Etiket: Ahmet Rasim Bey

  • Kalamış

    Kalamış

    Sermet Muhtar Alus‘un Kadıköy semtlerini anlattığı yazılarda sırada Kalamış var… Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kalamış

    İstanbul’u fethimizin 500üncü yıldönümüne kadar, yani 7 sene içinde, Fenerbahçe önünden Haydarpaşa açıklarına bir dalgakıran uzatılacağı; gerisine vinçler, antrepolar, gümrük daireleri yapılacağı, hülasa modern İstanbul limanının burada kurulacağı rivayetlerinin ortalığa yayılması üzerine Akşam’ın “Akşamdan Akşama” sütununda “Kalamış’a ve Moda’ya elveda” diye nefis bir fıkra çıktı. Dört gün de “Aslı yok, fakat” başlığıyla enfes bir “Hafta konuşması” onu takip etti.

    Bu mevzu hakkında daha âlâ, daha tesirli yazı yazılamaz. Münasebet düştüğü için, şimdi ben burada Kalamış koyundan, eski günlerinden bahsedeceğim:

    Lügat kitabı Kalamış kelimesini “Deniz kenarında bulunan sazlık, kamışlık” diye tarif ediyor. Fransızcadaki “la jonchaie” veya “la jonchere”, Almancadaki “das Binsengebüseh”, tam karşılığıdır. Her şeyde bilgiçlik taslayan bazı ukala dümbelekleri kelimenin kokulu yağı çıkarılan kalemis’ten türediğini iddia ederler, sebep olarak da etraftaki çayır çimenlerin, çiçeklerin latif rayihalarını ileri sürerlerdi.

    Yazın Fenerbahçe civarında oturan ecnebi kırmaları, Stanboul, Levant Herald gazetelerindeki vapur tarifelerinden belledikleri Kalamış adını güya beceremez, daha doğrusu dilimizi hor gördükleri için, bile bile bozarlardı. Beyoğlu’nda doğma büyüme tatlı su frenkleri içinde bile Bavyera şehri Münich’te olduğu gibi -nihayetindeki (ch)i (k) telaffuz ederek Kalamick diyenlere; Alman ve Avusturya Yahudileri arasında da -Zürich misali- (ch)i (h) okuyarak Kalamih şekline sokanlara az rastlamadık.


    Vaktiyle Kurbağalıdere vadisinin verimli toprakları boydan boya incir ağaçları, bağ kütükleri, geniş bostanlarla dolu imiş. Emsalsiz incirler, çavuş üzümleri, turfanda sebzeler yetiştirirmiş. Vadinin deniz kıyısı da sazlık ve kamışlıkmış.

    İstanbulun fethinden önce Kalamış koy’una Eutropios denildiğini; Moda’nın olduğu yerde Finikelilerin büyük bir ticaret merkezi ve mal depoları bulunduğunu tarihler kaydetmektedir. Fenerbahçe yarımadasına, Hera’nın mabedi bulunuşu dolayısiyle Herion denirmiş. Grek mitolojisine göre Heria, kadın tanrılardan biridir. Kardeşi, bütün tanrıların babası ve hakimi Zeus’un karısıdır.

    Şark İmparatoru I. Justinianus (527-565) Fenerbahçe’de, fener kulesinin bulunduğu noktaya yazlık saray, yakınına hamamlar, küçük kiliseler yaptırmış. Aktrislikten imparatoriçeliğe yükselen mahut Theodora yazı ekseriya o sarayda geçirirmiş.

    Kanuni Sultan Süleyman da etrafın fevkalade manzarasından hoşlanarak burada Mimar Sinan’a bir kasır kurdurmuş. Kasır, I. Mahmut zamanına kadar (1730 – 1754) mamur halde iken, artık kimsenin semtine uğramaması üzerine, müştemilâtından iki havuzla iki çemen sofa kalarak nihayet onlar da ortadan yok olmuş.


    Yaz akşamları, hele cuma ve pazarları Kalamış koy’u sandallar, yelkenlilerle dolardı. Fenerbahçe’ye taşınan taşınana, açıklarında dolaşan dolaşana. Hıdrellez, 1 Mayıs, Gül Bayramı gibi mesirenin halkla mahşer kesildiği günlerde kafile kafile büyük kayıklar, alamanalar, salapuryalar. İçlerinde Kadıköyü’nün, Üsküdar’ın, İstanbul’un esnaf, omuzdaş, bıçkın takımları. Tıpkı Kâğıthane’ye gidişvari zurnalar, kıraneteler, sazlar, utlar, heyheyler; kalkıp şıkır şıkır oynıyanlar. Yarımadanın şimal tarafındaki uzun taş iskeleye rampa ederek inerler; ağaçların altına küme küme toplanırlar. Gelsin çakıntı, tura, oruspu bohçası, uzun eşek, birdir bir oyunları.

    Şimdi tatsız kaçacaksa da acıklı bir vakayı anlatmadan geçemiyeceğim:

    Tanıdıklardan Etyemezli bir ebe hanım vardı. Vasıf ismindeki oğlu da Harbiye mektebinde talebe. Bir Hıdrellez günü, üç arkadaşiyle beraber, Fenerbahçe âlemi yapmağa niyetleniyorlar. Narlıkapıdan bir sandala binip kayıkçıyı almıyorlar. Dördü de çakı gibi delikanlı; kürek çekmekte, yüzmekte hepsi usta. Hafif lodos esiyorsa da aldıran kim? İsabet, püfür püfür giderler.

    Açılıyorlar denize. Lodos arttıkça artmada. Yelkeni indirerek küreklere yapışıp boca, saatlerce çalkanıyorlar. Moda burnunu aşar aşmaz sandal alabura oluveriyor. Dalgalar öyle azgın ki yüzme müzme para eder gibi değil. Zavallıların üçü denizin dibini boylayıp, biri de su yüzünde, yarı baygın halde çırpınırken tren istasyonunun aşağısındaki kulübemsi kahveden balıkçılar farkına varıyor; kayığa atlayıp kurtarıyorlar.

    Evlâtcığının acısı yüreğine işliyen biçare ebe hanım o günden sonra ölünceye kadar deniz, sandal görmeğe tahammül edemez, mahalle aralarından öteye ayak atamaz olmuştu.

    Küçük Modaya, Şifaya, Bakla tarlasına, Kızıltoprağın deniz tarafına rağbetin baş sebebi, güzelim Kalamış koy’unun oralardan tabak gibi görülmesiydi. Fenerbahçe kulesinden de kuş bakışı seyrine varanlar çoktu. Joanne’in Fransızca, Meyer’in Almanca İstanbul rehberlerinde methü senasını okuyan yabancı seyyahlardan haylisi oraya seğirtirlerdi. Karadeniz uşağı, kır traşları uzamış, hâlâ Tersanede nefer iki bekçiye çeyrek toka edilerek kuleye çıkılır. Harikulâde panoramaya doyabilirsen doy!..

    Fenerbahçe piyasalarını hiç kaçırmıyan beyler, hanımlar fazla toza bulandılar mı, bunları süpürmek; yahut acıkıp mideleri kazınmağa başladı mı, Sebastiano otelinin yanındaki bakkaldan aldıkları Graviyera peyniriyle francala yemek için tenha taraflara, şimdiki mendireğin karşı cihetine arabalarını çekiyorlar, koy’a bir kerecik olsun göz kaydırmak hatırlarına gelmeden; üstü başı süpürür, safra bastırırlardı.

    Ressam Civanyan’m çinko üzerine yapılmışlarını iki çeyreğe, muşambalı büyüklerini iki mecidiyeye sattığı yağlı boya resimlerinin yarısı Fenerbahçeye, Kalamış koy’una, Moda burnuna aitti. O devrin (Güzel sanatlar akademisi) demek olan Sanayi-i nefise mektebinde muallim Varnia’ya, Beyoğlunun sayılı ressamlarından İtalyalı Denango’ya kaç kere rastlamışımdır. Fener kulesinin, bir sakız ağacının veya selvinin altına şövalelerini diker, çala fırça çalışırlardı.

    İstanbulun kayık yarışları üç yerde olurdu. Modada, Büyükderede, Beykozda. En hoşu, tadı çıkarılanı Moda vapur iskelesi hizasından Kalamış koy’una doğru yapılanı idi.

    Ötekilerde olduğu gibi kayıklarda, yandan çarklı vapurlarda, kıyılarda balık istifliği, havasızlıktan bunalmak, güneşten pişmek yok. (Moda Palas) otelinin önündeki ağaçların serin gölgelerine yerleş, kahveyi, Kayışdağı suyunu, dondurmayı yahut buz gibi birayı masaya getirt; devrini alıp yarışı, can kurtaran sandalcılarının marifetlerini, yağlı direkten cumburlop olanları temaşa et.

    Haziran ayı girdi mi Kalamış’ta, vapur iskelesinin sağına; biri erkekler biri kadınlar için. 100 – 150 adım aralı, salaş İki deniz hamamı çatılırdı. Sahibi Samatyalı, kibar kuyumcular kılıklı bir Ermeni, Haydarpaşa ve Fenerbahçedekileri de işleten o. Modada deniz hamamı arama.

    Kalamıştaki Vasil’in gazinosu meşhurdu. Erbaplar,

    — Düz rakısına, mastikasına uyar yok; halis kayıp düzü, Sakız mahsulü. Mezelerinin lezzeti, temizliği de caba. Öyle hıyar turşusu, çiroz salatası, batlıcan kızartması, tarator nerede görülmüş? derlerdi.

    Oranın bas müşterisi, Ahmet Rasim merhumdu. Akşamlığı, daire dönüşü. vapurdan çıkan beylerin ehlikeyifleri mutlaka gazinoya uğrarlardı.

    Anadolu iskelelerine işleyen 17 numaralı Şahin, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy’de sayfiyeleri olan ekâbir ve rical ile tıklım tıklım. Trene binmemenin, arabayı iskelede bekletmenin, bu vapura rağbetin sebebi şu: Deniz havası almak, Kalamış koyunun letafetinden tatmak; ipincecik fistanlarla, göğüs ve kollar çıplak, sere serpe kıyafetteki madamlara, matmazellere ceşmiçerez…

    Sermet Muhtar Alus / Kalamış

  • Osman Nihat Akın

    Osman Nihat Akın

    Türk sanat müziğinin muhteşem bestekarı Osman Nihat Akın muazzam bir Fenerbahçeliydi. Yaşınız kaç olursa olsun, onun müthiş şarkılarından en az bir tanesini tutkuyla dinlediğinize eminiz. Aşağıda vefatından sonra bir ahbabı tarafından yazılmış hayat hikayesini göreceksiniz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Osman Nihat Akın

    Büyük yazar ve bestekâr Ahmet Rasim Bey, torunu Osman’ın piyanoda calip söylediği güzel bir şarkıyı dinlediğinde pek duygulanmıştı:

    «Bugüne kadar hiç işitmemiştim bu güzel şarkıyı. Kimindir bu beste Osman?…» diye sormaktan kendini alamamıştı üstad.

    Yeni yetişme bir delikanlı olan ve haşarılığı ile tüm Kadıköy’e nam salmış bulunan torunu hiç düşünmeden:

    «Hacı Arif Bey’in dedeciğim…» cevabını verdi.

    Ahmet Rasim Bey, musikide Hacı Arif Bey’in hayranlarındandı. O güne kadar bu büyük bestekârın bu eserini hiç işitmemiş olmasına hayret etmesine rağmen yine de kabullenmiş ve takdirlerini belirtmekten kendini alamamıştı:

    «Zâten bu üslûp, bu edâ o koca bestekârdan başka kimde olabilir ki?… Cok ama cok güzel bir eser.. Bugüne kadar nasıl duymadığıma şaşıyorum bu besteyi…»

    Torunu, dedesinin bu takdir dolu sözleri karşısında birden tarifsiz bir cesarete kapılıp baklayı ağzından çıkarmakta beis görmedi:

    «Şaka söyledim dedeciğim, beğenmiyeceğinizden korktuğum için böyle söylemek zorunda kaldım… Haddim olmayarak benim bestemdi bu!…»

    O onda Ahmet Rasim Bey’in cinleri başına üşüşmüştü. Öfkeyle yerinden fırlarken avaz avaz haykırması bir oldu:

    «Bre münasebetsiz!… Sen kim olursun da Hacı Arif Bey g’bi bir büyük bestekârın eserine, benimdir, demek cüretini gösterirsin?..»

    Osmancık bu âni salvo karşısında şaşırmıştı:

    «Vallahi benim bestem…» diyecek oldu.

    «Bak bir de utanmadan yemin ediyor!…» diye öfkeyle üzerine yürüyen dedesinin hiç de şakası olmadığını çok iyi bilen Osmancık çareyi hemen oradan kaçmakta bulurken hiddetini yenemeyen Ahmet Rasim Bey’in sesi ahşap konağı çınlatmaktaydı:

    «Sen kim oluyorsun da Hacı Arif Bey gibi bir bestekârın eserine sahip çıkmaya kalkıyorsun? Münasebetsiz, utanmaz, arlanmaz herif seni…»

    Ve Osman’ın o gencecik yaşında yaptığı ilk bestesinin, dedesi, büyük bestekâr Ahmet Rasim Bey üzerindeki ilk tepkisi işte bu olmuştu…

    Ahmet Rasim Bey, torunu Osman’a ilk musiki derslerini veren kişi olmuştu. Daha sonra da Leon Hancıyan’dan meşk etmişti Osman.

    On iki yaşındayken piyano çalmaya başlamış; Türk musikisinde çok sağlam bir temele sahip olmasına rağmen, bir türlü nota yazmasını ve okumasını öğrenememişti. Ahmet Rasim Bey bu konuda az uğraşmamıştı, fakat torunu notayı bir türlü kıvıramamıştı…

    Çocukluğu büyük bir haşarılık, delikanlılığı ise uçarılık içinde geçmişti. Daha çocukluğunda tüm Kadıköy’e nam salmıştı yaramazlıklarıyla. Kuşdili Çayırındaki tiyatro ve çadır tiyatrolarının sahipleri kapıdan kovulsa bacadan içeri giren bu küçük afacandan yaka silkmişlerdi âdeta. Devrinin en ünlü komiklerinden en iyi hânende ve sâzendelerine kadar herkes onu tanımıştı. O günlere ait bir anısını kendi ağzından dinleyelim:

    «… Ramazan geceleri iftardan sonra, pederden, valideden ne koparırsak cebe indirir, yedi mahallenin haşeratı bizler tiyatronun kapısında toplanır; paramız olsa da olmasa da, bir punduna getirip, beleşten i- çeriye dalmanın çarelerini arardık. İşte böyle av köpekleri gibi beklediğimiz bir sırada:

    — Geliyor! dediler. Kel Hasan geliyor!…

    Bu sesler üzerine biz büsbütün kurtlanmış, tiyatronun kapısına biraz daha yaklaşmıştık. Nitekim Hasan Efendi semiz, semiz olduğu kadar da temiz bir eşeğin üzerinde göründü. Nâşit içeride imiş, dışarı çıktı. Üstadını karşıladı. Davulcu tokmağını bir tarafa bırakıp eşeğin yularından tuttu. Hasan Efendi’yi Çemenderzâde’nin üstünden indirdiler. Meğer üstad, Kuyubaşı tarafında oturan kardeşinde misafirmiş. O vakit şimdiki gibi dolmuş molmuş olmadığı için, konu komşudan ödünç bir eşek bulup Hasan Efendi’yi bindirmişler. Nâşit, ustasının tiyatroya eşekle ilk defa geldiğini gördüğü için bıyık altından gülüyor, ona bir şeyler yutturmaya hazırlanıyordu. Bu her halinden belli oluyordu. Nihayet dayanamadı:

    — Vay efendim! dedi. Bu da nereden çıktı? Sizin eşeğiniz yoktu. Biraderin olmasın?..

    Hasan Efendi’nin zeki gözleri birden parladı. Nâşit’in biraderin» diye yutturmak istediği mânâyı derhal kavrayarak:

    — Yok canım! dedi. Bizim biraderde böyle şeyler ne gezer. Pederin, pederin! diyerek Naşit’in ağzını daha oracıkta tıkayıvermişti. Biz, yâni haşarat takımı, bu esprinin farkına varınca, hep bir ağızdan:

    — Yuu! Naşit amcaya yutturdu! Diye bağırışmış, başta Nâşit olmak üzere muhallebicinin köşesine kadar, tiyatronun hayrat müstahdemleri tarafından kovalanmıştık…»

    Osman’ın delikanlılık yılları ise Kuşdili çayırının hemen yanındaki Fenerbahçe Kulübü’nde geçmişti. Bu arada biraz futbol da oynamıştı. Ancak daha çok kulüpte arkadaşlarıyla oturup lâflamaktan hazettiğinden, tüm yeteneğine rağmen iyi bir futbolcu olamamıştı…

    Sonunda Ahmet Rasim Bey, hiç nota bilmeyen torunu Osman’ın beste yaptığına inanmıştı. Fakat ilk eseri olan sûzinak makamı ve curcuna usulündeki «Ne müşkülmüş seni sevmek, sana yâr olmak» adlı bestenin onun olduğuna bir türlü inanamamıştı. Üstad, bu besteyi Hacı Arif Bey’in hiç işitmediği bir eseri olarak kabullenmişti bir kez…

    Komikliği, mûzipliği ve çevresine neş’e saçan halinden ötürü Kadıköydeki ve Fenerbahçe kulübündeki arkadaşları arasında «Şarlo Osman» diye anılan o ele avuca sığmaz delikanlı, dedesinin ölümünden sonra (1932) durgunlaşmıştı. Zaten o sıralarda 23 yaşında bulunan Osman, bir devlet dairesinde memur olarak çalışmaya başlamıştı…

    Sonra Devlet Demiryolları’ndaki görevi Ankaraya nakledildiğinden oraya gitmiş ve uzun yıllar başkentte kalmıştı. Bu süre içinde çeşitli spor dergi ve gazetelerine «Ofsayt» imzasıyla spor yazıları yazmış ve «1 numaralı hakem düşmanı» olarak tanınmıştı. Bu arada piyanosunun başına geçip besteler de yapmıştı. Onun piyano başında yaptığı besteleri daha sonra başkaları notaya alırdı.

    Sonra memuriyet görevi İstanbul’a nakledilmiş ve çocukluğu ile gençliğini geçirdiği bu kentte birbirinden güzel eserler vermeye başlamıştı… 1945-1955 yılları arasındaki dönemin en güzel ve en cok tutulan eserlerinin bestekârı olarak tanınan Osman Nihat Akın, ünlü edip ve bestekâr Ahmet Rasim Bey’in haşarı ve uçarı torunu Şarlo Osman’ın ta kendisiydi…

    «Geçti hayâl içinde bunca yıl, bir gün gibi»
    «Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin»
    «Güzel bir göz beni attı bu derin sevdaya»
    «Yine bu yıl Ada, sensiz içime hiç sinmedi»
    «Ahım gibi ah var mı acep ahlar içinde»

    «Ellere uzaktan bak, bana yakın gel»
    «Girdim yârin bahçesine, gül dibinde gülizar»
    «Bir güneş bahtıma bir gün doğacaktır sanırım»
    «Sen arzu ettin, bu ayrılık senden eserdir»
    «Çevrin yeter artık bu kadar olma sitemkâr»
    «Yaşlı gözlerimi kuruttum bu gece»
    ve hele hele
    «Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?»
    gibi birbirinden güzel, günümüze kadar olanca tazeliği ile yaşayan; her yerde çalınıp söylenen bir çok eserler verdi Osman Nihat Akın.

    Bir yandan da Yüksek Denizcilik Okulu’ndaki öğretim üyeliği görevini sürdürdü. Bestelediği eserlerin pek çoğunun güftelerini de kendi yazdı. Ayrıca spor dergilerine «Ofsayt» imzalı yazılarını da sürdürdü. Çeşitli gazete ve dergilere kendi imzasıyla tatlı anılar yazdı. Ahmet Rasim Bey ile İlgili gizli kalmış bir çok olayları gün ışığına çıkaran «Dedemin Aşkları» yazı dizisiyle ayrıca büyük bir hizmette bulunduğu söylenebilir.

    Çeşitli dergilerde onunla birlikte çalışmak, tadına doyum olmaz içki sofralarında onunla birlikte bulunmak, o baldan tatlı sohbetini dinlemek imkânına sahip oldum. Her zaman, her yerde «her yaşın insanı» olabilmek gibi eşsiz bir de özelliğe sahipti.

    Bu «1 numaralı hakem düşmanı» 1950’li yıllarda pek sık yapılan emekli maçlarının değişmez hakemiydi. Onun kesin ısrarıyla değişmez yan hakemi de bendim. İnönü Stadındaki bir Fenerbahçe – Galatasaray emekliler maçından önce sahaya çıkıp kaleleri ölçmeye başladığımızda Stad Müdürü rahmetli Şâzi Tezcan’ın telâş ve heyecan içinde: «Yahu bırakın elinizden şu metreyi. Fazla çıkarır, eksik çıkarırsınız da başım derde girer!» diye söylenişi yalnız o anda değil, yıllarca aramızda sık sık sözünü edip gözümüzden yaşlar gelene kadar güldüğümüz bir olay olmuştu. Hey gidi günler…

    Dedesi Ahmet Rasim Bey’den musikinin en güzelini, bestekârlığın en mükemmelini, akşamcılığın en tatlısını, sohbetin en lezzetlisini, kalemin en kıvrağını tevarüs etmişti Osman Nihat Akın.

    24 Ekim 1959 günü, arkasında kendini Türk musikisi sahasında ölümsüz kılacak nice eserler bırakarak fâni dünyadan ve aramızdan göçüp gitti koca Osman Nihat… Karacaahmet’te toprağa verdik o yüce insanı. Nur içinde yatsın…

    Derleyen : A.C.