Kategori: Anı-Biyografi

  • Asaf Beşpınar’ın Ölüm Yıl Dönümü

    Asaf Beşpınar’ın Ölüm Yıl Dönümü

    Fenerbahçe’nin tüzükte ismi geçen kurucularından rahmetli Asaf Beşpınar’ın ölüm yıl dönümü yakın zamana kadar 20 Mayıs olarak biliniyordu. Fakat önce Heybeliada’daki aile kabristanı, sonrasında ise bir gazete kupürü sayesinde bu tarihin hatalı olduğunu öğrendik. Şimdi de kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet’ten gelen bir belgeyi paylaşacağız. Mayıs 1946 tarihli Av ve Deniz mecmuasında Asaf Beşpınar’ın vefat haberi var. Gerçi 1946 yılında 26 Mayıs Pazartesi gününe denk gelmiyor ama yine de biz kabristanda da yazılı olduğu için 27’sini değil, bugünü esas almak durumundayız. Sizi yazıyla başbaşa bırakalım… Asaf Bey nur içinde yatsın…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Asaf Beşpınar

    Mecmuamızın ilk sayısından beri kıymetli yazıları ve sanatının bütün inceliklerini belirten planları ile bize paha biçilmez yardımlarda bulunan ve memleketimizin değerli deniz inşaiye mütehassıslarından Asaf Beşpınar, kısa bir hastalığı müteakip 26 Mayıs 1946 Pazartesi günü vefat etmiş bulunmaktadır. Bu acı haberi okuyucularımıza bildirirken büyük bir teessür duymakta ve yurt denizcilerinin, uzun zaman onun yokluğunu hissedeceklerini düşünerek bu teessürümüz bir kat daha artmaktadır.

    Asaf Beşpınar’la, vefatından iki gün evvel telefonla görüşmüştüm. Aziz arkadaşımız bu sayımıza konacak planları hazırlayarak gönderdiğini fakat, rahatsızlığından bunlara ait yazıyı yetiştiremediğini bildiriyor ve bu hususta okuyucularına tarafından itizar etmemi istiyordu. Ne kadar elimdir ki, onun elinden çıkmış son planı mecmuaya koyarken itizarı yerine ölümünü haber vermek gibi elim bir mecburiyet karşısında bulunuyorum.

    Asaf Beşpınar’ın dergimizin bundan evvelki sayısında çıkan son makalesi şöyle nihayetleniyordu.

    “Moda’da yapılmakta olan yegane 25 metre murabbai yarış tip kotra bitmek üzeredir. Anlaşılan bu sene yine bu tekne de yalnız kalacak veya diğer (A) klası küçüklerle hendikepli yarışacaktır. 30 senedir bizim spor ve denizcilik yıldızımızın ne kadar sathî olduğunu öğrenmemiş olsaydım bu neticeden memleket namına müteessir olurdum. Bereket versin ki artık hülya devrini çoktan geçirdim ve yolumuz olduğu halde bu kadar aheste beste gitmemize artık isyan değil hayret bile etmiyorum”

    Son Yolculuğa Kendi Yaptığı Motor ile Gitti

    İnsana öyle geliyor ki, aziz denizci, hayatının sonuna irişdiğini hissettiği halde bu kadar aheste beste gitmemiş de, bütün bir ömür boyunca bitmez tükenmez didinmelerden ve mücadelelerden sonra memlekette tahayyül ettiği denizciliği temine muvaffak olamamaktan mütevellit duyduğu vasiyetname ve hayatta kalanlara inkisarı anlatmak istiyor. Bu adeta bir onun duyduğu acıların son bir ifadesi idi.

    Mecmuamızın ilk sayısından beri hiçbir nüshasını yazısız ve plansız bırakmamıştı. O, bunları hiçbir menfaat mukabili olmaksızın, sırf mesleğine karşı olan aşkının kuvvetiyle ve yurdumuzda tahayyül ettiği yüksek bilgi ve kabiliyette denizcilerin yetişmesine faydası olur ümidiyle yazıyordu.

    Ne kadar hazindir ki, tabutunu Heybeliada’daki aile makberesine götürmek üzere gelen motorun, tamamen bir tesadüf eseri olarak, onun bundan çok zaman evvel yaptığı (Arı) motoru olduğunu gözlerimiz yaşararak gördük.

    Asaf Beşpınar, son deniz gezintisini, kendi yaptığı bir motorla, dostlarının ve sevgili oğlunun refakatında, güzel bir havada Heybeliada’ya doğru yapıyor ve ölümü bile bir denizcilik hareketine vesile oluyordu.

    Ölümüyle yurdumuzda, doldurulmaz bir boşluk bırakan Asaf Beşpınar’ın kederli ailesine ve bütün memleket denizcilerine taziyetlerimizi sunar ve merhuma cenabı hakdan rahmet ve mağferet dileriz.

    Turhan Tamerler / Asaf Beşpınar’ın Ölüm Yıl Dönümü

    Asaf Beşpınar'ın Ölüm Yıl Dönümü
  • Canavar

    Canavar

    Alican Küçükcan kalemini yine müthiş bir tarihî anekdota doğru sürüyor. Taksim Stadı’nda dev bir köpekbalığı, Küçük Franco ve Canavar Burhan. Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dev Köpekbalığı

    Marmara’da balıkçılar saatler süren uğraştan sonra, dev bir köpekbalığı yakalamayı başardılar”

    Gazetedeki haber böyle. İyi güzel de bu camgözü, artık ne isim vermişlerse şu yaratığa, bilmiyorum, İstanbul’da resmi futbol maçlarının yapıldığı iki stattan birinde sergilemek de neyin nesi, hem de 5 kuruşa.

    Niye şaşırıyorum! İstanbul’da temâşâsı yüksek gösterilerin değişmez adresi bir dönem hep Taksim Stadı olmamış mıdır.Bilmez miyiz klasik müzik konserinden, itfaiyecilerin yangın söndürme provalarına, ağır siklet güreşlerden bisiklet pursüitlerine kadar envai etkinliğin burada yapıldığını. Neyse, soğuk bir 1929 İstanbulunda, fotoğrafçı ilginç bir kare yakalamış, ‘lafı’ fazla uzatmadan, onu deşeliyelim; buyrun:

    Serginin küratörü resmin sağında dev balığa en yakın duran fötrlü olmalı. Sunumun eksiksiz olması için çalıştığını biliyor ve o edayla bakmış fotoğrafçıya. Sergi sorumlusu, köpekbalığının ağzının büyüklüğünü anlatmak, kendinden daha küçük bir deniz canlısını yutmadan evvelki o anın ürkütücü görüntüsünü vurgulamak istercesine camgözün çenesini yerden destekli bir kalasla iyice açmış. Dev balığın gövdesinin ön bölümünün kotu, kırık dökük bir ahşap sandalyeden omuz alan latayla yükseltilince ‘bana fazla yaklaşmayın, her an bir kaza çıkartabilirim’ ürpertisi yaratmış seyirciler arasında. Bakın izleyenlere, hepsi adeta mum gibi.

    Koş Vatandaş Koş

    Yerden otuz santim yüksekteki platformun üzeri ıslak. Camgöz kokmasın diye bize yakın duran yağ tenekesinden bozma kovalarla canavarı sık sık ıslatan kişi, seyircilerin önünde çömelen genç arkadaşın ta kendisi. Henüz plastik bidonlardan bîhaber olunduğu için, Rus malı, üzeri orak/çekiçli gaz tenekeleri kullanılırdı suyun lojistiğinde. Bu tanekelerin deve resimli olanları da vardı ki onların menşei de Arabistan olurdu. Bu genç boş boş çömeleceğine, yatıp kalkıp köpekbalığının yazın yakalanmadığına dua etsin. Sıcağın altında dev balığın gövdesini nemli tutmaya çalışmaktan, oturmaya vakit bulabilir miydi acaba!

    Soldaki şapkalı da sergi alanının güvenlik görevlisi muhtemelen.

    Bu eski kışla avlusu sportif müsabakanın her türlüsünü gördüğü gibi, işte böyle ilginç gösterilere de ev sahipliği yapardı. Binanın dış kapısındaki dev panoda, içerdeki gösterinin duyurusu ve ücreti dev puntolarla yazardı. Bütün bu atraksiyonlar 1922-1941 arasında oldu. Sonra Taksim Gezi Parkı yapılırken kışla parça parça yıkıldı. Yıkıcıların balyozları altında kalan kışla duvarlarından ve reklam panosundan geriye, 1929 tarihli işte bu ilginç slogan kaldı:

    “Koş vatandaş koş, canavarı ayağınıza getirdik.”

    Canavar Burhan

    Bu gösterinin yapıldığı günlerde, bir bebek dünyaya gözlerini açtı. O minik yavru bu statta hiç top oynamadı. Bu devasa yaratığa da tarihin tozlu sayfalarında rastlamışsa ne âlâ! Ama hayata 1929 yılında merhaba diyen bu bebek, yıllar sonra hücum gücüyle büyüyecek ve rakiplerini futboluyla korkutan bir canavara dönüşecekti. Bu forvetin adı Burhan’dı, üzerine zimmetli lakabıyla söylersek “Canavar Burhan”

    Burhan Sargın Fenerbahçe forması içinde 100 gol barajını parçalayan bir hücum silahıydı. Türkiye’nin ‘gidebildiği’ ilk Dünya Kupası’nın arefesindeki İspanya kapışmalarının altına, attığı iki golle fiyakalı bir imza  konduran Sargın’a eşlik eden bir kişi daha vardı: Küçük Franco.

    Türkiye, İspanya ile eşleşmiş, ilk maçı kaybetmiş, ikinci maçı kazanmıştı. O zamanlar, rakip sahada atılan golün avantajı yoktu. Üçüncü maç Roma’da oynandı ve 2-2 berabere bitti. Sonucu kura belirleyecekti. Seyirciler arasından bir çocuk şeref tribününe getirildi ve bir kupanın içine Türkiye ile İspanya yazan iki küçük kağıt, katlanarak kondu. Franco’nun sol eli Türkiye’yi çekti ve böylece ilk kez Dünya Kupası hakkını sarışın bir çocuğun tercihiyle kazanmış olduk. O gün on yaşında olan Franco, yıllar sonra verdiği bir röportajda 17 Mart 1954 gününü şöyle anlatıyordu:

    “Evimiz stada yakındı. O gün de bir maç vardı. Biz maçlara hep beleş girerdik. Goller atıldı, maç bitti. Staddan çıkarken iki polis peşime düştü. “Gel buraya canavar” diye hem bağırıyor, hem de korkma diyorlardı. Maça beleş girdiğim için yakalandım sandım, beni bırakmaları için çok yalvardım. Sonra tribüne götürüp, gözümü bağladılar ve kupanın içindeki iki kağıt parçasından birini çekmemi istediler. Korkarak çektim “Turchia” dediler ve birden Türk futbolcuları beni havaya kaldırdılar. Hatta bir İspanyol futbolcu bana tükürdü. Sonra Türkler beni İsviçre’ye götürdüler. Şampiyona boyunca maskotları oldum…”

    Franco bu röportajdan üç yıl sonra, 1989 yılında trafik kazasında hayata veda etti. Bunun haberini geçmek ise yine, Roma’dan bildiren Reha Erus’a düşüyordu.

    Bir zamanların heyecan bahçesi Taksim Stadı artık yok, Canavarlar da çekip gittiler buralardan. Ne demişler,

    Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer…

    Alican Küçükcan

  • Wilhelm Kohlhammer : Der Deutsche Panzer von Fenerbahçe

    Wilhelm Kohlhammer : Der Deutsche Panzer von Fenerbahçe

    Im Herbst seines Lebens hatte Wilhelm eine Aufregung , was ihn wieder mal beschaeftigen sollte. Die Vereinbarung zwischen der Türkei und Deutschland in Oktober 1961 bez neue Arbeitskraftaufnahme hatte ihn sehr erfreut. Die Türken , mit denen er sehr gute Erinnerungen aus seiner Jugend hat , würden in sein Land, sogar in seine Stadt kommen. An die jenigen Türken, die nach Heidelberg kamen , hat er Gastfreundschaft gezeigt. Mit denen hat er über Fenerbahçe und die Meisterschaften,die er mit Fenerbahçe gewonnen hat , gesprochen. Die meisten haben ihn nicht verstanden. Sogar seine besten Freunde glaubten nicht mehr an ihn, die glaubten  dass er spinnt. Wilhelm hatte ja kein Photo , nicht mal eine Rosette . Falls es so wichtig ist , warum erinnerte sich Fenerbahçe nicht an ihn?  Dies enttauschte Wilhem nicht. Er verfolgte seine Mannschaft weiter aus der Ferne und versuchte mit Türken ,die er traf , über Fenerbahçe zu reden.

    Eines Tages hatte ihn ein junger Türkischer Ingenieur, die er in dem selbstgegründeten Heidelberg Hockey Club kennengelernt hat , genau zugehört. Sie haben zusammen über Fenerbahçe gesprochen , haben sich an die alten Tage erinnert. Der junge Ingenieur hat ihn die letzte Situation von Fenerbahçe erzaehlt. In den letzten zwei Jahren war Galatasaray Meister aber seit Wilhelm nach Deutschland zurückgekehrt war, hatte Fenerbahçe allesmögliche gewonnen. Fenerbahçe war die Mannschaft mit den meisten Meisterschaften.Vor 4 Jahren hatte Fenerbahçe sogar die weltbeste Mannschaft, Manchester City besiegt und alle hörten dann von Fenerbahçe. Jetzt nachdem der Transfer vom Stürmer Cemil auch erledigt wird,werde  niemand  mehr Fenerbahçe stoppen.

    Das Gespraech kam zu Ende aber der junge Ingenieur hat es nicht vergessen.Als er gegen Ende von 1972 für den Urlaub in die Türkei kam, hat er irgendwie den Weg gefunden , Fenerbahçe zu besuchen.An die jenigen die er im Klubgebaude getroffen hat, hat er von Wilhelm Kohlhammer erzaehlt und gesagt ,dass er irgend ein Photo,eine Rosette oder eine Fahne ihm mitbringen wil.

    Die Klubangehörigen haben sich sofort darum gekümmert.Alles mögliche wurde vorbereitet und auf die Bestaetigung des Praesidenten Faruk Ilgaz gewartet. In dem Moment haben zwei Journalisten, die damals 27 Jahre alt waren , Kemal Belgin und Atilla Gökçe , von dem Namen Wilhelm gehört.Diese Nachricht ging sofort an die Sportabteilng von der Zeitung Tercüman und bevor das Geschenkpaket nach Heidelberg abflog ,war schon das Auto von Doğan Pürsün und Erol Aydın, beide vom Deutschlandbüro der Zeitung Tercüman , vor dem Haus von Wilhelm Kohlhammer geparkt.Beide haben ihn umgefaehr nach 60 Jahren  für das Spiel Fenerbahçe gegen Galatasaray in Mithatpaşa Stadion eingeladen und los ging es sofort.

    Wilhelm Kohlhammer wurde in 6 September 1890 geboren und seine Geschichte in Istanbul begann gegen Ende von 1912. Eigentlich war in Heidelberg alles ok für ihn. Er hatte als 22 jaehriger mit SportClub Neuenheim 02 die Deutsche Rugbymeisterschaft gewonnen. In dem Sieg 13-6 in der Finale war er einer der besten Spieler auf dem Platz. Das war der erste von 9 Meisterschaften  und er ging somit in die Geschichte des Clubs als einer der unvergesslichen Spieler.Aber Lebensunterhalt war ja wichtiger und er hatte eine gute Stelle bei der Deutschen Bank gefunden und hatte sich auf den Weg gemacht nach Istanbul kurz vor dem 1.Weltkrieg.

    Bevor andere Filialen im Westen von Europa zu eröffnen hatte die Deutsche Bank damals die erste auslaendische Filiale in Istanbul im Jahre 1909 eröffnet. In den Tagen hatte die Deutsche Bank schon 250 Mitarbeiter in Istanbul und profitierte von der guten Beziehung zwischen den Ottomanischen und Deutschen Reichen. Die Finanzierung von mehreren Projekten und all die Kredite gingen durch diese Bank und der junge Wilhelm war als Fremdsprachenverantwortliche da.

    Laut Daten von der Bank wurde Wilhelm mehrmals befördert und hatte diverse Positionen aber er wollte vom Sport auch nicht entfernt bleiben. Er mag Rugby sehr aber in Istanbul gab es keine Möglichkeit dazu. Für Hockey war die Situation auch nicht viel anders. So wurde ihm nachgefragt ob er Fussball spielen würde. Der Kapitaen Galip reagierte schnell und gab dem grossen Mann sofort das Trikot von Fenerbahçe.

    Laut Clubinformationen war das erste Spiel von Fenerbahçe mit einer auslaendischen Manschaft am 23.Maerz 1913 gegen Neozeland. Wilhelm hat zum ersten Mal für Fenerbahçe bei dieser Begegnung gespielt. Damals war die Aufstellung 2-3-5 populaer und er hatte im dreier Mittelfeld zentral gespielt.Vielleicht hatte er im ersten Spiel nicht besonders überzeugt aber im weiteren Verlauf wurde Fenerbahçe immer staerker und er wurde einer der wichtigsten Spieler. Eigentlich war er der dritte auslaendische Spieler in der Geschichte von Fenerbahçe aber kontinuitaetsmaessig war er viel besser und deshalb wurde er immer als der erste auslaendische Spieler von Fenerbahçe erinnert.

    Zwischen 1913-1916 hat er bei 35 Spielen gespielt und hat dabei 5 Tore geschossen.Er hatte einen grossen Anteil bei den Meisterschaften 1913/14 und 1914/15. Ausserdem war er ein wichtiger Spieler bei dem ersten Sieg gegen Galatasaray in der Geschichte von Fenerbahçe.Bis dâhin hatte Fenerbahçe in 7 Spielen gegen Galatasaray nicht mal ein Tor erzielen können aber in dem Spiel gewannen sie mit 3 Toren von Hasan Kamil Sporel und einem Tor von Said Selahattin Cihanoglu 4-2.

    Er wurde in Istanbul ‘’Wihelm Efendi’’ gennant (er selber sagte in einem Interview,dass er als ‘’Efendi Hammerle’’ gennant wurde) und war eigentlich ganz zufrieden mit seinem Leben .Aber die Situation in Istanbul und in der ganzen Welt war damals nicht so gut.Der 1.Weltkrieg wurde immer staerker und für die Allianzstaaten sah es nicht so rosig aus. Deutsche Bank wurde kleiner und nach der Besetzung der Stadt war die Filiale in Istanbul letztenendes in 1918 zu.

    Kohlhammer wurde schon zum Militaer berufen in 1916 , war in vorderster Front als Leutnant.Nach einem Krieg mit sehr viel Verlusten kehrte er zu seinem Heimatland, hat aber nicht Fussball gespielt sondern wieder mit Rugby angefangen. Mit SportClub Neuenheim 02 wurde er Deutscher Rugbymeister in 1921. In seinen jugendlichen Jahren hatte Kohlhammer ein turbulentes Leben. Die 20er Jahre wurden damals ‘’Golden 20’s ‘’ gennant ,damals lebte er in Berlin in einer Wohnung, die öfters von wunderschönen Frauen besucht wurde. Als er zurück war in Heidelberg hat er ein Hockey Club gegründet und da gespielt bis er 58 Jahre alt war.

    So war seine Geschichte und nach 56 Jahren war ‘’Wilhelm Efedi’’ wieder in seiner Stadt Istanbul. Alles hatte sich natürlich veraendert. Die Fussballspiele waren nicht mehr auf Papazın Çayırı (Priester’s Wiese) sondern in Mithatpaşa Stadion. Bei einem Spiel gegen Galatasaray hatte er das Wiedersehen mit seiner alten Liebe Fenerbahçe. Ausserdem war der komplizierte Transfer von Stürmer Cemil erledigt. Er sollte zum ersten mal das Trikot von Fenerbahçe tragen. 45.000 waren im Stadion , mindestens 100.000 draussen.Wilhelm war erstaunt über diese Kulisse. Schon damals ,seinerzeit waren die Spiele Fenerbahçe gegen Galatasaray viel besucht aber das war schon was anders.Am Ende stand es 1-1 , Fenerbahçe war noch immer Tabellenführer.

    Am naechsten Tag hat er als erstes Karacaahmet Friedhof besucht.Er war vor einem Grabstein stehengeblieben.Seine Traenen flossen für den grossen Kapitaen Galip Kulaksızoğlu. ‘’Er war unser Kapitaen. Ich konnte es nicht mehr aushalten.Ich weine jetzt für ihn wie ein kleines Kind. Ich begrüsse meinen Kapitaen nochmals , vielleicht zum letzten Mal.’’ sagte er.

    ‘’Damals waren wir pure Amateure’’ sagte Wilhelm ‘’wir hatten alles für die Mannschaft gemacht’’.’’Wir hatten sogar unsere Teppiche zu Hause verkauft,um die Kosten zu bezahlen. Wir hatten keine Möglichkeit einen Camp zu beziehen . Ab und zu waren wir in der Wohnung von einer Teamkameraden und hatten vom selben Topf zusammengegessen. Das Geld um in das Schiff einzusteigen,hatten wir zusammenbezahlt. Die Trikots hatten wir selber repariert und gewaescht.Die Verletzungen mit Hausmittel auskuriert.Aber die grösste Begeisterung in unserem Herz war Fenerbahçe. Wochenlang und monatelang klopfte unser Herz Galatasaray zu besiegen ,was wir am Ende auch verwirklicht hatten.

    ‘’Ist diese Begeisterung noch da?’’ auf diese Frage beantwortet er. ‘’Ja noch immer , ist sogar grösser mit einer verbrennenden Sehnsucht.Falls Sie mal in Heidelberg sind, können Sie fussballbesessene alte Leute ansprechen.Die werden sagen : ‘’Hier haben wir einen Fenerbahçe Fan’’ und das bin ich.Ich habe meinen Anhang zu Fenerbahçe nie verloren.Und als ein Deutscher ,der zwei Weltkriege erlebt  und  mehrere Jahre in Gefangenenlager verbracht hat sage ich Ihnen : MEIN GRÖSSTER STOLZ IST FENERBAHÇE’’

    Von dem Kader ,der Galatasaray zum ersten Mal besiegte lebten nur noch zwei andere , Sait Selahattin Cihanoglu und Nüzhet Baba. Nach so langer Sehnsucht hat er in Koço Restaurant in Moda Sait Selahattin treffen können und von alten Tagen gesprochen.

    Am Abend wurde ein Abendessen im Lokal für ihn organisiert. Es waren so viele Leute da. Ismet Uluğ , Nedim Kaleci , Nüzhet Baba, Sait Selahattin Cihanoğlu , Mehmet Reşat , Cafer Çağatay , Kadri Celal Göktulga , Faruk Ilgaz, Rüştü Dağlaroğlu , Tevfik Taşçı , Eşref Aydın , Halit Çetinkaya , Emin Cankurtaran und Didi ! Lange Plauderei , mehrere Umarmungen , alte Geschichten und viele Traenen. Danach Unterschrift im Ehrenbuch und eine goldene Rosette an die Jacke.Endlich war Wilhelm Efendi zurück bei seinem grössten Stolz.Er war bei seinen Freunden und erlebte seine Jugend wieder.Am Ende des Abends beugte er sich über den Trainer Didi und flüssterte in sein Ohr , dass er in den letzten Jahren seines Lebens eine neue Meisterschaft geschenkt bekommen will.

    Dann war Wilhelm Kohlhammer zurück in seiner Stadt mit sehr schönen Erinnerungen.Der erste Deutsche Spieler von Fenerbahçe starb  zwei Jahre nach diesem Besuch mit 84 Jahren.Aber er hatte schon laengst die schöne Nachricht bekommen.Didi hatte sein Versprechen gehalten und machte Fenerbahçe wieder mal Meister

    Alp Eralp

    Not : Yazının Türkçe versiyonuna şuradan ulaşabilirsiniz…
    Wilhelm Kohlhammer : Fenerbahçe’nin Alman Tankı

  • Millî Futbolcu, Veteriner, Milletvekili, Asker ve Vatansever… Zeki Rıza Sporel.

    Millî Futbolcu, Veteriner, Milletvekili, Asker ve Vatansever… Zeki Rıza Sporel.

    Teknolojik imkanlar arttıkça, bilgiye ulaşmak daha kolay hale geldi. Fakat bilgi var, bilgi var! Kimi google araması ile ilk ulaştıklarına inanır, kimi de “Bu bana yetmez” deyip, derine iner.

    Adına “kulüpçülük” denen şey, bizim ülkemizde kocaman bir “kulaktan dolma bilgi” çöplüğünde yapıldığı için taraftarların çoğu, ilk örnekte olduğu gibi kolaycı… Eften püften konularda bunun bir sakıncası yok. Fakat tarihe iz bırakmış insanları ve onların emek verdiği kulüpleri yaftalayan “çok bilmişler”in verdiği zarar çok büyük.

    Bugün konumuz Zeki Rıza Sporel… Türkiye çok partili sisteme geçtikten sonra, 1946 yılında yapılan seçimlerde milletvekili seçilen ve mebusluğu reddedilen, Fenerbahçe’nin bu “tarihteki en büyük golcüsü” için koca koca adamların atmadığı iftira kalmadı.

    6 Aralık 1946 tarihinde yayınlanan T.B.M.M. Tutanak Dergisi‘nde “İstanbul Milletvekilliğine seçilen Zeki Rıza Sporel’in seçim tutanağı hakkında Tutanakları İnceleme Komisyonu Raporu” altında yazılanları aldılar, yarım yamalak kullanarak atıp tuttular.

    İlerleyen yıllarda, yapılan seçimlerde Meclis’e girmesi, hatta Milli Mücadele kahramanlarıyla beraber, aynı komisyonlarda çalışması bu insanlara “Yahu biz ne diyoruz?” dedirtmedi. Tamamen deli saçması olan iftiralarına devam ettiler… Türkiye’de her kulüpte olduğu gibi, Fenerbahçe’de de kurumsal hafıza son 50 senedir doğru düzgün bir kurum kimliği çıkartmadığı için, bu insanlar ortamı boş buldular ve salladılar da salladılar.

    Ama bugün artık o dönem bitiyor! Artık Zeki Rıza Sporel’e daha fazla iftira atamayacaklar.

    Yukarıdaki T.B.M.M. tutanak dergisinde Zeki Rıza Sporel hakkında konuşan, Fikret Yüzatlı ile Ahmet Atman’a inanmamış olabilirsiniz. Ama devlette hiçbir şey kaybolmaz ve unutulmaz… Bakalım aşağıdaki evraka imza atan insana inanmamazlık edebilecek misiniz? Bakalım aranızda “Bilmeden atmıştır!” diyecek biri çıkacak mı?

  • Burası Mustafa Kemal Paşa’nın Kulübü

    Burası Mustafa Kemal Paşa’nın Kulübü

    Başlık fazla mı iddialı oldu? Haklısınız. Fakat ne yapalım, gerçek bu! Burası Mustafa Kemal Paşa‘nın Kulübü.

    Altay’ı ziyaret etti…Güneş Kulübü’nü de… Karşıyaka’yı da… “Belgeli” ve “gerçek kişilerin hatıralarıyla sabit” ilk spor kulübü ziyareti ise Fenerbahçe’ye… Günün birinde, birisi densizlik edip “Paşam siz hangi takımı tutuyorsunuz?” diye sorduğunda (bu tip ulu orta havai muhabbetlerden hoşlanmadığı bilinen) o büyük insan “Böyle mevkilere gelmiş devlet adamları kulüpçülük yapmaz” demiş, doğrudur.

    Fakat bir gerçek var ki Mustafa Kemal Paşa; Atatürk…
    Fenerbahçe’yi kelimenin tam anlamıyla, seviyordu.

    3 Mayıs 1918…

    Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa, bir önceki geceyi Fenerbahçe Başkanı arkadaşı Sabri Bey’in evinde misafir olarak geçirdi. Öğlen saatlerinde de Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Kuşdili’ndeki lokalini ziyarete geldi ve burada saatlerce kaldı.

    Yalnızca 1 sene sonra millî mücadeleyi başlatmak için Anadolu’ya geçecek olan Atatürk, önce kulüp hatıra defterini imzaladı. Günün sonunda Elkatipzade Mustafa Bey’in idaresindeki futaya binip Sabri Bey’in Moda’daki evine geri dönmeden önce iskeleden kendisini uğurlayanlara dönerek “Fenerbahçe’ye ebedi muvaffakiyetler dilerim” dedi.

    5-6 Haziran 1932 gecesinde, Fenerbahçe’nin zafer hatıralarıyla dolu olan bu lokal çıkan bir yangında kül olduğunda şüphesiz Gazi Paşa da çok üzüldü. 21 Haziran 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinde 500 Liralık bağış haberi çıktı.

    Yangında yok olduğu düşünülen defter ise 7 Nisan 1944 Cuma günü, Vatan gazetesi genel yayın yönetmeni, büyük Fenerbahçeli “Con” Kemal Onan’ın masasında belirdi. Kimliği belirsiz biri defteri getirip bırakmıştı.

    Kim bilir, belki günün birinde o gün çekilen fotoğraflar, bir yerlerden çıkıverir.

    Burası Fenerbahçe… Mustafa Kemal Paşa’nın kulübü… 3 Mayıs 1918’den sonsuza kadar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Fenerbahçe’yi sevdirenler kadar, Fenerbahçe’yi sevenlerin de geçmişini bilmemiz gerek… Fenerbahçe tarihine imza atmış birçok ismi şahsen tanıma ve onlarla uzun saatler boyunca sohbet etme imkanı bulmuş değerli büyüğümüz Alp Bacıoğlu, aynı zamanda 1960’lardan beri Fenerbahçe tribünlerinin muazzam bir emekçisi.. “Çok yaşasın” diyor, yarım asırlık bir hikaye için sözü ona bırakıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Kaynak : Zaman Tünelinde Fenerbahçe

    1963 – 1964 sezonunun ikinci yarısından itibaren Fenerbahçe’nin her maçına gitmeye başladım. Artık tüm ruhum ve benliğimle oradaydım. Kısa bir süre sonra varlığımın, kişiliğimin, kısacası benliğimin oradaki toplumun benliğiyle kaynaştığına tanık olacaktım. Ertesi yıl, 1964 – 1965 sezonunda artık tribünde ciddi arkadaşları, ağabeyleri olan bir Fenerbahçeliydim.

    Tribüncülüğümün bu ilk yıllarında benim gibi gençlerin gurur duyduğu, en çok övündüğü olay ise şuydu:

    Tribünleri bağırtan, coşturan Kör Çetin, Şişe Haldun, Baba Numan, Astsubay Yücel, Lazoli Zeki, Asker Erdoğan, Süha Baba amigo ya da günümüzün deyişiyle tribün liderleri taraftarı coşkuyla bağırtırken kendilerinden geçerlerdi. Bu arada doğaldır ki her zaman için dengelerini yitirip üst kattan aşağıya düşme tehlikeleri vardı. Bu ağabeylerimiz kendilerinden geçmiş bir şekilde taraftarı bağırtırken düşmemeleri için ayaklarından sıkıca kavranıp, düşmeleri engellenmeliydi. Bu görev işte biz tribün çocuklarına, gençlerine kalırdı. 1964 yılından itibaren pek çok tribün liderinin, bizim gözümüzde tribün efsanesi Fenerbahçelilerin yanında, yakınında bulundum. O yıllarda onların dengelerini yitirip düşmemelerini sağlamamda katkımın olması diğer gençler gibi benim içimde bir övünç ve mutluluk kaynağıydı.

    İlk Deplasman

    İlk deplasmana gidişim ise bir sezon sonradır. 1964 – 1965 sezonu Aralık ayında rahmetli babam bir işi için Ankara’ya gidecekti. Israrla beni de yanında götürmesini istedim. Bu ısrarımın nedenini tabii peder bey hemen anlamıştı. Çünkü 26 Aralık 1964 Cumartesi günü PTT ile lig maçımız vardı. Yaşamımdaki bu ilk deplasman karşılaşmasını Aydın’ın golüyle 1 – 0 kazanmıştık. Bir yıl sonra ise artık deplasmanlara tribün arkadaşlarım ve ağabeylerim ile gitmeye başladım.

    İstanbul’daki ilk tribünüm ise İnönü’deki Yeni Açık’tır. O dönemde tribün kovalamaya başlayan çocuklar ya da gençler için bu değişmeyen bir olgu idi. Eğer bağırıp takımınıza destek vermek istiyorsanız, başka da seçeneğiniz yoktu. İşe Yeni Açık’tan başlardınız.

    1960’larde ne Ali Sami Yen’de ne de Kadıköy Şükrü Saracoğlu’nda maçların oynanmadığı yıllardı. Maçlar Dolmabahçe, Mithatpaşa, İnönü olarak sık sık adı değişen statta oynanırdı. İşte bu İnönü Stadı’nın maçlarımızda takıma destek veren ve bağıran tek tribünü “Yeni Açıktı.”

    O dönemlerde stat Beşiktaş Kulübü’ne verilmemişti. Şimdiki gibi stadın dört bir yanı da koltuklu değildi. Sanırım bir tek eskiden “Şeref Tribünü” denen, bugünkü Protokol Tribünü’nde koltuk vardı. Serbest giriş kartlıların girdiği bir başka tribün de L Tribünü idi. Orada koltuk sistemi var mıydı, onu bilemiyorum. Kapalı ve numaralıda üç şeritli tahtalar beton üzerine kalın beton çivileriyle çakılmışlardı. Maça gelen taraftarlar o tahtaların üzerine otururduk. Deniz tarafındaki “Eski Açık” ile eskiden Gazhane tarafı diye adlandırılan “Yeni Açık” tribünde sıralar betondandı. Buradaki taraftarlar taşın üzerine oturmak zorundaydık.

    Tıklım Tıklım

    İnönü’nün böyle koltuksuz hali 41 bin biletli seyirci alırdı. Buna karşın karşılaşmalar televizyonlardan da naklen yayınlanmadığı için stat genellikle dolardı. Hatta birçok maçta dışarıda kalanlar bile olurdu. Bunları Galatasaray ya da Beşiktaş derbileri için söylemiyorum. Normal bir lig maçında bile bu dışarıda kalma olayı, bu sıkıntı yaşanırdı.

    Maçlar hep öğleden sonraları oynandığı için maçın oynanacağı gün hafta sonu tatili olmasına karşın sabah çok erken kalkardım. Bizim gibi her maça gitme zorunluluğu olan taraftarlar için koşuşturmadan yapacağımız rahat bir kahvaltı özlem duyduğumuz bir şeydi. Benim annem, babam, kardeşlerim ile birlikte zaman kavramı olmadan oradan buradan söyleşerek yaptığım kahvaltı sayısı liglerin tatile girdiği yaz ayları ile sınırlı idi. Çünkü ligler başladıktan sonraki haftalarda bir an önce kahvaltıyı yapıp İnönü’ye doğru yola çıkmadığınız her dakika aleyhinize işler, dışarı da kalma olasılığınız artardı.

    En fazla saat dokuz, dokuz buçukta İnönü’nün önünde olmak zorundaydınız. Orada hemen kuyruktaki yerinizi alır, kapının açılmasını beklerdiniz. Eğer tribünün eskilerinden bir tribüncü iseniz ayrıcalıklı bir konuma gelirdiniz. 1970’lerin ikinci yarısından sonra ben de bu ayrıcalıklı tribüncülerdendim. Bazen tribünden genç arkadaşlarımız kuyruktaki yerimizi tutarlar. Bizlerse Çiçek Pasajı’na gidip biraz atıştırır, bir iki duble parlatırdık. Eğer maç 15.30’da ise kapılar ancak öğleden sonra açıldığı için böyle bir şansımız olurdu. İnönü’de kapılar nedense yıllar yılı hep geç açılmıştır.

    Uzayan Kuyruklar

    Eskiden büyük bir dert de, oluşturulmuş olan ve uzayıp giden kuyruğun sonuna girmeyi göze alamayanlar kendilerini biran önce içeriye atmak için kapı önünde karambol yaratırlardı. 1960’larda stat önünde birde atlı polisler olurdu. Bunlar bazen atlarını tek sıra olunması konusunda uyarı olması bakımından karambolcülerin üzerine sürerlerdi. 1970’lerde atlı polisler kaldırıldı. Yerlerini coplu polisler aldı. Onlar içeri giriş kuyruğun baş tarafı kalabalıklaşıp karambol arttığı vakit coplarını haşin bir şekilde bilinçsizce sallayarak kalabalığın içine dalarlar, tek sıra olunması konusunda da sözlü uyarırlardı. Eski tribüncü olup da polis copu yememiş taraftar yok gibidir.    

    Günümüzün taraftarları kombinesi ya da internetten daha önce aldığı bileti cebinde olduğu için maçın başlama saatine yarım saat kala stada gelebilir. Oysaki 30, 40 yıl önceki o yıllar Avrupa kupası maçları için üç, dört gün önceden kulüpten yapılan bilet satışı dışında biletinizi ancak maç günü alabilirdiniz. Yani sevgili okurlar, eskiden tribün ve tribüncülük zorluktu, sıkıntıydı kısacası külfetti. Şimdiki taraftarların bu bakımdan çok şanslı olduğunu söylememe sanırım gerek yok…

    Alp Bacıoğlu / Yarım Asırlık Bir Tribün Hikayesi

  • Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli

    Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli

    Bugün 27 Nisan, bir müthiş Fenerbahçelinin, Münir Nurettin Selçuk’un vefat yıl dönümü… Mustafa Kemal Paşa’nın Fenerbahçe’yi ziyaretinde bizzat orada olan ve bu hatırasına sitemizde yer verdiğimiz o olağanüstü insanı, fotoğraflar ve anılar eşliğinde yâdedelim istedik. Şaheserler yaratan Fenerbahçeli sıfatı nasıl da yakışıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yukarıdaki evrak kendisinin Fenerbahçe üye kaydını gösteren kimlik belgesi. Sevgili Barış Kenaroğlu transkripsiyonu yaptı. Yoğurtçu Caddesi’nde oturan, 15 yaşındaki talebenin fotoğrafının altında “Hüviyeti balada muharrer Münir Bey’in kulübümüz azasından olduğu tasdik olunur” yazıyor.

    Kısa bir süre sonra Münir Nurettin’i Fenerbahçe ikinci takımında görüyoruz. Alaaddin Baydar, Şekip Kulaksızoğlu ve Çelebizade Sait Tevfik gibi meşhur isimlerin de bulunduğu bu fotoğrafta en alt sırada soldan ikinci kendisi.

    Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli

    Aşağıda ise önce Bedri Gürsoy’un kendisi hakkında yazdıkları, son olarak da Sait Selahattin Cihanoğlu ile beraber meşhur Kuşdili Lokali’nde çekilmiş bir fotoğrafları göreceksiniz.

    “Fenerbahçe’yi sevmezse gönül, aşkı ne anlar?” diyerek bir kez daha, nur içinde yat üstat…

    Bedri Gürsoy Anlatıyor

    “Maçlarda pek enerjik değildi. Sol ayağı zayıftı. Deplasmanı yoktu. Kafa vuruşları noksandı. Hele sıkı gelen toplara kabil değil kafa ile vurmazdı. Bunun sebebini soranlara şu esprili cevabı verirdi :

    “Sert gelen toplara kafa vurmanın iki mahzuru ve benim için tehlikesi vardır. Bir kere tabiidir ki, sıkı sademe ile dimağ sarsılır, dolayısıyla hançerem titrer, oradaki ses tellerim bozulabilir. Sonra da sıkı gelen şutlara kafa vuruşu yapılırsa insanın saçları çabuk dökülürmüş”

    Bugün Münir Nurettin’in sesinin hiç bozulmadığına ve hâlâ başında parlak siyah saçlarının mevcut olduğuna bakılırsa bu kanaatinde, bu eski sporcumuzun tamamıyla hakkı varmış.

    Münir Nurettin kulübünü çok severdi ve bugün de çok sever. Koyu ve candan bir Fenerbahçelidir. Eski kulüp arkadaşlarına karşı sarsılmaz bir samimiyet ve muhabbet gösterir.

    Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için daima iftihar eder. Fenerbahçeliler Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için övünürler. Halk da bu kıymetli musiki sanatkarımızın aynı zamanda sporcu olduğunu öğrenerek onu bir kat daha takdir etsin.”

    Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli
    Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli

  • Atatürk’ü Fenerbahçe’ye Getiren Başkan

    Atatürk’ü Fenerbahçe’ye Getiren Başkan

    3 Mayıs 1918 günü Mustafa Kemal Paşa, Fenerbahçe Spor Kulübü’nü ziyarete gelmeden önce, geceyi Fenerbahçe Başkanı Sabri Toprak‘ın evinde geçirmişti. Türkiye’nin, Kadıköy’ün ve Fenerbahçe’nin bu namus timsali ismi, Atatürk’ü Fenerbahçe’ye getiren Başkan, 19 Şubat 1938’de hayatını kaybetti. Gazetelerde arkasından yazılanları burada derlemeye çalıştık. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sabri Toprak

    Sabri Toprak 1878 senesinde Saruhan’ın adı şimdi Turgutlu olan eski kasaba kazasında bir tüfekçi ustasının oğlu olarak doğdu.

    İlk tahsilini orada görürken gösterdiği zeka ve kabiliyet üzerine o zaman kasabada bulunan Haydar Rıfat ailesi tarafından Haydar Rıfat’ın tahsilde bulunduğu Darüşşafaka’ya sevkedilerek yerleştirildi ve burada her yıl daima sınıfının birincisi olarak 1313’de (1897) mezun oldu. O zamanlar Darüşşafaka’nın mütefennin mezunlarının tercihan Telgrafhane’ye ayrılmaları usuldendi. Bu suretle Posta ve Telgraf Nezareti’nin tercüme kalemine memur olan Sabri Toprak, bir taraftan da hukuk tahsiline devam ederek, oradan da şahadetname aldıktan sonra telsiz telgraf tahsili için Berlin’e gönderildi.

    Sabri, posta ve telgrafta vazife görürken iki arkadaşı vardı : Birinin adı Kemal, birinin adı Hamdi idi. Kemal’i politika alemi Kara Kemal olarak tanır. Hamdi de Sigortacı Hamdi denmekle maruf idi.

    Meşrutiyet ve Hürriyet

    Meşrutiyet, Sabri Toprak’ı Almanya’dan döndükten sonra Telgrafhane’de buldu ve kendisi Telgraf Mektebi Müdürlüğü’nü ifa ettikten siyasi hayata girerek “İttihat ve Terakki” namzedi olarak Saruhan mebusluğuna intihab edilerek Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın ikinci içtima devresine iştirak etti.

    Sabri Bey, bütün umumi harp senelerinde İttihat ve Terakki’nin Kadıköy Katib-i Mesullüğünü yaptı. Talat Paşa kabinesinin istifası üzerine toplanan son İttihat ve Terakki kongresinde işgal kuvvetlerine, saraya ve memlekete hakim olmaya çalışan menfi cereyanlara mukavemet etmek maksadıyla İttihat ve Terakki’nin temiz kalmış unsurlarından mürekkep olmak üzere kurulan Teceddüd Fırkası’nın başına geçti. Sabri Toprak, o zaman büyük bir tecellüd ve medeni cesaret göstererek saraya ve işgal kuvvetlerine dayanan mütareke hükümleriyle mücadele etti ve nihayet Damat Ferit hükümetinin emriyle 1919 senesi Mart ayında tevkif edildi. Bekirağa bölüklerinde ıstırap çekti. Malta’ya gönderildi.

    Ancak Sabri Bey merhum, Kadıköy İttihat ve Terakki mesullüğü esnasında bütün Kadıköy halkının muhabbet ve hürmetini kazanmış bir zat olduğundan böyle apansız tevkifi, muhitte derin bir teessür uyandırmış, Türk ve ecnebilerden mürekkep 500 kişi bir mazbata hazırlayarak bu hadiseyi işgal kuvvetleri kumandanı Amiral Calthorpe ile Damat Ferit hükümeti nezdinde şiddetle protesto etmişlerdi.

    Malta Sürgünü

    Sabri Toprak Malta’da “Tel Örgüsü Hastalığı” denilen sinir rahatsızlığından uzak kalan pek az mahpustan biriydi. Daima neşesini ve latifeci tabiatını muhafaza eder, arkadaşlarının bedbinliğini dağıtmaya çalışırdı.

    Sabri Bey’in tevkifi üzerine Teceddüd Fırkası da dağılmış ve Damat Ferit hükümetiyle işgal kuvvetleri İstanbul’a tamamıyla hakim olmaya başlamışlardı.

    Anadolu’nun muvaffakiyetiyle Malta mevkuflarının tahliye olunan ilk kafilesi arasında esaretten kurtulan Sabri Toprak, Antalya tarikiyle Ankara’ya gelerek Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü ile vatana çok değerli hizmetler ifa etmiş ve ikinci intihap devresinden sonra hep Saruhan mebusu seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi Reis Vekilliği, Ziraat Vekilliği ve Bükreş sefirliği yapmıştı.

    Geçirdiği mahrumiyet ve ıstırap devirlerinin yadigarı olarak kalp rahatsızlığı çekerek, istirahate çalışıyordu. Bu halinde bile son demlerine kadar nasıl millî gaye uğrunda uğraştığını, Büyük Millet Meclisi’nde mevzzu bahsolunduğunu son zamanlarda yazdığımız takrir ve teklifleri gösterir.

    Nasıl Yaşadı?

    Sabri Toprak, çok basit bir hayat geçirdi. Bunu görenler, kendisini para arttırmaya çalışır bir adam zannederlerdi. Oysa eline geçen paranın yarısını arttıracak şekilde yaşar ve bu para ile yetimlere bakardı. Kendisi yetimlik acısı çektiği için hayatta tattığı en büyük haz, yetim kalplerindeki yaraları sarmaktı. Hayır işlerine olan bu yüksek alakasını adeta bir sır gibi gizli tutar, kazancının yarısını yetimlere bakmaya ayırdığını, bir-iki sıkı dostundan başka kimse bilmezdi.

    Sabri Toprak, kendisini ziyaret eden bütün arkadaşlarına, pek yakın bildiği ölümünden, uzak bir seyahate çıkar gibi bir tarzda bahsetmiştir. Bir arkadaşına demiştir ki:

    – Dünyaya ait emelimin hasıl olmasını isterdim. Keşke biraz daha para sahibi olsaydım! Üç yetimin tahsiliyle meşgul oluyordum. Tahsillerini ikmal etmelerine kâfi para bırakabilseydim çok mesut ölecektim.

    Ölümü, tabii bir hadise diye büyük bir sükunetle karşılayan ve trene binip seyahate gidecekmiş gibi dostlarına veda eden Sabri Toprak, ölümünden dört dakika evvel eski arkadaşı Nazım Bey’e şu sözleri söylemiştir :

    – Burada bana büyük bir sevgi ile baktılar. Hepsine bol bahşiş vererek gönüllerini hoş et..

    Ve Atatürk’ü Fenerbahçe’ye getiren Başkan, bu sözleri söyledikten sonra gözlerini ebedi surette kapamıştır.

  • Mustafa Kemal Paşa Fenerbahçe’de

    Mustafa Kemal Paşa Fenerbahçe’de

    “Mustafa Kemal Paşa Fenerbahçe’de” denince herkesin aklına bir fotoğraf gelir. Yanında mutat zevat, Fenerbahçe semtinde yürüyen Atatürk… O fotoğraf 1937 yılında çekildi… Oysa Mustafa Kemal Paşa Fenerbahçe Kulübü’nü 1918’de ziyaret etmişti.

    Muazzam bir kuşağın, muhteşem insanlarıydı onlar. Pırıl pırıl gençler, erkân-ı harp subaylar ve Anadolu’nun askerleri yıllar süren seferberlik boyunca cephelerde eridi. Ülke işgal edildiğinde neredeyse bir avuç kalmışlardı.

    Mustafa Kemal Paşa… Samsun’a geçip millî mücadeleyi başlatmadan sadece bir sene önce Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Kuşdili’ndeki lokaline geldi, saatlerce kaldı. Olağanüstü zamanlardı. Orada olağan konulardan konuşulduğunu sanmıyoruz. Ama nelerden bahsedildi, hangi sohbetler döndü, bilmiyoruz.

    “Belki günün birinde, bir defterde, arşivlerden çıkacak bir günlükte okuruz” ümidiyle bekliyoruz. 3 Mayıs 1918 tarihinde, Sabri Toprak, Elkatipzade Mustafa Bey, Münir Nurettin Selçuk gibi birçok isim, o gün oradaydı.

    Mustafa Kemal Paşa kulübün hatıra defterine “Fenerbahçe Kulübü’nün her tarafta mazhar-ı takdir olmuş bulunan âsâr-ı mesaisini işitmiş, bu kulübü ziyaret ve erbâb-ı himmetini tebrik etmeyi kendime vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifası ancak bugün müyesser olabilmiştir. Takdirat ve tebrikatımı buraya kayıt ile mübahiyim.” satırlarını yazarken belki de onu izlemiş olan Münir Nurettin Selçuk’un, o günü de anlattığı kısa sohbetini dinlemek isterseniz sizi şöyle alalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Mustafa Kemal Paşa Fenerbahçe’de

    Münir Nurettin Selçuk Anlatıyor

    Efendim bu çok mühim. Senesini hatırlayamayacağım fakat Birinci Cihan Harbi’nden sonra… Ben biliyorsunuz ki Fenerbahçeliyim. Ve eski Fenerbahçeli forvet olarak takımda da oynadım. Fenerbahçe Kulübü’nde arkadaşlarla otururken, bir gün Mustafa Kemal Paşa’nın kulübümüze şeref vereceğini söylediler. Bütün âzalar hazırlandık ve kendisini karşıladık. Saatlerce aramızda kaldı ve sevgiyle saygıyla kendisine lazım olan vazifemizi ifaya çalıştık. İlk defa olarak orada kendisini tanıdım. Hatta sonra maiyetinde bulunduğum zamanlar dahi bir gün kendisine bunu hatırlattım. Dedim “Paşam ilk defa sizi kulübümüze görmüştük aramızda ve güzel yüzünüzü ve büyük tesirinizi o vakitten duymuştuk” demiştim ve güldü “Aferin beni hatırladın o vakitten” falan diye de kendisi bizi şey etmişti, böyle sözleriye taltif etmişti

  • Futbolumuzun İlk Teorisyeni

    Futbolumuzun İlk Teorisyeni

    Fenerbahçe’nin 1920’li yıllarda forma giyen futbolcularından, Ragıp Ziya Mağden‘in, 1961 yılında yayınladığı “Fenerbahçe Batamaz” isimli kitabını aktarmaya devam ediyoruz. Sırada futbolumuzun ilk teorisyeni Hüseyin Sami Coşar var… Fenerbahçe tarihinin en kıymetli kupalarından olan Harington Kupası maçının devre arasında soyunma odasına girerek oyunculara moral veren 5 kişiden biri… Nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbolumuzun İlk Teorisyeni

    Türkiyemizde ilk teknik futbol hocası ve adamı, hiç şüphesiz, eski bankacılarımızdan ve mebuslarımızdan Hüseyin Sami Coşar’dır.

    Çok zeki, enerjik, metin ve cesur bir insan olan Hüseyin Sami Coşar’ın, Fenerbahçe’ye hizmeti çok ve büyük olmuştur. Eskiden, Fenerbahçe ve Galatasaray gibi büyük kulüplerin 5-6 futbol takımı, hokeycileri, tenisçileri, denizcileri, avcıları, haltercileri, jimnastikçileri, beyzbolcuları, kürekçileri, kotracıları vs. bulunur ve bunlar her sahada çalışıp dururlardı.

    Bizler, Kadıköyünde, İngilizlerden gördüğümüz top oyununu çok sevmiş olmaklığımıza rağmen, işin esasını ve nazariyesini bilmiyorduk. Topa nasıl vurulacağından, topun nasıl tutulacağından haberimiz yoktu, doğrusu… Topa uzun vuranlara, alabildiğine havaya dikenlere bayılır, dururduk. Bu yüzden Balıkçı Tevfik, Fitil Nuri, Badi Şükrü, Adnan İbrahim ve Kadim vs. gibi defans oyuncularını pek tutar ve takdirle seyrederdik.

    Biz, bu tertip, ampirik çalışmalarımıza devam edip giderken, başımıza Hüseyin Sami Coşar ağabeyimizin geçtiğini ve bizlere ders vermeye başladığını gördük. Ve hayretler içerisinde kaldık. Nasıl hayrete kapılmayalımdı ki, Hüseyin Sami Coşar ağabeyimiz bizlere, Union Clup sahasında, hem nazari, hem de tatbiki şekilde ders veriyor; söylediklerini, taktik dersleri ile tamamlıyordu. Hem de bizleri evine davet ederek çaylar, pastalar ikram ediyor ve zengin koleksiyonundaki musiki plaklarını, opera aryalarını bizlere dinlettirmek suretiyle işin sosyal taraflarını da değerlendiriyor; günlerimizin neşeli ve ahenkli geçmesini sağlamak lütfunda da bulunuyordu… Büyük, büyük! İşte onlardı, aziz dostlarım, işte onlardı.

    Bu metodik, sistemli ve teknik çalışmalar fevkalade tesirini göstermekte gecikmemiş ve Fenerbahçe takımları herkese duman attırmaya başlamışlardı.

    29-0

    O kadar ki, o zamanları, Sami Coşar’ın başkanlığı altında İzmir’e giden Fenerbahçe 3. takımı (dikkat buyurun 3. takımı diyorum) İzmir’in “Altay, Altınordu, Karşıyaka vs. gibi) beş takımına tamam 29 adet gol atıp hiç gol yemeden İstanbul’a dönerek herkeslere parmak ısırttırmıştı. Sonradan, Sedat Taylan’ın da kaptanı bulunduğu o takımdan kimler ve kimler çıkmamış; ve Türk futbolu neler ve neler kazanmamıştır…

    İşte, bu zehir gibi delikanlıların ve müthiş futbolcuların yetişmesinde, Hüseyin Sami Coşar ağabeyimizin gayet meşkûr ve verimli ve bilgili çalışmaları geçmiştir. Ve bu başarılar, Fenerbahçe’nin sahifelerine altın harflerle geçirilmişlerdir.

    Ben, şimdi bu fırsat ve güzel vesileden istifade ederek bu kitaba, Hüseyin Sami Coşar gibi bir spor büyüğünün adını geçirmiş olmanın sevinç ve neşesini duymakta ve kendilerine candan, yürekten  sıhhat ve saadetler dilemekteyim. Cemiyetler, görüldüğü gibi, hiçbir hizmet ve başarıyı asla unutmazlar. Ve bu cemiyete iyi hizmette bulunanların ise, günün birinde, saygı ve sevgi ile anılacakları muhakkaktır. Belki de unutulduğunu sanan sayın Hüseyin Sami Coşar da, işte, cemiyetin bu bahtiyar fertleri arasında muhterem bir yer işgal ettiğinden asla şüpheye düşmemelidir.

    Ragıp Ziya Mağden – 1961