Kategori: Süreli Yayınlarda Fenerbahçe

  • Yüzük Kardeşliği

    Yüzük Kardeşliği

    Geçende yayınladığımız “Şakir Beşe ve Fenerbahçe Hazinesi” başlıklı yazıdaki hazine bir yüzüktü. Daha başka kimlerde bulunduğunu merak ettiğimiz, bu kıymetine paha biçilemeyecek hatıranın bu detayına 24 Ağustos 1957 tarihli Milliyet gazetesinin “Yüzüklüler Vaziyete Hakim” haberinde rastladık. Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin yüzük kardeşliği…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yüzük Sahipleri Kimlerdi?

    “Anlayış içinde başlayan toplantılar ihtilaf ortadan kalkıncaya kadar devam edecek” şeklinde devam eden haberin tam metni aşağıda. Yakın zamanda yapılan kongre sonrasında belli ki ortalık karışmış, kulübün büyükleri işe el atmak durumunda kalmış. Bizim için önemli olan ise Fenerbahçe’deki Yüzük Kardeşliği’nin isim listesi…

    Alaaddin Baydar, Bedri Gürsoy, Cafer Çağatay, Fikret Arıcan (yüzüğü Ali Naci Karacan’dan almış) Hasan Kamil Sporel, Hayri Celal Atamer, İsmet Uluğ, Kadri Göktulga, Kemal Onan, Mahmut Baler, Muvaffak Menemencioğlu, Mümtaz Kavalcıoğlu, Niyazi Sel, Nurettin Otmar Savcı, Ragıp Ziya Mağden, Sabih Arca, Şakir Beşe, Tevfik Taşçı, Zeki Rıza Sporel

    İlgili Haber

    Cemiyet mensupları ile idare heyetini ellerinde tutan grup arasındaki gerginlik geride bıraktığımız hafta içinde had bir safhaya gelmişti. Her an bir hadisenin patlak vermesi bekleniyordu. Cemiyet mensupları siyaset yapmadıklarını söylüyorlar ve bu sebeple Fenerbahçeliler Cemiyeti’ni kapatmayacaklarını ileri sürüyorlardı. Fakat idare heyetinin iddiası tamamıyla aksi idi. Onlara göre Cemiyet siyaset yapıyordu. Hatta kulübün icraatini baltalayacak, tesanüdünü bozacak kadar. Nihayet mütareke takımı harekete geçti. Yüzüklüler artık işe müdahale etmenin sırası geldiğine kâni oldular. Doğrusunu söylemek icap ederse geç bile kalmışlardı.

    Dünün şöhretleri uzun seneler bu işlerden elini eteğini çekmiş olanlar, pürüzleri halletmek için dün akşam kulüp lokalinde toplandılar. Ekserisinin saçları kırlaşmış ve seyrekleşmişti. Aradan geçen zaman mütareke takımının yıldızlarına pek çok şey kaybettirmiş gözüküyordu. Ama kaybolanlar içerisinde saygı, hizmetlere hürmet ve tesanüt yoktu. Oturdular. Bir masa etrafında toplandılar ve anlaştılar. Esasen onların arasında bir anlaşmamazlık yoktu. Kararları şu idi. Artık vaziyete hakim olacaklar, ikiliği kaldıracaklardır.

    Yüzüklülerin teşebbüsleri bilhassa mutedil çevrelere memnuniyet uyandırdı. Bir kısmı Nurenberg mahkemesi diye anılan Haysiyet Divanı’nın bir ihraç makinesi haline işleyemeyeceğini söylerken diğerleri de Cemiyet artık idare heyetini yıkmak için bir yığınak merkezi olmayacak; diyorlardı. Yüzüklüler önümüzdeki günler içerisinde sık sık toplanacaklardır.

  • Fenerbahçe’de Yüzük Kardeşliği

    Geçende yayınladığımız “Şakir Beşe ve Fenerbahçe Hazinesi” başlıklı yazıdaki hazine bir yüzüktü. Daha başka kimlerde bulunduğunu merak ettiğimiz, bu kıymetine paha biçilemeyecek hatıranın bu detayına 24 Ağustos 1957 tarihli Milliyet gazetesinin “Yüzüklüler Vaziyete Hakim” haberinde rastladık. “Anlayış içinde başlayan toplantılar ihtilaf ortadan kalkıncaya kadar devam edecek” şeklinde devam eden haberin tam metni aşağıda. Yakın zamanda yapılan kongre sonrasında belli ki ortalık karışmış, kulübün büyükleri işe el atmak durumunda kalmış. Bizim için önemli olan ise Fenerbahçe’deki Yüzük Kardeşliği’nin isim listesi…

    Alaaddin Baydar, Bedri Gürsoy, Cafer Çağatay, Fikret Arıcan (yüzüğü Ali Naci Karacan’dan almış) Hasan Kamil Sporel, Hayri Celal Atamer, İsmet Uluğ, Kadri Göktulga, Kemal Onan, Mahmut Baler, Muvaffak Menemencioğlu, Mümtaz Kavalcıoğlu, Niyazi Sel, Nurettin Otmar Savcı, Ragıp Ziya Mağden, Sabih Arca, Şakir Beşe, Tevfik Taşçı, Zeki Rıza Sporel

    * * * * * *

    Cemiyet mensupları ile idare heyetini ellerinde tutan grup arasındaki gerginlik geride bıraktığımız hafta içinde had bir safhaya gelmişti. Her an bir hadisenin patlak vermesi bekleniyordu. Cemiyet mensupları siyaset yapmadıklarını söylüyorlar ve bu sebeple Fenerbahçeliler Cemiyeti’ni kapatmayacaklarını ileri sürüyorlardı. Fakat idare heyetinin iddiası tamamıyla aksi idi. Onlara göre Cemiyet siyaset yapıyordu. Hatta kulübün icraatini baltalayacak, tesanüdünü bozacak kadar. Nihayet mütareke takımı harekete geçti. Yüzüklüler artık işe müdahale etmenin sırası geldiğine kâni oldular. Doğrusunu söylemek icap ederse geç bile kalmışlardı.

    Dünün şöhretleri uzun seneler bu işlerden elini eteğini çekmiş olanlar, pürüzleri halletmek için dün akşam kulüp lokalinde toplandılar. Ekserisinin saçları kırlaşmış ve seyrekleşmişti. Aradan geçen zaman mütareke takımının yıldızlarına pek çok şey kaybettirmiş gözüküyordu. Ama kaybolanlar içerisinde saygı, hizmetlere hürmet ve tesanüt yoktu. Oturdular. Bir masa etrafında toplandılar ve anlaştılar. Esasen onların arasında bir anlaşmamazlık yoktu. Kararları şu idi. Artık vaziyete hakim olacaklar, ikiliği kaldıracaklardır.

    Yüzüklülerin teşebbüsleri bilhassa mutedil çevrelere memnuniyet uyandırdı. Bir kısmı Nurenberg mahkemesi diye anılan Haysiyet Divanı’nın bir ihraç makinesi haline işleyemeyeceğini söylerken diğerleri de Cemiyet artık idare heyetini yıkmak için bir yığınak merkezi olmayacak; diyorlardı. Yüzüklüler önümüzdeki günler içerisinde sık sık toplanacaklardır.

  • Hasan Kamil Sporel Amerika’da

    Hasan Kamil Sporel Amerika’da

    Fenerbahçe tarihine damga vuran isimlerden olan ve dün de vefat yıl dönümü dolayısıyla kulübümüzün bir anma yayınladığı Hasan Kamil Sporel, Galatasaray’a gol atan ilk futbolcumuzdu. İşgal dönemlerinde formamızı giydi; Harington Kupası maçında oynadı. Ve yıllar sonra Fenerbahçe Başkanlığı (*) yaptı… 6 Kasım 1335 (1919) tarihli Spor Alemi dergisinde bu müthiş isme dair, başlığı “Amerika’da Türk İdmancılarımız” olan bir haber vardı. Aynen buraya alalım istedik. Ayrıca “Hasan Kamil Sporel Amerika’da” başlığını pek yakında müstakil bir eser olarak da göreceksiniz. :)

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Amerika’da Türk İdmancılarımız

    Fenerbahçe Kulübü’nün en mühim oyuncusu olan Hasan Kamil Bey, Balkan Harbi sıralarında arkadaşı Kemal Bey ile buradan müfarakat ettiği malûm olmuş bir keyfiyetti. (Kemal Bey’den de gelecek nüshada resimleriyle birlikte bahsedilecektir). Kendileri uzun yolculuğu müteakip Amerika’ya vasıl olmuşlardı. Aynı şehirde şimdi elektrik tahsilinde bulunuyorlardı.

    Kamil Bey burada bulunduğu sıralarda futboldaki maharetini seyircilerin bile takdirini celp ediyordu. Şimdi ise elimize gelen mektupları ve resimleriyle Amerika’da da mühim bir mevki işgal ettiği anlaşılıyor. Amerika spordan en ileri giden milletlerden birisi olduğundan aramızdan ayrılan bir kardeşimizin oradaki şampiyon takımlara kadar terakki ederek oynaması her halde Türk idmancıları için iftihar olunacak bir hadisedir. Sırf Amerikalı olan o şampiyon takım arasında yalnız bir Kamil vardır. Bunun için şampiyon takım ile kendisinin resimlerini bu nüshaya derç ediyoruz.

    Burada üç idmancı biraderi bulunuyor. Hepsi de sporcudur. Büyükleri Mesut Bey esarette. Bunun küçüğü Zeki Bey Türk oyuncuları içinde futbol, hokey, teniste simalardan olup, Fenerbahçe birinci takım kaptanı bulunuyor. Diğeri Arif Bey de futbol ve denizcilikte çalışıyor. Şimdi Fenerbahçe ikinci takımı oyuncularındandır.


    (*) Hasan Kamil Sporel’in Fenerbahçe başkanlığı macerası, 29 Haziran 1960 kongresinde başladı ve 495 gün sonra, 3 Kasım 1961’de sağlık sebepleriyle bu görevden istifa edişiyle son buldu.

  • Hasan Kamil Sporel’in Amerika’yı Fethi

    Fenerbahçe tarihine damga vuran isimlerden olan ve dün de vefat yıl dönümü dolayısıyla kulübümüzün bir anma yayınladığı Hasan Kamil Sporel, Galatasaray’a gol atan ilk futbolcumuzdu. İşgal dönemlerinde formamızı giydi; Harington Kupası maçında oynadı. Ve yıllar sonra Fenerbahçe Başkanlığı yaptı… 6 Kasım 1335 (1919) tarihli Spor Alemi dergisinde bu müthiş isme dair, başlığı “Amerika’da Türk İdmancılarımız” olan bir haber vardı. Aynen buraya alalım istedik.

    “Keyifli okumalar” demeden önce bir “elden ele” soralım; yukarıdaki takımı tanıyan var mı acaba? Hasan Kamil’in oynadığı “Güney Michigan” takımı imiş. X işaretli Hasan Kamil diyor ama X gözükmüyor. Muhtemelen oturanlar arasında soldan ikinci…

    * * * * * *

    Fenerbahçe Kulübü’nün en mühim oyuncusu olan Hasan Kamil Bey, Balkan Harbi sıralarında arkadaşı Kemal Bey ile buradan müfarakat ettiği malûm olmuş bir keyfiyetti. (Kemal Bey’den de gelecek nüshada resimleriyle birlikte bahsedilecektir). Kendileri uzun yolculuğu müteakip Amerika’ya vasıl olmuşlardı. Aynı şehirde şimdi elektrik tahsilinde bulunuyorlardı.

    Kamil Bey burada bulunduğu sıralarda futboldaki maharetini seyircilerin bile takdirini celp ediyordu. Şimdi ise elimize gelen mektupları ve resimleriyle Amerika’da da mühim bir mevki işgal ettiği anlaşılıyor. Amerika spordan en ileri giden milletlerden birisi olduğundan aramızdan ayrılan bir kardeşimizin oradaki şampiyon takımlara kadar terakki ederek oynaması her halde Türk idmancıları için iftihar olunacak bir hadisedir. Sırf Amerikalı olan o şampiyon takım arasında yalnız bir Kamil vardır. Bunun için şampiyon takım ile kendisinin resimlerini bu nüshaya derç ediyoruz.

    Burada üç idmancı biraderi bulunuyor. Hepsi de sporcudur. Büyükleri Mesut Bey esarette. Bunun küçüğü Zeki Bey Türk oyuncuları içinde futbol, hokey, teniste simalardan olup, Fenerbahçe birinci takım kaptanı bulunuyor. Diğeri Arif Bey de futbol ve denizcilikte çalışıyor. Şimdi Fenerbahçe ikinci takımı oyuncularındandır.

  • Yavuz İsmet Uluğ Anlatıyor

    Çevirilere devam ediyoruz. Hatalarımız affola… Mayıs 1924 tarihli “Resimli Ay” dergisinde, Çelebizade Sait Tevfik, sözü Yavuz İsmet Uluğ’a bırakıyor. 1962-1966 yılları arasında Fenerbahçe’de başkanlık koltuğunda da görülecek olan bu meşhur sporcu, futbol hatıralarını şöyle anlatıyor:

    * * * * * *

    Geniş göğsü, cakalı yürüyüşü, fiyakalı selamlarıyla her hafta spor çayırlarında gördüğümüz bu sevimli sporcumuzun olimpiyada gideceği şu haftalarda hatıratını dinlemek herhalde karilerimizi fazla alakadar edecektir.

    İsmet Bey hatıratını şu suretle naklediyor :

    Çocukluk ve gençlik devirlerinde, bilerek bilmeyerek, spor namını verdiğimiz şeyler peşinde koşmak ve uğraşmakla dolu hayatımızı birkaç sahnede ihtisar şüphesiz benim için çok güç olacak.

    Şimdiye kadar sporlardan memleketimizde yapılması mümkün ve hatta müşkül olanların bile, hemen hepsiyle uğraştım. Bunlardan futbol, hokey, tenis, boks, güreş sporlarıyla ve nihayet denizcilik ile meşgul oldum. Fakat bugün benden yalnız futbol hatıratım isteniyor. Futbol ki sevdiğim sporların ikincisi sayılabilir.

    1326 (1910) senesinde henüz dokuz yaşında iken bu sporun ne olduğunu bilmeyerek başlamış, fakat bir sene sonra Osmanlı İttihat Mektepleri’nde bunun peşinde epeyce yürümüş idim. O vakit ben ne oynadığını bilmeyen bir zümrenin namdar kalecisi bulunuyordum.

    O zamanki oynadığımız futbolun kaidesi alîl, cılız, neşv ü neması ikmal etmemiş vücutlarımızı biraz daha hırpalamak, biraz daha ezmekten ibaretti. Ve buna futbol ismini vermek bir hata oluyordu. Nitekim bunu bir sene sonra Fenerbahçeli Mustafa Bey’in hakemliğiyle oynadığımız bir oyunda anlamıştık. Mustafa Bey mütemadiyen düdüğünü öttürüyor (Faul) (Ofsayt) gibi kelimelerle “Taç” ve “Aut”tan başka bir şey bilmeyen bizleri bizar ediyordu. İşte ben futbola on iki sene evvel böyle başlamıştım.

    Kadıköy Numune Mektebi’ne esna-i naklimde orada kıymetli futbolcu bulmuştum ve hemen mektebin ikinci timinde müdafii mevkiine ithal edildim. Bir kere de Fener’e karşı yaptığımız bir maçta -beğenildiğimden olacak- ağabeyimin arkadaşlarından Mustafa Bey’in delaletiyle Galatasaray’a kaydedilerek üçüncü ve dördüncü timlerinde oynamaya başladım. Şimdiye kadar oynadığımız oyunlarda futbolu spor olarak yapmadığımız tabii idi. Çünkü küçücük boyumuz, incecik boynumuz ile her gün güneşin en hararetli zamanlarından pek çok saatlerimizi top peşinde geçiriyorduk.

    Bu fena itiyad beni o hale koymuştu ki herkes teverrüm ederek vefat eden pederime benim de iltihak edeceğimde müttefik idiler. Mamafih bu esnada ben bu alîl vücudumla futbol sahasında mütemadiyen terakki ediyordum. O kadar ki meşhur Oberle, Celal’lerle aynı timde oynamaya başlamıştım. Bu vaziyet spor sahasında yegane küçük bir çocuk olan bana büyük bir zevk ve gurur veriyordu.

    Beni tanıyanlar pek ala bilirler ki 1331 (1915) senesinde birinci timlere dahil olduğum zaman ancak 14 yaşında bulunuyordum.

    (25) kiloluk sikletim, (66) santimlik göğsümle ilk oyuna girdiğim gün Oberle şaşırmış, timin kaptanını çağırarak “Bu küçücük çocuğun ne maksatla time ithal edildiğini” sormuştu. Fakat maçın akabinde hayretle yanıma sokularak daima benim için kullandığı (le petit) ünvanıyla sırtımı okşamış, bana her zaman neşv ü nema için verdiği nasihatlerine başlamıştı.

    O sene ben bu küçücük vücudumla çok terakki etmiştim. Sene sonunda şampiyon çıkan Altınordu’ya karşı ben kulübün yaptığı muhtelit time bizden de Oberle ve timin kaptanıyla ben dahil oluyordum. Hatta küçüklere itiraz eden Anadolu kulübü time oyuncu vermemişti. O zaman maça girerken, eski oyuncu olan bir rakibin kenardan (Ben İsmet’in topa vurduğu kadar maça girdim) dediğini ben işitmiştim. Hiç şüphe yok ki bu benim yerini zaptettiğim bir muavindi, belki hakkı da vardı. Fakat kuvvetli bir genç olan o zamanki Altınordu’nun sol açığı karşısında zayıf vücudumla oynadığım oyun herkesin nazar-ı takdirini celp etmişti. Halbuki bu kadar yorgunluğa vücudumun zaafiyeti de tahammül edemiyordu. Nitekim ertesi sene adım atamayacak bir hale geldim. O zaman böyle olmakla beraber bu çıkmaz yoldan dönemiyordum. Bu esnada Kadıköy Sultanisi’nde zaafım dolayısıyla futboldan men edilmiş ve müdüriyetce de beni kontrol için tenbihat-ı lazımada bulunmuştu.

    Filvaki müdürün bunda hakkı vardı. Çünkü ben deri ve kemikten mürekkep bir ucube kalmıştım. O esnadaki ebadımı şuraya kaydedeyim :

    Sene 332 – yaş 15 – siklet 42 kilo. Boy 148, boyun 30, göğüs 66, kol 19, pazu 21, bel 56, baldır 32 santimdi.

    Her sene kaydettiğim ebat cetvelinin 332 Teşrinievvelindeki sahnesi işte bu suretle kapanmıştı. Üç sene her gün böyle biraz daha azalarak kaybederek geçti. Bu esnada Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’ye kabul edilmiştim. Muayene-i Sıhhiyede azamın tamamen mükemmel olduğu sabit oldu. Bununla beraber 49 kilo sikletli, 76 santim göğüslü, 23 santim kollu, zayıf, kavruk bir  çocuktum. Bazı kimselere olduğu gibi, asker ocağı bana da yaradı. Ananeye fevkalade riayetkar olan bu mektepte bilhassa o zamanlarda hak daima sınıf arkadaşları arasında kuvvette görülüyordu. Tabiatın bana verdiği asabi, hadîd ve haşin etvârım neticesi bu mektepte çok belalara maruz kalıyor ve eziliyordum. Artık çocukluktan çıkmış, Darülfünun talebesi olmuştum. Spor hakkında bir fikir edinmeye başladığımdan çalışmanın tarzını değiştirerek muntazam bir şekle soktum. 46 kiloluk sikletimle jimnastik yaptığım gün herkes (karga kadar vücutla jimnastik yapıyor) diye benimle istihza ediyordu. Çünkü orada jimnastik yapmaya hakkı olanlar kuvvetli, iri vücutlulardı. Buna rağmen ben azimkarane tam iki sene çalıştım.

    İki sene sonra etrafında alaylar, istihzalar yerine hayretler, takdirler görünmeye başladı. Bu zamana kadar ağabeyimin o kulüpte bulunması dolayısıyla Galatasaray’da oynuyordum. Bu kulübü cidden severdim. Harp senelerinde Galatasaray’ın şayan-ı hürmet azaları vatanı müdafaaya koştuğundan kulüp bir takım spor ruhu taşımayan şahsiyetlerin elinde kalmıştı. Ve nihayet sporculuğun kıymettar bir uzvu olan muhterem reisi Ali Sami Bey bile gücendirilerek istifa ettirildiğinden kulüp bütün bütün çığrından çıkmıştı.

    Bu hal karşısında biraderim istifa ettiği gibi ben de kulüple olan alakamı kıta ederek ilk defa ve resmen Fenerbahçe kulübüne dahil oldum. Bu esnalarda sporu daha iyi anlamaya ve daha esaslı çalışmaya başladım. Oyunlardan sonra suistimallerden kaçındım. Gıdanın derece-i ehemmiyetini idrak ettiğimden terli terli dört bardak su ve iki lokma ekmeğin o zamana kadar bendeki tesir-i tahripkarisini hissediyordum. Ne çare ki pek geçti.

    Vücudum kuvvetlendikçe futbola da lazım olan malumat ve sürat hassalarını kazanmaya başlıyordum. Fakat bu esnada boks daha ziyade inhimakımı mucip oldu ve futbolda benim için bir devre-i tevakkuf başladı. Birkaç sene evvel Galatasaray’ın Avrupa turnesine iştirakım futbolun terakki ettiği bu memleketlerde ne suretle çalıştığını daha yakından görmeye sebep olduğundan futbolu daha iyi anlamaya başladım. O zaman fikrim şu noktada toplanmıştı : Futbola esaslı olarak çalışılırsa iyi, samimi ve güzel bir spor… Yoksa vücudu bilhassa gençleri tahrip etmek için pek fena bir yol ve en müthiş bir vasıta.

    O zamandan beri İstanbul’da bir çok ecnebi takımlar ile çarpıştık. Ve bunlar bize çok istifadeler bahşetti. Şimdi artık muktedir bir muallimin idaresinde milletimizi temsil etmek üzere Paris Olimpiyatı’na hazırlanıyoruz.

    Ümit ederiz ki Türkler Paris’teki Kolomb Stadı’nda dünyanın şampiyonluğuna namzet Çekoslovaklara karşşı mağlup olsa bile büyük bir muvafakıyyet temin edecektir. Ve bütün gayem orada milletim için iyi bir oyun oynamaktır.

  • Yavuz İsmet Anlatıyor

    Yavuz İsmet Anlatıyor

    Mayıs 1924 tarihli “Resimli Ay” dergisinde, Çelebizade Sait Tevfik, serisine devam ediyor. 1962-1966 yılları arasında Fenerbahçe’de başkanlık koltuğunda da görülecek olan meşhur sporcu, Yavuz İsmet anlatıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çelebizade’nin Peşrevi

    Geniş göğsü, cakalı yürüyüşü, fiyakalı selamlarıyla her hafta spor çayırlarında gördüğümüz bu sevimli sporcumuzun olimpiyada gideceği şu haftalarda hatıratını dinlemek herhalde karilerimizi fazla alakadar edecektir.

    İsmet Bey hatıratını şu suretle naklediyor :

    Yavuz İsmet Anlatıyor

    Çocukluk ve gençlik devirlerinde, bilerek bilmeyerek, spor namını verdiğimiz şeyler peşinde koşmak ve uğraşmakla dolu hayatımızı birkaç sahnede ihtisar şüphesiz benim için çok güç olacak.

    Şimdiye kadar sporlardan memleketimizde yapılması mümkün ve hatta müşkül olanların bile, hemen hepsiyle uğraştım. Bunlardan futbol, hokey, tenis, boks, güreş sporlarıyla ve nihayet denizcilik ile meşgul oldum. Fakat bugün benden yalnız futbol hatıratım isteniyor. Futbol ki sevdiğim sporların ikincisi sayılabilir.

    9 Yaşında…

    1326 (1910) senesinde henüz dokuz yaşında iken bu sporun ne olduğunu bilmeyerek başlamış, fakat bir sene sonra Osmanlı İttihat Mektepleri’nde bunun peşinde epeyce yürümüş idim. O vakit ben ne oynadığını bilmeyen bir zümrenin namdar kalecisi bulunuyordum.

    O zamanki oynadığımız futbolun kaidesi alîl, cılız, neşv ü neması ikmal etmemiş vücutlarımızı biraz daha hırpalamak, biraz daha ezmekten ibaretti. Ve buna futbol ismini vermek bir hata oluyordu. Nitekim bunu bir sene sonra Fenerbahçeli Mustafa Bey’in hakemliğiyle oynadığımız bir oyunda anlamıştık. Mustafa Bey mütemadiyen düdüğünü öttürüyor (Faul) (Ofsayt) gibi kelimelerle “Taç” ve “Aut”tan başka bir şey bilmeyen bizleri bizar ediyordu. İşte ben futbola on iki sene evvel böyle başlamıştım.

    Kadıköy Numune Mektebi’ne esna-i naklimde orada kıymetli futbolcu bulmuştum ve hemen mektebin ikinci timinde müdafii mevkiine ithal edildim. Bir kere de Fener’e karşı yaptığımız bir maçta -beğenildiğimden olacak- ağabeyimin arkadaşlarından Mustafa Bey’in delaletiyle Galatasaray’a kaydedilerek üçüncü ve dördüncü timlerinde oynamaya başladım. Şimdiye kadar oynadığımız oyunlarda futbolu spor olarak yapmadığımız tabii idi. Çünkü küçücük boyumuz, incecik boynumuz ile her gün güneşin en hararetli zamanlarından pek çok saatlerimizi top peşinde geçiriyorduk.

    Bu fena itiyad beni o hale koymuştu ki herkes teverrüm ederek vefat eden pederime benim de iltihak edeceğimde müttefik idiler. Mamafih bu esnada ben bu alîl vücudumla futbol sahasında mütemadiyen terakki ediyordum. O kadar ki meşhur Oberle, Celal’lerle aynı timde oynamaya başlamıştım. Bu vaziyet spor sahasında yegane küçük bir çocuk olan bana büyük bir zevk ve gurur veriyordu.

    14 Yaşımda Birinci Takımda

    Beni tanıyanlar pek ala bilirler ki 1331 (1915) senesinde birinci timlere dahil olduğum zaman ancak 14 yaşında bulunuyordum.

    (25) kiloluk sikletim, (66) santimlik göğsümle ilk oyuna girdiğim gün Oberle şaşırmış, timin kaptanını çağırarak “Bu küçücük çocuğun ne maksatla time ithal edildiğini” sormuştu. Fakat maçın akabinde hayretle yanıma sokularak daima benim için kullandığı (le petit) ünvanıyla sırtımı okşamış, bana her zaman neşv ü nema için verdiği nasihatlerine başlamıştı.

    O sene ben bu küçücük vücudumla çok terakki etmiştim. Sene sonunda şampiyon çıkan Altınordu’ya karşı ben kulübün yaptığı muhtelit time bizden de Oberle ve timin kaptanıyla ben dahil oluyordum. Hatta küçüklere itiraz eden Anadolu kulübü time oyuncu vermemişti. O zaman maça girerken, eski oyuncu olan bir rakibin kenardan (Ben İsmet’in topa vurduğu kadar maça girdim) dediğini ben işitmiştim. Hiç şüphe yok ki bu benim yerini zaptettiğim bir muavindi, belki hakkı da vardı. Fakat kuvvetli bir genç olan o zamanki Altınordu’nun sol açığı karşısında zayıf vücudumla oynadığım oyun herkesin nazar-ı takdirini celp etmişti. Halbuki bu kadar yorgunluğa vücudumun zaafiyeti de tahammül edemiyordu. Nitekim ertesi sene adım atamayacak bir hale geldim. O zaman böyle olmakla beraber bu çıkmaz yoldan dönemiyordum. Bu esnada Kadıköy Sultanisi’nde zaafım dolayısıyla futboldan men edilmiş ve müdüriyetce de beni kontrol için tenbihat-ı lazımada bulunmuştu.

    Filvaki müdürün bunda hakkı vardı. Çünkü ben deri ve kemikten mürekkep bir ucube kalmıştım. O esnadaki ebadımı şuraya kaydedeyim :

    Sene 332 – yaş 15 – siklet 42 kilo. Boy 148, boyun 30, göğüs 66, kol 19, pazu 21, bel 56, baldır 32 santimdi.

    Cetvel

    Her sene kaydettiğim ebat cetvelinin 332 Teşrinievvelindeki sahnesi işte bu suretle kapanmıştı. Üç sene her gün böyle biraz daha azalarak kaybederek geçti. Bu esnada Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’ye kabul edilmiştim. Muayene-i Sıhhiyede azamın tamamen mükemmel olduğu sabit oldu. Bununla beraber 49 kilo sikletli, 76 santim göğüslü, 23 santim kollu, zayıf, kavruk bir  çocuktum. Bazı kimselere olduğu gibi, asker ocağı bana da yaradı. Ananeye fevkalade riayetkar olan bu mektepte bilhassa o zamanlarda hak daima sınıf arkadaşları arasında kuvvette görülüyordu. Tabiatın bana verdiği asabi, hadîd ve haşin etvârım neticesi bu mektepte çok belalara maruz kalıyor ve eziliyordum.

    Artık çocukluktan çıkmış, Darülfünun talebesi olmuştum. Spor hakkında bir fikir edinmeye başladığımdan çalışmanın tarzını değiştirerek muntazam bir şekle soktum. 46 kiloluk sikletimle jimnastik yaptığım gün herkes (karga kadar vücutla jimnastik yapıyor) diye benimle istihza ediyordu. Çünkü orada jimnastik yapmaya hakkı olanlar kuvvetli, iri vücutlulardı. Buna rağmen ben azimkarane tam iki sene çalıştım.

    İki sene sonra etrafında alaylar, istihzalar yerine hayretler, takdirler görünmeye başladı. Bu zamana kadar ağabeyimin o kulüpte bulunması dolayısıyla Galatasaray’da oynuyordum. Bu kulübü cidden severdim. Harp senelerinde Galatasaray’ın şayan-ı hürmet azaları vatanı müdafaaya koştuğundan kulüp bir takım spor ruhu taşımayan şahsiyetlerin elinde kalmıştı. Ve nihayet sporculuğun kıymettar bir uzvu olan muhterem reisi Ali Sami Bey bile gücendirilerek istifa ettirildiğinden kulüp bütün bütün çığrından çıkmıştı.

    Fenerbahçe’ye Geliyorum

    Bu hal karşısında biraderim istifa ettiği gibi ben de kulüple olan alakamı kıta ederek ilk defa ve resmen Fenerbahçe kulübüne dahil oldum. Bu esnalarda sporu daha iyi anlamaya ve daha esaslı çalışmaya başladım. Oyunlardan sonra suistimallerden kaçındım. Gıdanın derece-i ehemmiyetini idrak ettiğimden terli terli dört bardak su ve iki lokma ekmeğin o zamana kadar bendeki tesir-i tahripkarisini hissediyordum. Ne çare ki pek geçti.

    Vücudum kuvvetlendikçe futbola da lazım olan malumat ve sürat hassalarını kazanmaya başlıyordum. Fakat bu esnada boks daha ziyade inhimakımı mucip oldu ve futbolda benim için bir devre-i tevakkuf başladı. Birkaç sene evvel Galatasaray’ın Avrupa turnesine iştirakım futbolun terakki ettiği bu memleketlerde ne suretle çalıştığını daha yakından görmeye sebep olduğundan futbolu daha iyi anlamaya başladım. O zaman fikrim şu noktada toplanmıştı : Futbola esaslı olarak çalışılırsa iyi, samimi ve güzel bir spor… Yoksa vücudu bilhassa gençleri tahrip etmek için pek fena bir yol ve en müthiş bir vasıta.

    O zamandan beri İstanbul’da bir çok ecnebi takımlar ile çarpıştık. Ve bunlar bize çok istifadeler bahşetti. Şimdi artık muktedir bir muallimin idaresinde milletimizi temsil etmek üzere Paris Olimpiyatı’na hazırlanıyoruz.

    Ümit ederiz ki Türkler Paris’teki Kolomb Stadı’nda dünyanın şampiyonluğuna namzet Çekoslovaklara karşşı mağlup olsa bile büyük bir muvafakıyyet temin edecektir. Ve bütün gayem orada milletim için iyi bir oyun oynamaktır.

    Yavuz İsmet Anlatıyor


    Not : Bu yazının yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk sene sonra, 46. ölüm yıl dönümü olan 26 Ağustos 2021 tarihinde İsmet Bey merhumun torunu Mete Uluğ beyefendi ile temasa geçtik. Kendisi, sağ olsun, hem İsmet Bey’in “Ahmet” olan ön ismi ile beraber, 1 Temmuz 1901 olan doğum tarihini bildirdi, hem de aşağıdaki birbirinden güzel fotoğrafları Fenerbahçe tarihine armağan etti. Sonsuz teşekkürlerimizle…

  • Tahtaperde Aleko ve Galip’in Son Gecesi

    Tahtaperde Aleko ve Galip’in Son Gecesi

    Türkiye’de futbolun kuruluş yıllarından meşhur bir ismi konuk ediyoruz bu kez… Kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet, sağ olsun, Tahtaperde Aleko’nun bir söyleşisini göndermiş. Bize de aktarmak kaldı. İçindeki güzel hatıralar bir yana, meğerse (Midilli eşrafının aile tanışıklığından ötürü olacak) Aleko, Fenerbahçe’nin efsane ismi Galip Kulaksızoğlu ile çok iyi arkadaşmış ve hatta Galip Bey ölmeden önceki gece birlikte bir-iki kadeh bir şeyler içmişler… Huzurlarınızda Tahtaperde Aleko ve Galip’in son gecesi. Her ikisi de nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tahtaperde Aleko

    – Kafa koçanı mı, dedi. Geçenlerde kömür kağıdı ile birlikte kaybettim! Bir bakarsan iyi oldu! Artık benim ne işime yarayacak! 1905 yıllarında ilk takım arkadaşlarım 27 kişi idi. Bugün onlardan yaşayan üç kişi var : Biri ben, Tahtaperde Aleko, diğeri, İngiltere’de Toto, Yunanistan’da Kimon. Eh üçümüz de artık antika sayılırız. Yaşımı vallahi billahi bilemeyeceğim.

    Bir süre parmaklarıyla hesaplar gibi yaptı. O sırada, kızı Panayota hemen söze karıştı :

    – Baba, 84 yaşındasın şimdi!

    Aleko gülerek, sakin bir sesle devam etti :

    – Biliyorum. 1296 yılında (1880) Midilli’de doğdum, diyeceksin. Biliyorum be, ama hatırlamak işime gelmiyor…

    – Bu Tahtaperde adını nasıl aldınız?

    – Bir futbol hastası Musevî gencinin azizliği oldu. Gene o tarihlerde, İngilizlerin bir küçük harp gemisi gelirdi buralara… Bahriyeliler ilk defa meşin topu getirdikleri için, bizimle eni konu ahbaptırlar. Her gelişlerinde hemen takımlarını getirirler, çıkardık Fenerbahçe çayırına… İngilizlerin zehir gibi bir sol açıkları vardı. Fakat, bütün akınları gelip, benim önüme kesilirdi. Bir türlü geçemezdi beni! Gene bir maçta idi. Akınlar kesilince, sol açık çılgına dönmüş, tepinip duruyordu. Bu sırada, sahanın kenarında bir Musevî genci birden bağırdı : “Geçemezsin onu, bak çekmiş tahta perdesini… Tahtaperde Aleko… Tahtaperde Aleko…”

    İşte o günden sonra bu isim, yafta gibi yapıştı bize. Bir daha da çıkmadı. Elli yıldır yukarı gitsem, Tahtaperde Aleko, aşağı gitsem, Tahtaperde Aleko, diye çağırırlar beni…

    Türkiye’nin İlk Futbolcuları

    – Futbolu kaç yıl oynadınız? İlk golünüzü hatırlar mısınız?

    – İlk zamanlarda Moda Kulübü, Elpis takımları vardı. Sonra bunlar çoğaldı. Ben, Moda Kulübü’nde sağ bek oynuyordum. Hatırımda kaldığına göre, yukarıda soyadı aldığım maçtı. İngilizlerin o su gibi akan sarı delikanlısı, gelip gelip şutları çekiyor ama bir türlü gol olmuyordu. Maç sonlarına doğru, bir ara bizimkilerin bir akını oldu. Ben, santra yerine kadar gelmiştim. Birden, top bizim akıncının ayağından alındı. Bir şutla bana kadar geldi. Biraz sürüp körlemeden bir vurdum. Nasıl vurdum, ben de bilmiyorum. Ama, birden seyirciler tarafından bir “Goooolll!” sesidir geldi. Bir de baktım, fesler havada uçuyordu. Bu, benim bek olduğum halde, attığım ilk golüm oldu. 40 yıl var, oynadım bu mereti… Günde 10 altın kazandığım olurdu.

    “Tahtaperde, maç var, gel!” diye bir haber saldılar mı, ne altın, ne iş, soluğu sahada alırdım. Böylesine severdim meşin topu… Futbolu bizler getirdik ama, şimdi başkaları parsayı topluyor. Biz para almadık, üstelik para verdik!… Ömür verdik ve oğlum!… Ben, bek yerinden vurduğum zaman top, sahayı aşar, Papazın Bağı’na düşerdi (tahminen 100-110 metre). Böyle oynardık. Futbolda marifet, müdafaa oyuncusunun, rakip forların ayağından, zekasını ve hünerini kullanıp, topu çalabilmesidir!

    Maçlara hazırlanışlarını şöylece anlattı :

    – Bu sıralarda bekardım. Takım arkadaşlarımdan Hasan, Hüseyin adında iki kıymetli for vardı. Onları daha bazılarını alıp, eve getirir, çilingir sofrasını kurar, hem tek tek atar, hem de ertesi günü birlikte çıkacağımız maç için, İngilizlere karşı oyun şekli hazırladık!

    Hey gidi Galip!

    – Oyun arkadaşlarınızdan en çok kimi severdiniz?

    Gözleri birden perdelendi. 84 yaşına basmış bu koca ihtiyar, anlatılması güç bir dostluğa bağlılıkla, bir yandan ağlıyor, bir yandan anlatıyordu :

    – Bir Galip beyimiz vardı. Senelerce Fenerbahçe’ye takım kaptanlığı yapmıştır. Mertti, cömertti, Her şeyini kulübüne verenlerdendi. Son akşamı, onunla bir-iki çakıştırmıştık. Sonra gitti. O gidiş! Ölüm haberini aldığım zaman, bana bıçak soksalardı, kan çıkmazdı…

    Bundan 20 yıl evvel, onu son defa bir oyuna çağırmışlar. Fenerbahçe Stadı’na gitmiş. Kendisine forma ve futbol donu vermişler. “Yok” demiş. “Bu yaştan sonra bacaklarımı gösterip, meşin topla aramı bozamam! Şöyle bir-iki vurup, kurdumu dökeyim yeter!…”

    Baldızı İzmaro, Tahtaperde Aleko’nun sevdiği yemekler için bakınız ne diyor:

    – Ah efendim, hâlâ ete, pilava bayılıyor. Sebzeyi yediği zaman, kendimi doymuş saymıyor. 4 yumurtayı bir akşam yemeğinde yer. Bir bir yumurta yesek, ancak setliçle kendimizi kurtarıyoruz!…

    Onun, spor hayatı dışında avcılığı, balıkçılığı vardı. Onun sepetinde İstanbul’un en nadide ıstakozları bulunurdu. Bir avcılık hikayesini anlatırlar. Meşhur Avcı Sait, Fenerbahçeli Galip, Aleko ava giderler. Bir sülün çıkar. Aleko ateşler. Sülün tepeaşağı gelir. Galip bağırır : “Yaşa Sait!”. Aleko kızar, göğsüne vura vura : “Ne Said’i be! Aleko yok mu burada!…”

    Tahtaperde Aleko’nun yanlış teşhis yüzünden 19 yaşında ölen bir oğlunun yası ona hayatı zehir etmiş. Bu konuda şöyle diyor :

    – Onun ölümünden sonra neşem gitti. Hayatı bıraktım. Ne yapalım ki, hayat hâlâ bizi bırakmadı. Bakalım, sevdiklerimize ne zaman kavuşacağız.


    Yazıya Dair

    Röportaj : Necdet Erdem – T.E.
    Fotoğraflar : Tamer Güvenç

    En Üstte : Aleko’nun da aralarında bek oynadığı 1905’deki Elpis Kulübü’nün futbol takımını gösteriyor. Takım durumuna göre kaleci Yorgo, sağ bek Aleko (Tahtaperde), sol bek Mihal, İdareci Yorgo (giyimli), saf haf Kiryako, santrhaf Papazınoğlu, sol haf Boyacı Niko, sağ açık İstefo, saç iç Todori, santrfor Yorgo, sol iç Vasil (sağ ve Yunanistan’da), sağ açık Yorgi Lagopolos’u göstermektedir.

    Küçük Fotoğraf : Tahtaperde Aleko

    Sol Altta : Aleko 84’lük ama, gönlü taptazedir. Bütün ev halkı hizmetinde vazife alır. Baldızı kravatını düzeltirse, kızı kol düğmelerini takar. Onu, ömründe bir kere olsun traşsız gören olmamış!…

    Sağ Altta : Zaman olur, yaş ilerler, top oynanmaz, maça gidilmez olur!… İşte, o devir için, Aleko : “Benim gibi yapınız, diyor. Radyonun başına oturun. Dinler, bağırır, kurdunuzu dökersiniz…”

  • Yalan Tarihin Mumu Yatsıya Kadar

    Yalan Tarihin Mumu Yatsıya Kadar

    Belki hatırlarsınız; bundan birkaç ay evvel, tarihi işine geldiği gibi eğip bükmeye çalışan birileri “Türk futbol tarihinin ilk dönemlerinde hiç bir spor olayı, bu kupa (Gazi Büstü) organizasyonundan başka gazetelerin 1. Sayfasında yer almamıştır. Gazetelerin 1. Sayfalarına manşet olabilen tek spor olayıdır” diye iddialı bir beyanda bulunmuşlardı. Aynı floodda bir de Murat Bardakçı’nın 28 Şubat 2018 tarihli yazısında “şaibeli” dediği bir evrak paylaşmışlardı. Yalan tarihin mumu yatsıya kadar yandı.

    Türk futbol tarihinin başlangıç senelerinde birçok manşetin atıldığı ve Fenerbahçe’nin bu manşetlerde rakiplerinden kat kat fazla sayıda yer aldığı zaten sabit. Fakat güzel bir tesadüf, Mayıs 1977 tarihli (Aylık Fikir ve Sanat Dergisi) Türk Edebiyatı mecmuasında Malik Aksel imzalı “Acı Patlıcan Vakası” başlıklı yazısında karşımıza çıktı. Yazının tamamını en alta dosya bir galeri olarak koyduk. Aşağıdaki metinse başlangıç ve bizi ilgilendiren kısım.

    Malik Bey merhum, 43 yıl öncesinden küçük bir anektodla, birilerinin yalanını yüzlerine vurmuş.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Acı Patlıcan Vakası

    Bir vakitler, Cumhuriyetten önce okuma yazma bilenlere fazla soru sorulmadan ilk okullarda hocalık veriliyordu. Selim Mansur İstanbul’da maarif müdürlüğüne uğrayarak bir öğretmenlik istiyor. Maarif mümeyyizi, adından koyu bir müslüman olacağını tahmin ettiği bu zata (Kur’ân-ı Kerîm) hocalığı teklif eder. Selim Mansur da:
    – Efendim ben Dürzüyüm, cevabını verince mümeyyiz şaşırır.
    – Estağfurullah! diyerek ona tuhaf tuhaf bakar, ne söyleyeceğini şaşırır. Bu arada Selim Mansur (Arapça bilirim, Kur’ân da okutabilirim ama okutmam caiz değildir. Çünkü ben müslüman değilim. Cebel-i Dürz’de de doğdum, oralıyım, yâni Beyrut’a yakın) diye açıklamada bulunur.

    Bu olaydan bir zaman sonra arkadaşı Faik Sabri ile birlikte Paris’e Sorbon Üniversitesi’ne girer. Coğrafya tahsili yapar. Bir ara yine beraber İstanbul Öğretmen Okulu’na hoca olurlar. Faik Sabri coğrafya, harita buna benzer işlerden sonra türlü incelemelerde bulunmuştur, hatta ilmî edebî eserler yazmıştır.

    Selim Mansur ise sınıfta ne okutacaksa çantasından çıkardığı defteri açar, okur gibi buradan söyleyeceklerini söyler. Aradan bir hafta geçince bu dersi bir öğrenciye sorar. Bu öğrenci kem kümledi mi “Git yerine, sıfır!” der, bunu da not defterine yazar, öğrenciye de bir hayli çıkışırdı. Bu öğretmenden beş numara almak, hele altı yedi numara büyük bir talih işidir. Büyük başarıdır.

    Bir Mektep Hatırası ve Gazetelerin Birinci Sayfası

    Bir gün, bir öğrenciyi tahtaya kaldırır, adeti olduğu üzere adını, geldiği yeri sorar. Bu öğrenci Bağdat’tan (takabil?) ile geldiğini söyleyince Selim Mansur bundan bir şey anlamaz, tekrar sorar yine “Bağdat’tan takabil ile geldim” diye sözünü tekrarlar. Öğretmen buna bir mânâ veremiyor takabil, takabil diye kendi kendine söylenir. Bu sözden bir sonuç çıkaramayınca tebeşirle tahtaya resmini yaptırır. Öğrenci güçlükle bir şeyler çizer.

    Selim Mansur neden sonra bunun dekovil olduğunu anlar. Ondan sonra bu öğrencinin adı takobil olmuştur. Takobil aşağı, takobil yukarı. Asıl adı nüfus kağıdında kalmıştır. Öğretmen derse geldi mi, daha iskemleye oturmadan, ders başlamadan bu öğrenciyi derse kaldırır:

    – Takobil uyuma, kalk taktaya (tahtaya) der. Bu öğretmen de bir türlü tahta diyemiyor.. Arkadan da (Anlat bakalım Bağdat’tan nasıl geldin!) Öğrencinin yine bir türlü dili dönmüyor, yine takobil ile geldik diyor, diyor ama yine sıfırı alıyor, yerine oturuyor. Bir yıl bu iş böyle sürdükten sonra dekovil diyemeden sınıf dönüyor.

    O sırada meşhur Fenerbahçeli futbolcu Alaaddin de bu sınıftadır. Gazetelerin baş tarafında büyük harflerle adı geçiyor. Zamanın gol kralı Alaaddin, evi de mektebe yakın ama geç kalmayı adet edinmiş. Hoca : (Ulan nerede feneri söndürdün) der, Alaaddin hafifçe gülümser, özür diler ama öğretmen ona fazla bir şey söylemez. O devirde başvekili pek az kimse tanırken, onu bütün Kadıköy, hatta İstanbul bilirdi, tanırdı. Ona fazla takılmazdı. Onun şöhreti Selim Mansur’un onunla alay etmesine engel oluyordu.

  • Yalan Tarihin Mumu Yatsıya Kadar…

    Belki hatırlarsınız; bundan birkaç ay evvel, tarihi işine geldiği gibi eğip bükmeye çalışan birileri “Türk futbol tarihinin ilk dönemlerinde hiç bir spor olayı, bu kupa (Gazi Büstü) organizasyonundan başka gazetelerin 1. Sayfasında yer almamıştır. Gazetelerin 1. Sayfalarına manşet olabilen tek spor olayıdır” diye iddialı bir beyanda bulunmuşlardı. Aynı floodda bir de Murat Bardakçı’nın 28 Şubat 2018 tarihli yazısında “şaibeli” dediği bir evrak paylaşmışlardı.

    Türk futbol tarihinin başlangıç senelerinde birçok manşetin atıldığı ve Fenerbahçe’nin bu manşetlerde rakiplerinden kat kat fazla sayıda yer aldığı zaten sabit. Fakat güzel bir tesadüf, Mayıs 1977 tarihli (Aylık Fikir ve Sanat Dergisi) Türk Edebiyatı mecmuasında Malik Aksel imzalı “Acı Patlıcan Vakası” başlıklı yazısında karşımıza çıktı. Yazının tamamını en alta dosya bir galeri olarak koyduk. Aşağıdaki metinse başlangıç ve bizi ilgilendiren kısım.

    Malik Bey merhum, 43 yıl öncesinden küçük bir anektodla, birilerinin yalanını yüzlerine vurmuş.


    * * * * * *

    Bir vakitler, Cumhuriyetten önce okuma yazma bilenlere fazla soru sorulmadan ilk okullarda hocalık veriliyordu. Selim Mansur İstanbul’da maarif müdürlüğüne uğrayarak bir öğretmenlik istiyor. Maarif mümeyyizi, adından koyu bir müslüman olacağını tahmin ettiği bu zata (Kur’ân-ı Kerîm) hocalığı teklif eder. Selim Mansur da:
    – Efendim ben Dürzüyüm, cevabını verince mümeyyiz şaşırır.
    – Estağfurullah! diyerek ona tuhaf tuhaf bakar, ne söyleyeceğini şaşırır. Bu arada Selim Mansur (Arapça bilirim, Kur’ân da okutabilirim ama okutmam caiz değildir. Çünkü ben müslüman değilim. Cebel-i Dürz’de de doğdum, oralıyım, yâni Beyrut’a yakın) diye açıklamada bulunur.

    Bu olaydan bir zaman sonra arkadaşı Faik Sabri ile birlikte Paris’e Sorbon Üniversitesi’ne girer. Coğrafya tahsili yapar. Bir ara yine beraber İstanbul Öğretmen Okulu’na hoca olurlar. Faik Sabri coğrafya, harita buna benzer işlerden sonra türlü incelemelerde bulunmuştur, hatta ilmî edebî eserler yazmıştır.

    Selim Mansur ise sınıfta ne okutacaksa çantasından çıkardığı defteri açar, okur gibi buradan söyleyeceklerini söyler. Aradan bir hafta geçince bu dersi bir öğrenciye sorar. Bu öğrenci kem kümledi mi “Git yerine, sıfır!” der, bunu da not defterine yazar, öğrenciye de bir hayli çıkışırdı. Bu öğretmenden beş numara almak, hele altı yedi numara büyük bir talih işidir. Büyük başarıdır.

    Bir gün, bir öğrenciyi tahtaya kaldırır, adeti olduğu üzere adını, geldiği yeri sorar. Bu öğrenci Bağdat’tan (takabil?) ile geldiğini söyleyince Selim Mansur bundan bir şey anlamaz, tekrar sorar yine “Bağdat’tan takabil ile geldim” diye sözünü tekrarlar. Öğretmen buna bir mânâ veremiyor takabil, takabil diye kendi kendine söylenir. Bu sözden bir sonuç çıkaramayınca tebeşirle tahtaya resmini yaptırır. Öğrenci güçlükle bir şeyler çizer.

    Selim Mansur neden sonra bunun dekovil olduğunu anlar. Ondan sonra bu öğrencinin adı takobil olmuştur. Takobil aşağı, takobil yukarı. Asıl adı nüfus kağıdında kalmıştır. Öğretmen derse geldi mi, daha iskemleye oturmadan, ders başlamadan bu öğrenciyi derse kaldırır:

    – Takobil uyuma, kalk taktaya (tahtaya) der. Bu öğretmen de bir türlü tahta diyemiyor.. Arkadan da (Anlat bakalım Bağdat’tan nasıl geldin!) Öğrencinin yine bir türlü dili dönmüyor, yine takobil ile geldik diyor, diyor ama yine sıfırı alıyor, yerine oturuyor. Bir yıl bu iş böyle sürdükten sonra dekovil diyemeden sınıf dönüyor.

    O sırada meşhur Fenerbahçeli futbolcu Alaaddin de bu sınıftadır. Gazetelerin baş tarafında büyük harflerle adı geçiyor. Zamanın gol kralı Alaaddin, evi de mektebe yakın ama geç kalmayı adet edinmiş. Hoca : (Ulan nerede feneri söndürdün) der, Alaaddin hafifçe gülümser, özür diler ama öğretmen ona fazla bir şey söylemez. O devirde başvekili pek az kimse tanırken, onu bütün Kadıköy, hatta İstanbul bilirdi, tanırdı. Ona fazla takılmazdı. Onun şöhreti Selim Mansur’un onunla alay etmesine engel oluyordu.

  • Atatürk’ü Fenerbahçe’ye Getiren Başkan : Sabri Toprak

    3 Mayıs 1918 günü Mustafa Kemal Paşa, Fenerbahçe Spor Kulübü’nü ziyarete gelmeden önce, geceyi Fenerbahçe Başkanı Sabri Toprak’ın evinde geçirmişti.

    Türkiye’nin, Kadıköy’ün ve Fenerbahçe’nin bu namus timsali ismi, 19 Şubat 1938’de hayatını kaybetti. Gazetelerde arkasından yazılanları burada derlemeye çalıştık. Keyifli okumalar.

    * * * * * *

    Sabri Toprak 1878 senesinde Saruhan’ın adı şimdi Turgutlu olan eski kasaba kazasında bir tüfekçi ustasının oğlu olarak doğdu.

    İlk tahsilini orada görürken gösterdiği zeka ve kabiliyet üzerine o zaman kasabada bulunan Haydar Rıfat ailesi tarafından Haydar Rıfat’ın tahsilde bulunduğu Darüşşafaka’ya sevkedilerek yerleştirildi ve burada her yıl daima sınıfının birincisi olarak 1313’de (1897) mezun oldu. O zamanlar Darüşşafaka’nın mütefennin mezunlarının tercihan Telgrafhane’ye ayrılmaları usuldendi. Bu suretle Posta ve Telgraf Nezareti’nin tercüme kalemine memur olan Sabri Toprak, bir taraftan da hukuk tahsiline devam ederek, oradan da şahadetname aldıktan sonra telsiz telgraf tahsili için Berlin’e gönderildi.

    Sabri, posta ve telgrafta vazife görürken iki arkadaşı vardı : Birinin adı Kemal, birinin adı Hamdi idi. Kemal’i politika alemi Kara Kemal olarak tanır. Hamdi de Sigortacı Hamdi denmekle maruf idi.

    Meşrutiyet, Sabri Toprak’ı Almanya’dan döndükten sonra Telgrafhane’de buldu ve kendisi Telgraf Mektebi Müdürlüğü’nü ifa ettikten siyasi hayata girerek “İttihat ve Terakki” namzedi olarak Saruhan mebusluğuna intihab edilerek Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın ikinci içtima devresine iştirak etti.

    Sabri Bey, bütün umumi harp senelerinde İttihat ve Terakki’nin Kadıköy Katib-i Mesullüğünü yaptı. Talat Paşa kabinesinin istifası üzerine toplanan son İttihat ve Terakki kongresinde işgal kuvvetlerine, saraya ve memlekete hakim olmaya çalışan menfi cereyanlara mukavemet etmek maksadıyla İttihat ve Terakki’nin temiz kalmış unsurlarından mürekkep olmak üzere kurulan Teceddüd Fırkası’nın başına geçti. Sabri Toprak, o zaman büyük bir tecellüd ve medeni cesaret göstererek saraya ve işgal kuvvetlerine dayanan mütareke hükümleriyle mücadele etti ve nihayet Damat Ferit hükümetinin emriyle 1919 senesi Mart ayında tevkif edildi. Bekirağa bölüklerinde ıstırap çekti. Malta’ya gönderildi.

    Ancak Sabri Bey merhum, Kadıköy İttihat ve Terakki mesullüğü esnasında bütün Kadıköy halkının muhabbet ve hürmetini kazanmış bir zat olduğundan böyle apansız tevkifi, muhitte derin bir teessür uyandırmış, Türk ve ecnebilerden mürekkep 500 kişi bir mazbata hazırlayarak bu hadiseyi işgal kuvvetleri kumandanı Amiral Calthorpe ile Damat Ferit hükümeti nezdinde şiddetle protesto etmişlerdi.

    Sabri Toprak Malta’da “Tel Örgüsü Hastalığı” denilen sinir rahatsızlığından uzak kalan pek az mahpustan biriydi. Daima neşesini ve latifeci tabiatını muhafaza eder, arkadaşlarının bedbinliğini dağıtmaya çalışırdı.

    Sabri Bey’in tevkifi üzerine Teceddüd Fırkası da dağılmış ve Damat Ferit hükümetiyle işgal kuvvetleri İstanbul’a tamamıyla hakim olmaya başlamışlardı.

    Anadolu’nun muvaffakiyetiyle Malta mevkuflarının tahliye olunan ilk kafilesi arasında esaretten kurtulan Sabri Toprak, Antalya tarikiyle Ankara’ya gelerek Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü ile vatana çok değerli hizmetler ifa etmiş ve ikinci intihap devresinden sonra hep Saruhan mebusu seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi Reis Vekilliği, Ziraat Vekilliği ve Bükreş sefirliği yapmıştı.

    Geçirdiği mahrumiyet ve ıstırap devirlerinin yadigarı olarak kalp rahatsızlığı çekerek, istirahate çalışıyordu. Bu halinde bile son demlerine kadar nasıl millî gaye uğrunda uğraştığını, Büyük Millet Meclisi’nde mevzzu bahsolunduğunu son zamanlarda yazdığımız takrir ve teklifleri gösterir.

    Sabri Toprak, çok basit bir hayat geçirdi. Bunu görenler, kendisini para arttırmaya çalışır bir adam zannederlerdi. Oysa eline geçen paranın yarısını arttıracak şekilde yaşar ve bu para ile yetimlere bakardı. Kendisi yetimlik acısı çektiği için hayatta tattığı en büyük haz, yetim kalplerindeki yaraları sarmaktı. Hayır işlerine olan bu yüksek alakasını adeta bir sır gibi gizli tutar, kazancının yarısını yetimlere bakmaya ayırdığını, bir-iki sıkı dostundan başka kimse bilmezdi.

    Sabri Toprak, kendisini ziyaret eden bütün arkadaşlarına, pek yakın bildiği ölümünden, uzak bir seyahate çıkar gibi bir tarzda bahsetmiştir. Bir arkadaşına demiştir ki:

    – Dünyaya ait emelimin hasıl olmasını isterdim. Keşke biraz daha para sahibi olsaydım! Üç yetimin tahsiliyle meşgul oluyordum. Tahsillerini ikmal etmelerine kâfi para bırakabilseydim çok mesut ölecektim.

    Ölümü, tabii bir hadise diye büyük bir sükunetle karşılayan ve trene binip seyahate gidecekmiş gibi dostlarına veda eden Sabri Toprak, ölümünden dört dakika evvel eski arkadaşı Nazım Bey’e şu sözleri söylemiştir :

    – Burada bana büyük bir sevgi ile baktılar. Hepsine bol bahşiş vererek gönüllerini hoş et..

    Ve bu sözleri söyledikten sonra gözlerini ebedi surette kapamıştır.