Kategori: Anı-Biyografi

  • Atabeyoğlu’ndan Âlâ

    Atabeyoğlu’ndan Âlâ

    Türk spor tarihi araştırmalarında biyografilerin önemi çok büyük… Yine çok büyük isimlerden biri olan Cem Atabeyoğlu’ndan Âlâ, yani Alaaddin Baydar’ı okuyalım… Nur içinde yatsınlar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Âlâeddin Baydar

    Türk futbolunun ilk “Çalım Kralı” idi Alâeddin Baydar.

    Topu ayağına aldı mı Fenerbahçe tribünü “Kıvır Âlâ” sesleriyle adeta ayağa kalkardı. Ve Âlâeddin ayağına mıknatıs gibi yapışan topla karşısına çıkan rakipleri kıvıra kıvıra geçer, topu en elverişli anda ve yerde takım arkadaşı Zeki Rıza’nın önüne eliyle koymuşçasına bırakıverirdi. Üstad Zeki’ye bu güzel pasla gelen topu düzeltip rakip filelere yollamak düşerdi.

    “Eskiden ferdi futbol varmış, bugün ise kollektif futbol oynanıyor!” diye düşünüp konuşanlara şunu hatırlatmak isterim ki, o zamanki deyimi ile «Zeki-Âlâ Kombinezonu”, kollektif futbolun ta kendisiydi. Hem de günümüzden en az yarım yüzyıl önce tatbik edilen şekliyle…

    Alâeddin Baydar, Fenerbahçe’nin genç takımlarından yetişmiş ve henüz 15 yaşında iken takım arkadaşı Zeki Rıza ile birlikte birinci takım kadrosuna alınmışlar ve ondan sonra da birbirlerinden bir daha hiç ayrılmamışlardı. Futbol yaşamlarını bir arada Fenerbahçe’nin Sarı-Lacivert forması altında sürdürmüşler, yine aynı forma altında Türk futbolunun ölümsüz birer yıldızı olup çıkmışlardı. Milli Futbol Takımımızın Ay-Yıldızlı forması altında da Zeki ile Âlâ yan yana oynamışlardı hep.

    Alâeddin Baydar, kelimenin tam anlamıyla bir futbol cambazıydı. Meşin topa onun kadar hâkim bir futbolcu daha sahÂlârımıza pek ender gelmiştir. İki ayağını da büyük bir ustalıkla kullanmasını becerir ve en zarif hareketlerle seyircilerin göz ve gönüllerini doldururken kendi için değil de takımı için en faydalı eleman olarak vazifesini görürdü Alâeddin.

    “Sabih, Alâeddin. Zeki, Bekir, Bedri” şeklindeki o unutulmaz Fenerbahçe ve milli takım forveti Türk futbol tarihine allın harflerle geçmiştir. Önünde selam durulacak ve karşısında şapka çıkarılacak bir forvet hattıydı bu. Ve Alâeddin Baydar da bu unutulmaz forvet hattının en başarılı bir parçasıydı. Kolektif futbolun dik âlâsını bu forvet hattı sergilerdi. Bugün “Modern futbol” diye ağızlarda gevelenen futbolu bu forvet hattının günümüzden elli küsur yıl önce sergilediğini bilhassa dikkatlerinize sunarım.

    Alâeddin (veya o zamanki seyircilerin deyimiyle kısaca Âlâ) mükemmel bir pasör olduğu kadar mükemmel bir golcü idi de. Herkesin topu Zeki Rıza’ya aktaracağını beklediği ve rakip defansın buna göre tedbir aldığı anlarda tapu noktÂlâma bir şutla rakip kalenin üst köşesinde ağlara yollayıverirdi Âlâ. Ünlü Yunan takımı Olimpiakos’a böyle bir golü vardır ki, aradan elli yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen bir türlü gözlerden ve hatıralardan silinmez…

    Âlâ’nın Fenerbahçe birinci takımında 324 maçta 326 gol attığını söyleyecek olursak onun ne kadar yaman bir golcü olduğu daha iyi anlaşılır herhalde.

    Fenerbahçe Spor Kulübü kurucularından Nasuhi Esat kardeşi olan Alâeddin Baydar Türk Milli Takımında da 16 Baydar’ın maç oynamış ve Ay-Yıldızlı formaya bir de gol kazandırmıştı. Ve ilk milli futbol takımımızda Ay-Yıldızlı formayı giyenlerden biridir. 26 Ekim 1823 günü Taksim Stadında Romanya ile 2-2 berabere kÂlân ilk milli futbol takımımızda yer Âlân 12 elamandan bugün hayatta kÂlân beş kişiden biridir Alâeddin Baydar

    Aynı zamanda mükemmel bir de tenisçi olan bu kıymetli futbolcumuzun eşi de ilk bayan tenisçilerimizdendir.

    Futbolu bıraktıktan sonra Fenerbahçe yönetim kurullarında çeşitli görevler de Âlân Alâeddin Baydar Türk futbolunda “Âlâ” Âlârak ölümsüz bir yer işgal etmektedir.

    Neredeee Âlâ gibi büyük futbolcular, nerde böyle büyük golcüler…

    Cem Atabeyoğlu

  • Amerika’da Bir Fenerbahçeli

    Amerika’da Bir Fenerbahçeli

    Fenerbahçe Tarihi Meseleleri | Kuruluş” ile “Atatürk ve Fenerbahçe | Bir Büyük Tartışma ve Gerçekler” kitaplarımızdan sonra, üçüncü eserimiz “Amerika’da Bir Fenerbahçeli | Hasan Kamil Sporel’in Hatıraları” kitabı da Barış Kenaroğlu ve Barış Eymen imzasıyla yayında… Önsözü sitemizde paylaşıyoruz…

    Kitabı ise “bu bağlantıdan” temin edebilirsiniz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Önsöz

    “Spor, bilhassa futbol, bir insanı yabancı bir memlekette hayatın zorluklarından koruyabilir mi?”

    Cumhuriyetin ilk yıllarının önemli yayın organlarından olan Resimli Gazete’de yayımlanan bir yazı dizisi bu cümleyle başlıyordu.

    Gazetenin 24 Mart 1928 ile 7 Temmuz 1928 tarihleri arasındaki sayılarında 16 bölüm olarak yayınlanan bu yazı dizisi; Fenerbahçe ve Türk Milli futbol takımının ünlü oyuncusu, spor insanı, Hasan Kâmil Sporel’in imzasını taşıyordu.

    O dönemin tabiriyle bu tefrika, “Amerika’yı tanımak isteyen gençlere bir hizmet edebilmek için” okuyucu ile buluşmuştu. Spor tarihinin “kadim devri” olarak tanımladığımız harf inkılabı öncesine ait basın taramalarında karşımıza çıkan bu yazı dizisi üzerinde yaptığımız ilk inceleme sonrasında bir hayli heyecanlandık. Hasan Kâmil Bey genç yaşında atıldığı bu macerayı aktarırken; sadece sporcu kimliğiyle değil, aynı zamanda genç bir Osmanlı Türkü olarak 20.yüzyılın ilk çeyreği için önemli bilgiler veriyor, içinde yaşadığı dönemin ruhunu mükemmel bir şekilde yansıtıyordu. Bu özelliği dolayısıyla yazı dizisini yayınlamaya, yakın çağ tarihi meraklılarının hizmetine sunmaya karar verdik.

    Yazı dizisinin transkripsiyonu esnasında Hasan Kâmil Bey’in tesadüf ettiği kişi ve kurumları alt alta sıralayıp, yazım planına yerleştirdiğimizde bu tesadüflerin büyük sürprizleri de beraberinde getirdiğini gördük.

    Titanik faciasından, bir makarna çeşidi olan spaghetti’ye; Mekteb-i Sultani’den, ilk otomobil markalarından biri olan Olds Mobile’e; ünlü diplomat Celal Münif Bey’den, Türk tarihinin en şöhretli vapuru Gülcemal’e kadar uzanan bu sürprizler, hikâyeyi okuyucu ile buluşturmamızın en önemli nedeni oldu.

    Kitabın iki bölüme ayırdık.

    İlk bölümde Hasan Kâmil Bey’in bu macerada karşısına çıkan kişi ve kurumların hikâyesini, elde ettiğimiz arşiv belgeleri, dönem basınında yer alan haberler ve akademik yayınlarla destekleyerek sunduk. Bu bölümü Hasan Kâmil Bey’in macerasının âdeta bir rehberi olarak tasarladık.

    İkinci bölüm, Hasan Kâmil Bey’in satırlarının Latin alfabesine çevrilmesi ile oluşuyor. Yazarın, tefrikasının 16 bölümü için belirlediği başlıklar da dâhil olmak üzere, metnin orijinalliğini koruyarak sizlerle buluşturduk. Bununla beraber, günümüzde neredeyse hiç kullanılmayan kelime ve tabirlerin anlamlarını metin içerisine parantez içerisinde yerleştirdik.

    Bu kitabın yayımlanması için bizlerden desteklerini esirgemeyen Sporel Ailesi’nin değerli üyeleri Naz Sporel, Rıza Murat Sporel, Feyhan Sporel, Dilara Sporel, Emine Sporel Özakat Hanımefendilere ve Ahmet Münir Servet Beyefendiye teşekkür ederiz.

    Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Kıymetli Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin’in tavsiyeleri, bu kitabı yazarken rehberimiz oldu.

    Değerli büyüğümüz Seyhun Binzet’in desteği de bu çalışmayı hazırlarken her zaman bizimleydi.

    Fenerbahçe camiasının kıymetli değeri Belgin Beşe Aral Hanımefendi’ye maddi manevi desteklerini bizlerden esirgemediği için minnettarız.

    Kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu’na da sonsuz teşekkürlerimizi buraya kaydetmekten mutluluk duyuyoruz.

    Michigan State Üniversitesi Arşiv ve Tarihi Koleksiyonlar idaresinden Ed Busch’a verdiği destekler için sonsuz teşekkür ederiz.

    Barış Kenaroğlu – Barış Eymen

  • Canlı Yapraklar – XLVIII

    Canlı Yapraklar – XLVIII

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olan yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XLVIII” : 1914 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – XLVIII

    Futbol İzmirli İngilizlerden sonra, İstanbullu İngilizler tarafından da oynanmağa ve müteakiben Türk kulüpleri de birer birer doğmağa başlayınca bu kulüpler yedekleriyle tam kadrolu takımlar kurmakta zorluğa uğradılar. Meselâ; Fenerbahçe kulübünün lig maçlarında takımını tamamlayabilmek için, ilk seneler İngiliz Elçilik gemisi (Imogene)den ödünç futbolcular almak mecburiyetiyle karşılaştığı malumdur.

    Bir spor kulübünün bu şekilde devşirme takımlarla netice alma, yaşama ve ilerlemesinin mümkün olamayacağı tabiidir. İşte, Fenerbahçe kulübü şiddetle hissettiği bu zaaf dolayısile harekete geçti ve Elkâtipzade Mustafa beyin gayretleri neticesi genç takımlar teşkil etti.

    Fenerbahçe kulübünde 1910/1911 senelerinde müşahede olunmuş bu genç takımlar teşkili seferberliği Türk futbol tarihinde ilktir ve çok hayırlı neticeler vermiştir.

    Evvelâ ikinci, sonra üçüncü ve nihayet 4 üncü futbol takımlarını kuran Fenerbahçe’nin bu gençlik dâvasını Galatasaray ve diğer kulüpler takip ettiler ve İstanbul’da 1913’ten itibaren bir genç takımlar hareket ve rekabeti doğmuş oldu.

    Nitekim futbol tarihimizde ilk üçüncü ve ikinci takımlar maçları 12 Mayıs 1913 Pazar günü Fenerbahçe ile Galatasaray arasında oynanmış, üçüncü takımlarda 1-0, ikincilerde de 2-0 Fenerbahçeliler kazanmışlardır.

    Genç takımlara karşı uyanan alâka ve rağbetin neticesi olarak 1914 senesi ilkbaharında Türkiye’de ilk defa olarak (İstanbul üçüncü takımlar şampiyonluğu) organize edilmiştir. Bu şampiyonanın galibine gayet kıymettar bir gümüş kupa konmuştu. Kars fâtihi Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu ve Osmanlı Ayanından Ahmet Muhtar Paşa tarafından turnuvanın şampiyonu için konan bu kupanın üzerinde (Yarının kıymetli futbolcularına) cümlesi yazılı idi. 6 kulüp arasında organize edilen bu şampiyonayı Fenerbahçe üçüncü takımı hiç yenilmeden kazanmış ve kupayı almıştır.

    İşte; yukarıdaki fotoğraf 42 sene evvel ilk defa tertiplenen gençler şampiyonasını kazanan Fenerbahçe üçüncü takımını gösteren tarihi bir hâtıradır. 42 yıl öncelerin bu şampiyon afacanlarını şimdi sizler tanıtalım:

    Yerde oturanlardan sağ baştaki Alâeddin’dir. Yâni, sonraları Milli Takımın eşsiz sağiçi Alâeddin Baydar.

    Onun yanında (Necip)i görüyorsunuz. Necip Şahin merhum Fenerbahçe’de yetiştikten sonra Galatasaray birinci takımında yıllarca santrfor oynamıştır.

    Ortada Zeki görülüyor. Milli Takımın uzun seneler kaptanlığını yapan ve bugün dahi gol krallığını elinde tutan Zeki Sporel.

    Sonra (Bekir) i görüyorsunuz. Namdar milli futbolcumuz ve Almanya muhtelitlerinde yer almış meşhur Bekir…

    Nihayet; solaçık mevkiinde görülen de Fahri’dir. Hâlen Musevi Lisesi Müdür Muavini ve spor âleminde (Yedibelâ) namiyle maruf elan ve senelerce kule ve tramplen atlama şampiyonu Fahri Ayad.

    İskemlede oturanlar ise şampiyon takımın haf hattıdır. Haydar, Burhan ve Bahaeddin…

    Ayaktakilere gelince; sağdan itibaren Necmi, Ezel, Mahmut ve nihayet (şiir) Refik Osman’dır.

    Fesli zat ise bu takımı kuran, çalıştıran ve şampiyon eden kıymettar idareci Elkâtipzade Mustafa Bey’dir.

    Fenerbahçe’nin ve memleketin 42 yıl önceki bu şampiyon genç takımında yer almış iki genç daha vardır ki maalesef onlar bu fotoğrafta hazır değiller. Bu iki genç de iki milli ve meşhur futbolcumuz olan Cafer Çağatay ve merhum Baron Feyzi’dir.

    İşte; şampiyon bir genç takım ki başlı başına bir tarih demektir. 10 yıl sonra kurulacak ilk Milli Takımlarımıza 6 futbolcu vermiştir. Yarım asırlık Türk futbol tarihinde bir eşi daha gelmemiş ve yaşanmamış bir genç takım ve bir levha ki, sahibi Fenerbahçe ile beraber kurucusu Mustafa Katipoğlu’nun namlarını ebedileştirmeğe değer ve yeter.

    19 Şubat 1955 – Rüştü Dağlaroğlu – Akşam Gazetesi

  • Canlı Yapraklar – XLVII

    Canlı Yapraklar – XLVII

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olan yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XLVII” : 1923 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – XLVII

    1923’de bir istihaleden sonra, adını (Beyoğluspor)a çeviren Pera Club İstanbul’un eski sporcularınca büyük şöhreti malûm eski bir Rum kulübüdür.

    Tatavla, Strugglers ve Elpis’ten sonra 1914’de kurulan İstanbul’un bu dördüncü Rum kulübü, kendisinden önce ve sonra kurulan emsali arasında cidden temayüz etmiş ve pek parlak bir tarihe sahip olmuştur.

    (Pera Club) Beyoğlu’nun Kalyoncukulluğu semtinde Simitçi sokağında kâin bir dükkânda Şarkı Karib Bankası Müdür Muavini Costas Vasilyondis tarafından 1914’de kuruldu. Sarı-Siyah formalı bu kulüp kuruluş yıllarında futbol ve jimnastikle meşgul olmuş fakat hüküm süren Birinci Dünya Savaşı bu faaliyeti tahdit etmiştir. Pera’nın bazı kıymetli elemanları ve bu arada santrfor meşhur Negroponti bu sıralarda Fenerbahçe takımında oynamışlardır.

    Savaşın hitamı üzerine Peralılar, 1919’dan itibaren, tekrar renkleri altında toplanmışlar ve faaliyetlerini de arttırmışlardır.

    İstanbul’un işgal altında bulunması ve yaşanmakta olan siyasi durum ve hâdiselerin de tesirleriyle kısa zamanda büyük inkişaflar kaydeden (Pera) kesif, kuvvetli ve zengin bir kitle tarafından himaye gören ve üzerine titrenen bir müessese haline geldi. Spor şubeleri daima artıyor ve lokali de o zamanlar geniş bir meydan olan Taksimdeki Talimhaneye naklolunuyordu.

    Peralılar Talimhane meydanına kale direkleri dikip ve çizgiler çizip burasını futbol sahası haline getirdiler ve tam karşısına isabet eden Topçu Kışlası avlusunda bilahare vücuda getirilen Taksim Stadyumu henüz tesis olunmadan bu Talimhane meydanında mütemadi bir futbol faaliyeti yarattılar. İşte; bu faaliyetler arasında Pera futbolu büyük ilerlemeler kaydetti ve çok kıymetli elemanlara sahip oldu.

    Pera Club 1920/21 senesi Pazar liginde İttihat Spor, Beşiktaş, Dork, Stella, Aris ve Enosis kulüpleri arasında yer aldı. İttihat Sporun Bekirli, Refik Osmanlı, Balıkçı Tevfikli, Fitil Nurili, Baron Feyzili ve Arap Hüseyinli meşhur kadrosu ile şampiyon çıktığı bu Pazar liginde kuvvetli bir takım meydana getiren Peralılar müteakip 1921/22 senesi Pazar liginde çok daha kuvvetli görünmeğe başladılar.

    Filhakika, Nikas, Misivis, Yanaki, Jilber, Sava, Terezis, Omiros, Vitalis, Negropondi, Manoelidis ve Miçaki’den müteşekkil Pera takımı rakiplerine nefes aldırmaz bir kuvvet olarak büyük şöhretler sağlamakta idi. Her hafta daha da yükselen bu şöhret arasında Pera taraftarları, futbolcularını birer mâbut gibi görmeğe başlamışlar, birçok maçlarda da hâdiseler zuhur etmiştir. Pera’nın fazla mutaassıp bir kısım taraftarlarının taşkınlıkları sebebiyle yaşanan bu hâdiselere zaman zaman futbolcuların da karıştıkları görülmüştür.

    Bu hâdiselerden biri Kadıköy’de vuku bulmuştu. Bir Fenerbahçe – Pera maçının sonuna doğru ve Fenerbahçe 3-1 galipken, Pera santrforu eski Fenerbahçeli Koço Negropondi ile santrhaf Tibbiyeli İsmet (Uluğ) çarpışmışlar ve Negropondi baygınlık geçirmişti. Bilâhare, uzun seneler Yunan Milli Takımı antrenörlüğünü yapan Negropondi’nin bu haline üzülen Pera santrhafı boksör Sava, İsmet’e sokulup bir yumruk sallamış, yine meşhur bir boksör olan İsmet de sol bir kroşe ile mukabele edip rakibini yere sermişti.

    Zamanın iki meşhur boksör ve aynı derecede şöhretli santrhafları arasında futbol sahasında cereyan eden bu boks hâdisesinin o işgal seneleri için bambaşka manalar taşıyacağı aşikârdır. Nitekim seyirciler arasında ekseriyeti teşkil eden Pera taraftarlarından bir kısmı hemen Fenerbahçeli futbolculara saldırdılarsa da merhum Recep Pehlivan ile meçlerini çeken Askeri Tıbbiye talebeleri belki de futbol tarihimiz için pek acı hâtıra kalabilecek bir hâdiseyi önlemişlerdi. Bu ve daha sonraları Talimhane meydanında yine bir kısım taraftarlarca diğer kulüplere karşı tekerrür eden taşkınlıklar Anadolu’daki milli zaferin kazanılması üzerine Pera takımını ürküttü ve o meşhur kadro (Fransa’ya Turne) ismi altında 1922 Aralığında İstanbul’u terk etti.

    Yol üzerinde Atina muhtelitini 3-0 ve 8-0, Marsilya muhtelitini 3-0 yenen Pera, Fransa’da zaferden zafere koşarken dostane mektuplarla Fenerbahçe’yi de Fransa’ya davet ediyor ve Fransa’nın en kuvvetli takımlarına karşı yapacağı maçlarda daima muzaffer olacağına dair Sarı – Lâcivertli kulübe teminat veriyordu.

    Pera’nın Fransa’daki maçlarda (İstanbul şampiyonu) titrini kullanmağa başlaması yeni kurulmakta olan (Türkiye idman Cemiyetleri İttifakı)nı F.I.F.A. nezdinde protestoya sevk etti ve Fransız Futbol Federasyonu’nun aldığı boykot kararı üzerine Pera takımı 1923’te Fransa’da dağıldı.

    İşte, yukarıdaki resim Pera’nın Fransa turnesi esnasında alınmıştır. İstanbul’un Peralı meşhur Rum gençlerini 1922 senesi Aralık ayında 3-0 galibiyetleriyle neticelenen Marsilya muhteliti maçına çıkmak üzere iken gösteren bu tarihi fotoğraf eski Peralıları coşturmağa değer bir hâtıradır.

    Geri kalan elemanlarının kifayetsizliği sebebiyle İstanbul’daki faaliyeti duraklayan Pera 1923 senesinde David Yafa, Muzakis ve Kanakis gibi müteşebbislerin gayretleriyle yeniden teşkilâtlanmış ve bu sefer Sakızağacı semtinde (Beyoğluspor Kulübü) adı altında tekrar faaliyete atılmıştır.

    Futbol ve jimnastiğe ilâveten boks, güreş, tenis, atletizm ve sportif oyunlarda da gayret gösteren Beyoğluspor bu branşlarda o zamandan bu yana büyük muvaffakiyetler gösterdi ve muhtelif sahalarda birçok İstanbul ve Türkiye şampiyonlukları kazandı.

    Futbolda 1940 senesinde birinci kümeye yükselen Beyoğluspor 1952’den itibaren profesyonel kümede de yer almış bulunmaktadır. Hâlen Parmakkapıda muntazam bir lokal ve salona sahip olan Beyoğluspor kulübü bir çok kulüplerimize örnek olacak bir teşkilât ve intizam içinde çalışan cidden olgun bir müessesedir.

    (Gelecek resim ve yazı: Futbol tarihimizin ilk şampiyonu genç takımıdır: 42 yıl önceki meşhur Fenerbahçe üçüncü takımı…)

    12 Şubat 1955 – Rüştü Dağlaroğlu – Akşam Gazetesi

  • Mustafa Necati Bey’in Ölümü

    Mustafa Necati Bey’in Ölümü

    Hayata geçirmek için çok uğraştığı Millet Mektepleri’nin açılış gününde vefat eden ve başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bütün Türkiye’yi yasa boğan Mustafa Necati Bey’in ölümü üzerine gazetelerde yazılanları derledik… Nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Teselli Kabul Etmez Bir Acı [1]

    Maarif Vekili Necati Bey’i Kaybettik

    Karilerimize bir matem haberi vermekle müteellimiz!

    Sevgili Necati’nin ansızın hastalandığını, kendisine apandisit ameliyatı yapıldığını dün yazmıştık. Maalesef hastalığın teşhis edilmemesi genç ve değerli bir inkılap uzvundan memleketi mahrum etmiş, zavallı Necati dün öğleye doğru hayata gözlerini yummuştur.

    Cumhuriyet hükümetine, Büyük Meclis’e, Cumhuriyet Halk Fırkası’na, irfan ve gençlik âlemine, bütün kan ve fikir ailesinin efradına taziyetler arz ederiz.

    Merhum Necati Bey’in Tercüme-İ Hali [2]

    Mustafa Necati Bey 1894 senesinde İzmir’de doğmuştu. Tali tahsilini İzmir İdadisi’nde bitirdikten sonra İstanbul’a hukuk mektebine girmiş, buradan çıktıktan sonra da İzmir’de Darülmuallimin ve Darülmuallimat’ta muallimlik almak suretiyle maarife intisap etmişti.

    1915’den 1918 senesine kadar İzmir’de hususi Şark Mektebi müdürlüğünde bulunmuş, burada şimdi Moskova elçimiz olan Vasıf Bey’le beraber çalışmıştır. Bu arada İzmir-Aydın demir yolları hukuk müşavirliğinde çalışmış, dava vekâleti yapmıştır. 1919’da İzmir’in işgali üzerine milli mücadele teşkiline dâhil olarak İstanbul’da (şimdi Büyük Millet Meclisi Reisi) Kazım Paşa hazretlerinin kumandan olduğu mıntıkada kuvayı milliye müfrezeleri kumandanlığında bulundu ve Anzavur takibatına iştirak etti. 1920’de Saruhan mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne geldi ve bir müddet sonra Kastamonu İstiklal Mahkemesi’ne reis olarak Samsun-İzmir arasındaki sahada milli mücadelenin muvaffak olmasında kıymetli hizmetler etti. 1923’te İmar ve İskân ve Mübadele Vekâleti’nin teessüsünde hem amil, hem bu vekâletin ilk vekili oldu ve bilahare İsmet Paşa kabinesinde Adliye Vekâleti’ne geçti ve kabine çekilirken Necati Bey de istifa etti. Bir müddet sonra Hamdullah Suphi Bey’in yerine Maarif Vekili oldu.

    Necati! [3]

    İnkılap neslinin kulaktozuna bir hançer saplandı. İstiklalin müebbet temelini kurmaya çalışan irfan amelesinin neşeden ve feragattan kalbine ilk matem çöktü. En büyüğümüzün yüreğinden en küçük bana kadar şu hudutların içinde dışında ürpermeyen benlik kalmadı. Çünkü ziftten zifirden bir haber patladı: Maarif Vekili’nden evvel büyük ve civanmert olan Necati öldü!

    Büyük ve civanmert insanlara karşı ecelin ne sefil ne korkak ne kelbi olduğunu bilirdim ama bu kadar kahpeliğini hiç işitmemiş, görmemiştim.

    Necati o gönül mânialarından idi ki her kımıldanışında etrafında ve arkasında binlerce taze ve temiz kalp harekete gelirdi. Akdenizin bu tatlı esmer evladına yalnız İzmir, sade Ankara değil fakat bütün inkılap tarihi ağlayacaktır.

    Ameliyat muvaffakıyetle neticelendi. Fakat yüksük kadar küçük bir kör olası kör bağırsak bir cihandan büyük ve Türk adı kadar sağlam Necati’yi aldı götürdü. İnsan hayatın bu anlaşılmaz sırları önünde ve kulaktozuna yediği hançerin acısı altında kızamıyor, ağlayamıyor, inanamıyor… Demek bu ölüm sahidir.

    Necati! Uzun senelerimin en has, en mahrem, en mert dostu!

    Necati! Demek sahi öldün. Vah bize! Vah bize.

    Zavallı Necati [4]

    Elime kalemi aldım. Fakat ne yazacağımı bilmiyorum. Maarif Vekili Necati Bey’in bütün arkadaşlarını şaşırtan nagihani ölümünü “Vakit” karilerine nasıl anlatabileceğimi bir türlü tayin edemiyorum.

    Evet, henüz otuz dört yaşında aslan gibi kuvvetli bir genç aramızdan çekilip gitti. Daha cumartesi günü Maarif Vekâleti’ne gidenler Necati Bey’i Vekâlet masası başında 1 Kanunisani için büyük bir şevk ve heyecan ile çalıştığını görmüşlerdi. Çünkü 1 Kanunisani günü her tarafta olduğu gibi Ankara’da da Millet Mektepleri’nin resmi küşadı yapılacaktı.

    Necati Bey aylardan beri yaptığı hazırlıkların mesut neticesini o gün alacaktı. Maalesef talih en büyük milli bir bayramı teside hazırlanır gibi aylardan beri Millet Mektepleri’nin küşadını temin için çalışan Necati’ye bu emelinde yar olmadı.

    Millet Mektepleri’ni 1 Kanunisani’de açmaya hazırlanan Necati, bugün vakitsiz bir ölümün bedbaht darbesine uğradı.

    Necati Bey belki ideal bir Maarif Vekili olmak için icap eden teknik bilgilere tamamen sahip değildi; fakat mektepçiliğin bir ihtisas işi olduğuna, her işi ehline vermek lazım geldiğine samimi olarak kani idi. Bu kanaat üzerinden yorulmak bilmeyen bir gayret ile çalışmayı kendisine şiar edinmişti.

    Fazla olarak İzmir’in Yunan işgaline geçtiği günlerde anayurdundan ayrılarak milli harekâta iştirak etmiş, mücahede-i milliyenin her safhasında fedakarane bir gayretle çalışmış, uzak ve yakın bütün arkadaşlarının hürmet ve muhabbetini kazanmıştı.

    Bu itibarla memleket ve millet Necati’nin istikbalinden daha çok hizmetler bekleyebiliyordu. Yazık ki insafsız ölüm bu ümitleri kırdı.

    Dün Millet Meclisi koridorlarında Necati Bey’e tehlikeli bir apandisit ameliyatı yapıldığı şüyu bulunca herkeste derin bir teessür uyanmıştı. Bütün arkadaşlar sıhhi vaziyeti hakkında malumat almak için birbirine soruşturuyordu.

    En doğru haber olarak yirmi dört saatlik bir tehlike devri bulunduğu anlaşılıyordu. Ameliyattan sonra yirmi dört saat iyi geçerse ölüm tehlikesinin bertaraf olacağı söyleniyordu. Fakat çok yazık ki bu son ümit boşa çıktı. Aradan yirmi dört saat geçmeden Necati kayboldu.

    Zavallı Necati ölümüne takaddüm eden bütün geceyi Millet Mektepleri’ne ait tertibat ve teşkilattan bahsederek geçirmiştir.

    Son nefesinde de “1 Kanunisani, 1 Kanunisani!” diyerek gözlerini kapamıştır.

    Bu hal Necati’nin ruhunda vatan ve vazife aşkının ne kadar derin bir surette kökleşmiş olduğunu göstermeye kâfi geliyor.

    Necati’nin Ölümü Karşısında [5]

    Hayatımda, bu kadar umulmayan bir felaketle karşılaştığımı bilmiyorum!

    Telefonda onun ölümü haberini alınca ellerim titredi, boğazım kurudu; boğuk bir sesle tekrar tekrar sordum. Kalbim bu zalim habere bir türlü inanmak istemedi.

    Fakat matemli bir sesle inildeyen kısık, muttarit telefon darbeleri bu acı hakikati bütün çıplaklığıyla haykırıyordu:

    “Necati’yi kaybettik! Necati’yi!”

    Her kara haber gibi bu felaket haberi de doğru çıkmıştı…

    Evet, bu bir hakikat idi…

    Daima hayat ve ümit dolu gür sesinin akisleri daha kulaklarımızda titrerken, bu zalim hakikatle karşılaşıyorduk! O kadar genç, o kadar dinç, adeta bir hayat kaynağı gibi taşkın bir insanı birdenbire aramızdan eksilmiş görmek, umulmaz bir faciadır, yarabbi…

    Bu ani felaket darbesi altında dimağım hala uyuşuk duruyor… Bu dost ölümünün kalbimde açtığı yara, sanıyorum ki ilelebet kanayacak!

    Şu perişan satırları yazarken, Ankara’da onun taze mezarı başında samimiyetle ağlayan sesleri duyuyorum…

    İnkılabın zaferi için onunla aynı safta çalışan insanların, en büyüğünden en küçüğüne kadar, ne derin bir matemle sarsıldıklarını çok yakından hissediyorum…

    Milletin gözyaşlarıyla ıslanan bu muazzez mezar üstündeki çiçekler, altında yatan ölünün temiz, asil ruhu gibi, henüz terütaze duruyor…

    Eğer şu dakikada Ankara’da olsaydım, mezarının başında diz çöker ve kalbimin hıçkıran sesi ile ona derdim ki:

    “Necati, sevgili dost, inkılabın aziz çocuğu!

    Asil ruhunla, açık alnın ve temiz vicdanınla, milletinin ve yüksek, ne muhterem bir mevki kazandığını görüyor musun?

    Mertliğine, insanlığına hayran olarak sana candan bağlanan dostlarının kalbinde daima yaşayacağını anlıyor musun?

    Daha hayattan nasibini almadan, inkılabın kuvvetli omuzlarına yüklettiği mukaddes vazifeleri tamamlamak saadetini daha görmeden, zalim ecel seni kara topraklara çekti götürdü!

    Orada sevgili ananın kolları arasında sakin ve müsterih uyu. Türk gençliği ölümünle saflarında açılan boşluğu doldurmak için daima senin bu aziz hatırandan kuvvet alacak…”

    Onun Ölümü [6]

    Bir yanar dağ, ansızın söndü…

    Aylardan beri hazırlandığı bayram, meğer onun son günü imiş…

    Bir Kanunisani’yi tesit için toplanan taburlar, onun tabutu arkasına dizildi.

    Necati Bey’in ölümü kadar hiçbir ölüm, bana ölümü bu kadar korkunç göstermemiştir. Bu zeybek huylu ve zeybek boylu vatan çocuğunu toprağa düşüren pençenin rüzgarı, bütün Türk elinin bağrından geçti.

    Onu bir kere, heyecanla bir nutuk söylerken dinlemiştim:

    Dağ dağa vuruyor sandımdı!

    Bu genç ölünün matemi karşısında acı acı düşünüyorum: Aylardan beri, tababet, Londra’da bir ölüyü yaşatırken, Ankara’da bir diriyi öldürüyor!

    İşte matemimizin asıl teselli bulmayan tarafı!


    [1] 2 Ocak 1929 – Vakit

    [2] 2 Ocak 1929 – Vakit

    [3] 2 Ocak 1929 – Cumhuriyet (Aka Gündüz)

    [4] 2 Ocak 1929 – Vakit (Mehmet Asım)

    [5] 3 Ocak 1929 – Cumhuriyet (Köprülüzade Mehmet Fuat)

    [6] 3 Ocak 1929 – İkdam (Yusuf Ziya)

  • Saracoğlu’nun Harf Devrimi

    Saracoğlu’nun Harf Devrimi

    T.B.M.M. tutanaklarında gezinirken henüz 1924 yılında Şükrü Saracoğlu’nun bir nevi harf devrimi ile ilgili yaptığı aşağıdaki konuşmaya denk geldik. Büyük Başkanımızı saygıyla anıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Hurufat ve Lisan

    Beyefendiler: Zannediyorum ki memleketimizde Maarif için çok az bir külfet ihtiyar ediyoruz. Hâlbuki alelumum memleketimizin külfeti kadar bir külfet ihtiyar ediyoruz. Filvaki bütçemiz tetkik edildiği zaman yalnız âli ve orta tedrisatımız için bütçemizin binde sekseni nispetinde bir parayı maarifimize hasrediyoruz. Biraz evvel hakkındaki tuğyan ve isyana rağmen bendeniz maarif hususunda da bütün samimi düşüncemi, bu milletin hür kürsüsünde hürriyetperverane söylemekte bir zevk duyuyorum.

    Avrupa’da, Hıristiyanlığın hâkim olduğu yerlerde okumak yasak idi. Okumak papazların, prenslerin yed-i inhisarında idi. Prensler, papazlar ve kanunlarla jandarmalar halkı okutmamak için uğraşıyorlardı. Buna rağmen bütün ahali okudu. Bizim memleketimizde dinimiz, okumayı emrediyor. Hocamız, hacımız, zabitimiz, adat ve ahlâkımız, kanunlarımız her şeyimiz «Okuyunuz» diyor ve yüzlerce, belki binlerce seneden beri her köyümüzde (Bir mektebimiz yoksa bile) Bir hocamız vardır. O, köyümüzün çocuklarını okutmak için didindi, uğraştı. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun hulâsa tekmil maneviyat ve maddiyetimizin bizi okumağa sevk ettiği bir diyarda ve büyük fedakârlıklar yapılan bu memlekette, bu memleket halkı hâlâ okuyup, yazmak öğrenmedi ise bunu yalnız usulde aramak, yalnız maarifçilerin tarzı tedrisi ve idareyi bilmediğini iddia etmek doğru olmaz. Benim kanaatimee bu büyük derdin vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap harfi diyecek olursam burada da acaba benim fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı?

    Efendiler; bunun yegâne kabahati harflerdir. Arap hurufatı, Türk lisanı yazmaya müsait değildir. Hacımızın, hocamızın âmirimizin memurumuzun gayretine, yıllardan asırlardan beri yapılan bunca fedakârlıklarına rağmen halkımızın ancak yüzde ikisi veya üçü okumuştur. Efendiler: Diyorlar ki memleketimiz seyrek nüfusu az, çocuklarımızı bir bina altında toplamak imkânı yokmuş. Bunun için okuyamıyormuşuz. Hayır, efendiler, yalandır.

    Efendiler: İsveç, Norveç arazi itibariyle bizden çok büyük, halkı bizden daha az, darmadağındır. Böyle olduğu halde yüzde yüzü okuma, yazma biliyor. Bunların hocaları seyyardır. Lütfen dikkat ediniz, fazla hoca bulmak imkânı olmadığı için seyyar hocaları vardır. Sekiz, on köyün bir mektebini bir hocaya verirler. Devri daimi yapmak suretiyle yine oradaki çocuklara okuma, yazmayı öğretmişlerdir.

    Ben isterdim ki tedrisatı âliye ve orta tedrisat için bütçesinin binde yüzünden fazla bir meblâğını tahsis eden bu millet, pek az bir zaman zarfında çocuklarının okuyup, yazmasını görsünler; filvaki maarif bütçesi, mekteplerin bir kısmına malik olan bir müessesedir.

    Her vekâletin birçok mektebi vardır. Her vekâletin bu uğurda aldığı milyonlar var. Bütün bunlardan sonra hususiyelerin hikmeti vücudu, tedrisat için para toplamak ve muallimlere dağıtmaktır. Bundan maada hususi mektepler, arpa ve buğday ile tutulan hususi hocalar bütün bunlar hesap edilecek olursa bu memleketin masarifi için senevi yaptığı masraf yirmi beş milyon lirayı tecavüz eder. Yani bundan aşağı yukarı bütçemizin dörtte birini teşkil ediyor. Buna rağmen yine okuyup yazmak bilmiyoruz. Bu pek büyük bir derttir.

    Benim kanaatimce buna sebep doğrudan doğruya harflerdir. Maarif Vekâleti bu hususta ne düşündüğünü ve pek az bir zaman zarfında ne yapabileceğini, bu derde deva olarak söylemek mecburiyetindedir.

    Saracoğlu Şükrü Bey (İzmir) – 25 Şubat 1924

  • Şükrü Ersoy Röportajı

    Şükrü Ersoy Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Şükrü Ersoy röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Lastik Şükrü

    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Şükrü Bey?

    1943 yılıydı, çocukluğumda dayım futbola meraklıydı. Onun sayesinde ben de spora merak sardım. Hangi spor dalını yapayım diye karar vermekte zorlanıyordum.

    Sporun gelişmemiş oluşu ve o yıllarda okullarda spor yapmak yasak olduğundan zaten spor yapma gibi bir olanağımız da yoktu. Bugün olimpiyatlarda yeteri kadar derecemiz yoksa bunun da nedeni Türk sporunun bu yasaklar neticesinde az gelişmiş olmasıdır. Ama bizler yine kaçak olarak ilgilendik.

    İlk mektebi bitirdim. O zamanlar Talimhane’de Beyoğlu’nda oturuyorduk. İlkokula gidiyordum. İlk mektebi bitirdikten sonra annem bana “Seni nereye hangi okula verelim?” diye sordu. Ben de “Hangi okulda spor iyiyse beni o okula verin.” dedim.

    Böylece orta mektep için Haydarpaşa Lisesi’ne yazdırdılar. Zaten Kadıköylüyüm. Fenerbahçe Stadı’na giderken sizlerin de gördüğü o demir köprünün başındaki köşkte doğmuşum.

    Bütün hayatımız okul, yatak sonra da mektep koridorlarında geçti. Oralarda top oynardık.

    İlk önce hangi spor dalına yazılayım diye düşündüm fakat sonra boks dışında hiçbir spor kolunda yer olmadığını görünce boksa başladım. Boksta duruş, gard hareketleri yaptırıyorlardı. Hoşuma gitti. Çocuk aklı işte mahallede çocuklara karşı “Ben böyle boksörüm” esprisi başladı. Hava atmaya başladık. Artık yavaş yavaş eldiven giydim.

    Bir keresinde burnuma bir yumruk yedim. Burnum çok acıyınca “Ben boks yapamam.” dedim. Ve mektebin koridorlarında futbola başladım.

    O zaman top yok, çoraplarımızın içine kâğıt doldurup, onu topa benzeterek kendi aramızda oynardık. Sınıf arkadaşlarımız arasında takım kurar, sınıflar arası top oynardık. Bu bir müddet devam etti. Zamanla göze batmaya başladım. Mahalle futbolu oynardık. Cihangir, Beykoz gibi semtlerde mahalle aralarında boş alanlar vardı. O sıralarda Adalar’da Lefter de futbol oynardı. 

    Fenerbahçe’deki spor hayatınız nasıl başladı?

    Bir gün Adalarla, Cihangir arasında futbol maçı yapmıştık. Bu yazlık maçlarda yine bir gün bizim Cihangir takımımızın Anadoluhisar’la maçı vardı. Kalecilik yapıyordum. Atlıyorum, zıplıyorum, hopluyorum…

    Sabri Kiraz Ağabey beni gördü. Benim hayatımda çok büyük rol oynadı. Beni teşvik edip öncülük eden Sabri Ağabey’dir.

    Bana “Sen kimsin, ne yapıyorsun?” diye sordu.

    Ben de anlattım.

    “Seni Fenerbahçe’ye alalım” dediğinde çok sevinip hemen kabul ettim. Zaten taraftarı olduğum kulüptü.

    Küçüklüğümde yine bir gün stada gitmiştim. Fenerbahçe’de o zamanlar tahta tribünler var, yönetim kurulu orada toplanırdı. Mahallede kendime diğer arkadaşlarımdan ayrıcalıklı hissettirmek için idare heyetinin toplandığı yerde koltukların arkasına saklandım. Biraz sonra yönetim kurulu toplandı. Bunlar ne konuşuyorlar dinleyeyim diye yanaştım.

    O zamanlar Zeki Rıza Sporel başkandı.

    Birden beni gördü. “Ne arıyorsun burada?” diye sordu

    Korkudan nasıl kaçacağımı şaşırmıştım.

    Benim maksadım orada konuşulanları duyayım da mahalleye geldiğimde “Ben bu haberleri duydum” diyerek ayrıcalık hissetmekti. Fenerbahçe sevgisi her şeyi yaptırıyordu, çok utanmıştım.

    Sonra Sabri Ağabey beni genç takıma aldı. Beni yetiştirdi. Orta mektep biterken ben kaleci olarak başladım.

    Sabri Ağabey o kadar değerliydi ki şimdi bakıyorum da 50–60 sene sonrası kalecisinin öğreneceklerini taa o zamandan bana öğretmişti.

    Ben orta mektepte mahsustan 3 dersten kalmıştım. Böylece bir sene boşta kalıyorsun. O bir senede de futbolda büyük gelişme gösterdim. Fenerbahçe’nin tam anlamıyla kalecisi ve kısa bir süre kaptanı oldum.

    O zamanlarda Fenerbahçe takımının futbolcularını Boğaziçi Lisesi’nde okuturlardı. Sabri Ağabey “Seni Boğaziçi Lisesi’ne yatılı olarak verelim” dedi.

    “Memnuniyetle.” dedim.

    “Senin paranı Fenerbahçe Spor Kulübü verecek.” dediler.

    Bir sene aradan sonra Fenerbahçe’ye kendimi kabul ettirdikten sonra Boğaziçi Lisesi’nde okumaya başladım. Hem mektep takımında hem de Fenerbahçe genç takımında oynuyordum.

    Vücudum spora çok yatkındı. Koşu yaptım. 200 m.– 400 m. derecelerim vardı. Voleybol, basketbol oynadım. Turgay Şeren’le o Galatasaray Lisesi’nde, ben Boğaziçi Lisesi’nde iki takım maç yapıp karşılıklı oynuyorduk. Tabii hayatımda en çok kaleciliği yaptım ve sevdim.

    Cihat Arman Ağabey’in de son zamanlarıydı. Beni çok severdi. Örnek olarak da Cihat Ağabey’i aldım. Kaleiçi kalecisiyim. Cihat Ağabey sarı kazağını bana verdi.

    1949 yılında “Ben sporu bırakıyorum” dediğinde, sezonun bitmesine son 3–4 maçı vardı.

    “Benim yerime kaleye sen geçeceksin.” dedi.

    Sevinçten havalara uçtum. Elim ayağım titredi.

    Naci Erdem Ağabey takım kaptanıydı. Benim kaleci olmama itiraz ederek “Biz çoluk çocukla mı oynayacağız?” dedi.

    Sabri Ağabey geldi ve bana “Sen ona uyma, biraz aksidir.” dedi.

    Şeref Stadı’nda 2–0 maçı kazandık. Ligin son maçıydı. Naci Ağabey bana “ Şükrü Şükrü sen ne iyi kaleciymişsin. Aferin…” dedi. O sezon öylece bitti.

    Vefa’ya gidişiniz nasıl gerçekleşti?

    Melih Ilgaz rahmetli çok iyi arkadaşımdır.

    “Ya dedi sen burada enayi gibi… Erdal’ı transfer ettiler, yeni sezonda seni oynatmayacaklar.” dedi. Ve beni aldı, Vefa’ya götürdü.

    1949–1950 sezonu orada oynadım. Fakat Fenerbahçe’de Erdal Kocaçimen sakatlandı ve futbolu bıraktı.

    “Keşke Vefa’ya gitmeseydim.” dedim kendi kendime.

    Bir baktım ilk idmanda Hüsnü Ağabey de Vefa’da… O da Vefa’ya gelmiş. Vefa o sene milli takıma çok futbolcu verdi, çok iyi takımdı. Hatırladığım kadarıyla; Selahattin, Rahmi, Kazma İsmet ve ben gitmiştik.

    Sonra vatani görev mi?

    Evet, 1952 yılında askere gittim. Orada Ordu Takımı’na girdim. Finallere katıldım. 13 defa Ordu Milli Takımı’nda oynadım.

    Sonra Müslüm Bağcılar vardı. 1957’de Fenerbahçe’ye döndüm. 1962’ye kadar oynadım. Sakatlandım. Bir Galatasaray maçında dizim döndü. Top oynayamayacağım doktorlar tarafından söylenince Fenerbahçe doğal olarak mukavelemi yenilemedi, böylece Fenerbahçe’deki futbol hayatımı noktaladım.

    Yurtdışı başarılarınızdan söz edebilir miyiz? 

    Molnar, beni Avrupa’ya çağırdı. 1962 yılında Avrupa’ya Salzburg’a gittim. Sahalarımız çok güzeldi. Orada iki kez Avrupa’nın en başarılı kalecisi seçildim. 1967 yılına kadar Avusturya takımında kalecilik yaptım.

    Sonra Almanya da 8 ay antrenörlük eğitimi aldım. Türkiye’ye döndükten sonra Balıkesir, Manisa, Aydın, Altay, Kayseri, Sivas sonra Trabzonspor’da antrenörlük görevi yaptım.

    1975 yılında ilk defa lig şampiyonu olan Trabzonspor’da teknik direktörlük görevini üstlenmiştim. Sonra Sakaryaspor, Düzce ve Karagümrük takımları…

    Daha sonra Futbol Federasyonu’na çağrıldım. Orada Genç Milli Takım antrenörlüğü yaptıktan sonra İstanbul bölge antrenörü ve bayan milli takım antrenörlüğü…

    Baktım gençler etrafımda dolaşıyorlar ve ne zaman ayrılacağım diye merak ediyorlardı. 2004 senesinde artık yaş nedeniyle ayrıldım. 37 sene bilfiil antrenörlük yapmışım.

    Fenerbahçe’nin üç dönem yönetim kurulu üyeliğinde bulundum. İki keresinde Faruk Ilgaz başkandı. Bir dönem de Güven Sazak başkandı. Kısa bir süre de Fenerbahçe’nin de teknik direktörlüğünü yaptım.

    Sizi dinledikçe Fenerbahçeli olmanın gerçekten de bir ayrıcalık olduğunun iyice farkına varıyoruz.

    Evet, her açıdan bir ayrıcalık. Fenerbahçe sevgisi çok farklı bir sevgi.

    “Futbol nankördür.” derler ama ben hiçbir nankörlüğünü görmedim.

    Ben Fenerbahçe’nin içinde büyüdüm. Babam askeri eczacıydı ama ben futbolu tercih ettim. Çok dayak yedim. Fakat sonra da semeresini gördüm. Önceleri kızan annem daha sonra, tramvaya her bindiğinde “Ben Şükrü Ersoy’un annesiyim.” derdi. Anneme susmasını, ayıp olduğunu söylerdim. Ama o beni hiç dinlemez benimle övünürdü.

    Babam paşaydı. Annem öldüğünde cenaze merasiminin hep törenle olmasını isterdi. Ne kadar temiz kalpliymiş ki benim o dönemlerde Fenerbahçe Yönetim Kurulu’nda olmam sıfatıyla cenazesi tıklım tıklımdı. Ve bandoyla gitti. Allah rahmet eylesin…

    Kaleci olmanın sorumluluklarının, ruhsal yönden de çok ağır olduğunu düşünüyorum… Neler söyleyeceksiniz?

    Takımla bütünleşir, takımın bir parçası olursun. Futbolcuların herhangi biri, bir hata yaptı mı, diğerinin, arkadaşını telafi şansı olabilir. Kaleciye gelince golü yer ve günlerce kalecinin o golü nasıl yediği kritik edilir. Bir tane yesen de dalga geçilir “Bir tane top geldi, onu da yedin.” derler.

    Kalecilik de bir ayrıcalıktır. 11 kişinin içinde kalecinin bir hatasıyla gol olur. Futbolcularda böyle değil. Zor bir yerdir. Antrenörün verdiği taktik üzerine kaleci, arkadaki bütün savunmayı ve hücuma dayalı organizasyonun başlangıcını tayin eder. Bunu da arkadan konuşarak halleder. Sonucunda takım böyle oynarsa rahat eder. Bu nedenle kaleci devreye girer. Ama bunun için kalecinin de lider özelliklerine sahip olması gerekir. Bazen öyle bir kurtarış yapar ki bütün takımı rahat ettirir. 

    Maça çıkmadan önce uğur getiren herhangi bir simgeniz veya hareketiniz var mıydı?

    Uğur olarak maça sağ ayakla çıkardım. Siyah çorap, şort giyerdim. Bazıları solmuş olurdu ama uğurumdu o. Çevremdekilerse merak eder “Başka şortun yok mu?” derlerdi.

    Kaç kez milli maça çıktınız?

    Milli takımda 13 defa oynadım. Turgay Şeren mektep arkadaşımdır. Milli takımda da kaleciliği beraber yaptık.

    Ülkemiz genelindeki yabancı futbolcuları nasıl buluyorsunuz?

    Yabancı futbolcu oynatılmasıyla ilgili söylemem gerekirse; bazı yabancı futbolculara ülkemizde oynamaları için haklarından daha yüksek paralar veriyoruz.

    Ben genç futbolcuların getirilmesinden yanayım ama genelde yorgun futbolcular, adalesi yıpranmış futbolcular getiriyorlar. Genç, dinamik oyuncular bulmalıyız. Adı duyulsun veya duyulmasın önemli değil.

    Galatasaray- Fenerbahçe maçlarının her zaman bir ayrıcalığı vardır… Sizler neler yaşadınız?

    Lig şampiyonu olmayalım ama Galatasaray’ı yenelim. Fenerbahçe taraftarı bir lig şampiyonluğunu bu şampiyonluğa feda ederdi…

    Yine bir Fenerbahçe- Galatasaray şampiyonluk maçı… Beykoz’la berabere kaldık. Galatasaray’ı yenmemiz lazım. Dolmabahçe’de 1–0 galiptik. Metin Oktay’ın vuruşları geliyor fakat her vuruşu engelleyebiliyordum. O maçı 3–0 aldık…

    Maç bitiminde Müslüm Bağcılar geldi ve “Ver o güzel elini öpeyim Şükrü” dedi. Bundan daha büyük bir övünç olabilir miydi?

    Ya kamplarınız nasıl geçerdi?

    Zamanımızda kamplarımız çok uzun olurdu. Birbirimizi çok severdik. Çok neşeli geçerdi.

    Avrupa’ya maça giderdik. Dakikalarca sahanın çimenlerine bakardık. Bizde nerde o zamanlar çimen saha!

    Ali Ersan, o zamanların en ünlü foto muhabiriydi. Çok güzel fotoğraf çekerdi. Teknik bugünkü gibi olmadığından golleri yakalayabilmek için tüm fotoğrafçılar kale arkasında yer alırdı. Ben de uçan kaleci gibi iyi pozlar verirdim.

    Hatırladığınız bir anınızı paylaşır mısınız?

    Yine bir maça çıkacağımız gün “Şimdi Şükrü çıksın, koşsun biz duralım, bekleyelim.” demişler.

    Ben bir çıktım, koştum, orta sahaya geldim, bir baktım ki arkamda hiç kimse yok.

    Yine Can Bartu’nun şakasıydı… Canım arkadaşım. Bizleri her zaman şakalarıyla güldürmeyi, eğlendirmeyi başarıyordu. Tabii efsane bir oyuncu olduğunu da unutmamak gerek.

    Moda’da Mona Palas vardı. Burada uzun kamplarımız olurdu. Aramızda rekabet yoktu.

    “Sen bunu aldın, ben bunu aldım” demezdik. Hepimiz hemen hemen aynı maddi koşullara sahiptik. Her şey çok güzeldi. Şimdi bakıyorum hep transferler ve para mevzuları var. Şimdilerde mütevazılık kalmadı. Verilen rakamın karşılığını da sahalarda göremiyoruz.

    Şimdiki formalara bakın; su gibi terleme yok, forma kupkuru, şu tesislerin muhteşemliğine bak, Fenerium’lara bak. Eskiden bir soyunma odası vardı, duş sırası beklerdik. Şimdi bakıyorum jakuziler, modern banyolar, saunalar.

    Bazen küvete sıcak su doldurulur, sırası gelen içine girer, kas dinlendirirdi. Ama herkes aynı suyun içine girdiğinden çamurun içine girer, çıkardık. 25 kişi aynı küvete sırayla… Şimdilerde düşünebiliyor musunuz? Şimdi sağlık kontrolleri, MR’lar her şey planlı ve muhteşem.

    Biz bazen kampa Bursa’daki Çekirge bölgesine giderdik. Eski hamamlar vardı. Orada havuza girerdik. En büyük lüksümüz oydu.

    Bir de bizim ilginç bir sauna hikayemiz var. Rahmetli doktorumuz Reşat Dermanver, bir elektrik tedavisi yöntemi bulmuştu. Tahtanın üzerinde ampuller… İyi ki bizleri elektrik çarpmadı. Kalbimiz de sağlammış demek. O ampullerin sıcağında oturduktan sonra “Tamam terlediniz çıkın.” derlerdi. 

    Taraftarlar için neler söyleyeceksiniz?

    Taraftarlar artık yan yana oturmalı tıpkı eskisi gibi. O deplasman, bu deplasman diye ayrılmamalı. Eskiden farklı takım taraftarları yan yana oturur, şakalaşırlardı. Ama şimdi böyle bir şey yok. Herkes hakemin her çaldığı düdüğe itiraz ediyor. Taraftarlar tribünü bölüyorlar.

    Dünya Kupaları’nda görüyorum. Brezilyalı sağımda Fransız solumda oturuyor ama hiç kavga etmiyorlar. Otobüste bile şakalaşarak gidiliyor.

    Taraftar profili değişmeli… Özellikle Fenerbahçe taraftarı her zaman birlik ve beraberlik içinde olmalı takımını ve kulübünü her daim desteklemelidir.

    Sayın Aziz Yıldırım’ın yeniden yapılanmayla yarattığı kulübümüz bu noktaya kolay gelmedi. İskambil kağıtlarından yapılan bir kule olarak inşa edilmedi. Hepimizin birlikteliğiyle büyük bir emek harcandı. İyi ve kötü gün ayırımı yapılmadan verilen bir destek bizi her zaman daha güzele götürecektir. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki Fenerbahçe futbol kulübü değil, çeşitli branşların yer aldığı Türkiye’nin en çok taraftarı olan bir spor kulübüdür.

    Eşiniz Dilek Hanım ve oğlunuz Murat’la yazları uzun bir dönem Kuşadası’nda, kışlarıysa İstanbul’da yaşıyorsunuz. Memnun musunuz?

    Burada keyifli bir ortamımız var. Gördüğünüz gibi Ekim sonlarındayız ve hala güzel bir havaya sahibiz. Denizin en sıcak olduğu dönem…

    Oğlum Murat’ın aktif faaliyetleri var… Hiç sıkılmıyoruz. Murat da sporcu. Özürlü Olimpiyatları’nın koşu ve yürüyüş dallarında bir adet altın ve 8 adet de gümüş, bronz madalyalar kazandı. Eşim Dilek Hanım ve ben onunla gurur duyuyoruz.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Osman Göktan Röportajı

    Osman Göktan Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Osman Göktan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Trabzon’dan İstanbul’a

    Spor hayatınız nasıl başladı?

    Çocukluktan başlarsak; 1934 yılında Trabzon’da doğdum.

    Ortaokulu bitirdikten sonra, o sıralar annem vefat etmişti. Ağabeyim de eşiyle İstanbul’da yaşıyordu. 1950 yazında iki, üç aylığına İstanbul’a onların yanına geldim. Geliş o geliş…

    Annem de olmadığı için ağabeyim beni bırakmadı, Vefa Lisesi’ne yazdırdı. Vefa Lisesi evimize çok ters bir yerdeydi. Okula yürüyerek gidip gelmek zorundaydım.

    Sonra Beyoğlu Anadolu Lisesi’ne geldim. Tünelspor diye bir takımı vardı. Önceleri mahalle arasında oynanan futbol, bu kulübe girmemle benim için profesyonelliğin ilk adımı oldu.

    Trabzon’dan bir de arkadaşım sonradan Beşiktaş’ın kaptanı olacak Nazmi Bilge vardı. Hepsinin arasından ikimiz sivrildik. Ben defans, o forvet oynardı.

    O sene Liseler arası İstanbul Şampiyonu olduk. Kuleli Askeri Lisesi’ni yendik.

    Kısa dönem Kasımpaşa takımından sonra Emniyetspor’a geçtim. İktisat Fakültesi’ne giderken de Emniyetspor’da oynuyordum. Antrenmanlar çok sıkı olmadığından üniversite eğitimimi çok kolay tamamladım. Tamamen müstakil bir kulüptü.

    Galatasaray Kulübü’nde santrafor oynayan Bülent Eken Beyoğluspor takımını yönetiyordu. Takım karşılaşma için Danimarka’ya gidiyordu.

    “Gelir misin?” diye sordular.

    Ben de “ Bülent Ağabey bıktım küçük takımlarda oynamaktan maçlar 8-7 bitiyor. Biraz da şansımı büyük kulüplerde deneyeceğim.” diye cevap verdim.

    Fazla ısrar etmedi. Ben Emniyetspor’da oynarken Fenerbahçe Spor Kulübü’nün doktoru rahmetli Reşat Dermanver’in muayenesi Beyoğlu’ndaydı. Sakatlandığımızda biz de ona giderdik. O da bana çok ısrar ediyordu. Beni illaki Fenerbahçe’ye almak istiyordu. Benim hayalimse zaten Fenerbahçe’ydi.

    Ve hayaliniz gerçekleşti…

    Kim istemez ki Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oynamayı…

    1958 senesi Naciler, Lefterler, Basriler, Canlar, Şükrüler eski ve oturaklı bir takımdı.

    “Tamam” dedik, gittik kulübe…

    Hiçbir şey konuşmadan “İmzala” dediler, imzaladık ne para ne pul hiçbir şey sormak yok. Yeter ki Fenerbahçe olsun.

    Öğrenciydim, ev de geçindirmiyordum. Paranın da pek önemi yoktu.

    Böylece 1958-59 sezonu Fenerbahçe’ye girdim. O sezon da çok iyi gidiyoruz. Bütün sezon her maçı da kazandık. Bayağı da iyi oynuyoruz. Öyle ki diğer takımlar bizden korkuyor ve “Fenerbahçe’den ilk 20 dakika gol yemezsek maçın berabere kalma ihtimali var.” derlerdi. % 90 da her maçı kazanırdık.

    Unutamadığınız maçlar hangileriydi o dönem?

    O sene, bir gruptan Galatasaray; bir gruptan da biz birinci çıktık. İlk maçta Metin Oktay’ın ağları yırtan o gol oldu ve maç 1-0 yenildik.

    Dolmabahçe’de oynuyoruz. Ağlar şimdi olsa yırtılmaz da işte o zamanlar sökmüyorlar bir sene asılı dururdu. Kar, yağmur, çamur çürümüş tabii…

    Neyse o bize büyük bir darbe oldu. “Biz bu maçı kazanacağız, nasıl kazanacağız” diye de konuşuyoruz.

    Bir maç Çarşamba diğeri ise pazardı. O maça çıktık. Çınar Oteli’inde kamptaydık. Ondan önce ben sağ bek oynuyordum. O maçta benim isteğimle santrhaf oynattı beni Fikret Kırcan ağabey. Molnar da antrenördü.

    Fikret Kırcan’a “Ağabey ben Metin’le oynayayım onun stilini çözdüm, ben varken nefes bile alamaz” dedim. O da kabul etti, o pazar günü ikinci maça çıktık.  Ve çok rahat bir şekilde bu final maçını aldık. 4-0 Galatasaray’ı yendik. Bu iki maçı asla unutamam.

    Bu arada Lefter gibi futbolun ordinaryüsü ile de oynama şansı elde ettiniz.

    Lefter bizim için o kadar önemliydi ki, Lefter’le maça çıktığımız zaman hiç korkmuyorduk. Tüm maçları alacağımızdan emindik.

    “Lefter ne yapar eder maçı aldırır” diye düşünürdük hep.

    “En azından bir gol atar” derdik.

    İşte Lefter bize böyle bir güven verirdi. Lefter başka bir futbolcuydu. Onunla oynama bahtiyarlığa da ulaştık. Nur içinde yatsın. Onun gibi bir futbolcu gelmedi sahalara…

    Bir de bir Lefter’le bir anınız varsa paylaşabilir misiniz bizlerle?

    Var tabii, olmaz mı?

    Bir sene Beşiktaş’la üç maç yapacaktık. Bir İstanbul, bir Ankara, bir de Adana. Özel bir turnuvaydı. İstanbul’da, Ankara’da yendik. Son maçımız da Adana. Çok sıcak bir mevsimdi.

    Lefter çok cinlikler yapar hepimizi güldürürdü. Otelde odada oturuyorum. Öyle yukarıda bavulların konulduğu bir yer vardı. Ben de o sırada yatağın üzerinde oturuyorum. “Tak” diye bir yumurta düştü yanıma, nereden geldi anlamadım, biraz sonra baktım bir tane daha düştü. Bir baktım Lefter valizlerin konduğu yere çıkmış oradan kafamıza pişmemiş yumurta atıyor. “Sen ne yapıyorsun?” dedim kaçtı odadan ben de bir yumurta aldım elime lobide dolaşıp onu arıyorum. Onu görünce attım kafasına yumurtayı, yumurta kafasından akıyor. Aman beni bir kovaladı, Adana’da 100 metre yarış olsa birinci olacağız yani. Öyle bir anımız vardı.

    Fenerbahçe’de kaç sene forma giydiniz?

    Zaman içinde Fenerbahçe’de demirbaş olduk. 10 sene oynadım. Ve 340 maça çıktım. O zamanlar defans oyuncularının santrayı geçmesi yasaktı, o nedenle gol sayım çok azdır.

    Antrenör bağırırdı. “Santrayı geçmeyeceksin” derdi.

    Ara sıra penaltı atardım. Beğenirlerdi. Ama asıl penaltıcı yine Lefter’di.

    Yalnız Ankara’da bir son şampiyonluk maçında Lefter yok muydu tam olarak hatırlamıyorum bir penaltı oldu, attım ve o maçla şampiyon olduk. Zaten şampiyonluğa gidiyorduk fakat o penaltıyla şampiyonlukta hisse sahibi olmuştum.

    Bu 10 sene içinde kaç defa şampiyonluk yaşadınız?

    5 şampiyonluk gördüm. Bunların hepsi de benim için ayrı bir önem taşır.

    Sizin döneminizde WM sistemi ile oynanırdı. Yani kalecilik dışında defansın her yerinde görev aldınız. Sizi zorlar mıydı?

    Ben her iki ayağımı da rahat kullanan bir oyuncu olduğum için bu beni hiç zorlamadı. Santrhaf, sağ bek, sol bek oynadım.

    Futbol oynarken mi evlendiniz?

    1962 yılında evlendim. Evli olunca takip altındaydınız. Hatta bazı maçları aldık mı hep beraber eğlenmeye gazinolara giderdik.

    Bir ağabeyimiz rahmetli Müslüm Bağcılar vardı “Fenerbahçe’de evliyim” diye bana takılırdı. Hepimizin hesabını da verir öyle giderdi.

    Çocuklarınızın sporu erken bırakmanızla ilgisi oldu mu?

    İki tane de evladım oldu.

    1967’de tamamen futbolu bıraktım. Evliydim. Deplasmanlara gidiyordum, artık çocuk olunca da ihmal etmek istemiyordum. Futbol hayatımı noktaladım.

    Fakat futbolu Fenerbahçe’de bırakmak benim için hep bir onur kaynağı oldu. Spor hayatım bittikten sonra bile adım her zaman “Fenerbahçeli Osman” oldu. Bunun da değeri para ile ölçülemez. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde bir de yöneticilik geçmişiniz var, anlatabilir misiniz?

    Futbolu bıraktıktan on sene sonra yönetim kuruluna seçildik. Faruk Ilgaz başkandı. İki sene yöneticilik yaptık. O iki senede de bir şampiyonluk, bir ikincilik gördüm.

    Rahmetli Ahmet Erol vardı. Yönetimdeydi. İkimiz futbol takımına karışırdık. Ben sahaya çıkardım.

    7-8 sene sonra da Fenerbahçe Yüksek Divan Kurulu’na seçildim. Adnan Alptekin as başkandı. İki sene de öyle çalıştım. Orada da yine bir şampiyonluk, bir ikincilik gördüm. Şansımıza çok güzel geçti. 

    Teknik direktörlük yapmak istemediniz mi?

    Maalesef hayır, çünkü çocuklarım çok küçüktü. Çalışacağım yer de İstanbul dışı ve mutlaka bir Anadolu takımı olacaktı. Çocuklarımı da götürmek istemedim.

    Zaten çocuklar da çok iyi okudular. Oğlum, Alman Lisesi’ni bitirdi. İTÜ’de okudu, master yaptı. Futbolla da ilgisi olmadı. Benim için şartlar çok zordu. İstanbul’daki büyük takımlar ise hep yabancı hocalarla çalışıyordu. 

    Milli takımda kaç kez forma giydiniz?

    Milli takımda dokuz kez oynadım. O zamanlar milli maçlar o kadar çok oynanmıyordu.

    Bir de benim askerlik dönemimde Ordulararası şampiyonluğum var. Maçlar 1960 yılında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel zamanında Ankara’da oynandı. O sırada Ankara’da Hollanda ile de bir milli maç oynadık. Ankara’da kampa girmiştik. Oradan da milli takımla Dünya Şampiyonası için Rusya, Norveç’e gidecektik. Bir taraftan da ordular arası dünya şampiyonası oynanıyor üç maçtı. Türkiye, Fransa, Hollanda, Belçika vardı. Dört takım finale kalanlar. Ankara’da ilk iki maçı ordu adına oynadım bu iki maçı kazanarak aslında Ordulararası şampiyonluğumuz belli olmuştu.

    Sonra ben A milli ye seçilince kamptan beni aldılar. Milli takımın kampına gideceğiz, askerim de…

    Almanya’da kamp yaptık, oradan Norveç’e geçtik, milli maç oynadık oradan Moskova’ya geçtik orada da Lenin Stadı’nda ikinci milli maçı oynadık Dünya Kupası için.

    Her şey bitince, Türkiye’ye döndük. Bir gün evimdeyken bir baktım kapı çaldı, askerlikten firarımı vermişler “Haber vermeden yurt dışına çıkmış.” dediler. Gittiğim takım milli takım “Orduya haber vermedi.” demişler. Ve mahkemeye verdiler. Sonra her şey açıklığa kavuştu. Bu da bir anıydı benim için.

    Deplasmanlarda genelde kimle aynı odayı paylaşırdınız?

    Mikro Mustafa ile aynı odayı paylaşırdık. Ben de o da çok uykucuyduk. Kafamızı vurduk mu uyurduk. O nedenle beraber kalırdık.

    1958-59’ da Mikro Mustafa, Özcan Erkoç, Yüksel Gündüz hep beraber aynı sene geldik. Takımda oynamaya başladık. Hepsini de çok severdim.

    Kulübümüzün bugünkü şartlarında oynamak ister miydiniz?

    Tabii ki, kim istemez ki?

    Şimdi kulübe baktığımda çok büyüdü. Fenerbahçe’de olmadı ama Emniyetspor’dayken formamı getiriyor, evde yıkatıyordum.

    Fenerbahçe’de o zaman böyle değildi tabii.

    Şimdi formalar havada kapışılıyor.

    Bizde bir forma vardı. “Terledim, bu formayı arada değişeyim” diye bir şey yoktu.

    O zaman bu kadar para da yoktu. Sahaya sezon başında çim ekerlerdi, sezon ortalarına doğru sahada çim falan kalmazdı, toprak sahada çamur içinde oynamak zorunda kalırdınız. Mukayese bile edilmez.

    Taraftara mesajınızı alabilir miyiz?

    Fenerbahçe taraftarını dünyaya değişmem. Kulübünü bu kadar seven taraftar görmedim. Taraftarımız hep takımını seviyor ve hep kazanmak istiyor. Ben seyircimizi çok seviyorum. Oynarken de bir problem yaşamadım. Zaten taraftarla problem varsa o takımda barınamazsınız.

    Maçlara gelebiliyor musunuz? 

    Maçlara geliyorum. Ve aynı heyecanla seyrediyorum.

    Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

    4 tane dünya tatlısı torunum var. Hepsi de dedeleri gibi Fenerbahçeli, bundan dolay çok büyük bir mutluluk duyuyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Osman Arpacıoğlu Röportajı

    Osman Arpacıoğlu Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Osman Arpacıoğlu röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bay Gol

    “Fenerbahçeli olunmaz, Fenerbahçeli doğulur” deriz her zaman. Siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Osman Bey?

    1947, Ankara doğumluyum. Babam avukat, annemse öğretmendi. Dört kardeştik. Çocukluğum Samsun’da geçti. Tahsil ve futbol hayatım da yine orada başladı.

    Babam koyu bir Fenerbahçeli olduğundan, Samsun’da aynı renkleri taşıyan “Fener Gençlik” takımının her maçını birlikte izlerdik. Ben de doğuştan Fenerbahçeliyim diyebilirim. Tabii hem Fenerbahçeli olup, hem de takımımın formasını giyebilmek benim için mutluluk kaynağı oldu.

    Spor hayatınız nasıl başladı, Osman Bey?

    16 yaşımda ilk takımım Samsun Akınspor oldu. Sonra Samsun Yolspor, Ankara Hacettepe, Mersin İdmanyurdu sonunda da Fenerbahçe…

    Ve efsane takım Fenerbahçe’ye geldiniz…

    Evet. Fenerbahçe, çocukluk hayalim, rüyalarımın takımıydı.

    1971’de, 24 yaşında transfer olduğum Fenerbahçe’me 6 sezon elimden, ayağımdan ve kafamdan geldiği kadar hizmet ettim. Bu yıllar arasında hemen hemen tüm maçlarda forma giydim. Zannederim bu rakam 250’nin üzeri maç ve 125 gol…

    Rahmetli Hocamız Didi’yle gelen 2 lig şampiyonluğu ve Türkiye Kupası’nın yanında Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve bir sürü kupa…

    Biri Mersin İdman Yurdu’nda, biri de Fenerbahçe forması altında 2 kez gol krallığı…

    1962 yılında başlayan futbol hayatım, 1978’de sona erdi.

    Bir yandan üniversite bir yanda futbol yaşamı zor olmadı mı?

    Futbol hayatımla beraber yürütebildiğim tahsil hayatımda da iktisat fakültesini zorla da olsa bitirebildim ve yararını da, 1979’da Eczacıbaşı’nda başlayan iş hayatımda, 1997 yılında emekli olana kadar gördüm.

    Milli takımda da oynadınız…

    1 genç, 2 ümit milli ve 16 kez de A milli takım formasını şerefle giydim. 3 de golüm var.

    A milli takımın da 200. golü İzmir’de oynadığımız ve 4–0 yendiğimiz Cezayir maçında kaydetmiştim.

    Uğur getirdiğine inandığınız şeyler var mıydı? Oyuncu arkadaşlarınızla uyumunuz nasıldı?

    Allah’a dua eder çıkardık. İnanç tamdı. Takım ruhu vardı. Öyle bir kardeşlik havasındaydık ki şakalaşırdık. Fakat sahaya çıktığımızdaysa görevimizi başarıyla yerine getirmeye çalışırdık. 

    “Bay Gol” lakabı nereden geldi Osman Bey?

    Sanırım attığım goller nedeniyle bu lakabı aldım.

    Lakabı, ilk olarak 15 Ekim 1972 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki bir yazısında bana yakıştıran değerli büyüğüm Gündüz Kılıç’ı rahmetle anıyorum.

    Bu arada Galatasaray’a karşı oynadığım tüm maçlar ve attığım goller benim için hala güzel anılardır.

    Forvet arkadaşlarınız kimlerdi?

    Forvetteki silah arkadaşlarım Ender Konca ve Cemil Turan’dır. Çok yetenekli futbolculardı. Birbirimizi tamamlardık.

    Futbol sonrası uzun süre spor yazarlığı yaptınız. Yazılarınız her zaman spor yazarlarına örnek oldu. Bunun dışında bulunduğunuz görevler ve halen sürdürmekte olduğunuz görev nedir?

    Futbola veda ediyorsunuz fakat futbola ve Fenerbahçe’ye hizmetiniz bitmiyor.

    Fenerbahçe Eski Sporcular Derneği, Fenerbahçe Futbol Vakfı ve Fenerbahçe Altyapı Derneği’ne üyeyim.

    Bugün için, yine elimden geldiği kadar Fenerbahçe’ye ve 2 senedir de Federasyon temsilcisi olarak Türk futboluna bir şeyler kazandırmaya çalışıyorum.

    Televizyondaki spor programlarında yer almıyorsunuz. Bu tercihinizin sebebi nedir?

    Eskiden maçları TRT verirdi. O yıllarda maçlar pazar günü biter fakat maçları çarşamba günü anca seyredebilirdik. Maçın dublajı, banyosu vs. ancak yapılırdı.

    Bugün öyle mi? Bir günde üç veya dört maçı aynı anda seyrediyoruz. Televizyonlarda aynı hızla eleştiriler yapılıyor. Ben bunu haz etmiyorum. Bazen Fenerbahçe’yi eleştirenlere kırılıyor, üzülüyorum. Hal böyleyken onlardan biri olamam. Bu eleştiriler daha dikkatle yapılmalı.

    1972–73 sezonunda ilk 6 haftaya 10 gol sığdıran bir futbolcusunuz…

    Bu başarı yıllarca yakalanmadı… Hatta 34 yıl… Benden sonra Ümit Karan bu unvana sahip oldu.

    Çocuk yaştaydım maçları tam olarak anlamazsam da sizleri biliyor ve seyrediyordum. Özellikle ağabeyimin size ve Cemil Turan’a olan hayranlığı hayli ilgimi çekiyordu. Nasıl bir takım ruhuydu… Ve taraftara bu coşkuyu nasıl yaşatıyordunuz?

    Cemil ile beraber Ziya, Alpaslan, Ali Kemal gibi efsanelerle beraber oynadım.

    Didi’ye minnettardım. Ondan çok şey öğrendik. Futbol kariyerimde ayrı bir yeri olan ve beni frikik ustası yapan yaklaşık 3,5 sene beraber çalıştığımız sevgili hocamız Didi’nin Galatasaray ve Beşiktaş maçları öncesinde bize moral ve isteklendirme dopingi vardı.

    Onun hocalığı döneminde Galatasaray’la 15 kez karşılaştık. 8 kez galibiyet, 6 beraberlik ve 1973 yılında Ankara’da oynanan ve normal süresi 0–0 biten Cumhuriyet Kupası’nı da penaltılarla kaybettiğimiz tek maçtı. Beşiktaş takımıyla 18 kez karşılaştık, 9 galibiyet, 6 beraberlik ve 3 yenilgi aldık.

    Bu moral ve isteklendirme dopingi neydi?

    Sevgili Didi bu büyük maçların öncesinde soyunma odasında önce ilk 11’i açıklar ve eline bir top alıp, “Bakın tribünlerdeki binlerce kişi sizin için geldi, galibiyetinizle bayram yapacaklar, onları mahcup etmeyin, dönüp evlerinde de bayramlarını kutlasınlar. Eşleri, çocukları ile sizlere dua etsinler; bu topa elinizi koyun ve galibiyet sözü verin” derdi. Büyük maçların taktiği buydu ve hep başarılı olduk.

    Geçmiş zaman olur ki… Biraz da zimmetli formalardan bahseder misiniz?

    Şimdi bakıyorum her şey çok güzel, formalar çok hoş.

    Bizim oynadığımız senelerde kulüp müdürü Hidayet Bey vardı. Sezon başı yaz kampından dönüldüğünde herkesi toplar elindeki listeden isim isim yanına çağırır:

    “İşte al sana iki tane şort, iki tane atlet, bir pamuklu eşofman” derdi.

    Tüm bunlar bir sezon için üzerimize zimmet edilirdi. Sezon bitince de geri verirdik. O zamanki şartlar tabiî ki bunu gerektiriyordu. Fakat şimdilerde oyunculara baktığımda imrenmiyor değilim. Hele yağmurlu günlerde giydiğimiz o formaların ağırlaşması hiç de inanılır gibi değildi… 

    “Çok güzel bir gol attım” dediğiniz bir maç anınızı bizimle paylaşır mısınız?

    Bursa’da Bursaspor’u 1–0 yendik ve maçın tek golünü ben atmıştım. Bizim orada berabere kalmamız veya yenilmemiz şampiyonluğumuzu tehlikeye atacaktı.

    Takımımız baskı altındayken sol tarafa güzel uzun bir top açıldı. Cemil mi, Selahattin miydi, hatırlamıyorum. Sol avut çizgisinden bir orta yaptı. Bir an evvel karar verilmesi gereken bir olaydı.

    18’in içinden benim dönüp yan bir voleyle vurmam topun tam 90 dediğimiz direğe vurup yere vurup tekrar içeri girmesi enteresan bir gol oldu. Şampiyonluğa bedel bir gol olarak da Fenerbahçe tarihine geçti.

    En onur duyduğunuz an?

    7–8 maçta da olsa Fenerbahçe takımının kaptanlık pazu bandını şerefle takmam.

    Ailenizde herkes Fenerbahçeli mi?

    1970 senesinde evlendiğim eşim Nuray, kızım Başak ve oğlum Hakkı hepsi ailemin bir parçası.

    Kızım Başak mimar olup halen Avea’da müdür olarak görev yapmakta.

    Oğlum Hakkı kendi şirketini kurdu. İnternet yazılım, program işleri ile uğraşıyor. Ben Fenerbahçemizin Yüksek Divan Kurulu’ndayım, eşim ve çocuklarım ise kongre üyesi.

    Okuyucularımız için bir mesajınızı alabilir miyiz?

    Bizim zamanımızda beyler kravatlı fötr şapkalı gelirlerdi. Öyle formalar, Feneriumlar yoktu. Tribünlere bakıldığında şapkalar gözükürdü.

    Şimdilerdeyse turkuaz, sarı-lacivert çubuklu formalar, şapkalar. Tam bir eğlence, neşe ortamı yaratılıyor.

    Çok pahalı transferlerle futbolcular alınıyor. Taraftarımızın da bunun bilincinde olup, her zamankinden daha çok Fenerbahçe taraftarına yakışır şekilde takımlarını desteklemeleri gerekir.

    Kulübümüzün prosedürleriyle ilgili bir öneriniz var mı?

    Neden kaleci antrenörü var da neden golcü antrenörü yok?

    Bunun için uzun uzun yazdım. Bunun yapılması lazım.

    Kaleci özel bir kişi ve onun antrenörü var, neden bu özel futbolcular içinde futbolcu antrenörü olmasın. Bu önerimin dikkate alınmasını istiyorum.

    Osman Bey’in eşi Nuray Hanım’a yenilgi ile eve döndüğünde ailesinin onu nasıl karşıladığını sorduğumuzda aldığımız yanıt tam bir futbolcu eşine yakışır bir cevaptı:

    Her maçta desteklerdik, maçta yenilse bile hiç belli etmezdik. O gün maç ile ilgili hiçbir şey konuşmaz, o maçı unutması için elimizden ne gelirse yapmaya çalışırdık. Yemek ve aile düzenine çok dikkat eder, bir futbolcu hanımına düşen tüm sorumlulukları taşırdım. Sık sık futbolcu eşleriyle bir araya gelirdik. Bunların hepsi de hoş sohbet geçen akşamlar olurdu.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı


    OSMAN”lı imparatorluğu

    Sıkıldım! Koca Fenerbahçe’yi buruşturup çöp sepetine fırlat, git Osman’ın ayaklarına halı yerine methiye döşe.

    Lig lideri tepedeki yeri bırakmasa bile futbolu bıraktı. Her hafta taraftarlarına güven yerine enfarktüs korkusu veriyor. Fenerbahçe taraftarı haftalardır oksijen çadırında mı statta mı belli değil Fenerbahçe kazanmıyor OSMAN kazanıyor.

    Dünkü iki golde Osman Fenerbahçe koalisyonunun dışındaki tek iktidardı. Aman takımın öteki forvet ve gol kulları kendinize geliniz. Bir gün ihtilal olabilir ve OSMANlı İmparatorluğu yıkılabilir. Enkazın altında kalmamaya bakınız.

    07.04.1974 – İslam Çupi

  • Lefter Hayat’ta

    Lefter Hayat’ta

    Haluk Kılıç ağabeyin arşivindeki Hayat dergilerinden şahaneler çıkmaya devam ediyor: Lefter Küçükandonyadis Hayat’ta!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Lefter Küçükandonyadis

    1953 yılının ılık bir ilkbahar günüydü. Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki sayfiye şehri Cannes, hareketli günlere girmişti. Festival Sarayının önünde kalabalık kaynaşıyor, yerli ve yabancı birçok kimse festivale katılmak için gelen artistleri görmeye çalışıyordu. Bu sırada kalabalığı yaran “Nice” plakalı bir araba tam sarayın önünde durdu. Otomobilden iki genç adam inip merdivenleri tırmandılar. Az sonra meşhur Amerikalı film yıldızı Jane Russell ile karşı karşıya konuşuyorlardı. Onlardan biri senelerdir sarı-lâcivertli forması ile futbol sahalarında alkışlanan Fenerbahçeli Lefter, diğeri de Nice Kulübünün ikinci başkanı idi.

    Altıncı Cannes Film Festivali o gün başlamıştı. Aynı günün öğleden sonrası, Lefter sahildeki plâjlardan birinde pazar günü oynayacakları maçı düşünmekteydi…

    “1952-1953 mevsiminde, yakında (Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası) münasebetiyle karşılaşacağımız Nice takımında oynamıştım.” diyen Lefter Küçükandonyadis sözlerine şöyle devam etti:

    “Futbola karşı ilk alakayı yedi yaşında duymuştum. O günden bu yana durmadan topla oynadım. İlk olarak Büyükada Gençlik Kulübüne intisap etmiştim. Daha sonra bunu Taksim Kulübü takip etti. O sıralarda henüz on beş yaşımda olduğum için kulüpler buna itiraz eder, ben ise sahte lisansla maçlara çıkardım. 1943 de asker oldum. Harp yıllarında bulunduğumuz için Diyarbakır’daki askerliğim dört yıl sürdü. 1947 yılında tekrar İstanbul’a dönmüştüm. O sene çok sevdiğim Fenerbahçe Kulübüne transfer oldum. Sırası gelmişken hemen herkesin sorduğu bir suali cevaplandırayım. Fenerbahçe’ye girişime Galatasaray’ın sol beki Ruhi kadar, Müslim Bağcılar’a vermiş olduğum söz sebep olmuştu. 1952 yılında önce İtalya’nın Fiorentina, oradan da Fransa’nın Nice Kulübüne transfer olmuştum, Bu iki sene içinde Avrupa’da yabancı formalarla sahaya çıktım. 1954 yılında tekrar çok sevdiğim Fenerbahçe Kulübüne döndüm.”

    51 defa milli formayı giymiş olan Lefter Küçükandonyadis, doğup büyüdüğü Büyükada’da oturmaktadır. Net bir günlük programı yok, Sabahları kuvvetli bir kahvaltı yaptıktan sonra antrenman için Fenerbahçe Stadı’na iner. Çalışma olmadığı günler ise açık yeşil Chevrolet’sine atlayıp İstanbul’da gezintiye çıkar. Kendisi için enteresan olan şeylerin başında balık avlamak geliyor. Meşhur futbolcu bu merakını şöyle izah etti:

    “Umumiyetle amatörler için balık tutmak bir dinlenme vasıtasıdır. Fakat bu benim için tamamıyla aksi. Balık tutarken bile, maç saatini düşünüyorum.”

    Lefter’in diğer hobby’si de Christ-Craft motoruna atlayıp, Marmara’da yalnız başına saatlerce dolaşmaktır.

    “Bütün maçlarım benim için bir heyecan kaynağı olmasına rağmen en enteresan ve zorlu bulduğum karşılaşma; Varşova’da Polonya Milli Takımını Mehmet Ali’nin gölüyle 1-0 yendiğimiz maçtır. Budapeşte’de oynadığımız Csepel maçı da zevkli bir mücadele halinde geçmişti.”

    1926 yılında Büyükada’da doğan Lefter’in, Aliki ve Ruhla isimli iki küçük kızı var. İkisi de bir zaman babalarının okuduğu ilkokulda okuyorlar. Lefter her ikisini de birbirlerinden ayırt edemeyecek kadar seviyor. Hatta sınıfta onlarla birlikte bir ders boyunca oturup geçmiş günlerini hatırladığı bile oluyor.

    Lefter Küçükandonyadis’in bu seneki Milli Lig hakkındaki fikri şöyle:

    “Bu sene formsuz durumdayız. Geçen yılki gibi hızlı başlayamadık. Biraz lâkayt oynamaktayız. 38 maçı çıkartmak kolay değil. Muhakkak ki düzeleceğiz, fakat bunun şampiyonluğumuza mâni olmasını istemiyorum.”

    Lefter bütün takım arkadaşlarını ve bu arada Basri ve Recebi örnek futbolcular olarak gösteriyor.

    Kendisi bugüne kadar bütün Avrupa’yı karış karış dolaşmış. En beğendiği ülke İsviçre. Daha sonra Montecarlo ve Nice. “Buraları hakikaten yaşanılacak yerler” diyor.

    Lefter yazısını bitirmeden evvel kendisinin başından geçen enteresan bir hadiseyi nakletmek yerinde olacak, Bu hâdiseyi şöyle anlattı:

    “İtalya’dayken küçük bir Topolino otomobilim vardı. Antrenmanlardan sonra atlar, yeni tanımaya başladığım Fiorentina şehrini dolaşırdım. Yine böyle bir gezinti esnasında idi. Az önce virajı hızla dönmüş, tramvay yoluna çıkmıştım. Bu anda, iliklerime kadar titrediğimi hissettim, Zira önümdeki tramvay ani bir fren yapmıştı. Birden kendimi onun üstünde buldum. Arabayı geri vitese takıp harekete getirmem bir an meselesi olmuştu. Hâdise yerini hemen terk etmeliydim. Öyle de yaptım. Bu sırada vatman beni tanımış olacak “Lefter, Lefter kaçma ben de Fiorentinalıyım. Otomobilinin tamponunu al da öyle git” diye bağırıyordu. Hakikaten benim arabanın ön tamponu tramvaya takılıp kalmıştı… Onu sonradan tramvay idaresine giderek aldım!…”

    Hayat Dergisi – 1959

    Röportaj: Semiral Bilbaşar – Fotoğraflar: Mahmut Küçük