Kategori: Futbol

  • “ACAB”lı Bir Sözlü Tarih Denemesi : 1968 Manchester City Maçı

    TRT Arşiv YouTube kanalından…

    Hayatımda tanıdığım en iyi Fenerli ile konusu Fenerbahçe olan sohbetimizde saatlerce konuştuk. Olabildiğince hızlı not tutmaya çalıştım sohbet boyunca. Şevkle anlatışını kesmek, yıllara göre kadroları sayarken yaşadığı mutluluğu bölmek istemedim. Anlattıklarını günün birinde yazacağımı, bunun bir sözlü tarih çalışması olduğunu söylediğimde güldü önce. Sonra ekledi: “Maksat Fener’e bi’ şey olmasın” Bugün bu satırlarda babamın “Unutamadığım maç”ının hikayesini aktararak, ona olan Fenerbahçelilik borcumu bir nebze de olsa ödemeye çalıştım. Tamamını ödemenin mümkün olamayacağını bilerek. Tarih : 2 Ekim 1968. Rakip : Manchester City.

    “67-68 Sezonunda fırtına gibi esmiş takım. 2 mağlubiyet almışız sadece, Şampiyon olmuşuz. O zamanlar ben de “Küçükyalı Örnekspor”da kaleciyim, yaş 15. Fener maçına gitmek en çok beklediğim şey hayatta. Uykularım kaçardı bir gece önceden, o derece. Şampiyon takım o sene Avrupa kupasında İngiliz şampiyonu City ile eşleşmiş. İngiltere de 66’da ilk kez Dünya Kupası’nı almış, en iyi dönemlerini yaşıyorlar anlayacağın. Eylül’ün ortasında ilk maça çıkmadan kimsede umut yok tabi. İngilizler de işi orada bitirme peşinde. Maç başladı, akın üstüne akın yaptılar. Bizim kaleci Yavuz, ah Yavuz. Beş yıldızlı oynadı o akşam, bizim müdafaa da öyle. Neyse maç 0-0 bitti, iş buraya kaldı. Gün sayıyorum, maça gideceğim. Akşamı sabaha, sabahı akşama ekledim. Çarşamba günüdür o maç. Okula gider gibi çıktım evden. Bizim mahalleden çocuklarla buluştuk, önce minibüse binildi. Doğru Kadıköy’e. Maç Mithatpaşa Stadı’nda. Motorla Dolmabahçe’ye geçilecek. Baktık “Taşkent” yolcu alıyor. Taşkent en hızlı motoru o zamanların. Maçlara giderken ona denk geldik mi bizden mutlusu yoktu. O gün de Şanslıyız, 20 dakikada geçeceğiz karşıya.

    Önce bilet kuyruğu tabi, kaç para verdim hatırlamıyorum. Mahşeri bir kalabalık var. Maç akşam 8’de. Kale arkasına aldık biletleri. İtiş kakış girdik içeri. Eskişehir’in amigosu Birol gelmiş maça, tribünleri coşturuyor elinde Türk bayrağı. 50 bine yakın insan var, normalde o stad o kadar adamı almaz. Velhasıl ışıklar yandı, takımlar sahaya çıktı. Fenerin 11’i: Yavuz, Şükrü, Levent, Nunweiller, Ercan, Yılmaz, Ogün, Ziya, Nedim, Fuat, Can. “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” o zamanların meşhur tezahüratı, stad inliyor “Fenerbahçe” diye. Maça biz hızlı başladık. Can aktı gitti, verdi Ogün’e, vurdu gol oldu. Sıçradık havaya ama bayrak kalktı, ofsayt verdi Avusturyalı hakem. Birkaç dakika sonra Ercan’ın kafa pası kısa düştü, araya girip attı İngilizler. Devre bitti öyle. Takım da fena oynamıyor ama neticede moraller bozuk.

    İkinci devre. Takım benim olduğum kale arkasına doğru hücum edecek. Abdullah, Fuat’ın yerine girdi. Abdullah Çevrim. Gaga Abdullah. Daha ilk dakika. Ogün bir kaldırdı topu, karambolde Abdullah vurdu. 1-1 oldu. Heyecan dorukta. Golden sonra bastırmaya başladık. Sağlı sollu atak yapıyoruz. Ogün bir tane daha attı, ona da ofsayt verdiler. Yükleniyor takım, dakika 80’de Can’ın ortası, Ogün vurdu, bu defa gol. 2-1. Can ne top oynadı o gün bilsen. Bizim zamanımızın Can Bartu’sunu bugün “futbolseverim” diyen herkesin izlemesi lazımdı. Maç bitti. Rüyada gibiyiz. Alkışlar, “Fener” sesleri.

    Maçın bitişiyle benim macera başladı. Söylemiştim Amigo Orhan maçta. Maç bitince sahaya girdi Orhan, tribünleri dolaşıyor pistte. Maç biteli de yarım saati geçmiş, sahanın içi ana baba günü hala. Neyse Orhan benim olduğum kale arkasının önündeyken polisler buna müdahale ettiler. Sert bir şey değildi ama “yeter artık çık sahadan” gibisinden. Benim de kanıma dokundu o anda. Fener galip gelmiş, yer yerinden oynuyor. Bırakın işte adamı, değil mi? Bastım küfürü polislere. Sahada polislerin duyma ihtimalleri yok. Meğersem benim arkamda 3 polis duruyormuş. Bunlar benim üstüme çöktüler. Bizim çocuklar da ellerinden alacak durumda değiller, hepimiz 15 yaşındayız. Kale arkasının altındaki tuvalete götürdüler beni. Bir-iki tokattan sonra ben düştüm yere. Tuvalet neticede leş gibi yer. Kafamı kollarımın arasına alıp, bacaklarımı karnıma çektim, dayanmaya çalışıyorum tekmelere. Beni 10 dakika dövdüler orada. Bayıldım bayılacağım. Birden davudi bir ses duyuldu. Göbekli 50 yaşlarında bir komser gördüm. Ölmüştür şimdi, rahmet olsun. “Ne yapıyorsunuz lan gencecik adama” diye daldı aralarına, dağıttı bunları. Beni kaldırdı yerden, adımı sanımı sordu. Baktı bilincim yerinde, “Hadi bakalım doğru evine” diye yolladı beni tuvaletten. Bizim çocuklar orada. İki büklüm çıktım staddan onların kollarında. Küçükyalı’ya döndük birlikte, geldiğimiz gibi. Evde azar işittik tabi. Sonra soyundum dökündüm, kendimi attım yatağa. “Sabah olsa da gazeteleri alıp okusam” diye hayal ederek uyumuşum”

    Babamın gerek skoru ve gerekse sonunda yediği dayak dolayısıyla unutamadığı maç, Fenerbahçe’nin o güne kadar Türk futbol tarihinde aldığı en önemli galibiyetlerinden biriydi. Milliyet’de maç yazısı  yazan “Sarı Kanarya” Cihat Arman’ın cümleleriyle, emaneti torunlara teslim etmek üzere satırlarımı sonlandırıyorum. “Fenerbahçe, tarihinin yaprakları arasına 24 ayar altın bir sayfa ekledi. Bu sayfa dünya durdukça babadan oğula, oğuldan toruna emanet edilecek ve altın yaldızlı çerçeve içindeki altın sayfa kalplerin en güzel köşesini süsleyecek.”

  • Ben Fenerbahçe’yim!

    Ben Fenerbahçe’yim!

    Daha önce şurada naklettiğimiz hatırayı, yine aynı kalemden, Nasuhi Esat Baydar’dan yeni diyalog detayları okuyalım. Öz Fenerbahçe’den aktarıyoruz. Ayetullah Bey, Fenerbahçe’nin yok olma tehlikesi karşısında “Ben Fenerbahçe’yim!” diye kükrüyor. Okumaya doyulmuyan bir hadise…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Dağılıyor mu?

    İlk günlerin Hasan’lı, Hüseyin’li, İzzi’li, (Devrin en meşhur futbolcuları) şatafatlı takımı, lig maçları arifesinde dağılıvermişti. Ortada Galip ve onun etrafında, futbolcu bile henüz belirmemiş biz gençler, kulübün zayıf bünyesini korumaya çabalıyorduk. Gün oluyordu ki on bir kişi bir araya gelip sahaya nasıl çıkacağımızı düşünerek kıvranıyorduk.

    Kuvvetlenmek için bizden daha kudretsizi ile “Pazar Yolu Kulübü” ile birleştik. Artık kalabalıktık. Takımın her hattında bir iki yedeği vardı. Lâkin yeni gelenlerle bir türlü bağdaşamıyorduk. Aramızda sebebi ifade edilemeyen bir geçimsizlik devam ediyordu. Belki biz, eski Fenerbahçeliler, biri birimizin çok yakın dostu idik, yenilerle müşterek fikirlerimiz ve hislerimiz yoktu, belki ayrı muhitlerde yetişmekte idik.

    Velhasıl uzlaşamıyor, az çok ayrı bir küme halinde yaşıyorduk. Esasen birleştiğimiz yer de ancak futbol sahası idi. Henüz lokal sahibi değildik. Şurada burada toplanıyor, işlerimizi hep beraber görüyorduk. Daha geniş hükümleri olan bir nizamnameye, idare mesuliyetini hakkıyla taşıyan bir heyete ihtiyacımız aşikardı.

    Nihayet, hazırlanan nizamnameyi müzakere ve bir idare heyeti teşkil etmek üzere, bir tatil günü sabahı, “Mühürdar Gazinosu”nda bir toplantı tertipledik. Usule göre bir reis ve iki katip seçerek görüşmelere başladık. İlk madde üzerinde uzun duruldu : Kulübün adı Fenerbahçe mi, Pazaryolu mu, Fenerbahçe-Pazaryolu mu, yahut büsbütün başka mı olacaktı?

    Ben Fenerbahçe’yim!

    Fenerbahçe’nin o zamanki reisi Ayetullah Bey (en ihtiyarımız, 23-24 yaşlarında, sarışın ve miyop bir delikanlı) söz aldı : “Bizimle birleştiniz, isim değişikliği bahis mevzuu olamaz!” dedi.

    Pazaryolluların reisi, bir hukukçu cevap verdi :

    – “Hayır sizinle birleşemedik, iki kulüp birleşti. İsim bahse konulmalıdır”

    Bir uysal teklif etti :

    – “Nizamnamenin diğer maddelerine kat’i şekli verelim, yeni idare heyetini de seçtikten sonra isme avdet ederiz”

    Ayetullah, birdenbire, köpürdü:

    – “Nizamnameyi bitirelim, idare heyetini de ekseriyetinizle kuralım, sonra bu idare heyeti, bu ekseriyet Fenerbahçe’nin kuyusunu kazsın, arkadaşlarımızdan dilediğini alıkoyup üst tarafını kapı dışarı etsin. Nerede bu bolluk! Biz Fenerbahçe’yi yalnız futbol oynamak için değil, bundan çok daha yüksek maksatlarla kurmuş ve bugüne kadar yaşatmış olanlardanız. Yolumuzda yürümek isterseniz elbirliğine hazır olduğumuzu söyler, aksi takdirde sizlere (gazinonun kapısını göstererek) buyurun, deriz”

    Pazaryolluların reisi, bu sert muamele karşısında, sordu :

    – “Siz kim oluyorsunuz da pişmiş aşa su katıyorsunuz?”

    Evet, bizlere bakarak, bakışlarımızda tasvip ifadesi bularak :

    – “Ben Fenerbahçe’yim, Fenerbahçe benim!” cevabını verdi.

    Gerçi, bu cevap On beşinci Louis’nin meşhur sözü idi, amma Fenerbahçe dürbün reisinin uzağı görmesi sayesinde, bir müzakere oyununa gelmemiş, dağılmak vartasından kurtulmuştu.

    Fenerbahçe, kırk yıllık ömründe, yine Ayetullah kıratında idarecilerinin uzak görüşleriyle, buna benzer hadiselerden daha kuvvetlenmiş olarak çıkacaktır.

    Nasuhi Esat Baydar

  • Ben Fenerbahçe’yim! Fenerbahçe Benim!

    Daha önce şurada naklettiğimiz hatırayı, yine aynı kalemden, yeni diyalog detayları ile birlikte diğer bir dergiden, Öz Fenerbahçe’den aktaralım. Hey gidi Ayetullah Bey! Okumaya doyulmuyor…

    * * * * * *

    İlk günlerin Hasan’lı, Hüseyin’li, İzzi’li, (Devrin en meşhur futbolcuları) şatafatlı takımı, lig maçları arifesinde dağılıvermişti. Ortada Galip ve onun etrafında, futbolcu bile henüz belirmemiş biz gençler, kulübün zayıf bünyesini korumaya çabalıyorduk. Gün oluyordu ki on bir kişi bir araya gelip sahaya nasıl çıkacağımızı düşünerek kıvranıyorduk.

    Kuvvetlenmek için bizden daha kudretsizi ile “Pazar Yolu Kulübü” ile birleştik. Artık kalabalıktık. Takımın her hattında bir iki yedeği vardı. Lâkin yeni gelenlerle bir türlü bağdaşamıyorduk. Aramızda sebebi ifade edilemeyen bir geçimsizlik devam ediyordu. Belki biz, eski Fenerbahçeliler, biri birimizin çok yakın dostu idik, yenilerle müşterek fikirlerimiz ve hislerimiz yoktu, belki ayrı muhitlerde yetişmekte idik.

    Velhasıl uzlaşamıyor, az çok ayrı bir küme halinde yaşıyorduk. Esasen birleştiğimiz yer de ancak futbol sahası idi. Henüz lokal sahibi değildik. Şurada burada toplanıyor, işlerimizi hep beraber görüyorduk. Daha geniş hükümleri olan bir nizamnameye, idare mesuliyetini hakkıyla taşıyan bir heyete ihtiyacımız aşikardı.

    Nihayet, hazırlanan nizamnameyi müzakere ve bir idare heyeti teşkil etmek üzere, bir tatil günü sabahı, “Mühürdar Gazinosu”nda bir toplantı tertipledik. Usule göre bir reis ve iki katip seçerek görüşmelere başladık. İlk madde üzerinde uzun duruldu : Kulübün adı Fenerbahçe mi, Pazaryolu mu, Fenerbahçe-Pazaryolu mu, yahut büsbütün başka mı olacaktı?

    Fenerbahçe’nin o zamanki reisi Ayetullah Bey (en ihtiyarımız, 23-24 yaşlarında, sarışın ve miyop bir delikanlı) söz aldı : “Bizimle birleştiniz, isim değişikliği bahis mevzuu olamaz!” dedi.

    Pazaryolluların reisi, bir hukukçu cevap verdi :

    – “Hayır sizinle birleşemedik, iki kulüp birleşti. İsim bahse konulmalıdır”

    Bir uysal teklif etti :

    – “Nizamnamenin diğer maddelerine kat’i şekli verelim, yeni idare heyetini de seçtikten sonra isme avdet ederiz”

    Ayetullah, birdenbire, köpürdü:

    – “Nizamnameyi bitirelim, idare heyetini de ekseriyetinizle kuralım, sonra bu idare heyeti, bu ekseriyet Fenerbahçe’nin kuyusunu kazsın, arkadaşlarımızdan dilediğini alıkoyup üst tarafını kapı dışarı etsin. Nerede bu bolluk! Biz Fenerbahçe’yi yalnız futbol oynamak için değil, bundan çok daha yüksek maksatlarla kurmuş ve bugüne kadar yaşatmış olanlardanız. Yolumuzda yürümek isterseniz elbirliğine hazır olduğumuzu söyler, aksi takdirde sizlere (gazinonun kapısını göstererek) buyurun, deriz”

    Pazaryolluların reisi, bu sert muamele karşısında, sordu :

    – “Siz kim oluyorsunuz da pişmiş aşa su katıyorsunuz?”

    Evet, bizlere bakarak, bakışlarımızda tasvip ifadesi bularak :

    – “Ben Fenerbahçe’yim, Fenerbahçe benim!” cevabını verdi.

    Gerçi, bu cevap On beşinci Louis’nin meşhur sözü idi, amma Fenerbahçe dürbün reisinin uzağı görmesi sayesinde, bir müzakere oyununa gelmemiş, dağılmak vartasından kurtulmuştu.

    Fenerbahçe, kırk yıllık ömründe, yine Ayetullah kıratında idarecilerinin uzak görüşleriyle, buna benzer hadiselerden daha kuvvetlenmiş olarak çıkacaktır.

    Nasuhi Esat Baydar

  • Ebedi Dostluk

    Ebedi Dostluk

    Fenerbahçe’nin eli kalem tutan futbolcularından birisi olan Sedat Taylan, “Fenerbahçe’den Hatıralar” kitabında Fenerbahçe-Galatasaray dostluğundan bahsediyor. Artık “ebedi dostluk” tabirinden ne anladığınıza bağlı…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ebedi Dostluk mu?

    Eskiden İstanbul vilayetinin karşısında “İhsan Kıraathanesi” adıyla maruf bir kahve vardı. Bugün bir doğramacının işgal ettiği bu salon 15 sene evvel başta Fenerbahçe ve Galatasaraylılar olmak üzere geniş bir sporcu zümresinin toplanma yeriydi. Her gün öğle paydosunda bu kıraathanede bir çok futbolcuları ve kulüp idarecilerini görmek imkan dahilinde idi.

    Buranın müdavimleri o zamanın en tanınmış sporcuları ve idarecileriydi. Mesela Galatasaraylı Yusuf Ziya, Sadun Galip, merhum Sedat Rıza, Arslan Nihat, Müslih Hoca, Leblebi Mehmet, Bek Ali, M. Nazif, Ulvi, Ömer Besim, Kemal Rıfat; Fenerbahçeli Zeki Rıza, Doktor İsmet, Kadri, Bedri, Alaaddin, Sabih, Hamit, Nedim, bugün Fen fakültesinin dekanı bulunan Fenerbahçe’nin sol hafı Fahir, ilk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü, eski Spor Alemi sahibi ve bugün Ankara radyosunda kendisini bize zevkle dinlettiren Sait Çelebi bu kahvenin en sadık müşterilerini teşkil ederlerdi. Bu saydıklarımdan başka daha bir çok sporcular ve bilhassa bu iki kulübün taraftarları günün öğle saatlerini daima burada geçirirlerdi.

    Fakat Fenerbahçe ve Galatasaraylılar o zamanki şiddetli rekabet taassubu dolayısıyla yek diğerleriyle hemen hiç konuşmazlardı. Salonun bir köşesini Galatasaraylılar, diğer köşesini de Fenerbahçeliler işgal ederlerdi. Spor sahasında başlayan bu rekabet iki kulüp taraftarlarını normal hayat sahasında bile hissedilir derecede birbirinden ayırmıştı. Hatta milli ve temsili maçlar için yapılan seyahatlerde bile vapurda, trende, otelde ve toplu gezmelerde her iki takım oyuncuları da bu ayrılığı muhafaza etmeye çalışırlardı.

    Bugün böyle tabii bir toplantı yeri bulunmadığı muhakkak. Halbuki o zaman bu kıraathanede geçen her günün iki saati insana ne kadar kısa gelirdi. Bilhassa Fenerbahçe-Galatasaray maçları arifelerinde ve maçlardan sonra bu salon ne heyecanlı münakaşalara sahne olurdu. Maçın ertesi günü galip takımın bir kısmı ve taraftarları tam vaktinde kahveye gelirler ve bol bir neşe içinde rakip takımın futbolcularını ve taraftarlarını beklerlerdi. Tabii o gün yenilen takımdan ve taraftarlarından kahveye gelen pek az olurdu. Gelenler de galiplerin kat’iyen ağır olmayan şakalarına sabırla tahammül ederlerdi.

    Eğer maçı Fenerbahçe kazanmışsa, muhakkak ki İhsan Kıraathanesi’nde mebzul kahkahalara ve Galatasaraylılara tatlı tatlı takılarak en fazla konuşan Sait Çelebi olurdu. Fakat Fenerbahçe maçı kaybetmişse, İhsan Kıraathanesi bu sadık müdaviminden birkaç gün mahrum kalırdı.

    Milli Maç Başka Ama!

    Yine bir öğle üzeri İhsan Kıraathanesi’nde oturuyorduk. Yanımda bir gazeteci arkadaş vardı. Hemen bitişik masada da o zaman İstanbul vilayetinde mühim bir vazifesi olan bir zat oturuyordu. O zamanki meşhur futbolcuların isimlerini bilen fakat kendilerini tanımayan bu zat, gazeteci arkadaşa hangisinin Zeki, hangisinin Nihat, hangisinin Alaaddin olduğunu soruyor, arkadaş da teker teker hepsini gösteriyor ve izahat veriyordu.

    Arada geniş bir rekabet de olsa, böyle bir rekabetin iki grup halinde oturmalarına kâfi bir sebep teşkil edemeyeceğini ileri süren bu zatla, spor işlerinde bilgisine inandığım gazeteci arkadaş arasında aşağı yukarı şöyle bir muhavere olmuştu :

    – Peki, bunlar millî veya temsili müsabakalarda nasıl beraber oynuyorlar?

    – Netice itibariyle millî bir maçtır. Tabii birleşecekler ve birlikte oynayacaklar.

    – İdman Cemiyetleri İttifakı bu rekabeti giderme çarelerini aramıyor mu?

    – Bu rekabet senelerden beri her iki kulübün iliklerine işlemiştir. İdman Cemiyetleri İttifakı, eğer bu rekabeti önlemeye çalışırsa ki, bunu yapacak kudrette değildir. Esasen bu rekabetin devam etmesi ve hatta bir iki kulübün daha bu rekabeti yapacak bir kuvvete gelmesi Türk futbolu için çok faydalı olur. Bu iki kulübün ezeli rekabeti Türk futbolunun bir sembolü olarak daima devam edecektir.

    Gazeteci arkadaşım bu sözlerinde kat’iyyen yanılmamıştı. Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti aşağı yukarı şeklini muhafaza ederek devam ederken bu arada üçüncü bir kulüp daha yetişerek bu rekabeti paylaşmıştı. Eskiden Fenerbahçe, Galatasaray’a inhisar eden bu rekabete bir de Beşiktaş Kulübü ortak olmuş ve bu üç kulübün rekabeti Türk futbolunun ilerlemesini daha süratleştirmiştir.

    İhsan Kıraathanesi’nin revaçta bulunduğu devirlerde Türk millî takımının on birini hemen hemen bu iki güzide kulübün futbolcuları teşkil ederdi. Bu kıraathanede birbirinden uzakta oturan bu gençler millî ve temsilî maçlarda aynı formayı giydikleri zaman bütün kalpleriyle birleşirlerdi. Ertesi günü İhsan Kıraathanesi’ne gidenler onları yine eskisi gibi ayrı ayrı masalarda oturur görürlerdi.

    Vilayetin karşısındaki bol camlı eski kıraathanenin önünden ne zaman geçsem saçları her gün biraz daha ağaran eski futbol yıldızlarının, onlarla beraber ihtiyarlayan bu salonda on beş sene evvel ne hararetli münakaşalar yaptıklarını adeta işitir gibi olurum. Belki onlar da yolları düştükçe buradan geçerken ihtiyar İhsan Kıraathanesi’ni hatırlarlar ve bir an bile olsa on beş sene evveline dönmekten kendilerini alamazlar.

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar / Ebedi Dostluk

  • Fenerbahçe – Galatasaray Dostluğu mu?

    Şehir Üniversitesi Taha Toros Arşivi’nden İhsan Kıraathanesi

    Sedat Taylan, “Fenerbahçe’den Hatıralar” kitabında Fenerbahçe-Galatasaray dostluğundan bahsediyor. Artık dostluktan ne anladığınıza bağlı…

    * * * * * *

    Eskiden İstanbul vilayetinin karşısında “İhsan Kıraathanesi” adıyla maruf bir kahve vardı. Bugün bir doğramacının işgal ettiği bu salon 15 sene evvel başta Fenerbahçe ve Galatasaraylılar olmak üzere geniş bir sporcu zümresinin toplanma yeriydi. Her gün öğle paydosunda bu kıraathanede bir çok futbolcuları ve kulüp idarecilerini görmek imkan dahilinde idi.

    Buranın müdavimleri o zamanın en tanınmış sporcuları ve idarecileriydi. Mesela Galatasaraylı Yusuf Ziya, Sadun Galip, merhum Sedat Rıza, Arslan Nihat, Müslih Hoca, Leblebi Mehmet, Bek Ali, M. Nazif, Ulvi, Ömer Besim, Kemal Rıfat; Fenerbahçeli Zeki Rıza, Doktor İsmet, Kadri, Bedri, Alaaddin, Sabih, Hamit, Nedim, bugün Fen fakültesinin dekanı bulunan Fenerbahçe’nin sol hafı Fahir, ilk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü, eski Spor Alemi sahibi ve bugün Ankara radyosunda kendisini bize zevkle dinlettiren Sait Çelebi bu kahvenin en sadık müşterilerini teşkil ederlerdi. Bu saydıklarımdan başka daha bir çok sporcular ve bilhassa bu iki kulübün taraftarları günün öğle saatlerini daima burada geçirirlerdi.

    Fakat Fenerbahçe ve Galatasaraylılar o zamanki şiddetli rekabet taassubu dolayısıyla yek diğerleriyle hemen hiç konuşmazlardı. Salonun bir köşesini Galatasaraylılar, diğer köşesini de Fenerbahçeliler işgal ederlerdi. Spor sahasında başlayan bu rekabet iki kulüp taraftarlarını normal hayat sahasında bile hissedilir derecede birbirinden ayırmıştı. Hatta milli ve temsili maçlar için yapılan seyahatlerde bile vapurda, trende, otelde ve toplu gezmelerde her iki takım oyuncuları da bu ayrılığı muhafaza etmeye çalışırlardı.

    Bugün böyle tabii bir toplantı yeri bulunmadığı muhakkak. Halbuki o zaman bu kıraathanede geçen her günün iki saati insana ne kadar kısa gelirdi. Bilhassa Fenerbahçe-Galatasaray maçları arifelerinde ve maçlardan sonra bu salon ne heyecanlı münakaşalara sahne olurdu. Maçın ertesi günü galip takımın bir kısmı ve taraftarları tam vaktinde kahveye gelirler ve bol bir neşe içinde rakip takımın futbolcularını ve taraftarlarını beklerlerdi. Tabii o gün yenilen takımdan ve taraftarlarından kahveye gelen pek az olurdu. Gelenler de galiplerin kat’iyen ağır olmayan şakalarına sabırla tahammül ederlerdi.

    Eğer maçı Fenerbahçe kazanmışsa, muhakkak ki İhsan Kıraathanesi’nde mebzul kahkahalara ve Galatasaraylılara tatlı tatlı takılarak en fazla konuşan Sait Çelebi olurdu. Fakat Fenerbahçe maçı kaybetmişse, İhsan Kıraathanesi bu sadık müdaviminden birkaç gün mahrum kalırdı.

    Yine bir öğle üzeri İhsan Kıraathanesi’nde oturuyorduk. Yanımda bir gazeteci arkadaş vardı. Hemen bitişik masada da o zaman İstanbul vilayetinde mühim bir vazifesi olan bir zat oturuyordu. O zamanki meşhur futbolcuların isimlerini bilen fakat kendilerini tanımayan bu zat, gazeteci arkadaşa hangisinin Zeki, hangisinin Nihat, hangisinin Alaaddin olduğunu soruyor, arkadaş da teker teker hepsini gösteriyor ve izahat veriyordu.

    Arada geniş bir rekabet de olsa, böyle bir rekabetin iki grup halinde oturmalarına kâfi bir sebep teşkil edemeyeceğini ileri süren bu zatla, spor işlerinde bilgisine inandığım gazeteci arkadaş arasında aşağı yukarı şöyle bir muhavere olmuştu :

    – Peki, bunlar millî veya temsili müsabakalarda nasıl beraber oynuyorlar?

    – Netice itibariyle millî bir maçtır. Tabii birleşecekler ve birlikte oynayacaklar.

    – İdman Cemiyetleri İttifakı bu rekabeti giderme çarelerini aramıyor mu?

    – Bu rekabet senelerden beri her iki kulübün iliklerine işlemiştir. İdman Cemiyetleri İttifakı, eğer bu rekabeti önlemeye çalışırsa ki, bunu yapacak kudrette değildir. Esasen bu rekabetin devam etmesi ve hatta bir iki kulübün daha bu rekabeti yapacak bir kuvvete gelmesi Türk futbolu için çok faydalı olur. Bu iki kulübün ezeli rekabeti Türk futbolunun bir sembolü olarak daima devam edecektir.

    Gazeteci arkadaşım bu sözlerinde kat’iyyen yanılmamıştı. Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti aşağı yukarı şeklini muhafaza ederek devam ederken bu arada üçüncü bir kulüp daha yetişerek bu rekabeti paylaşmıştı. Eskiden Fenerbahçe, Galatasaray’a inhisar eden bu rekabete bir de Beşiktaş Kulübü ortak olmuş ve bu üç kulübün rekabeti Türk futbolunun ilerlemesini daha süratleştirmiştir.

    İhsan Kıraathanesi’nin revaçta bulunduğu devirlerde Türk millî takımının on birini hemen hemen bu iki güzide kulübün futbolcuları teşkil ederdi. Bu kıraathanede birbirinden uzakta oturan bu gençler millî ve temsilî maçlarda aynı formayı giydikleri zaman bütün kalpleriyle birleşirlerdi. Ertesi günü İhsan Kıraathanesi’ne gidenler onları yine eskisi gibi ayrı ayrı masalarda oturur görürlerdi.

    Vilayetin karşısındaki bol camlı eski kıraathanenin önünden ne zaman geçsem saçları her gün biraz daha ağaran eski futbol yıldızlarının, onlarla beraber ihtiyarlayan bu salonda on beş sene evvel ne hararetli münakaşalar yaptıklarını adeta işitir gibi olurum. Belki onlar da yolları düştükçe buradan geçerken ihtiyar İhsan Kıraathanesi’ni hatırlarlar ve bir an bile olsa on beş sene evveline dönmekten kendilerini alamazlar.

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar

  • Fenerbahçe İşgalcileri Sepetledi

    Fenerbahçe İşgalcileri Sepetledi

    İstanbul 16 Mart 1920’de müttefikler tarafından işgal edildikten ancak 3.5 sene sonra 6 Ekim 1923’de özgürlüğüne kavuştu. Bununla beraber, Harington Kupası maçı, Fenerbahçe için işgal kuvvetlerine karşı oynanan son maç olmadı. 30 Eylül 1923 tarihinde Coldstream Guards ile bir maç daha yapan Fenerbahçe (*) bu maçı 5-1 kazandı ve işgalcileri böylece sepetledi. Yukarıda gördüğünüz fotoğraflar (**) dönemin Spor Alemi isimli gözde mecmuasından. Aşağıda ise yine aynı dergiden maçın anlatımını göreceksiniz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Rövanş

    Fenerbahçe Kulübü’nün son sene içinde ecnebi takımlarına karşı kazanmış olduğu muvaffakıyetler arasına bir de mağlubiyet karışmıştı ki işgal kuvvetlerinin İstanbul’dan hareketinden evvel herhalde silinmesi icap ediyordu. Bu maksatla Fenerbahçe’yi belli başlı üç oyuncusundan mahrum olduğu bir günde ikiye karşı altı gol ile mağlup etmeye muvaffak olan Goldstream Guards futbol ekibi kendisine vaki olan mükerrer müracaatlara rağmen rövanş maçını kabul etmemişti. Son defa olarak icra olunan teşebbüse nihayet cevab-ı muvaffakıyet alındığı cihetle 30 Eylül Pazar günü için kararlaştırılmıştı.

    Fenerbahçeliler mahal-i müsabakaya malum takımlarıyla geldikleri gibi İngilizler de Grenadier Guards oyuncularından bir iki kişi ile takviye edilmişlerdi. Büyük bir kalabalık huzurunda saat dört buçukta maça başlandı. Daha ilk dakikalardan itibaren oyunun heyecanlı olacağı hissediliyordu. Nitekim Fenerbahçe’nin rakip kalesine güzel bir inişini müteakip, İngilizlerin sür’atli mukabil bir akınları oyunu canlandırmıştı. Bilhassa bugün Fenerbahçe muhacim hattının iki açık oyuncusu İngilizleri çok uğraştırdılar.

    Zeki Bey oyunun bidayetinden on dakika sonra sıkı bir şutla ilk golü yaptı. Bu sayı üzerine müsabaka daha ziyade ehemmiyet kesbetmeye başladı. İngilizler behemehal mukabele etmek istiyorlardı. Biraz sonra soldan ilerleyen bir akın neticesinde merkez muhacimleri almış olduğu bir pası, top yere konmaksızın ve ani olarak Fener kalesine tevcih etti ve onlar da bir sayı kazandılar. Fakat Ömer Bey’in bir golü bunu yakından takip etti ve biraz sonra haftaym zamanı geldiğinden müsabakaya fasıla verdiler.

    İkinci Devre

    İkinci haftaym oyun ekseriya Fenerbahçe’nin lehine olmakla beraber bir müddet neticesiz devam ettiyse de sonlara doğru Goldstream oyuncularından birinin topa kale önünde el ile vurması üzerine verilen bir penaltı cezasından Fenerbahçe üçüncü sayıyı da kazandı. Ekseriya vaki olduğu gibi bugün de Fenerbahçe takımının karşısındaki oyuncularda yorgunluk alaimi belirmeye başlamıştı.

    Üst üste pek müsait iki fırsat kaçıran Zeki ve Alaaddin Beyler birbirini müteakip iki golle takımlarının sayılarını beşe iblağ ettiler ve bu suretle müsabaka bire karşı beş ile ve Fenerbahçe’nin parlak galibiyetiyle nihayet buldu. Fenerbahçe’nin bilhassa bugünkü oyununda umumi bir ahenk görüldü.

    Muhacim hattında bilhassa ilk haftaymda cenahlar iyi işledi. İştirak-ı mesai diğer günlere nazaran daha iyiydi. Muavin ve müdafiler çok çalıştılar. Oyunun merkez sikleti üzerinde orta muavin mühim bir amil idi. Şekip Bey günden güne terakki ediyor. İngilizlerin ekserisi güzel oynadılar. Aynı günde Fenerbahçe ikinci üçüncü takımları da Ermenilere galip gelmişlerdir.

    Açıklamalar

    (*) Fenerbahçe bu maça aşağıdaki kadroyla çıktı. Goller de parantez içlerinde…

    – Şekip Kulaksızoğlu
    – Cafer Çağatay (1)
    – Hasan Kamil Sporel
    – Fahir Yeniçay
    – İsmet Uluğ
    – Kadri Göktulga
    – Sabih Arca
    – Alaaddin Baydar (1)
    – Zeki Rıza Sporel (2)
    – Ömer Tanyeri (1)
    – Bedri Gürsoy

    (**) Kapaktaki açıklamalar ise şöyle :

    – İngilizlerin galip Goldstream takımı nihayet büyük bir mağlubiyetle şehrimizi terk etti.

    Yukarıdaki resim : Günün en mühim oyuncusu Bedri Bey parti arasında limon yerken.

    Ortadaki resim : Fenerbahçe – Goldstream takımları (Cafer ve Hasan Kamil Beyler bulunmadığı zaman resim alınmıştır)

    Aşağıdaki resim : Parti arasında Fenerbahçe’den Zeki, Alaaddin, Fahir Beyler dinlenirken.

    Spor Âlemi / Fenerbahçe İşgalcileri Sepetledi

  • Fenerbahçe’nin İşgalcileri Sepetlediği Maç

    İstanbul 16 Mart 1920’de müttefikler tarafından işgal edildikten ancak 3.5 sene sonra 6 Ekim 1923’de özgürlüğüne kavuştu. Bununla beraber, Harington Kupası maçı, Fenerbahçe için işgal kuvvetlerine karşı oynanan son maç olmadı. 30 Eylül 1923 tarihinde Goldstream Guards ile bir maç daha yapan Fenerbahçe (*) bu maçı 5-1 kazanacaktı. Yukarıda gördüğünüz fotoğraflar (**) dönemin Spor Alemi isimli gözde mecmuasından. Aşağıda ise yine aynı dergiden maçın anlatımını göreceksiniz. Hatamız olmuşsa affola. Keyifli okumalar…

    * * * * * *

    Fenerbahçe Kulübü’nün son sene içinde ecnebi takımlarına karşı kazanmış olduğu muvaffakıyetler arasına bir de mağlubiyet karışmıştı ki işgal kuvvetlerinin İstanbul’dan hareketinden evvel herhalde silinmesi icap ediyordu. Bu maksatla Fenerbahçe’yi belli başlı üç oyuncusundan mahrum olduğu bir günde ikiye karşı altı gol ile mağlup etmeye muvaffak olan Goldstream Guards futbol ekibi kendisine vaki olan mükerrer müracaatlara rağmen rövanş maçını kabul etmemişti. Son defa olarak icra olunan teşebbüse nihayet cevab-ı muvaffakıyet alındığı cihetle 30 Eylül Pazar günü için kararlaştırılmıştı.

    Fenerbahçeliler mahal-i müsabakaya malum takımlarıyla geldikleri gibi İngilizler de Grenadier Guards oyuncularından bir iki kişi ile takviye edilmişlerdi. Büyük bir kalabalık huzurunda saat dört buçukta maça başlandı. Daha ilk dakikalardan itibaren oyunun heyecanlı olacağı hissediliyordu. Nitekim Fenerbahçe’nin rakip kalesine güzel bir inişini müteakip, İngilizlerin sür’atli mukabil bir akınları oyunu canlandırmıştı. Bilhassa bugün Fenerbahçe muhacim hattının iki açık oyuncusu İngilizleri çok uğraştırdılar.

    Zeki Bey oyunun bidayetinden on dakika sonra sıkı bir şutla ilk golü yaptı. Bu sayı üzerine müsabaka daha ziyade ehemmiyet kesbetmeye başladı. İngilizler behemehal mukabele etmek istiyorlardı. Biraz sonra soldan ilerleyen bir akın neticesinde merkez muhacimleri almış olduğu bir pası, top yere konmaksızın ve ani olarak Fener kalesine tevcih etti ve onlar da bir sayı kazandılar. Fakat Ömer Bey’in bir golü bunu yakından takip etti ve biraz sonra haftaym zamanı geldiğinden müsabakaya fasıla verdiler.

    İkinci haftaym oyun ekseriya Fenerbahçe’nin lehine olmakla beraber bir müddet neticesiz devam ettiyse de sonlara doğru Goldstream oyuncularından birinin topa kale önünde el ile vurması üzerine verilen bir penaltı cezasından Fenerbahçe üçüncü sayıyı da kazandı. Ekseriya vaki olduğu gibi bugün de Fenerbahçe takımının karşısındaki oyuncularda yorgunluk alaimi belirmeye başlamıştı.

    Üst üste pek müsait iki fırsat kaçıran Zeki ve Alaaddin Beyler birbirini müteakip iki golle takımlarının sayılarını beşe iblağ ettiler ve bu suretle müsabaka bire karşı beş ile ve Fenerbahçe’nin parlak galibiyetiyle nihayet buldu. Fenerbahçe’nin bilhassa bugünkü oyununda umumi bir ahenk görüldü.

    Muhacim hattında bilhassa ilk haftaymda cenahlar iyi işledi. İştirak-ı mesai diğer günlere nazaran daha iyiydi. Muavin ve müdafiler çok çalıştılar. Oyunun merkez sikleti üzerinde orta muavin mühim bir amil idi. Şekip Bey günden güne terakki ediyor. İngilizlerin ekserisi güzel oynadılar. Aynı günde Fenerbahçe ikinci üçüncü takımları da Ermenilere galip gelmişlerdir.

    * * * * * *

    (*) Fenerbahçe bu maça aşağıdaki kadroyla çıktı. Goller de parantez içlerinde…

    – Şekip Kulaksızoğlu
    – Cafer Çağatay (1)
    – Hasan Kamil Sporel
    – Fahir Yeniçay
    – İsmet Uluğ
    – Kadri Göktulga
    – Sabih Arca
    – Alaaddin Baydar (1)
    – Zeki Rıza Sporel (2)
    – Ömer Tanyeri (1)
    – Bedri Gürsoy

    (**) Kapaktaki açıklamalar ise şöyle :

    – İngilizlerin galip Goldstream takımı nihayet büyük bir mağlubiyetle şehrimizi terk etti.

    – Yukarıdaki resim : Günün en mühim oyuncusu Bedri Bey parti arasında limon yerken.

    – Ortadaki resim : Fenerbahçe – Goldstream takımları (Cafer ve Hasan Kamil Beyler bulunmadığı zaman resim alınmıştır)

    – Aşağıdaki resim : Parti arasında Fenerbahçe’den Zeki, Alaaddin, Fahir Beyler dinlenirken.

  • Halit Deringör’den Spor ve Edebiyat Dersi

    Halit Deringör’den Spor ve Edebiyat Dersi

    Bir önceki yazıda, Burhan Felek’in nasıl bir Fenerbahçe karşıtı olduğundan bahsetmiştik. Az sonra bunun en net örneklerinden birini okuyacaksınız. Türkiye spor yazını tarihinde eli kalem tutan futbolcular dendiğinde insanın aklına ilk gelmesi gereken isim Halit Deringör olmalı. Her ne kadar çağdaşlarının hemen hepsi lezzetli bir üsluba sahip olsa da Halit Deringör’ün onlardan farkı, yarım asırı geçen yazarlık tecrübesi oldu. Nur içinde yatsın. Aşağıda 1948 Londra Olimpiyatları’na gönderilmeyişi üzerine dönemin Öz Fenerbahçe mecmuasında yazdığı yazı var. Burhan Bey’e, Halit Deringör’den spor ve edebiyat dersi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Namuslu (?) İdareciler

    Son milli kamptan çıkartılışım, Londra’ya gitmeden ve gittikten sonraki karşılaştığım müşkülatı, Fenerbahçe camiası ve beni tanıyan arkadaşlar çok merak etmiş olacaklar ki; mütemadiyen tafsilat istiyorlar. Ben de arkadaşların bu arzularını yerine getirmek için yazıyorum.

    Londra’ya götürülmememin sebebini iyi bilmediğim gibi, bu hususta gazetede okuduğu yazılar beni tatmin etmedi. Bazen benim Rangers maçında bir oyuncuyu sakatladığımı ileri sürerek, bazen de aleyhimde yazılan yazılarla “Hatta Bölge’de fena resimler göstererek” böyle bir insanın Londra’ya gidemeyeceğini söyleyen sayın Beden Terbiyesi seyyahları, Londra’daki nahoş hadiseden sonra bilmem tenakuza düştüler mi?

    Aleyhimde yapılan bu propagandalar, beni olduğu kadar, küçük yaştan beri arkadaşlarımla namuskârane ve bir tek uzuv gibi çalıştığımız Fenerbahçe cemiyetini de harekete geçmeye mecbur etmişti. Kendi parasıyla beni kafile ile Londra’ya göndermek için müracaat eden Fenerbahçe idarecileri sayın Vildan Savaşır’dan muvafakat cevabı almışlarsa da idarecilerimiz bölgeden ayrıldıkları zaman sayın müdür hemen kararını değiştirivermişti.

    Kendim Bölge’ye müracaat ettiğim zaman Burhan Felek, Vildan Savaşır ve Servet Zengin beyler Londra’ya götürecekleri eşyaları ambalaj yapmaktan, benimle konuşmaya vakit bulamayışları, milli bir futbolcu olmaklığım dolayısıyla, bana çok dokunmuştu. Muhabbetleri ve mühim meşguliyetleri bittiği sırada Burhan Felek bey’e pasaportumun çıkması için “Kafileye dahildir” kağıdı istediğim zaman Felek bey’in masadan kalkarak “Ben sana böyle bir kağıt veremem. Sen kafileye dahil değilsin” diye bağırışına, benim kadar Bölge memurları da hayret etmişlerdi. Bu esnada Vildan Bey’in “Beni Londra’ya götürmek için uğraştığını, fakat dört namuslu arkadaşlarının benim aleyhimde karar vermesinden dolayı Londra’ya götürülmediğimi” söylemesi, bana bir fikir vermişti.

    Ben şahsen bu namuslu idarecileri tanımıyorum. Bunları ben değil, benim ağabeylerim daha iyi tanır.

    Fenerbahçeli idarecileri vasıtasıyla Cumartesi akşamı bütün hazırlıklarımı bitirdiğim esnada, saat 19’da, Vildan Aşir Bey telefon ederek 500 Lira pansiyon parası istediğini ve veremediğim takdirde ertesi günü tayyareye bindirilmeyeceğim kararı verilmesi müşkülat değil de nedir?

    Her yerin kapandığı bir zamanda beş yüz lirayı da Bölge’ye temin edebildik. Ne ise bu müşkülat kulübümün sayesinde beni hiç yıpratmadı fakat tayyareye bindikten sonra da rahat edemedim.

    Yolculuk

    Gidinceye kadar Burhan Felek bey’in “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” nev’inden esprileri Beden Terbiyesi seyyahlarını o kadar neşelendiriyordu ki hayret edersiniz. Bu espriler bana da çok tesir etmişti ki uyuyakalmışım.

    Londra’ya indiğim ve şef seyyahtan Londra’da vadettikleri pansiyonu istediğim zaman “Bu geceye mahsus olarak kampta kalırsın” cevabını aldım. Günler geçti.. Ne pansiyon ne de Şef seyyah Burhan Felek’ten haber yok. Bu müddet içinde İstanbul’dan aldığım bir gazetede bana “Püsküllü bela” ismini takmışlar. Hayret ettim.

    Ben küçük yaştan beri canımı dişime taktığım, yağmurda, çamurda, karda hiçbir menfaat düşünmeyerek candan bağlandığım Sarı-Lacivert formadan sonra, iki defa Ay-Yıldızı taşımız, Fenerbahçe cemiyeti ferdiyim.

    Fakir bir milletin bin bir müşkülatla bütçesinden çıkardığı tahsisatın üzerine sülük gibi binerek Londra’ya gitmedim. İşte bu vaziyet karşısında kimin “püsküllü bela” olduğu meydandadır.

    Her cemiyette olduğu gibi bizim cemiyette de bunlara “zamane adamı” ismi verirler. Bunlar sadece kendi menfaat ve arzularından başka herkesin zararına uğraşırlar.

    İkinci bir yazısında benim sol ayağımla topa vuramadığım kanaatindedir. Bunu da okuyunca hayret etmedim. Çünkü bu, iki sebeptendir.

    1) Feleğin muhayyilesi ve tedai kudreti çok zayıf. Sebebi ise benim sol açık oynadığımı hatırlayamıyor. Böyle bir anomalinin de insan üzerindeki tesirini düşünebilirsiniz.

    2) Böyle bir insanın hiçbir spor temasına gelmediğine karar veriyorum, hele onun spor kafilesi başkanı olarak gönderilmesine ne ben ne de memleketini seven bir ferd razı olur.

    Fenerbahçe solaçığı Halit DERİNGÖR

  • Halit Deringör, Burhan Felek’e Ders Veriyor

    Lefter Küçükandonyadis, “Küçük” Fikret Kırcan ve Halit Deringör, millî takım formasıyla…

    Bir önceki yazıda, Burhan Felek’in nasıl bir Fenerbahçe karşıtı olduğundan bahsetmiştik. Az sonra bunun en net örneklerinden birini okuyacaksınız.

    Türkiye spor yazını tarihinde eli kalem tutan futbolcular dendiğinde insanın aklına ilk gelmesi gereken isim Halit Deringör olmalı. Her ne kadar çağdaşlarının hemen hepsi lezzetli bir üsluba sahip olsa da Halit Deringör’ün onlardan farkı yarım asırı geçen yazarlık tecrübesi oldu. Nur içinde yatsın. Aşağıda 1948 Londra Olimpiyatları’na gönderilmeyişi üzerine dönemin Öz Fenerbahçe mecmuasında yazdığı yazı var.


    * * * * * *

    Son milli kamptan çıkartılışım, Londra’ya gitmeden ve gittikten sonraki karşılaştığım müşkülatı, Fenerbahçe camiası ve beni tanıyan arkadaşlar çok merak etmiş olacaklar ki; mütemadiyen tafsilat istiyorlar. Ben de arkadaşların bu arzularını yerine getirmek için yazıyorum.

    Londra’ya götürülmememin sebebini iyi bilmediğim gibi, bu hususta gazetede okuduğu yazılar beni tatmin etmedi. Bazen benim Rangers maçında bir oyuncuyu sakatladığımı ileri sürerek, bazen de aleyhimde yazılan yazılarla “Hatta Bölge’de fena resimler göstererek” böyle bir insanın Londra’ya gidemeyeceğini söyleyen sayın Beden Terbiyesi seyyahları, Londra’daki nahoş hadiseden sonra bilmem tenakuza düştüler mi?

    Aleyhimde yapılan bu propagandalar, beni olduğu kadar, küçük yaştan beri arkadaşlarımla namuskârane ve bir tek uzuv gibi çalıştığımız Fenerbahçe cemiyetini de harekete geçmeye mecbur etmişti. Kendi parasıyla beni kafile ile Londra’ya göndermek için müracaat eden Fenerbahçe idarecileri sayın Vildan Savaşır’dan muvafakat cevabı almışlarsa da idarecilerimiz bölgeden ayrıldıkları zaman sayın müdür hemen kararını değiştirivermişti.

    Kendim Bölge’ye müracaat ettiğim zaman Burhan Felek, Vildan Savaşır ve Servet Zengin beyler Londra’ya götürecekleri eşyaları ambalaj yapmaktan, benimle konuşmaya vakit bulamayışları, milli bir futbolcu olmaklığım dolayısıyla, bana çok dokunmuştu. Muhabbetleri ve mühim meşguliyetleri bittiği sırada Burhan Felek bey’e pasaportumun çıkması için “Kafileye dahildir” kağıdı istediğim zaman Felek bey’in masadan kalkarak “Ben sana böyle bir kağıt veremem. Sen kafileye dahil değilsin” diye bağırışına, benim kadar Bölge memurları da hayret etmişlerdi. Bu esnada Vildan Bey’in “Beni Londra’ya götürmek için uğraştığını, fakat dört namuslu arkadaşlarının benim aleyhimde karar vermesinden dolayı Londra’ya götürülmediğimi” söylemesi, bana bir fikir vermişti.

    Ben şahsen bu namuslu idarecileri tanımıyorum. Bunları ben değil, benim ağabeylerim daha iyi tanır.

    Fenerbahçeli idarecileri vasıtasıyla Cumartesi akşamı bütün hazırlıklarımı bitirdiğim esnada, saat 19’da, Vildan Aşir Bey telefon ederek 500 Lira pansiyon parası istediğini ve veremediğim takdirde ertesi günü tayyareye bindirilmeyeceğim kararı verilmesi müşkülat değil de nedir?

    Her yerin kapandığı bir zamanda beş yüz lirayı da Bölge’ye temin edebildik. Ne ise bu müşkülat kulübümün sayesinde beni hiç yıpratmadı fakat tayyareye bindikten sonra da rahat edemedim.

    Gidinceye kadar Burhan Felek bey’in “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” nev’inden esprileri Beden Terbiyesi seyyahlarını o kadar neşelendiriyordu ki hayret edersiniz. Bu espriler bana da çok tesir etmişti ki uyuyakalmışım.

    Londra’ya indiğim ve şef seyyahtan Londra’da vadettikleri pansiyonu istediğim zaman “Bu geceye mahsus olarak kampta kalırsın” cevabını aldım. Günler geçti.. Ne pansiyon ne de Şef seyyah Burhan Felek’ten haber yok. Bu müddet içinde İstanbul’dan aldığım bir gazetede bana “Püsküllü bela” ismini takmışlar. Hayret ettim.

    Ben küçük yaştan beri canımı dişime taktığım, yağmurda, çamurda, karda hiçbir menfaat düşünmeyerek candan bağlandığım Sarı-Lacivert formadan sonra, iki defa Ay-Yıldızı taşımız, Fenerbahçe cemiyeti ferdiyim.

    Fakir bir milletin bin bir müşkülatla bütçesinden çıkardığı tahsisatın üzerine sülük gibi binerek Londra’ya gitmedim. İşte bu vaziyet karşısında kimin “püsküllü bela” olduğu meydandadır.

    Her cemiyette olduğu gibi bizim cemiyette de bunlara “zamane adamı” ismi verirler. Bunlar sadece kendi menfaat ve arzularından başka herkesin zararına uğraşırlar.

    İkinci bir yazısında benim sol ayağımla topa vuramadığım kanaatindedir. Bunu da okuyunca hayret etmedim. Çünkü bu, iki sebeptendir.

    1) Feleğin muhayyilesi ve tedai kudreti çok zayıf. Sebebi ise benim sol açık oynadığımı hatırlayamıyor. Böyle bir anomalinin de insan üzerindeki tesirini düşünebilirsiniz.

    2) Böyle bir insanın hiçbir spor temasına gelmediğine karar veriyorum, hele onun spor kafilesi başkanı olarak gönderilmesine ne ben ne de memleketini seven bir ferd razı olur.

    Fenerbahçe solaçığı
    Halit DERİNGÖR

  • İzzet Benyakar, Radomir Antic’i Yazdı

    Öyle bir G.Saray maçıyla hatırlıyorum ki Antiç’i…

    Takvim yaprağında o gün 19 Mart 1978 yazıyor.

    İlk yarısı karşılıklı atılan gollerle 1-1 bitmiş. İkinci yarıda her iki takımın kısır baskılı cılız ataklarıyla bitse de gitsek modunda maç sonuna gelmişiz. Görende beraberliğe razı bir izlenim bırakan geride top çevirme faslına başlamış takım, ki beni en çok rahatsız eden görüntü budur. Maçın neredeyse son 5 dakikası oynanırken top, bizim en gerideki oyuncumuz Coşkun Demirbakan’a geliyor. Karşısında Büyük Mehmet Oğuz, koca göbeğiyle topu kapmak için pres yapıyor. Bizim Coşkun’da öz güven tavan yapmış, hepimizin yüreğini ağzımıza getiriyor, nasılsa o koca göbekle topu kapamaz diye biraz da laubali davranarak yaklaşmasına izin veriyor.

    Ama Kadırgalı Ördek Mehmet bu, neticede kurt oyuncu topu bir anda kapıp kimsenin beklemediği seri bir şekilde sürerek İvançeviç gibi müthiş bir kalecinin sağına bırakıveriyor 1-2 mağlup durumdayız maçın bitmesine 5 dakika var. G.Saray tribünleri tek sıra olan polis kordonunun üstünden golün coşkusu ve maçın neredeyse bitmesi nedeniyle üzerimize çökmüş adeta tepiniyorlar. Kulaklarımız sağır olacak neredeyse. Ben de dahil olmak üzere bir çok Fenerbahçeli şapkalarını bayraklarını fırlatmış, nahoş homurtular eşliğinde maçı terk ediyor.

    Kapalının merdivenlerinden inerken yukardan bir gool sesi geldi. Eyvah üçüncüyü mü yedik derken, staddan çıkayım mı yoksa yukarı çıkıp golü kimin attığını mı kontrol edeyim.

    Uzatmayalım, tabii ki merakıma yenilip tekrar yukarı çıktım.

    Gördüğüm manzara maçın bitimine 3 dakika kala Antiç yeni açık tarafındaki kalenin önünde numaralı tribün çaprazındaki tarafta kanlar içinde yerde yatıyor, top G.Saray kalesinin içinde, Fenerbahçe tribünleri stad genelinde G.Saray tribünlerinin üzerine çökmüş ŞENOLA FENER ŞENOLA tezahüratı ile ortalığı inletiyor. Golü de göremedim ya, sordum birine

    Rahmetli Önder Mustafaoğlu orta sahadan ortalamış, Antiç uçarak yer ile karışık topa kafayı yapıştırmış ve kanlar içinde yere düşüp baygınlık geçirmiş.

    Radomir Antiç 1978-79 sezonunda Fenerbahçe’de kalmayıp Zaragoza’ya gitti ama, işte bu anlattığım golden ve o sezon gösterdiği üstün başarılı yararlılıklardan ötürü gönlümüzdeki yeri ÖMÜR BOYU REZERVE’dir.

    Selamlar, sevgiler Sarı-Lacivert günler…
    İzzet İsrael Benyakar