Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Alpaslan Eradlı röportajı ile karşınızda…
Her şeyden önce, ben doğuştan Fenerbahçeliyim, bunu belirtmek istiyorum. Kendimi bildim bileli Fenerbahçe ile büyüdüm.
Transferlerimde eski başkanımız Emin Cankurtaran’ın çok büyük katkısı olmuştur. Şöyle ki; İstanbulspor ikinci kümeye düşmesine rağmen ikinci ligden futbolcuyu Fenerbahçe’ye transfer etmiştir. Ve kendisinin Fenerbahçe formasını giymemde de büyük emeği vardır.
Eskiden transferler çok enteresandı: İki yıllık bir mukavele yaptığınız zaman kulübün de bir-iki yıl uzatma yapma hakkı vardı. Beni bir sene önce istemelerine rağmen kulübün uzatma hakkı olduğu için transfer olamamıştım ama ertesi sene kendim kulüpten satışımı isteyerek tercihimi Fenerbahçe’den tarafa kullandım.
Bu arada tabii şu gerçek ki Beşiktaş ve Galatasaray Fenerbahçe’nin verdiği ücretin iki mislini vermesine rağmen ben Fenerbahçe’yi tercih ettim.
Örnek aldığınız futbolcu var mıydı?
Can Bartu.
Gol attığınız zaman ne gibi tepkiler verirdiniz?
Rakip takımı tahrik etmemek kaydıyla sevincimiz olurdu. Benim işim buydu, futbol oynamak.
Gol atmak ya da atmamak önemli değildi. Önemli olan gelen seyirciye futbol zevkini tattırmaktı. Tattırabildikten sonra hem futbolcu hem seyirci memnun kalıyordu.
Derbi maçları öncesi duygularınız nasıl olurdu?
Benim için tüm maçlar aynı derecede önemliydi. Ben çıkıp oraya gelen seyircilere futbolda olan güzellikleri vermeye çalışırdım. Bu işten zevk aldığım için en iyi şekilde oynamaya gayret ediyordum. Maça asılmayı seviyordum. Gelenlere de bildiklerimi aktarmaya çalışıyordum.
Ya hırslarınız…
Futbolda lazım olan hırs vardı. Agresif hareketlerim yoktu.
Sizin futbol oynadığınız yıllarla bugünkü şartları kıyaslar mısınız?
Mukayese dahi edilemez. Şimdi 10-12 yaşlarındaki çocuklar bile çim sahalarda oynuyorlar. Buna rağmen de ne yazık ki yetenekli futbolcuların çıkması nadir oluyor. 18 yaşına kadar olan futbolcularımız o yeteneklerini geliştiremiyorlar. 18 yaşından sonrasını eğitmek onların yeteneklerini geliştirmek de teknik adamlara kalıyor.
Takım kaptanlığı da yaptınız…
Evet, 1973-74 yılında transfer oldum. 10 yıl forma giydim. Cemil Turan bıraktıktan sonra da 3 yıl takım kaptanlığı yaptım. Bir jübile ile 1982-83 yılında futbol hayatıma nokta koydum.
Takım ruhunu nasıl yaratıyordunuz?
Yaşça onlardan büyük olduğum için gerekli saygıyı gösteriyorlardı. Ne takım kaptanı ne de futbolcu olduğum zamanlarda hiçbir problem yaşamadım.
Uzun süren bir sakatlık döneminiz oldu. O dönemi nasıl atlattınız?
1977 yılında çok ciddi bir sakatlık geçirmiştim. Çapraz bağlarım koptuğu için uzun bir müddet sahalardan uzak kaldım fakat başarılı bir ameliyat ve ciddi bir çalışmanın yanında kolay olmamasına rağmen 4 yıl futbol hayatıma devam ettim.
Futbolu seçmenizdeki etken neydi?
Bütün çocuklar gibi ben de futbol oynuyordum ama futbolcu olma gibi bir niyetim yoktu. Benim için önce eğitim önemliydi. Yaptığım transferlerde de gittiğim takımlarda tahsil hayatım boyunca bana lazım olan paraları alarak o takımlarda futbol oynadım.
Davutpaşa’ya gittim. Lisedeki tahsil masrafımı çıkardım.
Sonra İstanbulspor’a gittim, üniversitedeki masrafımı çıkardım.
Galatasaray Kimya Fakültesi’ni 4. sınıftan bıraktım, futbol ağır bastı. Öncelikli hedefim eğitimdi ama devam mecburiyeti olunca okula gidememe durumu oldu, futbolda profesyonelleşerek okul hayatını noktaladım.
Milli formayı kaç kez giydiniz?
33 defa milli forma giydim. 29 A milli, 4 ümit milli takım. Benim ilk milli maçım Batı Almanya -Türkiye arasında 1-1 sonuçlanan maçtı.
En kötü ve en iyi anınız nelerdir?
En kötü anım sakatlanarak 1,5 yıl formamdan ayrı kalmam. İngiltere’de Aston Villa maçında ters bir hareketle sakatlandım.
İyi bir anı deyince… Her şeyden önce yaşadığım şampiyonluklar. Fenerbahçe’ de oynadığım süre içinde 4 defa lig şampiyonluğu ve Türkiye kupası şampiyonluğu gördüm.
73-74 sezonunda hem Türkiye Kupası hem de lig şampiyonluğunu aldık. 74-75 de yine şampiyonluk. Sonra 77-78 yine lig şampiyonluğu. Ve en son takım kaptanı olarak bıraktığım 82-83 lig şampiyonluğu.
Takım yenildiğinde neler hissederdiniz?
Futbol bu; yenmek de var yenilmek de var. Her sene şampiyon olacağız diye bir kaide yok. O zaman işin bir esprisi olmaz.
Kaybedebilirsiniz. Önemli olan görevinizi yapıp yapmadığınız ve sahaya çıkıp mücadele edip etmediğiniz. Ettiyseniz eve gidip rahatlıkla uyuyabilirsiniz.
Fenerbahçe Spor Kulübümüz için neler söyleyeceksiniz?
Fenerbahçe’nin büyüklüğünü kimse tartışamaz. Çok büyük bir camia. Bunun nimetlerini iyi değerlendirmek gerekir.
Kaynak konusunda bugün 25 milyon taraftarı olan bir takıma ileriki günlerde çok daha büyük kaynaklar bulunacağına inanıyorum. Çok daha iyi imkânlara sahip olabilir. Taraftar büyük güç demektir. Fenerbahçe taraftarı her zaman kulübüne sahip çıkıyor.
Maçları seyretmeye geliyor musunuz?
Maçlara geliyorum. Bize ayrılmış olan tribünden izliyoruz.
Sayın Ali Koç’la yaptığım bir röportajımda; “Biraz gerilere baktığımızda en çok hangi yıldız futbolcu sizi etkiledi?” diye sorduğumda sizi anlatmıştı. “Ve hala Fenerbahçe’ye Alpaslan kapasitesinde bir futbolcunun geldiğini düşünmüyorum.” demişti.
Sayın Ali Koç çok değerli bir yönetici. Fenerbahçe’ye zaten çok büyük katkıları olan bir kişi ve çok daha büyük katkıları olacağının görüşündeyim. Hiçbir beklentisi olmayan iyi bir Fenerbahçeli. Önemli olan da zaten beklentisi olmayan kişilerin Kulübe hizmet edebilmesi… Benim hakkımdaki düşünceleri için kendisine teşekkür ederim.
İki kızınız var. Fenerbahçeliler mi?
Evet, iki yetişkin kızım var. İkisi de pek tabii ki Fenerbahçeli. Bazen maçlara benimle geliyorlar. Bir tanesi okuyor; diğer kızım İletişim Fakültesi Radyo-TV bölümünü bitirdi.
Fenerbahçe taraftarına neler ileteceksiniz?
Taraftarlara söyleyecek hiçbir sözüm yok. Onlar her zaman görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalışıyorlar, bunu kimse inkâr edemez. Fenerbahçe şampiyon olsa da olmazsa da gereken desteği her zaman gösteriyorlar. Onlara her zaman teşekkür etmek lazım. Biraz daha fair- play örneği verirlerse süper taraftar olur.
Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Şeref Has röportajı ile karşınızda… Ağabeyi Mehmet Ali Has’tan sonra, Fenerbahçe’de 5 şampiyonluk yaşayan Şeref Has tarihe geçmiş kahraman bir futbolcuydu. Nur içinde yatsınlar…
Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Şeref Bey?
Annem, ablalarım ve futbolcu büyüğümüz ağabeyim Mehmet Ali Has hepsi Fenerbahçeliydi. Ben de onların bu sevgisini görerek Fenerbahçeli oldum. Zaman içinde de bu sevgim ve ilgim arttı.
Spora Beyoğluspor’da başladınız…
Futbola aşırı bir sevgim ve merakım vardı. Beni Beyoğluspor’a Raif Dinçkök aldı. Kendisi İsmet Uluğ zamanında başkan vekiliydi. 5000 TL’ye aldı, 5000 TL de kendisi verdi. 10.000 TL’ye bir daire geliyordu. İyi bir rakamdı. Beyoğluspor’da bir sene oynadım. Altyapıda yetiştim. Fakat hedefim Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oynamaktı.
Ve hedefinize ulaştınız. Fenerbahçe’ye transferiniz nasıl gerçekleşti?
Benim futbol hayatım Fenerbahçe genç takımında Sabri Kiraz hocamızla başladı. Can Bartu, rahmetli Avni Kalkavan ve ben genç takımda beraber yetiştik. Kabataş Lisesi’nde okuyordum. 18 yaşında iken Büyük Fikret bizi A takımına aldı. 1956-1957 sezonu. Bizi Moskova’ya götürdüler. O zaman değerli sporcularımızla on beşer dakika oynamıştık. Çok büyük oyuncular vardı, ağabeyim Mehmet Ali Has, Burhan Sargın, Lefter, Küçük Fikret, Donanma Kamiller. O zaman böyle kaliteli bir takımda oynama şansını yakaladık. Çok gençtik. Etap etap Can Bartu ile maç bitimine doğru oyuna girerdik. Fikret Arıcan bizi alıştırıyordu. 14 yıl Fenerbahçe’de oynadım, 7 kez kaptanlık yaptım, 169 gol attım. Ama maalesef sakatlığım nedeniyle Manchester’da oynayamadım. Ogünler, Çevrimler, Ziyalar, Puşkaşlar, Canlar, Şükrüler bu takımla 6 şampiyonluk yakaladık. Fenerbahçe’de bu gördüğümüz üç yıldızdan birini bizim ekibimiz aldı. Müthiş bir duygu öyle bir yaşıyorsunuz ki rüya gibi…
Araya vatan hizmetiniz girdi. Ordu milli takımında oynadınız…
1958’de askere gitmiştim. Askere gittiğimizde hemen ordu milli takımına aldılar. B milli takımına seçildim, oynadım üç maçtan sonra A milli takımına çıktım.
Milli takımda da hem oynadınız hem kaptanlık yaptınız…
48 defa milli oldum. 7 defa kaptanlık yaptım. Milli takımın 17. kaptanıydım. En büyük düşüm milli formayı 50 kez giymekti. Sakatlığım nedeniyle 48 kez giyebildim. Kısmet bu kadarmış.
Kırılamamış gol rekorunuz var…
Evet. En büyük gol kralı Zeki Rıza Sporel. O’nun rekorunu Lefter kıramamış. Lefter’in rekorunu da Cemil ile ben kıramadım ama bizim altımızdan gelenler de bizim rekorumuzu hala kıramamış.
Kafa golleriniz de çok ünlü…
Diyebilirim ki 50-60 tane kafa golüm var, diğerleri sağ sol ayak goller…
Yıl 1966 Fotospor’un açtığı yarışmada yılın sporcusu seçildiniz. Ve yine Güneş gazetesinin yaptığı Fenerbahçe tarihinin altın karmasında yer aldınız. Bu efsane isimleri bir kez daha hatırlayalım: Selahattin – Şeref – Cihat – Basri – Küçük Fikret – Alpaslan – Can – Lefter – Cemil – Büyük Fikret – Zeki Rıza…Bu isimlerin hepsi çok değerli. Bizimle paylaşacağınız anılarınız var mı?
1963-1964 sezonunda lig şampiyonu olmuştuk. Galatasaray da Türkiye Kupası’nın şampiyonu. Şampiyon olduktan sonra federasyon bir karar aldı. Galatasaray ile Atatürk Kupası oynanacak. Maç başladı. İlk golü yedik. Bazı idareciler eleştirmişti: “Neden bu maçı kabul ettiler” diye. Sonra 2. yarıya çıktığımızda içerde yemin ettik ve hep beraber “Biz Fenerbahçe oyuncusuyuz, her şeyimizi bu maça vereceğiz” dedik. O maçı 3-1 kazandık, ilk ve son golü Ogün Altıparmak, 2. golü de ben atmıştım. Atatürk Kupası’nı aldık. Yine Ankara’da Beşiktaş ile özel bir maç yapıyorduk, gece maçıydı. Ben de böyle 30 metreden falandı kale tarafından gelen topa köşeye doğru müthiş bir şekilde vurdum top takıldı, öyle yere düştü, ben de golü attım. Ankara’da bir gece maçında Ankaragücü ile oynuyoruz. Lefter, Can orta sahada ben forvette bir frikik oldu, hakem düdük çalmadan Lefter golü attı hakem vermedi, tekrarladı bir daha vurdu aynı köşeden gene gol oldu müthiş bir şeydi. Lefter ağabeyimin bu golünü hiç unutamam.
Derbi maçlarında neler yaşardınız?
Biz derbi ve tüm maçlara “Maçı kazanacağız, bu maçı alacağız; taraftarımızı, kendimizi, yöneticilerimizi, teknik heyetimizi mutlu edeceğiz” diyerek çıkardık. Kazanma azmiyle… Futbol bu kazanırsın da kaybedersin de bu her zaman öyle ama hep kazanmak için çıkılır. Birinci yarıda gol yiyip soyunma odasına döndüğümüzde “Çocuklar maç henüz bitmedi, bu maçı kazanacağız, yediğimiz golleri unutun sanki maç yeni başlıyor 0-0’mış gibi tekrardan başlayacağız” diyerek konuşmalar yapardık. Hakikatten kazanırdık. Kaybettiğimiz zaman ise soyunma odasına döndüğümüzde kimse bir diğerini suçlayacak hiçbir laf etmezdi. “Sen hata yaptın da bunu kaçırmasaydın da” diyerek maç hakkında asla konuşmaz, duşumuzu alır eve giderdik.
En mutlu olduğunuz an?
Fenerbahçe’de şampiyon olduğumuzda kupayı kaptığımız zaman. Derbi maçlarını kazanmamız da her zaman ayrı bir coşku olurdu.
Çok teknik direktörle çalıştınız.
Tabii 13 senede çok teknik direktör geçti. Fikret Arıcan, Abdullah Gegiç, Molnar, Oscar Hold, Kokotoviç, Szekely… Hepsi ayrı bir öğretici, ayrı bir teknikti. Onlarla Balkan Kupaları’na gittik, UEFA maçlarına gittik. UEFA’da 2 maç direnip 3. maçta eleniyorduk. Artık bundan sonrasında yeni oyuncularımızdan beklentimiz bizim alamadığımız UEFA Kupası’nı getirmeleri. Hep birlikte onlara tam desteğimizi vereceğiz.
Uğurlarınız var mıydı?
Uğurlarım yoktu. Mesela “13” numara uğursuz derlerdi dolabım “13” numaraydı. “Lütfen değiştirin” demedim. Yalnız sahaya çıkarken hepimiz sağ ayakla çıkardık. Tüm futbolcuların alışkanlığıydı.
Örnek aldığınız oyuncular?
Büyüklerimiz ağabeyim Mehmet Ali Has, Lefter, Küçük Fikret, Burhan Sargın, Suphi Bey, Halit Deringör, Basri Dirimli, Naci Erdem gelmiş geçmiş en iyi futbolcular. Hangisini örnek almazsınız ki.
1950’li yıllarla bugünü karşılaştırırsak hangi futbol daha kaliteli?
Formalar yağmur geçiriyordu, karda, buzda, kumda her şartta oynanırdı. Bizim oynadığımız zeminde at koşmazdı. Top sekmezdi. Dolmabahçe Stadı’nda ayağını uzatıyordun, top sekiyor kafana çarpıyordu. Bizim zamanımızda oyuncularımız bu kötü koşullarda bile 20-25 metreden kendi oyuncularının ayağına top atıyordu. Bugünkü oyuncular ise 4-5 metrede büyük top kaybı yapıyorlar, O zamanlar bu kadar top kaybı yoktu, alınmasın şimdiki oyuncular ama bizim zamanımızdaki futbol daha kaliteliydi.
Ya tribünler…
Tribünler muhteşemdi, kravatlı gelirler, küfür yok, oyuncuları alkışlarlardı. Takım farkı yoktu, çıkışta Beyoğlu’na yürürlerdi. Sporcular da öyle… Oradan evlerin yolu tutulurdu.
Tabii Avrupa şartları o yıllarda Türkiye ile kıyaslanamazdı…
Avrupa çok öndeydi, antrenman sahaları, statları daha bir düzgündü. Biz lig maçlarını Dolmabahçe’de oynuyorduk ama bugün stadımıza ve koşullarımıza baktığımda bunlarla gurur duyuyorum. Avrupa’daki birçok kulüpten bile önde.
“Sahada menisküs olsam gam yemeyeceğim. Beni en çok üzen sokakta yürürken menisküs olmam” dediniz. Ve futbolu bırakmaya karar verdiniz. Bu Türk futbolu ve sizin için büyük bir şansızlıktı. O yıllarda tüm spor camiası derin üzüntü içindeydi. Hatta o sıralarda dargın olduğunuz söylenilen Fenerbahçe takımının teknik direktörü Molnar’ın “Şeref, futbolu bırakıyoo. Yazık ediyöö, adam gibi bir futbolcu” demekten kendini alamadığı basında yer aldı. Futbolu daha 4 yıl oynayabileceğinizi düşünüyordunuz fakat sakatlığınızın yakanızı bırakmayacağı inancıyla o yıl (1969) jübilenizi yaptınız. Çok parlak, şovlu ve ihtişamlı geçti… Başlama vuruşunu Sayın Hülya Koçyiğit yapmıştı. Maalesef erken bir “Allahaısmarladık” dediniz… O geceyi anlatır mısınız?
Dün gibi hatırlıyorum. 29 Haziran 1969. Mithatpaşa Stadı’ndaydı. Şovla başladı. Artistlerle jokeyler arası bir müsabaka gerçekleşti. 1-0 jokeylerin galibiyetiyle başlayan bu maçta artistlerin kalesini koruyan Fikret Hakan ve rahmetli Öztürk Serengil sakatlanarak oyundan çıkmışlardı. Ondan sonra oynanan Galatasaray- Fenerbahçe maçı. Fenerbahçe’nin galibiyetiyle sona erdi. Sonrasında benim veda törenim başladı. Yine takım kaptanı olarak sahaya çıktım. Almanların “Harika çocuğu” gol kralı Uwe Seeler’i ve o sıralarda Almanya’nın Hamburger SV Takımı’nda oynayan eski Fenerbahçeli kalecimiz Özcan Arkoç’u davet etmiştim. 30.000 kişi gelmişti. Stat doluydu. Kupalar, madalyalar, çiçekler ama en önemlisi bizim takımın ve diğer takımın taraftarlarının, arkadaşlarımın ve yöneticilerimin kucak dolu sevgisi… Unutulmaz bir gece unutulmaz bir jübileydi benim için.
Fenerbahçe Spor Kulübü’nde yöneticilik döneminiz başladı.
1981-1983 döneminde Ali Şen Bey’in başkanlığındaki yönetimde bulundum. Yönetimde Abdullah Acar, Ali Dinçkök, Mesut Dizdar gibi arkadaşlarımız vardı. Bu dönemde beş kupa aldık. Türkiye Kupası, TSYD Kupası, Donanma Kupası, Westfalya Kupası, Vatan Kupası. Takımdan Ali Dinçkök sorumluydu, transferleri kendi yaptı, iki tane Yugoslav yıldız getirdi, teknik direktör ise Branko Stankoviç’di. Almanya’dan İlyas Tüfekçi’yi, Trabzonspor’dan Hasan Yıldızeli’ni aldı. O sezon ne kadar kupa varsa aldık. Fenerbahçe tarihine geçtik. Oyuncularla oturup, oyuncularla kalkıyorduk.
Sonra Türk Futbol Fedarasyonu’nda (TFF) görev aldınız…
Bir süre de TFF’de milli takım sorumluluğu yaptım. 2000-2001 sezonunda Fenerbahçe şampiyon olmuştu, federasyon olarak kupayı ben verdim. Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanımız Sayın Aziz Yıldırım’ın başkanlığındaydı. Kupayı verirken yaşadığım duygular anlatılmaz. O ne haz o ne sevinç ne büyük bir mutluluk olmuştu benim için.
Federasyon idareciliği ile kulüp idareciliği arasındaki fark nedir sizce?
Federasyonda çalışmak güzel tabii. Kulüp idareciliği de güzel. Fakat federasyon idareciliği biraz daha farklı çünkü kulüp idareciliğinde sadece kulübünle ilgileniyorsun fakat federasyonda tüm kulüplerle ilgileniyorsun. Amatör ligden tutun da tüm liglerle… Daha zor tabii.
Sizce yabancı oyuncu sınırlandırılması tamamen kalkmalı mı?
Aslında bir kriter getirilmesi lazım. Bence serbest bırakmalı. Yabancı oyuncularda da kulüpler daha titiz ve seçici davranmalı. Kalitesiz oyuncular gelince oynayamıyorlar. Oynayamayınca da paralarını alamıyorlar. FIFA’da çok dosya var. Bu da kulüplere kötü oluyor…
Ve bugün Fenerbahçe Spor Kulübü artık bir dünya kulübü olarak görülüyor ve örnek alınıyor. Siz neler söyleyeceksiniz?
Benim için gelmiş geçmiş en büyük Başkan Aziz Yıldırım. Alt yapı, stat, bütün amatör branşlar hepsi muhteşem. Tarihe geçecek bir başkan ve yönetim. Kim bir tuğla koyduysa hepsini tebrik ediyorum, sağ olsunlar, var olsunlar. Bunlar çok büyük hizmetler.
Sizlerin deneyimlerinden yeteri kadar faydalanılıyor mu? Eski bir oyuncu olarak beklentileriniz nelerdir?
Benim dönemimdeki futbolcuların deneyimlerinden, bizlerden epey yararlanıldı. Bugünlere baktığımda eski futbolcular bildiğim kadarıyla çoğunlukla maçları izlemeye gidiyorlar yani altyapıda görev almıyorlar. Altyapıda çoğunlukla yabancı hocalar var. Biraz daha faydalansınlar, gözlemci olarak Anadolu’da genç çocukları gözlemleyebilirler, oradan oyuncu getirebilirler. Kulüp bu arkadaşlara görev verirse bu arkadaşlarımız da kulübün altyapısına yardımcı olurlar. Bir isteğim de huzurevi projesinin gerçekleşmesi.
Maçları sık sık takip edebiliyor musunuz?
Ben de 12 numara taraftarımızla birlikte 12. oyuncu olarak stada geliyorum (Gülüyor). Ali Dinçkök Bey ile beraber seyrediyoruz. Kupa maçlarına dışarı gidiyorum. Fenerbahçe’yi Avrupa’da da takip ediyorum. En büyük dileğim Fenerbahçe’nin maçlarını bu sene her zamankinden fazla yurt dışında seyretmek. Fenerbahçe’nin hedeflerinin artık çok büyüdüğünü görebiliyorum. Sanırım bu hedeflerimiz de gerçekleşecek.
Bugüne baktığımızda sizi etkileyen oyuncular…
Tuncay ve Rüştü’yü beğenirdim. Şu an takımda değiller. Fenerbahçe ile özdeşleşmiş olduklarını düşünüyordum. Ayrılmaları beni biraz hayal kırıklığına uğrattı ama şimdilerde her şeye daha profesyonel gözle bakılıyor. Bu açıdan fikir üretemiyorum. Gönlüm futbolu Fenerbahçe’de bırakmalarıydı. Ama kim bilir? Alex’i beğeniyorum. Tabii ki dünya starı Roberto Carlos. Hep beraber izleyip göreceğiz.
Taraftarlarımız için mesajınızı alabilir miyiz?
Maç başlıyor ve taraftar müthiş. “Non-stop” susmak yok. 12 numara olmayı fazlasıyla hak ediyorlar. Her zaman temennim Fenerbahçe’nin ayrıcalığını hissettirsinler, centilmenlik örneği teşkil etsinler. Tüm branşlarda verdikleri destek için hepsine teşekkür ediyorum.
Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Erdoğan Karabelen röportajı ile karşınızda… Erdoğan ağabeyi yakın bir zamanda kaybettik. Bir saniye durmak nedir, yorulmak nedir bilmeyen bir spor adamıydı. Nur içinde yatsın.
Sporu seven bir aileden geldi. Kendisi başarılı bir basketbolcumuzdu. Sadece Türkiye’de değil, dünyada bile eşine zor rastlanan bir basketbol adamı… Hem oynadı hem öğretti.
Hepimizin hayatında yol göstericiler vardır. Fakat Sayın Erdoğan Karabelen’e rastlayanlar çok şanslı… Bizim de şansımız, onunla röportaj yapabilmek oldu. Bir kez daha Fenerbahçe’mle gurur duyuyorum.
– Spor hayatına nasıl başladınız?
Sporcu bir aileden gelmekteyim.
Babam Ankara’da İnönü’nün muhafız alay komutanıydı. Bu arada babam da sporcu sayılır. Birçok şubenin yanı sıra sırık atlamada Türkiye rekorunu kırmıştı.
Annem de cumhuriyetin ilk kadın tenis şampiyonlarındandır.
Bana dönersek 1936 doğumluyum. Çocukluk yıllarımdan beri dağ bayır demiyor koşuyordum. 1950’de Çankaya Köşkü’nün arkasında bir koru vardır. Onun da arkasında köyler var işte oralar benim koşma alanımdı.
Başbakan Şükrü Saracoğlu’nun köşkünde de oğulları Aydın ve Yılmaz köşkün bahçesinde futbol oynarlardı. Ben de gider onları seyrederdim. Bazen de kaleci bulamazlar kız kardeşi kaleye geçerdi. Köşk emniyet müdürünün oğlu da oynardı. Ben böyle dışarıdan seyrederken adam bulamadılar mı bana “Erdoğan sen gel, kalede dur” dediler. Ben ilkokuldayım ama muazzam reflekslerim var.
Bu konu açılmışken bir anımı da sizlerle paylaşayım arada… Babam Atatürk’ün kendisine hediye ettiği kadehe bir çarptı; ben öyle bir havada uçup yakalamıştım ki… Neyse dönelim bizim hikâyeye…
Yılmaz’la, Aydın ayrı bir takım kurmuşlar ama beni bir türlü almıyorlar. Fakat sonunda kaleci oldum, öyle kurtarışlar yaptım ki ertesi günü beni paylaşamadılar. Liseler arası yarışmalarda da en az gol yiyen kaleciydim.
Başbakan Şükrü Saracoğlu çok ilginç bir insandı, burada da bütün maçlarımızı takip ederdi. Her gün Başbakanlıktan gelir o bizim tenis kortundaki maçımızı kahvesini içerek seyrederdi. Bir taraftan da tenkit ederdi. Meğer bana kızıyormuş, ben hangi takımda olursam maçlar on, on beş farkla bitiyordu. Bana penaltı bile atamıyorlardı. Bir gün 9 gol atmışız. Ben de kendime futbolcu Fecri Ebcioğlu’nu örnek almıştım. Her sefer çıkıyor, topu alıyordum. Bir seferinde kaçırdım, maç 9-1 oldu. Saracoğlu dedi ki “Bu dokuz gole bedel oldu. Sonradan da bana “ Oğlum sana kızıyordum ama seni tebrik ederim. Muazzam bir yeteneğin var. Maçların zevki kalmıyordu, sen hangi takımda olursan o takım galip geliyor. O nedenle söylüyordum.” demişti. Bir Başbakanın kahvesini alıp bizim maçları seyretmesi benim için çok onur vericiydi.
– Hayatınızda 11 sayısının hep bir önemi oldu…
11 Ağustos’ta doğdum.
Nüfus kütüğünde no. 11; hane no. 11.
Atletizme 11 yaşımda başladım, 11 yaşımda ilk rekorumu kırdım; 11 saniye ile 100 m. yaptım.
İlk disk atmada 11 metre farkla birinci oldum.
Fenerbahçe ve milli takımda 11 no’lu formayı giydim. İlk resmi maçımda 11 sayı attım.
Kullandığım tüm telefonlarda 11 sayısı mutlaka var. Nişan tarihimde 11 var, evlendiğim ay ise yine 11. ay…
– Kardeşleriniz de sporla ilgili mi?
Babam Daniş Bey “Spor yapmayan avare olur” diyerek beni ve kardeşlerimi hep spora teşvik etmiştir.
Ağabeyim Kayıhan boks ve kalecilik yaptı. Aynı zamanda Orta Anadolu kayak şampiyonu oldu.
Kız kardeşim Özcan kızlar arası silah atışı ve 800 m. koşuda birincilikler aldı.
Amerika’da yöneticilik yapan küçük kardeşim Altan voleybol ve dalış sporlarının yanı sıra maraton da dereceler aldı. Ailede tüm üyeler ve çocukları da hepsi sporla yakından ilgilendiler.
– Anneniz ve babanız cumhuriyetimiz için de çok önemli insanlar. Bize biraz onları anlatabilir misiniz?
Babam ve annem Osmanlı döneminde doğmuşlar fakat batı kültürünü benimseyen iki insandı. Türk müziğinin yanı sıra klasik batı müziğini de sever, kanun ve piyano çalarlardı. Evliliklerinin ilk yıllarında onlar daha yeni evliyken Anadolu’ya silah kaçırmışlardı.
Babam Danış Bey teğmenken Filistin cephesinde savaşırken yaralanmış. Cephede Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa’dan güvenilir, sağlam, emin bir görevli istediğinde şifre subayı olarak babam gönderilir. Sonra Atatürk cumhurbaşkanı olduğunda babamı yanına alır. Bu bizim ailemiz için de her zaman gurur verici oldu.
Sonra babam Kars’a tayin oldu. Kars’ta da bir 720 basamak vardı. Orayı iner, çıkar antrenman yapardım. Fakat Kars’ta fazla kalamadım. Tahsil nedeniyle İstanbul’a geldim.
– Fenerbahçe Spor Kulübü’ne gelişiniz nasıl oldu?
1952 yılında İstanbul’a geldim. Hem okuyup hem de çalışıyordum. Babam gönderdiği harçlıklarla geçinebildiğimi zannediyordu fakat ben sıkı bir şekilde çalışıyordum.
Atletizm pisti uzak olmasın diye Fenerbahçe’nin yakınında bir ev tuttum. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün atletizm takımında yer aldım. Takımda şampiyonluklar kazanırken 110 m. engellide milli formaya kavuştum.
Kış sezonu geldiğindeyse okul çıkışı akşamları çalışacak kapalı bir yer ararken basketbol takımının salonuna gittim. Tüm ribauntları alınca genç milli takım çalışmalarına çağrıldım.
Daha doğrusu basketbola kandırılarak başladım. Aklımda basketbol yoktu. Kısa sürede iyi bir aşama kaydedince İstanbul bölgesel liginde altıncı, yedinci sırada olan ekibin üst sıralarına tırmanmasına ve 14 kez şampiyon olan bu yüzden de “Yenilmez Armada” diye anılan Galatasaray’ın ilk kez yenilmesinde ve basketbolda da Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin doğmasına neden olan takımda oynadım.
Fenerbahçe basketbolda ilk şampiyonluğunu 1954-55 sezonunda aldı. Bu sezonda 14 maçın tamamını kazanmış, 5nŞubat 1955’deki ilk maçta 55-47 yendiğimiz Galatasaray ile rövanşı 2 Nisan günü oynamıştık. O güne göre rekor sayılacak 14 bin lira hasılat toplanmış ve bu 14. ve son maçı 57-46 kazanmış Fenerbahçe’nin ilk kez şampiyonluğunu yaşıyorduk.
1951 yılından 1958 yılına kadar sarı lacivert formayı gururla taşıdım. 1954-55-56-57 İstanbul Ligi, 1957 Türkiye şampiyonası, 1954-1958 Federasyon Kupası şampiyonluklarını yaşadım. A milli oldum. 1955-1957-1959 Avrupa Basketbol şampiyonalarında ay yıldızlı formayı giydim.
Fenerbahçe takımı ile Türkiye şampiyonaları kazandık. Hiç sayı atmasını bilmeyen ben, bir maçta 73 sayı attım.
Sonra o dönem yöneticilerle anlaşmazlıklar olunca tekrar geri dönme düşüncesiyle 1958’de Darüşşafaka’ya gittim. Ancak o sene federasyon transferleri üç seneliğine dondurdu. Kaldığım üç sezon Darüşşafaka şampiyon oldu.
Sonra tekrar Fenerbahçe Spor Kulübü’ne döndüm. İkamet ve tahsilimi garanti eden Belçika’nın Standart Sporting Liege takımına gittim. O sezon şampiyon olduk. Almanya’da da hem oynadım hem de antrenörlük yaptım.
– Basketbol dışında da çok iyi işler yaptınız…
Evet, bir süre çocuk pedagojisi üzerine çalıştım.
Sonra ülkemizde küçüklerin spor alanında yalnız kaldığını gördüm ve büyüklerle ilgilenmeyi bıraktım. Hep küçüklerle ilgilendim.
Hentbolde antrenör ve hakem, basketbolda milli antrenör lisanslarım var. Elektrik, elektronik, yüksek gazetecilik, basın ve halkla ilişkiler olmak üzere dört adet mesleki diplomam var. Radyolarda amatör sporla ilgili programlar yaptım, gazetelerde yazılarım var. Piyesler yazdım, bunlar da radyoda yayınlandı. İngilizce, Fransızca ve Almanca konuşurum. Şiir, beste ve güftelerim de var. Boş zamanlarımda da resim yapıyorum. Tolga adında da bir evladımız var.
– Sporculuğunun yanı sıra yönetici olarak da sporumuza büyük hizmetler verdiniz. Fenerbahçe Spor Kulübü’ne yaptığınız en önemli hizmet ise basketbol okulunu kurmanızdı…
İstanbul Üniversitesi’nde kurduğum kız takımı üst üste Türkiye şampiyonlukları aldı.
Fenerbahçe Spor Kulübü’nde kurduğum basketbol okullarında aralarında İbrahim Kutluay’ın da bulunduğu birçok basketbolcu çıktı. Altan Çetinkaya da vardı.
Aslında altyapıdan seçim yapabilmem için Caddebostan’da “Sporium”u kurdum. Seçmeleri orda ve Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde yapıyor sonra Fenerbahçe Spor Kulübü basket okuluna alıyordum. Hepsi çocuktu. Zaman içinde çok çok iyi yerlere geldiler.
Kondisyonerliğini yaptığım genç milliler Amerikalıların da katıldığı Albert Scweizer Kupası’nı, Ümit milliler ise Balkan şampiyonluğunu kazandı.
Eczacıbaşı’nın deplasmanlı lige çıktığı yıllar kondisyoneriydim. Anadolu’dan bulduğum yetenekli gençleri kendim özel yetiştiriyordum. Bunların içinden milli takıma yükselenler oldu.
Antrenörlüğüm sırasında İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü ve PTT’yi de çalıştırdım.
Yüksek Denizcilik Okulu’nun spor bölümünde ünlü atlet Ruhi Sarıalp’in asistanlığını ve kulübün başkanlığını yaptım. Taç Spor ’da basketbol okulunu ve iki kez şampiyon olan hentbol takımını kurdum. Enka ve Darüşşafaka kulüplerinde Genel Müdür yardımcılığı görevlerinde bulundum.
-Zamana geri gel demek mümkün olsaydı neler isterdiniz?
Sacit Seldüz, Nejat Diyarbakırlı, Hikmet Vardar, Erol Demiroma, Mete Yalçın, Muammer Tezel, Yılmaz Gündüz, Altan Dinçer, Tuncer Kabaner, Turhan Tezol, Erol Pekelman, takım arkadaşlarımı tekrar sahada görmek isterdim…
Çok güzel günlerimiz geçti.
Salonda oturduğunuz yerden baktığınızda ne kadar kolay görünür her şey… Top küçük, çember büyük… Sayılar bir bir atılır, başarılar kazanılır… Çok mu geniş görünür basketbol çemberi, hâlbuki ne mücadeledir o… Aynen bir heyecan çemberi…
Ekip olarak bugünlere gelmemizi sağlayan, merhum Rüştü Dağlaroğlu başta olmak üzere, büyüklerimizi andığımız ve ilk kitabımızı konu alan Kadıköy Life röportajımız, derginin Temmuz-Ağustos 2022 sayısında yayınlandı. Keyifli okumalar.
FenerbahceTarihi.org ekibine “Neden Fenerbahçe?” diye sormak olmaz… “Neden Fenerbahçe tarihinin bu bölümü?” diye soralım. 1907-1914 arasını yazmanızın sebepleri nelerdi?
Bu sorunun cevabına “Rüştü Dağlaroğlu” ismiyle başlamamız gerek. Biz kendisi için “Fenerbahçe tarihinin bânisi” diyoruz. Zira 1919’dan itibaren yaptığı el emeği göz nuru çalışmaların temel ve öncü olarak Fenerbahçe tarihini bina ettiği tartışmasız bir gerçek!
Kıymetli oğlu Müzdat Dağlaroğlu sayesinde rahmetli Rüştü ağabeyin müthiş arşivini görme şerefine de eriştik. Özetle, ruhu şâd olsun, eğer Rüştü Dağlaroğlu olmasaydı hiçbir şey mümkün değildi…
Bize göre Fenerbahçe’nin kuruluş hikâyesinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecinde; toplumsal, politik hatta ekonomik olarak incelenmesi gereken özel bir anlamı var. Bu hikâye, farklı bakış açılarıyla değerlendirilip yeniden yazılması gereken tarihî meseleleri de içinde barındırıyor.
Fenerbahçe tarihindeki birçok olayın bugün ‘mesele’ olarak değerlendiriyoruz çünkü döneme dair kaynaklar yetersiz ve yeni araştırmacıların birçoğu özgün bir inceleme yapmayı tercih etmiyor. Hâlbuki Fenerbahçe’yi kuran ve kuruluşunda pay sahibi olan insanların hayat hikâyeleri ve faaliyetleri, Fenerbahçe’nin kuruluşunu çok özel bir araştırma konusu haline getiriyor.
Biz de bundan ötürü (Türk spor tarihinde belki de üzerinde en az çalışma yapılan dönem olan) Fenerbahçe’nin kuruluş yılları için araştırmalara başladık ve sonuç aldıkça kendimize bir yol haritası belirledik. Sonrasında bu haritadaki izleri takip ederek ilk kitabımız olan “Fenerbahçe Tarihi Meseleleri-Kuruluş”u yazdık.
Peki, FenerbahceTarihi.org ekibi nasıl kuruldu? Ne zaman bir araya geldiniz? Bunca “ilk” denebilecek şeyi nasıl başardınız?
Aşağı yukarı üç sene önce, henüz pandemi yokken bir araya geldik. Uzmanlık alanları Fenerbahçe tarihi olan, yaklaşık yirmi kişiydik. Bir şekilde birbirini tanıyan, bilen ama daha önce bu şekilde bir araya gelmemiş Fenerbahçeliler…
Tek tek insanlara baktığınızda yüksek bir ifade gücü, keskin bir kalem, kusursuz bir hafıza ve takdire şayan bir organizasyon yeteneği görebiliyordunuz. Bunlara eski yazıları okuyabilmemiz ve yılların emeği ile toplanmış, adeta göz kamaştıran arşivler de eklenince daha ilk toplantıdan “Mutlaka bir şeyler yapalım!” kararı çıktı. Büyük bir heyecan içinde kalmıştık, diyebiliriz. Nitekim sonu çok güzel oldu…
“Nasıl başardınız?” sorusuna gelince…
Önce bir işbölümü yaptık. Dönemler, konular, bu kitaba da adını veren meseleler üzerinde yoğunlaşacak kişileri belirledik.
Bir sonraki toplantıda masanın üzerinde onlarca sayfalık içerik duruyordu. Bu içerikler hakkında konuştukça, Fenerbahçe tarihine dair “Bu böyle!” denen birçok konuda işin aslının farklı olduğu ortaya çıktı.
Tarih yazımını; belgelere dayanarak, belgelerin de “kaynak” statüsünde olup olmadığını özenle değerlendirerek yaptığımız için bu müstesna topluluk ortaya çıkan gerçekleri paylaşmakta bir sakınca görmedi. Ve böylece www.fenerbahcetarihi.org doğdu.
Bu konuyu kitaba bağlarken şunu da itiraf etmemiz gerek: Tarihî meselelerin bu kadar ilgi çekeceği aramızdan kimsenin aklına gelmemişti. Mızrak çuvala sığmadı! Yazdıklarımıza değer veren, önemseyen kişiler, içeriği kitaplaştırma zamanı geldiğine bizi ikna ettiler. Buna göre yazılarımızı sınıflandırdık; Fenerbahçe tarihini dönemlere ayırdık. Kitabın zamansal sınırı da böylece belirlenmiş oldu.
Oldukça yüksek sayıda ve organik bir takipçi kitleniz var. Ayrıca akademisyenler ve tarih öğrencileri de sıklıkla sizinle iletişime geçiyorlar. Bu süreçleri nasıl yürütüyorsunuz?
Bu konu açılmışken Prof. Dr. Vahdettin Engin ve kıymetli eşi Emel Engin hocalarımıza minnettar olduğumuzu bir kez daha, öncelikle ve özellikle belirtelim… Her aşamada yanımızda oldular, yol gösterdiler. Kitabımız başta olmak üzere her şey, bizim olduğu kadar, onların da eseridir.
Doğanay imzalı bir yazar, 1948 yılında “Saint Joseph Fenerbahçe’nin çekirdeğini vermiş okuldur.” cümlesini yazmış. Bizim çalışmalarımızın çekirdeğini verenlerden biri de Saint Joseph Lisesi tarihini yazan, rahmetli Demir Alp Serezli ağabeyimiz idi.
Koleksiyonunu insanlara ve tarihe kazandırmak hususunda gösterdiği yücegönüllü tavrı, koleksiyonun kendisinden katbekat fevkalade olan kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet de bizim için adeta kadim Kadıköy’ün bilgi deryası oldu.
Dediğiniz gibi birçok akademisyenler, öğrenci kardeşlerimiz, birbirinden kıymetli büyüklerimiz ve (şahsen tanıyalım, tanımayalım) çok verimli yazışmalar yaptığımız değerli takipçilerimiz var.
Mamafih ilişkide olduğumuz isimlere bakınca “süreçleri yürütmek” diye bir şeye gerek kalmıyor. Biz yalnızca bilgilerin, belgelerin ve fotoğrafların arasında geziyoruz ve bunları muazzam bir keyifle bir araya getiriyoruz.
Yola çıkarken web sitemizin “Hakkımızda” sayfasında şu cümlelere yer vermiştik:
“Bizler, Fenerbahçe kongre üyeleri ve Fenerbahçeli tarihçiler olarak büyük bir eksiği gidermek için, bir çalışma grubu kurmaya karar verdik. Bizden başka gönüllülerin de desteğiyle uzun bir bilgi yolculuğuna çıkacak olan kalabalık bir ekip olarak, tamamlandığında (hiçbir karşılık beklemeden) Fenerbahçe Spor Kulübü’ne devredilecek detaylı bir ‘Görsel ve Yazılı Tarih’ çalışması yapmayı planlıyoruz.
Bu organizasyon temel hedeflerinden biri de kendini Fenerbahçeli addeden herkesi Fenerbahçe tarihine sahip çıkmaya davet etmektir. Fenerbahçemize gönül vermiş her bireyin fikrine ve projesine ihtiyacımız var. ‘Fenerbahçelilik Mirası’nda sizi de aramızda görmekten büyük keyif ve onur duyacağız.”
Gelinen noktada, gerek takipçilerimizin bize gösterdiği ilgi ve sevgi, gerekse Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Sayın Ali Koç’un ve kıymetli Yönetim Kurulu üyelerinin bizler hakkında gösterdiği teveccüh ve defaten söyledikleri güzel sözler bize müthiş bir motivasyon sağladı.
Ulu Önder Atatürk’ün “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” diyerek çizdiği yolda devam edeceğiz.
Kadıköy Life Dergisi | Temmuz & Ağustos 2022 – Sayı 106
17 Temmuz 1923 tarihinde oynanan maçta Fenerbahçe ve Slavia Prag takımları bir arada. (Suna ve İnan Kıraç Vakfı)
UEFA Konferans Ligi’nde eşleşen Fenerbahçe ile Slavia Prag arasında tarihi bir süreç var aslında. 1923, 1925 ve 1927 yıllarında 3 maç yapılmıştı. Bu tarihsel süreci okurlarımıza anlatır mısınız?
Türk takımları yabancı temaslara alışık sayılır. 1910’lu yıllarda, Galatasaray’ın ve Fenerbahçe’nin yurtdışı seyahatleri var. Dünya Savaşı’ndan sonra ise işgal ordusu takımlarıyla maçlar başlıyor. O zaman için gelişi ise çok büyük bir olay. Özellikle 1923 yılındaki ilk seyahat Türk spor çevresinde muazzam ses getiriyor. Dönem futbolcularının hatıralarında “Slavia maçları bizim için birer dönüm noktasıydı” cümlesine sıkça rastlıyoruz. Slavia maçlarının futbolcularımız tarafından “dönüm noktası” olarak kabul edilmesinin esas sebebi Milli takımımızın tarihi ile yakından ilgili. 1922’de Türk sporunun ilk kurumsal bir yapısı olarak kurulan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı (TİCİ) çatısı altında faaliyete başlayan Türkiye Futbol Federasyonu, ilk icraatı olarak FIFA’ya üye oluyor ve 1924 Paris Olimpiyatlarına futbol takımını göndermek için çalışmalara başlıyor. Dönemin yöneticilerinin akıllarına gelen ilk soru, Türk futbolunun uluslararası arenada başarılı olup olamayacağı oluyor. Slavia işte bu soruya cevap bulmak için davet ediliyor.
Bu tarihsel süreçte 16 Temmuz 1923 tarihinde yapılan karşılaşmanın büyük önemi var. 10-1’lik tarihi bir yenilgi var ama Türk takımlarının şeref golü de var… Çünkü daha önce Altınordu ve Galatasaray’ın da 7-0’lık yenilgileri vardı. Bu maçı bizlere anlatır mısınız?
Tabii ilk iki maç 7-0 bitince kamuoyunda “Biz bu takımı yenemeyiz” fikri oluşmuş. Fenerbahçe’den ise galibiyet değilse bile, en azından bir gol bekleniyor. Nitekim sarı-lacivertliler de bu temenniyi boşa çıkarmıyor. Dönemin gazeteleri bu maça dair halkın hissiyatını çok güzel ifade etmiş : “Üç günün üç müsabakası esnasında boğazlarda düğümlenip kalan ‘Gol’ kelimesi binlerce sinenin var kuvvetleriyle stadyumu inletti. Fenerbahçe İstanbul futbolculuğunun şerefini kurtarmıştı. Stadyum inledi. Fesler havalarda uçtu.” cümlelerinde hepsi hemfikir.
Üstte: Slavia-Galatasaray maçında. Galatasaray kulübü reisi Ziya Bey’in maçtan evvel misafirlere nutku. Ortada: Fenerbahçe-Slavia maçında. Erkân-ı hükümet ve şehzadegân. Altta: Slavia’ya çıkan Altınordu takımı. (Spor Alemi)
Türk futbolseverleri üzen aslında biraz kıran bir olay yaşanıyor maç öncesinde. Fenerbahçe’nin davetlisi olarak Kalamış’taki eski Belvü Gazinosu’na gelen Slavia Prag kalecisi Hana kibirli bir şekilde bir bahis ortaya koyuyor; Altınordu ve Galatasaray’dan gol yemediğini anımsatıp Fenerbahçe’ye de kalesini kapayacağını iddia ediyor.
Slavialılar İstanbul’a ayak bastıkları andan itibaren çok güzel ağırlanıyorlar. Galatasaray Lisesi’nde ve Fatih Belediye binasında Slavia onuruna ziyafetler veriliyor. Fenerbahçe’nin Belvü’deki çay daveti ise yine çok keyifli. Kulüpten teknelerle gidiliyor Belvü’ye. Şüphesiz orada bazı latifeler, iddialaşmalar olmuştur. Bununla beraber, Fenerbahçeli ve Slavialı futbolcuların birbirleriyle çektirdikleri hayli neşeli fotoğraflar da var. Hatta Slavialılar hatıra olsun diye resimler alınırken bizimkilerin feslerini giymişler. İstanbul’dan ayrılırken de “Sizden hatıra kalsın” diyerek, uğurlamaya gelenlerden feslerini istiyorlar. Bizimkiler de hediye ediyor.
Bildiğimiz kadarıyla dönemin güçlü milli takımlarından Çekoslavakya’nın ilk 11’inden 7 futbolcu Slavia Prag’da oynuyordu ve bu nedenle Türk basını da bu maça çok önem veriyordu. O tarihte Türk basınındaki bakış ve heyecan nasıldı maça dair?
Dönem basınında Slavia’nın Türkiye’ye gelmeden önce Romanya Milli takımını 6-0 yendiği haberleri veriliyor. Aslına bakarsanız o maçı oynayan Çekoslovak Milli takımı. Biraz önce değindiğim gibi Slavia’nın davet edilme sebebi Türk milli takımını oluşturacak futbolcuların güçlü bir ekip karşısında neler yapabileceğini görmek. Spor basınının bu maçlara verdiği önemin altında yatan sebep de bu. Nitekim 26 Ekim 1923’te Milli takımın ilk resmi maçında Romanya karşısına çıkan kadronun Slavia ile maç yapmış 3 takımımızın oyuncularından oluştuğunu görüyoruz. O dönem Türkiye’de çok kuvvetli bir spor basını geleneği var. Fakat Slavia’nın bambaşka bir heyecan getirdiği inkâr edilemez. “Spor Âlemi” ve “Türkiye İdman Mecmuası” gibi dergilerle birlikte, Yusuf Ziya Öniş, Nasuhi Baydar ve Burhan Felek gibi isimler sayesinde bu seyahate dair müthiş bir haber akışı meydana gelmiş. Özellikle Slavia’nın geliş ve gidiş günlerinden sonra kaleme alınan bazı yazılarda şahane tespitler ve özeleştiriler var. Slavia’nın pas oyununu ve takım içi yardımlaşmasını öve öve bitirememiş spor yazarlarımız mesela.
Slavialı misafirlerin “Milliyet” için attıkları imzalar. (1927)
10-1’lik tarihi bir yenilgi var ve bu skor Fenerbahçe’nin kulüp tarihindeki en farklı yenilgisi… Ama Taksim Stadı’nda Ömer Tanyeri’nin attığı şeref golü de var. Bu maçı Fenerbahçe tarihinde nereye koyuyorsunuz? Bir yanda üzüntü var ama bir yanda da şeref golünün getirdiği bir teselli var.
Gol teselliden de öte, büyük bir sevince yol açmış. Seyircilerin maçtan sonra Alaaddin’i omuzlara alıp stadyum kapısına kadar götürdükleri düşünülecek olursa, goldeki aslan payı onun gibi gözüküyor. Fakat Fenerbahçe tarihini kendinden sonraki nesillere armağan eden Dr. Rüştü Dağlaroğlu “Ömer Tanyeri attı” diyorsa, doğrudur. Zira bunu bizzat kendilerinden dinleyip, öğrenmiştir. Ömer Bey’in (ki lakabı Beleş) “Doğru zamanda, doğru yerde olmak” ile özetlenebilecek gol sezişi düşünüldüğünde hiç de sürpriz değil. Bu arada İstanbul Karması ile Slavya’ya atılan üç golün de sahibi Fenerbahçeliler; Zeki Rıza Sporel ve Alaaddin Baydar!
1923’teki Fenerbahçe takımı esasında rekorların ve başarıların takımı. 1922-1923 sezonunda 58 gol atıp gol yemeyen namağlup bir takım var. Fenerbahçe’nin o tarihi kadrosunu okurlarımıza tanıtır mısınız?
Tek kelimeyle “inanılmaz” bir ekip! Şekip Kulaksızoğlu, Hasan Kamil Sporel, Cafer Çağatay, Kadri Göktulga, İsmet Uluğ, Fahir Yeniçay, Sabih Arca, Bedri Gürsoy, Zeki Rıza Sporel, Alaaddin Baydar ve Ömer Tanyeri! Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Elkatipzade Mustafa Bey’in kurduğu altyapı takımlarında yetişen bu sporcular için bizim kullandığımız bir tabir var: “Esir Şehrin Moral Kaynağı”. Fenerbahçe’nin işgal kuvvetlerine karşı kazandığı her maç, büyük bir sevinçle karşılanıyor. O yılları anlatan hatıralarda sahaya girip gol atan oyuncuya sarılmaya koşan seyircilerden bile bahsediliyor.
1925 yılındaki maçtan önce Fenerbahçe ve Slavia takımları. (Gol Spor)
1922-23 sezonundaki yenilgisiz ve gol yemeden şampiyon olan kadronun fahri başkanı Şehzade Ömer Faruk. Şehzade Ömer Faruk, Fenerbahçe tarihinde önemli bir yere sahip. Şehzade Ömer Faruk dönemi nasıl geçmişti Fenerbahçe’de?
Şüphesiz Ömer Faruk Efendi’nin günümüz başkanlarından farklı bir statüsü vardı. Aktif olarak yönetmese de kulübü 1920-1924 yılları arasında Fahri başkan olarak himaye etmiş. Şehzade’nin Millî Mücadele’ye olan olumlu bakış açısı göz önüne alındığında bu ilişki daha da değer kazanıyor. Ömer Faruk Efendi’nin kulübü birkaç kez ziyaret ettiğini, anı defterini imzaladığını biliyoruz. Özetle Şehzade, işgal güçleriyle sahada mücadele veren kulübünü yalnız bırakmamış. Slavia ile 1923’te yapılan maçtan önce verilen davette Fenerbahçe’yi temsil etmiş. Bu bilgiler ışığında Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe tarihinin zenginliklerinden biri olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Şimdi takvimlerimizi 5 Haziran 1927’deki tarihi galibiyete çevirelim isterseniz. Slavia Prag bir kez daha İstanbul’da ama bu kez bambaşka bir sonuç var. 1-0’lık tarihi galibiyet büyük ses getiriyor o günlerde…
3 Haziran 1927’de Galatasaray Taksim Stadı’nda Slavia ile karşılaşırken, Fenerbahçeliler de Ali Naci Karacan’ın bizzat Almanya’ya gidip getirdiği, Bekir’i karşılamak üzere Sirkeci garına gitmişler. Gazeteler “Milli takımın eşsiz futbolcusu Bekir geldi” haberini birinci sayfadan duyurmuşlar. Bekir de kendisinden bekleneni yapmış ve Fenerbahçe’ye maçı kazandırmış. Gazetelerde maçtan sonra Fenerbahçe’ye, Türkiye’nin dört bir yanından, iki yüzü aşkın tebrik ve takdir telgrafı geldiği haberlerine rastlıyoruz. Slavialılar ise, ilk ziyaretlerinin aksine, herhalde mağlubiyetin moral bozukluğundan olacak, o akşam Fenerbahçelilerin verdiği ziyafete gelmemişler.
Dediğiniz gibi, bu tarihi galibiyeti getiren Bekir Refet Teker namı diğer Bombacı Bekir’in kafa golü oldu. Bombacı Bekir’in Fenerbahçe tarihinde özel bir yeri var. Futbolseverlere ve Fenerbahçelilere Bombacı Bekir’i anlatır mısınız?
Fenerbahçe altyapısından, Elkatipzade Mustafa Bey mucizesinin eseri Bekir… Profesyonel anlamda yurtdışına transfer olan ilk Türk futbolcusu… Bugünden o günlere dönüp baktığımızda Bekir’in Karlsruhe’ye transferini, altyapıdan oyuncu yetiştirip ihraç etme hayalinin başlangıcı olarak kabul edebiliriz. Sevecen Tunç’un yakında yayınlanacak olan kitabında Bekir hakkında çok güzel bir bölüm olacağını öğrendik. Bunu da Bekir’in adının yaşatılması adına sevindirici bir haber olarak görüyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasının da bulunduğu kulüp hatıra defterindeki son yazının Bekir tarafından yazılmış olması Fenerbahçe tarihi için güzel bir tesadüf kanımca. 4 Aralık 1951 tarihinde şöyle demiş büyük Fenerbahçeli: “Uzun senelerden sonra kulübümü ziyaretimde idareci ve sporcularının fevkalade gayretlerini müşahede ettim. Bu faaliyetlerin semerelerini pek yakın zamanda toplayacaklarından hiç şüphem yoktur.”
Spor Tarihi Araştırmaları Derneği çalışmalarına başladı. Kasım 2021’den bu yana sosyal medyada da çalışmalarınızı paylaşıyorsunuz. Son olarak dernek çalışmalarını ve projelerinizi bizlerle paylaşır mısınız?
Öncelikle bize yer verdiğiniz için Derneğimiz adına çok teşekkür ederim. Fenerbahçe Tarihi üzerine uzun zamandır çalışmalar yapan bir ekibiz. Fenerbahçe tarihine yaptığımız katkıların gördüğü ilgi üzerine kurumsal bir yapı oluşturmaya karar verdik. Bu konudaki en büyük desteği de sevgili Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin’den gördüğümüzü belirtmek isterim. Spor tarihi üzerinden, belgeye dayanmayan söylemlerle toplumu ayrıştıranların karşısında konumlandırıyoruz kendimizi. Spor tarihi, üzerinde bilimsel çalışmaların az olduğu bir alan. Bu alanda akademik olarak çalışma yapmak isteyen kişilere destek vermek, özel arşiv ve koleksiyonların kamuoyunun hizmetine sunulmasına yardımcı olmak istiyoruz. Hangi renkte olursa olsun, gerçeğin peşinde ve hizmetindeyiz.
Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Fakat değerli çalışmaları sadece bunlardan ibaret değil. Muhteşem belgeselleri ve tamamlanmayı bekleyen başka projeleri de var. Bizler, FenerbahceTarihi.org gönüllüleri, özel olarak belirttiğimiz gibi, buradan da yazalım : Emrindeyiz!.. Bugün kendisinin müsaadesiyle, Kıbrıs’ın efsane ismi, Türk kahramanı Rauf Denktaş ile 2006 yılının Ocak ayında yaptığı röportajı buraya taşıyoruz. Rauf Bey, nur içinde yatsın. Tekrar teşekkürler, Sibel abla…
Kıbrıs ve saygıdeğer devlet büyüğümüz Sayın Rauf Denktaş… Bu iki isim, birbirinden asla ayrı düşünülemez. Hayatını Kıbrıs çıkarları uğruna adamış deneyimli ve bu deneyimini de her zaman paylaşmış değerli bir devlet büyüğümüz…
Fenerbahçemiz bu ay saygıdeğer bir devlet büyüğünü ağırlıyor. Sayın Rauf Denktaş’ın ofisine gitmek için önce BRT Televizyonu’nda Sayın Mete Tümerkan Bey’le buluştuk. Gösterdiği misafirperverlik ve nezaket unutulacak gibi değildi. Fenerbahçe Dergisi adına buradan kendisine teşekkür edip saygılarımı sunuyorum. Değerli büyüğümüz Rauf Denktaş’ın yanına vardığımızda ise heyecanım asla geçmedi. Yoğunluğundan dolayı kendisine ulaşmak o kadar kolay olmamıştı. Aylarca beklemiştik. Değerli politikacımızın en büyük özelliğinin hiç kimseyi incitmemek olduğunu anlamakta pek zorlanmadım. Çok ince ruhlu, zeki ve sevecen bir insandı. Beni en çok etkileyen anı hatırladım bir an. Sayın Cumhurbaşkanımız Necdet Sezer’in elinden devlet şeref madalyasını gözyaşları içinde alan bir devlet adamı olması. Şu an sadece SES olmamızı istiyor bizlerden. KKTC’de yaşayan herkesin sevdiği ve saydığı devlet büyüğümüz, üstün devlet adamı ve insani vasıflarının yanı sıra da ince, anlamlı, düşündürücü, nüktedan bir insan. Röportajımız boyunca hiçbir takımı kırmak istemeyen, her sözünde milli takım taraftarı olduğunu söyleyen değerli büyüğümüzün bize verdiği küçük mesajlarıyla, bu konudaki hassasiyetini ve Fenerbahçe sevgisini derinden anladım. Kendisine Fenerbahçe Dergisi olarak sonsuz saygı ve teşekkürlerimizi iletiyoruz.
Milli takımı desteklemekle birlikte Fenerbahçe’ye özel bir sevginiz olduğunu biliyoruz. Bu sevgi nasıl oluştu?
İnal Batu buradaydı. İnal Batu Fenerbahçe hastası. Fenerbahçe maçı kaybettiğinde yanına çıkmanız mümkün değildi. Bir Fenerbahçe maçına götürmüştü beni. Burada oynanan bir Fenerbahçe maçıydı. Maça beraber gittik. O andan itibaren de Fenerbahçeliler beni Fenerbahçeli olarak addettiler. Ben de bozmadım.
Gençliğinizde sporla ilgili bir aktiviteniz oldu mu? Genç nesil için sporla ilgili neler söyleyeceksiniz?
Benim ağabeyim Ertuğrul, Türk takımında en iyi kalecilerdendi. Türk takımında.Türk kulübünün ismi sonra Çetinkaya oldu. Ünlü oyuncu Hacıbaba vardı. Hacıbaba’dan sonra Ertuğrul gelirdi. Babam derslerini ihmal eder, kulüplere gider diye çok tedirgin olurdu. Muazzam antisiydi. Ertuğrul da gizli gizli gider oynardı. Onun maçlarını takip ederdim. Babamla olan çelişkilerini gördüğüm için ben kendimi futbola veremedim. Güreş yaptım, boks oynadım. Orta çapta bir yüz metreciydim. Yüzdüm, yürüme, avcılık gibi sporlarla da vaktimi geçirdim. Bir kalp ameliyatı geçirdim. Doktorlarında söylediğine göre kalbimin güçlü olmasını spora borçluyum. Tabii sonradan sporu bırakınca o adaleler yağ bağladı. İşte böyle şişmanlar otururuz. Gençleri spor yapmaya teşvik ederim. Sigaradan, içkiden, özellikle uyuşturucudan uzak durmalarının gerektiğini onlara uzun uzun anlatırım. Bunun etkileri nedir? İnsana neler yapar? Nerelere götürür? Bunun çaresi gençlerin spora dönmesidir. Hükümetlerin görevi; benim ve buradaki hükümetim için söylüyorum her gence spor yapabilecekleri imkanları sağlamaktır.
Sportif faaliyetler toplumu birbirine bağlar? Kıbrıs’taki sportif faaliyetlere ne gibi katkılarınız oldu?
Biz görevdeyken tüm spor faaliyetlerini destekledik. Sadece yapmayı çok isteyip de başaramadığım bir şey oldu. Ama şimdi yapıyorlar gibi. Kulüpler çoğaldı. Küçük küçük kulüplerin oluşması bence kaliteyi düşürür. Bunların daha da birleşmesi gerekir. Üç, beş köyün bir araya gelmesi lazım. Yapmaya çalıştığım ve başaramadığım bir şey vardı. Hükümetin hiç olmazsa hakem paralarını kendisine vermesiydi. Çünkü burada her kulüp büyük bir mali, ekonomik zorluk içerisinde yaşamaktadır. Onları kurtarmak lazım. Bir ikincisi de bu en büyük handikap, dış temasların yapılamamasıdır. Hatta Türkiye’den bir karşı kulüple maç yapamamalarıdır. Bu büyük bir olaydır. Çünkü 1960 anlaşmasında spor iki cemaata ait bir olaydır. Rum tarafının ben hükümetim dolayısıyla bu federasyonu tanımam deme hakkı yoktur. Lakin dünya hak ve adalet dünyası olmadığı için bu ambargoyu da sürdürmektedirler. Bunun kalkması için Türkiye’deki spor camiasının katkısı büyük olur. Yani dış ülkelerle yapılan maçlarda veya maçlarla ilgili toplantılarda KKTC’nin varlığını hatırlatacak şeyler, girişimler yapılsa, yararlı olacaktır diye düşünüyorum.
Gençliğinizde Türk takımlarına karşı Kıbrıs halkınının sevgisi nasıldı?
Bizim gençliğimizde Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş kulüpleri vardı, onları bilirdik. Onların maçlarını radyodan dinlerdik. Bir gün ağır ceza mahkemesindeydim. İngiliz reis, Türk hakim ve Rum hakim oturuyor. Birdenbire büyük bir gümbürtü sokaklardan, şu an tam hatırlamıyorum Fenerbahçe veya Galatasaray şampiyon olmuş, araba sesleri, korna sesleri, taraftarların sesleri, kornaları çalarak mahkemenin önünden geçiyorlar. Yani davayı dinlemek mümkün değil. İngiliz reis çok kızdı. Polislere “Gidin şunları susturun” dedi. Polis gitti ve geri geldi: “Efendim susturmak mümkün değil, şampiyon olan takımın taraftarları sevinç yapıyorlar susturmak mümkün değil.” dediler. İngiliz hakim bu sefer “Bunlara ne? Onlar orada şampiyon olmuşlarsa…” dedi. Ben atıldım, dedim ki; “Ben halkı yakından izliyorum. Bu kulüpleri tutan insanlarımız, gruplarımız var burada da.” Bu da bizim Türkiye’ ye bağlılığımızın bir göstergesiydi. O zamanlardan itibaren kulüplerimizin maçlarını vakit buldukça ilgiyle izliyoruz. Ben Milli takım destekçisiyim ama güzel bir maç izlediğimde de kazanan tarafı derhal alkışlarım, sevinirim.
Siyasetçilerin ve sporcuların ortak endişesi nelerdir?
Şimdi siyasetçi ve sporcu deyince siyasetçilerin çoğu kulüplerden geçerek gelmiş siyasetçi olmuşlardır. Siyasetçi doğmamışlardır. Nasıl ki sporcuların sporcu doğmadığı gibi, siyasetçilerin de sporcuların da ortak endişesi bana göre kaybetmektir zannedersem.
KKTC’ nin sizden sonraki idaresi istikrar olarak nereye gidecek?
Çalışıyorlar. Devleti koruma yemini ederek görevi almışlardır. Rum’u anlamaya başlamışlardır. Bugün açıkça Yunanistan Eski Dışişleri Bakanı Pangalos “Rumlar Annan planına hayır diyerek Türklerle birlikte yaşamak istemediklerini dile getirdiler.” diyor. Bunu zaten genel sekreter de raporuna koydu. Sadece planın reddi değil birleşmek istemediklerinin kanıtıdır demişti. Ve konuştuğu normal vatandaşlara “Hedefleri Kıbrıs’ta bağımsız bir devlet sahibi olmak değil, açıkça Enonis’tir (Birleşme). Açıkça söylüyor. Biz de bunlara taviz vermek suretiyle Kıbrıs meselelerini halletmeye uğraşıyoruz. Bunlarla meseleyi halletmenin tek yolu vardır. KKTC’ye sahip çıkmaktır. Açıkça Türkiye’nin bunu dünyaya bildirmesidir.
Kıbrıs’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Er veya geç bir anlaşma olacaktır. Bizim bütün uğraşımız bu anlaşmanın kağıt anlaşması olmaması. Sayın cumhurbaşkanı Sayın Sezer’in, Sayın Talat’ı kabul ettiğinde basına söylediği gibi; Kıbrıs’ta dili, dini ayrı iki halk vardır. Bunların iki devleti vardır. Ve Kıbrıs üzerinde Türk, Yunan dengesi vardır. Bunlar kaile alınmaksızın Kıbrıs meselesi halledilemez. Eğer kalıcı bir barış istiyorsak ve eğer Türkiye’nin denizlere açık bir ülke olarak kalmasını istiyorsak bu formülden Türk tarafının zerre kadar fedakarlık yapmaması gerekir. Kıbrıs, Rum’a, Yunan’a giderse, Türkiye Akdeniz’e çıkmak için Rum’dan, Yunan’dan izin isteyecektir. Bu kadar vahim bir durumla karşı karşıyayız.
Kıbrıs yönetiminde gönlümüzde yaşayan bir insansınız, yıllarca dirayetle büyük bir özveriyle başkanlık yaptınız ve bunu başarıyla yürüttünüz. Şimdi özel yaşamınızda sizi neler bekliyor?
Maalesef halen özel yaşamıma dönemedim. Çünkü kritik bir safhadan geçiyoruz. Dolayısıyla Anadolu’dan aldığım davetlere icabet ederek gerçekleri anlatmak ihtiyacı duyuyorum. Anadolu’da bu gerçekleri duymak için büyük bir istek var. Çoğu zamanımı bu ziyaretleri yapmak ve konferanslarlar vermekle geçiriyorum. Burada olduğum günlerde de eskiden olduğu gibi randevular dolup taşıyor, halkla yine haşır neşir olmak suretiyle devam ediyoruz. Basına yazılar yazıyorum. ART Televizyonu’nda her pazartesi konuşuyorum. Eskisinden daha yoğun bir durum yaşıyoruz diyebilirim.
Fenerbahçe Dergisi’ni okuyor musunuz? Bizlerden beklentileriniz neler?
Dergi çok güzel doyurucu bir dergi, çok teşekkür ederim. Sizin aracılığınız ile herkesin yeni yılını kutlar, 2006 yılının hayırlı geçmesini dilerim.
Fenerbahçe Dergisi okuyucuları için mesajınız var mı?
Hayırlısı olsun, güzel güzel şutlar, güzel güzel gollar dilerim. Fenerbahçe’nin Türkiye dışında Avrupa’da da başarılı olmasını diliyorum. Bizi en çok heyecanlandıran maçlar yabancı takımlarla yapılan maçlardır. Hakikatten orada kulüp ne olursa olsun tabii sevdiğimiz kulüp olduğunda daha büyük bir heyecanla izleyip heyecanlanıyoruz. Yenildiğimizde de günlerce büyük bir üzüntüyle yatıp kalkıyoruz. Onun için başarılarının devamını diliyoruz.
Röportaj : Sibel Kurt – Fenerbahçe Aylık Resmi Dergisi – 2006 Ocak
Artık Fenerbahçe tribün tarihini de yazmaya başlıyoruz. Daha doğrusu yazılmazına vesile olmaya… İlk konuğumuz gençlikten orta yaş kuşaklarına doğru giden bir arkadaşımız : Dededen ve babadan fanatik, kongre üyesi Can Turgut.
Vazgeçilmez klasiklerden başlayalım. Nasıl Fenerbahçeli oldun? Gittiğin ilk maç hangisi? Hatırda kalan “sence” mühim detaylarıyla tabii.
Röportaja “klasik” bir cevapla başlayacağım. Dededen ve babadan fanatik Fenerbahçeli olarak doğunca bana başka bir şans kalmıyordu.
İlk hatırladığım maç Toni Schumacher’in İnönü’deki jübilesi. Babamla Yeni Açık’a gitmiştik, Atletico Madrid’le 3-3 berabere bitmişti ve hatta elektrikler kesilmişti. Bileti hala durur. Maça gitmenin keyfi kanıma öyle girdi.
Babam (Ayhan Turgut) beni evde sarı-lacivert giydirirdi. Hatta 6 yaşımda çektirdiğimiz fotoğraflardan birini de sırtıma dövme yaptırdım.
Daha sonra Uche’nin 90’da attığı Beşiktaş maçı da ilk ağladığım maç olarak kayıtlara geçirirsek, bir canavarın doğumunu resmileştirebiliriz bu dönem.
Bu cevaptan sonra bir zaman atlaması yapmak farz oldu. Rahmetli babanın en az senin kadar renkli biri olduğunu biliyorum. Biraz anlatır mısın, mesleğini ve muhakkak duyduğun bir-iki enteresan hikayesini? Bir de dede faktörü varmış ki onu ben de bilmiyordum. Kim bilir onda da ne cevherler vardır?
Babam film yapımcısıydı, Beyoğlu’nda yazıhanesi vardı. Öyle çok ahım şahım işlerle haşır neşir değildi ama, o dünyadandı. Gerçi son dönemlerinde Emrah ve Hülya Avşar’ın çoğu işinde vardı. Ben çocukken ananemin evinde Ali Avaz’ın “Alaman Avrat Kırk Bin Mark” filminin çekildiğini hatırlıyorum. Bir de klipte oynamıştım, Nilüfer Örer diye bir kızın “Şımarık” şarkısı. :)
Film dünyasında gece gündüz kavramı olmadığı için, babamla geçirilen vakitte maça gitmek çok değerliydi. 2001 şampiyonluğu sonrası bayrağı arabaya asıp havaalanına gitmiştik, yolda da Galatasaray takım otobüsü denk gelmişti. Fatih Akyel ve Okan’la falan bayağı bir el kol, küfürleşmeler derken… “Kaptan orta kapı” deyip cama vuruyordu daha sonra bizde oynayacak kişi. Güzel anı : )
Her deplasman öncesi “Oğlum gitme” deyip, arkadaşlarının yanında bizimki de hafta sonu Samsun’daydı diye övünen babalardan :)
Dedem (Ulvi Turgut) eski ağır ceza hakimi. Pandemiden önce vefat etti. 90 küsür yaşında hala bizle şarap içiyordu : ) Bayramlaşmalarda hep kendisine aldığım sarı lacivert kravatı takardı. Mekanı cennet olsun.
İkisi de nur içinde yatsın… Biraz da tahsil zamanlarından bahsedelim. 1985 doğumlusun. Şöyle bir ilkokuldan üniversiteye doğru bakınca, sen de “30 kişiden 20’si Fenerbahçeliydi” dönemlerine yetiştin, diyebiliriz. Biraz anlatır mısın okul durumlarını?
Teşekkürler… İlkokul Şair Nedim, ortaokul ve lise Cağaloğlu Anadolu.
Çocuklukta en fazla şampiyon olan takım biz olduğumuz için zaten sayıca üstünlük çok normal bir şeydi. Mesela ben Beşiktaşlı’yla girdiğim bir laf dalaşı hatırlamam hiç. Burdan da aslında “Ne kupa büyüklüğü ne şampiyonluk” sözünün tersine daha çok inandığımı belirtmek isterim.
Cağaloğlu ise gerçekten Fener’in kalesi durumundaydı. Hep hızlı tribüncüler yetiştirmiştir. 6-0’lık maça İstanbul Erkek’le birleşip kortej halinde yokuştan bağıra çağıra inmiş, vapurun üst katını kapatmıştık : )
Rahmetli İslam Çupi’nin o sözü, o şekilde kullanılması için söylemediği çok açık. Büyük ihtimalle sana hak verirdi. :) Giden şampiyonluklardan başlayalım o zaman. Denizli maçı denince aklına ne geliyor?
Deplasman tribünündeydim. Aslında İstanbul’dan elinde Denizli tarafı bileti olan bir tayfa olarak yola çıkmıştık ama son dakika ben bizim tribüne bilet bulunca sattım bizimkileri : )
Gerçi ondan önce yine Denizli’de şampiyonluğu kazandığımız maçta da vardım, dolayısıyla uğurlu geleceğini düşünüyorduk şehrin. Maalesef olmadı, golü de yedikten sonra Denizli tribünündeki Galatasaraylılarla cebelleşerek sinir krizleri altında bitirdik maçı. Bilet politikasındaki adaletsizlikten iyi tribün de yoktu.
Dönüş yolu azap olmuştu, hatta o sırada askerde olan bir arkadaşım arayıp neden koltukları kırıp maçı iptal ettirmiyorsunuz diye veryansın etmişti : )
Tarihin en haklı ama imkansız veryansınlarından biri olabilir :) Uğurlu şehir demişken, sözlü tarih derslerinde kullanılabilecek bir Kayseri röportajın var malûm. Şöyle bir yurt içi deplasman sıralaması rica etsek, iyiden kötüye doğru.
Sami Yen ve İnönü’leri kategori dışı bırakırsak, pek tabii ki Trabzon uzak ara birinci sıradadır. Polisler tarafından tribün dışına taşınırken gazetede fotomun olması sebebiyle de anısı vardır : )
Hem günübirlik olması hem rakip tribünün sağlamlığı açısından, Bursa her zaman temiz ve net deplasman olmuştur. Hafta içi kupa maçları dahil kaçırılması abestir.
Üçüncü sıra için İzmir ve Rize kapışır.
Maça gitmeyip sadece Kordon, Alsancak takılsak aslında nefis ama o iğrenç devasa statta tribün yapmak puan kırıyor.
Rize sanki daha bir 3. sıra adayı… Hiç saymasam 6-7 kere gitmişimdir. Her seferinde hafta sonluk; hep başka bir tarafını keşfetme, tribün ahalisinin de kalabalık geldiği şehirlerden olunca vakit su gibi akıyor. Faili meçhul silahlı saldırı sırasında da çok yakınındaydık takım otobüsünün, umarız devran dönünce bir şeyler açığa çıkar.
Son dönemlerde eski tadı olmasa da, Ankara 19 Mayıs da hep iyi deplasman yaptığımız stat olmuştur. Oradaki dostlarımızın varlığı yeter de artar zaten.
Bütün şehirleri yazıp sıkıcı hale getirmek istemiyorum.
Sakarya-Kocaeli aynı kasa her gittiğimizde arşivlik videolar çıkarttık Fener tribünü olarak.
Antalya’ya her sene gideriz, en az 4 farklı stadında maç izlemişimdir şehrin. İlginç bir istatistik, 7 Mehmet’te yemek yemeye gidilir sırf zaten. Türkiye’nin en iyi restoranı demişti Vedat Milör, katılıyorum.
Gırtlaktan açtık madem, Antep’i ekleyip bitirelim. sabah erkenden şehre inip beyrana koşuş, eski stadyum zamanı maç saati dev bir izdiham ki bir maç girememiştik, LİG TV röportaj yapmıştı karakolda bizimle. Karakol amiri şikayet için gittiğimizde “Nerden bileyim ben sizin maça girmediğinizi?” demişti maç oynandığı esnada. Şebelek!
Bir çırpıda sayabildiklerim bunlar, vilayet kusacağım.
Adeta bir valinin seyir defteri :) Yurtiçinden bahsetmişken beynelmilel deplasmanları saymamak olmaz. Tadı damakta kalan, “Bu ne güzel deplase olmaktır” dedirten uluslararası temaslar hangileri?
Sonu kötü ama gidişi ve şehri istila edişimizle Benfica deplasmanını 1 numaraya koyarım. 2 gün boyunca liman kafelerinde oturup tezahürat etmiştik. Tabii Euro 2 civarıydı iç içebildiğin kadar : )
İkinci sıraya Bükreş’e 3 otobüsle gittiğimiz deplasmanı koyarız. Hem yeni dönemde otobüsle yurt dışı daha önce yapılmamış bir şeydi, hem de çekirdek kadroyla otobüs içi makaraların üst düzey olduğu bir yolculuktu. Tribünde meşaleyle beraber maçı da almıştık.
Üçe herhangi bir Hollanda deplasmanını koyabiliriz… Hadi en kalabalık olan Ajax’ı seçelim. Meydanda atlarla çatışma çıkmıştı : )) Tribünün baca gibi tüttüğü şiirsel bir orkestraydı. Vondelpark’ı Yıldız Parkımız yapmıştık adeta.
Ben tabii ki kendi gittiklerimden yola çıkıyorum; yoksa bir başkası Marsilya’yı da anlatır Prag’ı da.
Spesifik garip deplasman olarak Moldova Sheriff Tiraspol’u ekleyebilirim, Transdinyeper özerk bölgesine geçmiştik. Ülkeception! Tanımlanamayan çeşitli para birimleri cepte maç sırasında büfeden bira alma keyfi.
Son olarak, Eurolig Final 4’ların hepsinde vardık, Madrid daha bi eğlenceliydi sanırım kalabalıklık ve meydan performansı açısından : “Var bir hayalim herkes dinlesin..”
Tribüne gitmeye 2000’lerden önce başlayan insanların, bu tarih sonrasında kendilerini gittikçe daralan bir alanda buldukları tartışılmaz bir gerçek. Bu anlamda gidilen her yurt dışı deplasmanı, o “özlenen” özgürlüğü insanlara yeniden tattırıyor olsa gerek. Her fırsatta YouTube’da nostalji videolarına daldığımız bu pandemi döneminde şöyle bir geçmişten bugüne bakınca taraftarın tribünde “iyi ki artık yok” veya “keşke bugün de olsa…” dediği neler var?
Valla maça 10 saat evvel girmemek iyi ki artık yok : ) Tabi dönem ve yaş gereği zevkli olsa da, bir gece önceden bilete sabahlamak iyi ki yok.
Bugün de olsa dediklerimiz artık 6222’ye giriyor, en son meşaleyi Anderlecht deplasmanında yakmıştık çok özlediğimizi fark ettik.
Kadıköy’deki Galatasaray maçlarında rakip oyuncuyu daha maç öncesi ısınmada bezdirmeyi özledim.
Büyüklerimizin Telegol, bizim TSYD baskını gibi spontane eylemleri özledim.
Hayat gibi tribün pratikleri de değişiyor, evriliyor. Uyum sağlayıp keyif almaya ve destek olmaya devam edeceğiz.
Spontane eylemlerin Fenerbahçe taraftarının hayatında önemli yer kapladığı dönem, hayli yakın bir geçmişte. Caferağa, Burhan Felek, Abdi İpekçi gibi spor salonları da bunlardan nasibini bolca almıştı. Bu salonları (ve çevresindeki kayıntı mekanlarını) özlüyor muyuz biraz? Yeni salonlar iyi hoş da mekanik bir tadı mı var? Yönlendirmeli gibi soru oldu ama…
Yok deyip yönlenmiyormuşum bilerek :))
Ya İpekçi deyince Safa Meyhanesi geliyor akla, ama biz o dönem genelde otoparkta bira, votka takılıyorduk.
Burhan Felek öncesi o cadde üstündeki Turanlar Balıkçısı’nı mesken bellemiştik beraber. Pirana gibi bir dönem kullandık sonra mendil gibi kenara attık sanki; adamlara uğramıyoruz artık. Ayıp bize.
Caferağa sosislisi demezsek sanki sinkaf edeceklermiş bizi (editörün yumuşatması) hissine kapıldım ama yine demeyeceğim. Ben o salona “Terleyerek kilo verilir”i deneyimlemek için gidiyordum.
Yeni salonlara pek ayak uyduramadık dürüst olmak gerekirse… Ataşehir’e tek tük gittik tiyatro atmosferinden dolayı. Cevap evet, çok mekanik : ) Yönlendim.
Caferağa sosislisinin imtiyaz sahipleri sonrasında diğer salonlara da geldiler ama demek ki olay mekanmış. Yeri gelmişken Kadıköy’ün İstanbul beyefendisi kazı Rodi’yi rahmetle yad edip, aynı isimli kısa ömürlü mekanı da anmış olalım. Bu cevap, bir başka soruya orta açmış olsun. Stadyum çevresinde maç öncesinde zaman geçirme ritüellerinden bahsedelim biraz. Sizinkiler nelerdi? Halkımız merak ediyor desek biraz mübalağa olur ama tarihe not hep bunlar, değeri sonradan anlaşılacak :)
Üniversiteye girdiğimiz zamanlar, forumdan Unifeb’e üye olmuştum gruba girme motivasyonuyla. Dediler ilk maç, fasılda buluşacağız. Ulan cumartesi öğlen saat 1, ne fasılı dedim neyse gittik : ) Mekanın adıymış. Bir 9-10 senemizi rahat vermişizdir.
Genelde kalabalık ortam, bitmeyen biralar ve hep bir beste yapma içgüdüsüyle şimdiye dek sürdürdüğümüz dostlukların ilk yeriydi. Özeldir bizim için.
Daha sonraları değiştirdiğimiz mekanlar oldu. Maçın önemine ve saatine göre içki tercihleri değişti. Nazlı’nın arka sokaklarına maalesef uzun yıllar teşaşür eyledik (editörün tebdili), yöre halkından özür diliyoruz.
Maç öncesi ne yaparsak yapalım, bira kesinlikle soğuk olacak, o gündeme özel bir slogan veya melodi dillerde olacak.
Bunların dışında benim şahsi olarak maça karşıdan gelen biri olarak, ille de vapur sevdam vardır. Metrobüs dislike.
Bir kez daha 1990’lara dönelim. Herkesin sorulmadan anlattığı bir safahat vardır : “Şu tribünde başladım, şuraya geçtim” ya da “Ben hep şuradaydım” diye… TRT tarzı soru : Stadyum inşaatından önce ve sonra Can Turgut’un yolculuğu hangi tribünlere oldu? En çok hangisini sevdi? Hangisini pek de özlemiyor?
Can Turgut’un yolculuğu babasıyla beraber Numaralı’da başladı, ama gözümüz hep maratondaydı.
Babadan kurtulup lisede birkaç arkadaşla maratona gitmeye başladık, fakat son dönemlerine denk geldik ve üniversiteyle beraber uzun yıllar Lise Açık’ta Unifeb çatısı altında konuşlandık.
Sonra ikinci ve bu sefer daha aktif bir maratonun köşesi dönemi. Tribünsel muhalefeti de körüklediğimiz, herkesin birbirini tanıyıp sevdiği B blok. Those were the days!
Son birkaç senedir, Fenerium üstteyiz, eskisi kadar tad alamasak da ayaklarımız geri geri gitmiyor hala.
Tribünlerin yönetim yüzünden bomboş olduğu, keyfekeder uygulamaların yapıldığı dönemi hiç mi hiç özlemiyoruz. İyi direnç göstersek de ne gerek vardı yani? Gençlik enerjimizi böyle bir saçmalıkla mücadele ederek geçti. Neyse güzele dönelim.
Tribün tarihini yazmaya çalışırken tribün gruplarını irdelememek olmaz. Kurulduğundan bugüne bir ÜNİFEB değerlendirmesini başından beri bir şekilde içinde olan birinden istememek de öyle… Bir gün kendisi iken, ertesi gün mezunları olan üyeleri, uzaktan bakılınca “geldiler” dedirten t-shirtleri ve bir dönem meşhur bayrakları ile biraz da ÜNİFEB’den konuşalım. Biz derken, sen konuş, biz dinleyelim ve ikinci soruyu da ekleyelim. Şöyle geçmişe bir bakınca, tribün için son 25 senenin “en uzun süren mutlu günleri” hangileridir sence?
Aslında sorunun muhatabı ben mi olmalıyım emin değilim Unifeb konusunda, çünkü dernek işlerine hep mesafeli yaklaştım adımımı attığımdan beri.
Arkadaş grubu özelinde Fener’i desteklemek daha romantik, daha özgür ve daha şatafata meyilli geldi.
Ha 2. jenerasyon olarak girdik, şimdi en yakın dostlarımızı, abilerimizi ve kardeşlerimizi Unifeb’in kuruluşuna borçluyuz. 18 yaşındayken, o bayraklarla oluşturdukları havadan etkilenip girmiştik.
Şimdiki 18 yaşında gençler için maalesef tribün görselliği konusu eksik kalıyor. İlgiyi tribünden başka yere kaydırıcı çok fazla şey var ülkede ve dünyada.
Unifeb’in Fenerbahçe tribününe kattıklarını dışardan birilerinin anlatması daha keyifli olabilir bu arada, ben de sizi yönlendireyim : )
En uzun süren mutlu günler, tribünün sağlamlığıysa konu 90’ların ikinci yarısından 2000’lerin ilk yarısına kadarki Fenerbahçe tribünü iç saha, görsellik, çoğulluk, derbi deplasmanlarındaki üst düzey motivasyon bence Türk tribünlerinde zirveydi.
Son dönem en fazla birlik bütünlük gösterdiğimiz dönemse, bahsetmeden geçilemeyecek 3 Temmuz’daki sokak mücadelesi dönemidir. Selam olsun herkese.
3 Temmuz tam yerine rast geldi, manzara koyalım :) Şöyle bir her anlatışta tebessüm ettiren anılar demeti alabilir miyiz? Gerçekten de sokak hallerinin kitabı yazılması gereken şenlikli zamanlardı.
Valla tebessümlük anı olarak da bakabiliriz, İstiklal Caddesi’nde yapılan gövde gösterisinin bitişine doğru polis cebimizde limon buldu diye gözaltına alınmıştık : ) Dışarda arkadaşlarımız Fener diye bağırarak destek oluyorlardı. Duygusala geçiş.
Beşiktaş DGM’de geçirdiğimiz saatler çok özeldi. Sagopa’nın son şarkısına verdiği isim gibi tam “saldırground” günlerdi. Bir gece Çağlayan’da dava sonucunu bekliyoruz, neyse hurra murra gaza boğuldu her yer. Ekip canını ezilmekten kurtarmış, tekrar toplandık bi baktık herkesin bira elinde haha kimse atmamış, namusu gibi korumuş : ) Doğru tabi, ziyan.
TSYD lokaline yaptığımız baskın da güzeldi, sahte rezervasyonlarla en az 50 kişi gidip şeklimizi koymuştuk. Hesapları önden ödemiştik gaspçı demesinler diye.
Son olarak bir sabaha karşı da TFF binasının önüne viledalar, deterjanlarla gidip temizlik yapmıştık pissiniz hesabı, sonra da ligden düşürün pankartı açmıştık : ))
Konulan eylemlerin hemen hepsinde bir sanat kokusu, emeği var :) Demişken, biraz da başka bir tutkudan konuşalım. Bir sinefil olarak, pandemide YouTube’du, platformlardı, online gösterimlerdi derken, kendimizi “Evde Sanat” gibi bir sürekli etkinlik içinde bulduk. Sizde durumlar nasıl gidiyor, 14-15 saatlik ekran sürelerine de bakacak olursak :)
Evet, geçen telefon bildirim gönderdi gün içinde 15 saat telefonu kullanmışım aktif olarak. Laf soktu galiba?
Ofise artık gitmiyoruz, alıştık ve artık gideceğimi de sanmıyorum. Borsacıyım, bütün gün masada ekran başındayım zaten. Sadece boş zamanlarda değil, gün içinde arka fonda da hep bir şeyler açık. İçerik manyağı olduk çıktık gerçekten, devamlı bi’ film-dizi listesi hazırlıyorum, hepsi de hemen tüketilmiyor tabi. Birikiyor da birikiyor. Neyse illa vakti gelir.
En güzel neyi tükettin dersen; kıyıda köşede kalmış Türk filmlerini bitirdim. Kurtlar Vadisi’nin bir tur daha üzerinden geçtim. Poyraz Karayel izlememiştim, güzeldi. Line of Duty ve Gangs of London da yabancı dizi önerisi olsun.
Salonda sinema izlemeyi çok özledim. Tam kapanmalar öncesi Tenet’e gittiydik de hayal kırıklığı oldu film.
Online festival işiyse hiç olmadı, ruhuna aykırı bir kere.
En güzelini sona sakladım; absürd severlere gerçek hazine Exxen’deki “Gibi”.
Film, dizi konuşursak çıkamayız. Bitirelim : )
Pandemi alışkanlıklarının sonrası için peşrev oldu bir önceki soru. Bizim bağlama gelecek olursak, aşılarımız tamamlanıp (tövbe estağfurullah) seyirciler tribüne geri döndüğünde bizi neler bekliyor olacak? Biraz eve alıştık, rahatladık mı? Yoksa huylu huyuna kaldığı yerden sahip çıkar mı?
Huylu huyuna “ayı yavrusunu severken öldürürmüş” misali sahip çıkacak bu çok net. İnsanlar deplasmanda bastırırken atılacak kornere serçe parmaklarını feda etmeye hazır.
Hayır yeri geliyor protesto yapmak istiyoruz ki maalesef son yıllarda devamlı yeri geliyor, twitter pek kesmiyor.
Orada olmak lazım, olacağız.
Röportajın sonlarına yaklaşırken biraz da tarihe iz bırakan bestelerden konuşalım. Maalesef Can Kozanoğlu’nun müthiş kitabı “Bu Maçı Alıcaz” pek çok alanda olduğu gibi tezahürat tarihi konusunda da yalnız. Oysa bu konuda oldukça üretken bir topluluk sizinki. Şöyle kolayda ise geçmişten bugüne birkaç kuple alabilir miyiz linklerden? Kolayda değilse de bendeniz Twitter timelineından, YouTube’dan arayıp bulacağım artık, ne yapalım :)
Teveccühünüz… Şöyle ortaya karışık birkaç link bırakıyorum.
Büyük hizmet. Var ol.. Bir klasikle başladık, diğer bir klasikle bitirelim. Kişisel taraftarlık tarihinin en iyi 11’ini sayar mısın, teknik direktörüyle birlikte?
En zor soru da buymuş ya. Gerçi başlayınca geçer ama her mevkiye bir adam koyamayız. O zaman vefa duygusunu silmiş oluruz.
Madem ilk maçımız Toni, kaleye de o geçsin. Eski maçları seyrediyorum, çok hatalı gol de yemiş ama canı sağ olsun : )
Defansa Uche‘yi “Sen Allahın Bir Lütfusun” şarkısı eşliğinde koyalım.
Yanına Luciano mu Lugano mu gelsin? Hadi Luciano olsun. Högh de kusura bakmasın.
Sol bek Halil İbrahim olmayacak tabii ki, Roberto Carlos.
Okocha–Alex–PVH ön tarafın değişilmez 3’lüsü ve Moşe.
Sağ Bek almayacağım kadroya.
Çapamız Appiah.
Valla kaossa kaos kardeşim, taktiği bıraktım; Rıdvan ve Rap Rap Rapaic‘le kapıyorum.
Bu kadroya Daum yakışır, yaşlandım benim işim olmaz derse de Ersun Yanal.