Kategori: Anı-Biyografi

  • Şampiyon Fenerbahçe Hentbol Takımının Sanatçı Kalecisi Fecri Ebcioğlu

    Şampiyon Fenerbahçe Hentbol Takımının Sanatçı Kalecisi Fecri Ebcioğlu

    1949 yılında yayınlanan Öz Fenerbahçe dergilerinde, meşhur sanatçımız ve Fenerbahçeli kaleci Fecri Ebcioğlu bazı seri röportajlar yapıyordu. Sıra onu anlatmaya gelince, bir başka müthiş Fenerbahçeli, Cem Atabeyoğlu devreye girmişti. Şampiyon Fenerbahçe hentbol takımının sanatçı kalecisi, dedik ama Ebcioğlu aynı zamanda futbol da oynamıştı… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Onun için takımda oynamak mevzu bahis değil, Fenerbahçeli olmak kâfidir.

    Haftalardan beri, içimizden birini sizlere takdim eden Fecri Ebcioğlu benim çok eski bir arkadaşım olduğu için onun cemaziülevvelini yazmak vazifesi de bana düşer.

    Fecri, Fenerbahçe’nin 3 senelik bir azası ve genç kalecilerindendir. Kendisini, İstanbul Lisesi’nde tanıdım. O zamanlar, elimden geldiği kadar, bu sevgili kültür ocağının spor şubesi ile de meşgul bulunuyordum. Günlerden bir gün; hiç unutmam ders yılı başlarında idi; mektebimin spor odasında, o tarihlerde (1943) jimnastik muallimi bulunan Fenerbahçeli sol haf Aydın Bakanoğlu ile mektep futbol takımı etrafında konuşurken; Fecri adında bir talebenin dokuzuncu sınıf talebeleri arasında bulunduğunu söylemişti. Fakat mektebimizin emektar kalecisi Esat, o zamanlar cidden yüksek bir form gösterdiğinden bu yeni kaleciye o sene kendisini göstermeye fırsatı düşmedi. Artık aradan seneler geçtiği için itiraf edebilirim ki; narin ve ufak yapısına bakarak ona bu mevkii itimat edememiştik doğrusu…

    Ertesi sene; mektep sonuna doğru; Esat son sınıfta bulunduğunu ve derslerinin çokluğu dolayısıyla mektep takımında yer alamayacağını söyleyince, çarnaçar Fecri’ye baş vurduk. Şişli Terakki Lisesi’yle yaptığımız maçta, genç kalecinin oyunu; bize, hakkındaki düşüncelerimizde yanıldığımızı gösterdi. O gün Fecri hakikaten güzel bir oyun çıkarmıştı. Bu, ertesi haftaki maçımızda bize gönül rahatlığı verdi. Final maçı demek olan Yüce Ülkü maçında Fecri, belki hayatının en güzel oyununu oynadı. Fakat rakibimiz, bizden çok daha kuvvetli idi. Beşiktaşlı Cahit ile Fenerbahçeli Kadri, kalecimizin bütün gayretine rağmen iki gol atarak İstanbul Lisesi’ni 2-0 mağlup ettiler. Genç kaleci bizi en aşağı 4 farklı bir neticeden kurtarmıştı. O sene Sabri Kiraz onu Fenerbahçe’ye aldı.

    Şampiyon Fenerbahçe Hentbol Takımının Sanatçı Kalecisi

    Ertesi sene de lise takımımızda Fecri, bir çok güzel oyunlar çıkardı. O yıl Fenerbahçe’nin genç takımında da yer alan Fecri hentbol takımıyla Ankara’ya da gitti ve sarı-lâcivertli kaleyi, hentbol Türkiye Şampiyonluğu’nda çok güzel müdafaa etti.

    Fecri, 1946 yılında vatanî vazifeye gitti ve Muhafızgücü takımında yer aldı. Bu kıymetli askerî gücümüze de iyi oyunlar çıkarmış, hatta, o zamanlar aynı takımda oynayan eski Beşiktaş kalecisi Faruk’un (hâlen Kasımpaşa kalecisi) yerini bile almıştır. Vatanî vazifeden birkaç ay evvel avdet ede Fecri, yine eski ocağı Fenerbahçe’ye avdet etti. Şimdi ilerisi için çalışmakla meşgul. Daha 22 yaşındadır. Önünde uzun seneler var…

    Hususiyetleri “Uçuş” yapmaya bayılır. Çok çevik ve atiktir. Boyu biraz kısa olduğundan bazı topları yumrukla telafi etmeye çalışır. 1927 tevellütlüdür. İstanbul’un Cihangir semtinde dünyaya gelmiş ve futbola orada başlamıştır. İngilizce bilir. Tatlı bir sesi olmasına rağmen şarkı söylemek hususunda nazlıdır.

    Cem Atabeyoğlu

  • Fenerbahçe Sevgisi

    Fenerbahçe Sevgisi

    12 Ocak 1948 tarihli “Fener” mecmuasında, ülkemizin en kıymetli isimlerinden birisi olan (Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in torunu, Ercüment Ekrem Talu’nun oğlu) Galatasaraylı sporcu ve gazeteci Muvakkar Ekrem Talu’nun “Fenerbahçe Sevgisi” başlıklı yazısına yer verilmiş. Sizleri sadece geçmişi değil, bugünü de aydınlatması gereken bu yazıyla baş başa bırakıyoruz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tarafsız Kalmak Şiarımdır

    Galatasaray’da okudum. Takımlarında yer aldım. Bu muazzez ocağa birkaç göbek intisabım var. Sarı kırmızıyı sevmememe imkan yok. Ancak senelerce evvel (hatta bir Galatasaraylılar gazetesinde) ilk defa spor yazıcılığına çıktığımdan beri görüşlerimde ve düşünüşlerimde tarafsız kalmayı şiar edilmişimdir.

    Birkaç vesile ile tekrarlamışımdır: benim aşkım, benim gayem, benim davam şu, bu renk değildir. Ben sporun, bilhassa meşin topun sevdalısıyım.

    Bu itibarla bu mevzuyu tutulması, yerleşmesi, yükselmesi uğuruna dilim döndüğü, gücüm yettiği naçiz nispette kalem oynatır, dururum.

    Kim güzel oynuyor? Hangi taraf kuvvetlidir? İdeal ileri futbol ne taraftadır?

    İşte ben o tarafı benimser, ona müzahir olur, diğerini incitmeden onun hakkını verir ve bittabii belirtmekten de geri kalmam.

    En heyecanlı, en kan kırmızı olmaklığım gereken genç devirlerde bile, bir tarafta “kaptan” vazifeme ve “pilav” kaşıklama mevkiinde olmaklığıma rağmen ezeli rakibin, sevimli Fenerbahçe’nin zaman zaman üstün ve olgun haline karşı bende nefret, haset, iğbirar şöyle dursun, bilakis normal bir gıpta ve samimi bir takdir ve sonra sonra da tebcil duygusu vardı.

    Fenerbahçe’nin Klası

    Galatasaray’ın parlak ve manalı zaferleri çoktur ancak Fenerbahçe’de klasik bir klas vardır ki onda futbolun bütün cazibesini, güzelliğine, seyyalliğini bulabilirsiniz. Maçtan mağlup çıktığı zamanda bile sarı-lacivert in futbolu en güzeliydi.

    Hatırlamamaya imkan var mı?

    Mütareke yıllarında, işgal kuvvetlerinin her türlü, her boydan temsilci kadrolarını hallaç pamuğuna çeviren Fenerbahçe’yi…

    Sabih, Alaaddin, Zeki, Beleşçi Ömer ve Bedri hattı, geride fevkalâde atlet İsmet’in parolavari oyunu, Nedim’in kurtarışları, Kadri’nin, Cafer’in birer kaya parçasına benzer şiddetleri unutulur şeyler mi?

    Fenerbahçe sevgisi Türkiye’deki ilk alevini, ilk meşalesini o günlerde bulmuştur. Sahaların hemen hemen dörtte üç kalabalığı Fenerbahçe’nin mükemmel oyunu ve parlak neticeleri karşısında adeta kendinden geçer, gaşyolur, bir cezbe halinde içten sevgisini, bağlılığını, takdirini geniş tezahüratla izhar ederdi.

    Bugünler tribünlerde yakılması teamül haline giren gazeteler yerine o zamanlar sokaklarda geç vakitlere kadar Fener alaylarına benzer gösteriler yapılırdı.

    Zeki ve Âlâ’nın omuzlara alınarak Taksim’den Tünel’e kadar götürüldükleri vakidir. Fakat Zeki ve Alaaddin de bu yürekten sevgiye, takdire cidden layık futbolculardı. Kendilerine mahsus kombinezonları ve zati klasleriyile Fener’in en kuvvetli tarafını teşkil ederlerdi.

    Fenerbahçe’nin sevgisinin insaf ve dürüstlük ve sebepleri araştırılacak olursa, kabul etmek lazımdır ki efkar-ı umumiyenin bu büyük teveccühüne, bu köklü muhabbetine en büyük amil sadece parlak ve mükemmel bir futbolla harikulade neticeler değildir.

    Geniş bir halk tabakasının Fenerbahçe’yi bu derecede sevmesinin sebebi, Fener’in her zaman temiz, faulsüz, berrak bir oyun oynamayı tercih etmesidir. Yenerken de yenilirken de Fenerli futbolcunun güttüğü maksadın başında “temiz, gözü okşayan” bir futbol oynamaktır.

    Anadolu’da Fenerbahçe Sevgisi

    Geçen yaz Anadolu’nun birçok vilayet ve kazalarına resmi görevim icabı uğradım, geçtim.

    Sportif zaviyeden tetkiklerimde pek enteresan tespitlerim oldu. Bunların arasında en şayanı dikkati; İstanbul’u, Fener’i bir defa olsun görmemişlerin dahi Fenerbahçe’ye yürekten bağlılıklarıdır.

    Hele ufak bir kaza merkezinde bir mağazanın camekanında “Fenerbahçe Tuhafiye Evi” levhasını görünce bilhassa içeri girip sahibi ile konuştum. Fener ile ilgisi gıyabi idi. Fakat kısa muhaveremiz sonunda anladım ki uzakta olmasına rağmen, “hasta”lardandı.

    Yurdun birçok yerlerinde keyfiyet budur. Köylere kadar yayılmış, fakat mühmel futbolu müşahede ettim. Saha yok, kıyafetler muntazam değil, öğretici ne gezer? Fakat hemen her tarafta birer mahalli Fener veya hiç olmazsa sarı-lacivert renkler vücut bulmuş.

    Fenerbahçe sevgisinin bu derecede şumullü ve yerleşmiş olmasını bu değerli ocak hesabına bir iftihar, bir şeref, bir manevi zenginlik addersem benim asıl üzerinde durmak istediğim cihet; Fenerbahçe’nin bu popülerliği hasebiyle güzelim futbolun yurdun yakın ve uzak köşelerinde hayatiyet bulması, yayılması ve genişlemesidir.

    Fenerlilerin bu suretle genel olarak Türk futboluna bizatihi olduktan başka bilvasıta da yararı olmaktadır.

    Ben asıl bu ciheti kıymetli ve manalı buluyorum

    Muvakkar Ekrem Talu

  • Fenerbahçe’den Bir Melih Kotanca Geçti

    Fenerbahçe’den Bir Melih Kotanca Geçti

    Vefatının 34. yıldönümünde, Melih Kotanca‘yı, Fenerbahçe’nin bu efsane sporcusunu sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz. Tapfereritter yazıyor. Evet, Fenerbahçe’den bir Melih Kotanca geçti!


    30 Haziran 1940

    Kurbağalıdere köprüsünün yanıbaşına yanaşmış olan Moda Deniz Kulübü’ne ait “Rüzgar” adlı sürat teknesi misafirini karşı yakada Şeref Stadı’nda Fenerbahçe ile Vefa arasında oynanan “Milli Küme” maçına yetiştirmek üzere bekliyordu. Biraz sonra atlet formalı ve çivili koşu ayakkabılı bir sporcu kan-ter içinde çıkageldi. Bu sporcu, Fenerbahçe Stadı’nda düzenlenen “Gül Kupası” adlı kulüplerarası ve puanlı atletizm yarışmalarında 200 metre, 4×200 bayrak ve cirit atmada birinci olup Fenerbahçe’ye puanlar kazandırarak ikinci kez üst üste şampiyon olmasını sağlayan Melih Kotanca’ydı (Fenerbahçe 42, Galatasaray 21, Beşiktaş 20 puan almıştı).

    Ayağının tozuyla stadyumdan rıhtıma koşup “Rüzgar” teknesine bindikten sonra, tekne denizi yara çıka Moda Burnu, Haydarpaşa ve Kızkulesi önünden geçerken, Kotanca da atlet kıyafetlerini çıkarıp futbolcu kıyafetlerini giymişti. Çırağan Sarayı’nın rıhtımına yanaştıklarında fırladı ve Şeref Stadı’nda “Nasıl olsa Melih gelecek” diye maça 10 kişi çıkmış Fenerbahçe’ye katıldı.  

    Fenerbahçe Vefa’yı 4-0 yenip ikinci kez Milli Küme şampiyonluğunu garantileyerek tarihinde dördüncü kez Türkiye şampiyonu olurken, 35. dakikada Fenerbahçe’nin üçüncü golü Melih Kotanca’nın ayağından gelmişti. Bu onun kendisini Milli Küme gol kralı yapan 23. golüydü. Galatasaraylı “Baba” Gündüz Kılıç 16, Beşiktaşlı “Baba” Hakkı Yeten 14 golle “Atom” Melih Kotanca’nın çok gerisinde kalmışlardı.

    Ekim 1936

    Güneş Kulübü’nün teknik yetkilisi Kemal Rıfat Bey’in (Kalpakçıoğlu) gözü Balıkesir’den eline bilet tutuşturulup gönderilen 21 yaşındaki bu genci tutmamıştı. “Sen git, biz sana haber veririz” deyip yollamıştı kulüpten. Cebindeki üç kuruş parayla iki gün etrafını dolaşan, iki gün sonra da “vedalaşmadan dönmek ayıp olur” diye son bir kez kulübe uğrayan bu genç Kotanca’ydı.

    Kulüptekiler, Kemal Rıfat Bey’e “Abi ne yaptın? Büyük yetenekmiş bu çocuk” diye üstelemiş olacaklar, veda için gelen Kotanca bu defa “Neredesin sen?” diye azar işitti. Kulüpte oda verilip, lisansı çıkarıldı. Fenerbahçe’nin üçüncü kez üst üste şampiyonluğuyla bitecek 1936-37 sezonunun 25 Ekim’deki ilk maçında Hilal’e bir gol attı, ikinci hafta ise 6-0 biten Topkapı maçında ise dört gol kaydetti. İlk on birdeki yeri daha baştan kesindi artık. İstanbul Ligi’ni de ikinci tamamlayıp o sezon ilk kez düzenlenen Milli Küme’ye katılmaya da hak kazanmıştı Kotanca’lı Güneş. Ve daha da kuvvetli parlayacaktı. 

    20 Mart 1938

    Taksim Stadı’ndaki Milli Küme maçında Melih Kotanca 87. dakikada kendisinin dördüncü golünü atarken takımını da Galatasaray karşısında 7-0’lık galibiyete taşıyordu. Galatasaraylı dostlarımızın bu dönemleri yok saymaya çalışmalarının çok sayıdaki nedenlerinden biriydi bu maç. 5 Haziran’daki rövanşa intikam için çıkan Galatasaraylılar bu defa 4-2’lik bir yenilgi almışlardı. Esasen 20 Mart’taki maç da (güya) intikam maçıydı. Zira, İstanbul Ligi’ndeki maçta da 6-0 yenilmişti Galatasaray Güneş’e (merak edenler için söyleyelim, Galatasaray bu yenilgiyi Fenerbahçe ve Real Madrid’e olduğu gibi 6 Kasım’da değil, bir 19 Aralık günü almıştı)..

    Parlıyordu Güneş.. 1937-38 İstanbul Ligi şampiyonluğundan sonra, 1938 Milli Küme şampiyonluğu da Güneş’in olmuştu. Aynı sezon atletizmde de İstanbul şampiyonu yine aynı takımdı..

    5 Ekim 1940

    Melih Kotanca takım arkadaşı Turan Çelikbaş’tan stafeti aldığında Yunan atlet Mandikas’tan 10 ilâ 15 metre gerideydi. Fenerbahçe Stadı’nda düzenlenen 11. Balkan Atletizm Şampiyonası’nda Türk milli takımı 4×100 bayrak yarışında son 100 metreye oldukça dezavantajlı bir pozisyonda girmişti. İlk 100 metreci Fikret Taygun başarılı bir performans sergileyememiş, ikinci bayrakçı Muzaffer Baloğlu (bir önceki Şampiyona’nın birincisi) sakatlığı nedeniyle görevini yapmakla yetinmiş, ancak fark bir hayli açılmıştı. Turan Çelikbaş varını yoğunu ortaya koyup farkı kapatıp stafeti Melih Kotanca’ya verdiğinde ise pek umut yoktu.

    Ancak öyle bir 100 metre koştu ki Kotanca… 5.000 seyircinin gözlerine inanamadığı bir sprintle 5 metre kala Yunan’ı geçti ve Türk milli takımını birinciliğe taşıdı.

    Bununla da kalmamıştı Kotanca.. 200 ve 400 metrelerde altın, 400 metre engellide de gümüş madalya kazanarak Türkiye’yi Yunanistan’ın iki puan önünde 134 puanla tarihinde ilk kez Balkan şampiyonluğuna taşıyordu (İkinci Dünya Savaşı koşulları nedeniyle, aslında pek de iddialı olmayan Bulgaristan ve Romanya’nın katılamamaları nedeniyle gayriresmî olarak yapılan puan tasnifinde Yugoslavya da 114 puanla üçüncü olmuştu).      

    Bu, Kotanca’nın atletizm kariyerindeki zirveydi. 1937’de 400 metrede gümüş almış, ayrıca bronz kazanan 4×400 bayrak takımımızda yeralmıştı. 1939’da ise 4×100 ve Balkan Bayrak yarışlarında da bronz alan takımımızın üyesiydi.

    Bu zaferler Kotanca için aynı zamanda bir teselliydi de.. İkinci Dünya Savaşı koşullarında A milli futbol takımımızın 1937-1948 arasında tam 11 yıl tek maç yapmadığı döneme gelmişti futbolculuğu.. Milli Küme’de 1940, 1945 ve 1946’da olmak üzere üç kez gol kralı olarak dönemin en büyük golcüsü olduğunu kanıtlayan “Atom” Melih futbolda bir kez bile ay-yıldızlı formayı sırtına geçirememişti.   

    11 Haziran 1939

    1938-39 sezonunun başında sporseverler gazetelerde yeralan sarsıcı bir haberle şaşkınlığa uğradılar: Güneş Kulübü futbol, atletizm ve güreşte faaliyetlerine son veriyordu. Cihat Arman, Rasih Minkari ve Ömer Boncuk’un yanı sıra Melih Kotanca da Sarı Kanaryalarla anlaşmıştı. Ancak, dönemin mevzuatı gereği kulüp sporcuları o sezon hiçbir kulüpte oynayamayacaklardı.

    Melih Kotanca’nın sarı lacivertli formayı giymesi de, Fenerbahçe’nin o dönem geleneksel olarak sezon sonlarında kutladığı kuruluş yıldönümü etkinlikleri çerçevesinde, İngiliz Middlesex Wanderers takımıyla 11 Haziran 1939 tarihli maçı buldu (Bu takımın adını profesyonel ya da amatör liglerde bulabilmek mümkün değildir. Zira, bu takım daha 19. yüzyılda profesyonelliğe geçmiş İngiliz futbolunun, amatörlüğün hala sürdüğü ülkelere temsil amaçlı gönderdiği bir amatör karma takımdı. Zaten “Wanderers” da “Gezginler” demekti).

    Bu maçla Fenerbahçe kariyerine başlayan Kotanca sarı-lacivertli formayla ilk golünü 25 Haziran 1939’da Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Milli Küme maçında Ankaragücü’ne karşı attı.

    15 Mayıs 1948

    “İngiliz futbolunun yöntemlerini benimsemek istiyor ve daha fazla İngiliz takımıyla temas kurabilmeyi arzuluyoruz. (…) Bu gayretlerimizin ilk başarılı örneğini ise Queen’s Park Rangers’ın ülkemizi ziyareti teşkil etmiştir. Bu nedenle, davetimize icabet etmesinden ötürü Queen’s Park Rangers’a teşekkürlerimizi sunuyor, (..) 1948-49 sezonunda başarılar diliyoruz.” Genel Sekreter Zeki Rıza Sporel “Başkan” unvanıyla imzaladığı 19 Temmuz 1948 tarihli bu mektubuyla, bir taraftan İngiliz takımına teşekkür ederken, diğer taraftan kabuğunu kırmak isteyen Türk ve Fenerbahçe futbolundaki zihniyet değişimini de yansıtıyordu. Gerçekten de, A milli futbol takımı 11 yıl sonra ilk kez 23 Nisan 1948’de Atina’da Yunanistan’a karşı oynadığı dostluk maçıyla tekrar sahalara dönerken, Fenerbahçe de aynı yılın Aralık ayında tam 23 yıl sonra yurtdışına çıkarak Atina’da dört maç yapıyordu.

    Yaş 33

    Ancak, 33 yaşındaki Melih Kotanca için futbola veda zamanı gelmişti (atletizme 1941’de Vefa’ya karşı oynanan bir maçın ardından verilen 9 aylık haksız cezaya isyan ederek fiilen veda etmişti). Zeki Rıza Sporel’in nazik teşekkür mektubunun muhatabı Queens Park Rangers’la 15 Mayıs 1948’de oynanan karşılaşma Melih Kotanca’nın son maçıydı (bu, Fenerbahçe’nin de 1947’de açılan İnönü Stadı’ndaki ikinci maçıydı). 20. dakikada Ahmet Erol’un yerine girmiş ve yine de Fenerbahçe’ye hareket getirmişti.

    Ancak 33 yaşın yanısıra, hayatın gerçekleri de vardı. Futbolumuzun amatörlük döneminde hayatını idame ettirmek ve kızını okutmak için çalışmak zorundaydı. Denizyollarında “Konya” vapurunun ambar memuru idi. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarının dışa açılma döneminde bu vapurla sık sık Yunanistan’a gitmesi futbol düzenini de etkilemeye başlamıştı.

    Halit Deringör anlatıyor:

    “Bir gün Şeref Stadı’nda maç oynarken, Stadın önünden geçen bir gemi düdük çaldı. Melih, sahada düdüğü duyunca ambale oldu. Ne kadar engel olmaya çalışsak da başarmıyoruz, bizi bırakıp gidiyor. Meğerse o gün o gemi Yunanistan’a gidiyormuş. Kotanca’nın da gemide şahsi eşyası ve parası varmış. Vapura yetişmek için çok uğraşıyor ama yetişemiyor. Gemi uzaklaşıp gidiyor. Aynı akşam Zeki Rıza Sporel’in evinde yemekteyiz. Hepimize birer cüzdan hediye etti. [Melih’in cüzdanının içinde para da varmış]. Melih’in bu durumuna üzülen yöneticiler, onu takviye etmişlerdi.”

    26 Nisan 1969

    2 Mayıs 1969’da gazetelerin acı haberler sayfasına düşen bu ilan Melih Kotanca’nın hayata küsüşünü simgeliyordu:

    “VEFAT: Fenerbahçeli milli atlet ve futbolcu Melih Kotanca’nın Bağlarbaşı Amerikan Kız Koleji 962-963 mezunu biricik kızı GÖNÜL KOTANCA 26/4/1969 tarihinde Amerika’da İndiana şehrinde geçirmiş olduğu trafik kazasında vefat etmiştir. Cenazesi 3/5/1969 Cumartesi Kadıköy Osmanağa Camisinde öğle namazını müteakip Küçükyalı mezarlığında defnedilecektir. BABASI MELİH KOTANCA”

    Bir Yunanistan seferinde tanışıp evlendiği eşinden ayrılan Kotanca’nın yegane meşgalesi kızını okutmaktı. Ancak, ABD’den gelen haber bir babanın alabileceği en kötü haberdi. Hayata küsmüştü. İnzivaya çekildi. Kupalarını ve madalyalarını kulübe teslim etmek istedi. Alan olmadı.

    İnzivaya çekilse de, arada hatırlanmak onun da hakkıydı. Hatırlayan olmadı. Ta ki sporsever Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk eski şampiyonları ödüllendirip onore etmeye karar verene kadar..

    18 Haziran 1979

    Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nun Şeref tribününde Fenerbahçe ve Trabzonspor arasındaki Cumhurbaşkanlığı Kupası maçını izliyor. Yanında geçmişte ay-yıldızlı formaya çeşitli sporlarda başarılar, madalyalar ve nice gurular yaşatmış sporular var. İçlerinden biri de Melih Kotanca.

    Sabah 11’de Çankaya Köşkü’ne kabul edilmişler. Ödüllerini aldıktan sonra Muhafız Alayı’nda öğle yemeği yemişler. Sonra da Cumhurbaşkanı’yla birlikte maça. Yine de gazetecilere şikayetlerini sıralayıp karınca kararınca yol göstermeye çalışıyordu. Yıllar sonra kapıların iyiden iyiye devşirme sporculara açılacağını görürcesine:

    “O devirlerin ünlüsüydük. Beklentimiz yoktu. Koştuk, oynadık. Yaşlandık şimdi ve unutulduk. Forması altıda yıllarımı verdiğim Fenerbahçe’nin Başkanı’nı gördüm dün. “Beni tanıdın mı?” dedim. Yüzüme baktı ve hatırlamadı. İşte bu benim sadece kendi örneğim. Şimdiki gençler güvence istiyorlar. Bulamayınca spora sarılmıyorlar..”

    Hatırladı sonra Faruk Ilgaz. Sonra da Emin Cankurtaran. Sahipsiz bırakmadılar Fenerbahçe efsanesini. Sağlığıyla ilgilendiler..

    8 Haziran 1986

    Bir vefat ilanı..

    Tezatların vuruculuğunu seven Türk basını “bir dönemin rekortmen sprinterinin” felç olup “yatağa düştüğünü” yazıyor üç ay önce..

    8 Haziran 1986’da ise vefatını.. Bir efsane daha kayıp gitmişti Türk sporundan.. Neler sığdırmamıştı ki Fenerbahçe’deki yıllarına? 1940’taki Milli Küme şampiyonluğunun ardından buhranlı geçen iki sezonun sonunda, Fenerbahçe’nin makus talihini döndüren ünlü Admira maçı öncesinde, 1941-42 İstanbul Ligi gol kralı olmuştu.

    Müteakip sezon Fenerbahçe bir kez daha Milli Küme şampiyonu olurken, Melih Kotanca da artık Türkiye Gol Kralı idi. Fenerbahçe 1943-44 yılında İstanbul ve Türkiye Şampiyonu, 1944-45 sezonunda Milli Küme, Başbakanlık Kupası ve İstanbul Kupası şampiyonu, 1945-46 sezonunda ise Milli Küme ve Başbakanlık Kupası şampiyonu olurken en golcü futbolcusu hep Melih Kotanca idi. 1945 ve 1946 Milli Küme sezonlarında da Gol Kralı olurken, bu başarısını daha sonraki Fenerbahçelilerden Cemil Turan ve Aykut Kocaman egale edebileceklerdi. Fenerbahçe’nin dört sezon üst üste Türkiye şampiyonluğu kazandığı tek dönemdi bu. Ardından 1946-47 ve 1947-48 sezonlarında İstanbul Ligi şampiyonu olan Fenerbahçe bu kulvarda da açık ara liderdi (1947-48 itibarıyla Fenerbahçe 13, Galatasaray 10 ve Beşiktaş 9 kez İstanbul şampiyonu olmuştu).

    1947-48 sezonunda şampiyon takımın oyuncusu olarak futbola veda ettiğinde, 185 kez giydiği Fenerbahçe formasıyla 205 gol atmış ve inanılmaz bir ortalama yakalamıştı. 25 Şubat 1940 tarihinde Topkapıspor’la oynanan ve Fenerbahçe’nin 14-0 galibiyetiyle biten İstanbul Ligi maçında 8 gol atarak Zeki Rıza Sporel’le birlikte “bir maçta en çok gol atan Fenerbahçeli futbolcu” unvanını halen koruyor Kotanca..

    Fenerbahçe, hayatlarının her biri ayrı bir “destan” olan sembolleri sayısız olduğu için “efsane”dir. Kotanca da en parlaklarından biri. Fenerbahçe parladıkça, onlar da parlayacak. Türk sporu Kotanca’ları hiç unutmayacak.

    Tapfereritter

  • Otomobil Nuri

    Otomobil Nuri

    Bedri Gürsoy‘un yazdığı ve sitemizde yayınlanan sporcu portrelerini severek okuduğunuzu tahmin ediyoruz. Şimdi de Fenerbahçe’nin kuruluş yıllarından beri içinde olan bir ismin, Nasuhi Esat Baydar‘ın serisine başlıyoruz. Tabii onun yaşı Bedri Bey’den daha büyük olduğu için yazdıkları daha eskiye gidiyor. İlk sırada Otomobil Nuri var. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mükemmel Bir Sporcu Örneği

    Bu lâkabı (Otomobil lâkabını) ona kim ve ne için vermişti, hatırlayamıyorum. Belki yay gibi esnek vücüdile karaca gibi sektiğinden kinaye, ve, “teşbihte hata olmaz” diyen bir münasebetsiz, otomobil kadar hızlı koştuğuna bakarak, kusursuz bir insan olan Nuri’yi makineye, intizamla işleyen motora benzetmişti. Tuhaf, fakat “otomobil” lâkabı beğenilip tutulduğuna göre, ihtimal ki, doğru benzetiş!

    Lâkin Nuri de gerçekten çok süratli, muayyen vazifesini muayyen şekilde yapan bir futbolcu idi. Bir zamanlar, o sağ açık, ben sağ iç, yan yana oynardık. Koşular atletizmin severek tatbik ettiğim bir şubesi olduğu için iyi koştuğum halde, o dribling yaparak sahanın sağ çizgisi hizasından korner köşesine doğru topu götürürken, pas verir ümidile, kendisini zor takip ederdim. Ancak kısa pas nedir bilmez ve köşeyi bulduktan sonra topu kalenin iki direği ortasına kandillerdi. Sür’at ve intizam; Nuri’nin “otomobil”liği, işte buradan geliyordu.

    Otomobil Nuri’nin Transferi

    Nuri, Fenerbahçe’ye, bu kulüpten birkaç yakın arkadaşının delâletiyle, “Altınordu”dan gelmiş ve gelirken o kulübün bazı oyuncularını da beraberinde getirmişti. Zannederim ki, Fitil Nuri ile Sadık bunlardandı. Bizler, o devirde, kulüp değiştirenlere, lehimizde de olsa şüpheli gözle bakardık. Fakat Nuri’nin açık yürekliliğini, uysal mizacını, teşebbüs kabiliyetini kısa zamanda takdir etmiş, kendisini en güvenilir arkadaşlar arasına almıştık.

    Nam-ı Değer Otomobil Nuri

    Nuri güzel fikirleriyle idarede çok faydalı bir unsur, sporda kudret ve faaliyetiyle daime aranılan bir oyuncu, genç yaşına rağmen umumi hayattaki muvaffakiyetleriyle gıpta edilen bir iş adamıydı. Maç günleri tiril tiril gömleğini, ütülü pantolonunu, boyalı kunduralarını çantasında getirir, giyinir, taranmış saçları ve neş’eli şehresiyle taze bir çiçek gibi sahaya çıkardı. İdare Hey’etinde muhasebeci idi. Defterleri, makbuzları, ödeme emirleri de ruhundaki intizamın timsali, tertemiz, çizisiz, kazıntısızdı. İdare ettiği kereste fabrikasında da sporcu ve idareci Nuri’nin bütün iyi vasıflarını görürdük. Futbolumuzda bir dönüm noktası teşkil etmiş olan ilk Slavya maçlarını tertip ederken Nuri’nin para yardımı olmasaydı bu tehlikeli işe giremezdik. Şimdiki teşkilatın ilk kademesi olan “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” Nuri’den çok istifade etti.

    İşlerim yüzünden, Fenerbahçe idaresinde bulunmadığım bir devrede, bilmem ne sebeple, belki de ilk göz ağrısı olduğu için, Nuri tekrar “Altınordu”ya döndü. Şişmiş boğazına baktırmak üzere bir apartmanın dördüncü katındaki tedavihaneye bir hamlede çıktığı için nefesi tıkanıp kalbi duruverdiği günden beri yüreklerimizde dinmeyen bir sızı bıraktı. Nuri sporla spor idareciliğini ve hayat mücadelesinde yılmazlığı birbiriyle uzlaştırmış olan nadir insanlardan biri idi. Çok zamansız, çok genç ölümü sporumuz için telafi olunmaz bir kayıptır.

    Nasusi Baydar

  • Semai Şatıroğlu

    Semai Şatıroğlu

    Değerli ağabeyimiz Seyhun Binzet, Fenerbahçe tarihinin en muhteşem simalarından biri olan Semai Şatıroğlu ile karşınızda… Geride kitaplar dolusu yazılmamış anı bırakan bu büyük Fenerbahçeliyi her fırsatta anacağız. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin Transfer Sihirbazı

    Bugünkü yazımın konusu, kulübe gelenler arasında tanıdığım en renkli adamlardan biri;
    Semai Şatıroğlu… Kadiköy’deki lakabı ile meşhur, Hırsız Semai.

    Semai abi İstanbul Yelken’e akşam üstleri takılır ve devamlı kahkaha atılan içki masalarının baş aktörü olurdu.

    Yelkenci değildi ama iyi sporcuydu. Önce boks yapmaya başlamış, sonra futbol oynamış.

    Fenerbahçe’ye transfer etmek için birçok sporcuyu kaçırdığı için bu hırsız lakabını almıştır. Kimsenin yerini bilmediği, gazetecilerin bile izini bulamadığı, biri Moda’da, diğeri Sakarya’da iki ayrı zula yeri vardır. Kaçırdığı sporcuları oralarda yok eder, transfer günü ortaya çıkarırdı.

    Hır’sız Semai Şatıroğlu

    “Hırsız” lakabını başkasına söyleseniz küfür gibi algılanır ama o bu takma adı çok severdi ve iltifat gibi algılardı. “Hır’sız, hır çıkarmayan, sakin, efendi demektir” diye savunurdu.

    Akrabalığımız da vardı, halamın kayınbiraderi idi. Kulübe gelince hemen beni çağırır, “Seni takip ediyorum” diye yarışta aldığım sonuçlar ve okul durumum hakkında inanılmaz doğru bilgiler vererek, beni şaşırtırdı.

    Sonra gazeteciliğe başladı ve Hürriyet’te Haldun Simavi’nin sağ kolu oldu. Her yere beraber gittiler.

    Bir Paris dönüşü yine kulübe gelmişti. Gururla blazer çeketini gösterdi. “Gel, düğmelere bak bakalım, nereden almışım?” dedi. Pırıl pırıl Pierre Cardin amblemli hem önünde, hemde kolunda düğmeler vardı.

    “Iyi para vermişsin, nasıl oldu?” diye sordum, olayın iç yüzünü anlattı…

    Simavi, Pierre Cardin’den yüklü bir alışveriş yapmış, Semai abi de yanındaymış. Ertesi gün bulduğu tercüman bir Türk coçukla mağazaya bir daha gitmiş ve alınan blazerın cebinden yedek düğme çıkmadığını söyleyerek, bir takım yedek düğme almış. Üstüne bir de özür dilemişler. Yeldeğirmeni’nde coçukluk arkadaşı bir terziye bir ceket diktirip o düğmeleri taktırmış.

    “Acayip hava atıyorum, herkes ‘Hırsız Cardin’den çeket almış’ diyor” dedi. Ve müthiş kahkahasını bastı.

    Herkesin Sevdiği Sima

    Kulüpte tanımadığı yoktu. En sevdiği şey, herkese laf atmaktı.

    Beni Fenerbahçe’den Can Bartu ile tanıştırmıştı, Basri Dirimlili de çok iyi arkadaşı idi. Beraber geldiklerini hatırlarım.

    Vefat ettiği zaman Aziz Yıldırım Bodrum’a özel uçak yollayıp, naaşını kulübe getirtmişti.

    Bir keresinde takımla beraber Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı ziyaret etmişler.

    Sunay’a “Bana bir hatıra verin de ‘Çaldım’ diye kulübe götüreyim. Bana hırsız derler” demiş. Sunay da eski bir mürekkep kurutucusu vermiş.

    “En büyük hırsız benim. Cumhurbaşkanı masasından bir hatıra çaldım” demişti ama bir türlü göstermedi.

    Bana unutulmaz bir de yardımı olmuştu.

    Ailemi Amerika Dallas’ta bırakarak, 4 ay askerlik için Burdur’a gitmiştim. Bizi 10 gün önce izinli yolladılar ama Türkiye’den çıkmak için terhisimi beklemem gerekirdi. Sene 1980! Her yerde askerler var.

    Semai abi bana “Sen Yeşilköy’e git. Orada Piratçı Kalamışlı Macun Mehmet var. O Hürriyetin polis muhabiri. Senin durumunu komutana anlatmış. Yurt dışına çıkmana ses çıkartmayacaklar. Amerika’da terhis olursun” dedi.

    Korka korka gittim ve hakikaten rahatça çıktım… Kadıköy’ün çok renkli bir simasıydı sevgili Semai abimiz…

    Seyhun Binzet

  • Tekil Kardeşler

    Tekil Kardeşler

    Bugün 2 Haziran… Kamuran Tekil’in ölüm yıldönümü… Bu vesileyle rahmetli Şemsi Sılkım’ın Yeniçağ gazetesinde Tekil kardeşler (Fahiman, Firüzan, Kamuran, Neriman, Süleyman) hakkında yazdığı yazıyı buraya almak istedik. Beş kardeşin bir arada fotoğrafını (şimdilik) bulamadığımız için Neriman Tekil, Kamuran Tekil ve Haluk San’ın beraber göründüğü bu fotoğraf karesini seçtik. Hepsi nur içinde yatsın. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Kız Bir de Erkek Çocuk Yeter

    Ünlü gazeteci ve spor adamı Firuzan Tekil dört erkek kardeş sahibiydi. Halbuki baba Nazmi ile ana Ayşe Makbule’nin daha nikâh masasına oturmadan önce birbirlerine fısıldadıkları arzuları şöyleydi:

    “- Allah’ın izniyle bir kız, bir de erkek çocuğumuz olsun, yeter!.”

    Hatta Ayşe Makbule’nin annesi de, 1914 Birinci Dünya Savaşı’nda kıtlık ve sıkıntıyı çok çektiği için kızının evliliği öncesi dini nikâh için hoca efendinin huzuruna gittiklerinde şu nasihatte bulunmayı ihmal etmemişti:

    “-Duanı yaparken, bir kız, bir de erkek çocuk dışında çocuk dileğinde bulunma!.”

    Genç evlilerin ilk çocuğu erkek olunca, karı-koca, tasarladıkları adı hatırlayınca, dini akidelere bağlılığı ile tanınan baba Nazmi,  yavrusunu kucağına Besmele ile alıp, kulağına seslenir:

    “-Benim oğlum tosun gibi maşallah, adı da Firuzan olsun!.”

    Safinaz ve Bir Rüya

    Firuzan, elbebek gülbebek büyütülür, akrabaları da elden ele, kucaktan kucağa dolaştırıp severken, sanki sözleşmişler gibi hepsi de; “Erkek Firuzan bir kız kardeş ister!…” demekten de kendilerini alamaz.

    Bu arada doğacak bebeğin adını bile ortaya atarlar:Safinaz… Anne de baba da, Safinaz isminden memnun olur… Ayşe Makbule Hanım, hamile kalınca, Baba Nazmi şöyle der:

    “-Rüyamda gördüm, galiba bu da erkek!..”

    Bunun üzerine eşi de kendisini doğrulayarak şöyle söyler:

    “- Vallahi haklısın, beni içerden hep tekmeliyor. Kız çocuğu sakin olur, bu debdebeli maşallah, topçu gibi ayak vuruyor!.”

    O dönemlerde bugünkü gibi tıbbi teknoloji ne gezer… Herkes ayrı yorumla, ebe hanımın eline düşünce, çocukların cinsi belli oluyor. Ve bu kez de erkek dünyaya gelince, anne-baba tahminlerinde yanılmamış adını da Safinaz yerine Süleyman olarak nüfusa yazdırmışlardı.

    İsmi de Hazır : Kâmuran

    Baba, kız evlat için ısrarlı, anne de öyle… İkisi birden kız adını biz koyalım, dediklerinde henüz ortada bir hareket yok ama ’Kâmuran’adı belleklere yerleşmiş ve Ayşe Makbule hanım da sıkı, fıkı dostlarına durumu açıklamış:

    “-Bu kez, beyimin de isteğine uyarak kız bekliyoruz . Adını da Kâmuran, koydum, yeter ki sağlıkla dünyaya gelsin.”

    Anne, baba başta olmak üzere tüm akrabalar için yanılgı, her zamanki gibi berdevam. Üçüncü çocuk da erkek olur ama adı daha çok kızlar için tercih edilen bir addır: Kâmuran.

    Akraba ve yakınları, komşuları ve hatta Nazmi Bey’in çalıştığı dairede bile bir bakıma parasına bahis oyunu haline gelir Ayşe Makbule Hanım’ın her hamileliği…

    Erkek Çocuk Koleksiyonu

    Baba inatçı, anne Ayşe Makbule Hanım da ısrarcı… Bu kez de hamile kalınca doğumda kız-erkek işi her tarafa yayılmış ama kız olma ihtimali daha kuvvetli ve yine bir isim bile bulunur:

    “-Bu kez Neriman dünyaya gözlerini açacak.”

    Heyhat!. Dördüncü çocuk da erkek olarak aileye katılınca, baba da kesin kararlı;

    “-Cenab-ı Hak bize kız evlat nasibini çok gördü.” sözünü büyük söylemiş ki, Ayşe Makbule hanım gene hamile kalır ve der ki:

    “-Rabbim bana acır… Bu kez adını ben koydum. Fahiman kızımı kucağıma alacağım inşallah…

    ”Ve ailenin beşinci çocuğu da erkek olarak dünyaya gelince, annenin sabrı taşıp şöyle söyler:

    “-Yeter artık!… Her anne erkek çocuk beklerken, ben koleksiyon yaptım.”

    Çoğu Fenerbahçeli Tekil Kardeşler

    Firuzan Tekil, Fener Mecmuası’nı çıkarınca, ben, Son Telgraf Gazetesi’nde, Muvakkar Ekrem Talu, Orhan Vedat Sevinçli ile tam sayfa spor yapıyordum. Firuzan iyi bir dostumdu. Fenerbahçe Kulübü Başkanı seçilinceye kadar ben şahsen destek verdim.

    Galatasaray taraftarı olmama rağmen, beni Fener Dergisi’ne Yazı Müdürü yaptığında, kendisi, kardeşi Kâmuran, Neriman, Cem Atabeyoğlu, Halit Kıvanç ve Cihat Arman da yazı ailesinde idiler.

    En küçük kardeşi Fahiman Tekil yüksek tahsilini yaparken onun da yazı yazmasını sağladım. Kendisiyle çok içten arkadaşlık yaparken, yukarıda anlattığım olayları ondan dinlemiştim.

    Süleyman Tekil ise, iyi bir forvet oyuncusu idi. Fenerbahçe ile ilişiğini kesip Galatasaray’a geçerek yıllarca takımda yer almıştı.

    Neriman Tekil atlet olarak sporuna devam ederken Yapı Kredi Bannkası Kuledibi, sonra Karaköy Şubesi Müdürlüğü’nü de yaparken haftada bir yazı yazıyordu.

    Kâmuran Tekil de atletizmde büyük isimdi ve Federasyon Başkanlığı’na da seçildi. O da spor yazarı olarak imzasını kabul ettirmişti.

    Firuzan Tekil, Demokrat Parti’den İstanbul Milletvekili seçildi, sonra da Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı yaparken Fahiman Tekil, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi oldu. Profesörlüğe kadar yükseldi ama genç yaşta kısa süren bir hastalık sonunda vefat etti.

    Tekil Ailesi’nde en son Neriman Tekil kalmıştı, onu da 2006 yılında kaybettik. Hepsinin ruhları şad olsun.

    (Kaynak : Yeniçağ Gazetesi / Kız evlat arzusu Tekil Ailesini tam 5 erkek evlat sahibi yaptı – Şemsi SILKIM)

  • Sarı Kanarya : Bir Kültür Mirası

    Sarı Kanarya : Bir Kültür Mirası

    1974 yılının yaz ayları…

    Didi yönetimindeki Fenerbahçe Şampiyon olunca, başkan Emin Cankurtaran bir Fenerbahçe marşının hazırlanmasını istiyor. Hemen kollar sıvanıyor. Fecri Ebcioğlu sözleri yazıyor, Şerif Yüzbaşıoğlu aranjmanı yapıyor, Nesrin Sipahi o güzelim sesiyle marşı söylüyor ve piyasaya çıkan 45’lik plak yarım asırdır ülkenin en çok çalan melodilerinden biri oluyor.

    Günümüzde de bu marş çalmadan, “Kalpleri fetheden renkler…” nakaratına, on binlerce kişilik dev koro “Yaşa Fenerbahçe” diye eşlik etmeden  Fenerbahçe  futbol takımı stadının çimlerine adım atmıyor…

    Marşta  “Cihatlar, Lefterler, Canlar, Fikretler…” diye adı geçen 4 futbolcu Cihat Arman, Lefter Küçükandonyadis, Can Bartu ve Fikret Arıcan.

    İlk sırada adı geçen Cihat Arman Fenerbahçe forması altında 5 Milli Küme, 1 Türkiye Futbol Birinciliği olmak üzere 6 Türkiye şampiyonluğu kazanmış. Aynı zamanda 3 İstanbul Şampiyonluğu, 3 Başbakanlık Kupası, 1 İstanbul Şildi, 1 İstanbul Kupası da var. Fenerbahçe’deki abide yeri ve önemiyse tüm bu kupalardan biraz daha fazlası…

    Cem Atabeyoğlu’nun “Türk Futbolunda Unutulmayan 200 Ünlü” kitabında Cihat Arman’ı anlattığı bölüme gidelim…

    Futbolumuzda “Uçan Kaleci” adıyla ün yapmıştı Cihat Arman. Fenerbahçe’ye “Kanaryalık” da onunla geldi.Uçan Kalecinin kanarya sarısı renginde bir kaleci kazağı vardı.Fenerbahçe seyircisi bu kanarya sarısı kazağından ötürü önce ona “Kanarya” dedi. Sonra “Kanaryalık” bütün Fenerbahçe’ye mal edildi…

    Her ne kadar İslam Çupi onun için “Cihat Arman  giyimi, kuşamı ve başındaki kepi ile en az 100 bin İstanbullu çocuğu Fenerbahçeli yapmış çekiciliği tartışılmaz karizmatik bir erişilmez kalecilik kişiliğine sahipti” dese de kalecilik nankör meslek. 310 defa koruduğunuz kalede son 4-5 maçınızdaki performansınızla anılabilirsiniz. Hele o maçlarda yediğiniz hatalı bir gol bir şampiyonluğu, bir kupayı kaybettirirse… Bir hata binlerce sevabı hatırlanmaz kılabilir.

    Micheal Jordan’ın son dansı varsa, Kanarya Cihat Arman’da âlâsı var…

    İzmir, 6-7 Mayıs  1950

    Milli Küme’nin 1950 sezonuna fırtına gibi giren Galatasaray ilk haftadan liderliği alıyor ve tüm maçlarını bitirdiğinde hala zirvede. Galatasaray maçlarını bitirmiş ancak ikinci Fenerbahçe’nin hala 2 maçı daha var ve İzmir’de 2 gün arka arkaya bu maçlar için sahaya çıkacak.  Şampiyon olmak istiyorsa, sezonun tuhaf averaj hesabına göre hiç gol yemeden kazanması gerek. Yediği her gole karşılıksa 4 gol atmak zorunda !

    6 Mayıs günü rakip Türkiye Futbol Birinciliği kazanan Göztepe.

    Fenerbahçe, Cihat Arman-Hilmi Ardağ-Müzdat Yetkiner-Samim Var-Kamil Ekin-Süleyman Köprülü-Erol Keskin-Lefter Küçükandonyadis-(Bego)Ahmet Erol-Cemal Uzkes-Halit Deringör kadrosuyla Alsancak stadına çıktığında isteyeceği son şey gol yemek.

    Ama o  istemeyeceği gol maçın daha ilk dakikasında Göztepe’li Yüksel’den geliyor ve 1-0 yenik duruma düşüyor. 4 dakika sonra (Bego)Ahmet Erol ile bir gol buluyor ve şimdi skor 1-1.

    1950 yılı, Milli Küme’nin de 35 yaşındaki sembol kaleci Cihat’ın son sezonları.

    Her sporcunun başına gelebilir, yaş ilerledikçe yeterliliği sorgulanır. Cihat Arman içinde benzer yorumlar var: yaşlandı ! Cihat Arman’ın kanıtlaması gereken hiçbir yetenek kalmamış, her türlü başarı öyküsünü yazmış. Öyle ki, tehir edilen maçlarda tek başına kaleye geçmiş, stadyuma gelenlere özel bir gösteri sunmuş  Yine İslam Çupi’ye kulak verirsek:

     “Lacivert ve sarının tonları ile duruş yerlerinin değiştiği kazaklar giyer, başına beyaz bir kep geçirirdi. Zemheri kışlarda maçlar sahada tehir olduğunda Cihat kaleye geçer Fenerbahçe forvetlerinin attığı şutlarda yarım saat bir kalecilik resitali yapar, bu gösteriden sahaya gelen tüm futbolseverler bir maç seyretmişçesine keyif alırlardı.”

    Ancak büyük kaptan ne olursa olsun şampiyonlukla veda etmek istiyor ve bu konuda arkadaşlarına da güveniyor.

    Maçın 12.dakikasında Göztepe bir korner kullanıyor, top Cihat’a geliyor ama olmayacak oluyor, Cihat topu elinden kaçırıyor. İlk golü atan Yüksel sarı kırmızılı takımı 2-1 öne geçiriyor…

    Bu şampiyonluk gitmemeli, Cihat’ın hatasıyla  hiç gitmemeli. Hele averajla giderse yıllarca “Ah o Cihat’ın elinden kaçırdığı top” denecek. Cihat kalesine başka gol yememek üzerine dönüyor. Cihat’ın güvendiği Fenerbahçe forvetleri de kaptanı kupasız göndermemeye kararlılar,  iş başı yapıyorlar. Bego Ahmet iki, Lefter bir gol atıyor ve Fenerbahçe maçı 4-2 kazanıyor.

    7 Mayıs günkü Milliyet Gazetesinin başlığı şöyle: Fenerbahçe’nin şampiyon olabilmesi için bugün Altay’ı 4-0 yenmesi lazımdır.

    Tuhaf bir averaj hesabı olduğunu yazmıştık. Fenerbahçe 4-0 kazanmalı. 1 gol yerse 8-1, 2 gol yerse 12-2 kazanmak zorunda.

    7 Mayıs günkü final maçın son dakikasına girilmek üzere. Bego Ahmet’in 2, Samim Var’ın 1 golüyle Fenerbahçe 3-0 önde ve bu skor Galatasaray’ı şampiyon yapacak. O dönemde maçlardaki kayıp zaman maçın sonuna eklenmiyor. Dışarı kaçan topun patlatılıp geri döndüğü oluyor. Maç defalarca durmuş. Fenerbahçe gol üstüne gol kaçırmış ve son bir korner kullanıyor. İzmir’de tribünlerde “re re re ra ra ra Galatasaray” sesleri var. Fenerbahçe’de de Samim Var. Kornerde dokunduğu top Fenerbahçe’yi averajla şampiyon yapıyor. 14 maçlık serüvende ilk haftadan son maçın 89. dakikasına kadar lider olan Galatasaray ve o son dakikada şampiyon olan Fenerbahçe. Şarkıdaki gibi bazen küçük bir an için ömür bile verilir…

    Son şampiyonluğun kupası kaptan Cihat’ın ellerinde yükseliyor…

    Ankara, 17 Haziran 1950

    Türkiye Futbol Birinciliği şampiyonu Göztepe ve Milli Küme Şampiyonu Fenerbahçe bu defa Başbakanlık Kupası maçı için Ankara’da.

    Fenerbahçe yoğun bir programla   önce Anıtkabir’i ziyaret edip çelenk bırakıyor. Ardından Köşkte Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı ve son olarak da yeni başbakan Adnan Menderes’i ziyaret ediyor.

    Saat 18’de başlayan maçın ilk yarısını Fenerbahçe Lefter’in golüyle 1-0 önde kapatıyor. İzmir’de de Fenerbahçe’ye gol atan Yüksel ikinci yarıda skoru 1-1 yapıyor. Uzatmaya giden maçın 114.dakikasında Erol Keskin’in golü son Başbakanlık Kupası’nı Fenerbahçe’ye getiriyor. Fenerbahçe 1 ay içinde İzmir ve Ankara’da sevenlerine şampiyonluk yaşatıyor.

    Seremonide kaptan Cihat Arman Federasyon başkanı Ulvi Yenal ve Başbakan Menderes’in ortasında objektiflere gururla poz veriyor. Nasıl gururlu olmasın,son 2 maç 2 kupa…

    Kaptan futbolu bırakırken bir de büyük miras bırakıyor: Sarı Kanaryalar !

    Kaplan, Aslan, Kartal, Fırtına, Şimşek, Boğa, Timsah, Dragon, Atmaca, Ateş gibi sembolleri kullanan rakiplerinin yanında gücünü temsil etmek için bir isime ihtiyaç duymayan Fenerbahçe’nin Kanarya olarak anılması ne büyük bir farklılıktır.  Sarı Kanaryalar diye başlayan cümlelerin hep mutluluk kokması ne güzeldir. Bir sezon finalinde televizyon  ekranlarında yanıp sönen “şampiyon” yazısı ne tarifsiz bir gururdur. Anadolu’nun uzak bir köşesinde Fenerbahçeli çocuğun “oley oley oley oley Şampiyon Kanaryaaa” tezahüratını duyduğu andaki, “ben de bir gün orada futbolcu veya taraftar olarak olmalıyım” hedefi ne güzel bir yolculuktur.

    Zaman içinde çok şeyi kaybederken, şampiyonluklar sonundaki tezahürattaki Kanarya da  uyumsuz bir Fener sözüne yenik düştü. Bir gün o da yerine dönecektir, Fenerbahçe de…

    Maç yaparken sahada Sarı Kanaryalar” sözlerini her maçın başlangıcında ve her sezonun sonunda hep duymak dileğiyle, Cihat Arman’a  rahmet ve saygıyla…

    Bozkurt K. Yılmaz


    Talha Altınbaşak’ın Öz Fenerbahçe’de yaptığı bir röportajda yayınlanan, Cihat Arman’ın çocukluk ve gençlik resimleri.
    Cem Atabeyoğlu’nun Öz Fenerbahçe’de yaptığı bir röportajda yayınlanan, Cihat Arman’ın askerlik resimlerinden.

  • Gazi Büstü’nün Açılışı ve Zeki Rıza Sporel’in Jübilesi

    Gazi Büstü’nün Açılışı ve Zeki Rıza Sporel’in Jübilesi

    Tam 86 yıl önce bugün, 1 Haziran 1934 tarihinde Kadıköy’de Fenerbahçe’nin 26. kuruluş yıldönümü törenleri yapıldı.

    Atatürk’ün kulübümüze bıraktığı ikinci güzel hatıra olan (bugün Fenerbahçe Müzesi’nin girişinde, hemen sağda duran) Gazi Büstü, stadımıza o gün konuldu.

    Yeni tribünlerin inşası bitmişti. Stadın kuzey yönündeki kalenin yanına 45 dakikalık büyük bir saat konmuş, onun da yanına skoru gösteren tabelalar yerleştirilmişti. Bunlardan başka sahaya radyo tesisatı da kurulmuştu.

    O gün Fenerbahçe Stadı’nda o güne kadar memlekette görülmeyen bir seyirci kitlesi toplanmıştı.

    Törenden önce Türk, Yunan ve Avusturyalı atletler arasında atletizm müsabakaları yapıldı. Asıl merasime ise saat 16:30’da başlandı. Önce Fenerbahçeli denizciler, atletler, tenisçiler, futbolcular ve voleybolcular bir geçit resmi yaptılar ve halkın alkışları arasında bütün tribünlerin önünden geçtikten sonra sahanın ortasında durdular.

    Bu sırada askeri bando İstiklal Marşı’nı çaldı ve Fenerbahçeli bir sporcu da Türk sancağını merasim direğine çekti. Marş bittikten sonra kapalı tribünleri önünde Gazi Hazretlerinin büstünün açılışı yapıldı. Kadıköy Kaymakamı kısa bir nutuk söyledikten sonra Cumhuriyetin Onuncu Yıl Marşı eşliğinde ve halkın dakikalarca süren alkışıyla, büstün üzerindeki sarı-lacivert örtüyü açtı.

    Önce Fenerbahçe Kulübü adına bir konuşma yapıldı. Bunu Bolu Milletvekili (Atatürk’ün yaveri) Cevat Abbas Gürer’in nutku takip etti.

    Fenerbahçeli sporcular yüzleri Gazi büstüne dönük olarak şu şekilde ant içtiler:

    “Türkün Ulu Gazisi,

    Senin açtığın yolda, senin göstereceğin yolda yürüyeceğimize, bizlere emanet ettiğin Cumhuriyeti kanımızla, canımızla koruyacağımıza, Türk ruhu, Türk asaleti, Türk sporculuğu mertliğiyle senin arkandan yürüyeceğimize, gözlerimizi senden ayırmayacağımıza ant içeriz…”

    Bugünün başka bir önemi daha vardı… Zeki Rıza Sporel, Fenerbahçe ve Türkiye spor tarihinin en büyük golcüsü, futbolculuk yaşamına o gün noktayı koydu.

    Çocuk denecek yaşta, senelerce muhteşem bir ikili oluşturacağı Alaaddin Baydar ile birlikte Fenerbahçe’de oynamaya başlamış; Burhan Felek’in “Bunları buraya çelik çomak oynamaya mı getirdiniz?” diye aklınca alay ettiği maçta 7-0’lık Anadolu maçında tam 4 gol atarak gelecek yıllara vuracağı damgayı göstermişti.

    İşgal yıllarının muhteşem Fenerbahçesinin unutulmaz forvet hattı Alaaddin Baydar, Bedri Gürsoy, Ömer Tanyeri, Sabih Arca ve Zeki Rıza Sporel’den oluşuyordu. Harington Kupası maçında İngiliz kalesine giren iki gol de onun eseriydi. Yıllar sonra başkanlığını da yapacağı Fenerbahçe’ye aktif futbol sahasında veda ettiği gün gazeteler onun için şunları yazıyordu.

    Dün, Türkiye’nin en kıymetli ve emektar bir futbolcusu, Zeki Rıza; son maçını yaptı ve faal futbol hayatına veda etti :

    Zeki, senelerce Fener takımında, kulübü’nün rengine şeref vermek için mânen, maddeten bütün varlığı ile çalışmış, takımının kaptanlığını ve baş kaptanlığını yapmış, memlekete yüzlerce kıymetli sporcu yetiştirmek de büyük âmil olmuştur.

    Milli takımın en eski oyuncusu ve kaptanı olan Zeki, Türk sporunun şerefi için senelerce uğraşmıştır. Yüzlerce gol atmıştır.

    Rubu asırlık spor hayatında Zeki’nin etrafındaki oyuncular belki yüzlerce defa değişmiş ve bizde en meşhur oyuncuların bile yıldızları hemen daima yedi sekiz seneden evvel söndüğü halde, Zeki’nin yıldızı rubu asırlık bir zamanda daima parlamıştır.

    Türkiye’nin en çok tanınmış bir sporcusu olan Zeki Rıza, en fazla sevilen sporcular arasına girmek bahtiyarlığını da kazanmıştır.

    Zeki, senelerce şereften şerefe koşturduğu takımında dün son oyununu oynarken, yalnız sarı-lacivertliler değil, bütün efkâr-ı umumiye, bu emektar Türk sporcusunun takdirle seyrediyor ve alkışlıyordu.

    Belki senelerce yeri doldurulamayacak olan Zeki’nin, faal spor hayatından uzaklaşmasından duyacağımız hüznü, ancak şimdiden sonra da kulübüne ve Türk sporuna manen yapacağı hizmetleri düşünerek hafifletmeye çalışmalıyız.

    Uzunluğu kadar da temiz bir spor hayatına malik bulunan Zeki Rıza, bütün Türk sporcularına numune olmaya bugün tam manası ile hak kazanmış bulunuyor.

    2 Haziran 1934 tarihli Haber gazetesinden

    Artık Fenerbahçe’de kaptanlık “Büyük” Fikret Arıcan’ındır…

    Fenerbahçe tarihinin en duygu dolu fotoğraflarından birini de sona bıraktık.

    Fenerbahçe’nin 1907’de kurulduğu ilk günlerden beri her şeyi olan Galip Kulaksızoğlu, kaptanlığı kendisinden devralan Zeki Rıza Sporel’in jübilesinde… İki büyük futbolcu, iki büyük başkan kucaklaşıyorlar. Arkada bekleyen diğer sporcuların yüzündeki saygı ifadesine bakar mısınız?

  • Nedim Kaleci

    Nedim Kaleci

    Arkadaşımız Tuncay Yavuz, Bedri Gürsoy‘un 1940’lı yıllarda yazdığı muazzam futbolcu portrelerini aktarmaya devam ediyor. Sırada Türk futbolunun muhteşem kalecisi Fenerbahçeli Nedim Kaleci var.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbol Merakı Bugün Bile Eksilmemiş Olan Nedim Kaleci

    924 Paris olimpiyadı. Muhtelif milletlerin seçme futbol takımları dünya birinciliği için üç stadda durmadan çarpışmaktadır.

    Malum ya, bizim takıma kurada Çekoslovakya çıkıyor. Bu takımın da salahiyet sahibi beynelmilel futbol mütehassıslarının tahminine göre olimpiyat şampiyonu olması pek mümkün.

    Türk milli takımı oyuncuları, Kolomb’da barakaların birinde toplanmış, kuranın neticesini öğrendikten sonra hararetli hararetli konuşuyorlar. Münakaşa ediyorlar. Her kafadan bir ses:
    – “Korkmayın çocuklar, bir de bakarsınız kazanırız. Biz adamakıllı çalıştık ve hazırlandık.”
    – “Öyle ya biz hazırlandık da adamlar armut devşirdi. Atma beyim atma, burası Taksim stadyumu değil. On taneden aşağı yersek yine şükredelim.”
    – “Bence tam bir müdafaa oyunu tatbik etmeliyiz.”
    – “Takımımız paniğe uğramasın da ne olursa olsun.”
    – “Lakin, hani bizde de şans varmış ha, ya kurayı çeken mübarek ele ne buyrulur?”

    Maç günü, stadyumun tribünleri tıklım tıklım dolmuş, Türklerin oyununu merak edip görmeye gelen her milletten binlerce kişi…

    Çek Maçı

    İşte Çek milli takımı, Türk milli takım oyuncuları sahaya çıkmaya başladılar. Tamam, milli marşlar çalındı. Oyuncular toplu bir halde resimlerini çıkartıyorlar.

    Aman Allahım! Zayfert, Ştapel, Çapek, Kolonati. Hepsi oynuyorlar. Allah bizim takıma imdad eyliye.

    Oyundan evvel Bekir’in bir iki bomba gibi patlattığı gösteriş şutu biraz olsun moralimizi okşadı.

    Maç başladı. Ne aksi, bizim kaleye doğru sıkı bir rüzgar esmekte. Çekler gibi en kuvvetli bir takıma düştüğümüz elvermiyormuş gibi, bir de semavi afetle de mi mücadele edeceğiz? Bu ne talihsizlik?

    Haydi! İşte sıkışmaya başlıyoruz. Çapek uzaktan kalemizin köşesine ilk tehlikeli ve sıkı şutunu gönderdi bile. Aman, topun gidişi fena. Girecek galiba Hayır, kalecimiz mükemmel bir sıçrama ile golü kurtarıp topu kornere savurdu:

    “- Yaşa Nedim!”

    Yerden sağ zaviyeden enfes bir şut daha, bunu da lastik top gibi bir çeviklikle fırlayarak, şayanı hayret derecede isabetli bir plonjonla kalecimiz yine kurtardı:

    “- Varol Nedim!”

    Arkasında biraz sonra, kalecimiz Çeklerin sağ içinin kaleye doğru seri bir driplingle dört adım sokulan bir hücumunu, ayaklarına yatarak kesiyor ve muhakkak bir golü daha kurtarmış oluyor:

    “- Dayan Nedim!”

    Bir buçuk saatlik maç esnasında, bizim kale uzaktan, yakından, sağdan soldan, havadan yerden, mitralyöz ateşi gibi şuta maruz kalıyor. Lakin dünyanın en yaman futbolcularının attıkları bu şutların birçoğunu kıymetli kalecimiz Nedim tam bir soğukkanlılıkla, muvaffak bir oyun göstererek gol olmaktan kurtarıyor ve haklı olarak da – Çekler dahil – herkes tarafından takdir edilip alkışlanıyor.

    Nedim ve Hamit

    Futbolda – geçende Hamit’in portresi yazısında da söylediğim gibi – bizim o devirde iki meşhur kalecimiz vardı. Nedim ve Hamit. Bu iki oyuncu rakip oldukları halde kardeş gibi candan sevişirlerdi. Katiyyen kıskançlık ve husumet nedir bilmezlerdi. Her muvaffakiyetli oyunlarından sonra birbirlerini kucaklayıp tebrik ederlerdi. Lakin bu arada Hamit Nedim’i, Nedim Hamit’i kızdırmak için ne latifeler, ne muziplikler bulurlardı.

    924 Paris olimpiyadına iştirak eden ve oradan da şimal turnesine çıkan milli futbol kafilemizin birbirinden kıymetli bu iki seçme elemanının biz futbolcular çok mükemmel oyunlarına şahit olmuşuzdur. Nedim Paris’te, yukarıda anlattığım gibi Çekler’e karşı cidden emsalsiz bir oyun çıkarmıştır. Hamit ise şimal turnemizin en esaslı karşılaşmalarında yüzümüzü güldürmüş, bir kahraman kesilmiştir.

    İşte Hamit ve Nedim’in bu şekilde birlikte geçen futbolculuk hayatlarında oyuncular arasında pek meşhur olan hatıraları vardır. O zamanki futbolcular arasındaki tam bir samimiyeti, tesanüdü, sporcu zihniyetini ve nasıl candan birbirlerini sevdiklerini göstermesi itibariyle enteresan bulduğum bu hatıralardan birkaçını yazayım:

    Hamit Nedim’i daima şu şekilde çağırırdı: “Yaşşşşaaaağ üstad Nadim, Malllli kaleci!”. Paris’te Çekler’le yaptığımız olimpiyat maçının ertesi günü bütün futbolcular bir arada istirahat ediyoruz. Kaleci Hamit’in sesi yükseliyor: “Yaşşa Nadim. Nedir o koltuğundaki bir yığın gazete? Yoksa İstanbul’dan falan mı geldi? Ne havadis var bakalım?”

    Hamit bu suali bermutad herkesin içinde bir muziplik olsun diye sormuştur. Zira bunlar maçtan sonra Paris’te çıkan ve Nedim’i baştan aşağı metheden gazetelerdir.

    Nedim’in cevabı: “Alayı bırak evladım. Beğenemedin mi? Al tercüme ettir de gözün kaleci görsün. Siz ne anlarsınız? Sen dursaydın da on beş gol yerdin!”

    Şimal turnemizde pek parlak oyunlar oynadığı için tercihen ekser defa Hamit kaleye konulurdu.

    Hamit’in anlattığına nazaran ne hikmetse bu esnalarda, Nedim’in sağ eli daima sargıyla sarılı bulunurmuş. Bunun sebebi de şuymuş. Nedim temasa geldiği ecnebi gazetecilere, mihmandarlara, maçtan evvel konuştuğu ecnebi takımı oyuncularına gösterip: “Ben asıl milli takım kalecisiyim. Lakin elim sakat, yarın benim ihtiyatım oynayacak!” diye izahat verirmiş.

    Hamit, artık hiç unutmam hepimizin içinde dayanamamış, bir gün Nedim’e haykırmıştı: “Allahaşkına, üstad, şu elini röntgene bir göster de içinde ne dert var anlayalım. İçim parçalanıyor vallahi.” demişti.

    Futbolu Hiç Bırakmadı Desek Yeridir

    Futbolu uzun müddet oynamıştır. Bizden evvelki devirlerden başlamış, bizimle devam ettirmiş ve bizlerle bırakmıştır. Beynelmilel oyuncularımızdandır. Birçok seyahatlerimize iştirak etmiştir. Her futbolcu, her tanıyan onu sever, iyi kalpli, iyiliği seven, kibirsiz, şakayı kaldıran bir arkadaştır.

    Seyahatlerimizde hepimizi peşine takarak en enteresan yerleri bize gösterir ve gezdirirdi! Sonra da “aman kendinizi sakın üşütmeyiniz çocuklar” diye tertibat alır, soğuk almak korkusuyla hastalığımızı önlerdi.

    Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, ipek gibi sarı saçlı sülün gibi mütenasip endamlıdır. Sahaya tertemiz bir kıyafetle çıkar. O uzun boyu, sevimli yüzüyle kalenin önünde bir heykel azametiyle durur. Ne yalan söyleyeyim, cakayı çok sever. Hatta kaleci Hamit bu yüzden Nedim’e “Mecmua oyuncusu” ismini taktığı meşhurdur. Yine Hamit’in söylediğine nazaran güya Nedim, kale civarında gazete fotoğrafçıları resim çıkartırlarken topa plonjon yaptığı zaman resmin tam alınması için nezaket icabı yerde fazla kalırmış.

    Nedim’in kalecilik hayaıtnda birçok muvaffakiyetli oyunları olmuştur. Paris’teki meşhur oyunu ise en başta gelir. Bunu antrenör Hunter de daima söylerdi.

    O gün Çekler’in karşısında panik olmamamıza ve olimpiyat futbol turnuvasında mağluplar arasında en iyi dereceyi almamızda Nedim’in büyük hissesi vardır.

    İlk kulübü Altınordu’dur. Sonra Fenerbahçe’ye girmiştir. Futbola, kaleciliğine aşıktır. Nitekim soyadını bile “Kaleci” koymuştur. Nedim’den bugün dahi futbol merakı bir parça olsun eksilmemiştir. Statların en ateşli, en meraklı müdavimlerindendir. Seyirciler arasında daima onun sert sesini duyarsınız. Genç futbolcu arkadaşlarını bir erkanı harp kumandan gibi tribünden bağırarak idare eder. Tenkit eder, kızar, bağırır, yükseltir, alkışlar:

    “- Haydi bakalım evlatlarım. Gösterin kendinizi”

    “- Şut… Şut diyorum sana!”

    “- Aferin çocuğum ha şöyle pas!”

    “- Ne yaptın? Berbat ettin, çalımın sırası mı şimdi?”

    ***

    Yaşa Nedim!

    Bedri GÜRSOY / Futbol Merakı Bugün Bile Eksilmemiş Olan Nedim Kaleci

  • Fenerbahçe’nin İlk Yurt Dışı Seyahati

    Fenerbahçe’nin İlk Yurt Dışı Seyahati

    1933 tarihli Olimpiyat dergisinin “Fenerbahçe’nin 25. Yılı” özel sayısından devam ediyoruz. Bu kez yazarımız Şakir Beşe. Fenerbahçe tarihine müthiş hazineler bıraktığını daha önce de yazdığımız bu özel insanın bir eserine daha rastladık. Beşe Zade Şakir Bey, 1914’de gerçekleşen Fenerbahçe’nin ilk yurt dışı seyahati ile karşımızda… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şakir Beşe Anlatıyor

    Bugün en samimi dostumuz ve komşumuz bulunan Rus milletinin centilmen sporcuları bu tarihten tamam 20 sene evvel Fenerbahçe’nin şahsiyet-i maneviyesinde olgunlaşan Türk sporu ile alakadar olmuş ve rumî 1330 senesi bidayetinde Odesa şampiyonu (Sporting Club) tarafından kulübümüze ve dolayısıyla Türk sporcularına ecnebi bir memleketten ilk davet vaki olmuştur.

    Kulübümüz, Türk sporunu ecnebi memlekette ilk defa temsil edeceğinden ve bilhassa senelerden beri biz Türklere hiç de iyi bir nazarla bakmayan Çarlık idaresine rağmen genç Rus sporcularının uzatacağı eli dostça sıkacak ilk Türk heyeti olacağından bu seyahate azami derecede ehemmiyet vermiş ve o suretle hazırlanmıştık.

    Seyahate iştirak edenler:

    Dr. Hamit Hüsnü Bey (kafile reisi)

    Galip, Zeki Mazlum, Yahya Berki, Şakir, Sait (Avcı), Hikmet, Selahattin (Manço), Arif merhum, Sabri merhum, Nüzhet, Nuri (Otomobil) merhum, Süreyya, Küçük Arslanyan, Miço, Alexander Boris, Jan Beyler.

    Kulüp İdaresi futbol takımının daha fazla takviyesini düşünmüş ve o sırada kulüp haricinde temayüz etmiş futbolculardan Hasan ve Hüseyin beyleri Rusya seyahati için angaje etmişti.

    19 kişiden mürekkep heyetimiz 330 senesi Mayısının ilk cuması öğleden sonra Galata rıhtımında toplanmış bulunuyordu. Bizi Odesa’ya götürecek olan vapura resmi muamelenin hitamından sonra yerleştik. Alafranga saat beşte kulüp mensupları ve kulübü seven yüzlerce halkın (Yaşa Fener! Şerefle… Güle Güle) teşyi sedaları, hediye yağmurları arasında hareket ettik.

    Seyahat Nasıl Geçti?

    Vapurumuz boğazın mavi sularını yara yara yol alıyor. Bütün arkadaşlar güvertede toplanmış etrafı seyrediyoruz. Boğazı geçtik, Karadeniz’e daldık.

    Seyahatin çok eğlenceli safahatı, yolculuğa iştirak eden bütün eski Fenerliler arasında hala en aziz hatıradır. Cumartesi günü Odesa uzaktan gözükmeye başladı. Tam saat birde limana girdik ve rıhtıma yanaştık. Uzun antrepoları ve birçok tren hatlarıyla bu koca liman Rusya’nın Karadeniz’e açılan sayılı ticaret merkez ve menfezlerinden biri.

    Rıhtımda (Odesa) şampiyonun Sporting Clup idaresi tarafından karşılandık. Kafilemize hürmeten hafif geçen gümrük muayenesinden sonra kazak elbiseli, koca kavuklu, pos bıyıklı, çember sakallı arabacılar tarafından idare edilen küçük brik arabalara bindik ve oldukça dik bir yokuştan çıkarak şehre girdik. (Deribasıf Sıkâye Uliça) namında şehrin en geniş ve en mükemmel ve tahta parkeden caddesindeyiz. Bu cadde her halde elli metreden dar değildi. Yaya kaldırımları ise bizim caddeler kadar geniş. İlerledikçe katettiğimiz bütün diğer caddeler cetvelle çizilmiş bir şekilde dümdüz uzuyor. (Deribasıf) caddesinin nihayetine doğru sol tarafta muazzam bir bina önünde arabalardan indik.Burası (Balşayi Moskofıskaye) büyük Moskof Sarayı namında mükemmel ve mükellef bir otel. Sonradan ahbap olduğumuz sahibi Kırım eşrafından Odesa imamı Gani efendi isminde muhterem bir zat.

    Odalarımıza yerleştik. Otel, ziyaretimize gelen Odesa’nın gençleriyle dolmuş taşmıştı.

    Şehirdeyiz

    Ertesi gün maç yapacağız. Çünkü teglrafımızı alan Sporting Clup reklamlar yapmış, duvarlara büyük ilanlar yapıştırmış. Bizler ise henüz deniz tutkunu ve yol yorgunuyuz. Fakat oynayacağımız sahayı bir kere görmek ve hiç değilse üzerinde biraz konuşmak lazım.

    Hamit Hüsnü, Zeki Mazlum, Yahya, Selahattin beylerden maada hepimiz soyunduk, futbol kıyafeti ile ve mihmandarlarımızla birlikte bizi sahaya götürecek elektrikli tramvaya bindik.

    Saatte en aşağı elli kilometre yol alan tramvay bizi yirmi dakikada sahaya ulaştırdı. Bir kısmı duvar bir kısmı siyah tahta perde ile çevrilmiş geniş bir sahaya girdik. Bizi haber alan mütecessis bir grup seyre gelmişti. Sahaya alışmak için biraz hareket yaptık ve birkaç şut çektik. Saha kumlu ve yumuşak ve fazlaca otlu idi. Sporting Clup erkanından birkaçının nazarları ekseriya bende toplandığından oldukça meraka düştüm. Spor hayatımda avcılığı daima futbola tercih etmiş olduğundan futbolda iyi bir derecem yoktu. Fakat çok dikkat ediyorlardı işte! Meğerse sebebi varmış. Sait Bey kardeşimiz otelde beni (kafilenin bıyık tıraşı faslından sonra) İngiliz zanneden bu zevata (Evet takımın antrenörüdür, fakat belli etmiyor) diye tanıtmamış mı? İşte o günden beri adım antrenöre çıktı. Bir aralık Sait yanıma sokuldu ve bu muzipliğini söyledi, işi anladım ve tertibi bozmadım.

    Biraz idmandan sonra bize çay ikram edildi ve aynı tarikle otele geldik ve istirahate çekildik.

    Birinci Maç

    Kiliselerin çan sesleri ile uyandık. Nefis bir kahvaltı ettikten sonra şehri gezdik. Hep bir boyda büyük binaları, çok temiz ve çok düz geniş caddeleri, çok şirin bulvarları, çok mültefit ve misafirperver halkı ile burası her halde güzel bir şehir.

    Öğle yemeği ve istirahatten sonra takım otelde soyundu sahaya gittik. Sahada 6000 kadar seyirci var. Etraf Rus süvarileri ile sarılı. Şaka takımı ile karşılaştık. müthiş bir alkış tufanı (Hura Turko) sadaları ve havada mektepli kasketleri. Para atıldı, yerler tutuldu.

    Hakem : Orta boylu, güler yüzlü, oldukça bitaraf hareket eden bir zat idi.

    Bizim takım şu şekilde :

    Küçük Arslanyan, Arif, Hasan, Süreyya, Galip, Sabri, Hikmet, Sait, Nüzhet, Nuri, Miço

    Birinci Devre : Oyun başladı. İlk deneme akınları, her iki taraf ince oynuyor. On dakika sonra hakimiyeti aldık ve üst üste akınlara başladık. Oyun çok heyecanlı ve çok temiz. Bizim hücum hattı hasma nazaran daha çevik ve cevval. Her iki tarafın müdafaası çok dürüst, vaktinde müdahaleler, top alışlar ve uzaklaştırmalar yerinde. Oyun bu şekilde devam ederken bizim bir aklımızda hasım müdafii topu elle tuttu. Penaltı. Bunu Hikmet çekti ve çok tabii olarak (sağ yukarı köşeden) gol oldu. Saha bir kere yerinden oynadı. Halk karıştı, dalgalandı ve müthiş bir gök gürültüsü gibi patlayan halkın sesi : (Bravo Turko)…

    Oyun devam ediyor, hakimiyet bizde, fakat arkadaşlar gittikçe kuvvetten düşüyorlar. Henüz yol yorgunluğu geçmemiş bir vücut bundan fazla çalışamazdı. Hal böyle iken canla başla çalışarak dört gözle bekledikleri devre sorunu buldular.

    İkinci Yarı

    İkinci Devre: Takımımız yorgun, akıllarımız daha zayıf. Hakimiyet Şaka takımına geçti. Müdafaamız canla başta çalışıyor ve daha çok yoruluyor. Arslanyan ismi gibi çalışıyor; fakat denizden hâlâ başı dönüyor ve rengi sapsarı. Hal böyle iken hasım sol içinin yaman şutlarını kurtardı.

    Bu devrenin otuzuncu dakikasında bizim haf hattı üzerinde hasım oyuncuları faul yaptı. Hakem yanlışlıkla bizim aleyhimize frikik verdi. Bundan sonra hasıl olan karışıklık esnasında bize bir gol oldu. Oyun daha bir müddet tarafeynin akınları ile devam ettikten sonra maç 1-1 beraberlikle neticelendi.

    Pazartesi günü Rus Çarı (Kiev’e) gitmek üzere Odesa’dan geçecek idi. İki gün evvelinden bütün şehir donanma tertibatı ile meşguldü. Öğle yemeğinden sonra liman cihetinde kurulan takı zaferin yanında bize tahsis edilen yere toplandık.

    Büyük bir kalabalık toplanmıştı. Epeyce bir bekleyişten sonra uzaktan bir otomobil göründü. Bir daha, bir daha… Bunların içinde tamamen kırmızı ve sırmalı elbiseler giymiş Çarın maiyet yaverleri bulunuyordu. Bütün bandolar hep birden marş çalmaya başladılar. Otomobiller arka arkaya geçiyordu. Ara yerde muhteşem bir otomobil ve bunun etrafında bir bölük kadar mızraklı süvari muhafız kıt’ası son süratle geçti. Ben kendi hesabıma Rus Çarını göremedim desem yalan değil. Fakat o anda yüz binlerce halkın hurraları, baştan şapkaların, kalpakların, külahların anı vahitte kaybolması, limanda birbirini müteakip topların tarrakası gösteriyordu iki bir şeyler olmuştu.

    İkinci Maç

    Öğleden evvel biraz yağmur yağdı. Öğleden sonra bermutat otelde soyunduk ve tramvayla sahaya gittik. Bugün saha çok kalabalık.

    Birinci Devre : Hakem aynı hakem. Halkın alkışları arasında her iki takım yer aldı ve oyuna başlandı.

    Bizim takım şu şekilde :

    Küçük Arslanyan, Arif, Galip, Süreyya, Hasan, Sabri, Hikmet, Sait, Nüzhet, Nuri, Miço.

    Her iki taraftan mukabil akınlar. Saha kumlu ve otlu olduğundan bizim takım çevik hareketinden kaybediyor. Ruslar uzun boylu ve atlet yapılı. Bizimkiler onlara nazaran oldukça çelimsiz. Oyunumuz açılmaya ve paslar düzelmeye başladı. Her iki taraf müdafaası oldukça çetin. Galip’in yerinde müdahaleleri, rahmetli Arif’in top kurtarışları, Süreyya’nın soldan makaslama ta Nuri’ye varan pasları çok mükemmeldi. Hücum hattımızdaki kombinezon hasım müdafaasını çok şaşırtıyordu. Solda Hikmet’le Sait kombinezonu, sağda Nuri ile Miço akını hasım nısıf sahasında fırtınalar koparıyor. Bütün muhacim hattımız çelik bir zemberek gibi açılıp kapanıyordu. İşte böylece hakimiyet bize geçmişti. Fakat hasım kalecisi lastik gibi adamdı. Kaç şut atıldıysa elinde kalıyordu.

    Odesa ikincisi Şaka Kulübü’nün oyunu daha ince, daha kombine. Fakat bu şampiyon Sporting takımı birinciliklerini sert oyun sistemlerine değil, herhalde kalecilerinin maharetine medyun.

    Devrenin sonlarına doğru hasım tarafa lehine penaltı. Top yerine kondu. Sol açık Hikmet, adeti veçhile topu düzeltti ve yalnız kendine mahsus müthiş şutu çekti Gol… Hasmın çok mahir ve çevik kalecisi vazifesini ifa etmiş ve çok mükemmel bir plonjon yapmıştı. Fakat bütün futbol hayatında çektiği penaltıları her seferinde göre tahvil eden Hikmet’in tutulmaz şutunu bu zat dahi ellerinden kaçırmış ve gol olmuştu.

    İkinci Devre

    İkinci devre : Sporting Clup oyuncuları mağlup vaziyetten kurtulmaya azmetmişler; çok sert ve seri oynuyorlar ve daha fazla faul yapıyorlar. Rahmetli Hasan da mukabelede gecikmiyor. Miço daha ziyade yardımcı oynuyor, müdafaamız canla başla oynuyor. Bilhassa Arslanyan’ın kurtarışları çok mükemmel. Hasım muhacimlerin tehlikeli bir akını esnasında Sporting soliçinin sağ gösterip sola havale ettiği müthiş şutunu Arslanyan’ın kurtarması şaheser. Bütün sahadan taşan alkış tufanı ve takdirler.

    Bu devreyi ara sıra akın yapmakla beraber zorlu bir müdafaa oyunu ile bitirdik ve 1-0 Odesa şampiyonuna galip geldik.

    Maçın hitamında hurra sadaları ile halk sahaya koştu ve penaltı kralı Hikmet’le fedakar kalecimiz Arslanyan’ı havaya kaldırdı.

    Çarşamba günü sol müdafi rahmetli Arif ile sağ yardımcı rahmetli Sabri mühendis mektebinin imtihanlarına yetişmek üzere Odesa’dan İstanbul’a hareket ettiler. En mühim iki müdafaa uzvunun takımdan bu suretle ayrılması bundan sonraki maçlarda tesisini göstermiş ve müdafaamız zayıf kalmıştı.

    Üçüncü Maç

    Öğleden sonra bermutat otelde soyunduk, sahaya gittik. Türk sporcularına halkın gittikçe artan alakasını anlamak için etrafa şöyle bir bakmak kafi idi.

    Karşılaştığımız takım Odesa’nın en mühim seçme oyuncularından mürekkep. İkisi müdafaada ve ikisi hücum hattında dört İngiliz var.

    Bizim takım şu şekilde:

    Arslanyan, A. Boris, Hasan, Süreyya, Galip, Jan Boris, Hikmet, Sait, Hüseyin, Nuri, Miço.

    Rusların bir akını ile oyun başladı ve çok seri devam ediyor. Takımın neresinde yer alırsa orasının oyuncusu oluveren çok değerli sporcumuz Galip’ten maada bütün müdafaa bocalıyordu. Arslanyan’ın mahareti ve fedakarlığı olmasa bir kaç gol yemek işten değildi. Devre sonuna doğru rahmetli Hasan’ın bir ıskası bize bir gole mal oldu ve devre 1-0 aleyhimize bitti.

    İkinci Devre

    İkinci devre: Ruslar daha sert ve seri oynuyorlar. Müdafaamız birinci devrede çok yorulmuş. Rahmetli Arif’le rahmetli Sabri’nin müdafaada bıraktığı boşluğu, ne ikinci derecede bir futbolcu olan A. Boris ne de çok çalımlı ve faullü bir müdafaa oyunu oynayan rahmetli Hasan dolduramazlardı.

    Muhacim hattımız oldukça tehlikeli akınlar yapıyor, fakat hasım müdafaası zorlu ve kalecisi mahir olduklarından bir türlü gol çıkaramıyor. On dördüncü dakikada Rusların seri bir akını aleyhimize bir gol kaydetti. Bundan sonra daha ziyade müdafaa oyunu tatbikine başladık. Hikmet soldan ve Miço sağdan yardımcı vaziyete geçtiler. Ruslar kırkıncı dakikada aleyhimize bir gol daha kaydettiler. Devre bitti ve Odesa muhtelitine 3-0 mağlup olduk.

    Oyun çok heyecanlı oldu ve halk her iki tarafı da müthiş alkışladı.

    Nikolayef’e Gidiyoruz

    Bu akşam Alexandr parkta şerefimize tertip edilen ziyafete otomobillerle gittik. Bu park sayısız Odesa parklarının en büyüğü ve en güzeli, oteli ve tiyatrosu ile herhalde en mükellef ve mükemmel iyiydi.

    Cuma günü, iki maç yapmak üzere Nikolayef’e hareketimiz mukarrer olduğundan hareket hazırlıkları ile meşgul olduk.

    Saat beş raddelerinde yirmi iki mil sürati olan beyaz bir vapurla Nikolayef’e hareket etmiştik. Nihayetinde Nikolayef şehri ve Rusya’nın tersanesi bulunan nehire girdik. Nehrin her iki sahilinde yer yer mevzu istihkamları gece geçtik. Cumartesi şafakla beraber Nikolayef’e vasıl olduk. Yolda bize refakat eden Odesa musevilerinden bir hakem bizi karşılamaya gelmiş olan Nikolayef Clup kulüp erkanı ile tanıştırdı. Hep birlikte güzel bir otele gittik.

    Maç Başlıyor

    Öğleden sonra yakın olan sahaya yaya olarak gittik ve bize tahsis olunan mahalde soyunduk Bizim takım şu şekilde idi :

    Arslanyan, A. Boris, Hasan, Süreyya, Galip, Nüzhet, Hikmet, Sait, Hüseyin, Nuri, Miço.

    Oyun ahenksiz başladı. Muhacim hattında Hikmet biraz aksıyordu. Sağ haf Nüzhet rahatsız olduğundan iyi oynayamadı. Ekseriya saha kenarında oturuyor ve dinleniyordu. Miço yardımcı vaziyette, sana taşlık ve berbat, oyun her iki tarafın mütevali fakat semeresiz akınları ile devamdan sonra devre 0-0’a bitti.

    İkinci devre: Sahaya alışan takımımız bu devrede daha iyi bir oyun oynadı. Her iki taraf akınları devam ediyor, bir türlü gol çıkaramıyorduk. Hüseyin çok fırsat kaçırdı, Sait’in bir şu direğe çarptı ve gol olmadı. Devrenin sonlarına doğru hasım muhacimler tehlikeli bir akın yaptılar. Bizim kale önünde bir karışıklık oldu ve bir gol yedik ve oyun böylece 1-0 aleyhinize neticelendi.

    Pazartesi günü Nikolayef’in tersanesini heyetimize bir cemile olmak üzere gezdirdiler. Bilhassa orada inşa edilmekte olan Prenses Maria drednotunu seyrettik, kasabayı gezdik, parkta eğlendik ve otele avdet ettik.

    Son Maçımız

    Mutat veçhile öğleden sonra yaya olarak sahaya gittik. Bugün halk çok daha fazla kalabalıktı.

    Bizim takım :

    Arslanyan, A. Boris, Hasan, Süreyya, Galip, Jan Boris, Hikmet, Sait, Hüseyin, Nuri, Miço.

    Birinci devre : Oyun bizim güzel bir aklımızla başladı. (Burada zikretmeden geçemeyeceğim. Kafile reisi Dr. Hamit Hüsnü Bey’in takımımızın istirahati uğrunda vaki olan hizmetleri bilhassa kayda şayandır) Bugün takım çok zinde ve çok güzel çalışıyor. Biraz sonra kombinezon teessüs etti ve hakimiyet bize geçti. Sağdan ve soldan tehlikeli hücumlar yapıyoruz. Bugün bilhassa sol taraf çok güzel işliyor. Bu güzel kombinezon nihayet semeresini verdi. Hikmet’ten yerinde bir pas alan Sait, güzel bir şutla ilk golünü kaydetti. Bir müddet sonra devre 1-0 lehimize bitti.

    İkinci devre: Hasım takımı yediği golün acısını çıkarmak için gayet seri ve tehlikeli birkaç akın yaptı. Arslanyan’ın çok güzel kurtarışları gol çıkarmalarına mani oldu. Gene hakimiyeti elde ettik. İşte çok mükemmel bir akın, top Sait’te, hasım müdafii ile karşı karşıya, o sırada Hüseyin’e kısa ve ani bir pas, Hüseyin’in yerden sol köşeye sıkı bir şutu. Gol..

    Bu ikinci golden sonra oyun tamamen hasım nısıf sahasına intikal etti. Devre sonlarına doğru gene Sait’in güzel bir pası ve Hüseyin’in sıkı bir şutuyla üçüncü gol.

    Maç böylece 3-0 galebemizle neticelendi.

    Halkın alkışları arasında ateli avdet ve istirahat.

    Kiev’e Gitmeden Geri Dönüş

    Çarşamba: Nikolayef’ten hareket ettik.

    Perşembe sabaha Odesa’ya avdet ettik. Takımımız Kiev şehrine davet edilmişti. Fakat Odesa şehbenderimiz Tahir Beyefendinin ahvali siyasiye hakkında bize verdiği malumat ve tavsiyeler üzerine bu seyahatten sarfınazar ettik. Rusya’da gördüğümüz misafirperverlik fevkalâde idi. Başımızı nereye çevirdikse muhabbet dolu gözler, tebessüm ve iltifat dolu çehreler gördük.

    Mesela bir müzikhole gideriz halk ayağa kalkar, hürmet ve iltifat eder ve yer gösterir; bir parka gideriz, bütün gruplardan çok samimi bir alâka ve bütün masalardan davet ricaları alırız; mektepli kardeş muamelesi yapar; zabiti hürmetle selam verir; kadını iltifatlar yağdırır; memuru yardım eder, tüccar ve esnaf ikram eder; velhasıl Ruslar çok ince ruhlu sevimli ve asil bir millet. İşte Fenerbahçe’nin ilk Rusya seyahatinin bizde bıraktığı intiba…

    Beşe Zade Şakir