kibar kuyumcular kılıklı bir Ermeni, Haydarpaşa ve Fenerbahçedekileri de işleten o. Modada deniz hamamı arama.

    Kalamıştaki Vasil’in gazinosu meşhurdu. Erbaplar,

    — Düz rakısına, mastikasına uyar yok; halis kayıp düzü, Sakız mahsulü. Mezelerinin lezzeti, temizliği de caba. Öyle hıyar turşusu, çiroz salatası, batlıcan kızartması, tarator nerede görülmüş? derlerdi.

    Oranın bas müşterisi, Ahmet Rasim merhumdu. Akşamlığı, daire dönüşü. vapurdan çıkan beylerin ehlikeyifleri mutlaka gazinoya uğrarlardı.

    Anadolu iskelelerine işleyen 17 numaralı Şahin, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy’de sayfiyeleri olan ekâbir ve rical ile tıklım tıklım. Trene binmemenin, arabayı iskelede bekletmenin, bu vapura rağbetin sebebi şu: Deniz havası almak, Kalamış koyunun letafetinden tatmak; ipincecik fistanlarla, göğüs ve kollar çıplak, sere serpe kıyafetteki madamlara, matmazellere ceşmiçerez…

    Sermet Muhtar Alus / Kalamış

  • Amigo Çetin

    Amigo Çetin

    “Sarı Kanaryalar” gazetesinden bir diğer seri… Adı “Fenerbahçemizin Renkli Kişileri” ve ilk konuk Amigo Çetin (Taner). Fenerbahçe tribün tarihinde iz bırakan insanları hatırlamak için çok güzel bir fırsat oldu. Bunları aktarmaya devam edeceğiz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Amigo Çetin

    Ona Fenerbahçe’nin tribün komutanı diyorlar. Ve ardından ekliyorlar :

    “İşte Fenerbahçe’mizin, 12’nci adamı”

    Evet tribünler orkestrasının şefi Çetin Taner’den bahsediyoruz. Her Fenerbahçelinin, tanıdığı ve elindeki Sarı-Lacivertli bayrağı ile futbolcularımızı coşturan Çetin Taner’i dinleyelim :

    “39 yaşındayım. 30 yıldır Fenerbahçemizin maçlarını izliyorum. Fenerbahçe’yi öyle seviyorum ki bu yüzden evlenmeyi bile düşünmüyorum. Bu sevginin beni öldüreceğini bilsem bile, yine vazgeçmem. Zira Fenerbahçe sevgisi ile yaşıyorum. Evimin her yönü Fenerbahçe resimleri ile dolu. Yatağımdan, içtiğim su kabına kadar her şey Sarı-Lacivert. Benim dünyam Fenerbahçe ile başlar, Fenerbahçe ile biter. Bir başka şey düşünemem. Her kulüp bana amigoluk teklif ediyor. Hatta Nice maçından sonra bir İtalyan yönetici 50 bin lira para ve 3 bin lira aylıklı amigoluk teklif etti. Fenerbahçe’yi bıraktığım an ben ölürüm. Benim sevgim böyle. 3 yıl şampiyon olamadığımız yıllarda ağzımda diş kalmadı. Her sezon kaçan şampiyonluğun ardından uykular uyuyamadım. Şimdi ise dünyanın en mutlu insanı benim.”

    Amigo Çetin
    Amigo Çetin, Şükrü Birand‘a sahnede Fenerbahçe bayrağı hediye ediyor.
  • Sinir Krizi

    Sinir Krizi

    Bu tabiri çok fazla kişi için kullandığımızın farkındayız ama ne yaparsınız, burası Fenerbahçe; efsaneler her yerde… Dolayısıyla “hakkında kitap yazılması gereken” isimlerden birisi olarak Dr. Reşat Dermanver‘i değerlendirmek, hiç de hata olmaz. Efsanemiz muhteşem bir hatırasını anlatmış. 30 Nisan 1957 tarihinde oynanan ve Fenerbahçe’nin 3-0’lık galibiyeti (ve İstanbul şampiyonluğu) ile sona eren Galatasaray maçında, Gündüz Kılıç sinir krizi geçirmiş ve ona müdahale eden de Fenerbahçe’nin efsane doktoru olmuş. Hatıranın en altında maçın Milliyet gazetesinde yayınlanan haberini bulabilirsiniz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dr. Reşat Dermanver Anlatıyor

    Kendimi bildim bileli Fenerbahçeliyim… Tüm futbolcular evlatlarım gibidir… Sabahtan akşama kadar onların tedavileri, dertleri ile uğraşırım. Bu bana büyük zevk verir. Zevklerin en büyüğünü…

    Türk futboluna gelmiş, geçmiş bütün şöhretler, elimden geçmiştir. Yıllarca onlarla birlikte sevindim, onlarla birlikte üzüldüm… Ciltler dolusu hatıralar var bende… Fakat bunlardan bir tanesini hiç unutamam…

    Bakın sizlere de anlatayım :

    1956-1957 futbol sezonunun sonuna gelmiştik. Galatasaray liderdi. Fenerbahçe ile berabere kalması dahi şampiyon olmasına yetecekti. Neyse, uzatmayalım iki takım da sahaya çıktılar. Galatasaraylı futbolcuların morallerinin yerinde olduğu görülüyordu. Buna karşılık bizim çocuklar da, söz vermişlerdi, and içmişlerdi şampiyon olacağız diye… Ve o gün, o unutulmaz gün ezeli rakibimize tam üç gol attık. Şampiyon olmuştuk…

    Soyunma odasında birbirimizi tebrik ederken, sevinç gözyaşları dökerken, kapı vuruldu. Açtım. Baktım karşımda bir, Galatasaraylı yönetici.

    “- Hayrola” dedim.

    “- Reşat Bey, sizden bir ricam var” diye devam etti, “Bizim antrenör Gündüz bayıldı. Lütfen gelir misiniz?”

    “- Hay hay” dedim ve Galatasaray soyunma odasına koştum.

    Gündüz yere uzanmış, asabi krizler geçiriyordu. Ben onu muayene ederken, menecer Osman İncili de başımda dikilmiş;

    “- Bana bak, ne olur bana da bak… Ben de fenayım” şeklinde konuşuyordu.

    İkisine de gerekli ilk tedaviyi yaptım. Gündüz Bey’i hastaneye kaldırttım…

    Ve de sevincim o anda biraz kursağımda kaldı tabii…

    Dr. Reşat Dermanver / Sarı Kanarya Gazetesi / Sinir Krizi


    Sinir Krizi
    Gündüz Kılıç’a Sinir Krizi Geçirttiren Maç
  • Kazım Şencan

    Kazım Şencan

    1974 yılında, Fenerbahçe’nin 10 yıllık malzemecisi olan Kazım Şencan (futbolcuların deyimiyle Kazım Baba) ile kısa bir röportaj gerçekleştirilmiş. Fenerbahçe’nin emekçileri ile yapılan bu tip sohbetler bir yana, onların resimlerine ulaşmak da çok kıymetli. Fenerbahçe’de bayrağı Şerafettin Doğan ağabeyimize bırakan Kazım Baba’nın ruhu şad olsun.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kazım Baba

    Şöyle bir tekerleme var :

    “Ben hancı, onlar yolcu…”

    Fenerbahçe’nin 10 yıllık emektar malzemecisi Kazım Şencan da bu tekerlemeyi söylüyor ve “Sarı-Lacivertli kulübün hancısıyım” diyor. Yıllardır çeşitli kulüplerde malzemecilik yapan ve son 10 yıldır Fenerbahçe’de çalışan ve futbolcuların “Baba” dediği 65 yaşındaki Kazım Şencan’ın kendi gözü ile yolcu olarak gördüğü idareci antrenör ve futbolcuları şöyle anlatıyor :

    Antrenörler

    Didi : Sessiz ve kibar.

    Ionescu : Sessiz fakat otoriter.

    Abdullah Gegiç : Düzenli, samimi ve alçak gönüllü.

    Teasca : Çok sinirli fakat çok da neşeli.

    Selahattin Torkal : Yumuşak başlı ve centilmen.

    Basri Dirimlili : Sert ve otoriter.

    İlhan Uralgil : Çok sinirli. Kendi menfaatini düşünür.

    Sabri Kiraz : Efendi ve çok sevilen bir antrenördü.

    İdareciler

    Faruk Ilgaz : Herkesle ilgilenir. Herkese yardım eder.

    Emin Cankurtaran : Çok şakacıdır. Herkesi sever.

    Eşref Aydın : Uğurlu bir yönetici. Onun zamanında 5 kupa aldık.

    Futbolcular

    Ziya Şengül, Önder Mustafaoğlu, Yılmaz Şen, Cemil Turan, Alpaslan Eradlı : Çok titizler.

    Muharrem Algıç : En dağınık futbolcu.

    Serkan Acar, Ion Nunweiller, Fuat Saner, Numan Okumuş, Şükrü Birand : Çok neşelidirler.

    Ilie Datcu, Yavuz Şimşek : Çok şakacı.

    Nedim Doğan, Yılmaz Şen : Çok sinirliler.

    Şükrü Birand : Çok cimri.

    Alpaslan Eradlı : Unutkan.

    Cevher Örer, Önder Mustafaoğlu , Muharrem Algıç : Malzeme beğenmez.

    Cemil Turan, Mustafa Kalpakaslan : Eli en açıklar.

    Kazım Şencan / Sarı Kanaryalar Gazetesi

  • Cihat’ın Uçuşu

    Cihat’ın Uçuşu

    1970’li yıllarda yayınlanan Sarı Kanaryalar gazetesinde “Bir Eski Şöhret, Bir Unutulmaz Anı” isimli bir seri yayınlandı. Bu yazıda, 1941 yılında İngilizlerle yapılan maçta, “Sarı Kanarya” Cihat‘ın uçuşu, Fenerbahçe’nin sembol isminin ağzından aktarılıyor. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenton Penaltıyı Çekti, Ben Uçtum

    Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük kalecilerinden Cihat Arman’ın Fenerbahçeli olması bütün Sarı-Lacivertliler için bir iftihar vesilesidir. Biz bu büyük sporcumuza, bu unutulmaz kalecimize en önemli anılarından birini sorduk:

    “Futbol hayatınızda daima hatırladığınız bir olayı bize anlatır mısınız?”

    “Elbette” diye cevap verdi ve sonra gözleri daldı ve o anları yeniden yaşayarak şunları anlattı :

    “1941 yılında bazı nedenlerden ötürü bir-iki ay takımda oynayamamıştım. Bu sebepten ortalıkta, çeşitli söylentiler oluyor ve kimi hasta olduğumu, kimi kulüple aramın açık bulunduğunu, kimi ise daha ileri giderek vereme yakalandığımı öne sürüyordu.

    Bütün bu söylentileri yalanlamak için sahaya çıkmak lazımdı. O sıralarda Mısır’dan gelmiş olan ve içlerinde profesyonel futbolcular bulunan İngiliz Orta Şark takımına karşı oynamak en uygun hareket olacaktı.

    Maç günü vapurlar adam almıyor, bütün İstanbul halkı Kadıköy’e İngilizleri seyretmeye gidiyordu. Günlerce düşündükten sonra, uzun zamandır antrenman yapmadığım halde bu kuvvetli takıma karşı oynamaya karar verdim. Soyunmaya başladığımız zaman heyecanım artıyor ve antrenmansız olarak bu maça nasıl çıkıyorum diye düşündükçe içime giren korku fazlalaşıyordu. Sahaya, Cihat, Muammer, Murat, Ömer, Zeynel, Aydın, “Küçük” Fikret, İbrahim, Melih, Naci, Halit şeklinde çıkmıştık.

    İngiliz hakemin düdüğü ile oyuna başladığımız zaman hamlaşmış vücudumu biraz olsun harekete getirmek için sağa sola koşarak ufak tefek hareketler yapıyordum. İngilizler devamlı hücumdaydılar.

    Gene bir hücum yapmışlardı ki İngiliz hakemin düdüğü öttü ve penaltı noktasını gösterdi. Meşhur profesyonel futbolcuları santrfor Fenton, yeri düzelttikten sonra topu penaltı noktasına koyarken ben de onun hareketlerini takip ediyor ve yüzde doksan gol demek olan penaltının yüzde on kurtulma ihtimallerini araştırıyordum. Fakat, Fenton da topa nasıl vuracağına ve ne taraftan atacağına dair hiçbir belirti yoktu.

    Kısa bir süre içinde geçen bu yoklama ve karardan sonra hakemin düdüğü öttü ve Fenton gerilerek bütün kuvveti ile topa vurdu. Bu ana kadar hiçbir hareketini belli etmeyen bu oyuncunun topa vururken ayak istikametinin sağ tarafıma olduğunu görebilmiş ve o tarafa doğru uçmuştum. Bir metre yükseklikten ve kalenin sağ köşesinden bütün hızı ile içeri girmekte olan top, çıkardığım yumrukla istikametini değiştirdi ve havalanarak kornere çıktı.

    Penaltıyı kurtarışım, bütün stadı coşturmuştu. Bu kurtarışı İngiliz hakemi de takdir etmiş olacak ki yanıma gelerek elini uzattı ve büyük bir centilmenlikle tebrik etti.

    Bu hareket diğer İngiliz oyuncular tarafından da tekrarlandı ve başta Fenton olmak üzere hepsi teker teker gelip elimi sıktı..

    İkinci yarının sonlarına doğru 2-0 mağlup durumda idik. Takımımız birdenbire parladı ve üst üste hücumlara geçti. İşte bu arada santrfor Melih Kotanca’nın attığı iki golle, beraberliğe ulaştık ve maçı bu sonuçla bitirdik : 2-2

    Oyundan sonra duşta yıkanırken Fenton penaltıyı nasıl atamadım diye üzülüyor ve “Hayatımda bu penaltı yüzüncü penaltı idi. 99’unu da gole çevirmiştim. Fakat yüzüncüyü sen kurtardın” diyordu…

    Cihat Arman @ Sarı Kanaryalar

    Cihat'ın Uçuşu
    Cihat’ın Uçuşu / Cumhuriyet Gazetesi’nden
    Cihat'ın Uçuşu
    Ulus Gazetesi’nden