Kategori: Kitaplarda Fenerbahçe

  • En Büyük Türk Sporcusu Fenerbahçeli Galip

    Yine mi Galip, demeyin lütfen. Onu okudukça hak vereceksiniz. Ragıp Ziya Mağden, 1961 yılında yayınladığı “Fenerbahçe Batamaz” isimli kitabının sonunda Fenerbahçe’den portreler verir. Bunlardan ilki Fenerbahçe’nin kurucusu, futbolcusu, kaptanı ve başkanı, yani her şeyi olan Galip Kulaksızoğlu’na dair. Keyifle okumanız dileğiyle…

    * * * * * *

    Bana, “En büyük Türk sporcusu kimdir?” diye sorulsa tereddütsüz “Galip Beydir” cevabını verebilirim. Hakikaten onu yakinen tanıyıp da bu hükme varmayacak kimse pek bulunamaz.

    Uzun boylu, sağlam yapılı, kemikli, zayıfça yüzlü, enerji ve irade sahibi, çok iyi ve temiz kalpli, şövalye ruhlu bir insan olan Kulaksızzade  Galip Bey merhumu, bizler, bundan 30-40 sene evvel tanımış ve tartmıştık.

    Arı gibi çalışkan, dikkatli, yüksek seciyeli, kulübün menfaatleri bahis mevzuu olduğu zaman da onun uğruna dünyayı kırıp geçirmekte tereddüt etmeyen; vefakâr, doğru sözlü ve özlü; hepimize kanat germiş; âdil, ölçüsüz derecede büyük ruhlu bir Türk sporcusu idi O…

    Ve yine o zamanların “1” numaralı futbolcusu, hokeycisi, denizcisi, yelkencisi, kotracısı, kürekçisi de yine Galip Bey’di. İstanbul ve Fenerbahçe’nin o zamanki takımlarında daima yer alır; birinci sınıf oyunlar çıkarır; büyük takdirler toplardı. Zeki ve Alâ dahi onun kanadı altında yetişmişlerdi.

    O; Fenerbahçe Spor Kulübü’nün kurucu ve koruyucularından idi. Temeli, direği, bel kemiği, umumi kaptanı, idarecisi, sporcusu, mutemedi, menajeri, her şeyi, her şeyi; sanki ruhu mesabesinde idi.

    Fenerbahçe topluluğundan yetişip de O’na imrenmeyen; onu takdir etmeyen; hatırasına karşı bağlılık göstermeyen bir tek kişi mevcut değildir.

    Hem düşünmeli ki Fenerbahçe Spor Kulübü, Sabri Toprak, Şükrü Saracoğlu, Vasıf Çınar, Hamit Hüsnü Kayacan, Ali Naci Karacan, Tevfik Taşçı, Mustafa Elkâtip, Sait Çelebi, Sait Selahattin Cihanoğlu, Hayri Celal Atamer, Hasan Kamil ve Zeki Rıza Sporel, Ali Muhiddin Hacı Bekir, Rüştü Dağlaroğlu, Kemal Onan (bizim Con Kemal), Fikret Kırcan vs. gibi müstesna kabiliyet ve liyakatte idareciler görmüş bir teşekküldür.

    Bunların arasında bu derece temayüz etmek, bu derecede kalp kazanmak; saygı ve sevgi toplamak her cemiyet adamının kârı olmasa gerek… Onun için, bu kadarını kısaca belirtmek yerinde olacaktır ki : Merhum Galip Kulaksızoğlu derecesinde bir kulübe fikren, hissen, ruhen, bedenen ve cismen bağlanmış insanların sayısı hakikaten çok azdır.

    Sosyal ve sportif sahalarda daima temayüz eden; yaşlı-genç herkesin derdi ile bizzat meşgul olan; herkese karşı mutlak bir ahlak, adalet ve dürüstlük içinde muamele eden; herkesin yardımına koşmaktan zevk duyan, böyle yaman bir spor büyüğünün her kulübe nasip olmasını candan dilemeliyiz.

    Zaten o; Ali Sami Yen, Beşiktaşlı Şeref merhum, Vefalı Saim ve Altınordulu Mahmut ağabeyler, Sait Çelebiler, Hamdi Emin Çaplar, Fethi Tahsinler, Yusuf Ziyalar ekolüne mensup bir insan-ı kâmildi. Hiçbir hasis menfaat O’na yaklaşamaz; onu sarsamaz; hak yolundan O’nu ayıramazdı. Son nefesine kadar Türk cemiyetine, Türk sporuna hizmet etmiş; büyük bir ahlak, fazilet ve feragat örneği halinde çalışmış olduğu içindir ki bugün bütün sporcular (yaşlı, genç, eski ve yeni) O’nu büyük takdir ve muhabbetle anmakta ve hatırasını taziz eylemektedir.

    Fenerbahçe Spor Kulübü; 50. yıl dönümü merasimine, Galip Kulaksızoğlu’nun makberesini ziyaretle başladı. Çok yerinde bir iş yapmış oldu. Ancak bu işin Büyük Galip’in hatırasına lâyık bir şekilde yapıldığı iddia edilemez. Şunun için iddia edilemez ki Galip Kulaksızoğlu’nun mezarını ziyaret faslı oldukça sönük geçmiş; kulüp namına özlü ve manalı bir konuşma dahi yapılamamış; ve Galip’i tanımayan kimselere de, O’ndan bahsetmek vazifesi verildiği için tören hayli tatsız geçmiştir. Bundan maada, 50. yıl töreninde Galip ağabeye ait hatıraların ve yazıların neşri bahislerine gereken önem de verilmemiş; Fenerbahçe’nin vaktiyle her şeyi olan, bir numaralı azası, en büyük Türk sporcusu Galip’in hatırası katiyen O’na lâyık bir şekilde anılamamış; Nasuhi Baydar, Tevfik Taşçı, Sait Selahattin, Hayri Celal Atamer, Kemal Onan vs. gibi O’nun en yakın mesai arkadaşlarından veya üstat kalem sahiplerinden istifade cihetine gidilmemiştir.

    Bizim halisâne temennimiz odur ki; bundan 50 veya 150 sene sonra Fenerbahçe Spor Kulübü’nün idaresini ele alacak olan kimseler bir daha böyle hatalara düşmesinler. Ve Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 50. yıl dönümündeki falsoları ve ihmâlkar hareketleri göz önünde tutarak; Fenerbahçe’ye emek vermiş; Fenerbahçe için canla başla çalışmış büyükleri anmak hususunda daha ihtiyatlı ve dikkatli hareket ederek, bizler gibi, hacîl ve mahcup bir mevkiye düşmekten yakalarını kurtarabilsinler. Galip Kulaksızoğlu ayarındaki büyüklerini, O’nun hatırasına hakikaten lâyık olacak şekilde ansınlar…

    Büyük ve vefakâr Türk sporcusu, Fenerbahçe’nin çok değerli ve mümtaz evlâdı Galip Kulaksızoğlu’nun hatırasına, eksilmeyip daima artan bağlılıklarımızın ifadesi içinde, binlerce selam, ihtiram ve imtinan…

    Ragıp Ziya Mağden – 1961

  • Fenerbahçe’nin Kuruluşuna Dair Başka Bir Bakış

    Sedat Taylan’ın 1944 tarihli “Fenerbahçe’den Hatıralar” kitabında kuruluşa dair başka bir bakış açısı ve ismini duyduğumuz ancak karakter detaylarını bilmediğimiz isimlere dair kıymetli hatıralar var. İyi okumalar…

    * * * * *

    Fenerbahçe’nin nasıl kurulduğu ve aşağı yukarı otuz yedi senelik şerefli mazisi spor mecmualarında birkaç defa intişar etti. Böyle olmakla beraber, bugün bütün yurtta geniş mikyasta bir sevgi toplamış olan Fenerbahçe’nin hatıralarından bir kısmını yazarken kuruluşu üzerinde de biraz durmayı ve kısa bir tarihçesini yapmayı münasip gördüm.

    Fenerbahçe Kulübü 1906 senesi ilkbaharında, birkaç sporsever gencin himmetiyle gayri resmi olarak kurulmuştur. Bu gençler Natta şirketi İstanbul acentesi Ziya, Saint Joseph Türkçe hocası merhum Enver, gemi inşaatçısı Asaf ve deniz subaylarından Necip Beylerdi. Bu gençlere bilahare eski Ziraat Vekili merhum Sabri Bey, o devrin en parlak futbolcusu Hasan merhum, Dalaklı namıyla maruf merhum Hüseyin, Avukat Sabri, Nasuhi ve Şefkati Beyler de iltihak etmişlerdir.

    O zaman cemiyet teşkili yasak olduğundan kendi aralarında anlaşan bu gençler, gayri resmi kulüplerinin, adını, idmanlarının ekserisini yaptıkları semtin adına izafeten “Fenerbahçe” koymuşlar ve formalarının renklerini de Fenerbahçe’de mebzul bulunan papatyadan ilham alarak sarı-beyaz olarak kabul etmişlerdir.

    Bu gayri resmi teşekkül, Kadıköy’ün gençlik muhitinde geniş bir alaka uyandırmış ve kısa bir zamanda kulübün aza miktarı fazlalaşmıştır. Bu vaziyet karşısında kulüpte bir idare heyetine lüzum görülmüş ve ilk idare heyeti : Reis Ziya, umumi kaptan merhum Hasan, umumi katip Ayetullah merhum, muhasebeci Hakkı Saffet ve veznedar da Necip olarak teşekkül etmiştir.

    Futbol idmanları için, muayyen bir yer olmadığından antrenmanlar, Kuşdili, Kurbağalıdere, Kördere, Baklatarlası ve Gazhane çayırlarında yapılmaya başlanmış ve her antrenmana seyyar kaleler de beraber götürülmüştür. Bilahare, Fenerbahçelilerin bugünkü güzel stadının bulunduğu saha o zaman “Papazın Çayırı” namıyla maruftu. Hazine-i Hassa’dan bir müddet için kiralanmıştır. Bu suretle Fenerbahçeliler, daha o zaman ilk defa memlekete bir saha kazandırmış olmakla iftihar edebilirler.

    İki sene sonra yani 1908’de yeni cemiyetler kanunu mucibince Fenerbahçe Kulübü de resmen tescil edilmiştir. Fakat bu sırada Fenerbahçe’nin iki maruf futbolcusu Hasan ve Hüseyin Fenerbahçe Kulübü’nden ayrıldıklarından, Fenerliler o sene girdikleri ligde altı kulüp arasında sonuncu olmuşlardır. Bu neticeden müteessir olan bazı azalar daha kulüpten ayrılmışlarsa da Fenerbahçe kısa bir zaman sonra Hasan Kamil, Kemal, Sait Selahattin, Galip merhum, Otomobil Nuri merhum, Tevfik ve Mustafa gibi elemanlar kazanmış ve forması da bugünkü Sarı-Lacivert rengi almıştır. Aynı zamanda yanan binanın yanındaki köprünün öte tarafında bulunan azadan mühendis Kemal’in bahçesindeki boş bir oda da Fenerbahçe’nin ilk lokali olmuş ve Fenerlilerin her biri evlerinden bir parça eşya getirerek burayı döşemişlerdir. (1909)

    Sarı lacivertliler dahili bir hayli değişmeler yapmakla beraber lig maçlarındaki sonuncu vaziyeti henüz değiştirememişlerdi. Bu sıralarda o zaman ön safta bulunan Rum ve İngiliz takımlarını yenen Galatasaray ecnebilere karşı kuvvetli bir teşekkül olduğunu kabul ettirmeye başlamıştı. Fakat 1911-1912 yılında bir ihtilaf neticesi Galatasaraylılar lig maçlarından çekilince, meydan yine İngiliz ve Rum takımlarına kalmıştı. Fakat netice bütün tahminlere aykırı bir şekilde tecelli etti. Fenerbahçeliler, büyük bir azim ve imanla oynayarak o sene lig şampiyonluğunu kazanmaya muvaffak oldular ve bunun bir tesadüf eseri olmadığını müteakip senelerde de aynı mevkiyi muhafaza suretiyle ispat ettiler.

    Fenerbahçeliler, 1912 senesinde aza miktarının artması dolayısıyla, daha geniş bir lokale ihtiyaç hissederek, Altıyol ağzının Kuşdili Çayırı’na giden cadde ile ona muvazi sokağın birleştiği noktada kiraladıkları yeni binaya taşındılar. Bu sıralarda Doktor Hamit Hüsnü de Galatasaray’dan ayrılarak Fenerbahçe’ye intisap etmiş ve onun tavassutu ile kulübün başına Nafia Nazırı Hulusi Bey gelmişti.

    Bir müddet sonra bu binanın da kâfi gelmediği görülmüş ve nihayet 1913 senesi sonlarına doğru Kuşdili Çayırı’ndaki yanan kulüp binası kiralanarak oraya taşınılmıştır.

    O zamanki yemyeşil Kuşdili Çayırı’nda bir papatya gibi görünen bu şirin binaya yerleştikten sonra Fenerbahçeliler çalışmalarına daha hız vererek muvaffakiyetten muvaffakiyete koşmuşlardır. Birinci cihan harbini müteakip işgal senelerinde İstanbul’da bulunan İngiliz ve Fransız takımlarına karşı bir seri halinde üst üste galibiyetler kazanan Fenerbahçe’yi efkar-ı umumiye tam manasıyla tutmuş ve sevgi, seneler geçtikte daha kökleşmiştir.

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar

  • Türk Futbolunun İlk Teorisyenlerinden Biri : Hüseyin Sami Coşar

    Fenerbahçe’nin 1920’li yıllarda forma giyen futbolcularından Ragıp Ziya Mağden’in, 1961 yılında yayınladığı “Fenerbahçe Batamaz” isimli kitabını aktarmaya devam ediyoruz. Sırada Hüseyin Sami Coşar var… Fenerbahçe tarihinin en kıymetli kupalarından olan Harington Kupası maçının devre arasında soyunma odasına girerek oyunculara moral veren 5 kişiden biri… Nur içinde yatsın.

    * * * * * *

    Türkiyemizde ilk teknik futbol hocası ve adamı, hiç şüphesiz, eski bankacılarımızdan ve mebuslarımızdan Hüseyin Sami Coşar’dır.

    Çok zeki, enerjik, metin ve cesur bir insan olan Hüseyin Sami Coşar’ın, Fenerbahçe’ye hizmeti çok ve büyük olmuştur. Eskiden, Fenerbahçe ve Galatasaray gibi büyük kulüplerin 5-6 futbol takımı, hokeycileri, tenisçileri, denizcileri, avcıları, haltercileri, jimnastikçileri, beyzbolcuları, kürekçileri, kotracıları vs. bulunur ve bunlar her sahada çalışıp dururlardı.

    Bizler, Kadıköyünde, İngilizlerden gördüğümüz top oyununu çok sevmiş olmaklığımıza rağmen, işin esasını ve nazariyesini bilmiyorduk. Topa nasıl vurulacağından, topun nasıl tutulacağından haberimiz yoktu, doğrusu… Topa uzun vuranlara, alabildiğine havaya dikenlere bayılır, dururduk. Bu yüzden Balıkçı Tevfik, Fitil Nuri, Badi Şükrü, Adnan İbrahim ve Kadim vs. gibi defans oyuncularını pek tutar ve takdirle seyrederdik.

    Biz, bu tertip, ampirik çalışmalarımıza devam edip giderken, başımıza Hüseyin Sami Coşar ağabeyimizin geçtiğini ve bizlere ders vermeye başladığını gördük. Ve hayretler içerisinde kaldık. Nasıl hayrete kapılmayalımdı ki, Hüseyin Sami Coşar ağabeyimiz bizlere, Union Clup sahasında, hem nazari, hem de tatbiki şekilde ders veriyor; söylediklerini, taktik dersleri ile tamamlıyordu. Hem de bizleri evine davet ederek çaylar, pastalar ikram ediyor ve zengin koleksiyonundaki musiki plaklarını, opera aryalarını bizlere dinlettirmek suretiyle işin sosyal taraflarını da değerlendiriyor; günlerimizin neşeli ve ahenkli geçmesini sağlamak lütfunda da bulunuyordu… Büyük, büyük! İşte onlardı, aziz dostlarım, işte onlardı.

    Bu metodik, sistemli ve teknik çalışmalar fevkalade tesirini göstermekte gecikmemiş ve Fenerbahçe takımları herkese duman attırmaya başlamışlardı.

    O kadar ki, o zamanları, Sami Coşar’ın başkanlığı altında İzmir’e giden Fenerbahçe 3. takımı (dikkat buyurun 3. takımı diyorum) İzmir’in “Altay, Altınordu, Karşıyaka vs. gibi) beş takımına tamam 29 adet gol atıp hiç gol yemeden İstanbul’a dönerek herkeslere parmak ısırttırmıştı. Sonradan, Sedat Taylan’ın da kaptanı bulunduğu o takımdan kimler ve kimler çıkmamış; ve Türk futbolu neler ve neler kazanmamıştır…

    İşte, bu zehir gibi delikanlıların ve müthiş futbolcuların yetişmesinde, Hüseyin Sami Coşar ağabeyimizin gayet meşkûr ve verimli ve bilgili çalışmaları geçmiştir. Ve bu başarılar, Fenerbahçe’nin sahifelerine altın harflerle geçirilmişlerdir.

    Ben, şimdi bu fırsat ve güzel vesileden istifade ederek bu kitaba, Hüseyin Sami Coşar gibi bir spor büyüğünün adını geçirmiş olmanın sevinç ve neşesini duymakta ve kendilerine candan, yürekten  sıhhat ve saadetler dilemekteyim. Cemiyetler, görüldüğü gibi, hiçbir hizmet ve başarıyı asla unutmazlar. Ve bu cemiyete iyi hizmette bulunanların ise, günün birinde, saygı ve sevgi ile anılacakları muhakkaktır. Belki de unutulduğunu sanan sayın Hüseyin Sami Coşar da, işte, cemiyetin bu bahtiyar fertleri arasında muhterem bir yer işgal ettiğinden asla şüpheye düşmemelidir.

    Ragıp Ziya Mağden – 1961

  • Ölümsüz Fenerbahçeli Galip

    Ayetullah Bey, Galip Bey ve Elkatipzade Mustafa Bey… Fenerbahçe’nin her şeyi borçlu olduğu bu üç ismi birbirinden ayrı düşünmek mümkün değil. Onlar hakkında her gördüğümüzü buraya taşıyacağız. Bu defa Sedat Taylan’ın kaleminden Fenerbahçe’nin büyük kaptanı… 1944 tarihli “Fenerbahçe Hatıraları” kitabından.

    * * * * * *

    Galip’i umumi harbin son senelerinde tanıdım. O zaman bir ilk mektep talebesi idim. Bizden daha büyüklerden mektepte Fenerbahçe birinci takımında Galip adında çok kuvvetli bir futbolcu olduğunu, fakat askerlik vazifesi dolayısıyla cephede bulunduğunu sık sık duyuyordum. Bu ismi o kadar çok dinlemiştim ki bende Galip’i görmek ve oyununu seyretmek için büyük bir merak uyanmıştı.O zaman kulüp Kuşdili Çayırı’ndaki yanan binada idi. Futbolcular haftada bir iki defa kulübün önünde antrenman yaparlardı. Benim de evim kulübün karşısında olduğu için bu antrenmanların  seyrini hiç kaçırmazdım. Bu antrenmanlarda ne zaman tanımadığım bir sima görsem hemen bunun Galip olup olmadığını sorardım. Bir gün top oynayan uzunca boylu, uzun yüzlü, başı traşlı bir genç gördüm. Yine merakla sorduğum zaman bana bunun “Galip” olduğunu söylediler. İdmanın sonuna kadar gözlerimi bu futbolcudan ayırmadım. Benden büyüklerin uzun uzun anlattıkları Galip’i ve oyununu nihayet ben de görmüştüm.

    Bundan sonra Galip’i senelerce futbolcu, tenisçi ve kürekçi olarak gördüm. Galip, boş zamanlarını da kulübün imarı işine hasrederdi. Yanan kulübün güzel bahçesini hatırlayan Fenerbahçeliler, bu bahçede de Galip’in ne büyük emeği olduğunu bilirler.

    Seneler geçti, biz de büyüdük ve Fenerbahçeli olduk. Kulübe kaydedilme muamelemizi o zaman kulübün idare heyetinde bulunan Sait Çelebi yapmıştı. Birkaç arkadaş kayıt işi bittikten sonra kulüpten çıkarken Galip’le karşılaştık. Sait Çelebi, bizi Galip’e tanıtarak:

    – İşte, kulübün en yeni ve genç azaları, demişti.

    Galip, bir ağabey sevgisiyle hepimizin elini sıkmış ve bizi tebrik etmişti.

    Bundan sonra Galip’i daha yakından tanıdık ve daha sık temaslar etmeye başladık. O, gayet az söyler, geç kızar, fakat kızdığı zaman da gayetle ağır konuşurdu. Galip’in kulüpte bulunmadığı sıralarda bir hayli yaramazlık yapan biz, kulübün en genç azaları, o geldiği zaman hepimiz bir köşeye sinerdik. Galip nazik bir adamdı, hepimizi severdi. Fakat hiçbirimize yüz vermezdi. Galip’in bilhassa sinirlendiği şeylerden biri de teczipkar olmaktı. O, her gün kulübü biraz daha güzelleştirmeye çalışırken, başkalarının çok ufak dahi olsa sebep olduğu herhangi bir zarara müthiş kızardı.

    Ne zaman yanan kulübün önünden geçsem, gayri ihtiyari harap tahta perdeden içeri bakar ve Galip’i bahçenin bir köşesinde elinde çapa vahşi otları temizlerken göreceğimi zannederim. Fakat bu vahşi otlar Galip’in yokluğunu sanki biliyorlarmış gibi harap bahçede şimdi o kadar büyümüşler ki…

    1939 senesi son teşrininde hayata ebediyen gözlerini kapayan Galip’in 1944 senesi ve son kanunda yapılan senelik kongreyi müteakip kulüp azaları Karacaahmet’teki mezarını toplu bir halde ziyaret ettiler. İlk defa olarak yapılan bu ziyaret günü, artık Fenerbahçe tarihinde ebedileşmiştir. Çünkü her sene aynı günde Galip için bir ihtifal yapılacaktır.

    Hayatta iken her şeyin intizam dahilinde olmasını isteyen Galip, ancak dört sene sonra, bugünkü idare heyetinin gayretiyle muntazam bir mezara kavuştu.

    Mezarın baş tarafında şu ibare yazılı:

    “Burada Fenerbahçe’nin Galip Kulaksızoğlu yatıyor. 1889-1939”

    Mezarın üstünde ve Sarı Lacivert forsun altındaki ibare daha canlı:

    “Ulu Tanrı, hayatı Türk sporcusuna örnek olan Galip Kulaksızoğlu’nun ruhunu taziz et”

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar

  • Fenerbahçe – Galatasaray Dostluğu mu?

    Şehir Üniversitesi Taha Toros Arşivi’nden İhsan Kıraathanesi

    Sedat Taylan, “Fenerbahçe’den Hatıralar” kitabında Fenerbahçe-Galatasaray dostluğundan bahsediyor. Artık dostluktan ne anladığınıza bağlı…

    * * * * * *

    Eskiden İstanbul vilayetinin karşısında “İhsan Kıraathanesi” adıyla maruf bir kahve vardı. Bugün bir doğramacının işgal ettiği bu salon 15 sene evvel başta Fenerbahçe ve Galatasaraylılar olmak üzere geniş bir sporcu zümresinin toplanma yeriydi. Her gün öğle paydosunda bu kıraathanede bir çok futbolcuları ve kulüp idarecilerini görmek imkan dahilinde idi.

    Buranın müdavimleri o zamanın en tanınmış sporcuları ve idarecileriydi. Mesela Galatasaraylı Yusuf Ziya, Sadun Galip, merhum Sedat Rıza, Arslan Nihat, Müslih Hoca, Leblebi Mehmet, Bek Ali, M. Nazif, Ulvi, Ömer Besim, Kemal Rıfat; Fenerbahçeli Zeki Rıza, Doktor İsmet, Kadri, Bedri, Alaaddin, Sabih, Hamit, Nedim, bugün Fen fakültesinin dekanı bulunan Fenerbahçe’nin sol hafı Fahir, ilk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü, eski Spor Alemi sahibi ve bugün Ankara radyosunda kendisini bize zevkle dinlettiren Sait Çelebi bu kahvenin en sadık müşterilerini teşkil ederlerdi. Bu saydıklarımdan başka daha bir çok sporcular ve bilhassa bu iki kulübün taraftarları günün öğle saatlerini daima burada geçirirlerdi.

    Fakat Fenerbahçe ve Galatasaraylılar o zamanki şiddetli rekabet taassubu dolayısıyla yek diğerleriyle hemen hiç konuşmazlardı. Salonun bir köşesini Galatasaraylılar, diğer köşesini de Fenerbahçeliler işgal ederlerdi. Spor sahasında başlayan bu rekabet iki kulüp taraftarlarını normal hayat sahasında bile hissedilir derecede birbirinden ayırmıştı. Hatta milli ve temsili maçlar için yapılan seyahatlerde bile vapurda, trende, otelde ve toplu gezmelerde her iki takım oyuncuları da bu ayrılığı muhafaza etmeye çalışırlardı.

    Bugün böyle tabii bir toplantı yeri bulunmadığı muhakkak. Halbuki o zaman bu kıraathanede geçen her günün iki saati insana ne kadar kısa gelirdi. Bilhassa Fenerbahçe-Galatasaray maçları arifelerinde ve maçlardan sonra bu salon ne heyecanlı münakaşalara sahne olurdu. Maçın ertesi günü galip takımın bir kısmı ve taraftarları tam vaktinde kahveye gelirler ve bol bir neşe içinde rakip takımın futbolcularını ve taraftarlarını beklerlerdi. Tabii o gün yenilen takımdan ve taraftarlarından kahveye gelen pek az olurdu. Gelenler de galiplerin kat’iyen ağır olmayan şakalarına sabırla tahammül ederlerdi.

    Eğer maçı Fenerbahçe kazanmışsa, muhakkak ki İhsan Kıraathanesi’nde mebzul kahkahalara ve Galatasaraylılara tatlı tatlı takılarak en fazla konuşan Sait Çelebi olurdu. Fakat Fenerbahçe maçı kaybetmişse, İhsan Kıraathanesi bu sadık müdaviminden birkaç gün mahrum kalırdı.

    Yine bir öğle üzeri İhsan Kıraathanesi’nde oturuyorduk. Yanımda bir gazeteci arkadaş vardı. Hemen bitişik masada da o zaman İstanbul vilayetinde mühim bir vazifesi olan bir zat oturuyordu. O zamanki meşhur futbolcuların isimlerini bilen fakat kendilerini tanımayan bu zat, gazeteci arkadaşa hangisinin Zeki, hangisinin Nihat, hangisinin Alaaddin olduğunu soruyor, arkadaş da teker teker hepsini gösteriyor ve izahat veriyordu.

    Arada geniş bir rekabet de olsa, böyle bir rekabetin iki grup halinde oturmalarına kâfi bir sebep teşkil edemeyeceğini ileri süren bu zatla, spor işlerinde bilgisine inandığım gazeteci arkadaş arasında aşağı yukarı şöyle bir muhavere olmuştu :

    – Peki, bunlar millî veya temsili müsabakalarda nasıl beraber oynuyorlar?

    – Netice itibariyle millî bir maçtır. Tabii birleşecekler ve birlikte oynayacaklar.

    – İdman Cemiyetleri İttifakı bu rekabeti giderme çarelerini aramıyor mu?

    – Bu rekabet senelerden beri her iki kulübün iliklerine işlemiştir. İdman Cemiyetleri İttifakı, eğer bu rekabeti önlemeye çalışırsa ki, bunu yapacak kudrette değildir. Esasen bu rekabetin devam etmesi ve hatta bir iki kulübün daha bu rekabeti yapacak bir kuvvete gelmesi Türk futbolu için çok faydalı olur. Bu iki kulübün ezeli rekabeti Türk futbolunun bir sembolü olarak daima devam edecektir.

    Gazeteci arkadaşım bu sözlerinde kat’iyyen yanılmamıştı. Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti aşağı yukarı şeklini muhafaza ederek devam ederken bu arada üçüncü bir kulüp daha yetişerek bu rekabeti paylaşmıştı. Eskiden Fenerbahçe, Galatasaray’a inhisar eden bu rekabete bir de Beşiktaş Kulübü ortak olmuş ve bu üç kulübün rekabeti Türk futbolunun ilerlemesini daha süratleştirmiştir.

    İhsan Kıraathanesi’nin revaçta bulunduğu devirlerde Türk millî takımının on birini hemen hemen bu iki güzide kulübün futbolcuları teşkil ederdi. Bu kıraathanede birbirinden uzakta oturan bu gençler millî ve temsilî maçlarda aynı formayı giydikleri zaman bütün kalpleriyle birleşirlerdi. Ertesi günü İhsan Kıraathanesi’ne gidenler onları yine eskisi gibi ayrı ayrı masalarda oturur görürlerdi.

    Vilayetin karşısındaki bol camlı eski kıraathanenin önünden ne zaman geçsem saçları her gün biraz daha ağaran eski futbol yıldızlarının, onlarla beraber ihtiyarlayan bu salonda on beş sene evvel ne hararetli münakaşalar yaptıklarını adeta işitir gibi olurum. Belki onlar da yolları düştükçe buradan geçerken ihtiyar İhsan Kıraathanesi’ni hatırlarlar ve bir an bile olsa on beş sene evveline dönmekten kendilerini alamazlar.

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar

  • 100 Yıl Önce Bir Kürek Yarışının Hikayesi

    Fotoğraf 1913 tarihli İdman mecmuasından. Altında “Fenerbahçe Kulübü sandal talimleri yaparken” yazıyor.

    Fenerbahçe’yi pek sevmediğini her fırsatta belli eden ama yazarlığına edecek kelime olmayan Şeyh-ül Muharririn Burhan Felek , 1985 tarihli “Geçmiş Zaman Olur ki…” kitabında, tadına doyulmaz üslubuyla, kurucusu olduğu Anadolu Kulübü ile Fenerbahçe Kulübü arasında yapılan bir kürek yarışını anlatmış. Keyifle okumanız dileğiyle…

    * * * * * *

    Bir avuç Üsküdarlı genç, Meşrutiyetten bir yıl önce Anadolu Kulübü’nü kurmuştuk. Rengi düz yeşik, markası göğüs solunda kalın beyaz bir dairenin tam içinde beş köşeli bir yıldı. O zaman yalnız futbol oynardık. Gün geçti, Meşrutiyet ilan edildi. Bizim kulübün adı, sanı, azası vardı ama ne yeri, ne yurdu, ne nizamnamesi!

    Bir gece kulüp azası olan arkadaşları bizim İhsaniye’deki evden çıkarken polis yakaladı, karakola götürdü. Futbol için toplandığımız anlaşıldı, ama kulübün Cemiyetler Kanunu’na göre tescil ettirilmediği meydana çıktı. Ondan sonra Anadolu Kulübü’nü  1908’de resmen tescil ettirdik ve bir de merkez gösterdik.  Kulüp bir müddet sonra gelişmeye başladı. İçimizde Salacaklı, İhsaniyeli, yani yalı çocukları çok olduğundan yüzme ve tekne sporuna meylettik. Tekne sporu pahalı spordu. Şimdiki gibi devlet yardımı da yapılmazdı. Onun için yelken yarışı hemen hemen hiç yapılmaz, nadiren kürek yarışı yapılırdı. İşte benim anlatacağım yarış bu kürek yarışlarından biridir.

    O zaman bize rakip yalnız Fenerbahçe Kulübü vardı. Galatasaray’ın bu anlatacağım yarışa girdiğini hatırlamıyorum. Bizim gireceğimiz yarış üç çifte futa yarışı idi. Sandalın uzun, narin ve sivrisine futa denirdi…

    Eskiden İstanbul halkı sandal tutup denizde gezerdi. Bu futalar, sandalın kibarı ve zarifi idi. Ama yarış futaları ayrı cinsti. Onların gerek yapıları, gerek resimleri, çizgileri, su ile olan temas satıhları adi futalardan ayrı olurdu.

    Bizim yarışa sokacağımız futa eski konak yalı kalıntılarındandı. Sert ve renkli bir yabancı ağaçtan yapılmıştı. Yalı baskısı dediğimiz şekilde dış kaplaması bindirme tarzında ve maun renkteydi. Sağlam, denizci bir tekne idi. Lakin hem ağır, hem geniş yani su çekeri fazla idi.

    Fenerbahçe’nin teknesi ise yarış için yapılmış, narin, hafif, ince uzun, sus tutmayan bir güzel futa…

    Yarışı kim tertip etti, nasıl oldu, bunları sormayın. O zamanın spor mecmualarında herhalde resimleriyle vardır.

    Biz bu yarışa girerken teknemizin ağır olduğunu biliyorduk. Ancak bizim elimizde iki koz vardı.

    Birisi kürekçilerimiz çok kuvvetli idi. Biri Ayı Ömer dediğimiz Kilyos’tan Salacak’a kadar kürek çeken bir arkadaşımız. Üsküdar İdadisi’ni beraber bitirmiştik. İkincisi, galiba Atıf isminde 90 kiloluk, futbol beki bir çocuk, üçüncüyü hatırlamıyorum. Dümende bizim mahalleli Rıza. Bu Rıza sonradan Polis Mektebi Beden Terbiyesi Muallimi olarak başkomiserlikten emekli olan Rıza Süeri’dir. Türkiye spor teşkilatının bütün denizle alakalı yarışlarında ve tertiplerinde hizmet etmiş bir kimseydi. Sporumuza büyük hizmeti olmuştur.

    İkinci kozumuz; yarış Heybeli ile Büyükada arasındaki kanalda yapılacaktı. Bu kanal yaz aylarında poyraz tutan rüzgarlı bir yerdi. Deniz daima dalgalı olurdu. Her yarış teknesi böyle denizlere dayanamazdı. Hatta su bastırıp batmaları bile mümkündü. Biz Fenerbahçe teknesinin bizimkine nazaran çok daha sür’atli, bizimkinin de hantal olduğunu bile bile bu yarışa şu anlattığım sebeplerle girmiştik. Bizimki denize dayanacaktı.

    Teknelerimiz Salacak’ta dururdu. Arkadaşlarımız içinde Ramiz Bey adındaki bir tekne mütehassısının nezaretinde bakılır, tamir edilirdi. Tekneyi yarıştan bir gün evvel Heybeli’ye kürekle götürdük. Başka bir beş çiftemizle de diğer arkadaşları götürdük. Gece tekneyi denizde bırakamazdık. Esasen yarış tekneleri hiçbir zaman daimi olarak suda kalmazdı ve kalmamalıydı. Sonra tekneler de yarış yerine denizden veya karadan nakledilmeliydi. Açık denizde 10-12 millik mesafeye kürekle çekerek götürmek tekneyi hırpalardı; ama o zamanlar herkes teknesini kendi götürürdü. Bizimkinin de denizden hırpalanacağı aklımızdan bile geçmiyordu…

    Fenerbahçe ise karşıdan karşıya belki de başka bir tekneye çektirerek futasını götürmüştü.

    O devirlerde Türkiye’de futa yarışı nadir olurdu. Kürek yarışları ise klasik tekneler arasında yapılırdı. Mesela bir çifte, iki çifte, sandal -iskele sandalı- alamana kayıkları, daha eskiden piyade kayıkları arasında olurdu. Bugünkü gibi yarış tekneleri diye ayrı bir sınıf yoktu.

    Her şeyden evvel bizim içimizde bir korku vardı. Öteden beri Türkiye’de esnaf tekneleri arasında yapılan yarışlarda teknenin altına sepet, küfe eskisi gibi bir şeyi gizlice mıhlayıp teknenin yolunu kesmek, yahut dümen kısmını sakatlamak gibi şeyler olurmuş.

    Biz Heybeli’ye gittiğimiz zaman öğleyi geçmişti. Yirmi kişi kadar vardık. Hemen bizim yarış teknesini şöyle mahfuz bir yerde karaya çektik. Biz de etrafında toplandık. Tekne temizlendi. Silindi, süpürüldü, ıskarmozlar kontrol edildi ve ertesi gün son tuvaleti yapılmak üzere bırakıldı.

    Gece ikişer kişi nöbet tuttuk. Bakınız, o zaman ne kadar şüpheci imişiz. Nöbet tutmayanlar da gece deniz kenarının ayazından pek iyi uyuyamadılar. Ben de bunlardan biriydim. Sabah güneşinde kemiklerimiz ısınır ısınmaz, hemen tekneyi çevirip suda yağladık ki altı suda kaysın diye. Bilmem gene böyle şeyler yapılıyor mu?..

    Ama şimdi tekneler o kadar hafif ki, kaç kürekli ise o kadar kimse başlarının üstüne kaldırıp elde taşıyorlar. Yarış saati geldi çattı. Tertibatı Ada Mektebi dediğimiz Bahriye Mektebi almıştı.

    Biz Heybeli’nin o ıssız yerinde, ne yedik, ne içtik hiç hatırlamıyorum. Yalnız çocukları tekneye bindirip selametledik. Ve yarış yerine gönderdik.

    Bizim tekne belki Fenerbahçe’nin teknesi kadar uzun değildi ama, gene de ondan daha heybetli idi. Üstelik bordası daha yüksek, baş tarafı da dalgalara göğüs gerecek kadar dik idi. Yarış başladı.

    Vay anam vay, bizimkiler daha on hamle almadan öne geçtiler. Nasıl gidiyorlar, dehşet bir şey. Yaşlı tekne hızlı giderken torpide gibi bir şey oluyor. Ben şöyle baktım, biliyorsunuz, bu yarışlarda dümenci de kürekçilerin hareketine paralel olarak öne arkaya kürek hamlelerine uygun ve ritmik olarak sallanır ve onları teşvik eder.

    Dümendeki merhum Rıza’nın sallanma ritmine baktım, Fener’inkine baktım, bizimki daha çabuk, Fenerliler ise daha geniş ve daha seyrek eğiliyorlar. Ne var ki, öne geçmiş bulunuyoruz. Biz yarışı sahilden takip etmekteyiz. Gördüğümüz kadarıyla bizim çocukların hamlaları iyi gidiyordu. Fakat mesafenin yarısına doğru Fener’in teknesi bize yaklaşıyordu, derken başa baş, derken bizi geçti. Bizim çocukların hareketlerinde bir ağırlama yok. Ama bizim tekne yürümüyor. Fenerliler bizi geçtiler, az sonra bizim teknenin hamlacıları denize atladılar. Galiba yalnız dümende Rıza kaldı. Ve yarışı tek başına Fenerbahçe’nin teknesi kazandı. Bizimkini de bir motor çekerek sahile getirdi.

    Ne olmuştu da bizim zırhlı gibi tekneyi mürettebat terketmişti?

    İşi anladık ve dersimizi aldık, ama geç ve pahalı bir ders oldu. Hadise şu:

    Fenerbahçe’nin hamlacıları kimlerdi hatırlamıyorum. Belki rahmetli Galip birinci kürekte idi. Ama iyi biliyorum ki dümende uzun zaman Fener’in deniz kaptanlığını yapmış olan Ziya Kaptan vardı. Bu zat tekne yarışlarında tecrübe sahibi idi.

    O zamanki kürek yarışları bugün dünyada tatbik edilen şekilde yapılmaz, denizde ve dalgalı sularda yapılırdı. Halbuki kürek yarışı sakin göl ve nehirlerde, hatta bu iş için kazılmış hususi uzun kanallarda yapılır. Bizim yarıştığımız Heybeli-Büyükada arası ise oranın en çırpıntılı ve denizi kabarık yeri idi.

    Bizim tekne hızla giderken baştan gelen dalgalardan içeri su almaya başlamış, buna çocuklar bir müddet aldırış etmemişler, ama su doldukça dolmuş, doldukça dolmuş. Artık oturak tahtaları hizasına yaklaşırken, zaten tekne de iyice sür’atini kaybetmiş, Rıza merhum “sefineyi terk” emrini vermiş, çocuklar da atlamışlar denize. O da işin caka tarafı. Orta yerde batmadan evvel, mürettebat denize atlayıp yüzerek karaya çıkmışlardı. Burada bizim hatamız, dalgaları hep baştan almak olmuştu. Fener’in serdümeni Ziya Kaptan ise, dalga geldikçe tekneyi yana çekerek dalgaları baştan yememiş, gerçi biraz yol kaybetmiş ama, teknesini bizimkinin akıbetinden, yani batmaktan kurtarmıştı.

    Bizim futayı Heybeli’ye çektik. Yüzü koyun kapadık. Üstüne birkaç çam dalı koyup kulübe döndük. Bir hafta orada kaldı. Böyle bir acı mağlubiyetten sonra batık tekneyi çekerek kulübe getirmeyi kimse istemedi. Neden sonra, aldık teknemizi getirdik, ama ıslak tekne, güneşte kalmış, bütün kaplamaları açılmıştı. Tamir etmeye kalktık, ağacını bulamadık. Bütün kaplamayı değiştirmeye de değmedi. Birine yok pahasına sattık, ondan sonra biz kürek yarışına girmedik.

    Burhan Felek (Geçmiş Zaman Olur ki…)