Kategori: Futbol

  • Lefter’in İlk Yazısı

    Lefter’in İlk Yazısı

    Lefter Küçükandonyadis, henüz futbol oynarken gazetelerde spor yazmaya başlamıştı. 1958 yılında Tercüman gazetesinde yayınlanan Lefter’in İlk Yazısı ile karşınızdayız. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dostlarım…

    Yeni mesleğimdeki ilk yazımı yazarken, kalemi kâğıt üzerinde dolaştırmanın, topu sahada dolaştırmaktan daha zor olduğuna kanaat getirdim. Kaç tane müsvedde kâğıdı paraladığımı şimdi hiç hatırlamıyorum. Yazımı bitirdikten sonra, yakınlarıma bile okumaktan kaçındım. Belki hemen tenkit ederler, şevkimi kıralar diye… Evvelce gazeteciliği, gazete okumak gibi kolay bir şey zannederdim. Fakat binlerce kişinin karşısına çıkacak yazıyı yazmak için insan masa başına oturduğu zaman ne yapacağını şaşırıveriyor.

    Heyecanlı mıyım? Kendi kendime “Yok canım” diyorum. “Senin gibi heyecanın her çeşidini tatmış biri için heyecan ne demek?” Fakat itiraf etmeliyim ki merak içindeyim. Hepinizin gayet iyi tanıdığınızı sandığı Lefter, şu anda bir spor yazarı olarak nasıl karşılanacağını merak ediyor, bu hakikat. Beni tanıyanlar çok iyi bilirler, kendime itimadım vardır. Acemi gazetecilik devresini azmettiğime göre çabuk atlatacağım. Belki bir iki çalımda geçemem ama kendime güvenim tam.

    Bundan sonra bu sütunlarda sizlere çok şeylerden bahsedeceğim. Meşin yuvarlakla geçen 20 senelik arkadaşlığımın nasıl başladığını, beni ona tanıştıranları, Hocalarımı, yaşadığım ve kendime göre enteresan bulduğum futbol hayatımda sevindiğim, üzüldüğüm hadiseleri. Topu ayağıma aldığım zaman hissettiklerimi, korktuklarımı, her müşkül veya sevinçli anımda yanımda bulduğum arkadaşlarımı. Koskoca Türk futbol tarihinde benim de rol aldığım zamanlarını hikâyesini, seyahatlerimi, İtalya ve Fransa’da futbol oynadığım günleri, karşılarında veya beraber oynadığım futbol devlerini, hepsini sizlere anlatmak istiyorum.

    Hayatımı her gün sinemalarda oynayan filmlerden birisi olarak kabul ederseniz, okuyacağınız ilk yazılarım Hayat filmimin ancak birinci kısmını teşkil edecek. İlerde bir gün topa hükmedemediğim zamandan sonrasını da sizlerle beraber yaşayacağız. Fakat bu devre belki de toptan tamamen ayağını çekmediğim bir devre olacak. Mesela bir antrenörlük devresi gibi…

    Bana iyi gazeteciliğin en mühim şartının “iyi tenkit” yapmak olduğunu söylediler. Bu nasihata bağlı kalarak beni ve bilhassa profesyonel futbolcuları tenkit edenler gibi güzel veya beğenmediğim tarafları olduğu şekilde yazacağım. Zaten böyle yapmasam bana “İyi gazeteci değilsin” dersiniz. Fakat size böyle söyletmemeye şimdiden söz veriyorum. Eğriye eğri, doğruya doğru. Kalemim kırıcı olmayacak. Ama mecbur kalırsam pekâlâ yazarım. Çünkü artık bu benim üzerime aldığım mühim vazifedir.

    Sevgili sporseverler, Lefter imzasını bu sütunlarda artık sık sık göreceksiniz. Hepinizle tanışıp kaynaşmak istiyorum. Sizler de beni yeni kostüm giyerek değişen biri gibi, spor yazarı tarafımdan tanıyacaksınız. Tenkit yazılarımın ve maç tahlillerimin yanı sıra sporumuzun ana meselelerini kaleme alacağım. Bu arada pek sevdiğim sizlerin mektuplarına cevap vermeye çalışacağım. Bundan sonra Lefter sizindir.

    İkinci yazımı “Baba” Gündüz Kılıç’a hasredeceğim. “Baba”nın unutamadığım iyiliklerinden, arkadaşlığından.

    Hepinize sevgiler.

    Lefter Küçükandonyadis – 1958 – Tercüman Gazetesi

  • Can Kozanoğlu’nun Datcu Röportajı

    Can Kozanoğlu’nun Datcu Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Can Kozanoğlu’nun Datcu röportajı, Mart 1987 tarihinde Yeni Gündem dergisinde yayınlanmış. Haluk Kılıç ağabeyin arşivinden çıkan bu değerli anıyla sizleri baş başa bırakalım…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İlie’den İlyas’a 18 Yıl

    Eski Fenerbahçe Kalecisi Mutlu Bir Türk Oldu

    Yok, yok yanlış yazıyorlar. Benim isim hiç değişmedi. Türk tabiyetine geçmek için mecbur isim veriyorlar. Benim isim İlyas Datça oldu ama Türk tabiiyetine geçtikten bir ay sonra mahkeme kararıyla yine değiştirdim. Beni futbolcu olarak, antrenör olarak hiç kimse bilmez İlyas Datça diye. İsmim hâlâ aynı, Ilie Datcu.”

    Spor sayfalarında, Kartalspor Teknik Direktörü İlyas Datça’nın demeçlerini görenler, eğer futbolla çok fazla içli dışlı değillerse, “‘bu da kim?”‘ deyip geçiyorlar. Ama Datça’nın kim olduğunu bilenler için iş değişiyor.

    Prekazi kalsın mı, Pesiç gitsin mi? Yabancı antrenör getirelim mi, sahaları yalnızca Türklere mi bırakalım?

    Son zamanlarda Türk futbolunun gündeminden hiç çıkmayan bu sorular, İlyas Datça’ya, yani Ilie Datcu’ya özel bir konum, ayrı bir önem kazandırıyor. 60’lı yılların sonundaki yabancılar furyasıyla Türkiye’ye gelen, sonra yabancılığını kadro dışı bırakıp Türk tabiiyetine geçen Datcu, tam on sekiz yıldır futbolumuzla iç içe yaşıyor. Romanya Milli Takımı’nın eski kalecisi Türkiye’de neler gördü, neler yaptı? Şampiyon Fenerbahçe’nin kalesinden, Üçüncü Lig takımı Kartal’ın teknik direktörlüğüne uzanan güzergâhta neler yaşadı, neler kazandı, neler kaybetti?

    Futbolculuktan antrenörlüğe

    “1969’da Fenerbahçe’ye geldim. 75’te jübile yaptım, 75-76’da, Giresunspor’da futbolcu oldum. 76-78 Fenerbahçe’de görev aldım. Sonra İstanbul takımları çalıştırdım, Vefa’ya antrenör oldum. 78-81 arası Almanya’da kaldım. Hem kurs için, hem bazı aile işleri için. 81’de Göztepe’ye geldim. Sonra iki yıl Karagümrük’te çalıştım, şampiyon yaptım. 84-85 yine Göztepe, ardından bir yıl Denizli ve bu yıl da Kartal.”

    Datcu, bu uzun yol boyunca özel hayatında da önemli değişiklikler yapıyor. Türk vatandaşlığına geçiyor. Rumen eşinden boşanıyor, kızını kaybediyor, şimdiki eşi Nur’la evleniyor, yeniden baba oluyor.

    Datcu, bu on sekiz yılı anlatırken hemen hiç yakınmıyor. Bol “canım”lı cümlelerle, hafif bozuk bir Türkçeyle konuşuyor ve hep gülümsüyor. Antrenörlükte en çok önem verdiği nokta, ortam. Hayatta hiçbir takımı iki üç maçta bırakıp gitmediğini söylüyor:

    “Her iki taraf da memnun olacak biçimde çalışmak lazım. Parayı al, sonra git. Bu olmaz. Ben aldığımın karşılığını vermek isterim. İdarecilerle iyi anlaşmak lazım, sezon biterken, gelecek yeni yönetimi de düşünürüm ve hep efendi ayrılırım. ‘Bana müsaade, size teşekkür ederim. Belki yeni idareciler kendi adamlarıyla çalışmak isterler’ derim. Hep efendi, hep.”

    Peki, bir Üçüncü Lig takımında çalışmak Datcu’yu rahatsız etmiyor mu?

    Hayır: “Canım benim için bir problem olamaz.”

    Datcu’nun eşi, İstanbul’da ailesinin yakınında olmak istiyor. Sezon başında İstanbul’a geliyorlar. ”Belki bir yıl dinlenirim” derken, Kartallı yöneticilerden Mehmet Özbek kapısını çalıyor, kıramıyor. Üstelik beklediğinden daha iyi bir ortam ve iyi tesisler buluyor: ‘Bu idareciler Üçüncü Lig’te kalırlarsa günah olur. İkinci Lig’e çıkarsak, belki on yıllık sözleşme bile yaparım.”

    Elde kalanlar

    Türkiye’de geçen yıllar Datcu’ya parasal açıdan ne vermiş? En azından geleceğini garantiye alabilmiş mi? Para kazanmak zorunda olduğunu biliyor, ama parayı her zaman ön planda görmüyor. Datcu bu konuda da memnun ve iyimser:

    “Canım ben memnun. Yaşadığım aile hayatı, kazandığım para, her türlü memnunum. Öbür antrenörler gibi üç ev, beş ev istemiyorum. Şu anda kayınpederin yanındayız. Genellikle hayattan memnunum yani.”

    Datcu için parayı ikinci plana iten bir sevgi de futbol. Hayatının en kötü günlerinin, jübileyi izleyen dönem olduğunu söylüyor:

    “Futbolu bıraktıktan sonra günlerce insan değildim ben. Dolaştım dolaştım da evi bulamadım. Bana bir top verin ölünceye kadar öyle kalırım. O kadar seviyorum. Bir de yenildiğimiz zamanlar çok kötü olurum. Eve gelirim, karımla, çocuğumla konuşamam.”

    Mağlubiyetlerin Datcu’yu ne kadar üzdüğünü anlayabilmek için, oğluyla konuşamamasının ne olduğunu bilmek lazım. Üç yaşındaki Kerem’e olağanüstü bir düşkünlüğü var:

    “Bugün geldim, evi boş buldum, çıldırdım.”

    Elli yaşındaki Datcu, Türkiye’de kurduğu yuvasını, aile hayatını, futbol camiasındaki ilişkilerini korumak istiyor. On sekiz yıl içinde buraları çok ama çok benimsemiş.

    1969 yılında, “İki yıl oynarım, dönerim” düşüncesiyle terk ettiği, on altı kez milli formasını giydiği Romanya’ya sekiz yıldır gitmiyor. Vatandaşlık işlemleriyle ilgili sorunlar çözümlenirse bu yaz bir uğrayacak ama yalnızca kısa bir ziyaret için. Çünkü tekrarlamanın zararı yok, Türkiye’yi çok benimsemiş.

    “‘Ben gerçek Fenerbahçeliyim”

    Hem de ne kadar? Eğitim Dairesi’nin, kalecilik semineri için yaptığı çağrıyı, “Bu benim için milli bir görev” diye değerlendirecek kadar. Sonra Datcu’nun Fenerbahçe sevgisi var. “Ben gerçek Fenerbahçeliyim” diyor. Profesyonel çalıştırıcılığı bir yana, Fenerbahçeliliği bir yana koyunca ne oluyor?

    Hani Galatasaray’dan, ya da Beşiktaş’tan bir teklif gelse:

    “Çok düşünmek lazım ama zor, çok zor, Fenerbahçe’yi bırakabilmek çok zor.”

    Datcu, Türkiye’deki en mutlu anlarını galibiyetler ve şampiyonluklar olarak görüyor. Jübile dışındaki en kötü anları ise mağlubiyetler, yediği kötü goller. Ama öyle, en kötü bir tek gol yok, çünkü: “Hatalı gol yemek beni üzer. Ama bir tane değil ki, çok yedim. Çok mağlubiyet aldım.”

    Goller yemiş, mağlubiyetler, hezimetler görmüştü ama sonunda, nasıl başarabildiyse, mutlu bir Türkiyeli olmuştu. Eski bir yabancı futbolcu, yeni bir Türk antrenörü olarak, “Türkiye’nin yabancı antrenöre de, yabancı oyuncuya da ihtiyacı var ama kaliteli yabancılara, kolay uyum sağlayabilecek olanlara” diyor. Galiba, “benim gibi’ demek istiyor da alçakgönüllülüğünden söyleyemiyor.

    Can KOZANOĞLU – Mart 1987 – Yeni Gündem Dergisi


    Can Kozanoğlu'nun Datcu Röportajı
  • Kavga Dövüş

    Kavga Dövüş

    Türk futbolunda 1930’lu yıllar kavga dövüş yıllarıdır. Gerçi hangi yıllar böyle değil ki… Bu kavgalardan birinde Zeki Rıza Sporel’e gidip “Nasıl olacak bu işler?” diye sormuşlar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Zeki Rıza Diyor ki

    Tekme atmak, çarpmak usulünü bırakmak lâzım

    Kasdi ve hatalı oyunculara karşı çok şiddetli cezalar verilmelidir

    Cuma günkü Galatasaray – Vefa maçı hakkında İstanbul mıntakası futbol heyetinin tahkikatı hatalı oyuncuları meydana çıkarmış Muhteşem ile Halük hakkında ikişer ay boykot cezası verilmiş, oyunu idare eden hakem Ademin de bir sene müddetle resmí maçlara sokulmaması kararlaştırılmıştır.

    Bir kaç oyuncunun yaralanmasile neticelenen bu son maç münasebetile dün bir muharririmiz eski millî takım kaptanı Fenerbahçeli bay Zeki Rıza ile görüşmüş ,tertib edilen cezalar ve maç hakkında fikirlerini sormuştur.

    Bay Zeki Rıza diyor ki:

    – Bu son maç hadisesinde mesul aramaktan ziyade, eskiden beri çalışılıp ta bir türlü önüne geçilemiyen fena bir zihniyet ve ya haleti ruhiyenin halli çareleri araştırılmalıdır. Bir çok oyuncularımızda maalesef sportmenliğe hiç te yakışmıyan fena bir haleti ruhiye vardır. Oyuncular her ne pahasına olursa olsun maçı kazanmak için her türlü çareye başvurmakta geri kalmıyorlar.

    En kolay ve en kestirme olarak ele alınan çare de tekme atmak, çarpmak, karşısındaki oyuncuyu bu suretle korkutmak oluyor. Memleketimizde futbolun başladığı tarihten itibaren tatbik edilen bu fena usul oyunu kazanmağa yegâne silâh gibi kullanılıyor. Her şeyden evvel bu zihniyeti ve usulü kökünden kazıyıp atmak lâzımdır. Bu da hakemlerin vasi salâhiyetlerini, teşkilâtı değiştirmek, nizamnameleri yeni baştan şiddetli cezalarla tanzim etmekle kabildir. Avrupada kasti ve hatalı oyunculara karşı çok şiddetli cezalar verilmekte bu kabil oyunculara uzun müddet boykot edilmektedir.

    – İstanbul mintakası futbol heyetinin verdiği cezaları nasıl buluyorsunuz

    – Kısaca söyliyeyim ki; bu cezadan ben hiç bir şey anlamadım.

    Dikkat edilecek olursa sertliğe, hataya, tekme atmaya en ziyade iyi oyuncu olmıyan, âciz ve kabadayılık zihniyeti güden oyuncularda tesadüf edilir, Bu kabil oyuncular da daima iyi oyunculara musallat olurlar, onların zayıf noktalarını ancak bu usulün tatbikında bularak ellerinden geleni yaparlar, oyuncuyu sakatlıyarak maçı kazanmak isterler. Bunun fena bir neticesi şudur:

    Bu suretle memlekette istidadlı kıymetli oyuncuların, korkak oyuncu olmalarına ve sahadan çekilmelerine sebeb olurlar. Sporda bu zihniyet devam ettikçe memlekette iyi oyuncu yetişmesine de maalesef imkân kalmaz.

    Yalnız bir hadise çıktığı zaman harekete geçmek değil, mütemadi bir takib ve alâka ile bu hadiselere meydan vermemek lâzımdır. İşte gözönünde tutulması icab eden mühim nokta budur.

    Hakem meselesine gelince: Bir parça spordan anlayanı, eline bir didiik vererek mac basına ge… him bir vazife vermek hiç doğru olmıyan bir harekettir. Hakemin sportmen ruhlu, iyi ahlâklı, karakteri sağlam, içtimaî mevki sahibi bir sporcu olması lâzımdır.

    Bay Adem ciddî ve hüsnü niyet sahibi bir hakem olmakla beraber onun bu maçta ve bundan evvelki maçlarda şiddetli oyunlara karşı ihmalkâr davrandığını, salâhiyetini tamamile kullanmadığını görüyordum.»

    31 Ocak 1935 – Akşam Gazetesi

  • İnhitat

    İnhitat

    İnhitat… Yani çöküş… Bundan 94 sene önce Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde Galatasaraylı Abidin Daver Türk futbolundaki çöküşü yazıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türk Futbolu İnhitata Mahkumdur

    Türk futbolu inhitata mahkûmdur, diyorum.

    • “Neden?” diyeceksiniz. İşte bu sualinizin cevabı:

    Türk milli takımı Mısır milli takımına olimpiyatlarda 1-7 mağlup olmuştu. İki hafta zarfında, bugün Mısırlıların çıkarabileceği en kuvvetli muhtelit takım olduğu, son günlerde aldığımız hususi malumatla tahakkuk eden “Ennadiyülehli”yi 1-2 mağlup ettikten sonra Türk futbolunun inhitata mahkûm olduğunu söylemek hayli kuvvetli bir iddia gibi görünür. Evet, Mısır takımıyla aldığımız neticenin iyi olmasına rağmen Türk futbolu inhitata mahkûmdur.

    Çünkü futbolun terakki edebilmesi için antrenörlere malik olmak veya ecnebi takımlarıyla maç yapmak lazımdır. Hâlbuki bir tek antrenörümüz olmadığı gibi bundan sonra Avrupa’dan takım getirtmek imkânı da kalmamıştır.

    Son zamanlarda İstanbul’a iki takım geldi: Avusturya ve Mısır takımları… Bu takımları Galatasaray ve Fenerbahçe kulüpleri stadyum idaresi getirtti. Neticede Avusturya maçlarında kulüpler ve stadyum idaresi yüzer lira zarar ettiler. Mısır maçlarında ise ancak yüzer liralık bir temettü elde edebildiler. Hâlbuki Mısır takımı yalnız 1.500 dolara gelmişti. Avrupa’dan bundan daha ucuz bir takım getirtmenin katiyen imkân ve ihtimali yoktur.

    Futbol maçları hasılatının bu kadar az olmasının sebebi nedir?

    1. İktisadi buhrandan mütevellit parasızlık,
    2. Belediyeye verilen rüsumun ağırlığı,
    3. Anaforcuların çokluğu.

    Bu sebeplerden birincisiyle meşgul olacak değiliz. Çünkü onu zamanla hasıl olacak refah halledecektir.

    Fakat ikincisi ile üçüncüsüne bir çare bulunabilir.

    Evvela ikincisinden bahsedelim. Başta zabıta olmak üzere, herkes, bedava maç seyretmek ve ettirmek emelinden vazgeçmelidir. Filhakika büyük maç günleri yüzlerce sivil zabıta memuru vesikasını hamil efendi, stadyumu doldurmaktadır ki bunun da haddi olsa gerektir.

    İkinci ve en mühim sebebe gelince: Gariptir ki Türkiye’de en çok sporcu yetiştiren, en çok spor yapan şehir İstanbul olduğu halde İstanbul sporu Emanet ve Vilayet’ten hiçbir muavenet görmez.

    Ankara’da futbol maçları hasılatından hiçbir resim alınmaz, İzmir’de yüzde 5 alınır, İstanbul’da yüzde 22…

    İstanbul’da ne Şehremaneti, ne de Muhasebei Hususiye, spora katiyen on paralık yardım etmezler, buna mukabil en kuvvetli kulüplerimizi bile kapılarını kapamaya, spordan vazgeçmeye mecbur edecek derecede ağır resimler alırlar. Hele yüzde on Darülaceze resmi İstanbul sporunu acze mahkûm eden en büyük amildir.

    İstanbul kulüpleri, kendileri için değil Darülaceze için çalışırlar. Galatasaray’ın son zamanlarda üç oyuncusu sakatlandı. Bunların tedavisi için kulüp avuç dolusu para verdi. Bugün, bu büyük ve binlerce azaya sahip kulüp (Fener de Beşiktaş da diğerleri de aynı vaziyettedirler) parasızlıktan ne yapacağını şaşırmış bir haldedir. Çünkü bir müsamere verse yüzde ellisini, bir maç yapsa yüzde yirmisini rüsum olarak vermeye mecburdur. Müsamerenin de maçın da mesarifi çıktıktan sonra kalacak para “Sıfıra sıfır, elde var hiç”ten ibaret olacaktır.

    Sporcu amatör gençler, kulüplerinin ve sporun terakkisi için uğraşsınlar, çalışsınlar, kan teri döksünler, sakatlansınlar, ondan sonra kendilerine ve kulüplerine kalan azim bir yorgunluk ve bir sürü borç olsun! Bu reva mı?

    İstanbul Şehremaneti ve İdarei Hususiyesi, neden Ankara ve İzmir gibi sporcu himaye etmezler? Sporu himaye etmek şöyle dursun, spor kulüplerinin yegâne medarı hayatı olan maç hasılatından, neden sağmal inek gibi, birçok para alırlar? Bunun sebebi İstanbul’un, Ankara ve İzmir gibi sporun faydasını kavramamış ve sporculara yarım etmek lüzumunu anlamamış olmasıdır.

    Türkiye sporunun kalbi İstanbul’dur. Memleketin her tarafındaki spor teşkilatını hep İstanbul’dan giden gençler yapmışlardır. Buna mukabil İstanbul spor kulüplerinin defterlerine bakınız, on paralık bir yardım göremezsiniz.

    Galatasaray’ın bir antrenörü vardı. Parasızlıktan yol verdi. Teşkilatın antrenörü de yoktur. Son tecrübelerden sonra Galatasaray-Fenerbahçe ve stadyum idaresi de ecnebi takımı getirtmekten vazgeçmişlerdir.

    Çünkü zarar yüzde yüz muhakkaktır. Darülaceze istifade etsin diye esasen parasız kulüplerin, üste bir de mali zarar girmelerini ve oyuncularını sakatlanmaya maruz bırakmalarını elbette istemeyiz.

    Antrenör olmadıkça ve oyuncularımız ecnebi takımlarla temas etmedikçe İstanbul futbolunun ve onu örnek ittihaz eden Türk futbolunun inhitatı muhakkaktır. Bu vaziyetin devamı takdirinde ise gençlerimiz ecnebi takımlara mağlup oldukça onlara kızmaya hiç hakkımız yoktur.

    8 Ağustos 1929 – Cumhuriyet Gazetesi (Abidin Daver)

  • Sedat Bayur

    Sedat Bayur

    Fenerbahçe’nin “Türkiye Şampiyonu” futbolcularından Sedat Bayur, Fenerbahçe Spor Gazetesi’ne, unutamadığı Güneş maçını yazmış. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sedat Bayur’un Unutamadığı Maç

    Beraberlik bile şampiyon olmamıza mâni idi. Sahaya çıkarken kaptan Büyük Fikret “Hadi bakalım asıl maç şimdi” demişti…

    Sedat Bayur, 1934 senesinde Fenerbahçe kulübünde futbola başlayarak 4üncü, genç ve B takımlarında oynamış ve nihayet 1936 senesinde A takımına girerek üç sezon muvaffakiyetle sağbek olarak sarı-lacivertli kadroda yer almış, tahsil için Ankara’ya gitmek zorunda kalınca da futbolu bırakmıştır.

    Fakat idarecilik sahasında Fenerbahçe’ye yardım etmekten geri kalmamış ve futbol takımında umumi kaptanlık yaptığı gibi, basketbol şubesi kaptanlığına da getirilmiştir. Bu sene sıhhi sebepler yüzünden bu vazifesinden feragat eden Bayur, halen 38 yaşındadır ve Genel Sigorta’da muhasebe ve tahsilât şubeleri müdürü bulunmaktadır.

    Aşağıda O’nun unutamadığı maçın hikâyesini bulacaksınız.

    * * * * *

    Kısa futbol hayatımda birçok mühim maçlar oldu. Bunlar arasında hâlâ unutamadığım karşılaşma ilk defa birinci takımda oynadığım bir şampiyonluk maçıdır. Zira 1936 – 37 senesinde ilk defa tertip edilen milli küme şampiyonası çok kritik bir durum arz ediyor, takımın sona kalan üç mühim maçı; Galatasaray, Beşiktaş ve Güneş karşılaşmalarını kazanması gerekiyordu.

    Beşiktaş ve Galatasaray’ı yenmiş, bir tek Güneş maçımız kalmıştı. Perşembe günkü antrenmandan sonra salonda çay içiyorduk. Antrenör Elliot Pazar günkü maçtan konuşuyor ve takımı açıklıyordu. Birden omuzuma vurarak, “Pazar günü Güneş’e karşı oynayacaksın” dedi.

    O kadar sevindim ve şaşırdım ki, taa maç saatine kadar nasıl oynayacağımı düşünüp, hayaller kurdum. Hatta her gece rüyamda maç yaptım. Hem ilk defa birinci takımda oynayacağım, hem de çok kritik bir karşılaşma olduğu için heyecanlıydım. Zira beraberlik halinde dahi (galiba Galatasaray olacaktı) şampiyonluğu kaybediyorduk.

    O zamana kadar A ve B takımları arasında yaptığımız maçlar çok iddialı olur ve B. Fikret’le çekişirdik. Bu sebepten soyunurken kaptan yanıma gelmiş; “Hadi bakalım asıl maç şimdi, göster kendini” demişti. Bende büsbütün renk atmıştı. Neyse ki sağ haf oynayan Cevat ağabey beni teselli ederek; “Hiç heyecanlanma, antrenmanlardaki gibi oyna, göreceksin muvaffak olursun” dedi.

    O gün; (30 Mayıs 1937) Hüsamettin, Sedat, Lebib, Cevat, Angelidis, M. Reşat, Niyazi, Naci, Namık, Esat, B. Fikret tertibindeki kadromuz güzel bir maç çıkardı. Oyun karşılıklı gollerle 1-0, 1-1, 2-1, 2-2, cereyan etti ve 4-2 lehimize neticelendi. Gollerimizi (aklımda yanlış kalmadıysa) Namık, B. Fikret ve Naci paylaşmıştı.

    Fenerbahçe stadının pistlerine kadar dolup taştığı bu şampiyonluk maçının bir de enteresan hatırası vardır. Fenerbahçelilik aşk ve sevgisinin ne derece kuvvetli olduğunu göstermesi bakımından üzerinde duracağım.

    Sol bek Lebip (Elmas), bir topa çıkışı sırasında düşerek kolu omuzundan çıktı. İlk devrenin 15inci dakikası olmasına rağmen Lebip bu haliyle bütün maçı oynayarak galibiyette maddiyattan çok maneviyat üzerine tesir edip takımı kamçılayarak rol oynamıştı.

    Maçtan sonra bizler Deniz Kulübü’ndeki ziyafete giderken zavallı Lebipçik otomobille hastaneye götürülüyordu.

    O zamanki Fenerbahçelilik işte böyleydi…

    Sedat Bayur – 5 Aralık 1955 – Fenerbahçe Spor Gazetesi

  • Bombacı Bekir Almanya’da

    Bombacı Bekir Almanya’da

    Üzerine en detaylı araştırma yazısını Sevecen Tunç‘un (“Sana Hikaye Geliyor” kitabında) kaleme aldığı Bombacı Bekir Refet Teker, 1935 yılında Çelebizade Sait Tevfik’in “Ayda Bir” dergisindeki yazısına konu olmuş. Bombacı Bekir Almanya’da çok meşhur bir futbolcu olmuştu. Bir gün bir biyografiye kavuşması ümidiyle… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: Yazıyı bulup bize gönderen Haluk Kılıç ağabeye sonsuz teşekkürlerimizle…


    Avrupa’da Gördüğüm İlk Maçta Bekir’i Seyretmiştim

    Avrupa’ya ilk yolculuğum 1922 yılına rastlar. Varacağım yer, Peşte ve Viyana tarikiyle Almanya idi. Yapacağım iş de, o zamanlar sahibi bulunduğum stadyuma bir futbol takımı getirmek ve bizim meşhur futbolcu Bekir’le temas etmekti.

    Bekir’i Fortshaymda buldum… Burası, ufak bir fabrika şehriydi… İstasyonda bindiğim otomobilin şoförü, elimdeki kâğıtta yazılı adresi okuduktan sonra, ağız dolu koca bir:

    – Yah! çekerek hemen harekete geçti. Gittik, gittik… Gittik, gittik… Artık şehirden epeyce uzaklaştık sanıyordum… Fakat bir duvar üzerinde gördüğüm borazan çalan koca bir adam levhası, bilmem kaçıncı defa olarak tekrar gözüme ilişince, derhal şoförü eteğinden çekip durdurdum. Ben Türkçe, o Almanca, bir hayli hırlaştık… Ve bu kadar enayiliği kâfi görerek otomobilden indim.

    Bekir’in çalıştığı fabrika, meğer karşımda imiş… Durmaksızın işleyen birkaç asansörden birine atladım. Bir saniye sonra, altıncı kat!…

    Bekleme odasına aldılar… Girdim… Oturdum… Ve beş dakika sonra, kolları sıvalı bir işçi gömleği içinde bizim kara topuz göründü!

    Gözyaşları arasında bir kucaklaşma…

    Sokakta, kol kola giderken dikkat ettim: Bekir’i tanımayan yok. Herkes, ona, şapkasını çıkararak yarı hayran bir hürmetle selâm veriyor! Çocuklar, birbirini dürterek fısıldaşıyorlar:

    – Bekir!… Bekir!…

    Lokantada, karşı karşıya yurt hasretiyle konuşurken, bana bir müjde verdi: Bir gün sonra, senede ancak iki kere yapılan Fortshaym – Karlsruhe maçı varmış!

    Ve asıl güzeli, Bekir, bu maçta oynayacakmış!

    O gün geldi!…

    Bütün Fortshaym seferber olmuştu…

    Bütün şehir trene dolduk: kadını, erkeği, genci, ihtiyarile… Ellerde düdükler, balonlar… Ve bunların üzerlerinde şu kelime: Fortshaym!

    Tren, neşeden, kahkahadan kanatlar açmış bir saadet kuşu… Saatte 80 kilometre koşarak bizi Karlsruhe’ye götürüyor… Uğramadan geçtiğimiz istasyonlar birer gölgeden çizgi halinde, gözümüzden vızlayarak geçip siliniyor…

    Nihayet, şarkılar, gülüşmeler arasında Karlsruhe’ye geldik. Stadyum tıklım tıklım… Karşılıklı iki tribün: birini Karlsruheliler doldurmuş, öbürünü Fortshaymlılar…

    Bekir, soyunmaya gitti… Ben, fabrikatörler arasında kaldım…

    Heyecan… Gürültü… Düdük sesleri…

    İki tribün nöbetleşe, hep bir ağızdan bağrışıyorlar!

    Bu yirmi bin kişinin kopardığı fırtına arasında maç başladı…

    Birinci devrede Bekir muhacim oynuyordu.

    Oyun başlayalı on sekiz dakika olmuştu. Bizimki, ortadan doğru, topla beraber bir sökün etti. Muavini geçti… Müdafiyi bir çalımla sıyırttı ve nihayet dizlerine doğru akın eden pantolonunu, her zaman olduğu gibi şöyle bir yukarı çekerek: (Ya Settar!…) deyip dayandı…

    Top ağlarda!… İlk gol!

    Bizim tribünün keyfine değmeyin artık. Ben de aralarında sağa, sola yalpalar yaparak, kulak dolgunluğu ile ezberlediğim bir cümleyi yırtına yırtına bağırıyordum…

    Bu golden sonra, Karlsruheliler de biraz canlandılar… Bizim kale de şimdi tehlike geçiriyordu… Fakat Bekir, geriden gelen topu gene yakaladı ve bu sefer orta çizgiyi biraz geçer geçmez, daha ileri sürmeye lüzum görmeden yaradana sığınıp öyle bir dayandı ki, topun seyrini gözümle takip edemeden ağlara takılmış gördüm!

    Birinci parti böyle bitti…

    Şimdi, Alman oyuncular, bizim Zekiler, Alâeddinler, Nihatlar gibi yanımızda oturuyorlar ve avuçlarındaki limonları emiyorlardı… Kalantor kılıklı bir adam, bu aralık, kendi sırtındaki şık pardösüyü, üşümesin diye Bekir’in omuzlarına attı!

    Düdük:

    İkinci parti başlıyor: bu sefer Bekir müdafaada…

    Şimdi Karlsruheliler canlarını dişlerine takmış, on biri birden yükleniyor…

    Yükleniyor amma, Bekir, geçilmez bir kale… Kâh ileri, kâh geri, kâh sağa, kâh sola seğirterek akınları kesiyor, tehlikeleri kırıyor… Şimdi bakıyorsun ayağile müdafaadan hücum geçmiş… Şimdi bakıyorsun kafasile bir akını havadan kesiyor!

    İkinci kırk beş dakika, bu yeni plânın muvaffakıyetile geçti… Ve zafer, tehlikeye konmadı…

    Oyunun bittiğini bildiren düdük öttüğü zaman bir şey gördüm: Sahayı kaplayan omuzlar üstünde Bekir!…

    Bekir’e karşı beslenen sevgi, hayranlık öyle coşmuştu ki, bir aralık, kendi ayaklarımın da yerden kesildiğini duydum:

    – Horrraaa!…

    Türk olduğumu bilen Bekir’in arkadaşları, onun şerefine beni de sallasırt etmişlerdi!

    Gece, Fortshaymlılar, şehrin en büyük lokantasında bir ziyafet çektiler…

    Yenildi… İçildi… Şarkılar söylendi… Genç kızlar, onun yoluna çiçekler attılar…

    Fabrika müdürleri onu alnından öptüler ve sokaklar onun ismile çınladı!

    İşte, Avrupa’da seyrettiğim ilk maçta bunu görmüştüm: on bir kişilik bir takımı mağlúbiyetten galibiyete çıkaran bir Türkün zaferini!

    Sait Celebi – 1 Kasım 1935 – Ayda Bir Dergisi


  • Küçük Şeytanlar

    Küçük Şeytanlar

    Fenerbahçe’nin 1952-1953 kadrosuna “Küçük Şeytanlar” denildiğini birçoğumuz biliyoruz ama kim kimdir, bilmeyenler için Milliyet gazetesinin derlemesi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    1952-1953 Şampiyonu

    Melih Ilgaz: 1928 yılında İstanbul’da Kadıköyü’nde dünyaya gelmiştir. Futbola Darüşşafaka Lisesi’nde başlamıştır. Bilahare Fener genç takımına giren Melih, liseyi bitirdikten sonra Vefalı Galip’in tavassutiyle Vefa’ya girmiş ve birinci takımda oynamaya başlamıştır. Melih vatani vazifesini müteakip eski kulübü Fenerbahçe’ye girmiş ve halen sarı-lacivert forma altında oynamaktadır. Üç defa milli olmuş. Yeni açtığı muayenehanesinde dişçilik yapmaktadır.

    Kamil Ekin: 1924 yılında İstanbul’da Bakırköy’de doğmuştur. Futbola burada başlamıştır. İlk kulübü semtin takımı olan Barutgücü’dür. Bilahare Kasımpaşa’ya girmiş. Bir sene bu takımda oynadıktan sonra askere gitmiş ve orada da Donanmagücü takımında yer almıştır. Askerden dönüşte Fenerbahçe’ye intisap etmiştir. Üç defa milli olan Kamil evlidir.

    Haluk Eralp: 1931 senesinde İstanbul’da Erenköy’de doğmuştur. Futbola Erenköyü’nde başlayan Haluk, 1946’da Fenerbahçe’ye girmiş ve genç takımdan yetişmiştir Bir ara Hilal’e giren Haluk geçen sene tekrar sarı – lacivertli yuvaya dönmüştür. Geçen sezondan beri de birinci takım kadrosunda bulunmaktadır. Galatasaraylı K Bülent’in ağabeysi olan Haluk bekar olup bir ticarethanede çalışmaktadır.

    Fehmi Özişler: 1952’de Emniyet takımından Fenerbahçe’ye intisap etmiştir. Amatör takımda çok güzel oyunlar çıkaran Fehmi, Beşiktaş’a karşı ilk defa profesyonel takımda yer almıştır. Bekardır.

    Orhan Çakmak: 1926’da Trabzon’da doğmuştur. Futbola sanat enstitüsü’nde başlamıştır. İlk kulübü Trabzon İdman Yurdu’dur. Bilâhare Zonguldak’a giderek Kömürspor’a girmiş ve ertesi sene de Ankaragücü’ne intisap etmiştir. 1951 yılı transferinde Fenerbahçe’ye girmiştir. Sezon başında sakatlanması yüzünden takımda devamlı surette oynayamamıştır. Bekardır.

    Nedim Günar: 1932 yılında Bandırma’da doğmuştur. Futbola doğduğu memlekette başlamış, 1946’da İstanbul’a gelmiş ve Fenerbahçe’nin genç takımına intisap etmiştir. Nedim bu kadroda yetişmiş ve bir müddet kaptanlığını da yaptıktan sonra birinci takıma terfi etmiştir- Eski solaçık Vefalı Kazım’ın kardeşi olan Nedim istikbalde bize çok şeyler vadetmektedir.

    Müzdat Yetkiner: 1922 yılında Kadıköyü’nün Acıbadem semtinde dünyaya gelen Müzdat, futbola Kuşdili’nde başlamış ve bilahare Fenerbahçe’nin genç takımında oynamıştır. Müzdat on seneden beri kaleci de dahil olmak üzere takımının her yerinde muvaffakiyetli oyunlar çıkarmış ve halen çıkarmaktadır. 1946 lig maçlarında santrfor oynayan Müzdat 38 gol atarak gol kralı olduğu gibi rekortmeni de olmuştur. 9 defa milli olan Müzdat evli olup bir çocuk babasıdır ve halen Tekel’de tütün eksperliği yapmaktadır.

    Selahattin Ünlü: 1929’da Adana’da dünyaya gelen Selâhattin futbola Adana’da başlamış ve henüz 16 yaşında iken Adana Demirspor takımında oynamıştır. 1949’da İzmir’e giderek bir müddet İzmir Demirsporu’nda oynamıştır. Bilahare vatani vazifesine giden Salâhattin futbola Ankaragücü’nde devam etmiş, bu arada Ordu karmasına seçilmiş ve ordular arası maçlara iştirak etmiştir. 1951 yılı transferinde Fenerbahce’ye intisap etmiştir. Atina’da Türk -Yunan mili maçında kalemizi müdafaa eden bu genç ve enerjik kalecimiz bekârdır.

    Fahir Ülgür: 1930 yılında İstanbul’da, Büyükada’da doğmuştur. Futbola Fenerbahçe genç takımında başlamıştır. Bir ara Hilal kulübüne geçmiş, oradan Tavşanlı’ya giderek Linyitspor takımında da üç mevsim oynamıştır. Fenerbahçe birinci takımında ilk maçını 1948’de Karagümrük’e karşı oynamıştır. Tahsilini Büyükada İlkokulu, Kadıköy orta ve İl Ticaret lisesinde yapmıştır. Bekârdır.

    Feridun Buğeker: 1933 yılında İstanbul’da doğmuştur. Futbola küçük bir yaşta başlamıştır. Hususi bir teşekkül olan Birlikspor’da parladıktan sonra Beyoğluspor’a girmiş ve burada iki sezon oynamıştır 1952 transferinde çok sevdiği Fenerbahce’ye girmiş ve derhal birinci takımda oynamağa başlamıştır. Deniz Sanat Okulu’ndan mezun olan Feridun halen Fabrika ve Havuzlarda makine modelcisidir. Bekârdır.

    Fikret Kırcan: 1920 yılında İstanbul’da doğmuştur. Futbola Feneryolu’nda başlamıştır. 1934’de Fenerbahçe’ye girerek, merhum Galib’in meşhur genç takımından yetişmiştir. 1939-40 sezonundan beri birinci takım kadrosunda muvaffakiyetli maçlar çıkarmaktadır. Bu arada. 5 defa da milli formayı giymek şerefine erişmiştir. Futbol sahalarında “Küçük” lakabıyla anılır. Fenerbahçe’nin kaptanlığını yapan Fikret bekâr olup, sigortacılık yapmaktadır.

    Lazslo Szekely: 1910 yılında Macaristan’ın Budapeşte şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Macar Ayan Meclisi azasıydı. Futbola çok genç bir yaşta başlamış, henüz 15 yaşında iken Navigarad şehrindeki “N. A. C.” takımının birinci kadrosunda yer almıştır. Bu takımda 4 sene oynadıktan sonra Macaristan’a dönmüş ve vatani vazifesini yapmıştır. 1941 de terhis olan Szekely. M T. K. (Hungaria)ya girmiş ve beş sene bu meşhur takımda oynamıştır. Bu arada Fenerbahçe’ye karşı da M.T.K. kadrosunda yer almıştır. 1946 yılında futbolu bırakmıştır. Antrenörlük hayatında; M.T.K. Viyana Hakova, İtalyan Verona ve İsrail milli takımlarını çalıştırmıştır. Macar milli takımında 6 defa yer alan Szekely, iki sene içinde genç bir kadroyu şampiyonluğa eriştirerek antrenörlükteki değerini de bir kere daha ispat etmiştir. Evli ve 2 çocuk babasıdır.

    Akgün Kaçmaz: 1933 yılında Ankara’da doğmuştur. İlk tahsilini Ankara’da yapan Akgün, futbola 1949 yılında üçüncü küme kulüplerinden Doğanspor’da başlamış, 1950’de Hacettepe’ye geçmiştir. Burada da bir mevsim oynadıktan sonra çok sevdiği Fenerbahçe’ye intisap etmiştir. Halen Ticaret Lisesi’nde talebedir.

    Mehmet Ali Has: 1925’te İstanbul’da Şişli’de doğmuştur. Futbola Beykoz çayırında başlamıştır. 1944’ta Beykoz kulübüne intisap eden M. Ali burada parladıktan sonra 1947’de Fenerbahçe’ye intisap etmiştir. Bugüne kadar 10 defa milli formayı giymek şerefine nail olan M. Ali bekâr olup vatani vazifesini yapmakta ve halen Ordu muhtelitine seçilmiş bulunmaktadır.

    Abdullah Matay: 1928 yılında Eskişehir’de doğmuştur. Tahsilini Eskişehir’de yapan Abdullah futbola 1942 yılında Eskişehir Tayyare Fabrikasında başlamıştır. Bu takımda parladıktan sonra Demirspor’a intisap etmiş ve bir müddet bu takımda oynamıştır. Bilahare Ankara’ya giderek 1947 yılı transfer ayında Ankaragücü’ne girmiştir. Dört mevsim Ankara’nın sarı – lâcivert renkleri altında oynadıktan sonra 1951’de çok sevdiği Fenerbahçe’ye girmiştir.

    Niko Knezeviç: 1931 yılında İstanbul’da, Bostancı’da doğmuştur. Aslen Yugoslavyalı bir ailenin çocuğudur. Futbola Bostancı’da başlamıştır. İlk kulübü Taksim’dir. 1949-50 sezonunda çok sevdiği Fenerbahçe’ye geçmiştir. Tahsilini Bostancı İlkokulu, Kadıköy Orta ve Haydarpaşa Liselerinde ikmal etmiştir. Bekârdır.

    Burhan Sargın: 1929’da Ankara’da doğmuştur. Futbola, pek küçük yaşta Ankara’da başlamıştır. 1946’da Hacettepe kulübüne giren Burhan, dört yıl müddetle bu takımda yer almış ve bu arada Ankara’nın gol kralı olmuştur. Nihayet 1951’de Fenerbahçe’ye intisap etmiştir. Bu arada iki defa ay-yıldızlı formayı giymiştir. Burhan bekârdır.

    Milliyet Gazetesi

  • Kaptandan Taraftara

    Kaptandan Taraftara

    1960 yılı sona ermek üzere iken gazetelerde “Kaptandan Taraftara” bir mektup yayınlanmış. Futbol takımı kaptanı Naci Erdem’in mektubu sezon sonunda gerçek olacak, Fenerbahçe şampiyonluğu kazanacaktı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Şampiyon Olacaktır

    Çok sevgili Fenerbahçeliler,

    Son mağlubiyetlerimiz dolayısıyla ne kadar üzüldüğünüzü biliyorum. Sizlere kendimizi nasıl affettireceğimizi de biliyorum. Üzülmeyin her şey, ama her şey düzelecek, Fenerbahçe yine sahalarda kasırgalar yaratacaktır.

    Ne idareciler, ne antrenör, ne şu, ne de bu kabahatlidir. Yalnız bir kabahatliyiz. Ferdi hatalarımız yüzünden yenildik. Fakat herhangi bir takıma değil, şöhreti bütün Türkiye’ye yayılmış diğer iki güzide ekibe yenildik. Zaman geldi biz de onları yendik.

    Bazen güldük, bazen da ağladık. Fakat hiçbir vakit ümidimiz kırılmadı. Şimdi de kırılmış değil. Çalışacak, daha çok çalışacak, sizleri memnun etmek için formamızda ıslanmamış yer bırakmayacağız.

    Fenerbahçe’de her şey tamdır. Eksik olan tek şey var: Moral…

    Onu da sizlerin teşvikleriniz, alkışlarınızla kazanacağımıza ve bünyemize toplayacağımıza inanıyorum. Ve inanıyorum ki, bunlar sayesinde kendimizi affettirebilecek ve bize tezahürat yapanları, bizi sevenleri memnun edeceğiz.

    Önümüzde koskoca bir ikinci devre var. Tam 19 maç daha yapacağız. Bizler için hayli zor olan ve her sahaya çıktığımızda «Acaba kazanabilecek miyiz?» diye düşündüğümüz İzmir deplasmanımız da yok. Diğer takımların puan durumları da meydanda.

    Daha kimler yenecek, kimler yenilecek bir bilseniz. Bizim birinci devrede bu puanları kaybetmiş olmamız memnuniyet vericidir Zira ikinci devrede aynı şekilde bir akıbete düşer, şampiyonluktan da, ikincilikten de olurduk

    Hem artık “zayıf takım, kuvvetli takım” diye bir şey kaldı mı ki? Her maç, her takım için zor ve çetindir. Biz, evet, iki acı mağlubiyet aldık. Fakat hiçbir zaman rakiplerimizle aramızdaki puan farkı 4 veya 5’e yükselmedi O zaman kim bilir neler yapılacak, neler söylenecekti Şimdi ortada hiçbir şey yok.

    Birincilik için iddia ediyorum ki:

    Artık her şeyi unutarak, yeni yıla eski acı buhranları temizlemiş, ak – pak olarak girmek istiyoruz. Sizlerin yardım ve teşvikleri bizi muzaffer kılacak ve: FENERBAHÇE ŞAMPİYON OLACAKTIR.

    1961 yılının Fenerbahçe’ye ve diğer bütün takımlara hayırlı ve uğurlu olmasını temenni eder, neşeli bir yılbaşı dilerim.

    Naci Erdem – Fenerbahçe Takım Kaptanı – 31 Aralık 1960

  • Cumhuriyet Bayramında Şampiyonluk

    Cumhuriyet Bayramında Şampiyonluk

    Cumhuriyetin 10. kuruluş yıl dönümünde, 29 Ekim 1933 tarihinde, Ankara’da Fenerbahçe ile İzmirspor arasında oynanacak müsabaka, 1933 yılının Türkiye Şampiyonu’nu belirleyecekti. Cumhuriyet bayramında şampiyonluk hesaplarıyla karşı karşıya gelen iki takım, maçın yarıda kalması yüzünden ikinci maçı 10 Kasım’da oynadılar ve Fenerbahçe şampiyon oldu. Tarih sabit fakat 10 Kasım’da herhangi bir şey kutlamak hiçbirimizin içinden gelmiyor. O yüzden bu anlamlı günde, Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yıl dönümünde ilk Türkiye Şampiyonluğumuzu da kutlayalım istedik. İşte gazetelerden 1933 Türkiye Şampiyonluğu finali…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türkiye Birincilikleri Final Maçı Neticesiz Kaldı

    Fenerbahçe ile İzmirspor Arasındaki Maç Yarıda Kaldı

    Gelecek Hafta İzmir’de Yeniden Yapılacak

    Ankara 29 (A.A.) – Bugün Türkiye şampiyonasının final maçına saat 15’te Fenerbahçe ve İzmirspor takımları arasında başlanmıştır. Her iki takım maruf teşekküllerini muhafaza ediyorlardı. Hakem futbol federasyonu azasından Kemal Halim Bey’di.

    Birinci haftaymda Fenerbahçe çok bozuk bir oyun gösterdi, hatlar ağır işliyor, muntazam pas namına bir şeyler görünmüyordu. Üst üste yaptığı dört maçın tesiriyle Fener’in o muntazam mekanizması bozulmuş, yerine adeta iptidai denebilecek bir oyun kaim olmuştu.

    Buna mukabil İzmir takımı daha canlı bir oyun gösteriyordu. Hele yirmi yedinci dakikada Fener muavinlerinden birinin kendi kalesine gol yapması İzmirspor’da sahhar bir tesir husule getirdi. Devenin son on sekizinci dakikasını İzmir şampiyonu fevkalade addedilebilecek güzel bir oyunla geçirdi. Bu kadar mesainin ve yüksek oyunun sayı vermemesi Fener müdafaasının lehine olduğu nispette İzmir akıncılarının da aleyhine kaydedilecek bir hadisedir.

    İkinci devre başladığı vakit Fenerbahçe’nin bu betaetten silkinerek başka bir oyun göstereceğini tahmin edenler çoktu. Filhakika Fener yavaş yavaş açılmaya başladı. İzmir aynı oyuna devam etmekle beraber şimdi Fener’in hatlarında bir ahenk ve bir azim görülüyordu. Muhacim hattı taarruza başlamıştır. Akınlar, daha pek müessir bir şekil almış olmakla beraber, birbirini takip ediyor ve İzmir kalesi önünde tehlikeli vaziyetler ihdas ediyordu.

    Bu sırada bir hadise oldu. Devrenin tam onuncu dakikasında hakem Kemal Halim Bey bir düdükle oyunu tevkif ederek yere düştü. Etraftan koşanlar kendisinin bir ıstırap içinde kıvranmakta olduğun ve ayağının şişmiş bulunduğunu gördüler. Oyunu idare edemeyeceği anlaşılınca yeni bir hakem için yapıla teşebbüsat maçı 20 dakikalık bir teahhura uğrattı. Nihayet kura neticesinde maçın Kemal Rıfat Bey tarafından idaresi takarrür etti ve oyuna tekrar başlanıldı.

    Vakit çok geçmiş, hava oldukça kararmaya başlamıştı. Fener gene hücumlarına devam ediyordu. Henüz dokuz dakika olmuştu ki bir Fener akını esnasında topa el ile dokunulması hakemin bir ceza vuruşu hükmetmesiyle neticelendi. İzmir takımı buna itiraz etti. Oyuncular arasında başlayan münakaşa üzerine hakem, ahali sahayı işgal ederek oyunun devamı imkanını büsbütün selbetmiş ve bu sırada karanlık da tamamen basmış olduğundan sert bir düdükle oyunun hitamını herkese tefhim etti. Tarafeyn bir netice istihsal etmeden sahayı terk ettiler.

    İzmirspor’u bugünkü çok muvaffakıyetli oyunundan dolayı tebrik etmek iktiza eder. Takım, gösterdiği enerji ve kabiliyetle, profesyonel bir Macar takımını andırmakta idi. Oyuncuların yer tutmaları, pas vermeleri, top kesmeleri ve süratli paslarla ilerlemeleri cidden nefis bir manzara teşkil ediyordu.

    Fenerbahçe takımı ise dört beş senedir oynadığı oyunların hiçbiri ile kabili kıyas olamayacak derecede fena oynamıştır. Bunda yorgunluğun bir hissesi olmakla beraber hakemin idare tarzından mütevellit bir sinirliliğin tesiri vardır. Bu oyun, normal şerait dahilinde cereyan etse, ikinci haftaymda biraz düzelmesi beklenilebilirdi. Takımın hatlarında yavaş yavaş bir intizam ve tesanüt görünmeye de başlamıştı, fakat mütemadi inkıtalar ve bilahare son hadise buna meydan bırakmadı.

    Maçtan sonra iki taraf beraber yemek yiyerek vaziyeti tetkik ettiler. Oyunun muntazam şerait altında tekrarı hususunda mutabık kalarak Avrupa’dan celbedilecek bir hakemin idaresi altında İzmir veya İstanbul’da oynanmasını kabul ettiler. Çekilen kura İzmir’e isabet ettiğinden Türkiye futbol şampiyonasının final maçının Fenerbahçe ve İzmirspor takımları arasında 10 Teşrinisani 1933 Cuma günü İzmir’de oynanması takarrür etmiştir. Keyfiyet federasyonca da tasvip edilmiştir.

    31 Ekim 1933 – Cumhuriyet

    Federasyonun Tebliği

    Türkiye Futbol Federasyonu zirdeki tebliğin neşrine Anadolu Ajansını memur etmiştir.

    Türkiye Futbol Federasyonu’ndan:

    Bugün 29 Teşrinievvel 933 Cumhuriyet Bayramı günü saat 15’de başlayan Fenerbahçe-İzmirspor müsabakası ilk haftaymda onuncu dakikasında maç hakemi olan Kemal Halim Bey’in maçı idare edemeyecek derecede bacağından krampa uğradığını bildirmesi ve idareye devam edememesi üzerine iki tarafın namzetleri arasında çekilen kura neticesinde Kemal Rıfat Bey maçı idareye başlamış ve dokuz dakika devamdan sonra İzmirspor aleyhine bir penaltıya hükmetmiş ise de halkın sahayı işgal etmesi ve vaktin gecikmiş olması dolayısıyla maçın devamına imkan hasıl olmadığını hakem bildirmiştir.

    Karar:

    İttifak ikinci reisi Beyazıt mebusu Halit Beyefendi ile federasyonumuz tarafından ittihaz edilip gerek İzmirspor ve gerek Fenerbahçe salahiyettar mümesillerinin inzimamı muvafakitiyle tespit edilen karar şekli şudur:

    1. Türkiye Futbol Birinciliği final müsabakası 10 Teşrinisani 1933 Cuma günü İzmir Alsancak sahasında icra olunacağı kura ile tespit edilmiştir.
    2. Final maçı hakemi beynelmilel federasyon hakem listesinde kayıtlı bulunan ecnebi federasyon hakemlerinden biri olacaktır.

    31 Ekim 1933 – Cumhuriyet

  • HMS Inflexible

    HMS Inflexible

    Çanakkale Savaşı’nda Türk savunmasını yarmak için gönderilen en meşhur gemilerden biri olan HMS Inflexible gemisinin, harekattan birkaç ay önce, içinde Fenerbahçe’nin de bulunduğu İstanbul takımları karmasıyla maç yaptığını biliyor muydunuz? Netice İngilizler için bittabi yine aynı… Mağlubiyet…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dünkü Müsabakalar

    İngilizler Mağlup

    Dün Kadıköy İttihat Spor Kulübü’nde şampiyon Fenerbahçe ve Altınordu, İngiliz ve Ramblers kulüplerinin muhtelif takımlarından mürekkeb muhtelit bir takım ile şehrimizde bulunan “Inflexible” zırhlısı futbol takımı arasında bir müsabaka icra olunmuştur. Müsabakaya zevali saat beş buçukta ibtidar edilmiş, birinci kısım muhtelit timin bir sayısı ile neticelenmiştir. İkinci kısımda iki taraf da sayı yapamamış ve neticede sıfıra karşı bir sayı ile muhtelit tim galip gelmiştir

    1 Temmuz 1914 – İkdam Gazetesi


    HMS Inflexible
    1 Temmuz 1914 – İkdam Gazetesi