Kategori: Anı-Biyografi

  • Ali Naci Karacan’ı Anıyoruz

    Ali Naci Karacan’ı Anıyoruz

    Fenerbahçe’ye uzun yıllar Genel Sekreter olarak hizmet eden müthiş Fenerbahçeli Ali Naci Karacan’ı, 65. ölüm yıl dönümünde Rüştü Dağlaroğlu‘nun Milliyet gazetesinde yayınlanan bir yazısıyla anıyoruz. 1956 yılında açılan Fenerbahçeliler Cemiyeti Lokali vesilesiyle kaleme alınan yazıda Rüştü Dağlaroğlu, Ali Naci Karacan’ın Genel Sekreter seçilme hikayesini anlatıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçeliler Cemiyeti Lokali Açıldı

    Dün akşam resmen faaliyete geçmiş olan Fenerbahçeliler Cemiyeti’nin ana hatları ve gayesi, geçtiğimiz Pazar günü basın mensuplarına izah edilmiş ve Sıraselviler’deki yeni lokal binası, gazetecilere gezdirilmiştir.

    “Fenerbahçeliler Cemiyeti”nin kuruluşu münasebetiyle, Fenerbahçe Kulübü idarecilerinden Rüştü Dağlaroğlu’nun, gazetemizin kurucusu Ali Naci Karacan’a ait bir hatırasını aşağıda bulacaksınız :


    Rüştü Dağlaroğlu Anlatıyor

    İşgal ve mütareke yıllarının o kahraman (11)’i, 1922-1923 senesinin, kalesine sayı yaptırmadan, 64 golle İstanbul şampiyonu Fenerbahçe takımı ihtişam içinde yükselmekte idi. Yeni kurulan İdman Cemiyetleri İttifakı’ndaki sandalyeleri paylaşan ve ekserisi Fenerbahçe’nin muarızı kulüpçülerden mürekkep erkan o namdar kadro ve onun eşsiz şöhretini yok etmek için masa başlarında kararlar almışlar ve emellerine kavuşmuşlardı.

    Senelerce yenilmemiş Fenerbahçe takımı, hadiselere tiksinen bir kısım azasının spora veda etmeleri ile, artık çöküyordu. Lig maçları boykot edilmiş ve durum taraftarlara hüzün verdiği gibi müessisler ve onları temsil eden üç kişiden kurulu İdare Heyeti de doğan buhranı gidermekte ve Fenerbahçe’yi kısa zaman önceki ihtişamına yükseltmekte imkansızlıklarla karşılaşmıştı

    22 Nisan 1927 Cuma günü Müessisler Heyeti’nin senelik toplantısı vardı.

    Sabahın saat 10’unda Kuşdili’ndeki o güzelim binanın alt kattaki büyük salonu 30 müessisten 27’sinin iştirakleriyle hararetli görüşmelere sahne olmaya başladı.

    Yeni seçilecek İdare Heyeti’ne kimse talip değildi. Bu ağır mesuliyeti yüklenmeye tek bir istekli çıkmıyor. Bu zor durum karşısında tecrübeli ve ehil Fenerbahçelilerden, rica ile, fedakarlık istendi. Bu fedakarlığın bilhassa, daha önce büyük hizmetleri mesbuk olmuş, Ali Naci (Karacan) Bey’den istenmesi ve müessislerin bunda ısrarla durmaları karşısında merhum fazla mukavemet gösterememiş ve nihayet Umumi Katip Ali Naci, Umumi Kaptan Sait Selahattin (Cihanoğlu) ve muhasebeci Tevfik Haccar (Taşçı) Beylerden mürekkep kuvvetli bir İdare Heyeti ittifakla iş başına getirilmişti.

    Beyoğlu’nda Bir Fenerbahçe Lokali

    Fenerbahçe’nin kasasında bir kuruş yoktu!.. Kadro dar, takım zayıftı!.. Otorite ve disiplin de zaafa uğramıştı!.. Yeni İdare Heyeti’nin karşı karşıya bulunduğu müşkülâtla dolu bu durumu izah eden yeni Umumi Kâtibe Müessesan Heyeti hudutsuz bir salahiyeti peşinen ve bilakaydüşart tanıdığını beyan etmesine rağmen, Ali Naci Bey bir nokta üzerinde duruyor ve şöyle konuşuyordu :

    • Muhterem arkadaşlar, içinde bulunduğumuz şartlar altında müşkülatla dolu bir vazifeyi mutlak bir salahiyetle heyetimize vermekle gösterdiğiniz derin itimada arzı şükran ederiz!.. Yalnız kulübümüzü yine eski şöhretine layık bir seviyeye yükseltmek için takip edeceğimiz programın esas noktalarından birini de Beyoğlu’nda bir lokal açmak teşkil edecektir… Fenerbahçe Kulübü, bir semt kulübü olmaktan çıkmış ve memleketşümûl bir şöhretin zirvesine vâsıl olmuştur. Bunun tevlid edebileceği faydalardan müstağni kalamayız. Artık kabuğumuza çekilmiş olarak inkişaf edemeyiz. Bu noktanın heyet-i aliyenizce peşin olarak tasvibini lüzumlu görmekteyiz!..

    Müessisler Heyeti, Umumi Katip Ali Naci Bey’in bu teklifini müzakereye koymadan ittifakla kabul etmiş ve idare heyetine gönülden başarılar dilemişti.

    (Fenerbahçeliler Cemiyeti)ni, kulüplerine on para yük olmadan kuran fedakâr Fenerbahçeliler, 29 senedir duyulan bir ihtiyaç ve kulübün bir ana davasını nihayet halle muvaffak olmuş bulunuyorlar. Bugün, cephesinde şanlı Sarı-Lâcivert bayrak dalgalanan Taksim Sıraselviler Caddesi 65 numaradaki 4 katlı binanın önünden geçecek her Fenerbahçeli bu lüzumu 29 sene önce herkesten evvel duyan ve duyuran merhum Ali Naci Karacan’ın aziz hatırasını takdis etmelidir. Fenerbahçe’nin bu büyük ve muhterem evladı yaşasaydı şimdi kimbilir ne mes’uttu!.. Fakat, ruhu, şu anda elbette ki şâd olmuştur diye müteselliyiz!..

    Rüştü Dağlaroğlu / Ali Naci Karacan’ı Anıyoruz

  • Kadıköylü Hasan

    Kadıköylü Hasan

    Nasuhi Baydar’ın futbolcu portrelerinde sıra, Türk futbolunun ilk oyuncularından meşhur Kadıköylü Hasan Bey’de… İstanbul’daki hemen bütün takımlarda top oynamış olan Hasan, bir diğer meşhur futbolcu Dalaklı Hüseyin ile beraber Fenerbahçe’nin kuruluşunda da yer almış fakat çok kısa bir süre sonra takımdan ayrılmıştı. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Cambazlık

    Fenerbahçe antrenörü Bay Molnar, geçenlerde, bir stadda, futbol topu ile, çok beğenilen bazı gösteriler yapmış. Topun el, baş, sırt veya ayak vasıtasıyle, bir cambaz aleti halinde nasıl kullanıldığını henüz görmedimse de Çinlilerin değnek ve tabakla, Japonların şemsiye ile, başkalarının yuvarlak, kiminin kılıç, diğerlerinin her türlü toparlak ve tekerleklerle yaptıkları nice marifetleri seyretmiş olduğum için erbabının topla da ne hünerler gösterebileceklerini tahmin ediyorum.

    Hasan’ın Tek Dostu Futbol Topuydu

    Ancak, Kadıköylü Hasan’ın cambazlığı, bu neviden değildi. Yalnız futbol oynayışile münasebettardı. Alaaddin’in, S. Sadi’nin, Refik Top’un, Baron Feyzi’nin çalımlarını belki hatırlarsınız. Fakat, Hasan’ınki bunlara da benzemezdi. Kadıköyü’nün zengince bir ailesinden olan Hasan, zannederim ki, ilk tahsili bile ihmal ederek bütün melekelerini, küçük yaştan itibren, topa tahsis etmişti. Zira, inanılmayacak kadar güzel oyunile kulübünü şampiyon çıkardığı günlerde bile mahalle çocuklarının dolma meşin topunu hafifsemediğine ve bu gibi küçükler arasına karışarak bunlara benzersiz ustalığını göstermekten zevk duyduğuna kaç kere şahit oldum.

    Teşbih caizse, diyebilirim ki, Hasan topla iyi bakılmış oyunbaz kedi yavrusunun fare ile oynadığı gibi oynardı. Yalnız şu farkla: Kedi yavrusu bu cümbüşten biraz sonra usanır yahut düşmanını yere serince bir köşeye büzülüp uyur. Hasan ise tek dostu bildiği toptan dakikalarca ayrılamaz, onu sağa sola, ileriye ve aklına eserse geriye, şut çekip gol yapacak durumlarda bile tekrar sağa sola, ileriye, geriye götürüp sürmek, onunla oynamaya – daha doğrusu oynaşmaya- devam etmek hevesinden kendini alamazdı.

    Hünerleriyle Herkesi Büyülerdi

    Football-Association’ın Amerikan futbolu gibi kamburalar, çelmeler, şarjlarla çok sert oynadığını o devirde hayatını topa bağlamış olmak onda, şüphesiz, altıncı bir his yaratmış olmalıdır ki, Hasan’ın en çetin çekişmeler arasından kendini yağdan kıl çekercesine kurtardığı, lâkin bütün bu kabalıkların acısını, keyfi isterse, karşısındakilere bol bol tattırdığı her zaman görülür ve çılgınca alkışlanırdı.

    Bu kısa boylu, ince yapılı esmer adamın vücudunda yaman bir muvazene vardı. Fırlayışları, dönüşleri bir insandan umulmayacak kadar ani idi. Üç beş rakibi peşine takıp hasım kalesine doğru akarken, bir saniyede durur, geri döner ve etrafındakileri şaşkına çevirir, yine beğenilir, yine alkışlanır, oyun sonunda omuzlarda taşınırdı.

    Hasan’ın Elim Sonu

    Hasan, bilmem hangi sebeple, futbolu bırakıverdi. Kendini başka oyunlara, içkiye, düzensiz hayata kaptırdığı, sonra hastalandığı, servetini kaybettiği, âlil içinde yaşadığı duyuldu. Ve nihayet, sporu sıhhat ve neş’e vasıtası değil de gaye edinenlerde sık sık görüldüğü gibi unutulmuş olarak ölüverdi. Memleketimizde futbolun ilk yayılmaya başladığı günlerde birden parlayıp göztaşı gibi iz bile bırakmadan yok olan Hasan spor yapmak isterken yolunu şaşıranların elim misalidir. Allah rahmet eylesin.

    Nasuhi Baydar / Kadıköylü Hasan

  • Yıkılma Devrinde Bir Kurucu

    Yıkılma Devrinde Bir Kurucu

    Nasuhi Baydar‘ın Öz Fenerbahçe yazılarına devam ediyoruz. Sırada Fenerbahçe’nin 1 numaralı üyesi Enver Yetiker var. Nasuhi Bey “Yıkılma Devrinde Bir Kurucu Hoca Enver Bey” diyerek bu idealist öğretmeni yâd etmiş. Bu arada kuruluş tarihine de bir yorum katmış. Fakat 1913 tarihinde yazdığı “Fenerbahçe’nin İlk Tarihçesi“nde yine kendisi 1907 yılını telaffuz ediyordu. Türk spor tarihi yazılırken kaynakların eskiden yeniye doğru taranması böyle durumlarda işe yarıyor işte. Her zaman için daha eski olan, daha muteberdir… Muhtemelen takvim geçişlerindeki mutad hatalar nedeniyle 1907 değil 1908 şeklinde belirtilmiş. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yıkılma Devrinde Bir Kurucu Hoca Enver Bey

    Ufak tefek, elmacık kemikleri çıkık, kılığı itinasız, ilk bakışta dikkati çekmeyen bir adamdı. Fakat kara gözlerini gözlerinize diktiği ve söz söylemek için etlice dudaklarını oynattığı anda şahsiyetinin sihrine kapılırdınız.

    Saint-Joseph Koleji’nde Türkçe hocamız Enver Bey’i, evde ve sokakta sık rastlamadığımız insanlardan olduğu için, çok beğenir ve severdik. Bilgisi genişti. Derhal prensiplere intikal eden bir zekası vardı. Her şeyin “Niçin”ini araştırdığı, bulduğu ve kolayca anlattığı için her bilmediğimizi kendisinden öğrenebileceğimizi düşünürdük.

    Bir gün derste, arkadaşlardan biri söz istedi:

    • Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin başlarını kesenler ve bunları birbirine atarak oynamışlar; top oyunu da böylece zuhur etmiş, ve bunun için, top oynamak günahmış, doğru mu? dedi.

    Yaman bir psikolog olan, bize daima itidal tavsiye eden, her fikrini bir ayetle, bir atasözü ile, bir kısa hikaye ile telkin yolunu tutmuş olan Enver Bey’in o günkü hiddeti görülecek şeydi:

    • Topu kesik başa benzetenlerin kafaları kopsun! diye söze başladı ve “Oyun çocuklarla gençlerin başlıca haklarındandır; çocuklarına oyunu yasak edip onların hareket ve faaliyetini haylazlık ve terbiyesizlik sayan milletler ölüme mahkumdur. Medeni dünyanın gençleri top oynuyorlarsa siz de top oynayın, bunun aksi gerilik ve bedeviliktir” derken susuverdi: Sultan Hamit saltanatının son demleri idi.

    Bir iki hafta geçmedi, Enver Bey güvendiği birkaç talebesine, “Fenerbahçe” adıyla kurulmakta olan futbol kulübüne girmelerini tavsiye etti. Sınıfımızın en yaşlısı olan Galip’le temas edecektik. Galip de bizi, bir tatil günü, Fenerbahçe’ye gidip egzersiz yapmak üzere, Moda İskelesi’nde buluşmaya davet etti. Orada kulüp idare heyeti ile tanıştık : Nurizade Ziya, Hasan, Ayetullah, Bahriyeli Necip, Hintli Asaf Beyler, bize nispetle yaşlı başlı adamlardı. Fenerbahçe’de, fenerin önündeki genişlikte, “Kadıköy Kulübü”nün iki meşhur oyuncusu, Hasan ve Hüseyin’le Enver Bey’i bulduk.

    İngiltere’den yeni getirilmiş olan sarı ve beyaz yollu kulüp formalarımızı Ziya Bey dağıttı. İki takım halinde karşı karşıya dizildiğimiz zaman Enver Bey ortada yer aldı. Ve bize, futbolun içtimai faydalarından, takım ruhundan, birbirine yardımın her dinde esas olduğundan, yakın zamanlarda tesanüd ihtiyacını şiddetle hissedeceğimizden bahsederek topa ilk vuruşu yaptı. Fenerbahçe kulübü, memlekette yeni bir devir başlamak üzere iken, gençlerin birbirini tutmaları, sevmeleri, kuvvetlenip neş’elenmeleri maksadile 1908 ilkbaharında, Hoca Enver Bey tarafından kurulmuştur.

    Nasuhi Esat Baydar

  • Zeki Fenerbahçe İçin Hayatını Feda Ederdi

    Zeki Fenerbahçe İçin Hayatını Feda Ederdi

    Bedri Gürsoy yazmaya, Tuncay Yavuz da onun yazdıklarını aktarmaya devam ediyor. Bu kıymetli yazı koleksiyonunda sıra Fenerbahçe’nin en büyük golcüsü Zeki Rıza Sporel’de. Yazısının sonunda Bedri Bey takım arkadaşı için “Zeki Fenerbahçe için hayatını feda ederdi” demiş. Evet, öyle bir kadroydu ki şüphesiz hepsi aynısını yapardı. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türkiye’de Futbolun İlerlemesinde Mühim Rolü Olan Zeki

    Ben, bu cidden kıymetli futbolcumuzun spor hayatını ikiye bölmek mecburiyetindeyim. Hatta ismini bile. Birincisi sadece futbolcu Zeki. İkincisi hem futbolcu hem de Milli Spor Mağazası sahibi tüccar Bay Zeki Rıza. Ben burada hem futbolcu, hem de Milli Spor Mağazası sahibi Bay Zeki Rıza’dan pek az bahsettikten sonra asıl Zeki’yi, benim çok takdir ettiğim Fenerbahçe’nin gözbebeği Zeki’yi anlatacağım.

    Milli Spor mağazası sahibi ve futbolcu Bay Zeki Rıza. Yaşını başını almış, olgun bir sporcu. İhtimal ticarete fazla ehemmiyet verip, o yolda çok didişip yorulduğundan olacak, eski oyununu kaybediyor. Yaşlanıyor, ağırlaşıyor. Bir buçuk saatlik oyunda nefesi zor yetişiyor. Buna rağmen futbolu bir türlü bırakmıyor. O tam bir sporcu, spora aşık tecrübeli bir kurt olmuştur. Nasıl bırakabilir ki? Artık tekniği çok kuvvetlidir. Onun o müstesna oyunlarına şimdi bir de uzun tecrübelerden doğan idare ve bilgi kabiliyeti katılıyor. Sahada binbir düşünceyle hesaplı bir şekilde oyun oynayan bir futbol kralı oluyor.

    Sporda terbiye, tahsil, seciye, irade kudreti, metanet, hatta asalet bile aranılır. Zeka ise en başta lazımdır. İşte Bay Zeki Rıza çok zekidir. İşini iyi bilir. Ne zaman paslaşacağını ve kime şut çekeceğini, nasıl kombinezon kuracağını, ne yolda çarpacağını, ani olarak estirip plan çizmek ancak bu kıymetli ve tecrübeli oyuncuya mahsustur.

    Bay Zeki Rıza’nın çok ince oyunları vardır. Maçlarda mühim rol oynar, kurnazlığı ile müdafileri atlatmasını yerinde ve zamanında yapar.

    Yanındaki oyuncıların inkar kabul etmez yardımları ile merkez muhacimden birden ileri, seri bir atılganlıkla fırlamak, sonra birden arkasına hiç bakmadan arkadaşlarına (tayın) vurmak, geri pası vermek ve belli bile etmeden sıyrılıp kaleye doğru tam bir çalımla koşmak, her babayiğitin harcı da değildir.

    Gelelim Tam Zeki’ye.

    Zeki. Türkiye’de futbolun ilerlemesinde mühim rolü vardır. Senelerce Fenerbahçe’nin ve Milli Takım’ımızın kaptalığını yapmıştır. Yirmiye yakın enternasyonel maçlarda oynamıştır. Küçük yaştan beri Fenerbahçe’nin aşığıdır. Sarı Lacivert için sahada canla başla oyun oynar, ince ve nazik bir oyuncudur. Hasım oyuncusuna kasten bir defa bile vurduğu görülmemiştir. Çok seri koşar, teknik oyunu ile meşhurdur. Çok çeviktir. Pasları – Sabih ve Refik müstesna – hiçbir oyuncumuzda yoktur. Hesaplı, ölçülü değildir. Yanındaki oyuncuların ve oyun tarzının esasını çabuk kavrar. Oyunun cerayanını iyi görür. Yanındaki oyuncuların hangisine ne zaman pas vereceğini ani olarak tayin eder, emin bir şekilde ve ileri paslar yapar.

    Teknik şutlar hem çok sıkıdır hem de çok hesaplıdır. O kadar ki oyununu bildiği kalecilerin şutu tutmak noktasından kuvvetsiz yerlerini bulup bilerek şutlar çeker. Mesela bir kaleci, hasım kalecisi sağ plonjonları mı zayıf? Şutu ekseriya o tarafa nişanlar. Havadan tutması mı zayıf? Topu havadan sokar. Velhasıl Zeki şutlarında köşe ve zaviyeler buluşları şayanı hayrettir.

    Demarke olması zayıftır. Deplasmanı azdır. Oyunlarda maneviyatı pek kuvvetli değildir.

    Zeki gol fırsatlarını ekseriyetle kaçırmaz. Bundan dolayı Türkiye’de gol rekoru yapmıştır. Sağ ve sol ayaklarını istediği gibi mükemmel kullanır. Yanındaki oyuncuyu iyii oynatır. En münasip zamanda  gol yaptırıcı paslar verir.

    Zeki’nin topa havaya sıçrayışları, kornerden gelen topla beraber kaleye atılması, kafa vuruşları mükemmeldir. Yerinde ve zamanında maçına göre çalım yapar. Zeki’nin açıklara pasları meşhurdur.

    Bu kadar sene sol açık oynadım, hiçbir merkez muhacim görmedim ki Zeki gibi temiz pas yollasın.  Açıkların süratleri ile topun avut çizgisini geçmek ihtimalini o kadar ince hesaplayıp dikine pas verir ki! Çok defa seyirciler açığın boş yere koştuğuna kanidirler. Ve pas kaçtı diye “ah!” diye bağırırlar. Halbuki bir pası veren Zeki, bir de koşan açık o topu çizgi üstünde yakalanacağını hesaplamıştır.

    Şutları

    Zeki’nin (vole) top yere inmeden şutları harikadır. Bu şekilde kalenin köşeelerini çok az merkez muhacimlere nasip olan bir muvaffakiyetle bulur. Sağdan soldan gelen pasları iyi kullanır. Haf beklerle paslaşır, vücut çalımı yapar. Zeki’nin uzak ceza vuruşları cidden çok tehlikelidir. Bu şekilde parmağımızı ağzımızda bırakan enfes goller atmıştır. Hiç unutmam, Finlandiya’da ta uzaktan, kırk yardadan, bu şekilde bir gol sokmuştur. Zavallı Finlandiya kalecisi yere çöküp ağzı açık, afal afal topun köşeden girişini seyretmiştir. Çok ince, çok görüşlü bir futbolcudur. Bu gözbebeği kıymetli futbolcumuzun yeri ticaret hayatına atıldıktan sonra tamamiyle boş kalmıştır. Maateessüf Bay Zeki Rıza, bu kulübü için hayatını feda etmeye amade tam amatör Zeki’nin yerini dolduramamıştır.

    Türkiye’de Zeki gibi bir merkez muhacim yetişmemiştir. Daha senelerce yetişemez bu gidişle.

    Bedri Gürsoy / Zeki Fenerbahçe İçin Hayatını Feda Ederdi – 22 Ağustos 1940 – Haber – Akşam Postası Gazetesi

  • Fenerbahçe’nin On Bir Sermayedarı

    Fenerbahçe’nin On Bir Sermayedarı

    Fenerbahçe’nin kurucu kadrolarında yer alan Nasuhi Baydar, Öz Fenerbahçe dergisinde yazdığı yazılardan birinde Fenerbahçe’nin ilk lokaline kavuşma hikayesini ve bu hikayeyi gerçekleştiren Fenerbahçe’nin on bir sermayedarı yazmış. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin On Bir Sermayedarı

    Fertlerin birbirinden ayrı yaşamalarına hususi bir dikkat sarfolunup bir araya gelmelerinin hatta -resmî surette- yasak edildiği bir devir sonunda spor kulübü kurmak bir ihtiyaçtı, amma bugün tasavvur edilemeyecek kadar güçtü.

    İlk önce memlekette böyle bir görenek ve sonra spor kulübü kurucusu gençlerin bu işe yetecek paraları yoktu. Bu gibi sebeplerle “Fenerbahçe Spor Kulübü” birkaç sene, yersiz ve yurtsuz, toplanma yeri manasına gelen klüp’lüğü de lafta kaldı.

    Beş kuruş aylık taaahütlerimizin tutarile top satın alarak maçlarımızı yapar, toplantılarımıza da misafir odalarımızı tahsis ederdik. Arkadaşlardan birine ait olduğu halde hemen her gece evden eve taşındığı için müşterek malımız hale gelen bir semaverimiz vardı. Örfane ile şeker ve gevrek tedarik eder, semaveri yakar, o buram buram tüterken etrafına dizilir, hülyalara dalardık. Tek emelimiz bir sandal sahibi olmaktı; sandalda kürek çekecek, sandaldan denize girecek, sandalla gezecektik. İstediğimiz gibi elden düşme bir sandal ise üç-dört liradan aşağı değildi.

    Kulüp azası birer mecidiye verirlerse bu parayı bir araya getirebileceğimizi hesap ederek teşebbüse giriştik; lakin on bir mecidiyede dama dedik. Ancak imkansızlık karşısında, parayı sahiplerine geri vermeyip hususi bir hesap da tutarak daha iyi günleri bekledik.

    O sırada Union Club – İttihat Kulübü (şimdiki Fenerbahçe Stadı, fakat tahtaperde ve yalnız ortada iki yanı kısa tribünlü ahşap binasile) inşa edilmiş, futbol lig maçlarına açılmıştı. Semaver başında hayal kurarken, bu yeni tesisten kulübümüzü faydalandıramaz mıyız? denildi. Sordular:

    • Ne düşünüyorsunuz?

    Cevap verildi:

    • Büyük bir kalabalığı celbedecek, mesela bir spor bayramı tertip ederek; öyle bir bayram ki, bunda şimdi İstanbul’da yapılan her spor temsil edilsin; bisiklet, motosiklet yarışları, koşular, cimkanalar, kısa müddetli futbol turnuvaları, atışlar, atlamalardan maada çocuklarla genç kızların yapabilecekleri beden terbiyesi hareketleri, vesaire…
    • Sermaye lazım, denildi.
    • On bir mecidiyemiz var ya!

    Büyük Servet

    Kollar sıvandı, çalışıldı, uğraşıldı. Umulmadık bir netice alındı : Bütün masraflar ödendikten sonra elimize otuz üç altın lira geçti. Büyük servet!

    Fenerbahçe’nin Altıyol ağzındaki ilk lokali bu para ile kiralandı, bu para ile döşendi, yeri ve yurdu belli bir kulüp olarak gelişmesi bu para ile temin edildi.

    On bir küçük sermayedarın (!) el ele vermeleriledir ki kırk yıllık varlığının ilk ve en kuvvetli hamlesi mümkün olmuştur.

    İdealler ancak icat fikri, dayanışma, birbirine güvenle gerçekleştirilebilirler. Para bu manevi kuvvetlerin daima bulunabilen naçiz bir vasıtasından ibarettir. Fenerbahçe’nin tarihinde bu on bir kişiyi, bu düşünce ile, sporun unutulmaz simalarından on biri olarak anabiliriz. İsimlerine ne hacet. Meçhul askerin adını kim biliyor?

    Nasuhi Esat Baydar / Fenerbahçe’nin On Bir Sermayedarı

  • Bu Formayla Dalga Geçilmez

    Bu Formayla Dalga Geçilmez

    Meşhur futbolcumuz, rahmetli Lebip Elmas, 11 Ekim 1955 tarihli “Fenerbahçe Spor Gazetesi”nde bir derbi klasiğini yazmış… Galatasaraylıların alayları ve Fenerbahçe’nin verdiği ders… Bu formayla dalga geçilmez! Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kara Kaplan Lebip Elmas

    Lebip Elmas 1932’den 1945 yılına kadar bazı fasılalarla Fenerbahçe takımında sol açık, sol iç, sol haf ve daha ziyade sol bek mevkilerinde yer almış eski bir şöhretimizdir. Futbol oynadığı sıralarda milli maç yapılmadığı için -Esat ve Taka Naci gibi- milli olamayan Lebip, müteaddit defalar muhtelit takımlarda yer almıştı.

    Arkadaşları arasında “Lehet” diye çağrılan Lebip’e seyirciler canlı ve girgin oyunu yüzünden “karakaplan” ismini takmışlardı. Halen 44 yaşında olan Elmas, Denizcilik Bankası Liman İşletmesi Haydarpaşa Kara Baş Puantörü bulunmakta, kulübün de uzun zamandan beri stad amirliğini yapmaktadır.

    Galatasaraylılar Bizimle Alay Ediyordu

    Uzun spor hayatımda bir çok mühim maçlarım oldu. Fakat bunların içinde bir tanesi var ki hâlâ aynı kuvvetle üzerimde tesir icra etmektedir.

    Zannedersem 1943 senesi Mayıs ayındaydı. Maarif Kupası deplasman maçları için İzmir’e gitmiştik. Gene Galatasaray’la beraber seyahat ediyorduk. Ben o esnada kadronun yedeği bile bulunmuyordum ve yolculuğa Ali Muhittin Hacı Bekir’in parasıyla, mahzun olmamam için alınmıştım.

    Galatasaraylılar İzmir’de iki galibiyet almışlar, bizim takıma fena bir talih; bir beraberlik ve bir mağlubiyet nasip olmuştu. İzmir’de son gece üzgün bir şekilde Deniz Gazinosu’na gitmiştik. Hepimiz yaşlı gözlerle üzüntümüzü azaltmaya çalışıyor, birbirimizi teselli ediyorduk. Gazinonun müzisyenleri bir hafta sonra Caddebostan’a geleceklerdi. Aynı gazinoda bulunan Galatasaraylılar –onlar fena netice aldığı zaman bizlerin sessiz sedasız kalmasına mukabil bizimle alay ediyorlar- haftaya yapılacak maçta Fenerbahçe’yi rahat yeneceklerini ve Caddebostan’da da eğleneceklerini söylüyorlardı. Bu hepimizi hırslandırmış, İstanbul’daki maçın saatini sabırsızlıkla beklememize yol açmıştı.

    Bu Formayla Dalga Geçilmez

    Bandırma’da idareciler bana, Galatasaray’a karşı oynayacağımı, ona göre hazırlanmamı söylediler.

    Maçtan önce Hacı Bekir bizleri topladı ve “Vaziyeti gördünüz. Namusumuzu temizlemeliyiz, söz veriyor musunuz?” dedi. Hep bir ağızdan “Söz veriyoruz” cevabını verdik. İşte o anda maçı kazanmıştık. Zira aynı his ve imanla dolmuştuk.

    Oyun pek çetin geçti.

    Cihat, Murat, Lebip, Boncuk Ömer, K.Halil, Esat, Fikret, Naci, Melih, Müzdat, Halit tertibindeki kadromuz maçın üçüncü dakikasında Naci’nin attığı nefis golle sahadan 1-0 galip ayrıldı. Maçtan sonra Cihat’la kucaklaşırken futbol sahasında üçüncü defa kırılan burnumdan akan kanlar kaptanın yüzünü kıpkırmızı yapmıştı. Bu defa da ağlıyorduk, amma sebep sevinçti.

    Bu suretle Maarif Kupası şampiyonu olmuştuk. Fakat esas mühim olan takım arkadaşlarının birbirine bağlılığı ve sahada elimizden geldiği kadar yardımlaşmamızdı. O günkü renk aşkını, o maçtaki şahlanmamızı el’an unutamam.

    Lebip Elmas

  • Çayırın Papazı

    Çayırın Papazı

    Biz Fenerbahçeliler için “Papazın Çayırı” çok şey ifade ediyor. Her ne kadar sitemizde yayınladığımız çeşitli evraklar sayesinde buranın stadımız arazisi olmadığını bilsek bile, komşumuz olduğu için bu çayırın kıymeti bâki. Peki kimdi bu çayırın papazı?

    Kıymetli gazeteci büyüğümüz Kansu Şarman, Bozkurt K. Yılmaz’a yolladığı bilgiyle bizim için bir perdeyi aralamış oldu. Biz de “İlk Fenerbahçe Marşının Bestekarı” Harutyun Sinanian için yardımını istediğimiz Türkiye Ermenileri Patrikliği‘ne bir kez daha danıştık ve yine sayın Başrahip Tatul Anuşyan bize aşağıdaki muhteşem bilgileri gönderdi.

    Merhum Dr. Müfid Ekdal’ın 1996 yılında Kadıköy Belediyesi tarafından “Kültür ve Bilim Hizmetleri” serisinin 1 numaralı eseri olarak yayınlanan “Bizans Metropolünde İlk Türk Köyü Kadıköy” isimli kitabından… Keyifle okuyacağınızı umuyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Papazın Bahçesi

    Kuşdili’nde Mahmut Dede Türbesi’nden Kızıltoprak tarafına yürüyünce, halen hiçbir izi kalmamış olan Kurbağalıdere’nin üzerinde bir Taşköprü vardı.

    Köprünün Kızıltoprak tarafındaki ayağından sonra yol ikiye ayrılır, bir tanesi sol tarafa kıvrılarak tren yolu köprüsünün altından geçer, hafif bir yokuşla Ziverbey yolu olarak devam ederdi. Diğeri ise düz gider ve Kızıltoprak yönüne doğru Bağdat Caddesi’ni oluştururdu.

    Fenerbahçe Stadyumu’nun arkasından geçen Bağdat Caddesi’nin sol tarafından yüksek bir duvar devam eder, ortasında iki kanatlı büyük bir demir kapı yer alırdı. Duvarın arka tarafında oldukça sık dikilmiş hünnap ağaçları yükselir, kocaman dalları duvarın üstünden caddeye sarkardı. Duvarın arkasında kalan geniş bahçenin kuzey kısmı tren yoluna dayanır, içindeki asırlık ağaçların heybeti sokaktan görülürdü.

    Buraya “Papazın Bahçesi” derlerdi.

    Bağdat Caddesi’ne Huzurlu Bir Tezat

    Ömer Efendi Sokağı ile Tiyatro Sokağı arasındaki Papazın Bahçesi’ne demir kapıdan girince yumurta büyüklüğünde siyah-beyaz Rodos taşlarından desenler verilerek döşenmiş bir sahanlık karşılardı sizi…

    Bağdat Caddesi’nin o zamanlar tozlu, bozuk, tenha görüntüsü ile Papazın Bahçesi’nin sessiz, serin, huzurlu özelliği tam bir tezat teşkil eder, renk renk kuşların dallarda sıçrayışı, ahenkli cıvıltıları, mevsiminde bülbüllerin şakımaları insanı bir başka aleme götürürdü.

    Çınar, kestane, ardıç, meşe, kavak, çam ağaçları ve bunların arasını dolduran taflanların doğal bir orman haline getirdiği bahçenin büyük bölümünde erik, ayva, armut, hünnap, kayısı, ceviz ağaçlarından oluşan bir meyvelik mevcuttu. Bir zamanlar üzümlerinin de pek meşhur olduğu Papazın Bahçesi’ne “Papazın Bağı” da diyenler vardı. 1930’lu yıllarda ise bağlar artık yok olmuş, geriye yamru-yumru siyah, çelimsiz kütüklerden başka bir şey kalmamıştı.

    Bir bölümünde sebze yetiştirilen, diğer bir kısmına ekin ekilen araziyi kira ile tutanlar, kira bedelini Ermeni Katolik Patrikhanesi’ne öderlerdi. Agop Tenieloğlu bu işi tam otuz yıl yapmış, Papazın Bahçesi’ni işletmişti.

    Bahçede iki katlı, tuğladan yapılmış bir bina vardı. İlk zamanlar işçi, arabacı ve seyislerin oturduğu binada 1945’li yıllarda bir aile oturur, cins tavuklar yetiştirir, yumurtalarını satardı.

    Ayrıca ahır ve arabalık da yapılmıştı.

    Geniş bahçenin su ihtiyacı büyük bir bostan kuyusundan karşılanırdı. Kuyunun etrafında başı dönmesin diye gözleri bağlı bir atın çevirdiği, melodik gıcırtılarla dönen su dolabının ve yine aynı kuyu üzerine monte edilmiş yüksek bir rüzgar su tulumbasının çektiği buz gibi, tertemiz su dokuz metre boyunda, sekiz metre eninde, üç metre derinliğinde bir havuza dolar, buradan bahçeye dağılırdı.

    Pazar günleri rahibe okulunun kızları gelir, papatya toplar, rahibelerin gözetiminde piknik yaparlar, bir başka Pazar ise Saint Joseph Lisesi’nin öğrencileri, hocaları ile birlikte gelir, koşar, oynarlar, mutlu bir gün geçirirlerdi. Sıcak yaz günlerinde bu ulu ağaçların gölgesinde geçirilen saatleri hatırlayan o yılların birkaç öğrencisi hâlâ hayattadır.

    Müzik, Edebiyat, Şiir ve Hatıralar Bahçesi

    Bahçeyi bir müddet Cemil Bey isminde birisi işletmişti. Cemil Bey bahçede kalmaz, akşamları evine giderdi. Cemil Bey yazdan yaza çalışan, fakat müşterileri edipler, şairler, müzisyenlerden oluşan bir gazino açmıştı.

    Kimler gelmezdi ki oraya… Bestekar ve edip Ahmet Rasim Bey, Hafız Burhan, Osman Nihat, Neyzen Tevfik, Kemal Niyazi Seyhun, Tamburacı Osman Pehlivan, Sururi ailesinin fertleri, o zamanlar oldukça genç olan Sadi Işılay Papazın Bahçesi’nin devamlı müşterileri idi. Gerçi Ahmet Rasim Bey’in daha sık devam ettiği yer, Şifa’da Kalamış Koyu’na bakan Yervant’ın salaş meyhanesiydi; ama Papazın Bahçesi’ne de her fırsatta uğrar, bazen de sabahlardı.

    Müzik, edebiyat, şiir ve geçmişe dair anıların konu edildiği, tadına doyulmaz sohbetlerin sürdüğü bahçede çok kere güneş, bu yerleri asla doldurulamayacak insanların üzerine doğardı.

    Bülbüllerin sesi Hafız Burhan’ın gazellerine, Tamburacı Osman Pehlivan’ın kendi bestesi olan “A benim mor çiçeğim, sen doldur, ben içeyim” namelerine karışır, masa başındakiler büyük bir huşu ile dinler, bir başka alemde yaşarlardı.

    1915 yılında Kanuni İhsan altı kişilik grubu ile bir yaz burada musiki icra etmişti.

    Çayırın Papazı Andon Hassunyan

    Bu bahçeyi ilk kuran, bu ağaçları diktiren acaba kimdi? Herkes Papazın Bahçesi derdi ama, papazdan en küçük bir iz bile kalmamıştı. Halbuki buraların ilk sahibi büyük bir din adamı olan Kardinal Andon Hassunyan’dı.

    Hassunyan Halepli bir Ermeni katolik aileden 13 Haziran 1809’da Beyoğlu’ndaki Lale Sokağı’nda doğmuş, 13 Haziran 1823’de İlahiyat öğrencisi olarak Roma’ya gitmişti. Lale Sokağı halen yoktur. Onun yerinde bugün Büyükparmakkapı Sokağı’nı görüyoruz.

    8 Eylül 1842’de rahip olmuş ve İzmir yolu ile İstanbul’a gelerek psikoposlukla takdis edilmişti. Hassunyan, 1852 yılında Ermeni genç kızlarının eğitimi için Ermeni Sörler Cemaati’ni kurdu. Bu teşkilat gerek Türkiye’de gerekse yabancı ülkelerde ilk defa yapılan bir girişimdi. Hassunyan bundan sonra aynı okulları Lübnan, Mısır, Irak ve Suriye’de de açacak ve çok geniş bir organizasyon kuracaktır.

    Marush patriğinin vefatı üzerine Andon Hassunyan Ermeni Katolik Patriği olarak seçilmiş, 1849’da Sultan Abdülmecit tarafından IX. Papa Pius’un papalık merasimine iştirak etmek üzere Roma’ya gönderilmişti.

    Hassunyan, Patrik sıfatıyla Anadolu ve Lübnan’daki bütün Ermeni kiliselerini ziyaret ederek, Doğu işlerinde Papa’nın yakın ve güvenilir yardımcısı olarak uzun yıllar görev yapmıştır.

    Hassunyan, 1866 yılında dünyadaki Katolik Ermenilerinin patriği seçildi. 1870’de Vatikan I. Ekümenik sinodundaki 60 piskopos arasından en çok takdir edilen bir din adamı olarak isim yaptı.1880 yılında XIII. Papa Leo’nun seçimi için tekrar Roma’ya gitti.

    Papazın Bahçesi olarak bilinen arazinin demiryolunun üst tarafına düşen bölümünde Hassunyan’ın çok güzel, kâgir bir evi vardı. Evin önünden Bağdat Caddesi’ne kadar uzanan bahçe 22 dönümdü. 1872 yılında Haydarpaşa-İzmit demiryolunun yapımına başlanmış, yol Hassunyan’ın bahçesinin ortasından geçip, ikiye bölmüştü. Patriğin evi tren yolunun üst tarafında, hafifçe yüksek bir tepenin üzerinde kalarak, alt bahçe irtibatı kesilmişti. Köşkte yaşayanların günlük trafiğini bozan bu bölünmenin giderilmesi için demiryolunun üstünden bir köprü yapılmış, böylece köşkle alt bahçe arasında yeniden irtibat kurulmuştu.

    Birinci Dünya Savaşı ve Bir Felaket

    Birinci Dünya Savaşı çıkınca, Haydarpaşa’dan Suriye ve Irak cephelerine devamlı asker sevkiyatı başladı. Tek ulaşım demiryolu ile oluyor, vagonlara tıka basa asker doldurulup, savaş hatlarına gönderiliyordu.

    Gene böyle bir asker sevkiyatı gününde mevcut vagonlar askerlere yetmemiş, vagonların üstüne de erler bindirilmişti.

    Tren Haydarpaşa’dan içleri, üstleri askerlerle dolu vagonlarla hareket etti. Hassunyan’ın iki bahçesini birleştiren köprünün altından geçerken, her şeyden habersiz vagonların üstünde giden pek çok erin kafası köprünün demirlerine çarparak parçalanmış, korkunç bir facia olmuştu.

    Bu son derece acı olaydan sonra köprü yıktırıldı, Hassunyan’ın arazisi yine iki parça olarak yaşamını sürdürdü.

    Eski ismi “Pera” olan Beyoğlu’nda 1831 ve 1871’de iki büyük yangın olmuş, ahşap olan Beyoğlu tamamiyle yanmıştı. Bu arada Ağa Camii yanında Sakızağacı Sokağı’ndan Ermeni Katolik Patrikhane ve Kilisesi de yangından kendini kurtaramayarak, kısmen hasar gördü. Hassunyan hem patrikhaneyi, hem de kiliseyi tamir ve inşa ettirdi. Onarım bittikten sonraki yıllarda III. Napolyon’un eşi kraliçe Eugenie ve Osmanlı sarayının ileri gelenlerinden birkaç memur 1869’da patrikhaneyi ziyaret ettiler.

    Hassunyan’a Papa’dan sonra en büyük mevkii olan “Kardinallik” ünvanı verilmişti. Bundan sonra Kardinal Hassunyan Roma’da kalacak ve halen devam etmekte olan Ruhani Koleji kuracaktır.

    Hassunyan 1884 yılında yetmiş beş yaşındayken Roma’da vefat etti.

    Bahçeye Ne Oldu?

    Katolik olan Kardinal Andon Hassunyan dini geleneklere bağlı olarak evlenemediği için çocuğu yoktu. Ölümünden sonra tren yolunun üst tarafında kalan köşkünü, Altıyol’daki Ermeni Kilisesi yanında bulunan Rahibe Okulu öğrencileri yazlık olarak kullandılar. Öğrenciler her yaz buraya gelir, bütün mevsim kalırlardı. Önceden bildirildiiği gibi demir yolunun alt tarafında kalan bahçe kiraya verilir, geliri patrikhaneye tahsis edilirdi.

    Zamanla her şey değişmiş, çevre kalabalıklaşmış bahçenin edip, şair, müzisyen sanatkar müşterilerinin yerini günlük ve geçici zevk erbabı almıştı. Uygunsuz çiftler gelir, taflanların arasında, ahır, işçi binalarında birkaç saat geçirip gider, hemen sonra yenileri gelir, bahçeyi idare edenler de bu işten para kazanırlardı.

    Ne gariptir ki, sahibi büyük ve teşkilatçı bir din adamı olan bahçe, önünden geçilmesi bile sakıncalı, şüpheli bir hale gelmiş, halk arasında yaygın ve çok kötü bir ismi çıkmıştı.

    En büyük Ermeni dini lideri olan Kardinal Andon Hassunyan’ın bir zamanlar dillere destan olan bahçesi adeta Sodom ve Gomore olmuş, akibeti de onlara benzemişti.

    Kardinalin varisi yoktu; vasiyeti de bulunamadı. Mahkemesi tam otuz yıl sürdü. Güzelim bahçe birkaç el değiştirdi ve İntaş şirketi bu araziye blok apartmanlar yapınca Papazın Bahçesi tarihe gömüldü.

    Hassunyan’ın evi bir müddet rahibe barınağı olmuş, sonradan o da yıktırılmıştı. En son yıkılan bölüm kalın, tonoz bir yapı olan su sarnıcı idi. Ev ve sarnıcın yıkılmasından sonra bunların bulunduğu 15-20 metre yüksekliğindeki tepeye buldozerler girdi, tonlarca toprak çıkardı, köşkün yerini demiryolu seviyesine kadar indirdi. Yüz elli yıllık ağaçlar kesildi. Bahçe duvarları büyük bir hızla yıkılıp, yollar açıldı. Eskiye ait ne varsa yok edildi.

    Böylece bir devir, başlangıç amaçlarına hiç de uymayan bir şekilde kapayıp, gitti…

    Dr. Müfit Ekdal

  • Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati

    Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati

    Nasuhi Baydar bu defa akrabalık bağları açısından da önemli bir ismi, Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati Bey’i anlatıyor. Sadrazam Talat Paşa’nın kayınbiraderi Şefkati, ilk futbolcularımızdandı. Keyifli okumalar…


    Osmanlı İmparatorluğu acayip bir topluluktu. Bu toplulukta her kavim kendi diliyle konuşur, kendi geleneğine göre yaşardı. Din, aslında sağlam olmayan bu yapıyı -ancak zamanın şartları sayesinde ve geçici olarak- ayakta tutan kıvamı kaçmış bir harçtı. Müslüman Şefkati de, çocukluğunda, tahsil için gönderildiği İstanbul’da, Türkçe’yi Yanya kıyılarında söylenildiği gibi telaffuzdan bir türlü kurtulamamıştı. Saint Joseph Koleji’nde, akşamın geç saatlerine kadar devam eden Türkçe dersinde, etrafa karanlık çöker çökmez, havagazı lambasını yakmaya, nedense, hep o talip olur, gırtlaktan gelen kalın ve hırıltılı sesiyle sorardı :

    “- Hocayfendi, lambayı yaktırttıtatırayım mı?”

    Bizler de bu sese ve bu sual tarzına gülerdik. O zaman Şefkati kızarır, ırkına mahsus palavracı tavriyle, beş parmağını birbirinden ayırarak hepimizi tokatlamaya hazır kocaman elini gösterirdi. Bizler, bu tehdit karşısında omuz silkince, hiddetlenenlerin nefislerini sabır ve sükuna zorladıkları zaman kullandıkları ayetlerden birini (bilmem, nereden öğrenmişti) mırıldayarak, başını iki yana sallaya sallaya, yerine oturur ve hepimize küserdi.

    Şefkati, Yanya zenginlerinden Hulusi Bey’in oğlu idi. Babasından her ay ona bir avuç altın gelir, o da bu parayı gelişigüzel harcar, bir kısmını da ilk günlerde girmiş olduğu Fenerbahçe Kulübü’nün ihtiyaçlarına tahsisten zevk alırdı. Hem cömertliğinden, hem dinamik oyunundan, hem de temiz arkadaşlığından dolayı Şefkati’yi çok sever, kendisiyle tahammülü nispetinde şakalaşırdık.

    Otomobil Nuri’den önce, takımın sağ açığı Şefkati idi.

    Vücudu kuvvetli, oyunu sertti. Karşısındakini çalımla, driblingle geçemeyince kuvvetinden faydalanmaya kalkar, ceza vuruşuna sebep olur, bu sefer hakeme kızar, kalın sesiyle Rumca bir şeyler söyler, kaptanın (Galip’in) ihtarıyla karşılaşırdı:

    “- Şefkati, seni bir daha oynatmayacağım”

    “- Oynatmazsan gebermem ya!”

    “- Sus, Şefkati!”

    “- Sustum!”

    Susarken de bir daha söylenmeyeceğini dudaklarına elini götürüp işaretle anlatır, fakat vâdini biraz sonra unuturdu.

    Galip, Fenerbahçe’nin yumuşak üsluplu oyununa alıştırmak için en çok Şefkati ile uğraşmış, buna muvaffak da olmuştu. Öğretim sistemi şu idi: Şefkati’nin beğenmediği hareketlerini egzersizlerde fazlasıyla kendisine tatbik ederdi. “Karşındakine çarpıyordun, çarpınca rakibin bu hale geliyor” der, ve çivi gibi vücuduyla çarpıp onu yere sererdi. “Oyunda durmadan söyleniyorsun, arkadaşlarını da seyircilerini de rahatsız ediyorsun” der ve yüzünü Şefkati’nin yüzüne yaklaştırarak ve onun mimiğini taklit ederek söylenir, bağırırdı.

    Galip’in Elinde Yumuşayan Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati

    Şefkati, bir iki sene içinde, sakin olduğu kadar çevik, becerikli olduğu kadar nazik bir futbolcu haline geldi. Bunda iyi niyetinin, kendini terbiye etmek azminin de büyük hissesi vardı. Mesela, hatırlarım, hiç ağzına koymadığı viskiden, bir toplantıda, üç kadehi ardı sıra yuvarlayıp iradesini kaybedince, alaylarına maruz kaldığı Galip’i, küçücük tırnak çakısıyla güya vurmaya kalkışmıştı :

    “- Artık geberteceğim, Galip’i! diyordu.

    Ertesi gün aklı başına gelip de hadise kendisine anlatılınca:

    “- Bre tövbe, dedi, içmeyeceğim bir daha bu coni içkisini! ve içmedi.

    Şefkati rahmetli Sadrazam Talat Paşa’nın kayınbiraderi idi. Birinci Cihan Harbi sonunda Paşa gibi, o da ortada görünmez oldu. Sonra, İkinci Cihan Harbi başında, Şefkati’ye Fenerbahçe Stadı’nda, büyük bir maçta rastladım. Denizyollarında küçük bir memuriyet kabul etmiş, genç bir kızla evlenmiş, Kalamış’ta oturuyordu. Kendine has heyecanıyla boynuma sarıldı. Evini ziyaret etmemi ısrarla istedi. Hatta gün tayin etti. Fakat, ikinci buluşmamız mukadder değilmiş; Bir kalp sektesinden göçüp gitti.

    Oh, benim hafif ruhlu çocukluk arkadaşım, kabrinin berisinde, bilsen seni nasıl için titreyerek anıyorum!

    Nasuhi Baydar

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-III

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-III

    “Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları” başlığında ilk iki bölümü yayınlanmıştık. Sıra üçüncü bölümde… 1930’lu yıllarda ilerliyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Naci Barlas’ın Hatıraları-I
    Naci Barlas’ın Hatıraları-II


    Fenerbahçe’nin Yeni Futbol Sahası

    Bir müddet sonra zannederim bir sene sonra ki ben ortaokula gidiyordum. Fenerbahçe yeni bir futbol sahasına taşındı.

    Yeni stada taşındıktan sonra antrenör Schveng’in antrenmanları bizim bazen mektebi bile asmamıza neden oluyordu.

    Nitekim bizim Kadıköy İskelesi’ne koşmamız ve maçları kazanmamız da bütün şiddetiyle devam ediyordu.

    Hatta bir Beşiktaş maçını kazandığımız haberi gelmişti. Hemen vapur iskelesine koştuk. Fakat takım bir türlü gelmiyordu. Üçüncü vapur gelince öğrendik ki maçtan sonra taraftar takımı omuzlara almış ve iskeleye kadar omuzlarda taşımışlar. Yapılan bu tezahürat yüzünden gelememişler.

    Atatürk Büstü Fenerbahçe Stadı’nda

    Bir müddet sonra bizim stada Atatürk büstünün konması merasimi oldu ve beni kulübe o zaman Bahriye Subayı olan halamın oğlu Kazım ağabeyim götürdü. Beni ilgilendiren merasim falan değil, futbolculardı. Bir aralık Kazım ağabeyin elinden kaçıp futbolcuların tarafına gidince hayaları şişmiş yusyuvarlak bir adam beni kulağımdan tuttuğu gibi tahta duvarın dışına attı.

    Biraz sonra Bahriye Bandosu geldi. Kapıları açtılar. Bando içeri girerken ben de onların arasından tekrar piste çıkarak futbolcuları yakından görmek şansına kavuştum.

    Hatta o gün Fenerbahçe’nin yeni reisi olan Şükrü Saracoğlu’nu da görmek şerefine kavuştum.

    Güneş Kuruluyor

    Benim hatırladığım kadarıyla 1934 yılında Ateş Güneş diye bir kulüp kuruldu ve antrenmanlarını da bizim sahamızda yapmaya başladı. Sonraları da bizim başımıza bela olan bu kulüp önüne geleni yenmeye başladı. Yalnız bir gün Güneş’le yapılan bir maçta Güneş’i 5-0 yenmiştik. O maçtan sonra sesim kısıldığı için gene Fenerbahçe maçı yasağı konmuştu.

    Bu yüzden Fenerbahçe’nin Kadıköy’de Galatasaray’ı 6-1 yendiği maçı görememiştim. Seneler sonra 6-0 yendiğimiz maç bana bir teselli oldu.

    Biz o zaman maçlara kapıda Zeki Rıza’yı veya Büyük Fikret’i bekleyerek girerdik. Onlar gelince o esnada boynu bükük bekleyen 5-10 çocuğu da maça sokarlardı. Hayatımda hiç unutmadığım maç ilk defa 10 kuruş vererek gittiğim Beşiktaş maçıdır. Beşiktaş sahayı terk etti ve maç yarıda kaldı. Bizim 10 kuruşta boşa gitti. Sonraları tahta perdeden atlama modası başladı. Çünkü biraz daha büyümüştük. Öyle kapı önünde bedava girecek yaşı geçmiştik.

    Atletizm Pistimiz

    Fenerbahçe Spor Kulübü artık o kadar büyüyordu ki eğri büğrü tahta tribünler mütemadiyen yenileniyor ve futbol sahasının etrafına bir atletizm pisti yapılıyordu.

    Bütün atletizmle ilgilenen kulüplerin atletleri bizim pistimizde antrenman yaparlardı. Bilhassa Galatasaray atletleri bizim pistte çalışırlar ve bizi geçseler de biz Türk atletizmi için buna müsaade ederdik. O tarihte İstanbul’da Bebek’teki Arnavutköy Amerikan Koleji’nin pistinden başka nizami pist yalnız Fenerbahçe kulübünde vardı.

    Hatta atletizm Balkan Şampiyonası Fenerbahçe Stadı’nda yapılmıştır. Galatasaray kulübü’nün 100 metrecisi Semih ve şimdi isimlerini unuttuğum bir çok Galatasaraylı atlet bu pistte yetişmişlerdir.

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları / Devam Edecek

  • İnsanı Uykusuz Bırakan Bir Sevda Fenerbahçe

    İnsanı Uykusuz Bırakan Bir Sevda Fenerbahçe

    Yazdığı iki kitap ile Fenerbahçe tarihine ışık tutan Dr. Rüştü Dağlaroğlu, farklı mecralarda onlarcasını yazdığı muhteşem eserlere, şu aşağıdaki yazıyı da eklemiş. Bundan 70 sene önce yayınlanan bu satırlarda, pîrüpâk bir Fenerbahçe sevgisi bulacak, bittiğinde insanı uykusuz bırakan bir sevda Fenerbahçe diyeceksiniz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Sevgisi

    Fenerbahçe her yerde seviliyor. Onun geçtiği istasyonlarda saf saf olmuş göğüslüklü ilk mektep yavrularından, grup grup garnizon erlerine kadar “Yaşa Fenerbahçe!…” diye bağırıldığını görürsünüz. Maç yaptığı her yerde çok uzaklardan ve her çeşit vesaitle yığın yığın takdirkar gruplarının türlü tezahürat yapa yapa koştuklarına şahit olursunuz. İçten gelen bu sahneler, bu derin sevgi tezahürleri her Fenerbahçe mensup ve taraftarı için gönül açıcıdır.

    Geçen haftaki seyahatte, her birinin üzerinde Sarı-Lâcivertten bir alamet göze çarpan, Herekeli bir gençlik grubu Perşembe akşamı treni doldurdu. Bana bir çiçek demetini ciddi bir eda ile :

    • Yolunuz açık olsun Rüştü ağabey!. Size lâyık değil amma, Pazartesi sabahı iki galibiyetle dönmeniz ümidiyle sunuyorum!… diyerek veren sarı lâcivert bereli, 14-15 yaşlarındaki, gürbüz Türk yavrusunu hemen tanıdım:

    Haziran sonlarında Düzce’ye giderken trene atlayan bu sevimli çocuk, kompartımana girer girmez, sert bir tonla:

    • Rüştü Dağlaroğlu nerede?! diye seslenmişti.
    • Buradayım!. cevabıyla kendimi gösterince; ithamkar bir takınmış ve:
    • Takımın tertibini niçin İngilize bırakıyorsunuz? O bizim halimizi bilmez ki. Onun görüşü kendi milletine göredir. Bize uykusuz geceler geçirttiniz!.. Yeter artık!.. demişti.

    Muhterem Kılıç isimli bu gürbüz yavruya o zamandan beri hayranlık beslerim. O, milletinin duygusuna tercüman olmuştu. Fenerbahçe, zaferiyle milletini güldürür, mağlubiyetiyle de uykusunu kaçırtır!…

    İnsanı Uykusuz Bırakan Bir Sevda Fenerbahçe

    Ankara’da, Pazar maçından sonra Belvü Palas’ın önünde, jandarmanın müdahalesini icap ettirecek derecede büyük ve coşkun tezahüratta bulunan ve Ankara’yı yerinden oynatan binlerce Muhterem Kılıç’lar karşısında hepimizin göğsü, bir defa daha, iftiharla kabardı. Derin Fenerbahçe sevgisinin alabildiğine yükselmekte oluşunu canlı levhalar halinde görmüştük.

    Pazartesi sabahı saat 7’de Hereke’de yolumuzu bekleyen Muhterem Kılıç, kalabalık bir grubun başında ve bir yığın çiçekle vagona girdi. Boyundan büyük iki kocaman buketi verirken yüzü gülüyor fakat heyecandan hiç konuşamıyordu. Başındaki sarı lâcivert bereyi geriye doğru sıyırdı. Çaylarını içen Fenerli futbolculara uzun uzun, doya doya baktı. Nihayet trenin kalkacağına yakın, binlerce, yüz binlerce emsalinin duygularına yine tercüman oldu :

    • Rüştü ağabey; bu gece de sevincimden uyuyamadım. Arkadaşlarla sabaha kadar çiçek topladık, sizleri bekledik!.. diyebildi.

    Rüştü Dağlaroğlu