Etiket: 1959 Öncesi Şampiyonluklar

  • Belgesiz Tarih

    Belgesiz Tarih

    1959 öncesi şampiyonluklar ile ilgili görüş belirttiğimiz her yerde “belgeli” konuşmaya dikkat ettik. “Falanca köşe yazısında şöyle yazmış” veya “Filanca dost sohbetinde böyle demiş” gibi şeyler şüphesiz önemlidir ama resmî bir konuda resmî belgelere neden başvurulmaz? En başta bunu anlamıyorduk. Sonra gördük ki belgesiz tarih yazımının sebebi, kaynak bilmemek, bulamamak, bulunanları okuyamamak…

    Fenerbahçe Spor Kulübü, 1959 öncesine dair ek başvurusunda Spor Tarihçisi ve “Spor Tarihi Araştırmaları Derneği” Başkanı yazarımız Barış Kenaroğlu‘nun bulduğu ve çevirdiği belgelere yer verdi. Buna karşılık Galatasaray Spor Kulübü de konuya dair tek resmî itirazını yayınladı.

    Şunu çok net olarak söylemek gerek: Galatasaray’ın ilgili bildirisini kaleme alanlar “Bu belgeler önemli değil, TFF’nin kendi arşivine bakılmalı” derken, reddetiklerinin kimler olduğunun pek de farkında değil gibiler.

    Aşağıdaki belgenin altına imza atanlar, 1959 öncesi şampiyonlukların takımlardan sonraki asıl sahipleridir.

    1959 öncesini inkar, devleti ve cumhuriyeti inkardır!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Devlet Arşivleri Başkanlığı’ndan

    Evkaf Umum Müdürlüğü Bütçesi’nin 29. muavenet faslının 4. maddesine konulan tahsisattan artan 500 liranın Türkiye İdman Cemiyetleri İttifak-ı Umumi Merkezi’ne verilmesi.

    Kurum : 30-18-1-2 / KARARLAR DAİRE BAŞKANLIĞI (1928- )

    Yer Bilgisi : 2 – 20 – 4

    Belge Tarihi :   27.03.1929

    Türkiye Cumhuriyeti
    Başvekalet
    Muamelat Müdürlüğü
    Şube: 1
    Sayı: 7836

    Kararname

    Evkaf umum müdürlüğü bütçesinin 29 uncu muavenet faslının 4 üncü (Muhtelif müessesatı ilmiye ve hayriyeye muavenet) maddesine konulmuş olan tahsisattan artan beş yüz liranın Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı umumî merkezine verilmesi, Evkaf umum müdürlüğünün 20/3/929 tarih ve 61566/31 numaralı tezkeresiyle yapılan teklifi üzerine İcra Vekilleri Heyetinin 27/3/929 tarihli içtimaında tasvip ve kabul olunmuştur. 27/3/929

    Reisicumhur – Gazi Mustafa Kemal
    Başvekil– İsmet İnönü
    Müdafaa-i Millîye Vekili – Abdülhalik Renda
    Adliye Vekili – Mahmut Esat Bozkurt
    Maliye Vekili – Şükrü Saracoglu
    Hariciye Vekili – Tevfik Rüştü Aras
    Dahiliye Vekili – Şükrü Kaya
    Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekili – İçtimada bulunamadı.
    İktisat Vekili – Mustafa Rahmi Köken
    Nafia Vekili – Recep Peker
    Maarif Vekili – Hüseyin Vasıf Çınar


    Belgesiz Tarih
    Belgesiz tarih yazımının önüne geçen en müthiş kurumlardan birisi, belki de birincisi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri.
  • Bir Yalanın Sonu

    Bir Yalanın Sonu

    Türk futbolunun geçmişini sarıp sarmalayan ve müfrit kulüpçülük yüzünden doğrusu bir türlü söylenemeyen bir yalanın sonu geldi!

    Üzerinden çok uzun zaman geçmedi, muhakkak hatırlarsınız; yazdığı “Spor Tarihi” (!) kitabı yere göğe konamayan birisi 1959 öncesi şampiyonluklar davasının önemli bir ayağı olan “Türkiye Futbol Birincilikleri” için şöyle yazmıştı: “Bunu TFF düzenlemiyor mesela. Bugünkü Kulüpler Birliği tarzı Türkiye İdman Cemiyetleri Birliği düzenlemiş. Kural yok, devamlılık yok. İsteyen katılıyor, istemeyen katılmıyor. Düşme yok, çıkma yok”

    Şu saçmalığın insanları aptal yerine koymasını bir yana bırakın, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti “yok” yerine konuluyordu. Aşağıdaki Türkiye Reisicumhuru “Gazi Mustafa Kemal” ve Bakanlar Kurulu imzalı kararname, Türk futbolunda yeni bir devrin başlangıcını kayıt altına alıyordu.

    Takip eden belgeler ve olaylar ile birlikte değerlendirildiğinde tespitimizde ne kadar haklı olduğumuz gün gibi ortaya çıkıyor. Neydi o tespit? 1959 öncesini inkar, devleti ve cumhuriyeti inkardır!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Devlet Arşivleri Başkanlığı’ndan

    Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın Kamuya Yararlı Derneklerden Sayılması

    Kurum : 30-18-1-1 / KARARLAR DAİRE BAŞKANLIĞI (1920-1928)

    Yer Bilgisi : 8-47-14

    Belge Tarihi : 16.01.1924

    Türkiye Cumhuriyeti
    Başvekâlet
    Kalem-i Mahsus Müdüriyyeti
    Aded
    170

    Kararname

    Türk gençliğinin bedenen ve ahlâken teâlîsine çalışmayı gâye ittihâz eden cemiyetlerinin cem’i-iâneyi teshîl ve rüsûm ve tekâliften iktisâb-ı istisnâiyyet etmesi ve esnâ-i faaliyette makamât-ı resmiyyeden daha ziyade muavenet görebilmesi için menâfi-i umumiyyeye hâdim müessesât meyanına idhâli istirhâmını hâvî Türkiye İdman Cemiyyetleri İttifâkı nâmına reis Sami imzasiyle mu’tâ istid’aname ile cemiyyet-i mezkûrenin gayesi Türk gençliğinin terakki ve teâlîsine hâdim ve kayd-ı menfaattan tamamen âzâde olduğu ve her memlekette idman cemiyyetlerinin bu suretle telakkî edilerek her türlü himâyeye mazar bulunduklari cihetle bu güne kadar izhÂr ettikleri faaliyyet itibâriyle gâyesi esasâtı ile mütevâfık bir şekilde ibrâz-ı mesâiden mezkûr cemiyyetin de menâfi-i umumiyyeye hadim bir müessese ad olunması mufafık olacağı hakkındaki Maarif Vekalet-i Celilesinin mutalaâtı İcra Vekilleri Heyetinin 16/1/346 tarihli ictimâında ledel-kırâe: Cemiyyet-i mezkûrenin menâfi-i umumiyyeye hâdim müessesât meyânına idhâli kabul olunmuştur. 16/1/340

    Türkiye Reisicumhuru
    Gazi Mustafa Kemal Atatürk

    Başvekil – İsmet İnönü
    Şer’iyye Vekaleti Vekili – Seyid Bey
    Müdafaa-i Milliyye Vekili – Kâzım Özalp
    Adliye Vekili – Seyid Bey
    Dahiliye Vekili – Ferid Tek
    Hariciye Vekili – İsmet İnönü
    Maliye Vekili – Mustafa Abdülhâlik Renda
    Maarif Vekili – İsmail Safa Özler
    Nafia Vekâleti Vekili – İsmail Safa Özler
    İktisat Vekili – Hasan Hüsnü Saka
    Sıhhıye Vekili – Doktor Refik Saydam
    Erkân-ı Harbiyye-i Umumiyye Vekili – İsmet İnönü
    Mübâdele, İmar ve İskân Vekili – Mustafa Necati Uğural


    Bir Yalanın Sonu
    Bir Yalanın Sonu
  • Türkiye Şampiyonu Unvanı

    Türkiye Şampiyonu Unvanı

    1959 Öncesi Şampiyonluklar” konusu her gündeme geldiğinde şöyle bir arşive dalıp çıkıyor ve her defasında daha da fazla şaşırıyoruz… Nedeni belli! Düşünsenize, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti, adı “Türkiye Birinciliği” olan bir organizasyon düzenliyor. Kazanan “Türkiye Şampiyonu Unvanı” ile birlikte “Türkiye Şampiyonluğu Kupası” kazanıyor. Ama on yıllar sonra birileri çıkıyor ve “Bunlar sayılmaz” diyor.

    Bir belgeye dayansalar neyse… Tamamen bilgisizce ve art niyetli youmlar…

    Bin kere söyledik, tekrar söylüyoruz. Kanun, kararname, nizamname, talimatname, ne varsa Fenerbahçe’den ve 1959 yılından önce şampiyon olan takımlardan yana. 1959 öncesini inkar, devleti inkardır!

    11 Eylül 1927 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinden günün maçlarını ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı toplantısını anlatan haberin transkripsiyonu ile sizleri başbaşa bırakalım. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Muhafız Türkiye Şampiyonu Oldu

    Eskişehir-Karesi Üçüncülük Maçı

    Dün Türkiye Futbol Birincilikleri’ne devam edilmiştir.

    Evvela 14.00’de Eskişehir ile Karesi takımları çarpıştı. Bu maçın galibi Türkiye üçüncüsü olacağından maçın oldukça mühim bir kıymeti var idi.

    İlk haftaym Eskişehir’in galibiyeti altında devam ve bire karşı iki sayı yapan Eskişehirlilerin galibiyeti ile hitam bulmuş ise de herkes küçük Karesililerin ince ve gayet kibar oyun tarzlarına meftun ve galibiyetlerini temenni etmekte idi.

    Hakikat hal tezahüratına ikinci haftaym iptidasında gayet mahirane bir akınla küçük ve mahir Karesililer ikinci ve beraberlik sayılarını kaydettiler.

    Bundan sonra Eskişehirliler daha sert oynamakla mukabil tarafın kuvve-i maneviyelerini kırmak istediler ve bu esnada üçüncü sayılarını yaptılarsa da fütur getirmeyen Karesililer üçüncü ve bunu müteakiben dördüncü sayılarını yaparak hakları olan üçüncülüğü aldılar.

    Muhafızgücü-Altınordu Şampiyonluk Maçı

    Bundan sonra galibine Türkiye Birincisi unvanı mev’ud olan pek mühim maç başlamıştır. Bu maç finale kalan Muhafızgücü ile İzmir Altınordu arasında idi.

    İzmirlilerin takımlarını en kuvvetli bir şekilde çıkarmalarına rağmen Muhafız merkez muhacimi ve takımın gözbebeği Kamil Bey’den mahrum idi.

    Oyun tam 16.00’da başladı.. İlk dakikalarda Sudi Bey’den inkişafa başlayan hücum Selahaddin Bey’e ve Selahaddin Bey’in güzel bir ortalayışını müteakip Sedat Bey’in nefis bir şutu… Ağlar sallanıyor. Ve herkes bağırıyordu… Gol… Gol…

    Şimdi İzmirlilerde aşikar bir faaliyet var… Fakat oyunlarında ahenk yok. İncelik yok. Takım adeta ne yapacağını bilmiyor gibi… Bu esnada Sedat Bey ikinci golü kaydediyordu…

    İzmir müdafaasında harikalar yaratan orta muavin Şevki yalnız müdafaada muvaffak olmakla iktifa etmeyip takımına şahane bir şutla ilk ve son sayıyı kaydederken kendisinden çok şeyler ümit edebileceğini gösteriyordu.

    Hakimiyet hep küçük tarafta idi. İkinci haftaym esnasında Şekip Bey üçüncü ve Ali Bey’in kaçırdığı bir penaltıyı telafi için de yine Şekip Bey iki sayı yaparak Muhafızgücü 1’e karşı beş sayı ile İzmir’i mağlup ederek Ankara birincisi, Türkiye birincisine verilecek olan kıymetli kupayı Türkiye Birincisi unvanı ile beraber kazanmıştır. Muhafızgücü’nü takdir ve tebrik ederiz.

    Merkez-i Umumi İçtimaı

    Spor kongresinde intihap edilen merkez-i umumi dün öğleden sonra on dörtte İttifak merkezinde Ali Sami Bey riyasetinde ilk içtimaını akdetti.

    İçtimada Katib-i Umumi Kenan, Muhasip Hadi, Aza Muhsin, Münif Kemal, Ekrem, Futbol Federasyonu’ndan Şerafettin, Atletizm’den Burhanettin, Güreş’ten Ahmet Fikri, Bisiklet’ten Muvaffak, Atıcılık’tan Kemal Bey’ler bulunmuşlardır.

    Dört saat süren içtimayı müteakip ber-vech-i ati mukarrerat ittihaz edilmiştir:

    1 – Gazi ve İsmet Paşa’lar hazeratına kongre kararı mucibince Kongre İkinci Reisi Muvaffak Bey riyasetinde ve merkez-i umumi azasından mürekkep bir heyetle bu hafta zarfında arz-ı tazimata gidilmesine;

    2 – Adana ve Mersin’in birbirinden uzaklığı ve ayrı vilayet olması her ikisinin de ayrı ayrı mühim birer spor inkişaf merkezi olmasına binaen iki mıntıka halinde teşkiline;

    3 – Divan-ı Temyiz’e taalluk edek nizamname maddesinin tadil ve mevki-i meriyete ve vaz’ına kadar geçen seneki divanın aynen ibkasına.

    4 – Olimpiyata gidebilecek idmancıların hazırlanmalarına medar olacak meblağın teşrinlere kadar tedarikine imkan görülemediği takdirde memleketimizin hüsn-i temsiline halel gelmiş olacağı mülahazası ile olimpiyat müsabakalarına adem-i iştirakimize;

    5 – Nizamname tadilatına müteallik takrirler madde-i hale konmak ve bir bir buçuk ay zarfında merkez-i umumiye iade edilmek üzere mütehassıslardan mürekkep bir encümene havalesine;

    6 – Heyet-i Müttehideler Merkezi Müdürlüğü’ne Şeref Bey’in tayinine karar verilmiştir.

  • Hani Resmî Değildi?

    Hani Resmî Değildi?

    1959 öncesi şampiyonluklar konusunda Fenerbahçe’nin tezine karşı çıkanların ne kadar tutarsız argümanlara sahip olduğunu sürekli belirtiyoruz. Bu organizasyonları gayriresmî olarak göstermeye çalışanlara Sedat Ziya Kantoğlu da tarihten bir cevap veriyor. Bir “Galatasaray Başkanı”nın Millî Küme’nin ne kadar da “resmî” bir şampiyona olduğunu anlatan tarihî beyanatı ile sizleri baş başa bırakıyoruz. Sedat Ziya Bey, 1959 öncesi şampiyonluklar için adeta tarihten bugüne sesleniyor : “Hani resmî değildi?

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Galatasaray Millî Kümeye Girdi

    Millî kümeye dâhil dört kulüp anlaşmasının üç beş gün için, ortaya çıkardığı karışık vaziyet üzerine bu anlaşmada yalnız başına kalan Galatasaray kulübü, kendi noktai nazarını müdafaa etmek maksadıyla Beden Terbiyesi Umumî Müdürlüğü nezdinde teşebbüsatta bulunmağa karar vermiş ve idare heyeti reisi Sedad Ziya Ankara’ya gitmişti. Sedad Ziya, dün sabah İstanbul’a gelmiş ve bize şu izahatı vermiştir:

    Sedat Ziya Bey Diyor ki

    “Millî küme maçları münasebetiyle ortaya çıkan hadiseden sonra Beşiktaş, Vefa ve bilahare Fenerbahçe Millî küme maçlarına girince Galatasaray kulübü, cidden garip bir vaziyette kalmıştı. Beden Terbiyesi Umumî Müdürlüğüne dört kulüp namına yapılan müracaata cevap gelinceye kadar beklemeye karar vermiş olduğumuz halde, kulübümüzün vaziyeti hakkında her gün birbirini takip eden muhtelif rivayet ve şayialar üzerine Ankara’ya giderek yalnız kaldığımız bir davada nokta-i nazarımızı müdafaa etmek ve ortaya çıkan dedikoduları önlemek istedik.

    Beden Terbiyesi Umumî Müdürü General Cemil Tahir Taner’le uzun boylu konuşmak imkanlarını buldum. Uzun seneler memleket sporuna hizmet etmek maksadıyla memlekette tatbik edilen bütün sporları imkan dahilinde tatbike çalışan Galatasaray Kulübünün, öteden beri olduğu gibi sırf spor yapmak maksadıyla çalıştığını, teşkilata karşı olan sıkı alaka ve bağlılığını etrafıyla izah ettim.

    Arada, hiç istemediğimiz halde bir sui tefehhüm meydana gelmiş olduğunu anlattım.

    Spor işlerimizin dünden, bugün ve yarın daha iyi bir şekilde inkişafı için elinden geldiği kadar ciddi mesai sarf eden Beden Terbiyesi Umum Müdürü’nün millî küme maçları dolayısıyla ortaya çıkan ihtilaftan cidden müteessir olduğunu gördüm. Sonunda büyük bir hüsnüniyet gösteren Beden Terbiyesi Genel Direktörü ile temas ettikten ve anlaştıktan sonra, futbol takımımızın millî küme maçlarına iştirakinde hiçbir mahzur kalmamış olduğunu söyleyebilirim. Genel Direktör Galatasaraylı sporculara sevgi ve selamlarını yolladılar.

    Millî küme maçımızın ilk oyunu dostumuz Beşiktaş’la idi. Beşiktaş kulübü idare heyeti namına bir sabah gazetesinde Galatasaray’la maç yapamadığı için teessür duyduğunu ve Beşiktaş kulübünün bu yapılamayan maçı her zaman oynamaya hazır bulunduğunu söyleyen Beşiktaş kulübünün kıymetli idarecisi Sadri ile de görüştüm. Tıpkı kendi ifadeleri gibi bu dost kulüple her zaman oynamaya hazır olduğumuzu, yalnız millî küme maçlarının başlamış olmasını nazarı itibara alarak, Genel Direktörlüğün tespit edeceği tarihte ve yerde bu maçı memnuniyetle yapacağımızı söyledim. Sadri yüksek bir sportmenlikle bunu kabul etti. Bu hususta icap eden muamelenin yapılması için de İstanbul mıntıkasına usulen ve resmen müracaat ediyoruz.

    Beden Terbiyesi Umumî Müdürlüğü’nün birinci defa tertip etmiş olduğu millî küme maçları meselesinin bu suretle halledilmiş olmasından dolayı, bütün Galatasaraylılar gibi ben de memnunum.

    (Kaynak : Taha Toros Arşivi)

  • 1924 Olimpiyat Hatıraları

    1924 Olimpiyat Hatıraları

    Günümüz Türk spor basınına bakıldığında, aşağıdaki türden bir hatıratın bundan sonra kaleme alınabileceğii düşünmek pek de mümkün değil. İşte Burhan Felek merhumun kaleminden, 1924 Olimpiyat Hatıraları.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not : “1959 Öncesi Şampiyonluklar” hakkında söylediğimiz bir şey var: “1959 öncesini inkar Cumhuriyeti inkardır”

    Burhan Felek, aşağıdaki cümleleriyle bu sözümüzün ne denli doğru olduğunu teyit ediyor. Bu bir kanuni devamlılık meselesidir. Fenerbahçe haklıdır!

    “O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.”


    Geçmiş Zaman Olur Ki

    Olimpiyat Hatıraları

    Bu günlerde dünya spor âleminde konuşulan lâf, Moskova Olimpiyatları’na gidilip gidilmemesidir. Bu satırların sahibi de, bu hususta bir fikir ve oy sahibidir. Ama bu yazılarda onu ifadeyi yersiz bulurum.

    Rusların Afganistan’ı istilâ etmesi, dünya milletleri üzerinde öyle bir tesir yaptı ki, safi bir spor gösterisi olan olimpiyatları bu yolda baskı vasıtası olarak kullanmaya kadar gittiler. Kim gitti diye sorarsanız, cevabı basit. Hükümetler gitti. Bu yolda asıl söz sahibi olan olimpiyat millî ve beynelmilel teşkilâtları henüz bu yolda menfi bir karar almış değillerdir.

    Neyse, bunu bırakalım da, bizim hatıralarımıza gelelim. Türkiye, 1924 8. Paris Olimpiyatları’ndan başlayarak 1928 Amsterdam, 1936 Berlin, 1948 Londra, 1952 Helsinki, 1956 Melburn, 1960 Roma, 1964 Tokyo, 1968 Meksika, 1972 Münih, 1976 Montreal Olimpiyatlarına katılmıştır. Bu tutumunu da, yani olimpiyatlara katılma geleneğim değiştirecek hiçbir şey olmamıştı… dedikten sonra, birinci olimpiyatlara katılışımızın hafızamda kalan anmaya değer noktalarını hikâye edeyim.

    Beden Terbiyesi Kanunu ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı

    O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.

    Burada bu malûmatı keselim de, işin öteki tarafına geçelim.

    Yolculuk Başlıyor

    O devirde, bizim bu teşkilâtın reisi Ali Sami merhumdu. Ali Sami’nin, benim spor çalışmalarıma çok güveni vardı. Ben, teşkilatta hem ikinci başkan, hem de Atletizm Federasyonu Başkanı’ydım. O devirde üç federasyonumuz vardı. Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya merhumdu, Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetkeri Bey merhum ve Atletizmin de bendim. Atletizmi kimse almak istemezdi. Çünkü bizim memlekete göre, en başarısız ve rağbet görmeyen spor dalıydı. Benim elimde o devirde gerçekten amatör atlet olarak sporuna bağlı 5-10 kişi vardı. Bunların başında Semih, Mehmet Ali Aybar, Ömer Besim, yüksek atlayıcı Haydar gibi çocuklar gelirdi. Ben bunları kendi evlâdım gibi severdim, hâlâ da severim. En genci 65’i geçmiş olan bu beylere “çocuklar” diye hitap ederim. Onlar da, bu hitabımı hiç yadırgamazlar.

    Tavuklu Menü

    1924 Olimpiyatlar’ı iki kısımda cereyan etmişti. Birinci kısım mayıs başlarındaki futbol turnuvasıydı. Daha ilk adımda, birinci kafile başkanının seçiminde merhum Yusuf Ziya ve o zaman da Fenerbahçe kulübüne hâkim olan Ali Naci merhum ile, aramızda ihtilâf çıktı. Ali Naci Bey, benim için, “Lisan bilmez” diye yazdı. O, Nasuhî Baydar’ın kafile başkanı olmasını istiyordu. Halbuki, Nasuhi Bey, teşkilâtta bir vazife sahibi değildi. Seyahate ait tertibatı Yusuf Ziya merhum almıştı. Bizi İstanbul’dan Marsilya’ya kadar tam 10 günde götürecek Jak Freresme admda bir büyük şilebe bindirdi. Gemi Varna’dan canlı tavuk yüklemiş ve tavuk kafesleri baş güverteye konmuştu.

    Gemi yürürken tavuk pisliği ve kokusu bütün güverteyi kaplıyordu. Gemi büyük olduğu için Korent Kanalı’ndan geçemeyerek Mataban Burnu’dan dolaştı ve tam 10 günde bizi Marsilya’ya ulaştırdıydı.

    Hâlâ hatırımdadır. Fuat adında Hariciye’de iş sahibi bir arkadaşımız vardı. Onun bir de lâkabı vardı ama pek hatırlayamayacağım. Bizim vapur bilmem ne sebeple Cenova Limanı’na uğrayınca, orada Kançılar olan Fuat, bizi ziyarete geldi. Biz de, mutemet Otomobil Nuri ile Kaleci Nedim’i karaya gönderip tereyağı, reçel, peynir, kakao gibi kahvaltılık yiyecek aldırdık. Çünkü günlerden beri yemekte çiğ baklavayla tuzlu mönü balığı haşlaması yemekten anamız ağlamıştı. Yusuf Ziya merhum, geminin 24 yatağı olan 12 kamarasını tutmuştu. Ama yemek bedelini üçüncü mevkiden ödediği için, biz eğer Bulgar tavuk sahiplerini kandırıp günde birkaç tavuğu yemeseydik açlıktan helâk olacaktık.

    Müshil

    Uzatmayalım, Marsilya’ya sağ-salim vardık. Ha! Gemide idareci olarak kafile başkanı ben, Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya, İkinci Başkan Hamdi Emin, mutemet Altınordulu Otomobil Nuri ve bir de futbol antrenörü Billy Hunter adındaki İskoçyalı mükemmel antrenör vardı. Bu adamı Yusuf Ziya, İsviçre’de tahsili sırasında oranın Servette adındaki bir kulübünde tanımış ve oradan Türkiye’ye almıştı. Gemide güvertede koşu ve kondisyon idmanları yapılıyordu.

    Bu sırada bir hususî vaziyete işaret edeceğim. Bindiğimiz Fransız şilebi İstanbul’dan kalkarken liman idaresi, gemide doktor olmadığı için, limandan ayrılmasına izin vermedi. O sırada merhum Doktor İsmet, mektebi yeni bitirmişti. Kumpanya onu doktor olarak hizmete aldı ve biz o suretle hareket ettiydik. İsmet, hakikatte Millî Futbol Takımının yan haf beki idi. Bu yüzden gemi doktorluğu hizmetine çok ehemmiyet verdi. Bir gün bana, Doktor Sabih’in hastalık bahane ederek idmana çıkmadığını rapor etti. Ben Sabih’e gittim. Çocuğun biraz ateşi vardı. Başı ağrıyordu. Sordum. Üç gündür dışarı çıkmadığını öğrenince, kendisine bir müshil ilacı verdik düzeldi.

    Domuz Eti Olmasın!

    Gemi Marsilya’ya varınca, Vaux Port denilen eski limanda bir yemek istedik. Çocukların hepsi birden:

    — Domuz eti olmasın! diye bağırıyorlardı.

    Bilmiyorlardı ki, domuz eti Avrupa’da lüks bir ettir ve her lokantada bulunmaz. Neyse, hâlâ hatırımdadır, patlıcanlı bir yemek yedik, karnımız doydu. O devirde adı PLM (Paris-Liyon- Marsilya) olan trene akşam üzeri bindik. 14 saat tren yolculuğundan sonra Liyon garına vardık. Bizi orada ataşemiz Mösyö La Croix bekliyordu.

    Aksaray Yangın Yeri

    Liyon Gar’ı kapalı bir gardır. İçinde, “metro” denilen yeraltı trenine inen merdivenler vardı. Kafilemizle hemen metroya bindik ve “Kolombe” stadına giden Porte Champeter Porte denilen Paris’in kapılarından birinden -bizde de Eğri Kapı, Edirnekapı, Mevlânakapı var ya!- bizi ikamet edeceğimiz Olimpiyat Köyü’ne götürecek elektrikli trene bindik. Turnemiz bitmeden evvel çıktığımız kapı Paris’in eski istihkâmlarının enkazının yanındaydı. Kafilede yedek kaleci Hamit:

    — Yahu! 10 gün deniz, 1 gün tren, gene gele gele Aksaray yangın yerine geldik! diye bir espiri yaptı.

    Bu çocuğun bir mecliste bulunuşu, insanı ne kadar neşelendirirdi, tarif edemem.

    Olimpiyat Köyünde

    Bindiğimiz eletrikli tren, bizi Kolomb köyüne götürdü. Oradan da, ilk defa Fransızların icat ettikleri Olimpiyat Köyü’ne gittik. Galiba, tren pek yakınında duruyordu.

    Biz odalarımızı tam köyün kapısına yakın yerde seçtik ve büyük direğe bayrağımızı çektik. Her biri dörde bölünmüş, 4 odadan ibaret kare şeklinde ahşap kulübeler pek konforlu değildi. Hatta ondan sonraki memleketlerin olimpiyat köyleri şöyle dursun, bizim İzmir’deki Akdeniz Oyunları’nda atletleri yatırdığımız binamızdaki konforun onda biri yoktu.

    Bir kere, ayakyolu ve banyolar evlerin dışında idi. Sabahleyin yüzümüzü yıkamak ve ihtiyaçlarımızı defetmek için yağmura ve çamura bakmadan açık havaya çıkacak ve kömür tozundan yapılmış çamurlu yollarda bir hayli gittikten sonra ayakyoluna ve lavaboya varıyorduk.

    Yunanlılar Geldi!

    Yugoslavlar bizden bir gün sonra geldi, bir gece kaldılar, hemen hesabı kestiler ve Paris’te bir otele indiler. Biz kaldık. Zaten paramızı da yatırmıştık. Galiba o günlerde bütün masraf içinde adam başına 55 frang veriyorduk. Bir Türk lirası da 19 frang kadar tutuyordu. (O devirde bir altın 4 kâğıt lira ederdi.)

    Bir gün odamda otururken çocuklar geldiler:

    — Reis Bey! (O zaman başkan sözü icad olunmamıştı) yanımıza Yunanlılar geldiler biz buna dayanamayız, patırdı çıkar.

    — Durun bakalım, nereden anladınız Yunanlıların geldiğini!

    — Bayraklarından. Gelin bakın.

    Gittim baktım, Yunan bayrağına pek benzeyen ve Yunan bayrağındaki istavroz yerine, güneş bulunan bir bayrak. Sonradan anladık ki, Uruguay bayrağıymış. Adamlar o turnuvada olimpiyat şampiyonu olmuşlardı.

    Baron de Coubertin

    Olimpiyat Köyü’ndeki evlerimiz bitişik olduğu halde en yakın komşumuz olan Uruguaylıları biz tanımıyorduk. Bize bunu, Kolombe köyüne geldiğimizin ertesi gün ziyaretine gittiğimiz modern olimpiyatların kurucusu meşhur Baron de Coubertin haber verdi.

    Bu harikulâde temiz yürekli ve kibar bir adam olan ve bütün servetini şu olimpiyat davasına harcayarak son zamanlarda başkalarının yardımına muhtaç hale gelen Baron’u, o zaman Paris’in meşhur Konkord Mey- danı’na bakan bir köşe binadaki Olimpiyat Komitesi Merkezi’nde tanıdık.

    Trende Hadise

    O gün Olimpiyat Köyü’nden Paris’e Baron’u ziyarete giderken elektrikli trende bir hadise oldu. Yanımızda ataşemiz Mösyö La Croix olduğu halde gidiyorduk. Henüz Türkiye’de şapka yayılmamıştı. Bizim çocukların kiminde bildiğimiz kırmızı püsküllü fes, kimisinde de İstiklâl Harbi’nin yadigâri astragan kalpak vardı. Böylece bizim Müslüman bir ülkenin çocukları olduğumuz anlaşılıyordu. Trende biz oturuyorduk. Ortadaki direğe dayanmış bir sarhoş işçi duruyordu. Üstü başı berbat, kirli bir tulum giymişti. Bize baktı baktı, başladı Fransızca söylenmeye:

    — Ben Muhammed’i tanırım. Benim pek iyi dostumdur! dedi.

    O sırada bizim çocuklar pirelendiler. Otomobil Nuri:

    — Ben bu herifi döverim! dedi.

    Ben yatıştırdım. Herif Fransızca söylenip duruyordu:

    — Zaten Paris’te yabancılardan başka kimse kalmadı!

    Bu muhavereler cereyan ederken, bir Fransız yolcu:

    — Bunlar olimpiyatlara gelmiş bizim misafirlerimizdir. Neden rahatsız ediyorsun? diye sarhoş işçiye çıkışınca, başka bir Fransız lafa karıştı:

    — Siz ne karışıyorsunuz mösyö? dedi.

    — Bunlar bizim misafirimizdir. Bu adam onları rahatsız ediyor. ‘

    — Onlar kendilerini müdafaa etsinler. Size ne?

    — Ne demek, siz ne karışıyorsunuz bana? diye ayağa kalktı, öteki de ayağa kalktı, iki Fransız bizim hesabımıza dövüşecek. Derken, bir tünele girdik. Elektrikler söndü. Simsiyah oldu ortalık. Tünelden çıktığımız zaman ikisi de yerlerinde oturuyorlardı.

    Allah Kerim

    Baron de Coubertin ile sohbetimiz uzun sürmedi. Galiba yukarılarda bahsetmiştim. Biz, yoldayken futbol turnuvasında kur’alar çekilmiş, bize o devrin en kuvvetli takımı olan Çekler çıkmıştı. Baron bizi teselli için:

    — Ümitsizliğe düşmeyin. Bakınız, Uruguay diye bir memleketin takımı buraya gelirken her uğradığı yerde maçları kazanarak geldi. Biz bunların adını bile duymamıştık. Allah kerim! falan gibi sözlerle bizi teselli etti.

    Oradan çıktık, gene tıpış tıpış Kolombe köyüne döndük. Komşularımız Uruguaylılar kara kuru insanlardı, içlerinde Habeş teninde olanlar da vardı. Her gün sabahtan Paris’e gider, gece dönerlerdi. Bizim çocuklara da Paris’te eğlendiklerini söylerlerdi. Bizim zavallılar ise, maçtan evvel Paris’e gitmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.

    Nedim Kaleci’nin Kanlı Elleri

    Çeklerle olan maçı, Paris’in en berbat stadlarından biri olan Saint Quint Stadı’nda oynadık. Burası meşhur Sacré Coeur Kilisesi’nin bulunduğu Bute Montnade’de idi ve Paris’in en yüksek (120 metre) semtiydi.

    1924 senesi mayıs başlarında oynanmış olan bu maçı, oynamış veya görmüş olanlardan arkadaşlarımız vardır. Doğrusunu isterseniz, o devrin en büyük ve kuvvetli takımlarından olan Çeklerin önünde biz ufalıyorduk. Adamların en kısası 1.80 boyundaydı. Bu maçta kaleci Nedim, bugünkü kalecilerin yaptığı gibi, gelen oyuncunun ayaklarına atılarak top kurtarmaları yaptı ve o devirde kalecilerin eldiven giymesi âdet olmadığından elleri kan içinde kaldı. Birinci haftayımı (3-0) kapadık.

    İkinci Yarı 2-2 Bitiyor

    Antrenör Billy Hunter psikolog bir hocaydı. Haftayımda bize:

    — Sizin ayakkapların kramponları bozuk. Stadın otları da bozulmuş onun için düşüyorsunuz! dedi ve güya, kramponları birkaç çivi ile takviye etti.

    İkinci haftayımda takım kendini toparladı, biz Çeklere bir gol attık ve tam maçın biteceği dakikada Çekler bir penaltı yaptılar. Bilindiği gibi, penaltı ve kornerde maç bitse de, atış yapılır ve atılmasıyla biter. Penaltıyı Bekir attı, gol oldu. Böylece 1924’de ilk defa iştirak ettiğimiz olimpiyat oyunlarının futbol turnuvasını Çekler’e karşı 5-2 kaybettik. Çünkü, ikinci haftayımda Çekler de, bize iki gol daha atmışlardı. Yani, ikinci ‘haftayımı biz 2-2 sonuçlandırmıştık.

    Bekir’in penaltı atışı, pek meşhur Çek kalecisini aldatmıştı. O devirde Türk futbolcuları içinde ayağının yüzüyle olduğu kadar dış yanıyla da şut atanlar vardı. Avrupa’da böyle bir şey görmedim. Kaleci, sağ ayağı ile vurmaya hazırlanan oyuncunun ayağının yüzüyle kepçeleyerek atacağı şutu, tabiî olarak kendisinin sağında karşılamaya hazırlanıyordu. Halbuki Bekir, sağ ayağının dış kenarıyla şut çekti ve top kalecinin solundan içeri girdiydi. Hiç unutmam, maçı beraberce seyrettiğimiz Hamdi Emin bana:

    — Arpa ektik, darı çıktı! diye, Bekir’in yanlışlıkla topu ters istikamete attığını sanmıştı.

    Kim Demiş?

    Maçı, o civar halkından başka seyreden yokt;u. Bunlar da, sanırım 6-7 bin kişi kadardı. Adamlar bizi değil, Çekleri seyre gelmişlerdi.

    Anlaşılan Fransız gazeteleri “Türkler futbol oynayamazlar” mealinde yazılar yazmış olmalı ki, maçtan sonra dağılan halk arasında, ‘Türkler pekâlâ futbol oynuyorlar. Kim demiş futbol bilmez diye? İşte ikinci haftaymı berabere bitirdiler.” diye konuşuyorlardı.

    Turne

    Maçtan sonra köye döndük.

    Futbol takımımız, evvelden kararlaştırılmış bir program mucibince, bir şimal turnesine çıkacaktı. Bu turneyi İsveç Futbol Federasyonu Reisi ve Yusuf Ziya merhumun şahsî dostu Jonson adındaki biri ayarlamıştı. Hatırımda kaldığına göre, bu Jonson, o devirde futbol âleminin sözü geçen simalarındandı ve bir gözü de takmaydı.

    Çeklere karşı çıkardığımız takımın formasyonunu iyi hatırlamıyorum. Bunları bizim Halûk San arkadaşımız iyi bilir. Ama kalede Nedim vardı. Bekler Ali ile Kadri idi. Haf beklerinin ikisini bilmiyorum. Ortada Aslan Nihat, sağda Yavuz İsmet vardı. Söldakini hatırlayamıyorum. Forvette soldan sağa Alaaddin, Zeki, Bekir, Leblebi Mehmet mi, bilmiyorum ama, Bedri vardı.
    Maçtan sonra takım hemen şimal turnesine çıkacaktı. Yusuf Ziya merhum:

    — Bana para lâzım, başka türlü turneye çıkamam! demez mi?

    Ben, 20’den fazla adamı aylarca nasıl beslerim? Elimde 15 bin Fransız frangı para vardı. Hepsini almadan gitmedi.

    Aman Kaçalım Buradan!

    Kafile gittikten sonra biz, yani Sait Çelebi, Nasuhi Baydar ve ben Paris’e döndük. Benim işim vardı. Asıl olimpiyatların gelecek ikinci kafileyle olimpiyat geçit resmine iştirak için tekrar Paris’e dönecek, Futbol Millî Takımımızı hazırlayacaktık.

    Sait Çelebi’yle Nasuhi Baydar, kendi hesaplarına Paris’te kalıyorlardı. Ama, ara sıra konuşuyorduk. Paris Olimpiyatları’nın birinci kısmının hikâyesini bitirirken, başımızdan geçmiş bir 1 hadiseyi zikredeyim. Bunları o zaman da yazmıştım ama, genç nesiller tabiî okumamışlardır.

    Sait Çelebi meraklı bir çocuktu. Paris’i gezip görmek istiyordu. Bu gayreti sırasında Ahmet isminde bir Cezayirli Arap bulmuştu. Nasıl bulmuş, nerede bulmuş bilmem. Aslında bu Ahmet, Cezayirli Araplaşmış bir Fransız veya Fransızlaşmış bir Araptı. Adı da Ahmet değil, Armand’dı. Ama biz bunları sonra öğrendik.

    Arap dostumuz Ahmet, bizi o lokalden bu lokale gezdirip duruyor ve paralarımızı harcatıyordu. Bu arada bir gece bizi futbol oynadığımız semte, yani Sacré Coeur = Sakre Kör civarında bir yere götürdü. Kapıda, polis gelirse önlemek ve içeriye haber vermek için iki külhanbeyi bekliyordu. Girdik.

    Karanlık denecek kadar loş bir yer. Hafif bir piyano çalıyor. Arkalıksız basık kahve iskemlelerine oturduk, önümüze bir masa, bir de şampanya şişesi getirdiler. Tek konsomasyon şampanya imiş. O zamanki parayla 150 frank. Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra, gördük ki, gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce, işi çaktık. Gerçi bir anormal ve her yerde her zaman görülebilen bir yer değildi. Ama nihayet bizim bu tarakta bezimiz ve böyle bir niyetimiz olmadığı için, bir müddet sonra canımız sıkıldı ve kendimizi de pek emniyette hissetmez olduk. Bu sırada benim aklıma geldi. O gün İstanbul’dan posta havalesiyle bana ilerdeki hazırlıklar için 37 bin frank, gelmişti. Para akşam üstü geldi. Bankaya koymaya vakit bulamadım. Ucuz ve küçük otelimin kasasını da o kadar emniyetli saymadım. Onun için parayı cebime koymuştum. Sait’in kulağına:

    — Benim üstümde 37 bin frank, var! der demez, az kalsın küçük dilini yutuyordu.

    — Aman kaçalım buradan! dedi ve bizi getiren Ahmet’e haber vermeden çıktık ve büyük caddelere kadar yüzlerce ayak merdiveni arkamıza bakmadan koşarak indik. Paris’in büyük ve kalabalık bulvarlarına inince rahat bir nefes aldık.

    Sporcu Ülke Dışına Çıkınca Değişir

    Bu hatıralarımı okuyan idareciler isterlerse bundan çok ders alabilirler. Çünkü, sporcu memleket dışına çıktığı zaman büsbütün başka bir şahıs oluyor ve ona göre idaresi de zorlaşıyor. Bu sözlerimi muhtelif vesilelerle memleket dışına kafile götürmüş idareciler şüphesiz tasdik ederler… dedikten sonra, gelelim Paris Olimpiyatlarımın ikinci ve asıl olimpik safhasına.

    Paris’in güney kapısına yakın yerde kiraladığım yer bir kız pansiyonuydu. Yaz münasebetiyle boş olduğundan kiraya veriliyordu. Yatakları, döşemesi bizi memnun edecek haldeydi. Ne var ki, yatak sayısı 25-30 kadardı. Onun için Otomobil Nuri Bey’in Paris’e getirmesini tellediğim futbol kafilemiz —ki, 20 kişi kadardı— Paris’te çok kalamayacaktı. Zaten işi bitmiş olan bu sporcular ikinci kısmıyla birlikte olimpiyat geçit resmine iştirak ettikten sonra, memlekete dönmeleri lâzımdı.

    Hangisinin daha evvel geldiğini bilmiyorum. Ama, Ali Sami Bey merhumun başkanlığındaki güreşçi, halterci, bisikletçi ve atletlerden mürekkep ikinci kafile de gelince, ikisi birlikte tuttuğumuz pansiyona sığmadılar, bazı odalara ilâve yataklar koyduk. Kafilelerin Paris’te toplanmalarından bir veya iki gün sonra 8. Paris Olimpiyat Oyunları resmen Fransa Cumhurbaşkanı tarafından açılacak ve amatörlük yemini edilecekti.

    Uzatmayayım, 8. Paris Olimpiyatları açılış gününde kafilemiz oldukça temiz ve muntazam bir şekilde bayrağımızı taşıyarak geçit resmine iştirak etti ve yemin esnasında and içme kürsüsünün etrafında dizildi. Birinci gün merasimden başka bir şey yapılmadı ve yerlerimize döndük.

    Ali Sami Bey’in Çocukluğu

    Teşkilât başkanı Ali Sami Bey, futbol kafilesinin vapur beklemeksizin —çünkü bu vasıta her zaman bulunamıyordu— tren yoluyla İstanbul’a avdet etmesini emretti ve kafilenin pasaportlarını galiba Nuri Bey’e vererek onları yolcu etti.

    Fakat kafileden 3 kişi söz dinlemedi. Bunlar Futbol Millî Takımının gözbebekleri Aslan Nihat, Zeki ve Yavuz İsmet beylerdi. Üçü de bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş bu çocukların isyanları Ali Sami Bey’i ve umumiyetle kafile disiplin ruhunu çok sarstı. Çocukları pansiyondan çıkardı ve pasaportlarıyla yol paralarını Paris Başkonkosolosumuza vererek bunların asker olmaları ve Paris’e kendi mesuliyeti altında gönderildikleri için, isyan etmelerine karşı işi hükümete bırakıyordu. Bu hareket şüphesiz çocukluktu. Müsabakaları olmadığı için Paris’te bir müddet eğlenmek istiyorlardı.

    Bu durumların ne kadar sürdürdüklerini bilmiyorum. Ama geceleri gizli gizli pansiyondaki arkadaşlarının odalarına gelip yattıklarını biliyorduk. Bu hadise böylece savuşturulduktan sonra ikinci olimpiyat kafilesinin meseleleri başgösterdi.

    Ömer Besim Yoğurt İstiyor

    O devirde bizim yegâne güvendiğimiz atlet Ömer Besim’di. Renginin koyuluğu, küçücük vücudunun güzelliği ve koşu sisteminin şayan-ı dikkat ritmi (koşu temposu) seyircilerin hemen dikkatini celbediyordu. Pansiyon mutfağı çocuklarımızın alıştığı yemekleri hazırlıyor ve her gün mutlaka bir ızgara et veriyordu. Ömer Besim, günün birinde:

    — Ben yoğurt isterim! dedi.

    O tarihlerde yoğurt , Fransa’da nadir bulunur bir gıdaydı. Hele bizim kaldığımız Porte d’Orlean semtinde adını bilen bile yoktu. Bulamadık yoğurdu. O da et yemedi, bir şeftali yedi, yarışı kazanamadı. Zaten kazanamayacaktı. Ama bunu sebep diye gösterdi.

    Bunları şimdiki idarecilere anlattığımın sebebi, en mazbut sporcuların bile, memleket dışında tamamen şahsiyet değiştirdiklerini göstermektir.

    Fiyaka Pahalıya Mal Oluyor

    Müsabakalar devam ediyordu. Güreş ve halterde iddialıydık. Çoban Mehmet, henüz güreş kafilemize girmediğinden Paris’te yoktu. Hatırımda kaldığıma göre, bizim Üsküdarlı Fuat, Tayyar merhum, galiba Hilmi Bey’le Mazhar’ı getirmişlerdi. Haltere merhum Gülleci Cemal girmişti. Bilhassa bu çocuktan çok ümidimiz vardı. Çünkü kendisi 52 kilo olduğu halde kendi ağırlığının hemen hemen iki mislini kaldırıyordu. Bir kusuru, halter sistemi eski sistemdi. Yani şimdiki gibi halterin altına girip bacaklarıyla yukarı kalkmıyor, halteri yerden ellerinin üstüne kadar kollarıyla kaldırıyordu. Zaten Paris’te muvaffak olamamasının sebeplerinden biri de buydu. Ama daha iyi netice alamamasının başka bir sebebi vardı. O da, fiyaka satmak.

    Bu, nasıl olmuştu?

    Paris’te Cemal’in sırtına kendine göre güzel ve siyah bir mayo almak istedim. Faubourg Montmartre’deki spor malzemesi satan bir mağazaya gittim. Adam bize mayo çıkarırken, Cemal duvarda asılı duran, vaktiyle kuvvet artırma ve gösterme âletlerinden biri olan tam 9 yaylı sandok dediğimiz iki elle açılan âleti eline aldı. Dükkân sahibi bunu görünce, Cemal’e Fransızca:

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, mösyö! dedi.

    Cemal bana:

    — Ne diyor Reis Bey? deyince, ben de boş bulundum.

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, diyor! dedim.

    Bu söz üzerine Cemal, Extenseur = Sandok’u eline aldı ve dükkân sahibinin şaşalamış gözleri önünde 3 defa, hem de ağır ağır açtı ve kapadı. Adam:

    — Formidable! deyip duruyordu.

    O günkü fiyakada kol adalelerini çok zorladığı için müsabakaya kolları ağrıyarak girdi ve ancak 8. olabildi. Bunu yapmamış olsaydı, madalya almasa bile, dördüncü veya beşinci olması muhakkaktı. Çünkü bu çocukta kuvvet vardı, metod yoktu. Metodu da, hemen orada rakiplerinden öğrenebilirdi.

    Tecrübe

    Güreş sporu o devirlerde iki milletin hemen hemen inhisarı altındaydı, İsveçliler ve Macarlar. Hatırladığıma göre, Paris Olimpiyatları’nda Beynelmilel Güreş Federasyonu Başkanı Smith adında bir İsveçli idi. Güreş ve halter müsabakaları Paris’in meşhur kış velodromunda yapılıyordu. Muazzam bir kapalı salon olan burada birçok sporcuları tanımak fırsatını buldum. Bir gece müsabakalar geç bitti. Bizim çocuklar ve diğer kafileler gittiler. Ben nedense sona kalmıştım. O tarihte Ali Sami ve ben, bazı toplantılar dolayısıyla şehirde bulunmak mecburiyetindeydik. O sebeple şehirde Paris-Nice adında bir otele taşınmıştık. Kış Velodromu’ndan çıktıktan sonra otele kadar beni götürecek vasıta aradım. Saat geceyarısını hayli geçtiği için metro dahil hiçbir vasıta yoktu. Ve ben bu mesafeyi tam 1.5 saatte yaya olarak yürüdüm. Otele geldiğim zaman bacaklarım tutmuyordu.

    Nihayet işler bitti. Ben, Ali Sami Bey’le kafilenin hesap-kitaplarını kapamak için Paris’te kalmak üzere kafileyi yola koyacağımız gün bir haber aldık. “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” muhasebecisi, pek emin ve güvenilir, zengin bir adam sandığımız zat, teşkilât kasasından 15 bin lira çalıp, ortadan kaybolmuştu. Paris Olimpiyat hatıralarını, bu kötü haberle kapadık. Bu olimpiyatlarda Türkiye, sadece bir olimpiyat oyunlarının atmosferi, âdetleri, zorluk ve kolaylıkları nedir? Bunun hakkında bir fikir edinmiş oldu. Bu tecrübe, 1928 Dokuzuncu Olimpiyatlarda çok işimize yaradı.

    Burhan Felek

  • Devamlılık

    Devamlılık

    1959 öncesi şampiyonluklar konusunda Fenerbahçe’nin tezine karşı çıkanların diline pelesenk olan ajitasyon cümlelerinden biri de Milli Küme’ye yönelik “Adında Milli var diye, bu organizasyon ulusal olmaz” tümcesi… Prof. Dr. Vahdettin Engin hocamızın (kendimize rehber edindiğimiz) “Tarihi Devamlılık” ilkesinden bihaber olan bu kişilere, gazete haberleri eşliğinde, bir mesaj daha vermek istedik.

    Tarih çuvala sığmaz… 1959 öncesini inkar, devleti inkardır! Keyifli okumalar…

    “Bir Nevi” Millî Küme

    4 Mayıs 1957 tarihli Milliyet gazetesinde “Federasyon Kupası Maçları Bugün Başlıyor” başlıklı bir haber yayınlandı. Haber metni şöyleydi :

    “Profesyonel Lig”in heyecanı henüz yatışmadan futbolseverler şimdi de “Federasyon Kupası” maçlarıyla yeni bir atmosfer içine gireceklerdir. Bir hafta geri bırakılmış bulunan “Federasyon Kupası” maçları bugün Ankara ve İzmir’de yapılacak maçlarla başlayacaktır.

    Hazırlanan fikstür gereğince İstanbul ikincisi Galatasaray bugün ve yarın İzmir’de oynayacak, İstanbul beşincisi Beşiktaş da haftayı Ankara’da yapacağı iki maçla geçirecektir. Galatasaray bugün Kültürspor’la, yarın da Altay’la karşılaşacaktır. Beşiktaş ise bugün Adana Milli Mensucat’la, yarın da Ankara Gençlerbirliği ile çarpışacaktır.

    İstanbul liginde arzuladıkları dereceyi alamayan Sarı-Kırmızılı ve Siyah-Beyazlı takımlar şimdi bütün ümitlerini “Federasyon Kupası”na bağlamış bulunmaktadırlar. Diğer taraftan Ankara, İzmir ve Adana takımları da bir nevi “milli küme” hüviyetindeki bu müsabakalarda şehirlerini gereği gibi temsil ve futbollerini değerlendirmek bakımından iddia sahibidirler. Böylece “Federasyon Kupası” maçları futbol meraklıları için yeni bir heyecan kaynağı olacaktır.

    Federasyon Kupası

    Tarih 25 Nisan 1958… Yine Milliyet gazetesi… Bu defa haber başlığı “Federasyon Kupası’nın yerini alacak Milli Lig kat’ileşti”… Hep birlikte okuyalım :

    Futbol Federasyonu Reisi Orhan Şeref Apak Federasyon Kupası’nın mevsim sonunda iptal edileceğini ve bu kupanın yerini milli lig’in alacağını açıklamıştır. Evvelce de bildirdiğimiz gibi Türkiye Ligi 1959 sezonundan itibaren başlayacaktır. Apak, Milli Lig’in kuruluş sebeplerini şöyle izah etmiştir :

    ‘Türk futbolunun manevi bakımdan kalkınmaya ihtiyacı var. İşte, milli lig buna cevap verecektir. Hasılat meselesi ikinci planda mütalaa edilmektedir. 1959 sezonu başından itibaren Türkiye milli lig’ine gireceğiz. Hazırlıkların müsbet bir safhaya girdiğini açıklamak isterim’

    Projeleri hazırlanarak futbol federasyonunun tetkikine gönderilen Türkiye Ligi’ne, birinci sene İstanbul, Ankara ve İzmir takımları iştirak edecektir. İlk tecrübe devresini müteakip lig genişletilecek ve ismine muvazi bir şekil alacaktır.”

    Tarihi Devamlılık

    Yukarıdaki haberleri gördünüz… Peki Fenerbahçe’nin tezine karşı çıkanlar ne diyor?

    Onlara sorarsanız;

    • 1959’da başlayan ve neredeyse 10 sene boyunca üç şehrin takımıyla oynanan lig “Milli” sayılıyor ama 1959 öncesinde aynı şartlarda yapılan lig “Milli” olarak değerlendirilmiyor.
    • Federasyon Kupası “bir nevi” Milli Küme iken sayılıyor ama “özbeöz” Milli Küme hesaba katılmıyor.
    • 1923’den beri düzenlenen (ve devamlılık sağladığı Türkiye Futbol Federasyonu tarafından son derece açık ve net olarak belirtilen) organizasyonlar yok sayılıyor.

    Adeta, durmadan işleyen bir nalıncı keseri…

    Biz ise sürekli yinelediğimiz şekilde bitirelim : Türkiye Cumhuriyeti devleti (sırasıyla Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı, Türk Spor Kurumu ve Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü ismi verilen resmî kurumlarının emri altındaki) Türkiye Futbol Federasyonu’na, Türkiye Futbol Birinciliği, Milli Küme, Federasyon Kupası ve Milli Lig turnuvalarını düzenletmiştir. Bu şampiyonlukları birbirinden ayırabilmek mümkün değildir. Hepsi resmî, hepsi ulusaldır…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Utanmadan Kuralsız Dediler

    Utanmadan Kuralsız Dediler

    1959 öncesi şampiyonluklara karşı çıkanların en favori yalanlarından birisi de bu organizasyonların hiçbir kaide olmadan düzenlendiği idi. Evet, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bunca emeği sonucu ortaya çıkan şampiyonalara, utanmadan kuralsız dediler.

    Aşağıdaki metin, dönemin süreli yayınlarında yer bulan, 1937 Milli Küme Talimatnamesi! Şüphesiz, kendileri bunu da beğenmeyecekler ama mızrak (tarihen ve mantıken) çuvala sığmıyor. 1959 öncesini inkar, Cumhuriyeti inkardır!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    1937 Milli Küme Talimatnamesi

    1. İstanbul’dan Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Güneş, Ankara’dan Ankaragücü, Gençlerbirliği, İzmir’den Altay, Göztepe kulüpleri bu maçlara iştirak edeceklerdir.
    2. Mıntıka dahilindeki kulüplerin birbirleriyle yapacakları maçlar hasılatı ve masarifatı kendilerine aittir.
    3. Şehirler arasındaki maçların masraf ve varidatı Federasyona aittir. Yalnız safi kar hasıl olursa buna İstanbul, Ankara, İzmir şehirlerinin nüfusu nispeti esas tutularak kulüpler arasında taksim edilir.
    4. Milli Küme’ye iştirak edecek olan takımlar bu maçlara yalnız kendi nizami kadrolarıyla gireceklerdir.
    5. Milli Küme’ye girecek sporculara federasyon yeni lisanslar verecektir.
      Lisans ibraz edemeyen sporcular hakem tarafından oynatılmayacak ve lisanslı oyuncular hakkında hiçbir itiraz kabul edilmeyecektir. Yalnız lisansların numaraları ve idmancıların isimleri her maçtan sonra hakem tarafından federasyona derhal verilecek rapora eklenecektir.
    6. Aynı mevsim zarfında bir idmancı iki mıntıkada milli küme maçlarına iştirak edemeyecektir.
    7. Şehir deplasmanlarının sırası geldiği halde icabet etmeyen veya kendi şehrinde müsabakaya iştirak etmeyen veya maç esnasında sahayı terk ederek müsabakayı sekteye uğratan kulüp hakkında aşağıdaki hükümler tatbik edilecektir.
      A – Şehir deplasmanına iştirak etmeyen kulüp 150 Lira para cezası öder. Tekerrürü halinde müteakip müsabakalara girmek hakkını kaybeder ve hükmen mağlup olur.
      B – Kendi şehrinde hariçten gelen kulüple yapılacak müsabakaya iştirak etmeyen kulüp gene müteakip müsabakalara iştirak hakkını kaybeder ve hükmen mağlup addedilir. Aynı zamanda 250 Lira para cezası verir.
      C – Müsabakayı yarıda bırakıp terk eden takım mağlup addedilir. Ve o günkü maç hasılatından hissesine düşeni alamaz. (Bu madde mahalli maçlar içindir.)
      D – Sahayı terk eden veya hakemin sahadan çıkardığı idmancılar evvelemirde otomatikman müteakip müsabakaya girmek hakkını kaybeder. Saniyen hakem raporu üzerine federasyon bu sporcu hakkında resen ceza tayin eder.
    8. Esbab-ı mucibe olmadıka fikstür her ne suretle olursa olsun tebdil ve maçlar tehir edilemez. Esbabı mucibenin takdiri yalnız federasyona ve o gün maçı idare edecek hakeme aittir.
    9. Milli Küme birinci ve ikincisine Kurum tarafından birer kupa verilecektir.
    10. Hakemler : Milli Küme maçları Ajanlar tarafından federasyona isimleri bildirilen aşağıdaki hakemler tarafından idare edilecektir.
      A – Ankara’dan Alaaddin, İbrahim, Selahattin, Kemal Halim.
      İstanbul’dan Sait Selahattin, Sadi, Nihat, Şazi.
      İzmir’den : Mustafa, Mustafa Şenkal, Esat
      B – Yan hakemleri, hakemler tarafından tayin olunacaktır.
      C – Şehirler arası maçları idare edecek hakemler federasyon tarafından tayin olunur.
      D – Mıntıka dahilindeki maçların hakemleri tarafeyn kulüplerinin muvafakati ile tayin olunur. Anlaşma hasıl olmazsa mıntıka hakem komiteleri bu hakemleri tayin eder.

    11. Çekilen kur’aya göre : Fenerbahçe 1, Beşiktaş 2, Güneş 3, Galatasaray 4, Altay 5, Göztepe 6, Ankaragücü 7, Gençlerbirliği 8 numaraları almışlardır.
    12. Mali Şerait : Mahalli maçlar hasılatı doğrudan doğruya oynayan kulüpler arasında taksim edilir.
    13. Stad Hisseleri :
      A – İstanbul’da Cumartesi günleri için kapı hasılatından yüzde 15 Pazar günleri için yüzde 20 kabul edilmiştir.
      B – Cumartesi maçlarının hepsi Taksim Stadı’nda yapılacaktır. Pazar maçlarını her takım kendi stadında yapacaktır.
      C – Ankara ve İzmir stadları hisseleri federasyonca tespit edilecektir.
  • Kuru Gürültü

    Kuru Gürültü

    1959 öncesi şampiyonluklar konusunda Fenerbahçe’nin tezine karşı çıkanlar, belge ile görüş arasındaki farkı bilmedikleri (veya daha kötüsü, bilip de bilmezden geldikleri) için, sağdan soldan topladıkları gazete kupürleri ile geçmişi silmeye çalışıyorlar. Tabii mızrak çuvala sığmıyor… 1930’lar ve takip eden yıllarda Türkiye’de spor dergiciliği gerçekten oldukça üst seviyedeydi. O dergilerden biri olan “Top”ta yazan (meşhur Galatasaraylı ve sonraki yılların kulüp başkanı) Ulvi Yenal, Milli Küme’nin başlamasına itiraz edenlere “Kuru Gürültü” diyor.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün başvuru detaylarını bilmediğimiz için hukuken bir yorum yapmak mümkün değil fakat bugün gelinen noktada Fenerbahçe’nin bu konudaki tarih tezinin tartışılacak bir tarafı yok. Belgeyse belge, bağlamsa bağlam… Bununla beraber, aşağıdaki görüş de çok kıymetli.

    Dönem kaynaklarını aktarmaya ve bu organizasyonların ne kadar “ciddi ve ulusal” olduğunu ispat etmeye devam edeceğiz. Kuru gürültü istediği kadar devam edebilir. 1959 öncesini inkar, devleti inkardır!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Milli Küme Başlıyor

    Bulgarca spor gazetesinin genç baş muharriri Ivan Seleviev ile otelin salonunda konuşuyoruz. Meşhur Fransızca Auto gazetesi baş muharriri Henri Desgrange’ın talebesi olduğunu, Fransa turunu müteaddit defalar bizzat takip ettiğini anlatıyor. Bahis, dönüp dolaşıp (Milli Küme) işine intikal ediyor. Muharrir, güler bir yüzle:

    • Bu sene biz de (Milli Kümeyi) kabul ettik. Birkaç seneden beri (Milli Küme) teşkili için gazetemde müthiş bir mücadele açmıştım. Nihayet muvaffak olduk. Bu seneki lik maçları (Milli Küme)ye alınacak kulüpler için esas olacak. Monoton lik maçları bütün ehemmiyetini kaybetmişti. Şimdi büyük bir canlılık olacak.

    Muharririn bu sözleri üzerine Bulgaristan’ın en kuvvetli takımı Levski’nin niye ikinci takımını lig maçlarına bırakıp da Baltık turnesine çıktığını ve yine niye bu sene lig maçlarına büyük bir ehemmiyetle başlamakta olduğunu hatırlıyorum.

    (Milli Küme)yi herkese empoze eden bu neş’eli muharririn sözleri, canımı sıkıyor ve sadece:

    • Bizde henüz kabul edilmedi, diyorum ve düşünüyorum:

    Bizde de er geç kabul edilecek. 1932 senesinde, yani bundan dört sene evvel, biz de aynı mücadeleyi açmış, hatta daha birkaç nüsha evvel (Top)da zaif, yorgun bir lisanla son bir yazı da yazmıştık… Ne yazık!..

    Biz de kabul edeceğiz. Fakat daha dört sene sonra… Kaybolan bu zamana yazık değil mi?

    (Milli Küme) teşkili için, Sofya’dan gönderdiğim yazıda, -misal göstererek- bir mücadele kokusu yok mu?

    Garip bir tesadüf eseri olarak bu düşüncelerin tesiri altında, Bulgaristan’da da (Milli Küme)nin kabul edildiğini yazdığım mektubun (Top)da çıktığı hafta aynı gazetenin başka sütunlarında bizde de (Milli Küme)nin kabul edilmiş olduğu müjdesi veriliyor…

    Dört sene kaybettik, fakat gelecek dört seneyi kazandık… Zararın neresinden dönülse kardır.


    Tabii her yenilik, her ileri adımda olduğu gibi, bunda da, kendi düşüncelerine göre menfaatlarının zarara uğradığını zannedenler bir itiraz sadası yükselttiler.

    Halbuki, (Milli Küme) teşkili spor hayatımızda her teşekkülün, her kulübün, hatta her şahsın lehine bir harekettir. Esasen muterizler de kuru bir gürültüden başka, ufak bir sebep gösterememişlerdir.

    Dört sene evvel ortaya atmış olduğumuz ve faydalarını birer birer saydığımız, mücadele ettiğimiz bir fikrin kabul edilmiş olması insana manevi bir haz veriyor. Ve bilhassa bu fikri iş olup bittikten sonra kabullenmek ve benimsemek açık gözlülüğünü gösteren kimse de meydana çıkmazsa bu haz büsbütün artıyor.

    Yalnız şimdi tatbikatta isabetli davranmak, bu işi muvaffakiyete götürecek bir şekilde idare etmek lazım ve hatta şarttır.

    Ulvi Ziya Yenal / 26 Ekim 1936 / Top Dergisi / Kuru Gürültü

  • Amerikan Başkanı Dahil

    Amerikan Başkanı Dahil

    1935 yılında oynanan İstanbul Ligi’nin son haftasında Fenerbahçe, Galatasaray’a 4-0 yenilince puanlar eşitlendi. Bunun üzerine iki takım bir maç daha yaptılar ama o da iki saatin sonunda 0-0 sona erdi. En nihayet 15 Mart 1935 tarihinde iki takım o sezon için son kez karşı karşıya geldiler. Maçı 1-0 kazanan Fenerbahçe şampiyon oldu ama Galatasaray tarafı bir bahaneyle (tabiri caizse) “Amerikan Başkanı dahil” herkesi devreye sokarak işi çıkmaza sürüklemeye çalıştı.

    Neticede Fenerbahçe, İstanbul şampiyonluğu kazandı. Türkiye Futbol Birinciliği’ne katıldı ve orada da birinci olarak, ikinci kez Türkiye Şampiyonu oldu.

    Aslında Galatasaraylıların (detayda değil ama temelde) haklı oldukları bir yer vardı : Bu tip işler, kişilerin ve kulüplerin keyfine göre değişmez. Bunlar yasa ve tüzük meselesidir. Dolayısıyla 1959 öncesi şampiyonluklar da yasal, resmî ve ulusal organizasyonlardır. Bunların bu şekilde kabulü mecburidir. Fenerbahçe tarafı tezini ve belgelerini sunmuş, tarihen bunu ispatlamıştır. Gerisi boş laf…

    Aşağıda dönemin Cumhuriyet gazetesi tarafından yazılan ilgili makaleyi okuyacaksınız. Evet, tarafından…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şampiyonluk Maçı

    Tek Yan Hakemile Oynandığı için İhtilaf Çıktı

    Galatasaray’ın bir sıfır yenilmesi ve Fenerbahçe’nin şampiyonluğu kazanmasile neticelenen maçtan sonra ortaya bir ihtilaf çıkmıştır. Bu maç yapılırken yan hakemlerinden birisi, vazifesini terkederek çekilmiş, oyuna tek bir yan hakemile devam edilmiştir. Galatasaraylılar, bir yan hakemile müsabakaya devam etmenin nizami olamıyacağını orta hakemine bildirmişlerse de, bu itirazları kabul edilmemiştir.

    Galatasaraylılar, bu vaziyet dahilinde oynanan bir müsabakanın nizami olup olmadığını, Futbol Federasyonu Reisinden sormuşlardır. Federasyon reisi, bu suale müsbet veya menfi kat’i bir cevab vermemiş, bunun üzerine alâkadarlar keyfiyeti sureti hususiyede Avusturya, İtalya ve İngiltere Federasyonlarından sormuşlardır.

    Öyle yazıldığı gibi, yan hakemliği vazifesini gören sporcu, soğuktan fazla müteessir olduğundan değil, Fenerbahçeli bir oyuncu tarafından kendisine fena muamele edildiğini ve orta hakemine şikayet ettiği halde hakemin bu oyuncuyu cezalandırmadığını söyleyerek sahayı terketmiştir.

    Sonra gene iddia edildiği gibi Galatasaray kulübü, Türkiye Futbol Federasyonu’nu hiçe sayarak Beynelmilel Futbol Federasyonu’a müracaat etmemiş, Federasyon Reisi’nin bu mesele hakkında sorulan suale müsbet veya menfi bir cevab vermemesi üzerine hususî olarak diğer Federasyonlardan sormuştur. Galatasaray, ayni zamanda, hem maç esnasında hakeme hem de maçtan sonra tahriren alâkadar heyete itirazını bildirmiştir.

    Sonra şunu da ilave etmek lâzımdır ki, şimdiye kadar Türkiye’de yapılan futbol maçlarının yüzde sekseninin yan hakemsiz oynandığı hakkındaki iddia doğru olmadığı gibi doğru olsa da bir şampiyona maçı finalinin yan hakemsiz oynanmasını haklı ve nizami gösteremez. Mesele bir nizamname meselesidir ki, bu işte şahısların kulüblere ve keyiflere göre değişen fikir ve kanaatleri değil, ancak karakablı kitabın hükümleri caridir.

    Bununla beraber şunu da ilâve edelim ki tek yan hakemile oynanmış olması maçın Fenerbahçe tarafından kazanılmasında ve Galatasaray tarafından kaybedilmesinde müessir olmuş bir şey değildir. Sert havada oynanan bu çetin maçların ikincisinde Fenerbahçe rakibinde biraz daha iyi oynamış ve Galatasaray da kalecisinin hatalı duruşu yüzünden yediği bir tek golle mağlûb olmuştur.

    20 Mart 1935 / Cumhuriyet Gazetesi

    16 Mart 1935 tarihli Haber gazetesinden
  • Abesle İştigal

    Abesle İştigal

    Fenerbahçe’nin 1959 öncesi şampiyonluklar hakkında Türkiye Futbol Federasyonu’na sunduğu ek başvuruya Galatasaray’ın 26 Nisan’daki itirazında yukarıdaki ifadeler yer alıyor. Bakalım abesle iştigal eden kimmiş?

    Başvuruda; Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın 1909 Cemiyetler Kanunu’na göre kurulduğu söyleniyor ki doğrudur.

    Ancak Galatasaray, 16 Ocak 1924 tarihindeki Bakanlar Kurulu kararıyla aynı kurumun “Kamu Yararına Çalışan Dernek” statüsüne alındığını göz ardı ediyor ya da bilmiyor.

    1924’teki İlk Türkiye Şampiyonluğu öncesinde çıkan bu karar ile Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı resmi statü kazanmıştır. Bu kararın bir özelliği de, kararda “Ali Sami Bey’in imzasıyla gönderilen tüzüğün kabul edildiği ve bugüne kadar gerçekleşen faaliyetler dolayısıyla bu kararın alındığı”nın belirtilmesidir.

    Galatasaray itirazında, 2009/5894 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu’nun kuruluş ve görevleri hakkındaki kanuna atıf yaparak, Türkiye Futbol Federasyonu’nun öncüllerinden farklı görev ve amaçlarla kurulduğu söylüyor. Sözü geçen kanunun 3. maddesinin 1. fıkrasının a bendinde: “TFF’nin görevi, Türkiye’de futbol faaliyetlerini yürütmek, düzenlemek ve denetlemektir” denmektedir.

    Galatasaray’ın iddialarının aksine, bu ifade; Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı, Türk Spor Kurumu ve Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü tüzüklerinde yer alan ifadelerle birebir uyuşmaktadır. Galatasaray açıkça Türkiye Futbol Federasyonu’nu yanıltmaya çalışmaktadır. Yukarıda adı geçen kurumların tüzük ve talimatnameleri, günümüzde kamunun bilgisine açıktır.

    Galatasaray itiraz dilekçesinde 1923-1959 yılları arasındaki maçların “IFAB kurallarına göre oynanmadığını” iddia ediyor. İşin aslı öyle mi? Bakalım. Uluslararası Futbol Birliği Kurumu (IFAB) 1886’da kuruluyor. FIFA ise 1913 yılında bu birliğe katılıyor.

    Bilindiği üzere 1923’te kurulan Türkiye Futbol Federasyonu, aynı yıl FIFA’ya katılırken kabul ettiği tüzüğünde müsabakaları bu kurallara göre oynatacağını taahhüt etmiş ve bu tüzüğü kabul ederek FIFA’nın 26.üyesi olmuştur. Bugün Milli Kütüphane’de yer alan bu tüzükte yer alan maddeler ile Galatasaray’ın bu iddası da çürümüş olmaktadır.

    Türkiye Futbol Federasyonu’nun sayın yetkilileri;

    Fenerbahçe’nin başvurularında yer alan argümanları reddetmek veya yok saymak, yetersiz hakemlerinizin yaptığı kural hatalarını onaylayarak hukuksuzluk yapmaya benzemez.

    Son olarak, 1923 yılında kurulan kurumunuzun, 1959 yılına kadar düzenlediği Türkiye Şampiyonluğu organizasyonları için sizi “yetkisiz” olarak değerlendiren Galatasaray Spor Kulübü’nün, bundan sonra yapacağı olası başvuruları işleme almanız, Türk futboluna kuruluşundan beri emek vermiş on binlerce kişinin hatırasına en büyük hakaret olacaktır.

    Barış KENAROĞLU / Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu