Kategori: Anı-Biyografi

  • Ergun Öztuna

    Ergun Öztuna

    Fenerbahçe’nin Puşkaş lakaplı oyuncusu Ergun Öztuna, transferinden hemen sonra Fenerbahçe dergisinde Necati Bilgiç’e bir röportaj vermişti. Efsane oyuncumuza bir selam gönderiyor, sizleri bu yazıyla baş başa bırakıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bilmediğiniz Tarafları ile Fenerbahçeliler

    Ergun Öztuna

    “Eskiden beri Fenerbahçe’yi çok severdim, fakat bu son Ankara seyahatine katıldıktan sonra gerek idareciler, gerekse oyunculardan gördüğüm yakınlık üzerine onlara büsbütün bağlandım.”

    Bu sözleri 17 yaşındaki yeni ve müstait futbolcumuz Ergun Öztuna söylüyordu. Fenerbahçe’nin ailece hayranı ve eskiden beri sempatizanı olmakla beraber, kulübümüze yeni iltihak eden çiçeği burnunda Fenerbahçeli Ergun’u, Ankara dönüşü M.Paşa Stadı’nda Dünya Kupası güreş müsabakalarını takip ederken yakaladım. 1.68 metre boyunda 66 kilo ağırlığında koyu kumral, ela gözlü ve çok neşeli bir genç olan Ergun, Fenerbahçe’ye girdiğinden dolayı sonsuz bir sevinç duymaktaydı. Bizim konuşmamız sırasında oraya gelen ve transfer için ne kadar para aldığını soran bir gazeteciye verdiği cevabı bildirmekle de bunu ispat etmek kolay :

    “Malî işlerle alakadar değilim, Fenerbahçe’ye girdim ve bu bana kâfî…”

    Uşak-İzmir-İstanbul

    Ergun 1938 yılının 15 Ekim’inde Uşak’ta doğmuş. Fakat -herkesin aksine- aynı tarih nüfus idaresine 1937 olarak kaydedilmiş. Futbola her genç gibi okul sıralarında iken, mahalle aralarında bez ve kağıt toplar kovalayarak başlamış. 1953 senesinde İzmir’de bulunduğu ve İzmir genç karması için oyuncu istedikleri sırada Sait Altınordu’nun çalışmalarına katılmış. O sene arkadaşları arasında top takibi, iki ayakla topa vuruşları ve kafalı oyunu ile dikkati çeken Ergun, İzmir karmasında çok güzel oyunlar çıkardığı halde, yaş ve bünyesinin küçüklüğü yüzünden milli takıma dahil edilmemişti. Fakat Karşıyakalı idareciler bu genci o yıl birinci takıma koymakla değerini takdir etmekte gecikmediler. Ergun çok sevdiği Ay-Yıldızlı formaya, müteakip iki yıl, İtalya ve Macaristan’da yapılan genç milli takımlar turnuvalarına katılmakla kavuştu. Ergun bu maçlar sırasında 4 defa genç milli takıma dahil olmuştur.

    Sempatik futbolcumuz suallerimi neşeli bir ifade ile cevaplandırırken, efendiliğini ve terbiyesini her haliyle belli etti.

    • En çok heyecan duyduğun maç?
    • Futbola yeni başladığım sırada İstanbul-İzmir genç takımlar maçında çok heyecan duymuştum (Bu maçı 1-0 İzmir kazanmıştı) Son defa İzmir-Budapeşte maçlarının ilkine çıkarken de bacaklarım titriyordu.

    İlimle Futbolun Sonu Yoktur

    Ergun İstanbul’a gelirken bütün ailesini, annesi, amcası, ağabeyi ve iki kız kardeşini de peşinde sürüklemektedir. Öztuna ailesi Kadıköy’e yerleşerek 11. sınıfta bulunan Ergun’un tahsilini tamamlamasına ve muntazam bir hayat yaşamasına yardım edeceklerdir.

    Fuboldaki ideali “Fenerbahçe ve Milli takımda oynamak” olan Ergun, “İlimle futbolun sonu yoktur. Bu âlem içinde ne kadar sivrilebilirsem oraya yükselmek için gayret edeceğim” diyor. Hayattaki gayesi de Yüksek Ticaret Okulu’nu bitirerek iyi bir ticarethane açmakmış. (Nedense memuriyetten çok şikayetçi)

    Ergun da Lefter’in hayranlarından. “Lefter gibi bir fubolcu olmak isterim” diyor. Diğer beğendiği sporcular, Fenerbahçe ve Karşıyakalı arkadaşları ile Recep, Metin ve Turgay imiş. Yabancılardan Koçsis, D.Santos, Ockwirk ve Matthews’i beğeniyor.

    Seyahatleri sırasında İtalya, Macaristan, Avusturya ve İsviçre’yi gören Ergun en fazla İtalya’yı beğenmiş.

    Zevklerine gelince: Yemek tefrik etmezmiş. Her türlü tatlıyı, meyvelerden portakal ve elmayı, filmlerden polisiye ve macera filmlerini, artistlerden Audrey Hepburn ve Gregory Peck’i, kitaplardan kendi çağındakilerin hoşlandığı tarihi ve sürükleyici macera romanlarını seviyor. Henüz küçük olduğu için beğendiği tipi ne biz sorduk, ne o buna yanaştı.

    Ergun, çok çabuk sukunet bulmasına rağmen, çabuk kızmasını beğenmiyor. Sözünde durmayanlara çok sinirleniyor.

    • Uğura inanır mısın?
    • Sahaya çıkarken nazarlık takmayı adet edinmişim.
    • Unutamadığın golün?
    • Geçen sene İzmir’de Karşıyaka’nın Karagücü’nü 3-2 yendiği maçta attığım iki golü -güzel bir şekilde yapıldıkları için- hâlâ unutamam.
    • Son bir sual. Almanya ile yapacağımız amatör milli takımlar maçının neticesi için ne diyorsun?

    Amatör milli takım namzedi Ergun pek nikbin görünmemekle beraber şu cevabı verdi :

    • Almanlar uzun zamandan beri ve iyi bir şekilde hazırlandılar ve maçlar yaptılar. Bizler yeni bir araya geliyoruz. İnşallah güzel bir netice alırız.

    Biz de aynı şeyi temenni ettik.

    Röportaj : NE-BİL

  • Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-VI

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-VI

    “Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları” serisinde altıncı bölüme geldik. Türk futbolu profesyonelliğe doğru ilerlerken, bazı önemli portreler ile karşılaşıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Birinci Bölüm
    İkinci Bölüm
    Üçüncü Bölüm
    Dördüncü Bölüm
    Beşinci Bölüm


    Takımdan Uzaklaşmak Zorunda Kalanlar

    1940-1941 sezonu Fenerbahçe için stadı bakımından büyük bir şans ve imkan yılı olmuştur. Çünkü Taksim’deki Taksim Stadı yıktırılmış ve yerine Taksim Gezisi ve parkı yapılmış olduğundan bütün maçlar Beşiktaş’taki Şeref Stadı ile Kadıköy’deki Fenerbahçe Stadı’nda oynanmıştır. Bu suretle de bizim maç seyretme şansımız artmıştır. Yalnız o sene başı şanssızlıklar da olmuştur. Mesela Melih Kotanca uzun bir müddet Atletizm Milli Kampına alınmıştır. Yok Balkan Atletizm şampiyonası yarışmaları idi derken Melih sadece 2 maçta oynayabildi. Fenerbahçe en mühim santrforundan mahrum kaldı.

    Ayrıca senelerce emek vererek formunun zirvesine getirdiğimiz Bek Yaşar mühendis mektebini bitirdi ve işi icabı Ankara’ya gitmeye mecbur kaldı ve bu suretle esasen Fazıl abi de sporu bıraktı ve zaten biraz da yaşlanmıştı. Dolayısıyla Lebib Elmas’ın yanına yeni transfer Taci geldiyse de müdafaa biraz zayıflamıştı. Buna rağmen ligin sonunda finale Başiktaş’la başa baş girdik. Ancak 1940 senesi Türkiye şampiyonluğu maçlarına ligin sekizinci haftasında 9 ay boykot alan Melih iştirak edememiştir.

    İkincilikler

    Ayrıca Türkiye şampiyonluğu final maçının Ankara’da oynanacağı tarihle İstanbul’da Beşiktaş’la oynayacağımız tarihle aynı güne rastladığından Fenerbahçe aynı günde iki maç için A ve B takımlarını ikiye bölerek Ankara’da Türkiye şampiyonluğu final maçını İstanbul’da da Beşiktaş’la lig maçını oynamış ve her iki karşılaşmayı da kaybetmiştir. İşte bu yıl Fenerbahçe 1 puan farkla şampiyonluğu da kaybetmiştir. Fakat gene de ikinci olması ve takımın çok iyi futbol oynaması taraftardaki Fenerbahçe sevgisine zerre kadar tesir etmedi. Hele lig maçlarının bitiminden sonra Milli Küme başladı ve Milli Küme İzmir, Anka şehirlerinin de iştirakiyle yapıldığı işçin daha da heyecanlı ve daha büyük bit organizasyon sayıldığından ilgi ve heyecan daha fazla idi.

    Aslen Fenerbahçe 1940 senesi milli küme’de bir yenildi ile Türkiye şampiyonu oldu. Güneş kulübünden gelen Cihat, Melih, Ömer, Rebii’nin katılımından başka sahaların yıldız futbolcusu Küçük Fikret Haydarpaşa Lisesini bitirmiş ve Fenerbahçe takımındaki sağ açık yerini almıştır.

    Fikret Kırcan

    Küçük Fikret’in nasıl futbol oynadığını izah etmek mümkün değildir.

    Uzun boyu o kadar zarifti ki topu sürdüğünün farkına varamazlardı. Orta yapacağını zannettiğimiz an bu namüsait durumda topa vurur ve gol olurdu. Herkesin tek ayak dediği Fikret’in sol ayakla attığı gollerin en meşhuru Atina’da Yunan Milli maçında attığı goldür. Herr Schveng Fikret’i çalıştırırken antrenmanlarda sağ ayağına ayakkabı giydirmez yün çorapla çalıştırırdı. Küçük Fikret de Büyük Fikret de bu unvanları aralarındaki yaş farkından dolayı almışlardır. Yoksa futbol tekniği olarak ikisi de eşit derecede büyük yetenek sahibi birer şaheserdi.

    Küçük Fikret’in gollerini anlatmaya benim değil hiçbir otoritenin gücü yetmez. Hele Dolmabahçe stadında Avusturya takımına aynı yerden attığı iki frikik golünü tarife imkan var mıdır?

    Amatörlük Giderken

    1941 ve 1942 yıllarında Milli Eğitim Kupası şampiyonu olamadık. Fakat takım fevkalade top oynuyor. Kulüp her gün biraz daha gelişiyordu. 1941’de İngilizlerin Ortadoğu karması ile yapılan ve 2-2 berabere biten maçta Fenerbahçe harika bir futbol oynamıştır. Bilhassa kaleci Cihat Arman sahayı İngilizlerin tebrikleri ve takdirleri ile terk etmiştir.

    1941 yılının en enteresan hadisesi Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğünün hazırladığı “Amatörlük Talimatnamesi”dir. Amatörlük talimatnamesi, sporcunun alacağı maaşı, yolluğu vesaireyi belirliyor. Amatörlükte para kazanmak diye bir mefhum olur mu? Bu talimatnameye göre sporcu kulüpten ayda 30 liradan fazla maaş alamaz ve değeri 30 liradan fazla prim, ödül, hediye alamaz maddesi ile konan bu yasağa hiçbir kulüp uymadı. Beden terbiyesi de hiçbir şeye karışamadı. Fakat bu talimatnamenin en acı tarafı gizli profesyonelliği getirdi.

    İkinci Cihan Harbinden sonra nasıl milli koruma ticarette karaborsacılığı getirdi ise amatör yönetmelik de sporda gizli profesyonelliği getirdi. Hatta o senelerde (Cihat benden 4 yaş büyük olduğu halde arkadaşımdı) Cihatla Hacı Bekir’in Beyoğlu’ndaki mağazasına uğrar, bazen 10 bazen 20 lira alarak Abdülhak Hamit Caddesindeki dairesinde hayatını idame ettirmeye çalışırdı. Hacı Bekir o zamanlar kulüpte başkan alfan değildi fakat Cihat’ı çok severdi. Onun için Beyoğlu’ndaki mağazasına özel emir vermişti.

    Artık Görülmeyen İncelikler

    Hacı Bekir zade Ali Muhittin çok bonkördü fakat bu yardımları hiç kimseyi kırmadan hiç kimsenin onurunu zedelemeden tam bir beyefendice yapan bir kişiliği vardı.

    Bir gün Hacı Bekir tahta binanın stadı gören penceresinden maç seyrediyordu. Maç 0-0 bitmek üzere iken son dakikada Taka Naci bir gol attı. Futbolcular sevinç içinde soyunma odalarına koşarken Hacı Bekir de merdivenlerden inmişti. Taka Naci’yi görünce yanına çağırdı ve kendisini tebrik etti ve hiç çaktırmadan cebinden cüzdanı çıkardı ve olduğu gibi verdi. Orada cüzdandan para çıkarıp verse hiç yakışık almayacak bir manzara olacaktı. İşte Hacı Bekir hiçbir zaman böyle yakışıksız bir şey yapmadı.

    Velhasıl tam 10 sene Türkiye spor kulüpleri bu Amatörlük Talimatnamesi ile idare edildi ve hiçbir gün ne denetlendi ne karışan görüşen oldu. Hatta o devirde Beden Terbiyesi’nden görevli olan bazı kulüp mensupları taraftarı olduğu kulübü sporcularını devlet dairelerinde işe aldılar. Fakat onların işe gitmemelerine göz yumarak profesyonelliğe resmen devleti dahi alet ettiler.

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları / Devam Edecek

  • Zamkinos Kapısı

    Zamkinos Kapısı

    Ofsayd Osman’ı tanır mısınız? Hayır, Sadri Alışık’ın beyaz perdede hayat verdiği muhteşem karakterden bahsetmiyoruz. En az o kadar muhteşem başka bir Ofsayd Osman daha var. Bir nevi hakikisi! Aşağıda 13 Mart 1950 tarihli Öz Fenerbahçe‘den Taksim Stadı’ndaki Zamkinos kapısı hikayesini okuyacağınız Ofsayd, Ahmet Rasim’in de torunu olan ünlü müzik adamı Osman Nihat Akın… Eserleri arasında “Bir İhtimal Daha Var O Da Ölmek Mi Dersin”, “Körfezdeki Dalgın Suya Bir Bak Göreceksin”, “Yine Bu Yıl Ada Sensiz İçime Hiç Sinmedi” gibi şaheserlerin de bulunduğu Osman Nihat Akın, 25 Ekim 1959’da aramızdan ayrıldı. Gitmeden önce müthiş bir Fenerbahçelilik ve sayısız güzel spor yazısı bıraktı. İşte onlardan biri…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Zamkinos Kapısı

    Daha önce biz mi Mısır’a gitmiştik? Yoksa onlar mı İstanbul’a gelmeyi düşünmüşlerdi?. Hiçbirinin farkında değilim. Yalnız içlerinde Prenslerin de bulunduğu bir Mısır takımı ile Fenerbahçe’nin maçı var! dediler. Kadıköyü’nde birkaç arkadaş küçük bir kafile halinde yola çıktık. Garibi şu ki; bizim kafilede de züğürtlükten kinaye kendisine “Prens” lakabı taktığımız Mustafa adlı kekeme bir arkadaşımız vardı. Eşek yükü ile dayak yediği halde bedavacılıktan bir türlü vazgeçmeyen Mustafa’yla yolda bir hayli takılmıştık. Taksim Kışlası’nın kalın duvarları önüne gelince hep birlikte kandilli bir selam çakıp :

    • İçeride tekrar buluşmak üzere şimdilik sizi yalnız bıraktığımızdan dolayı özür dileriz. Zatıaliniz Zamkinos kapısından cızz!

    Deyip onu orada bıraktık. Zamkinos kapısı kekeme Mustafa’nın süzüle süzüle girdiği demir bir parmaklıktı. Bu kapı şimdi bir tümen mevcutlu zevatı muhteremin göğsünü gere gere içeriye girdiği bir kapı haline geldi. Medeniyet başka bir şeydir vesselâm!…

    Neyse mesele orada değil ve bizi de alakadar etmez… Biz staddan içeri girdiğimiz zaman maç başlamış, Fenerbahçe Mısır kalesini adeta abluka altına almıştır.

    • Hakimiyet bizde…
    • Baskı altındalar!.
    • Hacıların kazanı kaynıyor!. gibi matraklarla tahta saloşlar üstünde dalga geçerken Prens hazretleri Kadri’yi atlatıp arkasından bomba gibi bir şut çekerek bize gol atmasın ı?

    Hacılardan evvel bizim akıbetimiz belli olmaya başladığı için artık tribün esprileri sona ermiş, onun yerine gırtlağımız paralanıncaya kadar :

    • Haydi Alâaaa!.
    • Koyuver Zeki’ii!.
    • Ortala Bedi’ii!..

    Diye nâralar atmaya başlamıştık. Nitekim Alaaddin bizim sözümüzü yerine getirerek, birinci haftaymın son dakikalarına doğru öyle bir burun çekti ki, Mısır kalecisi Rüstem Paşa hazretleri topun nereden girdiğini dahi fark edemedi. Birinci haftayımı 1-1 berabere bitirdik ama biz de bittik.

    İkinci Yarı

    İkinci haftaym yine aynı sür’atle başladı. Daha henüz birkaç dakika geçmemişti ki, Fenerbahçe’de o gün sağ açık oynayan Haydar, topu kaptığı gibi öyle bir sürüş sürdü ki olur şey değil… Bir kaleden öbür kaleye kadar devam eden bu sürüş esnasında hiç kimseye takılmadı. Fakat şut çekmek için bir zaviye bulamadığı gibi, topu da kaptırmamak gayreti ile güzel bir orta yaptı. Suat bu topu yere indirmeden bir vole..

    • Gol!. Vaziyet 2-1 Fenerbahçe lehinde..

    Bu golden sonra çocuklar müdafaaya çekildiler. Aman yarabbiii!..

    Kadri’nin o günkü hali hiç gözümün önünden gitmiyor. Şimdi tekmeleriyle meşhur olan (Eker-Biçer) o günkü Kadri’nin yanında bir teşrifatçı kadar nazik kalırdı.

    Fenerbahçe’nin 2-1 galibiyeti ile neticelenen bu maçtan sonra, Galatasaray da aynı takımla bir maç yapacaktı. Bundan evvel, Fenerbahçe’yi üst üste iki defa yendikleri için:

    • Adaaam sende!.. Biz Fener’i iki defa yendikten sonra Fener’in yendiği takımı da yeneriz!.

    Diyorlardı. Böyle düşünmekte ve bu şekilde hesap etmekte belki hakları da vardı. Lakin netice ne oldu bilir misiniz?

    Bu neticeyi bugün dahi söylemeye dilim varmıyor! Fakat tarihin bildiğini halden saklamaya ne lüzum var?

    Hacı beyler Galatasaray’a çorap satar gibi yarım düzine gol attılardı!.

    Görüyorsunuz ya ben neler bilirmişim de söylemezmişim.

    Ofsayd / 13 Mart 1950 – Öz Fenerbahçe


    Not : Osman Nihat Akın’ın bahsettiği maç, 20 Ağustos 1926’da Taksim Stadyumu’nda oynanan Fenerbahçe-El İttihat maçı… Fenerbahçe bu maça; Nedim Kaleci, Sabih Arca, Kadri Göktulga, Şevki, Cevat Sayit, Fazıl Eldem, Haydar Aşan, Alaaddin Baydar, Sedat Taylan, Bedri Gürsoy on biriyle çıkmıştı.

  • Mahiru Akdağ

    Mahiru Akdağ

    Hayatı “Başka bir ülkede yaşıyor olsaydı” parantezine alınacak kadınlardan biriydi. Evet, başka bir ülkede olsa, kitabı yazılırdı. Takım arkadaşları gibi… Ve maalesef Mahiru Akdağ da gitti. En azından biz, onu Fenerbahçe tarihinde unutulmaz bir yere koyacağımıza söz veriyoruz. Huzurlarınızda takım kaptanı Ayten Salih tarafından yapılan 26 Mart 1956 tarihli bir röportajı ile Mahiru Akdağ…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Üniversite Yenilgisi

    “Hakikatler hiçbir zaman doğru olarak kabul edilmez. Ya iltifat ya hakaret telakki edilir”

    Yukarıdaki satırlar ne bir atasözüdür, ne de meşhur bir muharririn kaleminden çıkmıştır. Bu güzel vecize istikbalin avukatı ve şampiyon takımımızın III. pasörü olan Mahiru Akdağ’a aittir.

    Voleybola orta I, baskete de II’de başlayan Mahiru’nun yukarıdaki vecizesinde de her şeyi olduğu gibi kabul eden, sporcu zihniyeti hakim. Maçlarda bilhassa soğukkanlılığıyla tanınmış olan bu moral yükseltici arkadaş hakikatte bilhassa oyuna çıkarken o kadar heyecanlanırmış ki başlayınca hiç heyecan kalmazmış…

    • Unutamadığın maç?
    • Üniversiteye yenilişimiz pek içime işlemişti. Aklıma geldikçe maçı boşu boşuna verdiğimiz için üzülüyorum. Sebep mi? Takımın moral noksanlığı. Yegane kusurumuz da bu zaten. Laf aramızda kaptanın o günkü kötü oyununu da ilave etmek lazım. (Şimdiye kadar röportajını yaptığım arkadaşlardan hiçbiri bu hakikati yüzüme karşı itiraf etmek cesaretini gösteremedi. Bu bakımdan da onu tebrik etmek isterim. Yalnız “Bu sözümü iltifat diye de kabul edebilirsin” dememeliydin yavrucuğum. Çünkü hakikatleri iltifat veya hakaret diye kabullenmek senin meşhur vecizene de uymaz…)

    Maç Alışkanlıkları

    • Maça girerken, oynarken ve maçtan sonra ne düşünürsün?
    • Girerken heyecandan bir şey düşünmem, oynarken mümkün olduğu kadar faydalı olmayı, elimdeki pasları en iyi şekilde kullanmayı ve arkadaşların maneviyatını yükseltmeyi, (İtiraf etmem lazım ki bu bakımdan Mahiru en çok bana faydalı oluyor) maç sonunda neşeli isem o an hiçbir şey düşünemem, mağlupsak söylene söylene çıkarım.

    Boş vakitlerinde sinemaya giden ve kitap okuyan Mahiru bilhassa Maxim Gorki’nin hayranı. Daha sonra Emil Zola, Panait Istrati ve Pearle Buck isimlerini sıralıyor. Şairlerden Yahya Kemal bir tanedir diyor. Cumhuriyet gazetesini ve bilhassa siyasi makaleleri pek dikkatle takip eder. Kadın artistlerden yalnız bir tanesini (Susan Hayward) erkeklerden ise o kadar çok beğendiğim var ki hangisini söyleyeyim diyor : James Mason, Jeff Chandler, Humphrey Bogard…

    • Müzikle aran nasıl?
    • Severim ama pek anlamam. Caz müziğinden hoşlanırım tabii. (Hangi genç hoşlanmıyor ki?..)
    • En beğendiğin yemek?
    • Çerkez tavuğu… Ağzıma layık! (Acaba Çerkezlik var mı?!)

    Gri tondaki renkleri sevdiği halde evde hep frapan giymekten hoşlanırmış. Hülya kurmaya bayılırmış. Doğruluğu pek sever, yalancılara, kendini beğenmişlere, şöhretten şımaranlara çok kızarmış.

    İdealler

    • İdealin ne?
    • Her bakımdan mükemmel bir insan olmak. Sporda ise millî formayı giyebilmek ama benim için bu pek kolay olmasa gerek… (Bu kadar tevazu da fazla canım…)

    Beğendiği sporcular : Ümran, Lale, Sevim (tabii başta o da takım arkadaşlarını sıralıyor.) Can, Yılmaz, Granit, Erdal. Futbol maçlarını yakından takip eden Mahiru Fenerbahçe’nin mağlubiyetine o kadar üzülüyor ki… Geçen gün benim önümde Niyazi’yi müthiş bir haşladı. Altay mağlubiyetinin kızgınlığı hâlâ devam ediyor olmalı ki (Lefter hariç hiçbirini beğenmiyorum) diyor. Halbuki kaç kere ağzından “Bayılıyorum şu Basri’ye, Şükrü’ye… vs.” dediğini işittim. (Baygınlığının ilelebet devam etmesini temenni ederim!. İyi bir temenni değil senin için ama Fenerbahçe için razı olursun herhalde…)

    • Evlilik hanımlarda, spora manî midir?
    • Bence değil ama, erkeklerin fikrini bilmiyorum…
    • Mesela müstakbel eniştemizi (!) bu hususta zorlar mısın?
    • Aile içinde herkesin zevklerinden biraz fedakarlık etmesi lazım geldiği kanaatindeyim…

    Ayrılırken ben sormadan “Hayatta en zor şey gazetecilere (!) cevap vermekmiş” diye ilave etti. Baktım, yanakları kızarmıştı hakikaten. En binlerce kişinin karşısına çıkmak sahaya çıkmaktan kolay olmasa gerek!..

    Ayten Salih / 26 Mart 1956 – Mahiru Akdağ ile Röportaj


    Not : “Fenerbahçe’nin Şampiyon Kızları” albümüne bu linkten ulaşabilirsiniz.

  • Mehmetçik Basri Öldü

    Mehmetçik Basri Öldü

    14 Eylül 1997’de bir Fenerbahçe efsanesi, Mehmetçik Basri öldü. İslam Çupi, 16 Eylül 1997 tarihli Milliyet gazetesinde kıymetli dostunun arkasından mükemmel bir yazıya daha imza attı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mehmetçik Erken Değil mi?

    Basri Dirimlili öldü…

    Basri Dirimlili ölürken, Fenerbahçe’de ve milli takımda büyük bir futbol uslubu, bir güzel çağ ve yenisi gelmesi mümkün olmayan bir kişilik ve adamlık dönemi kapandı.

    Türkiye’yi şimdi Basri’yi seyredenler ve seyretmiyenler diye ikiye ayırmak gerek.

    Ben talihliyim çünkü Basri’yi seyredenlerdenim.

    Şimdiki futbolcunun iyisini şöyle yazıyorlar…

    Mevkii olmayan adam, top ve kendisi sahanın neresinde ise, oranın gerektiği icaplarla futbol oynayan insan…

    Basri Dirimlili bundan 40 yıl önce herkesin adından önce mevkii ile anıldığı dönemlerde bu günkü tarzı uygular ve şimdi “modern oyuncu tipini” yarım yüzyıl öncesinden sahalara getirmiş isimdi.

    Neden Mehmetçik?

    Çok ipinci çok süratli ve yağsız vucuduna çok muhteşem bir teknikle birlikte, büyük bir yürek eklemiş ve sahalardaki korkusuzluğu bu yüzden “mehmetçik” sıfatı ile taçlandırılmıştı.

    Futbolcu olarak Fenerbahçe ve milli takımda ne kadar inanılmaz büyüklükte maçları varsa, sosyal yaşamda o kadar sade ve basit yaşamlı bir vatandaştı.

    Futbolu bıraktıktan sonra büyük ismi daha fazla para getirecekken, O Fenerbahçesinin içinde kalmaya her ikbale tercih etmiş ve tesisler müdürü olarak Fenerbahçe ve yaşamdaki ömrüne nokta koymuştur.

    Son yılları kendisinden sonra emekli olmuş iki Fenerbahçe futbolcusu Ercan Ziya ve Sarı – Lacivertli kulübün insan katalogu denince “hırsız” diye gündeme gelen Semai Şatıroğlu ile küçük bir aile ve küçük bir dünya kurarak, kendi cephesine çekilmiştir.

    Buruk Ayrılık

    Basri Dirimlili zamanından kalma Türkiye’de en eski yaşayan masörlerden Beşiktaşlı Zeki Er, futbolcunun bir milli maç bittikten sonra sahadan çıkmayıp çimeni dikkatle incelediğini görünce Dirimlili’ye sormuş. Ne arıyorsun diye…
    Meğer Basri’nin büyük mücadelede oyunun bir dakikasında diş protezi fırlamış ağızından onu arıyormuş.

    Beni çok severdi ama, buruk ayrıldı galiba benden…

    Bir kitap vardı idealinde… Bunu benim yapmamı istiyordu.

    Çok gitti, geldi bana…

    Ziya ve Ercan da vardı devrede…

    Ben “vaktim yok” diye, bazen doğru bazen yalan hava raporu ile atlattım hep onu.

    Tam karar verdik ortaya çıkarmaya kitabı…

    Geçen yıl benim beynim karıştı, arkasından kısmı felç… Uzun süre İnternational’de yattım ve çıktım.

    Her karşılaşmada sağlığımı sorarken, ben onu “nerde kitabım” diye alıyordum.

    Bu erken vefatı acaba bu kitaptan ve benden mi diye düşünüyorum.

    Üçlü beni teselli ediyor; Ziya, Ercan ve Semai…

    “Tanrı öyle istedi, sen değil…”

    İslam Çupi / 16 Eylül 1997 – Milliyet Gazetesi


    Not : İslam Çupi yazılarının derlendiği İslamÇupi.org sitesini sizlere tavsiye etmeden geçmeyelim.

  • Turgay Şeren’in Fenerbahçe Bayrağı

    Turgay Şeren’in Fenerbahçe Bayrağı

    19 Aralık 1964 tarihli Milliyet gazetesindeki “Olaylar ve İnsanlar” köşesinde Hasan Pulur, Turgay Şeren’in Fenerbahçe bayrağı ile bir hatırasını nakletmiş. Arkasından Semai Şatıroğlu ile güldüren bir anı… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Turgay Ağladı, Turgay Güldü

    Koca Turgay…

    Yüz binlerin alkışladığı kaptan kaleci…

    Hiçbir alkış, hiçbir tezahürat onu önceki gün meçhul bir Fenerbahçelinin hediyesi kadar heyecanlandırmamıştı…

    Hastane odasının kapısı açıldı. İçeriye genç bir delikanlı girdi. Ürkek adımlarla yaklaştı, “Geçmiş olsun Turgay abi!” dedi ve Turgay’ın teşekkür etmesine fırsat vermeden devam etti:

    • Beni sen tanımazsın abi! Kapalı tribünün ortasında oturan binlerce Fenerbahçeliden biriyim! İnan abi belki Türkiye’de benim kadar koyu Fenerbahçeli yoktur! Ama sana çok üzüldüm. Geçmiş olsun abi! İnşallah yakında kaleye geçersin! Hastaya eli boş gelinmez abi… Çiçek getirsem, şeker getirsem, kolonya getirsem benim için kıymeti yok… Bunları herkes getirir… Ben sana en kıymetli şeyimi getirdim. Al abi!

    … Ve ismini bile söylemeyen delikanlı bir anda odadan çıkıp giderken Turgay gözyaşlarını Fenerbahçe bayrağı ile siliyordu.

    Hırsız Semai’nin Ziyareti

    Turgay’ı ziyaret eden Fenerbahçelilerden biri de anlı, şanlı “Hırsız Semai”ydi.. “Baba Gündüz” Semai’ye Turgay’ın ameliyatını anlatıyordu :

    • Sorma Semaiciğim! Ameliyata girdim… Bir müddet seyrettim. İnsan çok fena oluyor. Turgay’ın koluna kocaman bir demir koyunca dayanamadım. Çiviymiş bu… Hemen dışarı çıktım…

    “Hırsız Semai” lafı yarıda kesti :

    • Tamam! Bundan sonra bizim maçta tatbik edeceğimiz taktiği kurdum.

    Gündüz’le Turgay “Hırsız”ın ne mal olduğunu bildikleri için “Söyle!” dediler “Neymiş bu taktik?”

    Semai ciddi ciddi taktiği açıkladı:

    • Sen Allah’ın izniyle iyileş, bizim maça çık… Ben o maçta senin kalenin arkasına geçeceğim. Elimde bir mıknatıs… Mıknatısı tuttum mu kolun benim elimde! Sen ondan sonra tek elle giren toplara “Geç” işareti ver!

    Turgay günlerden beri ilk defa gülüyordu.

    Hasan Pulur / 19.12.1964 – Milliyet Gazetesi – Olaylar ve İnsanlar (Turgay Şeren’in Fenerbahçe Bayrağı)

  • Ali Rıfat Çağatay

    Ali Rıfat Çağatay

    Rahmetli Adnan Giz’in muhteşem bir kitabı var. Adı “Bir Zamanlar Kadıköy”… Tadına doyulmayan bu kitapta Fenerbahçe ile kesişen çok fazla kişi ve olay var ama biz Fenerbahçe’nin mütareke/işgal dönemi oyuncularından Cafer Çağatay‘ın babası, İstiklal Marşı’nın ilk bestecisi, ünlü müzik adamı Ali Rıfat Çağatay ile başlayalım istedik… Keyifle okuyacaksınız. Adı geçenlerin hepsi nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ali Rıfat Çağatay

    XIX. Yüzyılda şairlerimiz gibi bestecilerimiz de hüzünlüdür. Bu ortak hüzünde kişisel dertlerden başka koca imparatorluğun dağılmasının, yenilgilerin, ekonomik çöküntünün, eski deyimiyle Devran’ın etkileri vardır. Bu yaslı bestecilerin durumunu, ünlü Ahmet Rasim’in bir güftesinin ilk iki satırı ile özetleyebiliriz :

    Can hasta, gözüm yaşlı, gönül zâr u perişan
    Öldürdü beni mihnet-i canân, gam-ı devran

    Evet, canân ve devran!

    Bu devrin bestecilerinden (Çağatay) soyadını alan Ali Rıfat Bey’in farklı bir görünüşü var. Önce güçlü, sağlıklı bir kişi, amatör olarak güreşir. Çağdaşı sanatçıların çoğu gibi para sıkıntısı çekmemiş, köşkü, atı, arabasıyla bolluk içinde yaşamıştır.

    Ailesi

    Dört çocuğunun annesi olan ilk eşinden ayrılarak Mısırlı Prens Halim Paşa’nın büyük kızı ve yine Servet sahibi prenses Zehra hanımla evlenmiştir.

    Musiki meraklısı Halim Paşa’nın, kaydedilmemiş olduğundan yüzlercesi unutulan eski musiki eserlerinden kulaktan kulağa zamanına erişenleri Hamparsum notası ile yazdırtarak meydana getirdiği değerli koleksiyonu bir gün Ali Rıfat Bey’in eline geçecektir

    Ali Rıfat Çağatay (1867-1935) şair Samih Rıfat Bey’in büyük kardeşi oluyordu.

    İyi bir eğitim gördü. Bu arada Türk musikisinde çalışarak ud ve kemençede başarılı olacak, Udi Rıfat Bey diye anılacaktı. Sesi de güzeldi. İbnülemin Mahmut Kemal Bey kendisini birkaç kere dinlemiş ve “Takdirkârı olmuştum. Terbiyeli, nazik bir ehl-i sanat idi” diyor.

    II Abdülhamit devrinde bir ara Şuray-ı Devlet’te çalışan Rıfat Bey, sonradan ömrünü musikiye verecekti.

    Kadıköy’de…

    Kadıköy ile ilişkisine gelince, hayatta bulunan oğlu Cafer Çağatay Bey’in verdiği bilgiye göre, ailesi 1904’te Kadıköy semtine taşınmıştır.

    Önce Yoğurtçu Köprüsü’nü geçince sol tarafta bir evde oturmuşlardı.

    Sonra Rıfat Bey Çamlıca’nın “Libade” diye anılan ve bir zamanlar seyranı ile meşhur olan semtin bugün Kargadere isimli sokağının üzerinde 10-12 dönümlük bir arazideki eski bir evi alarak yıktırmış, yerine bakımlı bahçesi, havuzu, saz köşkü ile yeni bir bina yaptırmıştı.

    Prenses ve uzun süre bu köşkte oturdu. Prenses Zehra kültürlü, nazik bir hanımdı. İlk eşinden olan oğlu Ali Haydar Bey cumhuriyetten sonra Galatasaray kulübünün yönetim kurulu başkanlığını da bulunmuş ve Ali Sami Yen Stadı’nın yapıldığı arazinin yarıdan fazlası bu zat tarafından kulübe bağışlanmıştır

    Hastalanarak tedavi için Avrupa’ya giden Zehra Hanım, mütareke döneminde Nis’te öldü. Yalnız kalan Rıfat Bey, Nimet isimli bir hanımla evlenerek, Söğütlüçeşme Caddesi’nden Mısıroğlu’na çıkan Elmalı Çeşme yokuşunun solunda ve Süleyman Bey sokağının üst köşesinde kendi mülkü olan bir eve taşındı. 1935’te bu evde öldü.

    Musiki Cemiyetleri

    Ali Rıfat Bey, Kadıköy’ün yakın tarihinde adı geçen “Şark Musiki Cemiyeti”nin başkanlığına getirilmiş, geçmiş ve geleceğin başarılı saz ve ses sanatçılarının bu dernekte toplanmasına katkısı olmuştur.

    2-3 yıllık bir çalışmadan sonra derneğin bazı nüfuslu üyeleri ile anlaşmazlığa düşünce istifa ederek, Hale sinemasının üst katında çalışmaya başlayan Türk Musiki Ocağı’nı kurdu. Bu dernek 1930-1931 yıllarına kadar çalışacaktı.

    Bir ara Paris’e giden ve Batı müziğini inceleyen Rıfat Bey, Türk musikisinde Batı örneğine göre yenilikler yapmak istiyordu. Bu yola yönelik eserler bestelemiş; saz heyetine flüt, piyano, viyolonsel gibi aletleri almıştı. İstanbul Konservatuvarı’nın kurulmasından sonra Rauf Yekta Bey ile Tasnif Heyeti’nde çalışarak eski eserlerin yayınlanmasına hizmet etti.

    Eserleri

    Rıfat Bey’in eserleri arasında Orhan Seyfi Orhon’un “Tereddüt” isimli şiirinden yaptığı Buselik Fantezi çok tutulmuştu. Medhalleri, saz semaileri, fasılları vardır. Mehmet Akif’in “Bülbül” şiirini, ayrıca Köse İmam’ını bir perdelik operet şeklinde bestelemiştir.

    Atatürk, Büyük Millet Meclisi’nin 1934 açış nutkunda, Türk musikisinin durumunu eleştirmiş ve Batı tekniğine uygun eserler vücuda getirilmesinin lüzumuna işaret etmişti.

    Bu uyarı üzerine Türk musikisinin durumu basında günün konusu haline gelmiş, bu arada öteden beri konu üzerinde çalışmış ve yenilikleri savunmuş olan Ali Rıfat Bey’in düşünceleri sorulmuştu. Rıfat Bey, bu devirde yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli eserin musiki bölümünü yazan heyetin başında bulunuyordu.

    8 Kasım 1934 tarihli Akşam gazetesinde açıklanan görüşlerinde “Yapılacak musiki inkılabından önce Türk tarihinin incelenmesi gerektiğini, bugünkü Batı musikisinin temelini oluşturan yedi gamın Orta Asya’dan Batı’ya geçtiğini” belirterek “Türkler yalnız Heptatonik Gama icat etmekle kalmamış, musiki ilim ve sanatına büyük hizmetler etmişlerdir” diyor ve “Amaca ulaşmak için Batı musikisi tekniğini ve nazariyatını iyi derecede tahsil etmiş bestecilerin Türk musikisi nazariyatı ve kaidelerini de incelemiş bulunmalarının şart olduğunu” ileri sürüyordu.

    Oğlu Cafer Çağatay

    Ali Rıfat Bey’in oğullarından Cafer Çağatay (Doğumu:1899) Fenerbahçe futbol takımının yenilmeden şampiyon olduğu güçlü yıllarında sert bir savunma oyuncusu olarak ün yapmıştı. Saint Joseph Lisesi’nde okumuş, eczacılık eğitimi görmüştü. Futbolu bıraktıktan sonra, babadan gelme yetenekle müzik bilgisini ilerletmiş, kemençe ve piyano çalmaya başlamış, viyolonselde karar kılmıştı. Trabzon’da eczacılık yaptığı 1925-1931 yıllarında bir müzik topluluğu kurup yönetmişti. Kadıköy ve Eminönü halkevlerinde viyolonsel çaldı.

    Adnan Giz / Bir Zamanlar Kadıköy – İletişim Yayınları – 1988


    Ali Rıfat Çağatay tarafından yapılan ilk İstiklal Marşı Bestesi
  • Erdal Kocaçimen

    Erdal Kocaçimen

    1948 yılında yayın hayatına başlayan ve Cihat Arman’ın sahibi olduğu Öz Fenerbahçe dergisinde, Talha Altınbaşak imzasıyla bir yazı dizisi başlamıştı. “Her Hafta İçimizden Biri” isimli bu seride ilk konuklardan biri Erdal Kocaçimen oldu. Cem Ertuğrul’un 2007 tarihli kayıtlarına göre 1947-1951 yılları arasında 23 resmî maçta forma giyen eski kalecimizi rahmetle anıyor ve sözü Talha Altınbaşak’a bırakıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Erdal Kocaçimen

    Büyük kaleci Cihad’ın 16 senelik şerefli futbol hayatına son vermeye niyetlendiği sıralarda Fenerbahçe kalesinin akıbetinden endişe duymaya hazırlananlar Erdal’ın sarı-lacivert formaya büründüğünü görünce rahat bir nefes aldılar. Artık Fenerbahçe kalesi asgari on senelik bir istikbal için yine garanti altına girmiş demektir.

    Cihad’ın ince silueti, zarif stili ve şayanı hayret çevikliği gelecekte de daima hasretle anılacaktır. Lakin ağabeyinden daha gösterişsiz fakat aynı derecede emin bir tarzda kalesini koruyacak olan Erdal taraftarlarına hiçbir gün endişe vermeyecektir.

    Erdal bünyesinin azami kuvveti, aşırı fedakarlık ve cesareti, nefsine itimadı, soğukkanlılığı ve bilgili oyunuyla cidden çok kıymetli bir kalecidir.

    Herkesin Ankaralı olarak tanıdığı Erdal Kocaçimen halis bir İstanbul çocuğudur. O 1926 senesi Şubat’ında İstanbul’da Fındıklı’da dünyaya geldi ve Ankara’ya gittikleri 1941 yılına kadar İstanbul’dan bir karış dahi dışarıya çıkmadı. Erdal’ı Ankara’ya götüren saik İstanbul’da Kambiyo Müdür Muavinliği vazifesini ifa etmekte bulunan babası Vedat Kocaçimen’in Ankara’da bulunan Maden Tetkik Arama Enstitüsü Teftiş Heyeti Reisliği’ne tayin edilmiş olmasıdır.

    Fındıklı’da doğan Erdal’ın çocukluğu Ayaspaşa ve Cihangir’de geçti. Futbol her İstanbul çocuğu gibi Erdal’ı da daha pek küçükken kendisine cezbetti. Evlerinin civarındaki arsalardan tutun da Talimhane arsası, Ermeni mezarlığı ve Dolmabahçe camiinin avlusu Erdal’ın önceleri seyircisi, sonraları oyuncusu olduğu meşhur stadlardır.

    Nasıl Kaleci Oldu?

    Erdal tahsil hayatına Fındıklı 13. ilkokulunda başladı ve mektepte bulunduğu sıralarda topa karşı olan düşkünlüğü son haddini buldu. Bütün teneffüslerini ufak tenis toplarının peşinde geçirdiği yetişmiyormuş gibi akşam paydoslarında da kitap ve defterlerini evin penceresinden içeriye atar; soluğu en yakın arsada alırdı. Orada mahalle arkadaşlarıyla beraber kurdukları çift kalenin heyecanına kendini kaptıran Erdal çok kere havanın iyice karardığını fark etmez ve eve ezandan bir hayli sonra dönmeye mecbur olur ve pek haklı olarak da babası ve annesi tarafından adamakıllı haşlanırdı.

    Yaramaz Erdal’a ayakkabı dayandırmak da mühim bir mesele haline gelmişti. Sağlam olmasına bilhassa itina edilerek alınan en babayiğit ayakkabı bile bu afacana ancak iki ay hizmet edebiliyor ve evvela burnundan başlamak suretiyle tabanlarından patlak veriyordu. Nihayet Erdal bu mevzuda işittiği azarlardan kurtulmak için pratik bir çare buldu. Mektepten gelir gelmez fırtına gibi eve dalıyor ve karyolasının altından kaptığı terliklerini koltuğunun altına sıkıştırdıktan sonra çift kale kurulmakta olan arsayı boyluyor ve arkadaşlarına kaleci duracağını ihsas ettikten sonra ayakkabılarını çıkartarak terliklerini ayaklarına geçiriyor, basık olan arkalarını da kaldırdıktan sonra kale direği vazifesini gören iki taş yığını arasına geçerek topları yakalamaya çalışıyordu. İşte Erdal’da kalecilik hevesi bu zaruret yüzünden doğdu.

    Bir Mahalle Maçı

    Bir gün Erdal Hürriyet-i Ebediye tepesindeki çayırda yapılacak mühim bir maça iştirak etmek için erkenden evden savuşmuştu.

    Yemek zamanı geldiği halde oğlunun görünmediğini gören annesi bir hayli meraka düştü. Nihayet sokağa çıkarak Erdal’ı aramaya karar verdi. Epeyce sorup soruşturduktan sonra Hürriyet-i Ebediye tepesine gitmiş olduğunu öğrenerek peşine düştü.

    Bu sırada Erdal ufacık boyu ile kocaman kale direkleri arasına geçmiş mahallesinin şerefini korumakla meşguldü, bir ara uzaktan kendilerine doğru gelen çarşaflı bir kadının annesi olduğunu sezer gibi oldu.

    Kadın biraz daha yaklaşınca Erdal’ın yakayı ele verdiğine hiç şüphesi kalmamıştı. Kale direkleri yanına bıraktığı ceketini kaptığı gibi sahadan fırladı ve kaçmaya başladı. Bu sırada rakip mahalle takımının yaptığı akın da Erdalların kalesine doğru yaklaşıyordu.

    Çekilen şut boş kaleye girince takım arkadaşlarında da şafak attı ve golün kızgınlığı ile hepsi birden kaçmakta olan Erdal’ın peşine düşerek onu yakaladılar. Ve yaka paça annesine teslim ettiler. Akşama evde cereyan eden sahneyi artık siz tahmin edin.

    Tahsil ve Ankara

    Erdal ilkokulu bitirince Taksim Orta Mektebi’ne girdi.

    1941 yılında Ankara’ya gittikten sonra da lise tahsilini Gazi Lisesi’nde yaptı. Erdal’ın ilk resmi futbol maçı Gazi Lisesi takımında oynadığı maçtır ve bu maçta Erdal santrhaf oynamıştır.

    Erdal küçüklüğünden beri Fenerbahçe’yi seviyor ve İstanbul’da iken Sarı-Lacivertlilerin Taksim Stadı’nda yaptıkları bütün maçları büyük bir hayranlıkla seyrediyordu. En çok beğendiği futbolcu da kaleci Cihad’dı. Onun oynamadığı maçlarda Erdal büyük bir üzüntü duyar ve adeta neşesi kaçardı.

    Ankara’ya gidince su sporlarına çok düşkün olan Erdal, Gençlerbirliği kulübüne intisap ederek orada yüzmeye başladı. Bir sene Ankara’nın 100, 200, 400 metre serbest yüzüş birincisi oldu. En iyi derecesi tatlı suda elde ettiği 1.13’dür.

    Su topunda da Ankara karmasının kalesini korudu. Bir gün arkadaşlarıyla kulübün futbol antrenmanını seyre gitmişti. Kaleci Rahim gelmediği için Erdal’ı kaleye geçirdiler. O gün o kadar güzel oynadı ki kulübünün idarecileri kendisini derhal futbolda da lisansiye ettiler ve o seneden itibaren Gençlerbirliği birinci takım kalesini ona emanet ettiler.

    Artık Erdal Ankara’nın en sevilen ve en çok muvaffak olan futbolcularından biriydi. Erdal Gençlerbirliği’nden sonra Ankara karma takımındaki yerini almakta da gecikmedi ve bu kaleyi de Ankara’dan ayrıldığı gün kadar müstemirren korudu.

    Erdal Fenerbahçe’ye Geliyor

    945, 946 yılında Gençlerbirliği, Beşiktaş’ı, Altay’ı ve Eskişehir Demirspor’u üst üste yenerek Türkiye şampiyonu olmuştu. Erdal’ın bu şampiyonluktaki hissesi büyüktü. Onun cesur ve muvaffakiyetli oyunlarını gören Beşiktaşlılar Erdal’ı Angulem ve Asteras takımlarına karşı yapacakları maçlarda oynamak üzere Gençlerbirliğinin kaptanı ve orta hafı Hasan’la beraber İstanbul’a çağırdılar.

    Erdal İstanbul’a geldi ve bu takımlara karşı muvaffak oyunlar çıkardı. Bu sırada küçükten beri sevdiği Fenerbahçe’ye girmeye teşebbüs etti. Sarı lacivert forma ile antrenmana çıktığı ilk gün büyük bir talihsizlikle Erol’un sıkı bir şutunu karşılamak isterken parmağı ters döndü ve sakatlandı. Bu meşum tesadüften de istifade eden ve koyu bir Beşiktaşlı olan dayısı, Erdal üzerinde manevi tesir icra ederek ve kendisini Beşiktaşlıların İstanbul’a getirttiğini ileri sürerek Erdal’ı Beşiktaş’a maletti.

    Siyah Beyaz kadroda birkaç lig maçı oynayan Erdal bu muhite bir türlü ısınamayarak tekrar Ankara’ya ailesinin yanına döndü ve hemen bir sezon sonra da çok sevdiği Fenerbahçe’ye yeniden kavuştu.

    Aile Ocağı Fenerbahçe

    Erdal şimdi büyük bir sabırla ağabeyi Cihad’dan sonra Sarı-Lacivert kalenin kendisine emanet edileceği günü beklemekte ve muntazaman çalışmaktadır. O, kulübünü ve bütün Fenerbahçeli arkadaşlarını çok sever.

    “Fenerbahçe’yi aile ocağım kadar çok severim, orası benim yuvamdır” diyen Erdal kulüpteki oda arkadaşları Ahmet (Erol) ve Suphi’ye (Ural) karşı aşırı bir sempati duymaktadır.

    Erdal 1.78 boyunda ve 79 kilo sikletindedir. Kumral saçlı ve mavi gözlüdür. Lise mezunudur. Bu yıl Hukuk Fakültesi’ne devam edecek ve Allah kısmet ederse avukat olacaktır. Boğazına düşkündür, her yemeği severek yer. En büyük zevki bol bol sinemaya gitmek ve kitap okumaktır. Polis romanlarından bilhassa hoşlanır. Yazın deniz sporlarına bayılır. Yüzer, kürek çeker ve iyi yelken kullanır. Belki de anne ve babasının duymasından çekinerek şimdiye kadar hiç açık olmadığını söylemektedir.

    Milli takım mevzuunda anlaşma temini bakımından tek takımın takviyesine taraftardır, bu tek takım ona göre kuvvet ve kudretini bu sene hiç yenilmemek suretiyle ispat eden Fenerbahçe olmalıdır.

    “Fenerbahçe’nin bütün kadrosuna Vedii, Bülent, Hüseyin ve Şükrü de ilave edilmek suretiyle Olimpiyat kadrosu en iyi şekilde tespit edilmiş olur” diyen Erdal Türk futbolunun kudretine inanmakta ve Türk futbolcuları içinde en çok Cihad (Arman), Selahattin (Torkal), Küçük Fikret (Kırcan), Erol (Keskin) ve bilhassa Lefter’in (Küçükandonyadis) oyunlarını beğenmektedir.

    Talha Altınbaşak

  • Ahmet Atman

    Ahmet Atman

    Öz Fenerbahçe dergisinin arşivini karıştırırken 21 Haziran 1948 tarihli sayıda, Ahmet Atman hakkında (Kemal Onan imzalı) bir başyazıya denk geldik.

    Yazı, Fenerbahçe kurucularından Ayetullah Bey ile akrabalık bağları bulunduğunu yeni öğrendiğimiz bu güzide insanın vefatından sonra kaleme alınmış. Kuleli’den sınıf ve Millî Mücadele’den silah arkadaşı Fikret Yüzatlı‘nın, Ahmet Atman hakkında yazdıklarının aktarıldığı duygu dolu bir metin… Hepsi nur içinde yatsın…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ahmet Atman’ı da Toprağa Verdik

    Ahmet Atman’ı kaybettik, onu da bu hafta içinde kara topraklara verdik. Tam 17 yaşında memleket müdafaasına koşan Ahmet Atman hayatının sonuna kadar vatanına hizmet etmekten geri kalmadı.

    Ahmet Atman hayatı boyunca memleket atçılığının yükselmesine hizmet etti. Bizde atçılığın temelini yapanlardan biri olduğunu söylersek mübalağa etmemiş oluruz.

    Ahmet Atman heyecanlı bir insandı. En büyük zevki koşu pistinde yarış kazanmaktı. Belki onu bu temiz heyecan aramızdan aldı götürdü.

    Ahmet Atman’ın yarış yerinde sandalye üzerinde bağdaş kurmuş hali hiç gözümün önünden gitmez, o ne heyecandı, o ne ata karşı sevgi ve bağlılıktı.

    Ben şahsen Ahmet Atman’la çok zaman gerek karşı karşıya ve gerekse gazete sütunlarında münakaşa etmiş bir insan olmama rağmen ölümünü duyduğum zaman:

    • Eyvah memleket atçılığının temel direklerinden birisi yıkıldı, dedim. Ve gayriihtiyari gözlerimden yaş geldi.

    At sporuna yıllarca maddi ve manevi her türlü yardımı yapan, at neslinin ıslahına en müşkül zamanlarda hizmet eden Ahmet Atman’ın ölümü memleket hesabına büyük bir zıyadır.

    Ahmet Atman’a Allah’tan rahmet dilerken sözü onun en yakın arkadaşı Fikret Yüzatlı’ya bırakıyorum.

    Mektep arkadaşı, silah arkadaşı, iş arkadaşı, atçılık arkadaşı, daha açıkçası candan kardeşi Fikret Yüzatlı, Ahmet Atman için hiç şüphe yok içi yanarak, gözlerinden yaş akarak, kalben ağlayarak şu satırları karalıyor ve acısını ifade ediyor :

    Fikret Yüzatlı Anlatıyor

    “Evvelki gün aziz ve kahraman arkadaşım Ahmet Atman’ı ebedi istirahatine verirken 36 senelik hayatımızın son yaprağını toprakla örttük. Bundan sonraki arkadaşlığımız bu uzun yılların hatıralarını yaşatarak onu daima anmak olacaktır.

    Cenazesinin arkasında giderken onunla tanıştığımız Kuleli İdadisi gözümün önüne geldi. Ona mektepte Pire Ahmet derdik. O kadar atik, çevik bir çocuktu ki barfikste, paralelde fırıl fırıl döner, türlü türlü parendeler atardı.

    İkimiz de futbolu çok severdik. O Anadolu Kulübü’nün kalecisi, ben de Süleymaniye Kulübü’nün sağ hafı idim.

    Bu neşeli kulüp hayatı çok sürmedi. Birinci Dünya Harbi başladı. O zaman Ahmet 16, ben 17 yaşındaydım. Bize bir senede iki sınıfı okuttular. Daha çocuk yaşımızda her birimizi çil yavrusu gibi bir cepheye dağıttılar. Ahmet makineli tüfek, ben süvari oldum. Birbirimizden ayrıldık.

    Ona Filistin ricati sırasında Amman’da rast geldim. Bir gün evvel yaptığı çetin bir muharebeden sonra bölüğüne çeki düzen vermekle meşguldü. Ancak bir akşam beraber kaldık, yine ayrıldık.

    Harp bir felaketle neticelendi. Türk milleti istiklalini kaybetti. Yunan ordusu İzmir’e girdi. İstiklal ateşinin kaynağı içinde yanan Ahmet işte o zaman orduyu da rütbeyi de terk etti. Bir çete oldu. Adım adım düşmanla dövüşmeye başladı.

    Bu sefer İzmir Akhisar’ında tekrar buluştuk. Ben oraya 14. Süvari Alayı ile gittim. Bana Ahmet’in cephede olduğunu söylediler. Bulunduğu yer Manisa ile Akhisar arasında Tatar denilen bir köydü. Orada düşmanla mesafeleri yüz metreden fazla değildi. İki taraf da birbirlerine baş kaldırtmıyordu.

    Biraz sonra o ovanın amansız hastalığı sıtma Ahmet’i de yakaladı. Bu enerjik adam sıtma nöbetlerini kıtasının başında geçirdi. Bütün kumandanlarının ısrarına rağmen cephesini bırakmadı.

    Tatar’da yapılan bir muharebede ben ağır yaralandım. Benden ümidi kesmişlerdi. Ondan su istedim. Ağzıma bir damla su verirken sıcak gözyaşları yüzüme damladı. Sevgili Ahmet, o zaman o yaradan kurtuldum. Şimdi benim gözyaşlarım senin toprağına akıyor.

    Ondan sonra o da süvari oldu. Benim bulunduğum alaya geldi. Bütün harpleri beraber yaptık. Bizi himaye eden makinelilerin sesi hâlâ kulağımda çınlıyor. Bundan sonra işte bu sesle arkadaşlık edeceğim. Sen bizim içimizden, dün sınıf arkadaşımız Muhsin’in söylediği gibi, göçtün. Bütün karakteristik yürüyüşün, enerjin, varlığın ve aziz hatıralarınla daima yaşayacaksın. Allah’ın rahmeti seninle olsun.”

    Fikret Yüzatlı / 21 Haziran 1948 – Öz Fenerbahçe Dergisi

  • Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-V

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-V

    “Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları” serisinde beşinci bölümdeyiz. 1940’lı yıllar, Fenerbahçe’nin Milli Küme şampiyonluğu ile başladı ve öylece devam etti. Tabii birbirinden ilginç olaylar yaşanmaya devam ediyordu..

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları; önceki bölümler

    Birinci Bölüm
    İkinci Bölüm
    Üçüncü Bölüm
    Dördüncü Bölüm


    Haydarpaşa Lisesi Sahaya İniyor

    1938 senesinde İstanbul’da Liseler Arası Şampiyonası tertip edildi. Çünkü talebelerin kulüplerde oynamaları yasaklanıyordu. Nihayet Haydarpaşa Lisesi bu ligin en kuvvetli takımı olarak finale doğru gidiyordu. Takımda 5 adet Fenerbahçe’li futbolcu vardı. Taksim’deki maça Haydarpaşa Lisesi talebeleri tam kadro gitmiştik.

    Maçın ikinci devresinde Küçük Fikret o zaman Galatasaray’da oynayan Bek Salim’i bir çalımla geçti ve golü attı. Hakem Ahmet Adem golü vermedi ve “orada golden evvel faul var” dedi. Tam o sırada Salim’le Fikret el kol hareketiyle takışıyorlardı. İşte o anda Çamur Şevket lakaplı bir talebe “Haydarpaşa Lisesi sahaya” diye bağırdı ve bütün talebe hakemin üstüne yürüdü. Hakem Ahmet Adem belki 100 kilo gayet mukavim yapılı biri idi. Fakat on dakika içinde hastanelik oldu. Tabi Salim de biraz nasibini aldı.

    Fakat 3 gün sonra müfettişler gazete resimlerinden ve bazı Işık Liselilerin çektiği fotoğraflardan tespit ettikleri talebeleri disiplin kuruluna verdiler. Kavgaya girenlerin pozisyonlarına göre ve hakem ve rakip oyunculara tekme veya yumruk atma şekillerine göre 15 gün ile 3 gün arasında değişen tardı muvakkat ile cezalandırıldılar.

    Benim iki yerde resmim olduğu için bir hafta tardı muvakkat aldım. Fakat hala Küçük Fikret’e “Sen nasıl ceza almadın?” diye sorar dururum.

    Tabi Fikret’in arkasında Haydarpaşa Lisesi Müdürü Saffet Şavlı vardı. Sonradan talebelerini kulüplerde oynama yasağı olan yüzkarası karar kalktı ve Haydarpaşa Lisesinden Fikret Kırcan, Sabri, Tarık, Kuş İrfan gibi talebeler Fenerbahçe kulübünde top oynadılar.

    Saracoğlu’nun İstifası

    1939 yılının Fenerbahçe için çetin hadisesi Kulüp Reisi olan Sayın Şükrü Saracoğlu’nun istifa etmesi olayıdır. O zaman bizim içimizde burnundan kıl aldırmayan ikinci bir Melih daha vardı. Babası Bal Mahmut hem Saracoğlu’nun hem de Celal Bayar’ın çok yakını idi. Kulüp başkanının istifa ettiğini öğrenmiştik. Sonra ne oldu ise Şükrü Saracoğlu tekrar başkan olmuş ve bizim Melih’in babası Mahmut Baler idare heyetine girmişti.

    1939 senesi sonunda kongre olmuş. O zaman evlere mektup falan yazılmazdı. Gazetede kongre ilanı yazısı çıkar ve kulübün ahşap binasının kapısına da ilan asılırdı.

    Kongre olmuş ve yeni idare heyeti seçilmişti. Ama Fenerbahçe ligde 5. olmuştu. Yalnız bizi teselli eden Ankara Demirspor’un şampiyon olması sebebiyle kahvede ve vapurda Galatasaraylıların seslerinin kısılması idi. Hele Kova Osman’a Demirspor’u biz şampiyon yaptık. Siz olamayasınız diye takıldıkça küfürleri bize iltifat gibi gelirdi.

    O sene kadar kötü bir yılı hatırlamıyorum. Talebelerin spor kulüplerinde oynama yasağı Kaleci Hüsam’ın futbolu bıraktı zannettiğimiz 1 aylık boykot cezası. Bek Muzaffer ağabeyimin kaleci oynayarak her maçta gol yemesi, idare heyetinin ikiye bölünmesi yani bir kısmı eski kurucular veya eski ağabeyler bir kısmı da futbolcuları tutanlar.

    Fakat hatırladığıma göre o sıralarda Güneş Kulübü kapandı ve bize Cihat, Boncuk Ömer, Melih Kotanca, Adnan, Rebii gibi yıldızlar transfer oldu. Adnan maalesef çok talihsiz bir şekilde hastalandı. Zannederim ayağı kangren oldu ve vefat etti.

    1940’lı Yıllar Gelip Çattı

    İşte 1940 yılında yepyeni bir Fenerbahçe sahaya çıkıyordu.

    Ayrıca Fenerbahçe atletizmde de harikalar yaratıyordu. Haydarpaşa Lisesi Müdürü Saffet Şavlı’nın fevkalade sportmen birisi olması Türkiye’ye pek çok yıldız futbolcu ve yıldız atletler hatta voleybolcular yetişmesine vesile olmuştur.

    Bir gün okulun dahili radyosunun mikrofonlarından Atletizm yapmak isteyen talebelerin Muallim Muavini Nazmi Tüfekçi’ye isimlerini kaydettirmeleri suretiyle antrenman gün ve saatlerinde izinli sayılacakları ve bu atletlerin Fenerbahçe Spor Kulübü ile yapılan anlaşma gereğince kulübün Atletizm pistinden ve antrenörlerin den yararlanacakları anons edildi. İşte o sene 100 ve 200 metre Türkiye ve Balkan şampiyonu olan Muzaffer Baloğlu ile beraber bir çok şampiyon atletler Türkiye’ye kazanıldı. Tabi bu arada ben de dahil olmak üzere pek çok talebe atletizm yapmak üzere isimlerimizi yazdırıp Fenerbahçe Stadı’na gittik. Ben 1500 metre koşmak istediğimi söyledim ve beni Rıza Maksut’un gurubuna verdiler. Antrenmana başladık. Bu 1500 metre denen mesafe üç gün koşsan bitmeyecek kadar uzun geldi. Sonra 800 derken biz bu işi erbabına bırakarak gene mektebe Fizikçi Sarı Kenan’ın kucağına düştük.

    Şampiyon Fenerbahçe ve Bir Boykot

    Fenerbahçe’ye gelince, 1940 yılı milli lig şampiyonu olduk. Hele her takımın baş belası olan Vefa’yı kavga dövüş 4-3 yendiğimiz maç başımıza büyük bir dert açtı.

    Maçın başında iki sıfır galip durumda iken Vefa’lı bir bek Melih’i öyle bir biçti ki Melih 5 dakika dışarıda tedavi oldu ve sahaya kafası sargılar içinde döndü. Ve bir ara Melih o sargılı kafası ile bir kafa topunda iki Vefalı beki birden sedyelik etti. Maç durdu. Melih maçtan atıldı ama biz dördüncü golü atınca havalara uçtuk.

    Sonra öğrendik ki Melih’e 9 ay boykot vermişler. Biz de Acem’in kahvesinde Boncuk Ömer, Taka Naci, Melih Kotanca karesinde pişpirik çalımlarını ilerletmeye koyulduk. Ancak Melih bütün gücü ile atletizme yöneldi. 100 metreci, 400 metreci, ciritçi derken Dekatloncu bir şampiyon Melih oldu. Dünya 400 metre üçüncüsü Mandikas’ı geçti. Bir günde 5 müsabaka kazanan bir rekortmen oldu.

    Her ne olursa olsun Melih Kotanca’nın yokluğu her maçta belli oluyordu. Aynı zamanda hem asker futbolcular hem talebe olanlar kulüplerde oynayamadıkları için Fenerbahçe’nin kadrosu 22 kişiye düştü ve neticede averajımızın çok iyi olmasına rağmen 1 puan farkla şampiyonluğu Beşiktaş’a kaptırmıştık.

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları / Devam Edecek