Kadıköy semtlerinin tarihçesi yazılırken Fenerbahçe tarihinde iz bırakan mekanlar ile birlikte Fenerbahçeliler de anılıyor. Sermet Muhtar Alus’un 19 Nisan 1950 tarihli yazısında anlattığı Çiftehavuzlar da “Papazın Bağı” ve “Ali Muhiddin Hacı Bekir” sayesinde Fenerbahçe Spor Kulübü ile yolu kesişen yerlerden biri… Keyifli okumalar…
Semte niçin böyle denildiğini, şimdi orada oturanların, hele gençlerin çoğu bilmiyor.
Kaç yıl önce Çiftehavuzlar’da bir köşk yaptırmış, yaz kış oraya yerleşmiş aziz bir ahbabın Çamlıca lisesine devam eden kızına tramvayda rastladım; yanında bir mektep arkadaşı da vardı. (Yeniköşk) durağından hareket etmiş, ilerliyoruz. Eski dostumun kızı sordu:
— Bizim Çiftehavuzlar’a neden dolayı bu isim takılmış, siz bilirsiniz belki bey amca. Vaktiyle civarda iki havuz mu vardı?
Arkadaşı da lafa karıştı:
— Ben dokuz, on yaşındayken Çengelköyü’nde, Havuzbaşında otururduk. Mevkiin o adla anılmasına sebep, el’an yeri belli bir havuzdan ötürüydü. Burada harap olmuş havuz mavuz göremiyoruz!…
Lazım gelen cevabı verip meraklarını hallettim. Kızlar teşekkür ederek durakta- indiler. Muhitin yabancısı, eski halini bilmeyen bazı okuyucularıma da bir yazı mevzuu çıkarmış oldum.
Bağdat Caddesi’nden Kadıköyü’ne inilirken Çiftehavuzlar durağının önü 40 – 50 yıl evvel boydan boya duvarla çevrili, Papazın bağı denilen, çavuş üzümünün enfesini yetiştiren bir bağdı. Deniz cihetine sapan sokaktan gidilince sağde kagir, bir katlı, mandramsı bir bina, bitişiğinde ağaçlar vardı. Epeyce zamandır o taraflara yolum düşmediği için hala duruyorlar mı bilmem? Buraya Sallapat’ın Gazinosu denirdi; Çiftehavuzlar işte oradaydı.
Set üstündeki büyük havuz dört köşe, yanları 8-10 metre, oldukça derin, içi kırmızı balıklarla dolu; seddin aşağısındaki küçük havuz yuvarlak, yosunlarla pıtraktı.
Sallapat, zengin bir Rummuş. Gazinoyu pinpon bir barba işletir, iri yarı delikanlı oğlu sırtında avcı elbisesi, omuzunda çifte, arkasında zağar, sabahtan akşama kadar Kayışdağı, Alemdağı kırlarında av peşinde gezer, tek garson İspiro orta oyununda hallaç gibi mütemadiyen çene çalardı.
Pazar günleri Kadıköy yakasının erkekli kadınlı Rumları gazinoya dolarlar, kafaları dumanlayıp laterna ile hora teperler; Ermeniler bir tarafa çekilip carmakcur çeke çeke şarkılara girişirler; vakti kerahetin hululünde efendiden kişiler dahi damlayarak geç vakte kadar bade çakarlardı.
Gazinonun Erenköy tarafınındaki tarla zeytinlikti. İlerisinde, kendimi bildim bileli duvarları duran, içinden çıkan bir yangınla yanıp kül olan ispirto fabrikasının enkazı vardı; sıkışanlara memşalık ederdi. Çiftehavuzlar’ın az ötesi, Fenerbahçe mesiresine arabalarla giden beylerin, hanımların kısa bir mola yeri, oradan dönenlerin uzunca âramgâhı idi. Yana düşen kırık dökük tahta havaleli geniş arsa gene Sallapat’ındı. Bir tarihte bağmış; kütüklerini filoksera yeyip kemirmiş; bakımsızlıktan mezbele, alyandoz ormanı halini almıştı.
Günün birinde bir de baktık ki bu viran bağda faaliyet deme gitsin. Yabani ağaçlar, otlar sökülüp atılıyor; araba doluları tuğla, kum, kireç, kalas, kereste taşınıyor; kulaktan kulağa türlü rivayetler fısıldanıyor:
— Arsayı Musahip Lütfi ağa zade Mabeyinci Faik Bey ele geçirmiş; artık Bebek’ten bıktığı için Marmaraya nazır bir yalı inşa ettirecekmiş!…
— Saliha Sultanla kocası Ahmet Zülkifil Paşa, Çiftehavuzlar’ı pek sever, Fenerbahçe’ye bile tercih ederlermiş; bir köşk yaptıracaklarmış!…
— Fehim Paşa, gayet ucuzuna kapatmış; cihannümalı, şeddadî bir sayfiye kurduracakmış!…
Ağız tamburalarının hepsi boşuna çıktı. Operatör Cemil Paşa, o güzelim köşkü bina ettirdi; harabezan mamureye, mükemmel bir parka çevirdi; gene çeneler işlediydi:
— Köşkün planları, şekli 1900 Paris sergisindeki Osmanlı pavyonunun örneği imiş!…
— Köşk, doğrusu pek kullanışlı. Ne baştan başa upuzun, ne de yangın kulesi gibi göklere yükseliyor!..
— Bahçenin mermer heykellerini Avrupadan getirtmiş. Malûm a, heykel put sayılır, günahtır. Hiç çekinmemiş mi acaba?
Cemil Paşa Meşrutiyetten önce bu bahçede birkaç cülûs şehrâyini yaptırdı, görenlerin parmağı ağzında kaldı. Bir yaz da İstanbul’un yerli, ecnebi doktorlarına bir gardenparti verdi; herkes parmaklıklara üşüşüp davetlilere sunulan gatoları, şekerlemeleri, kalıp dondurmalarını, likörleri dudaklarını yalıya yalıya omuz omuza seyrettiler; orkestranın çaldığı opera parçalarını, senfonileri, valsleri dinledilerdi.
Bu malikane şimdi, halk arasında Şeker kıralı lakabıyla maruf Bay Hayri İpar’ın malıdır.
Dediğim yerin soluna, sahilin yakınma, Mabeyin başkatibi Kara Tahsin Paşa, ailesi namına, Feneryolu’nda bulunandan gayrı ayrıca bir villa yaptırmıştı. Hareminin, kızının hususi deniz hamamında banyo etmeleri, sandalla da tenezzühleri için. Fakat köşk damadı Fuad’a yaradı. Delikanlı oradan ayrılmaz, etrafında kafadarları, dalkavukları, çal oynasın, vur patlasınla keyif sürer, binlikleri devirirlerdi. Sultan Hamid’in son cülus şenliğinde damat bey çalgılı çağanalı bir donanma tertip etmişti. O gece içip içip kör kütük oluşunu, karga tulumba ile arabaya konup Feneryolu’ndaki kaşaneye götürülüşünü gözümüzle gördük.
Meşrutiyetten sonra burasını Ali Muhiddin Hacıbekir Bey biraderimiz aldı. Bir müddet geçince eski mebuslardan avukat Kocabaş Arif Beye sattı. Daha sonra Refi Bayar satın alarak garaj ve bazı müştemilat ilavesiyle binayı büyüttü. Merhumun vefatı üzerine refikası sezonluğunu beş-altı bin liraya kiraya vermeye başlamış; bazı zenginlerimiz, nitekim Nemlizade Bay Mithat orada oturmuşlardır.
Sahanın solunda, Amiral Hasan Rami Paşa’nın bahçesine, Şirin’in kasrını andıran yalısına kadar ev mev yoktu.
Cemil Paşa köşkünün sağından denize doğru inilince, kıyıya her yaz Şehremini Rıdvan Paşa bir deniz hamamı kurdurur, haremdekiler banyoya gelirler, sıkı fıkı ahbapları hatunlar da boyuna taşınırlar, neşeli neşeli bağırtılar, çığlıklar ortalığa yayılırdı.
Hamamın iskelesine manifaturacı Şişman Yanko’nun balık kayığı Tanrı’nın günü bağlı durur. Yanko, Selamiçeşmesi’nde yazı geçirir, kendine mahsus iki balıkçısına sabah sabah nadide balıklar tutturur, taze taze gövdeye atardı. Ayıp değil a, boğazına düşkün, o göbek kolay kolay şişmez.
Yolun berisinde, solda Balıkhane Nazırı beyin kızı Seniye Hanımın köşkü vardı ki akıbet yandı. Meşrutiyet senelerinde (13üncü asrı hicride İstanbul hayatı) başlığıyla makaleler yazmış olan Ali Rıza Bey piri fanilerden. Ara sıra kızını yoklar, başında takke, arkasında beyyum kürk, pencere önüne geçip hakiki piyanistleri cebinden çıkaran kerimesinin piyanosunu dinlerdi.
Aynı sırada mühürdar bilmem ne beyin evindeki gayet dilber, son derece sıcacık kanlı, afacan taze -mumaileyhin torunu- bahçeden hiç ayrılmaz, gelen geçen gençleri çileden çıkarırdı.
1980’li yılların sonunda “V” dergisinde, konusu “Moda Deniz Kulübü” olan aşağıdaki yazı yayınlanmış. Kadıköy tarihinde ve sosyal hayatında çok önemli bir yere sahip olan Moda Deniz Kulübü’nün kuruluşunda ve yönetiminde başta (Türk futbol tarihinin en büyük sporcusu) Zeki Rıza Sporel olmak üzere, bir çok büyük Fenerbahçelinin payı var. Öyle ki Fenerbahçe’nin ebedi büyük kaptanı Galip Kulaksızoğlu bile kulüpte müdürlük yapmış… Keyifli okumalar…
1934 senesi, yaz mevsiminin son günleri. Marmara’nın berrak, mavi sularında her zamanki gezintilerinden birini yapmakta olan “Ceylan” yatının güvertesinde, zamanın iktisat ve Ticaret Bakanı Celal Bayar, arkadaşlarına anlatmakta olduğu anısını Büyük Atanın “Denize inmek medeniyetin şiarıdır” vecizesiyle noktalıyor.
11 yıllık genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yatçılık konusunda, Akdeniz Devletlerine nazaran çok yavaş bir ilerleme kaydettiği bu dönemler için, Ata’nın vecizesinin anlamı büyüktü. Ve, sporun diğer dallarında birer otorite olan, o sırada da“Ceylan” yatında bulunan gençler, Atatürk’ün vecizesinden güç alarak, zamanın İktisat ve Ticaret Bakanı Celal Bayar ile arkadaşlarına gönüllerinde biriktirdikleri yatçılık ile ilgili sıkınt darını sayıp dökme fırsatım yakalamışlardı.
Bu olayların yaşandığı 1934 yılında, yatçılık alanında manzara şuydu;
Moda Koyunun dışına çıkmayan, “Moda Kayığı” diye adlandırılan dört beş tekne, yine Moda’da bulunan İngiliz Kulübü’nün üç-dört “Dingi”si ve Fenerbahçe’de oturmakta olan yabancı birkaç zengine ait tek tük yat ortalıkta dolaşmaktaydı. Özetle bu yıllar Barbaros’ların Turgut Reis’lerin torunları olduğumuzu iftiharla söylemenin lafta kaldığı yıllardı…
O gün Kalamış Koyunda “Ceylan”dan ayrılanlar bu acı gerçekle bir kez daha yüz yüze gelmişlerdi. Fakat içlerinde bir ümit ışığı) belirmişti.Çünkü Büyük Ata’nın icraatlarının uygulayıcılarından, Onun en yakın çalışma arkadaşı Celal Bayar’ın girişimleriyle yatçılık alanındaki bu durgun dönemin noktalanacağına yürekten inanmışlardı.
Dört, beş ay sonra yani 1935 yılının başlarında Celal Bayar, Milli Spor Mağazası’nın sahibi Zeki Rıza Sporel’e yazın son günlerindeki, bir deniz kulübü kurulmasıyla ilgili sohbetlerini hatırlatıyor ve böyle bir tesisin kurulması için nelere ihtiyaç duyulacağını soruyordu. Ardından da ekliyordu:
“Bu yılın yaz mevsimine bu kulübü yetiştirebilir miyiz?”
Zeki Rıza Sporel, Bayar’a 25-30 bin liralık bir yardımın yanı sıra kulüp için bina sağlandığı takdirde hemen hazırlığa girişebileceklerini arz ediyordu. Ertesi gün Türkiye İş Bankası’nda “Deniz Kulübü” emrine otuz bin liralık bir kredi açılıyor ve banka üst düzey yöneticilerinden Fazıl Öziş ve Muvaffak İşmen de Zeki Rıza Sporel ile birlikte kulübün bir an evvel kurulması için hazırlıklarda bulunmakla görevlendiriliyorlardı.
Sıra kulübün kurulacağı bölgeyi saptamaya geliyordu. Kalamış Koyundaki Cıngıllı Bağı ve Fenerbahçe Burnu üzerinde yapılan incelemeler istenen sonucu vermiyor ve en uygun yer olarak Moda Koyunda karar kılınıyordu. Ve bugün Moda Deniz Kulübü terk ettiği eski binada, su sporları konusunda etkinlik göstermekte olan İngiliz Kulübü ile birleşerek 8 Nisan 1935 tarihinde Celal Bayar (İzmir Mebusu), Fazıl Öziş (T.Iş Bankası Genel Direktör Muavini), Muvaffak İşmen (T.İş Bankası Genel Direktör Muavini), A.Hendel (Deutsche Orient Bank İstanbul Şubesi Direktörü), Zeki Rıza Sporel (Yüniş Fabrikaları İstanbul Ajanı), Arthur Whittal (İngiliz Sefareti Pasaport Dairesi Şefi) ve Rejinald Whittal (Tüccar) tarafından Moda Deniz Kulübü kuruluyordu.
Kulübün ilk idare heyeti ise Celal Bayar’ın başkanlığında, kurucu altı üyeden oluşuyordu. 53 yıllık şerefli bir geçmişe sahip olan Moda Deniz Kulübü’nün bugüne değin başkanlığını yapanlar Celal Bayar, Necmettin Sadak, Yusuf Ziya Kalafatoğlu, Muhlis Erdener, Zeki Rıza Sporel, Tevfik Taşçı, Rauf Dizdar, Malik Yolaç ve Necati Gökçen’dir.
Komodorluğunu ise Celal Bayar, Kenny Whittal, Pertev Demirhan, Tevfik Taşçı, Rejinald Whittal, Nazmi Rıza Kuraner, Dr. Ziya Demirdöken, İlhan Sipahi, Ercüment Berker ve Faruk Ilgaz yaptılar.
Üyeleri arasında ülkenin tanınmış, seçkin simalarının bulunduğu Moda Deniz Kulübü’nü kuruluşundan bugüne değin yerli ve yabancı birçok devlet büyüğü de ziyaret etmiş. Büyük Atatürk’ün defalarca şereflendirdiği ve sonraki Cumhurbaşkanlarının da tabii üye olarak sık sık ziyaret ettikleri Moda Deniz Kulübü’nü, son Cumhurbaşkanımız Sayın Kenan Evren de iki kez onurlandırmışlar.
Kulüp, 48 yıl etkinliğini sürdürdüğü ilk binasından, kulübün üyesi Ord. Prof. Y. Mimar Emin Onat’ın projelerini bizzat hazırladığı ve inşaatı bürokratik engellerden dolayı uzun yıllar süren yeni lokaline 1983’de taşındı.
53 yıl içinde büyük bir titizlikle seçilen 2028 üyeye ulaşan Moda Deniz Kulübü’nün başkanlığını, halen Prof. Dr. Süha Toner yapıyor. Yönetim Kurulu ise şu üyelerden oluşuyor :
Yusuf Lakay, Haldun Okşar, Mustafa Yemeniciler, Dr.Adnan Gürkaynak, İbrahim Yazıcı, Muhtar Yiğit, Teoman Taşpınar ve Tarık Şehmen.
Necati Gökçen ve İbrahim Cimcoz da bugünkü komodorlar.
Moda Deniz Kulübü, bugün de seçkinlerin kulübü olma niteliğinin yanı sıra su sporları alanındaki gücünü tümüyle koruyor.
Anılar
Moda Deniz Kulübü’nün kuruluşundan bu yana üyesi olan İbrahim ve Bülent Cimcoz kardeşler ile Necati-Vecihe Gökçen çifti kulüp ile ilgili 53 yıllık anılarını dile getirdiler. Moda Deniz Kulübünün eski üyeleri, geçmişi anlatırken bir yandan da 1930’lu yılları sanki yeniden yaşıyorlardı.
“Şimdiki Moda Vapur İskelesi’nin üstünde “Yachting Clup” adında bir İngiliz kulübü vardı. İşte 1935’de Moda Deniz Kulübü bu İngiliz Kulübü ile birleşerek o yıllarda Kıbrıslı Celal Sofu Beyin malı olan şimdi terk edilmiş eski binada kuruldu”
İbrahim ve Bülent Cimcoz’un ardından sözü Gökçen’ler aldı:
“Zeki Rıza Sporel’in Ceylan yatında o dönemin başarılı sporcuları Demir Turgut, Leyla Turgut ve Kamil Öngut, Celal Bayar’a gençlik adma deniz sporlarıyla ilgili hepimizin sıkıntılarını dile getirmişlerdi. İktisat Bakanı Bayar’da Atanın da bir dileği olan deniz kulübünün kuruluş çalışmalarına başlaması için emir verdi. Ağabeyimiz Tevfik Taşçı kurucu üye olarak Yönetim Kuruluna girdi. Daha sonrada komodorluk ve başkanlık yaptı”
Moda Deniz Kulübü nün uzun yıllar başkanlığını yapan bugünde İbrahim Cimcoz ile birlikte komodorluğunu üstlenen Necati Gökçen o yıllarda kulübün yalnızca 100 üyesi bulunduğunu vurguluyor. İbrahim Cimcoz ise o dönemde kulübe nasıl üye olunduğunu şöyle anlatıyordu:
“Milletvekili maaşının 225 lira olduğu 1935’de ben kulübe üye olmak için 100 lira ödedim. Arkadan 1936’da kardeşim Bülent, 1940’da da Necati Gökçen üyelik için 100 liranında üstünde ödemeler yaptılar. Tabii bu yüksek aidatın yanında üyelik talebinde bulunan kişi hakkında da çok geniş araştırmalar yapılırdı“
Atatürk kulübe ilk gelişini ise eski üyeler hep birlikte büyük bir coşkuyla tekrar yaşamasına anlattılar.
“1935 yılının yazıydı. Tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Atanın açılış için kulübe geleceği duyuldu. Herkeste heyecan dorukta idi. öğle üstü Florya Deniz Köşkü’nden hareket eden Acar Motoru Mustafa Kemal Paşa’yı Moda Vapur İskelesi’ne getirdi. Beraberinde Şükrü Kaya, Donanma Komutanı Şükrü Okan, Mebus Hafız Mehmet Bey ve Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibi Yunus Nadi Bey vardı. İktisat Başkanı ve Kulüp Başkanı Celal Bayar başta olmak üzere, Zeki Rıza Sporel, Tevfik Taşçı, Mahmut Baler, Dr.Cudi Bey ve eski İngiliz Kulübünün ileri gelen isimleri Paşa’yı karşıladılar. Balkonda kısa bir süre oturdu. Memnuniyetini dile getirip kulüpten ayrıldı. Sonra bir çok kez hep deniz yoluyla kulübe geldiler. Balolara katıldılar”.
En eski dört üye geçen yılların Moda Deniz Kulübüne olumlu katkıları olduğunu da belirtiyorlar.
İki yıldır görevde olan ve bu dönem içinde de başarılı çalışmalara imzasını atan Moda Deniz Kulübü yönetim kurulu ve murakıpları “V” için bir araya geldiler. Başkan Prof. Süha Toner, Yusuf Lakay, Haldun Okşar, Muhtar Yiğit, Dr. Adnan Gürkaynak, Mustafa Yemenici, Tarık Şehmen, İbrahim Yazıcı, Teoman Taşpınar, Burhan Atakoğlu, Sedat Günertem ve Tulga Erdoğru.
Necati Gökçen, Vecihe Gökçen, İbrahim Cimcoz ve Bülent Cimcoz
Moda’dan Yoğurtçu’ya inerken, yolun döndüğü yerde bir heykel görürsünüz. Bu heykel, meşhur ressam Fikret Mualla’ya aittir. Fenerbahçe’nin meşhur futbolcusu “Topuz” Hikmet‘in de akrabası olan bu müthiş sanatçının, aynı derecede müthiş çalkantılar içinde geçen hayatını hikaye eden Orhan Koloğlu’nun yazı dizisinde enteresan bir anekdota rastladık. Meğer merhum Fikret Mualla, 1959 yılında oynanan Nice maçında kulübe mektupla taktik vermiş. Keyifli okumalar…
Kağıda Kaleme Sarılıp Nice Maçında Fenerbahçe’ye Taktik Vermişti
Hermine bırakır bırakmaz, Fikret’in resim dehasına gerçekten inanan bir başka sanatsever ortaya çıktı: Madam Anglès. O da, parça başına 4000-5000 (80-100 Lira) Frank’a, ne getirirse almayı garantilemişti. Daha onunla tam bir işbirliğine girişmeye vakit bulamadan yine soluğu karakolda aldı.
Parasız bir gününde Coupole lokantasına girmiş, tıka basa yemiş içmiş, sonra da meteliği olmadığını söylemişti. Onu zaten tanıyorlardı, yapacak bir şey yoktu.
«Başka zaman verirsin» dediler.
İnadı tuttu «Hayır vermeyeceğim» dedi.
Başlarından savmak, hâdise çıkarmamak için her şeye razı idiler, fakat Fikret Mualla iyice sarhoştu ve kaşınıyordu. Kaşıdılar da.
De Gaulle’ü, Malraux’ yu, tümünü ipe dizdi. Yine karakol, yine hudut dışı etme tehdidi. Hakaretten bir aya mahkûm edilmişti. Madam Angles araya girdi, madamın ahbabı akıl doktoru Orsoni garanti verdi ve «Onun sözlerinden dışarı çıkarsa tekrar tımarhaneyi boylayacağı iyice anlatıldıktan sonra» olay örtbas edildi.
Karaciğerin İsyanı
Şimdi eskisine nazaran çok daha az çalışıyordu. Ayrıca kendini daha hür, daha rahat hissediyordu. Bir akıl doktorunun tavsiyelerine uyarak Fikret’i çalıştırmayı düşünmekle Madam Angles diğerlerinden daha iyi sonuç almayı başardı. Prensibi onu asla korkutmamak üzerine kurulmuştu. Kapalı odalar, sıkıcı bunaltıcı aralıksız çalışmalar yapışma uygun değildi. Bu tedbirler, izlendiği, ya da mahvedilmek istendiği korkularını onun kafasında canlandırıyor ve daima tehlikeli olaylara yol açıyordu.
Ayrıca sıhhati de son derece bozulmuştu. Nefes darlığı, su toplanması (ödem)… Çok çok terliyor, kendisini zor hareket ettiriyordu. Yıllarca sefaletten bir deri bir kemik dolaşmışken şimdi, karaciğer hastalığı yüzünden, yirmi kilo birden almıştı. Sorunları yine her zamanki sorunlardı: Aileden kalan mirası elinden alınmıştı, polis kovalıyordu ve uluslararası bir şebeke onu mahvetmek peşindeydi.
Madam Angles, daha doğrusu doktoru, Saint Germain tarafına gitmesini menetmişti. Böylelikle hem Türk, hem de sanatçı çevrelerden uzaklaşmış oluyordu. Günlerini resim yapmak, bol bol mektup yazmak ve nihayet tek başına kafayı çekmekle geçiriyordu.
Maç Taktiği
Resimlerdeki aşırılıklara bakarak akıl hastalarını tahlile kalkışan doktorlar, Fikret’in resmi karşısında söyleyecek bir kelime, veya bir hastalık izi bulamıyorlardı; o derece dengeli ve o derece yumuşaktı.
Devir devir değişen hâkim renkti; bu bazen turuncu, bazen kırmızı, bazen de eflâtundu. Pek çabuk, modele bakmadan, sadece bir gece evvelinden hafızasına yerleştirmiş olduğu sahneleri tuale naklediyordu.
Günde sadece yarım saat veya üç çeyreğini resme ayırıyor, sonra mektuplarına ve içkisine dönüyordu. Şimdi eskisinden fazla yazmaya başlamıştı. Dostlarından ya miras işini halletmelerini istiyor, ya da kahve, zeytin, zeytinyağı, sabun, cezve, bir saç mangal, kahve fincanı, rakı, Bursa havlusu, pastırma, sucuk siparişi veriyordu.
Hattâ bir gün, Fenerbahçe’nin Nice takımı ile Fransa’da maçlar yapacağını işitince kalemi kağıdı eline almış, bu takımın oyun taktiği ve nasıl karşı konulması gerektiği hakkında uzun uzun bilgi göndermişti. Fenerbahçe kulübünden «İlginize çok teşekkür ederiz, Bayan Muallâ» şeklinde bir cevap alınca dünyalar onun oldu.
Ne France Bertin’in, ne de Madam Angles’in düzenledikleri sergiler onu bu derece sevindirmemiş ve ilgilendirmemişti. Takdir cümleleri ve kritiklerin söylediklerine zaten hayatı boyunca kulak asmamıştı. Değerini biliyor, bildiğini yapıyor, üst tarafı ile ilgilenmiyordu bile. Büyüklüğü de buradaydı.
Paris’ten Ayrılış
İçkiye gelince, her gün artan bir tempo ile devam ediyor, tabii sonuç olarak kavgalar gürültüler eksik olmuyordu. Otelin garsonundan kapıcısına kadar bütün personeli ile kavgalı haldeydi. Can sıkıntısından gelene geçene şişe atıyor, hattâ penceresinden aşağıya işiyordu.
Yine kriz geçirdiği ve «İmdat, imdat! Polis geliyor» diye herkesi uyandırdığı bir gece yarısı, sağ kıyıdaki otelinden kapı dışarı edildi. Sefil halde, kendisini kabul edecek tek bir otel kalmayıncaya kadar mahalle değiştirdi.
1962 yılının sonlarına doğru bir gün, yatacak yer bulamayınca, sabahın üçüne kadar sokaklarda, Montmartre’da dolaştı. Oradan hale gidip bir hayli çekti ve nihayet sol tarafına gelen bir felç krizi ile sokağın ortasına düştü. Kırk iki yıldır süregelen sefalet ve yorgunluğunu artık vücudu taşıyamıyordu.
Madam Angles, derhal hastaneye kaldırttı, iyi bir tedavi yaptırdı ve biraz iyileşince kendi evine aldı. Otele yatırılacak gibi değildi. Sinir krizleri bir yana, şimdi altını tutamıyor, ikide bir elbiselerini, yerleri, çarşafları berbat ediyordu. Milletvekili olan Bay Angles’in davetlerindeki skandalları da caba.
Evleri Picasso’lar, Van Döngen’lerle dolu olmasına ve sanatçılara büyük saygı beslemelerine rağmen, karı koca Fikret’i daha uzun bir süre yanlarında barındıramayacaklarım anladılar. Doktorlar da daha ılımlı iklimlerin, meselâ Fransa’nın Güney kıyılarının sıhhatine çok iyi geleceğini belirtiyorlardı. Nihayet, Nice civarında denizden 80 kilometre kadar içerdeki Reillane kasabasında bulunan Madam Angles’in evine yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Tabii kasabanın üç meyhanecisine, ona fazla içki vermemeleri tenbih edilerek. Güneyin sağlam havasında çarçabuk kendini toparladı, sol tarafındaki ârıza hemen hemen geçti ve Fikret Mualla büyük bir neşe ve iştiha ile çalışmaya, mektup yazmaya ve içmeye döndü.
On yıllar evvel, İstanbullu mahlasıyla “Ol Şehr-i İstanbul ki” isimli bir seri kaleme alan yazarın, bu yazıdaki konusu Kurbağalıdere… “İstanbullu”, bu muhitin asıl çöküşünü Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali’nin yanmasına bağlamış. Haksız da sayılmaz… Yazıyı okurken size zaman zaman neşe, fakat ekseriyetle hüzün eşlik edecek…
Kadıköy yakasında dolaşırken, buraya nice ve nice yıllar apayrı bir özellik ve güzellik kattıktan sonra bugün kendi haline terk edilmiş bulunan Kurbağlıdere’den bahsetmemek, İstanbul’un geçmiş yaşantısına karşı saygısızlık olur herhalde…
Kurbağlıdere, İstanbul’un bu güzel yakasının en büyük bir eğlence ve bir mesire yeri idi. Kadıköy’ün o sevimli Kuşdili Çayırı’na ayrı bir güzellik katmakla da kalmayıp Yoğurtçu Parkı önünden tâ Kalamış koyuna kadar uzayıp giderdi.
İlkbahar ve yaz aylarında bu dere rengârenk kayıklarla dolup taşar ve nice canlar en güzel kıyafetleri içinde burada seyrana çıkarlardı. Dere’nin akıp geçtiği yerdeki çayırlar da mahşeri kalabalık ile dolup taşardı. Kadıköy’ün en güzel ve en gözde konakları ve evleri bu derenin yanında yükselirdi. Bu ahşap evlerden pek çoğu günümüze dek ulaşmış bulunmaktadır.
Bir zamanların bu en gözde köşesinin bugün gözden alabildiğine düşmüş olmasının nedeni, Kurbağalıdere’nin son zamanlarda eski şaşaalı günlerini tamamen unutturan bir hal ve hüviyete bürünmüş olmasıdır. Buraya gizlice verilen kanalizasyonların yanı sıra günden güne çamurla dolmakta bulunan dere bu havaliyi oturulması pek zor bir hale getirmiştir ne çare ki. Bu nedenle yalnız Kurbağalıdere değil, kıyılarında yükselen o eski güzelim konaklar da mukadder akibetlerine terk edilmiş durumdadırlar. Dolayısiyle bu konakların yer aldığı arsalar bile gözden düşmüştür ne çare ki. Bir zamanlar Kadıköy yakasının en muteber arsaları bugün bir karış toprağın bir servet teşkil ettiği çevrede «yüzüne bakılmaz» duruma dûçar kalmıştır maalesef.
Kurbağalıdere Kadıköy semtinin yalnız en gözde bir mesire yeri değildi, aynı zamanda bir spor merkezi idi de. Bu derenin hemen yanındaki çayırı, İstanbul futbolunun doğuşuna sahne olmuştu, İngilizlerin yurda soktukları bu cazip oyun bu çayırda yine İngilizler tarafından ilk kez oynanmıştı. Sonra yine bu çayırdan Kadıköyün diğer çayırlarına yayılmış, oradan da bütün İstanbul’u kaplamıştı.
Bu semtte doğan Fenerbahçe kulübü, 1914 yılında bu derenin hemen kenarında beyaz boyalı güzel bir lokale taşınmış ve burada Türkiye’nin an büyük bir spor kulübü haline gelmişti. Fenerbahçeli futbolcuların teşebbüsü ile alınan bir sandal, Türkiye’de spor kulüplerinin ilk kürek faaliyetini teşkil etmişti. Ve Türkiye’de kürek sporunun temelinin atıldığı yer de bu vesile ile Kurbağalıdere olmuştu.
Fenerbahçelilerin 1914 yılı yazında Nehabet adında bir ustaya bu derenin üzerinde yaptırdıkları ahşap kayıkhane, bir spor merkezi haline gelmiş bulunan Kurbağalıdere’ye ayrı bir önem kazandırdı.
Fenerbahçe kulübünün 20 Mart 1914 cuma günü parlak bir törenle açılan dere kenarındaki, beyaz boyalı ahşap kulüp lokali, yalnız bu kulübün değil, Türk sporunun da bir çok unutulmaz olaylarına sahne oldu.
3 Mayıs 1918 günü Fenerbahçe kulübünün bu lokalini ziyaret eden Anafartalar Kahramanı Mirliva Mustafa Kemal Paşa burada birkaç saat geçirmiş ve kulüp hâtıra defterine intibalarını yazmıştı :
«Fenerbahçe Kulübünün her tarafta mazharı takdir olmuş bulunan âsarı mesaisini işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve erbabı himmetini tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifâsı ancak bugün müyesser o- labilmiştir. Takdirat ve tebrikâtı buraya kayıt ile mübahiyim. 3.5.1334 (1918) – Ordu Kumandanı M. Kemal»
Kulüpten Moda’ya gitmek üzere ayrılan Mustafa Kemal Paşa, Kurbağalıdere iskelesinden Fenerbahçe kulübüne ait iki çifte bir futaya binmiş ve bu dereden futa ile Moda’ya gitmişti. Aradan dört yıl geçmeden vatanı kurtaracak olan büyük kahramanı kulüpten futa ile Moda’ya götürmek şerefi ise Fenerbahçeli Mustafa Elkâtip Bey’e ait olmuş, küreği bu eski Fenerbahçeli çekmişti.
Bu kulüp lokali Türk spor tarihinin en hareketli faaliyetine sahne olmuştu. Fenerbahçe’nin çeşitli yaşlardaki futbolculardan kurulu on beş futbol takımı lokale 50 metre mesafedeki sahaya (bugünkü Fenerbahçe stadı) giderlerken, atletler piste çıkarlar, hokeyciler Kuşdili çayırında egzersiz yaparlardı. Kürekçiler derede çalışır, yelkenciler buradan yelken açarlardı. Tenisçiler hemen bitişikteki kortta oynarlarken, patenciler beton pistte kayarlardı. Salonda da boks, halter, eskrim ve cimnastik çalışmaları yapılırdı.
Geceleri ise toplantı salonunda toplantılar, çeşitli müsamereler tertiplenir, konserler verilirdi. Kulüp azasından bulunan Ibnürrefik Ahmet Nuri, Ahmet Rasim, Ali Rıfat, Ekrem Besim gibi edebiyat ve musiki âleminin ünlü isimlerinin yanı sıra yine azadan Muhiddin Sadak ve futbolculardan Münir Nureddin (Selçuk) beyler bu unutulmaz gecelere ayrı renk katarlar, yaz gecelerinde Kuşdili çayırı ve Kurbağalıdere saz ve ses ahengi ile yıkanırdı.
5 Haziran 1932 pazar gecesi çıkan bir yangın bu beyaz boyalı ahşap binayı içindeki binbir hâtıranın yanısıra spor sahalarında kazanılmış 107 parça kupa ve mükâfat ile birlikte kül ederken Kurbağalıdere en büyük ve en acı bir kaybına uğramıştı.
Bu yangından sonraki yıllarda geçen her gün Kurbağalıdere’nin aleyhine tecelli etti. Her geçen gün bu delrnin şaşaası biraz daha söndü. O berrak su bir çamur deryası halini aldı. Yasemin, manolya ve mor salkımların içleri bayıltan o güzelim rayihasının yerini kanalizasyondan çıkan boğucu ve tiksindirici hava kapladı. Ve Kurbağalıdere’nin eski günlerden bu yana sadece tatlı bir anısı kaldı..
Türk sanat müziğinin muhteşem bestekarı Osman Nihat Akın muazzam bir Fenerbahçeliydi. Yaşınız kaç olursa olsun, onun müthiş şarkılarından en az bir tanesini tutkuyla dinlediğinize eminiz. Aşağıda vefatından sonra bir ahbabı tarafından yazılmış hayat hikayesini göreceksiniz. Keyifli okumalar…
Büyük yazar ve bestekâr Ahmet Rasim Bey, torunu Osman’ın piyanoda calip söylediği güzel bir şarkıyı dinlediğinde pek duygulanmıştı:
— «Bugüne kadar hiç işitmemiştim bu güzel şarkıyı. Kimindir bu beste Osman?…» diye sormaktan kendini alamamıştı üstad.
Yeni yetişme bir delikanlı olan ve haşarılığı ile tüm Kadıköy’e nam salmış bulunan torunu hiç düşünmeden:
— «Hacı Arif Bey’in dedeciğim…» cevabını verdi.
Ahmet Rasim Bey, musikide Hacı Arif Bey’in hayranlarındandı. O güne kadar bu büyük bestekârın bu eserini hiç işitmemiş olmasına hayret etmesine rağmen yine de kabullenmiş ve takdirlerini belirtmekten kendini alamamıştı:
— «Zâten bu üslûp, bu edâ o koca bestekârdan başka kimde olabilir ki?… Cok ama cok güzel bir eser.. Bugüne kadar nasıl duymadığıma şaşıyorum bu besteyi…»
Torunu, dedesinin bu takdir dolu sözleri karşısında birden tarifsiz bir cesarete kapılıp baklayı ağzından çıkarmakta beis görmedi:
— «Şaka söyledim dedeciğim, beğenmiyeceğinizden korktuğum için böyle söylemek zorunda kaldım… Haddim olmayarak benim bestemdi bu!…»
O onda Ahmet Rasim Bey’in cinleri başına üşüşmüştü. Öfkeyle yerinden fırlarken avaz avaz haykırması bir oldu:
— «Bre münasebetsiz!… Sen kim olursun da Hacı Arif Bey g’bi bir büyük bestekârın eserine, benimdir, demek cüretini gösterirsin?..»
Osmancık bu âni salvo karşısında şaşırmıştı:
— «Vallahi benim bestem…» diyecek oldu.
— «Bak bir de utanmadan yemin ediyor!…» diye öfkeyle üzerine yürüyen dedesinin hiç de şakası olmadığını çok iyi bilen Osmancık çareyi hemen oradan kaçmakta bulurken hiddetini yenemeyen Ahmet Rasim Bey’in sesi ahşap konağı çınlatmaktaydı:
— «Sen kim oluyorsun da Hacı Arif Bey gibi bir bestekârın eserine sahip çıkmaya kalkıyorsun? Münasebetsiz, utanmaz, arlanmaz herif seni…»
Ve Osman’ın o gencecik yaşında yaptığı ilk bestesinin, dedesi, büyük bestekâr Ahmet Rasim Bey üzerindeki ilk tepkisi işte bu olmuştu…
Ahmet Rasim Bey, torunu Osman’a ilk musiki derslerini veren kişi olmuştu. Daha sonra da Leon Hancıyan’dan meşk etmişti Osman.
On iki yaşındayken piyano çalmaya başlamış; Türk musikisinde çok sağlam bir temele sahip olmasına rağmen, bir türlü nota yazmasını ve okumasını öğrenememişti. Ahmet Rasim Bey bu konuda az uğraşmamıştı, fakat torunu notayı bir türlü kıvıramamıştı…
Çocukluğu büyük bir haşarılık, delikanlılığı ise uçarılık içinde geçmişti. Daha çocukluğunda tüm Kadıköy’e nam salmıştı yaramazlıklarıyla. Kuşdili Çayırındaki tiyatro ve çadır tiyatrolarının sahipleri kapıdan kovulsa bacadan içeri giren bu küçük afacandan yaka silkmişlerdi âdeta. Devrinin en ünlü komiklerinden en iyi hânende ve sâzendelerine kadar herkes onu tanımıştı. O günlere ait bir anısını kendi ağzından dinleyelim:
«… Ramazan geceleri iftardan sonra, pederden, valideden ne koparırsak cebe indirir, yedi mahallenin haşeratı bizler tiyatronun kapısında toplanır; paramız olsa da olmasa da, bir punduna getirip, beleşten i- çeriye dalmanın çarelerini arardık. İşte böyle av köpekleri gibi beklediğimiz bir sırada:
— Geliyor! dediler. Kel Hasan geliyor!…
Bu sesler üzerine biz büsbütün kurtlanmış, tiyatronun kapısına biraz daha yaklaşmıştık. Nitekim Hasan Efendi semiz, semiz olduğu kadar da temiz bir eşeğin üzerinde göründü. Nâşit içeride imiş, dışarı çıktı. Üstadını karşıladı. Davulcu tokmağını bir tarafa bırakıp eşeğin yularından tuttu. Hasan Efendi’yi Çemenderzâde’nin üstünden indirdiler. Meğer üstad, Kuyubaşı tarafında oturan kardeşinde misafirmiş. O vakit şimdiki gibi dolmuş molmuş olmadığı için, konu komşudan ödünç bir eşek bulup Hasan Efendi’yi bindirmişler. Nâşit, ustasının tiyatroya eşekle ilk defa geldiğini gördüğü için bıyık altından gülüyor, ona bir şeyler yutturmaya hazırlanıyordu. Bu her halinden belli oluyordu. Nihayet dayanamadı:
— Vay efendim! dedi. Bu da nereden çıktı? Sizin eşeğiniz yoktu. Biraderin olmasın?..
Hasan Efendi’nin zeki gözleri birden parladı. Nâşit’in biraderin» diye yutturmak istediği mânâyı derhal kavrayarak:
— Yok canım! dedi. Bizim biraderde böyle şeyler ne gezer. Pederin, pederin! diyerek Naşit’in ağzını daha oracıkta tıkayıvermişti. Biz, yâni haşarat takımı, bu esprinin farkına varınca, hep bir ağızdan:
— Yuu! Naşit amcaya yutturdu! Diye bağırışmış, başta Nâşit olmak üzere muhallebicinin köşesine kadar, tiyatronun hayrat müstahdemleri tarafından kovalanmıştık…»
Osman’ın delikanlılık yılları ise Kuşdili çayırının hemen yanındaki Fenerbahçe Kulübü’nde geçmişti. Bu arada biraz futbol da oynamıştı. Ancak daha çok kulüpte arkadaşlarıyla oturup lâflamaktan hazettiğinden, tüm yeteneğine rağmen iyi bir futbolcu olamamıştı…
Sonunda Ahmet Rasim Bey, hiç nota bilmeyen torunu Osman’ın beste yaptığına inanmıştı. Fakat ilk eseri olan sûzinak makamı ve curcuna usulündeki «Ne müşkülmüş seni sevmek, sana yâr olmak» adlı bestenin onun olduğuna bir türlü inanamamıştı. Üstad, bu besteyi Hacı Arif Bey’in hiç işitmediği bir eseri olarak kabullenmişti bir kez…
Komikliği, mûzipliği ve çevresine neş’e saçan halinden ötürü Kadıköydeki ve Fenerbahçe kulübündeki arkadaşları arasında «Şarlo Osman» diye anılan o ele avuca sığmaz delikanlı, dedesinin ölümünden sonra (1932) durgunlaşmıştı. Zaten o sıralarda 23 yaşında bulunan Osman, bir devlet dairesinde memur olarak çalışmaya başlamıştı…
Sonra Devlet Demiryolları’ndaki görevi Ankaraya nakledildiğinden oraya gitmiş ve uzun yıllar başkentte kalmıştı. Bu süre içinde çeşitli spor dergi ve gazetelerine «Ofsayt» imzasıyla spor yazıları yazmış ve «1 numaralı hakem düşmanı» olarak tanınmıştı. Bu arada piyanosunun başına geçip besteler de yapmıştı. Onun piyano başında yaptığı besteleri daha sonra başkaları notaya alırdı.
Sonra memuriyet görevi İstanbul’a nakledilmiş ve çocukluğu ile gençliğini geçirdiği bu kentte birbirinden güzel eserler vermeye başlamıştı… 1945-1955 yılları arasındaki dönemin en güzel ve en cok tutulan eserlerinin bestekârı olarak tanınan Osman Nihat Akın, ünlü edip ve bestekâr Ahmet Rasim Bey’in haşarı ve uçarı torunu Şarlo Osman’ın ta kendisiydi…
«Geçti hayâl içinde bunca yıl, bir gün gibi» «Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin» «Güzel bir göz beni attı bu derin sevdaya» «Yine bu yıl Ada, sensiz içime hiç sinmedi» «Ahım gibi ah var mı acep ahlar içinde» «Ellere uzaktan bak, bana yakın gel» «Girdim yârin bahçesine, gül dibinde gülizar» «Bir güneş bahtıma bir gün doğacaktır sanırım» «Sen arzu ettin, bu ayrılık senden eserdir» «Çevrin yeter artık bu kadar olma sitemkâr» «Yaşlı gözlerimi kuruttum bu gece» ve hele hele «Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?» gibi birbirinden güzel, günümüze kadar olanca tazeliği ile yaşayan; her yerde çalınıp söylenen bir çok eserler verdi Osman Nihat Akın.
Bir yandan da Yüksek Denizcilik Okulu’ndaki öğretim üyeliği görevini sürdürdü. Bestelediği eserlerin pek çoğunun güftelerini de kendi yazdı. Ayrıca spor dergilerine «Ofsayt» imzalı yazılarını da sürdürdü. Çeşitli gazete ve dergilere kendi imzasıyla tatlı anılar yazdı. Ahmet Rasim Bey ile İlgili gizli kalmış bir çok olayları gün ışığına çıkaran «Dedemin Aşkları» yazı dizisiyle ayrıca büyük bir hizmette bulunduğu söylenebilir.
Çeşitli dergilerde onunla birlikte çalışmak, tadına doyum olmaz içki sofralarında onunla birlikte bulunmak, o baldan tatlı sohbetini dinlemek imkânına sahip oldum. Her zaman, her yerde «her yaşın insanı» olabilmek gibi eşsiz bir de özelliğe sahipti.
Bu «1 numaralı hakem düşmanı» 1950’li yıllarda pek sık yapılan emekli maçlarının değişmez hakemiydi. Onun kesin ısrarıyla değişmez yan hakemi de bendim. İnönü Stadındaki bir Fenerbahçe – Galatasaray emekliler maçından önce sahaya çıkıp kaleleri ölçmeye başladığımızda Stad Müdürü rahmetli Şâzi Tezcan’ın telâş ve heyecan içinde: «Yahu bırakın elinizden şu metreyi. Fazla çıkarır, eksik çıkarırsınız da başım derde girer!» diye söylenişi yalnız o anda değil, yıllarca aramızda sık sık sözünü edip gözümüzden yaşlar gelene kadar güldüğümüz bir olay olmuştu. Hey gidi günler…
Dedesi Ahmet Rasim Bey’den musikinin en güzelini, bestekârlığın en mükemmelini, akşamcılığın en tatlısını, sohbetin en lezzetlisini, kalemin en kıvrağını tevarüs etmişti Osman Nihat Akın.
24 Ekim 1959 günü, arkasında kendini Türk musikisi sahasında ölümsüz kılacak nice eserler bırakarak fâni dünyadan ve aramızdan göçüp gitti koca Osman Nihat… Karacaahmet’te toprağa verdik o yüce insanı. Nur içinde yatsın…
Fenerbahçe tarihinin ilk çeyrek yüzyılı anlatılırken, Kuşdili Lokali nasıl önemli bir yer tutuyorsa, aynı şekilde bu muhteşem lokalin çevresi ve komşuları da önemlidir. Hele “Hamdi’nin Gazinosu” adıyla bilinen mekan, kulübümüzün tarihinden ayrılmaz. İşte bu gazinonun ve sahibi Hamdi Bey’in öyküsünü, gazeteci Daim Oruçlu yazmış. Hüzünlü bir hikaye…
Eski İstanbul’dan dem vururken, eski adamlardan, eski tiplerden ve eski telakkilerden . bahsetmemek oldukça mühim bir noksan sayılır. Onun için, arada, bu cihetlere de temas etmeyi muvafık buluyorum.
Eski İstanbul’da ve eski İstanbullularda bir borç ve söz telakkisi vardı. Bu telakkinin ehemmiyetini anlatmak için, bir çok eski İstanbulluların tanıdığı gazinocu Hamdi bey merhumdan bahsetmek kafidir.
Gazinocu Hamdi Bey merhumun gazinosu önce Galata’da, şimdiki ya Merkez, yahut da Çinili rıhtım hanının yerinde imiş. Sonradan, Kadıköyünde, Kuşdilinde, derenin kenarında, yanan Fenerbahçe kulübü yanındaki gazinoyu tesis etti idi.
Gazinonun adı Gülistan gazinosu idi. Kuşdili çayırının kenarından telle bölünmüş olan gazinonun iki kapısı, kapıların üzerinde de birer levha vardı. Bu levhalarda «Gülistan gazinosu – Hamdi bey idaresinde» yazılı idi O zamanlar, bu gazinoda saz çalar, kanto oynanır, hatta bir zamanlar sinema bile oynatılır ve içki içilirdi. Muayyen mevsimlerde sünnet düğünleri bile tertip edilirdi. Yazlık Gülistan gazinosu Kadıköy’ünde pek meşhurdu.
Buranın sazında meşhur müzikali Hafız Burhan merhum, Hafız Ahmet, Karakaş, sonraları dostum Hafız Mahmut Celalettin gibi namlı hanendeler okur, Selanikli Abdi, klarnet Bahri, Kadıköylü dostum tanburi Fahri, Kemani Haydar, o zaman udi olan şimdiki tanburi ve değerli bestekar Selâhattin Pınar gibi kıymetli sanatkarlar da çalardı. Hanende Bülbülî Kenan da, şarkıların sonunda parmaklarını ağzına koyup ıslıkla bülbül gibi bir şakırdı ki, Papazın bağındaki ağaçlar ve Mahmut Baba mezarlığının servileri üzerinde tüneyen bülbüllere bile gıptares olurdu.
Hamdinin gazinosunu, Kuşdili çayırını, Kuşdili deresini ayrı yazılarla anlatacağım. Şimdi gelelim bu gazinonun sahibi Hamdi beye… Hamdi bey, eski efendi külhanbeylerden, orta boylu, şişman, kara kıvırcık bıyıklı, çok temiz giyinen, sözünü sohbetini, adamına göre konuşmasını bilir, mert, özü sözü doğru, tok gözlü ve pek sevimli bir adamdı. Gazinosu yıllar yılı rağbet gördükten sonra, bir zamanlar, Hamdi beyin işleri galiba bozuldu.
Hamdi bey, kış için de, Kadıköy’ünde, Pazaryolunda, köşebaşında, şimdi Lokman’m fırını olan o zamanki Zevki selim gazinosunu tuttu. Bu gazinoya sık sık, haftanın birçok gecelerinde giderdik. Her halde, orada da işleri iyi gitmedi.
22 – 23 sene oluyor. Gazeteciliğe yeni başladığım sıralardaydı. Bir gece, dostum merhum Rıdvan zade Kemal Ahmetle, İstanbul’dan Kadıköyüne geçtiğimiz zaman, yine bermutad Hamdi beyin gazinosuna uğradık. Gazino tenhacaydı. Hamdi bey gelip masamıza oturdu ve borçlarından, işlerin yolunda gitmediğinden şikayet etti. Biz de cidden üzüldük. İki üç gece sonra idi. Kuşdilinde Abbas’ın kahvesinde arkadaşlarla poker oynuyorduk. Kahvehaneye giren birisi:
— Hamdi bey kendini asmış… dedi.
Bu haber duyulunca, herkes donup kaldı. Ben fırladım. Kuşdili çayırını, dizlerime kadar çamura batarak geçtim; gazinoya girdim. Gördüğüm manzara ile, iliklerime kadar titredim; donup kaldım:
Hamdi bey, kapıdan girince sağ tarafta, Fenerbahçe kulübü yanında, telin iç tarafında, kendi eliyle dikip yetiştirdiği akasya akaçlarından birinin bir dalında asılı idi. Vücudu ağır olduğu için boynu uzamıştı. O çamurda tertemiz ve pırıl pırıl kalmış glase iskarpinlerinin burnu yere değmek üzereydi. Yerde devrilmiş bir iskemle vardı. Merhumun yanında bir mahalle bekçisi duruyordu. İleride, büfenin tezgahının üzerinde bir kaç mum yanıyordu. Bunları, kendini asmadan evvel Hamdi bey yakmıştı.
Tahkikatta, şunlar anlaşıldı: Hamdi beyin birisine 300 veya 500 lira borcu varmış. Vadesinde veremeyince, dört beş gün mühlet istemiş. Bu mühlet zarfında parayı tedarik edememiş. Ertesi gün, verdiği sözü yerine getirmesi, borcunu ödemesi lazım. Halbuki buna imkan yok. Düşünmüş, taşınmış… Aşağıdaki kışlık gazinodan bayrağın ipini kesip almış. Kuşdilindeki yazlık gazinoya gelmiş. Burada yatan, bekçilik eden, eski garson ve şef garsonlarından ihtiyar, emektar Papu’yu bir bahane ile kışlık gazinoya yollamış ve kendi eliyle hazırladığı akıbetiyle orada baş başa kalmış.
Eski İstanbullularda ahde vefa, borca sadakat telakkisi o derece ilerideydi ki, Hamdi beyin bu macerası, bunun enmuzeci olarak gösterilebilir.
Halbuki bugün telakkiler o kadar değişmiştir ki, sözünü yerine getiremediği ve borcunu ödeyemediği için kendini asmayı bir tarafa bırakın, şu heriften kurtulayım diye, elinden gelse alacaklısını asacak borçlu bulunabilir.
Marmara Üniversitesi bünyesinde yer alan Taha Toros Arşivi‘nde muhteşem bir belgeye rastladık. Tabii ki “Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe Tarihi” derken kulübümüzün değil, semtin tarihinden bahsediyoruz ama okurken siz de çok keyif alacaksınız.
FENERBAHÇE, adını batı ucunda eskiden beri mevcut olan bir deniz fenerine nisbet almıştı; tarih kaynaklarımızda «Fener Bahçesi», yahut «Fenerli Bahçe» isimleri ile kayıtlıdır.
Bu yarımada İstanbul’un fethinden XIX. yüzyıl ortalarına kadar padişahlara mahsus mîrî bir bahçe idi; deniz fenerinden başka padişahlara mahsus küçük yazlık bir kasır, havuzlar, çiçek bahçesi, bahçenin muhafızları bostancılar için bir mescid vardı ve küçük bir koru ile bezenmişti. Zamanımızda, millî emlâkten umuma açık bir mesiredir. Kasırdan, havuzlardan, mescidden eser kalmamıştır.
XVII. yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, civarından bahsederek buranın sadece adını kaydediyor: «Kalamış Burnu teferrücgâhı, Kadıköyü bağları ile Fenerbahçesi arasında bir körfez içre beyaz kumsal bir denizdir. Cümle dilberân ve uşşâkaan-ı sâdıkan orada deniz melekleri gibi yüzerler» diyor.
Kalamış bir koydur; Fenerbahçesi ismini yazmakla beraber, Evliyâ’nın «Kalamış Burnu» dediği, yer ancak Fenerbahçesi yarımadası olabilir, büyük yazar burada bir târif sürçmesine düşmüştür.
Evliyâ Çelebi buradaki deniz fenerinden ve kasırlardan bahsetmiyor; fakat çağdaşı Ermeni yazarı Eremya Çelebi Kömürciyan «İstanbul Tarihi» isimli eserinde:
«Kadıköy’den Fenerlibahçe’ye kadar uzanan saha, gözleri okşayan bağlarla örtülüdür. Burada köşkün önünde denizin içinde atılmış metin bir temel üzerinde yekpare bir heykel gibi yükselen kulenin tepesinde fener yanmaktadır. Bahçe ve köşk yarım günlük mesafeden görülmekte olan bu fenerin adı ile yâd edilir. Çınar ve servilerle dolu olan bu padişah bahçesinin karşısında deniz içinde uzanmış ve her taraftan görülmekte olan güzel bir köşk vardır. Akdeniz’den gelen ve İstanbul’dan giden bütün gemiler, garba nâzır olan bu köşkten temâşâ edilir…» diyor.
Fenerbahçe, XIX. asır başında, padişahlara mahsus bir bahçe olmaktan çıkmış, Haydarpaşa çayırı ile birlikte, halkın gezip eğlendiği meşhur mesirelerden biri olmuştur:
Mahfîce dün ağyar ile Gezdim Fener’de el ele Haydar’da ettiğin hele Yazık sana yazık sana (Latif Ağa, Hicazkâr Şarkı)
Fenerbahçe, halka açık bir mesire olarak en parlak devrini, II. Sultan Abdülhamid devrinde yaşadı. İstanbul halkı için hayli uzakça bir yerdi. Kadıköy’den Fenerbahçe’ye araba ile gitmek pahalı, yürümek yorucu olduğundan, ana demiryolu üzerinde «Feneryolu» adiyle hususî bir istasyon yapılmış, buradan da yarımadaya kadar bir ek demiryolu döşenmişti.
Ahmed İhsan, Tokgöz, sahibi olduğu Servet-i Fünûn mecmuasında bir hafta sohbetinde şunları yazıyor:
«…Haydarpaşa garından Fenerbahçe’ye hareket etmek üzere olan trenin kalabalığı tasavvurun dışında. Tamamen dolmuş vagonlara birkaç vagon daha ilâve ettiler; yarım saat sonra bir tren daha hareket edecekti… Gar ve rıhtım üstü renkli yaz esvaplarını giymiş halk ile doluydu.
«Oh! Ne letafet; tren yolu boyu iki yanı papatyalarla donanmış, Fenerbahçesi’ne doğru hafif bir meyil ile ağır ağır inen tren ve keskin düdüklerini etrafa aksettiren trenin penceresinden sarkmış başlar… Bizden evvel gelmiş civar semtler halkı, yarımadanın heybetli ağaçları altında, zümrüt gibi çimenlere çocuk sevinci ile yayılmış…» (Mayıs 1893).
Civar semtler halkının bir kısmı yaya, bir kısmı da çeşit çeşit arabalarla gelirdi. Yarımadayı fırdolayı dolaşan bir araba yolu yapılmıştı, arabanın bu yolda dolaşmasına «Tur» denilirdi.
O devrin ünlü muharrirlerinden Ahmed Râsim de Mâlûmat gazetesinde yazdığı mektuplarında Fenerbahçe mesiresinden şöylece bahsetmektedir:
«Fenerbahçe mesiresinde fakir ve orta tabaka halk, tekerleklerin ve arabalara koşulmuş hayvanların ayaklarının kaldırdığı kesif bir toz bulutu altında çimenlere serilir, hoşça bir gün geçirmeye çalışırdı. Arabalar, Fenerbahçe turunu, durmadan fıldır fıldır dönerlerdi; kibar takımı, birinci turdan sonra dönüp giderdi. Bu araba selinde İstanbul’un her çeşit arabası görünürdü: «Çek çek»lerden tutun da parasol, bağ arabası, payton, brik, kupa, lândon, yarım lândon, tek atlı, çift atlı…
Kadınlardan çarşaflılara yaşmaklılar ekseriyetle arabalarda yeldirmeliler, parasollarda ve bağ arabalarında bulunurlardı. İkinci kısım halk da ekseriyeti teşkil ederdi. Dolma, helva tabaklarını, yenecek yemiş vesaireyi hâmil olan sepetler, arabada en geride bulunurdu. Onun yanında mama dadı, onun yanında beyaz dadı, onun yanında efendi, ağa, bey, küçük bey, küçük hanım, ondan sonra, çatık çehreli büyük vâlide île küçük anne mevki alırdı»
Fenerbahçe mesiresinin yanında, yarımadanın güney kıyısında mesîre kadar meşhur deniz hamamları vardı; bu hamamlardan erkek hamamı, yerini Fenerbahçe plajı adı ile bir plaja terk etmiş, zamanımızda kurulmamaktadır. Kadınlar hamamı ise durmaktadır, âdetâ plaja bir ek olmuştur, fakat bir kadınlar deniz hamamı hususiyet ve mahremiyetini kaybetmiştir.
Yarımada zamanımızda meşhur bir mesiredir. Üzeri yer yer bodur mazılar ve halkın gölgelerinden faydalandığı çitlenbik ağaçları vardır. Bir plaj bulunmasına rağmen, halk, bilhassa çocuklar ve gençler, yarımadanın güneyindeki kayalar üstünde soyunup, açıkta bir plaj ücreti ödemeden denize girer. Ocakları, tezgâhları dört tekerlekli arabalara oturtulmuş bir kahvecileri vardır. Seyyar köfteciler dolaşır.
Manzara Güzelliği
Yarımadanın, deniz fenerinin de bulunduğu batı ucunun Marmara’ya nezâreti fevkalâdedir. Kuzey kıyısı Galatasaray ve Fenerbahçe spor kulüplerinin tesisleri ile halka kapanmıştır. Geniş koy, servet erbâbının ve bu spor kulüplerinin tenezzüh motörleri ve yelkenleri ile doludur. Yine o kıyıda, az içerlek bir yerde çok temiz bir kır lokantacığı bulunuyordu.
Fenerbahçe mesiresi, Kadıköy vapur iskelesine, belediye otobüsleri ve dolmuş usulü ile yolcu taşıyan otomobillerle bağlıdır.
İstanbul’un bütün mesirelerinde olduğu gibi, burası da geçen asır sonlarındaki hayatına nisbetle çok sönüktür. Feneryolu istasyonundan ayrılarak gelen demiryolu, 1935’ten beri metrûk idi, 1969 – 1970 arasında da raylar ve traversler sökülmüş, demiryolu tamamen kaldırılmıştır.
Fenerbahçe Feneri
Yarımadanın batıya doğru uzanan burnundadır; XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman zamanında bu mevkide padişahlara mahsus bir bahçe «Fenerbahçesi» adı ile anıldığına göre, bu deniz fenerinin daha o zaman mevcut olduğu aydın olarak bellidir. Muhtemeldir ki, burada ilk deniz feneri, Bizanslılar zamanında yapılmış olsun.
Celâl Es’ad Bey «Eski İstanbul» adındaki eserinde, Bizans devrinde burada bir kulenin mevcudiyetini kaydediyor, fakat bu kuleyi bir deniz feneri olarak değil, o eski devirlerde ateş ile muhaberede kullanıldığını söylüyor.
Bugünkü deniz fenerinin kulesinin XVII. yüzyılda IV. Sultan Murad tarafından yapıldığına dair çok sonraları yazılmış kayıtlar vardır. Bizce IV. Sultan Murad bu feneri ancak ihyâ etmiş olabilir; biz sarih bir kayda rastlamadık.
Kıyı emniyeti bakımından Fenerbahçesi deniz fenerinin her gece ışık vermeye başlaması 1253 (1837 – 1838) te başlamıştır.
Fener kulesinin kitâbesi yoktur, inşa tarihini tesbit edemedik. Bugünkü kulenin de II. Mahmud devrinde 1837- 1838 arasında yapılmış olması muhtemeldir. 21,80 metre yüksekliğinde kesme taştan yapılmıştır. Her altı saniyede bir beyaz şimşek gösterir; ışığı 10 mil açıktan görülür.
Feneri ziyaretimiz tarihinde fener memurluğunda, doğma büyüme oralı Bayan Mediha Kara bulunuyordu; nazik, hatır sayar bir İstanbul hanımı idi. Namlı balıkçılardan Mehmed Kara’nın zevcesiydi. Babası Sabri Güler, 1920’de Fenerler İdaresi bir Fransız şirketinin elinde iken, bu fenerin memurluğuna tâyin edilmiş, onun vefatında da kızı aynı vazifeye geçmiştir. Baba-kız, 50 yıl bu fenere bakagelmiştir. Mediha Hanım, bir kız kardeşi, zevci ve iki oğlu Fener kulesi yanındaki lojmanda oturmakta idiler. Fener kulesinin küçücük bahçesi, gönül açıcı şekilde çiçekler ve meyva ağaçlarıyle imar edilmiş bulunuyordu.
Kaya ve Mendirek Fenerleri
Kalamış koyunun güney kısmında, Fenerbahçe yarımadası önünde ve spor kulüplerinin malı tenezzüh ve yarış motor ve yelkenlileri yatar, iki yüz tekneye yakındır; onların korunması için 1937 – 1938 arasında, zamanın Başbakanı Celâl Bayar’ın himmetiyle Fenerbahçe yarımadasından körfeze doğru uzanan bir mendirek inşa edilmiş ve mendireğin ucuna da bir fener konmuştur.
Bu fenerde, Latin asıllı Türk harfleriyle bir kitâbe vardır ki, metni şudur: «Atatürk’ün ve onun Başvekili Celâl Bayar’ın deniz sporlarına gösterdikleri yüksek himayenin yeni bir eseri olan bu kotra mendireği, 1938 senesinde İktisat Vekili Şâkir Kesebir’in emriyle İstanbul Deniz Ticareti Müdürlüğü tarafından yaptırılmıştır».
Kitâbenin bulunduğu dört köşe mermer sütun üstündeki fenere, sütunun bir yüzüne dayanmış demir merdivenle çıkılır. Yine aynı yıllarda bir küçük deniz feneri de yarımadanın önündeki serpme kayaların «Yılan taşı» yahut «Öreke taşı» denilen en büyüğünün üstüne konmuştur.
Fenerbahçe Kasrı ve Mescidi
Yakın geçmişti halka açılmış İstanbul’un çok ünlü bir mesiresi olan Fenerbahçesi, geçen asır başlarına kadar padişahlara mahsus has bahçelerden biriydi; bu bahçede birkaç küçük kasır, muhafızları olan bostancı neferlerinin odaları koğuşu ve yine bostancıların bir büyük mescidi vardı. Bahçesinde çemen sofalar ve iki havuz bulunuyordu. Bu yapıların zamanımızda izleri bile kalmamıştır. Yalnız bir hamam harabesi duruyordu. Padişahların gece yatısına gelmedikleri, bir yaz mevsimi boyunca ancak bir, iki defa uğradıkları bu kasırda, hamama ihtiyaç görülmeyeceğinden, hamamın bahçe ve kasır muhafızları olan bostancılar için yapıldığını sanıyoruz. Harabede soğukluk ve harâre kubbeleri ile bir halvet-sofa kubbeciği duruyordu. Tahminimize göre bu hamam, bir küçük camekân, bir soğukluk, üç sofa ve iki halvetten mürekkep idi.
Bir de yarımadanın burun tarafına yakın ve güney kıyısında bir sed kalıntısı görülür ki, zamanımızda bir kır kahvesi üzerine birkaç masa ve iskemle atmıştır. Eskiden kalma olup, yapısı, şekli çok değişmiş tek bina, yarımadacığa adını da vermiş olan burnundaki deniz feneridir.
Mescid dolayısıyle Hadîkat’ül-Cevâmî’de şu mâlûmat verilmektedir:
«Burası devlet yeri olduğu için, muhtasarca bir saray olup, I. Sultan Mahmud devrine kadar gayet mâmurdu; sonraları rağbetten düştü, hâlen eski binalarından iki havuz ile çemen sofa kalmıştır. Bir de bir bostancı ustası ve neferlerinin kışlaları (odaları) ve bostancılar için bir mescidi vardır; bir de mahsus bir kule vardır ki, gemilerin geceleri gelip geçmesi için tepesinde büyük bir kandil yanar.
Şu beyit Fennî Efendi’nin Sâhil-nâme’sindendir: Fikr-i ruhsârı ile yandı tenim bilmez mi Aceb ol mâh Fenerbahçe’sine gelmez mi
XVIII. yüzyılda Grelot tarafından çizilmiş bir panorama gravürde, Fenerbahçe deniz feneriyle kasırları gösterilmiştir; resim çok uzaktan çizilmiş olmasına rağmen, kasırların ve muhafızları olan bostancıların koğuşların etrafının bir duvarla çevrili olduğu aydın olarak görülmektedir. Bir minare görülmediğine göre, Fenerbahçe bostancılar mescidinin minaresiz, küçük ahşap bir yapı, belki de bir odacıktan ibaret olduğu anlaşılır.
«Fenerbahçesi», yahut «Fenerlibahçe» kasrının veya kasnaklarının ne zaman yapıldığı bilinmiyor. Tezkiretü’l – Bünyân’da Mimar Sinan’ın yaptığı otuz üç saray arasında buranın adı vardır ve: «Fenerbahçesi Sarayı tecdîden bina olundu» diye kaydedilmiştir. Bu kayıttan, ilk binasının Kanunî Sultan Süleyman’ın ilk zamanlarında, XVI. yüzyıl başında veya XV. yüzyıl sonlarında, II. Sultan Bâyezid devrinde yapılmış olması gerekir.
XVIII. yüzyılın ilk yarısında asrın büyük şâiri Nedîm, velinimeti Sadrâzam Dâmad Nevşehirli İbrahim Paşa’yı medih yolunda yazdığı kasidelerinden birine «Der Târîf-i Bağçe-î Fener der şehri Üsküdar» serlevhasını koymuştur. 22 beyitlik bir kasidedir. Ünlü şâirin «Üsküdar Şehri» demesinden kasdi, denizin karşı tarafında, Üsküdar şehrinin bulunduğu yakada anlamındadır.
Kasideden, bu güzel kasrın bir ara ihmal edildiği, İbrahim Paşa zamanında. Lâle devrinde tekrar rağbet gördüğü ve bu kasırdaki havuzun İbrahim Paşa tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. Kasideden son beytini alıyoruz. Bu beyit, bir tarih mısraını ihtivâ ettiğinden çok kıymetlidir:
Bu mısra’larla Nedimâ dedi tahsîn birle târihin «Bu nüzhetgâhı İbrahim Pâşâ eyledi ihya» 1144-1 = 1143 (M. 1730)
1 rakamı ile tâmiyeli tarih mısraından anlaşılıyor ki, Fenerbahçesi kasrının ihyâsı ve burada güzel bir havuzun yapılması, 1730 ihtilâlinden az önce, belki birkaç ay, hattâ birkaç hafta evvel tamamlanmıştır.
1730’da tahta çıkmış olan I. Sultan Mahmud’un sır kâtibi Salâhî Efendi (belki ağa), hizmetinde bulunduğu padişahın emri ile günlük bir hâtıra defteri tutmuştur; çok kıymetli bir vesika olup, üniversite kütüphanesinin Türkçe yazmaları arasındadır. Bu defterdeki iki günlük kayıt, Fenerbahçe üzerindedir:
«15 Muharrem 1148 (7 haziran 1735) pazartesi. Fenerbahçesi’ne gidilecekti. Biniş-i Hümâyûn ievâzımı ile binişçi kulları Fenerbahçesi’ne gittiler. Fakat padişahın hareketinden evvel deniz kabardı; müthiş bir yağmurla bir fırtına çıktı, padişah, Fenerbahçesi’ne gitmekten vazgeçti, binişçilerin dönmesi ferman olundu. Öğleden sonra hava açıldı, deniz yavaşladı. Padişah yalı köşküne gidip, ikindi namazını orada kıldılar. »
«25 Muharrem 1148 (17 haziran 1735) perşembe. Sandal ile Fenerbahçesi’ne gidildi. Büyük havuz kenarında kurulan çadırda bir miktar gölgelendiler. Sonra, deryâ tarafındaki tentenin altına gittiler. Denize para atarak, nedimlerin, dilsizlerin ve çavuşların para kapışmak için esvapları ile denize atılmalarını seyrettiler.»
1941 yılında Tan gazetesinde “Üç Nesil – Üç Hayat” başlıklı bir seride “Yarım asırlık içtimai değişiklikleri üçer sahnede yan yana gösteren ufak tablolar serisi” yazan Refik Halit Karay, bir bölümde Caddebostanı konu etmiş. Vaktin birinde Cadıbostanı olarak anılan ve Fenerbahçe taraftarının tezahüratlarında “Fener’in kalesi, Bağdat Caddesi” şeklinde yerini alan bu güzel semtin leziz bir tarihçesi… Keyifli okumalar…
Cadıbostanı, yani şimdiki Caddebostanı… O tarihte, haftada bir kere İstanbul’dan kalkan, yandan çarklı, ayrıca, dümenin daha kolay manevra yapabilmesi için fok direğinde yelken, bir ufacık vapur, Anadolu kıyısı, muayyen yerlere uğraya uğraya İzmit’e kadar gider. Fakat uğradığı yerlerde iskele, rıhtım yoktur; açıkta durur, vapura kayıklar yanaşır ve müşterilerle eşya uzak bir yolculukta olduğu gibi zorlukla, bağırışa haykırışa çıkarılır. Cadıbostanı bu duraklardan biridir ve hakikaten bir bostandan başka bir yer değildir.
Su dolabını gözleri bağlı bir at çeviren koskoca, yemyeşil, sırsıklam bir bostan… Etraf göz alabildiğine yalnız bağ ve bağlar ortasında tek tük köşkler. Köşkler ya aşı boyalı, yahut kaplamaları siyahlaşmış, boyasızdır. Biricik yol, yine Bağdat Caddesi’dir; amma, eski usul, iri iri kaldırım taşlarıyla döşenmiş. Bugünkü çeşmeler yine yerli yerinde : Ayrılık, Selami, Çatal ve Bostancı çeşmeleri… Her çeşme yanında set üstü, çayır çimenlik bir namazgâh… [Selami çeşmesininki hala yerindedir, fakat pek bakımsız; kaybolmak üzere]
Yukarıda bahsettiğimiz vapurdan -Nisan ayındayız- bir aile çıkıyor; eski vezirzadelerden birinin kalabalık ailesi. Bu paşa, bostan içinde, dededen kalma köşkte, Boğaziçi mevsimi başlamadan, bir müddet bahar keyfi sürer; koyun sütü içerek, marul kürü yaparak ve civar çayırlara atlarını salarak… Bahara, o devirde büyük bir ehemmiyet verilir : Kanı temizlemek, lazımdır; hacamat yaptırmalı, bol süt içmeli, yoğurt ve yeşillik yemeli, vücut dahilen temizlenmelidir; atlar da muhakkak çayıra çıkartılmalıdır. Kışın yoğurt, mideyi üşütür diye, rağbet görmezdi.
Paşa, maiyetinde aşçılar, uşaklar, seyisler, korucular, ayvazlar, beyaz ve zenci halayıklar, harem ağaları, dadılar, bacılar, dalkavuklar, sazendeler ve hanendeler, hatta bir imam ve bir müezzin olduğu halde göç etmiştir ve köşk, bütün bu halkı barındıramayacağı cihetle bahçeye büyüklü küçüklü çadırlar kurulmuştur. Beş vakit, azîm cemaatle namaz kılınmaktadır.
Yiyecek, içecek bolluğu ve boğaz düşkünlüğü akla durgunluk verecek derecede… Kır havası iştah açacağı kanaatiyle başlıca himmet sofraya sarf edilir. Günde kaç kuzu kesilir, kaç batman süt pişirilir, kaç yüz marul yenilir? Haddi, hesabı malûm değildir. Çeneler ancak uykuda dinlenebilir; uyku haricinde herkesin ağzı mütemadiyen -çayırdaki atlarınki gibi- işlemektedir. Bostanın çağla bademleri, çakal erikleri de cabası… Vitamin nazariyesi malûm olmamakla beraber çiy ve yeşile rağbet fazladır. Bilhassa taze soğan ve sarımsak sarfiyatı mühim bir yekûn tutar.
Sultan Aziz dahi o mevsimde Alemdağı’ndaki sarayına birkaç sefer yaptığından “Aklına eser, belki atını bu taraflara sürer, farzı muhal olarak uğrayıverir” düşüncesiyle köşkün ambar ve kilerlerinde, padişahı maiyetiyle beraber mükemmelen ağırlayacak nadide her şey mevcuttur. Zaten on beş, yirmi misafirin birdenbire gelivermesi hiçbir zaman sofrada hissedilir bir eksiliği mucip olmaz ki… Bugün en büyük otellere kulüpleri şaşırtan ve omlete başvurduran bu fazlalık, yalnız bir ay bahar mevsimi geçirilmek maksadıyla gelinmiş olan kır köşkü için, ruhun duymayacağı adi ve daimi hayat tarzı icaplarındandır. Aşçıbaşı, nihayet, o gün bostan köpeklerini, önlerine attığı artıklarla umdukları kadar doyuramaz.
Gece her taraf ıssızdır; bilhassa büyük hanımefendi pek korktuğu için silahlı korucular nöbetleşe köşkü beklerler. Bu korkusunun sebebi, Sultan Mahmut zamanında, merhum kocası Tuna boyunda mütesellim iken bir Ulah çetesinin hücumuna uğramalarından ve tâbesabah, karşılıklı kurşun atmalarından, öyle bir vakadan ileri gelmektedir. Diğer taraftan semti adı da cidden ürkütücü… Yalnız koca kuyusuyla ve izbandut bahçıvanlarıyla “Bostan” bile her insana hoş gelmezken başına bir de “Cadı” kelimesi koymak? Cadıya inanılan bir asırda bundan büyük münasebetsizlik olamaz. Cadıbostanı, Eflak ve Buğdan değildir amma Alem dağında Rum köyleri vardır, küçük ve büyük Bakkalköyü… İçlerinden eşkıya yetişir; korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlıdır. Hem, karşıki adalardan kayıklarla bir baskın yapılması, Paşazadenin dağa kaldırılıp fidye-i necat istenmesi de akla gelir a! Adalar, o sıralarda gavur ve papas yatağı, hemen hemen yarı müstakil, sonraki Sisam Beyliği gibi bir bölge… Zaten paşanın çoluk çocuğuyla bu izbe yere gelip oturmasını dostlarından çoğu ihtiyatsız bir hareket, aklının dikliğine gitmek telakki etmektedirler. Aralarında “Delinin biridir diyorlar, babası da öyle idi. Ne olacak, sekbanbaşılıktan yetişmiş!”
Bostan ta denize kadar, iğde, hünnap, incir ağaçlarıyla uzanmaktadır; yani bugünkü plajın ve Ragıp Paşa köşkünün olduğu yere kadar… Lakin, mevsim yaza da rastlasa denize girmek kimsenin aklına gelmez. Deniz, ancak balıkçı, kayıkçı, tulumbacı makulesiyle bir de gemi tayfaları ve bahriyelilerin girdikleri yerdir. Nasıl da hastalanmazlar? Şaşılacak şey!
Deniz zevki kayıkta ve balık avında çıkar; bir de çocuklar, dadılar, bacılar, lalalar refakatinde ara sıra, ayaklarını ıslatmadan, kıyı boyu, kumlar, kayalar arasından şeytan minaresi, renkli taş topladıkları vakit!
Dediğimiz devirde, kayıptan haberler veren biri zuhur edip de paşaya : “Şimdi bu dümdüz, bomboş, ıssız, izsiz gördüğün yerler yok mu? Hani elli altın versen gözünün vardığı kadar arazi satın alabilirsin; bir gün gelecek köşklerle, bahçelerle, camilerle insan kalabalığıyla dolacak ve dönümü bin kese akçeye elde edilemeyecek!” deseydi, şüphe yok, eski sekbanbaşı zadenin tepesi atar:
“- Bre yatırın şu herzegüyü atına kıçına yüz sopa!” avazıyla, gözü önünde meydan dayağına yatırır; sonra manzaradan iştahı açıldığı cihetle kuzu çevirmesinin başına geçer, yarısını yok ederdi!
Hamit Devrinde
Yine Cadıbostanında, bildiğimiz Sekbanbaşı köşkündeyiz… Fakat o zat, güç bela, borç harç, debdebesini bir müddet daha devam ettirdikten sonra, suihazım ile müteradif bir öfke buhranı arasında öbür dünyayı boylamış, bu köşk ve bostan da kassam marifetiyle satılmıştı. Şimdiki sahibi perde çavuşluğundan yetişmiş, paşalığa kadar erişmiş, yarı ümmi bir zamane adamı, bir padişah bendesidir.
Eski köşkü yıktırıyor ve içi dışı yağlı boyalı, balkonlu, kuleli, cicili bicili, “Arnuvo” bir bina yaptırıyor. Bahçedeki köhne havuzu büyültüyor, ortasına köprülerle geçilen özenti bir ada ve adaya da bir kameriye kurduruyor; su “Kaskat”lardan akmaktadır ve aslan ağızlarından fışkırıp yalaklardan döküle döküle bostana varmaktadır.
Bağdat caddesi, artık kaldırım taşıyla döşeli değildir; yokuşlu inişli, ilk yapıldığı günden beri tamir yüzü görmemiş bir şösedir. Civarda, her sene, seyrek seyrek, geniş arsalar ortasında köşkler peyda oluyor. Eski bağları floksera hastalığı tamamen bitirdiği cihetle yeni köşk sahipleri Amerikan asması yetiştirmektedirler. Bu havali gittikçe rağbet buluyor: “Boğaziçi rutubetli, diyorlar, kuru hava sıhhate daha nafidir.”
Fakat asıl rağbet, daha ziyade denizden uzakça mahallere, tren hattının öbür tarafına… Bütün sahilde, Fenerbahçe’den Bostancı’ya kadar, bu devir başlangıcında yalnız Cadıbostanı’nda Horoz Ali Paşa Köşkü ile o bostan var. Sonraları dörde beşe çıkıyor : Meşhurları Sadi Bey, Hügnen ve neden sonra Cemil ve Ragıp Paşa köşkleri…
Lakin “Sevahili mütecavire” denilen bir deniz hattı ve taş iskeleler yapılmıştır; her gün vapur işliyor. En büyük merak kuleli köşk ve at ile araba. Semtin en mühim afetleri ise üç tanedir: Müthiş bir toz, müthiş bir sivrisinek hücumu ve o nisbette müthiş bir misafir akını!
Yeni köşkü yaptıran nüfuzlu zata sarayda soruyorlar:
– Yazın hangi semtte ikamet buyuruluyor, Paşa Hazretleri?
– Cadıbostanında!
Ümmi paşanın verdiği bu sade cevap Yıldız’da hoş olmayan bir tesir hasıl ediyor; serkarin, Kilercibaşı, Tütüncübaşı, Kitapçıbaşı, Başkatip, Kızlarağası veya bir başka saray kodamanının odasında herkes başını öne eğiyor; derin, manalı bir sükut! İşte bu tesir iledir ki, paşa semtin ismini değiştiriyor. “Cadı”, “Cadde” oluyor, “Cadde Bostanı” aşağı, “Cadde Bostanı” yukarı… Bir müddet kocakarılarla yerliler, dil alışıklığıyla ara sıra yine eski adını ağızlarından kaçırıyorlarsa da farkına varınca hemen yenisini söylüyorlar. Zira yayılan rivayet şudur : “Padişah o ismi istemiyormuş; ‘Cadı Bostanı’ diyeni hafiyeler jurnal ediyorlarmış, tantuna, yani sürgüne gönderilenler bile varmış.)
Mamafih Caddebostanı ile Suadiye arası yine bomboş. Göze görünenlerden bir Şemseddin Sami’nin, bir de şimdiki Suadiye’de “Ebenin Köşkü” namıyla maruf, ikmal edilememiş iki bina mevcut. Caddebostanı Camii’ni evkaf nazırı Galip Paşa yaptırtıyor; Suadiye’dekini ise Maliye Nazırı Reşat Paşa, genç yaşında vefat eden kızı Suat Hanım’ın namına kurduruyor. Bir çok kişi itiraz ediyor : “Allah Allah, boş tarlalar ortasına da cami yaptırılır mıymış!”
Deniz bir derece rağbet bulmuştur. Yaysız muhacir arabalarında, ayaklarını sarkıtarak, yeldirmeli, başörtülü kadınlar, bozuk yollarda sarsıla, çalkalana, toz bulutlarından aşa yuvarlana, ikindi üstü Caddebostanı ile Bostancı’daki salaş hamamlara gidiyorlar. Amma, hemen hemen bir girip çıkıştan ibaret. O dahi hekimin izniyle, dakikalar sayılarak! Bu havalide çam ağacı yetiştirme hevesi yeni başlamıştır; her taraf gittikçe yeşillenmektedir
Ümmi paşanın köşkünde bile alafrangalık hüküm sürmektedir: Kerime hanımların mürebbiyesi vardır; piyano hocası da geliyor; mahdum bey çifte midilli koşulmuş sepet araba ile gezer; damat bey cins Arap atlarına meraklıdır. Aziz devrindeki bolluk azalmışsa da yine mutfakta bir aşçıbaşı ile iki çırağı çalışmakta ve her öğün, tatlısıyla tuzlusuyla üç tabla yemek çıkmaktadır.
Hayat, daha ziyade, evde geçer. Gezintiler, arabayla, şöyle Fenerbahçe’de bir tur yapmaktan, Çiftehavuzlar’da beş, on dakika dinlenmekten ibaret. Bazen “Mama” da orta oyununa, Kuşdili‘nde tiyatrolara gidilirse de küçük hanımlara bu eğlenceler -Frenkçe öğrenir gibi olduktan sonra- bayağı görünmeye başlamıştır. İlle yemeklerle Kayışdağı ve Taşdelen’e seferler haysiyetlerine dokunacak kadar adi telakki edilir. Artık yeşil soğan ve sarımsak sofraya konmamaktadır; meyve, yemek üstüne, soyularak imsakle yenir; vitamin daha keşfedilmemiş olmakla beraber, kibarlaşmış ailelerde buna zıt bir rejim takip edilmektedir. Bellerini avuç içine sığacak derecede darlatan korselerden dolayı şık hanımlar ve tazeler noksan gıdadan kansızlaşmışlardır. Ömürleri piyano başında veya kitap sayfalarında heba oluyor.
Boğaziçi’nde kalmış olanlarla yazlıklarını bu taraflara nakletmiş bulunan aile reisleri arasında bir geçimsizlik başgöstermiştir :
Canım efendim, o toz toprak içinde, sivrisineklerle itişe kakışa ne diye oturuyorsunuz? Vallahi, sarf ettiğiniz paraya yazık!
Sizin rutubet de vücudu paslandırıyor; yalıların demir parmaklıklarına bir bakınız, nasıl da çürüyüp gidiyorlar. Demirin dayanamadığına insan mukavemet edebilir mi hiç?
İstikbal bu iki semtin hangisindedir? Muamma! Bilinen bir şey varsa Cadıbostanı’nın, Caddebostanı’na çevrildikten sonra hakikaten korkunçluğunu kaybetmiş olmasıdır; yolu havagazı fenerleri bile aydınlatmaktadır. Fakat henüz arı bostandır ve caddeliği bir kuruntudan ibarettir.
Şimdiki Durum (1941)
Tekrar oradayız; bir zamanlar Cadı, sonradan Cadde olan bostan civarında… Cicili bicili Arnuvo köşk, Ümmi paşanın meşrutiyette idbara uğrayıp sürüldüğü Ege adalarından birinde ölmesi ve çoluk çocuğunun dağılması yüzünden uzun müddet boş ve bakımsız kalmış, harabeye dönmüştür. Şimdiki sahibi, bir kalem efendisi veya küçük bir ticarethane muhasibi iken talii yar olup yol ve inşaat müteahhitliğine girişmiş, mühim bir servet elde etmiş ve zamane modasına uyarak yazın bu tarafta oturmak hevesiyle o yeri almış, ahşap köşkü yıktırmış, bir kübiğini yaptırmıştır.
Aziz devrindeki Sekbanbaşı zadeden ve Hamit devrindeki alaydan yetişme paşadan daha zengindir; lakin mutfağı elektrikle yemek pişen mini mini bir laboratuvardan ibarettir. Evde bir tek aşçı, bir tek hizmetçi ve hem bahçeye bakan, hem de icabında, önüne beyaz önlük takıp hizmetçi yamaklığı da yapan bir tek uşak var. Kocaman yemek masası ekseriya üç kişi için kurulur : Bay, Bayan ve kızları…
Zaten akşamlarını, çok defa kulüpte geçirirler, misafirlerini de oraya çağırırlar.
Bu zat, ne çeşme, ne cami, ne kütüphane, ne de hastane yaptıracaktır. İsmini Taksim’deki koca apartmanın üstüne yazdırmıştır; kafi görüyor!
Bağdat Caddesi birinci devirde kaldırım iken ikinci devirde şose iken şimdi asfalttır; karanlık iken havagazıyla, bugün de elektrikle aydınlanıyor ve tramvaylar işliyor. Deniz ise ilk devirde uzaktan bakılan, orta devirde bir dalıp çıkılan, şimdi ne içinden, ne kenarından ayrılmaya bir türlü razı olunamayan hayati bir unsurdur.
Bostanın denize inen kısmı çoktan uydurma bir plaj haline getirilmiştir. Bir zamanlar sırık domatesi ve enginar yetiştirilen bu sahada artık sırım gibi delikanlılar dolaşmakta ve sakız kabanlarının çiçek açıp bezelyelerin çalılara sarılmalarına mukabil taze kızlar yerlere yatmakta ve birbirlerine dolanmaktadırlar.
Cadıbostanı, o derece değişmiştir ki, ismin başındaki eski “Cadı” sabahlara kadar yollarda dolaşan yarı çıplak karaltı ve kafilelerden dolayı adeta “Cin”e tahavvül etmiştir; “Cin bostanı” ele avuca sığmaz, denize dalar, ağaca fırlar, bisikletten kayığa, kayıktan kotraya atlar, pür hareket mahluklar ülkesidir.
Toz ile misafir azalmış, sivrisinekle kaç göç tamamıyla ortadan kalkmıştır.
Üç devrin kıyafet değişmeleri de dikkate layıktır; Cadıbostanının kadınlı erkekli ilk yazcıları bağlarda, kırlarda keten entariler, haydari hırkalar, gezi takkeler, yumuşak hotozlar, çedik pabuçlar, hava serinleyince de incecik kürkler giyerlerdi; geniş, hafif, rahat elbiseler… Caddebostanı olduğu sıralarda frenk etiketi başlamıştır: Erkeklerde dar belli, dar pantolonlu, sıkı elbiseler ve üniformalar, kolalı dik yakalıklar, katı gömlek. Kadınlarda korseler, katmer katmer tül şemsiyeler, yerleri süpüren uzun etekler. Tabiilikten en fazla uzaklaşan devir, bu ikincisidir.
Şimdiki durum ise, hem kıyafet, hem muaşeret hususunda tabiilikten ziyade bir “Laubalilik”e benzemektedir.
Erkekler bum buruşuk keten pantolonları, kolsuz ve yakası açık gömlekleri, çorapları bükülmüş iskarpinleri ve bir değirmi deniz Kalsonlarıyla; kadınlar paçaları enli pantolonları, pijamaları, şortları, dekolte mayoları ve takunya ayakkabılarıyla ve hepsi de cırlak kahkahaları, haykırıp koşuşmaları ve atlayıp sıçramalarıyla bu havaliye bir at cambazhanesi manzarası vermektedirler.
Bana verdikleri his şu : Hemen herkes bir numara yapıyor ve yaptığından alkış bekliyor vaziyetinde!
Az çok farklarla dünyanın her yerindeki deniz kenarlarını andıran bu yer, böyle, çılgıncasına rağbet bulmakta devam ederken yine o dünyanın hiçbir tarafında eşi bulunmayan Boğaziçi, türedi semtin öte yanında, talihine küsmüş, bir sürgün gibi maziyi anarak gittikçe çöküyor, modası geçmiş bir artistin gamlı ömrünü sürüklüyor.
Son Halife ve son Veliaht Abdülmecid Efendi’nin oğlu… Fenerbahçe onursal başkanlığını 1920-1924 yılları arasında yürütmüş Osmanlı Hanedan üyesi… Bugünkü yazımın konusu yukarıdaki sıfatların sahibi Şehzade Ömer Faruk Efendi olacak. Günümüzde, Fenerbahçe Başkanlığı yapmış olması sebebiyle “Milli Mücadele” karşıtı olarak yaftalanan bir Osmanlı şehzadesinin hayatından kesitler aktaracağım. Ülkesinden uzak geçirdiği yıllarda “Cânım Fenerbahçe” diyen Ömer Faruk Efendi hakkındaki görüşleri değerlendireceğim.
Bir Fenerbahçeli’nin İstanbul’da başlayıp, Kahire’de sona eren hayatından önemli satır başları…
Ömer Faruk Efendi’nin hikayesini aktarmaya babası Abdülmecid Efendi ile başlamanın, yazının sonunda yer vereceğim sonuç değerlendirmesi için fazlaca önem taşıdığı düşüncesindeyim. Kendisi hakkında Profesör Dr.Ali Satan’ın “Son Halife Abdülmecid Efendi” isimli biyografik eserinin, yazı boyunca aktaracağım bilgiler için ana kaynak olduğunu öncelikle belirtmek isterim. Bunun yanında Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı’nın Ömer Faruk Efendi ile ilgili yıllar içerisinde yayınladığı makalelerden de yararlanılmıştır.
Baba Abdülmecid Efendi
Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Abdülmecid Efendi Osmanlı hanedanı içerisinde sanatçı yönüyle olduğu kadar, Milli Mücadele’ye bakış açısı ve kuzeni Son Padişah Vahdettin ile ilişkileriyle de öne çıkmaktadır. Abdülmecid Efendi, dönemin birçok yerli ve yabancı yayınını takip eden, geniş bir kütüphaneye sahip hanedan üyesiydi. Abdülmecid Efendi “Batı müziğinin popüler dans türlerinde eserler vermiş”, hatta “Elegie” adlı eseri İtalya’da yayınlanmıştır.
Abdülmecid Efendi’nin ressamlığı ise üzerinde durulması gereken en önemli özelliğidir. Bugün bile sanat çevreleri tarafından “profesyonel bir ressam” olarak nitelenen Abdülmecid Efendi’nin tabloları uzun yıllardır sergilenmektedir. Bu tabloların içerisinde en dikkat çekici olanı “Tarih/Nasihat” ismini verdiği tablosudur. 1912 Yılında tamamladığı tabloda, Edirne’nin Bulgaristan tarafından işgal edilmesinin ardından bir Balkan haritası üzerinde oğlu Ömer Faruk Efendi ve kızı ile birlikte kendisini resmetmiştir. Dönemin birçok sanatçısı, edebiyatçısı ile yakın dostluklar kuran Abdülmecid Efendi aynı zamanda 1908 yılında kurulan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti”nin de başkanlığını yapmıştır. Ömer Faruk Efendi’nin babası, Veliaht Abdülmecid Efendi ile ilgili Profesör Dr. Ali Satan’ın aşağıdaki yorumu yazının son bölümü için bir yol gösterici niteliğindedir:
“Dindar, gelenekle barışık ve aynı zamanda batıya da açık bir insan… Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını. Onun “Doğuyu ve Batıyı kendinde birleştirmiş” olduğunu görüyoruz ki bu, bizim ikisinden hangisi olmamız gerektiğine dair sorumuza verilmiş tarihi cevap gibidir”
“Boykotçu Şehzade”
Döneme ait kaynaklarda Ömer Faruk Efendi’nin sık sık babası ile birlikte zaman geçirdiğine; gerek resmi kabullerde gerekse kütüphanesindeki çalışma saatlerinde onun yanında olduğuna ilişkin bilgiler yer almaktadır.
Baba-Oğul arasındaki ilişkinin yakınlığını, Ömer Faruk Efendi’nin okul yıllarında yaşanan bir olayın daha açıkça ortaya koyacağı düşüncesindeyim. Ömer Faruk Efendi’nin öğrenim hayatını sürdürdüğü Mekteb-i Sultani’nin müdürü Tevfik Fikret, 1910 yılında dönemin Eğitim Bakanlığı ile ters düşmüş ve bunun üzerine görevden alınmıştı. Öğrencileri bu gelişme üzerine Tevfik Fikret’e olan bağlılıklarını okulu boykot ederek göstermişlerdi.
Murat Bardakçı’nın ulaştığı dönem gazetelerinde çıkan haberlere göre bu öğrenciler arasında Ömer Faruk Efendi de vardı. Boykotçu öğrenciler olarak tepkilerini bugünün İstiklal Caddesi’nde düzenledikleri yürüyüş ile göstermişler, müdürlerinin yeniden okula dönmesini istemişlerdir. Oğlunun yaptığı protesto baba Abdülmecid Efendi’nin de ilgisini çekmişti. Abdülmecid Efendi devletin yüksek kademesine yazdığı mektuplarda “Tevfik Fikret’in başarılı icraatlarına dikkat çekmiş, onun yokluğunda okulu önemli tehlikelerin beklediğini söylemiş”, kısacası görevden alınan müdürün ve boykotçu öğrencilerin tarafını tutmuştu.
Bu aşamada boykottan bir sene öncesine dönüp Devlet Arşivlerinde karşıma çıkan bir belgeye yer vermek istiyorum. Belgede dönemin Sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa, lise öğrenimi için Mekteb-i Sultani’ye başlamasına karar verilen Şehzade Ömer Faruk Efendi için okulun müdürü Tevfik Fikret’e bir mektup göndererek, şehzade için gereken özenin gösterilmesini ister. Bu mektuba Tevfik Fikret’in cevabı ise “başka ne gibi takayyüdat (dikkatli davranma, özen gösterme)” lazım geldiğini tırnak içinde sormak şeklinde olur. Baba Abdülmecid Efendi‘nin, öğrencilerinin kim olduğuna bakmadan onlara eşit muamele eden okul müdürü Tevfik Fikret’e yaklaşımı bu belge ile birlikte daha değer kazanmaktadır.
Asker
Ömer Faruk Efendi, Tevfik Fikret krizine rağmen Mekteb-i Sultani’yi bitirir. Şehzade, üniversite eğitimine Avrupa’da devam etme kararı alır. Ali Satan’a göre bu kararı almasında Mekteb-i Sultani’deki hocaları Tevfik Fikret ve Salih Keramet Nigar’ın yönlendirmelerinin etkisi vardır.
Ömer Faruk Efendi önce Viyana’daki Theresianum Askeri Okulu‘nda, daha sonra da Berlin’deki Potsdam Askeri Okulu’nda eğitim alır. Bu eğitimlerin ardından ülkesine dönen Ömer Faruk Efendi, 1914 yılında Harbiye Mektebi‘nden de mezun olur. Osmanlı Devleti’nin Almanya ile yakınlaşma politikası sürdürdüğü bu dönemde Ömer Faruk Efendi’nin Alman ekolü ile eğitim alması doğal karşılanması gereken bir durumdur.
Dönem basınında Şehzade’nin üniversite eğitimi için yurtdışına gitmesinden bahsedilmiş, kendisi “Avrupa’ya eğitime gönderilen ilk şehzade” olarak tanıtılmıştır. Ömer Faruk Efendi yurtdışında geçirdiği yıllar sonunda Almanca’ya anadil seviyesinde hakim olmuş, İngilizce ve Fransızcayı da konuşmaya başlamıştı.
Ömer Faruk Efendi, I.Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin Alman İmparatorluğu ile ittifak yapmasının ardından aktif olarak cephede savaşa katıldı. Almanya – Fransa sınırında gerçekleşen Verdun Muharebesi’nde müttefik Alman ordusu safında savaştı.
Osmanlı Şehzadesi Ömer Faruk Efendi’nin Almanya ile bu yakın ilişkileri 15 Aralık 1917’de başlayan ve 4 Ocak 1918’de sona eren Veliaht Vahdettin’in Alman İmparatoru II.Willhem’i resmi ziyaretinde yer almasını da sağladı. Padişah Mehmet Reşat’ın yaşlılığından dolayı Vahdettin Efendi’yi gönderdiği ziyarette Mustafa Kemal Bey de Veliahtın Yaveri olarak yer almıştı. Bu ziyaret, aynı zamanda Ömer Faruk Efendi ile Mustafa Kemal’in ilk karşılaşmalarıydı.
Padişah Damadı
Ömer Faruk Efendi’nin Osmanlı Hanedanının şehzadesi olarak sürdürdüğü hayatında babası Abdülmecid Efendi’nin önemli rol oynadığını yazının başında belirtmiştim. Abdülmecid Efendi ile Veliaht Vahdettin’in ilişkilerine kısaca değinmek bu rolü açıklamak için önemlidir.
1916 Yılında Padişahlık makamında Mehmet Reşat otururken, Veliaht sıfatını taşıyan Yusuf İzzettin Efendi’nin intihar etmesi ile kimin veliaht olacağı konusu gündeme gelmişti. Teamüller gereği Vahdettin veliaht olacaktı ancak iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi, fikirlerini bildikleri şehzade yerine, kendilerine yakın gördükleri Abdülmecid Efendi’yi veliaht yapmak istiyordu. Çünkü Padişah Mehmet Reşat yaşlıydı ve sağlığı iyi değildi. Veliaht olacak kişi yüksek ihtimalle yakında padişah olacaktı. Bu doğrultuda veliaht olması teklifi Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından Abdülmecid Efendi’ye iletilse de, şehzade tarafından “yüzyıllardır süren geleneği bozmak istemediği” gerekçesi ile reddedildi. Nitekim Veliaht olan Vahdeddin, Sultan Reşat’ın 4 Temmuz 1918’de ölümü üzerine Padişah, Abdülmecid Efendi de Veliaht oldu.
Ali Satan’ın tespitine göre Milli Mücadele başlayana kadar Padişah Vahdettin ile kuzeni Veliaht Abdülmecid arasında bir fikir ayrılığı yoktu. Anadolu’da başlayan Milli Mücadele, ikiliyi bir daha bir araya getirmeyecek şekilde ayırdı. Bu küskünlüğün tek istinası ise Veliaht Abdülmecid’in oğlu Ömer Faruk Efendi’nin, Padişah Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’a aşık olmasıyla ortaya çıkmıştır. Hanedanın güzel üyesi Sabiha Sultan ile evlenmek için o dönem Mustafa Kemal Paşa da girişimde bulunmuştur. Murat Bardakçı’nın aktardığına göre Sabiha Sultan, sonraki yıllarda yakın dostlarına Mustafa Kemal Paşa’nın evlenme isteğinden bahsederken olayı doğrulayacak, hatta “Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk’u (Ömer Faruk Efendi) seviyordum” diyecekti. Sabiha Sultan, bu evliliği istememesinin bir diğer nedeni olarak da Enver Paşa’nın hanedan üyesi Naciye Sultan ile evliliğini göstermiştir: ” (Mustafa Kemal) Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu.”
Milli Mücadele
Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele ile ilişkisi 25 Nisan 1921 tarihinde orduya katılmak için İnebolu’ya gidişi ve akabinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul görülmeyerek, İstanbul’a geri gönderilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu bölümde Ömer Faruk Efendi’nin bu girişimine yol açan olayları sıralamakta yarar görüyorum.
Veliaht Abdülmecid Efendi’nin Padişah Vahdettin ile Milli Mücadele’nin başlamasıyla beraber fikir ayrılığının başladığından söz etmiştim. Abdülmecid’in, Padişah ile arasındaki temel sorun, Sadrazam Damat Ferit’ti. Abdülmecid, Vahdettin’in Damat Ferit’e olan güvenini doğru bulmuyordu. Bu doğrultuda Padişah’a ilk muhtırasını 18 Ocak 1919’da verdi. “Anadolu’daki milliyetçilerle hükümet arasındaki mücadelenin sona erdirilmesini, Anadolu’ya şehzadelerden birinin başkanlığında bir heyetin gönderilip tarafların yakınlaştırılması gerektiğini” yazdı. Anadolu’da kurulan cemiyetlerin isteklerinin incelenerek faydalı olanlarının kabul edilmesi ve yerine getirilmesini istedi.
Bu söylem, İngilizler ve Fransızlar tarafından Abdülmecid’in Milli harekete ilgi gösterdiği şeklinde nitelendi.
Abdülmecid bu dönemde kendisi ile görüşen İngiliz yüksek komiserliği tercümanı Ryan’a şunları söylemiştir: “Halk, halkı Türk olan topraklarda Türk yönetimi istemektedir. İzmir faciası, Rumların cinayetleri ortadadır. Halk Mustafa Kemal ve arkadaşlarına itibar ediyorsa, bunun sebebi arzularına İstanbul Hükümetince itibar olunmamasıdır”Prof.Dr.Sina Akşin, Abdülmecid Efendi’nin bu teklif ve söylemlerini partiler üstü meşruti bir yöneliş olarak değerlendirmektedir. Akşin’e göre Veliaht, Padişaha karşı apayrı bir ideolojinin sözcüsüydü ve Anadolu’daki milli hareket ile “ülküdaş”tı.
Davet
Veliaht Abdülmecid bu eylem ve söylemlerinden dolayı Mustafa Kemal Paşa tarafından 1920’nin yaz aylarında Anadolu’ya davet edildi. TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, Veliahtı Anadolu’ya davet eden bir mektup yazdı. Cevaben “Anadolu’ya geçmeyi ve bu mücadeleye katılmayı çok isterdim. Fakat bu karar ve hareketimin ailevi vaziyetimizle yani hanedan vaziyetinde nasıl bir değişiklik göstereceğini, bunun millet ve memlekete faydalı olup olmayacağını açıklıkla anlayıncaya kadar beklemenin daha doğru olduğunu düşünmekteyim” diyerek, daveti reddetti. Resimli Tarih Mecmuası’nın 1952 yılında yayınlanan 29.sayısında Mehmet Ataker’e ilk ve tek röportajını veren Ömer Faruk Efendi, babasının bu daveti reddetmesinin temel sebebinin “ikilik” çıkarmak istememesi olduğunu söylemiştir.
Abdülmecid Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa’nın iç isyanlar dolayısıyla sıkışık durumda olduğu bir zamanda davetini reddetmesi, TBMM ile hanedan arasında var olan soğukluğun artmasına neden olmuştur. Diğer yandan Veliahtın Anadolu’ya geçerek milli hareketin başına geçme ihtimali İtilaf Devletleri’nin uzun zamandan beri korktukları bir konuydu. Bu doğrultuda İstanbul işgal edildikten sonra Veliaht Abdülmecid Efendi’nin sarayı İngilizler tarafından kuşatılarak, yazışma notlarına ve belgelerine el konuldu. Abdülmecid’in Mustafa Kemal’in davetini kabul etmemesinde İngiliz faktörü de göz önünde tutulmalıdır. Abdülmecid, İngilizler tarafından ev hapsinde tutulurken Mustafa Kemal Paşa’ya şu mesajı gönderdi:
“Vaziyeti görüyorsunuz, bu şartlar altında benim ayrılmam maddeten de mümkün gözükmüyor. Mustafa Kemal Paşa’ya hürmetlerimi ve muvaffakiyet temennilerimi söyleyin. Beni mazur görsün.”
İngilizlerin göz hapsinde tutulan Abdülmecid Efendi 16 Eylül 1920’de, 9 ay önce dünür olduğu Padişah’a bir mektup yazdı:
“Yüce şahsınızı elinde ihtiras oyuncağı yapan Ferit’in (Damat Ferit) yalanına dolanına nasıl inanıyorsunuz? Ferit beni bilmez ve anlamaktan acizdir. Bütün önemli hususları kişisel amaçlarına tabi kılan Ferid’in hıyanetkar idaresine bir son veriniz”
Bu mektuptan sonra Veliaht ile Padişahın arası düzelmemek üzere bozuldu. Vahdettin ülkeyi terk ettikten sonra onun hakkında “hain” sıfatını kullanan tek hanedan mensubu Abdülmecid Efendi’ydi.
Ömer Faruk Efendi İnebolu’da
Babası Veliaht Abdülmecid, başkent İstanbul’da İngilizlerin göz hapsindeyken Fenerbahçe Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi, 25-26 Nisan 1921’de gizlice İnebolu’ya gitti. Bu esnada Türk ordusu I.ve II. İnönü Savaşlarını kazanmış, Milli Mücadele zafere doğru ilk adımlarını atmıştı. Şehre adım atar atmaz, Ankara’ya “vazife-i vataniyyem ve askeriyemi görmek üzere” geldiğini bildirdi. Anılarını 1957 yılında yazan ve Ömer Faruk Efendi’yi İnebolu’da karşılayan polis memurlarından biri olan Ali Rıza Öge, şehzadenin ziyareti ile ilgili şu ifadeleri paylaşmıştır:
“ ‘Şehzadem, millet sizi bekliyor, buyrun’ deyip onu karaya çıkarmışlar. Vapur hareket edinceye kadar Ankara’dan cevap gelmeyince İnebolu’da kaldı. Bir otelde yer bularak korumalar eşliğinde bir geceyi geçirdi. Gece yarısına doğru Ankara’dan gelen telgraf emriyle ilk gidecek vapurla İstanbul’a iadesi bildirilmişti. Biz de kendisini İstanbul’a iade ettik” Ömer Faruk Efendi’nin ve İnebolu’da görevli memurların beklediği Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafında şunlar yazılıydı:
“Telgrafınızı büyük bir memnuniyetle aldık. Yüksek zatınızın Anadolu’yu şereflendirmeleri tarihteki üzücü örneklerinden de görüldüğü üzere saltanat mensupları arasında bazı fena anlamalara yer verebileceği ve birlik halinde bulunan milli kamuoyunu yeniden karışıklığa düşürmek suretiyle fevkalade mahzurlara sebep olabileceği için vatan ve milletin bütün saltanat hanedanı mensuplarının hizmetinden istifade edecekleri zamanın gelmesini bekleyerek şimdilik İstanbul’da kalmaya devam etmenizi yaradılışınızın verdiği vatan sevgisinin gereği görüldüğü saygı ile arz olunur”
Anadolu’ya geçmesi uygun bulunmayan Ömer Faruk Efendi, o gün neler hissettiğini yıllar sonra verdiği tek röportajında şöyle anlatıyordu: “O zaman 23 yaşındaydım. Tecrübesizdim. İstanbul’a döndüğüm takdirde, İngilizler tarafından yakalanacak, hapsedilecek ya da Malta’ya sürülecek belki de öldürülecektim. Sarayın bana karşı takınacağı hareket, Vahdettin’in intikam almaya kalkması… birer birer gözümün önüne geliyordu.” Ömer Faruk Efendi, Gazeteci Mehmet Ataker’e Ankara’nın kendisini kabul etmemesinin nedenini şöyle açıklıyordu: “Birkaç ay sonra Millet Meclisi’nde benim için sorulan bir soruya şöyle cevap verilmişti: ‘İngilizler veya saray tarafından gönderilmiş olması ihtimaline karşı kendisini iade etmek mecburiyetinde kaldık’”
Ömer Faruk Efendi’nin sözünü ettiği cevabı TBMM’nin 24 Aralık 1921 tarihinde toplanan gizli oturumunda Mustafa Kemal Paşa tarafından verilmişti. Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerine Şehzade’nin gelişi ile ilgili şu açıklamayı yapmıştı:
“Efendim, bunların mahdumu Ömer Faruk Efendi İnebolu’ya gelmişti; ben kendisini iade ettim. Onun gelişi babasının (Abdülmecid Efendi) ve yahut kayınpederinin (Padişah Vahdettin) onayıyla olup olmadığını bilmiyorum. Şahsen Ömer Faruk Efendi’yi tanırım. Bana bazı mektuplar yazmıştı ve kendisiyle yakından temasta bulunan bazı arkadaşlarla da sözlü haber göndermişti. Bana yazdığı şeylerde diyor ki: “Ben oraya geliyorum. Ben oraya gelir gelmez, benim şartlarımı şimdiden tespit ediniz. Ben buradan bir takım insanlar getireceğim ve benimle beraber kalacaklardır” Doğrudan doğruya amacı, halife ve padişah olmak.. Bunun mümkün olamayacağını kendisine söylemişler. Bunu kafasına koymuş. Halbuki Ömer Faruk Efendi’yi buraya getirmek Halife veya Padişah yapmak söz konusu değildi. Belki de bir çok kargaşaya sebep olacaktı. ‘En iyi vazifenizi İstanbul’da görürsünüz’ demiştim.
Yalnız ona demişler ki, ‘gider gitmez emri vaki yaparsın ve millet her şeyi unutur, büyük gösterilerle sizi Padişah ilan eder’ ve o da buna güvenerek benim onayımı almaksızın gelmiştir ve hakikaten İnebolu’ ya çıktığı zaman, beklendiği üzere ve derhal İstanbul’a da haber vermiştir. Yani açıkça Padişahın ya da babasının izni ile gelmiştir.”
Ömer Faruk Efendi’nin İnebolu’ya gelişinin en önemli tanığı, Milli Mücadele’ye katıldıktan sonra Batı Cephesi Kurmay Başkanlığı görevini yürütecek, Cumhuriyet’in ilanından sonra ise Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapacak olan, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye’den sınıf arkadaşı Orgeneral Asım Gündüz’dür. O dönem Harp Akademisinde ders veren, Ömer Faruk Efendi’nin öğretmeni de olan Miralay Asım Bey:
“Ömer Faruk Efendi bana gelerek, ‘Hocam, ben Anadolu’ya gitmek istiyorum. Eğer Mustafa Kemal Paşa, babam gelmedi diye kızdı ise ben vardım. İster babamın yerine beni kabul etsin isterse Milli Mücadelede bir er olarak kullansın. Gideceğim. Kararımı verdim’ demişti. Tam bu sıralarda Mustafa Kemal Paşa’dan haber aldım. Paşa beni Ankara’ya çağırıyordu. Ömer Faruk Efendi, tekrar evime gelerek Anadolu’ya geçmek konusunda ısrar etti. Arkadaşlarla görüştük. ‘Mustafa Kemal Abdülmecit’i istiyordu. O gidemedi bari oğlunu götürelim. Bu, herhalde yanlış bir hareket olmaz’ diyerek onu da götürmeye karar verdim. Şehzadenin seyahat ettiğimiz gemide tutulduğu bölmenin şartları dolayısıyla yarı baygın halde kıyıya çıkartılması, kimliğinin açığa çıkmasına sebep oldu. Yolculuk sonrasında tedaviye ihtiyacı vardı. Gemiden çıkartıldıktan sonra İnebolu’da gelenin kim olduğu haberi yayılınca halk rıhtıma yığıldı. Davullar zurnalar serhat türküleri gökleri inletmeye başladı. Her tarafta silahlar patlıyordu. Ankara’nın asıl manevi endişesi İnebolu’da genç şehzadeye karşı gösterilen büyük tezahüratın Milli Mücadelenin gayesi üzerinde meydana getireceği şüphelerde toplanmıştı. Ömer Faruk Efendi’ye yapılan tezahüratı kimse beklemiyordu.”
Asım Gündüz’e göre Ömer Faruk Efendi’nin geri gönderilmesinin bir diğer nedeni de şuydu:
“Daha sonra öğrendiğime göre Ankara’nın dostu olan bir yabancı, hanedana mensup bir kişinin Milli Mücadele safhında olmasının bilhassa İngilizler tarafından istismar edileceğini, Anadolu’nun müdafaasına karşı nispeten tarafsız davranan İtalyan ve Fransızları da aleyhimize sevk edeceğini ihtar etmiş. Bu ihtimali mümkün ve akla yakın görmüştüm.”
Fenerbahçe Başkanı
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe’ye 1920 yılında 21 yaşındayken başkan oldu. Başkanlığı, Osmanlı hanedan üyelerinin yurtdışına çıkarıldığı 1924 yılının Mart ayına kadar devam etti. Başkanlığı süresince kulübe, şimdiye dek tespit edebildiğimiz sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. 26 Aralık 1920’deki bu ziyaret dönemin Spor Alemi dergisinde geniş yer buldu. Ziyaret sonrasında kulüp hatıra defterini imzalayan Şehzade’yi kulüpte karşılayanlar arasında ilerleyen yıllarda Fenerbahçe’ye başkanlık da yapacak olan genç bir sporcu, Yavuz İsmet (Uluğ) de vardı.
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe ile ikinci ve son teması ise yıllar sonra gerçekleşecek ve Fenerbahçe Tarihinde derin bir iz bırakacaktır. Spor Alemi Şehzade’nin ziyaretini şu satırlarla aktarmıştı:
“26 Aralık Pazar günü, Fenerbahçe Kulübü fahri başkanlığını kabul buyuran Şehzade Ömer Faruk Efendi Hazretleri kendi yurtlarını (kulüplerini) ziyaret etmişlerdir. Öğleden sonra saat ikide Kadıköy gençlerinden bir kısmı orta salonda sevgili reislerini karşılamak için hazırdılar. Fahri Başkanın yanında yine kulüp üyelerinden Damat Mecit Bey ile Damat Selami Bey ve yaverleri Binbaşı Faik Bey Efendiler bulunuyordu. Önce kulüp ziyaret edildi ve kütüphane, kayıkhane, jimnastik, tenis alanları gösterilerek efendi hazretlerine spor sahasındaki kulübün faaliyeti hakkında bir fikir verilmek istenildi, sonrasında kulüp üyelerinden bir kısmı tanıtıldı. Bu arada kulüpte tenis şubesinde çok yüksek bir faaliyet gösteren Damat Mısırlı Muhsin Yeğen Bey de bulunuyordu. Saat üçte havanın elverişsizliği dolayısıyla yalnız salonda bazı sporlar yapılabildi. İlk numarayı azadan Said ve Fevzi Beylerin eskrimi ve ikinciyi de muallimleri meşhur şampiyon Miralay Grodotski ile Mösyö Nikolay’ın egzersizi oldu. Bundan sonra memleketimizin en kıymetli amatörlerinden İsmet (Yavuz İsmet Uluğ) ve Ziya Beylerin boksu, ve Binbaşı Mazhar Beyefendinin idare ettiği Alman jimnastiği ile program sonlandırıldı. Bu sırada kulübün en değerli bir parçası olmakla beraber musiki yönüyle de gurur kaynağı bir amatörü olan Ekrem Bey’in keman ile çaldığı birkaç parça musikide de kulübün bir yerinin bulunduğunu hissettiriyordu.”
Ziyareti esnasında Kulüp anı defterine bıraktığı iz, bugün hala Fenerbahçe Müzesi’nde sergilenmektedir. O satırlarda Fenerbahçe Başkanı Ömer Faruk Efendi, şu satırlarla kulübünü onurlandırmıştır: “Kulübün tealisini (gelişmesini) görmek medar-ı iftiharım (gurur kaynağım) olacaktır”
Ömer Faruk Efendi’nin Fahri Başkanı olduğu Fenerbahçe, bu dönemde sadece yabancılarla maç yapmakla kalmadı, devletin düzenlediği bağış kampanyalarında aktif rol aldı. Bunlardan bir tanesi de Fenerbahçe – İttihatspor arasında oynanacak şampiyonluk maçının hasılatının Göçmenler Müdürlüğü’ne bağışlanmasıydı. 17 Ağustos 1921 günü oynanan maça Fenerbahçe, Şekip, Galip, Hasan Kamil, Fahir, İsmet, Ethem, Ömer, Boldin, Zeki Rıza, Alaeddin ve Sabih 11’i ile çıktı. Akşam gazetesinin haberine göre maçta “her taraftan gelip stadı dolduran binlerce kişilik büyük bir kalabalık” vardı. Maçı 3-2’lik skorla kazanan Fenerbahçe, şampiyon olmuş ve Göçmen Müdürlüğü yüklüce bir gelir elde etmişti.
Halife’nin Oğlu
Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra, 1 Kasım 1922’de Saltanat yönetimine son veren TBMM, Osmanlı Hanedanın elindeki dünyadaki bütün Müslümanların liderliği anlamını taşıyan “Hilafet” makamına Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin babası Abdülmecid Efendi’yi getirdi. Anadolu’daki Milli Mücadele’ye çeşitli sebeplerle katılmamış/katılamamış olsa da İstanbul’da Fahri Başkanı olduğu Kızılay Cemiyeti aracılığı ile Anadolu’ya yardım ettiği kayıtlara geçen, Milli Mücadele’nin kutlama, miting, yardım gibi organizasyonlarına hem kendisi hem de oğlu adına bağış yapan Abdülmecid Efendi’nin halife olarak seçilmesinde bu tavrının önemli etkisi vardır. Ömer Faruk Efendi’nin halifenin oğlu olarak İstanbul’da yaşadığı 2 yılı aşkın zaman boyunca, Fenerbahçe, İstanbul’u terk etmeye hazırlanan İşgal kuvvetleri takımlarına karşı üstünlüğünü korudu.
“Canım Fenerbahçe”
Ömer Faruk Efendi, Hilafetin kaldırılmasının hemen ardından diğer hanedan üyeleri ile beraber yurtdışına gönderildi. 1924 Yılından, 1969 yılına kadar 45 sene sürgün hayatı sürdü. İsviçre ve Fransa’da yaşadıktan sonra Kahire’de hayatını kaybetti ve oraya defnedildi. Mezarı yıllar sonra, Türk hükümetinin “sessizce nakledilmesi şartıyla” verdiği özel bir izinle Türkiye’ye getirildi ve Cağaloğlu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’ne nakledildi.
Ömer Faruk Efendi’nin, Fenerbahçe Tarihinin en özel hatıralarından biri olan, “Canım Fenerbahçe” seslenişi Murat Bardakçı’nın 16 Ocak 2006 yılında Hürriyet Gazetesi’nde yayınladığı bir mektupla gün yüzüne çıkmıştır. Bardakçı, Ömer Faruk Efendi’nin Kahire’den 20 Temmuz 1966’da İstanbul’da yaşayan dostu ünlü Tarihçi İsmail Hami Danişmend’e gönderdiği mektubun Fenerbahçe ile ilgili kısımlarını köşesine taşıdı. Bu mektupta Ömer Faruk Efendi, yıllar önce başkanlığını yaptığı Fenerbahçe Kulübü’nün o zamanki başkanı Faruk Ilgaz’dan bir mektup aldığını söylüyor, kulübün kendisini hatırlamasından duyduğu memnuniyeti anlatıyor ve gözyaşlarını tutamadığını yazıyordu.
“Geçen gün postacı geldi ve büyükçe bir zarf uzattı. Üstünde canım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü görünce şaşırdım. Mektubu okuyunca büsbütün hayretlere düştüm. Kulübün yeni müdürü, eski başkanlarının resmini istiyor! Salonlarını süslemek için! Kırk küsur senedir böyle bir ilgi görmediğimden şaşırdım ve duygulandım. Gözlerimden yaşlar boşandı. Yeni ve eski birer fotoğrafımı, kulüp üyeleriyle çıkmış olan bir eski resmimi ve göstermiş oldukları ilgi dolayısıyla teşekkürlerimi yazdım ve gönderdim. Yeni reisin ismi de Faruk olduğundan, adaşlık sebebiyle bir sempati doğmuş olacak! Bana gönderdikleri kulübün ismi, işareti ve arkasına yazdıkları beni çok mütehassis etti: ’Kulüp erkanı, eski reislerine saygılarını sunarlar.’ Şimdi resim çerçevelenmiş halde yanımda duruyor…Ömer Faruk”
Sorular
Ömer Faruk Efendi nasıl bir kişiliğe sahipti?
Ömer Faruk Efendi’nin kişiliğinde şüphesiz Babasının etkisi büyüktür. “Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını” olan Abdülmecid Efendi’nin oğlu ve şehzade ünvanıyla, Avrupa’da eğitim gören ilk hanedan üyesi olmuş, birden fazla yabancı dil öğrenmiştir. Özetle, Ömer Faruk Efendi, Osmanlı Modernleşmesinin hanedan içerisindeki en önemli temsilcisi sayılabilir.
Ömer Faruk Efendi Milli Mücadele’ye karşı mıydı?
Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele’ye karşı olduğunu söylemek elimizdeki belgelere ve kaynaklara göre imkansızdır. Anadolu’ya geçişi ile ilgili, kendisi ve Mustafa Kemal Paşa farklı sebepler ortaya koymuş olsa da, bu durum Ömer Faruk Efendi’nin ülkenin kurtuluşunu istemediği anlamına gelmemektedir. Babasının Sadrazam Damat Ferit’e ve Padişah Vahdettin’in Milli Mücadeleye olan tavrına getirdiği ağır eleştiriler göz önüne alındığında, iki tarafın ülkenin kurtuluşu için farklı yöntemler öngörmesi ihtimal dahilinde olsa da; bu, onun Milli Mücadeleye karşı olduğu göstermemektedir. Kendisini Anadolu’ya getiren Asım Gündüz’ün sonraki günlerde Milli Mücadele’nin önemli komutanlarından biri olacak olması ve Cumhuriyet’in ilanından sonra Genelkurmay 2. Başkanlığı yapması, bu değerlendirmeyi destekler niteliktedir.
Mustafa Kemal Paşa’ya göre Milli Mücadele’nin yöntemi neydi?
Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele yıllarında söylemleri farklı bakış açılarıyla değerlendirilmektedir. Bu söylemlerin ve Paşa’nın eylemlerinin tek hedefi şüphesiz ülkenin bağımsızlığını kazanmasıydı. Yakın çevresine Milli Mücadele’nin ilk günlerinde “Cumhuriyet” fikrini hayata geçireceğini paylaşmış olsa da, 620 yıldır bir hanedanın yönetimi altında yaşayan halka bu fikrini açmamıştır. Bağımsızlığın kazanılması için deha seviyesinde bir iç politika yürütmüş, kendi deyimiyle “uygulamayı evrelere ayırarak, hedefe varmıştır.” Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’un giriş kısmında yer alan ifadeleri yaptığım bu değerlendirmenin temel dayanağıdır:
“Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahlı olarak karşı koymak ve onlarla mücadele eylemek gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini ve zorunluluklarını ilk günden ortaya koymak ve ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalardan ve hadiselerden istifade ederek milletin hissiyat ve fikirlerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur.”
Tarihi nasıl okumalıyız? Olaylara nasıl bakmalıyız?
Şüphesiz tarihi olayların, farklı düşüncelere sahip, dünyaya başka pencerelerden bakan insanlar tarafından çeşitli şekillerde yorumlanması doğal karşılanmalıdır. Bu farklı değerlendirmeler ancak tek bir şartla tarih yazımını değerli kılar. O da: “geçmişte yaşanmış olayları, meydana geldikleri dönemin şartlarına göre değerlendirerek” Anadolu topraklarında kurtuluş mücadelesi verilirken, iç isyanların bu mücadeleyi tehlikeye sokmaya başladığı günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın Veliaht Abdülmecid Efendi’yi Anadolu’ya davet etmesi onu “Saltanat yanlısı” yapmayacağı gibi, Osmanlı Şehzadesinin “Campidoglio” gemisinin gizli bir bölmesinde Anadolu’ya geçişi de onu “Milli Mücadele karşıtı” yapmaz.
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe Başkanlığı ne ifade etmektedir?
Ömer Faruk Efendi, Fenerbahçe’nin fahri yani bugünkü anlamıyla onursal başkanlığını yürütmüş isimlerden biridir. Kısaca Fahri Başkanlık, yönetsel değil simgesel bir makamdır. Her ne kadar bu makam “simgesel” olsa da, Fenerbahçe’nin, buhranlı geçen kuruluş günlerinin ardından, ilk önce İttihat ve Terakki’nin sonrasında da hanedanın dikkatini çekmesi, kulübün sportif olduğu kadar sosyal bir olgu da olduğunu göstermektedir. Nitekim Fenerbahçe faktörü Cumhuriyet’in ilanından sonra da ülkeyi yönetenler tarafından dikkate alınmaya devam etmiştir. Fenerbahçe, Ömer Faruk Efendi’nin başkanlığı döneminde işgal yıllarının esir İstanbul’una moral kaynağı olmuş, bu dönemde yaşanan gerek maddi gerekse manevi sıkıntılara rağmen, Türk insanının kalbinde yer etmeye Ömer Faruk Efendi kulübün başkanıyken başlamıştır.
Melih Kotanca, Fenerbahçe tarihinin en büyük birkaç futbolcusundan birisiydi. Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunun tam 5 tanesine (1940, 1943, 1944, 1945 ve 1946) 85 maçta attığı 128 golle damga vurdu. Aşağıda okuyacağınız yazı, 1975 yılında “Sarı Kanaryalar” gazetesinde yayınlanmış. Çok ama çok acı… Melih Kotanca’nın dramı bir gün Fenerbahçe’nin onu “gerçekten” hatırlaması ile son bulur mu? Kim bilir? Biz elimizden geleni yapalım da…
Melih Kotanca, Fenerbahçe Kulübü’nün İlgisizliğinden Yakınıyor
1940 yıllarında, Fenerbahçe’yi seyretmek üzere stadlara koşanlar, bir büyük “Futbol Devi”ni görürlerdi. Bu dev aynı zamanda atletizm pistlerinin unutulmaz yıldızlarından da birisiydi…
Tam on bir sene Fenerbahçe formasını teri ile ıslatan, attığı gollerle sporseverlerin kalplerinde taht kuran, atletizmde kazandığı başarıları, yıllardan beri daha sonraki nesillere bir efsane gibi anlatılan, kırık kolu ile takımını yalnız bırakmayarak, oyuna devam eden Fenerbahçe Stadı’nda atletizmde birincilikler kazandıktan sonra, motorla futbol takımının maçına koşan, Fenerbahçe’nin unutulmaz yıldızı Melih Kotanca, gösterişli spor yaşantısını bıraktıktan sonra, şimdi tam bir dram yaşıyor…
Kupalar, Madalyalar
Bu dram bir vefasızlık dramıdır. Bir kadirbilmezlik dramıdır. Başka bir deyişle, Fenerbahçeli yöneticilerin yaptıkları bir büyük hatadır. Melih Kotanca bu konudaki duygularını şu sözlerle dile getiriyor :
“Fenerbahçe’ye her şeyimi verdim. Sporcu olarak hiç kimsenin yapamayacağı kadar hizmet ettim. Yüzlerce kupa ve madalya kazandırdım, fakat bugün için o şerefli Fenerbahçe camiasında benim kupalarıma yer verilmiyor. Hatta Melih Kotanca adını ağızlarına almak istemiyorlar. Hayatta hiçbir yaşayan varlığım yok, öldükten sonra bunlar “bit pazarında” satılacaklar. Bunu düşünerek kulübe bir teklif yaptım. ‘Benim bu kupalarımı kulüpte muhafaza edin, vitrin veya diğer harcamalarınızın, hatta yer kirasını dahi vereyim’ dedim. O kadar acıdır ki, yıllarca el üstünde tuttukları Melih’in artık ismini dahi duymak istemiyorlar…”
Dramın Öbür Yüzü
Melih Kotanca’nın dramının bir yüzü bu. İkinci yüzü ise apayrı. Burada Fenerbahçe Kulübü yöneticileri değil, kader rol oynuyor ve Melih Kotanca’nın hayattaki tek varlığı olan Gönül’ü elim bir trafik kazası sonunda kaybediyor. Futbol sahalarının Atletizm pistlerinin yenilmeyen adamı, kaderin bu yazgısı karşısında yeniliyor ve insanlardan kaçarak, kendi dünyasında yaşamaya başlıyor. Riyakarlıktan ve onların kalleşliklerinden uzak olarak.
Halen yaşamını Kadıköy’ün Ziverbey semtindeki imalathanesinde sürdürmeye çalışıyor.
Kadere karşı gelerek, kendisini unutanlara ve değer vermeyenlere aldırmadan…
Hayat Öyküsü
Şimdi Kotanca’nın spor dışındaki yaşam öyküsünü kendisinden dinleyelim :
“1915 yılında Balıkesir’de dünyaya geldim. Ortaokulu yine aynı şehirde tamamladım. Askerlik görevimi İstanbul Hadımköy’de yaptım. Benim için sporun dışında geçimimi sağlayacak işler gerekliydi. 1936-38 yılları arasında Beyoğlu’nda bir banka şubesinde çalışmaya başladım. Daha sonra beni Isparta’ya tayin ettiler, ben de bu görevden ayrıldım…
Benim için hayatta en kıymetli şey kulübümdü. Ondan ayrılmamak için, iş hayatıma da İstanbul’da devam etmek zorundaydım. 1941-45 yılları arasında Deniz Yolları’nda çalışmaya başladım. Daha sonra serbest olarak tavukçuluk ve yoğurtçuluk yaptım. 1942 yılında da evlendim. 1944 yılında ise ilk çocuğum Gönül dünyaya geldi. 1963 yılında da Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni bitirdi…
Benim hayatta tek varlığım, tek dayanağımdı. 1969 yılında Amerika’da bir burs kazandı. Bütün karşı çıkmalarıma rağmen gitti. Bu gidişin benim yıkımım olacağını bilseydim, hiç göndermezdim. Gittiğinin günü dört kız arkadaşı ile birlikte trafik kazasında öldü…
Naaşını Türkiye’ye getirdim. Küçükyalı mezarlığına defnedildi. Ben otobüs işletmeciliği yapıyordum. Kendi kendime ‘Artık bundan sonra yaşamanın anlamı yok’ diyerek kendimi içkiye verdim. Artık tüm insanlardan kaçıyor, tek başıma içki içiyordum. Bu arada bütün maddi varlığımı sattım. Gönül’ümün mezarının yanında kendime bir yer hazırladım. Benim yıkımım dört-beş sene kadar sürdü. Gidenin geri gelemeyeceğini anladım, artık kendi kenime yaşantımı sürdürüyorum.”
Talaş ve Mazot Kokuları…
İşte yıllarını Sarı-Lacivertli renklere veren Melih Kotanca’nın kısa yaşam öyküsü… Dünün meşhur Melih’i, bugün Ziverbey’de talaş ve mazot kokuları arasında, tutuşturucu imal etmeye çalışıyor. Hala kalbinde Fenerbahçe sevgisi var, ne kadar unutulsa dahi… İki katlı evinin alt katını imalathane haline getirmiş, üst katında ise mütevazi yaşantısını sürdürüyor.. Odanın duvarlarını eski günlerinin resimleri süslüyor. Gençliğini Fenerbahçe’ye hizmet ederek harcayan Melih Kotanca ihtiyarladıktan sonra bir tarafa atılmanın üzüntüsü içinde yaşamını sürdürüyor, yapayalnız. Şimdi artık Balıkesirspor’u düşünüyor, “Şampiyon olsunlar, kupa ve madalyalarımı vereceğim” diyerek…