Etiket: Ajax

  • Tarihî Maç Broşürleri II

    Tarihî Maç Broşürleri II

    Her yazıya aynı girişi yazmak istiyoruz. Zira gerçekten çok büyük iş… Kıymetli büyüğümüz Mustafa Oduncu, Fenerbahçe tarihi için çok önemli bir iş yapıyor ve yurt dışı müzayede sitelerinden Fenerbahçe ile ilgili malzemeleri topluyor. Bu mesaiyi büyüten ve daha anlamlı bir hale getiren şey ise aldıklarını paylaşmaktan bir an bile imtina etmemesi. “Bunda ne var?” demeyin; kimlerin, neler sakladığını bilseniz, inanamazsınız. Halbuki Fenerbahçe tarihini bilmek herkesin hakkı. Daha doğrusu “Dünyanın en büyük sivil toplum kuruluşu” lafının hakkını vermek istiyorsak, tutulması gereken yol bu… Mustafa ağabey, Fenerbahçe Müzesi’ne bağışladığı maç broşürlerini halka açmak ve kolay ulaşılabilir hale getirmek adına bizlerle paylaştı. Huzurlarınızda “Tarihi Maç Broşürleri II : 13 Kasım 1968 | Ajax – Fenerbahçe” maçının broşürü…

    Bir yandan, bu gibi belgelere bakıp da adamların yarım asır önce geldiği bazı noktalara bizim hâlâ gelemediğimizi görmek de çok üzücü. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Broşürün PDF haline “buradan” ulaşabilirsiniz. | Tarihi Maç Broşürleri II : 13 Kasım 1968 | Ajax – Fenerbahçe

  • Dededen ve Babadan Fanatik

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Artık Fenerbahçe tribün tarihini de yazmaya başlıyoruz. Daha doğrusu yazılmazına vesile olmaya… İlk konuğumuz gençlikten orta yaş kuşaklarına doğru giden bir arkadaşımız : Dededen ve babadan fanatik, kongre üyesi Can Turgut.

    Sözü uzatmayalım. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Vazgeçilmez klasiklerden başlayalım. Nasıl Fenerbahçeli oldun? Gittiğin ilk maç hangisi? Hatırda kalan “sence” mühim detaylarıyla tabii.

    Röportaja “klasik” bir cevapla başlayacağım. Dededen ve babadan fanatik Fenerbahçeli olarak doğunca bana başka bir şans kalmıyordu.

    İlk hatırladığım maç Toni Schumacher’in İnönü’deki jübilesi. Babamla Yeni Açık’a gitmiştik, Atletico Madrid’le 3-3 berabere bitmişti ve hatta elektrikler kesilmişti. Bileti hala durur. Maça gitmenin keyfi kanıma öyle girdi.

    Babam (Ayhan Turgut) beni evde sarı-lacivert giydirirdi. Hatta 6 yaşımda çektirdiğimiz fotoğraflardan birini de sırtıma dövme yaptırdım.

    Daha sonra Uche’nin 90’da attığı Beşiktaş maçı da ilk ağladığım maç olarak kayıtlara geçirirsek, bir canavarın doğumunu resmileştirebiliriz bu dönem.

    Bu cevaptan sonra bir zaman atlaması yapmak farz oldu. Rahmetli babanın en az senin kadar renkli biri olduğunu biliyorum. Biraz anlatır mısın, mesleğini ve muhakkak duyduğun bir-iki enteresan hikayesini? Bir de dede faktörü varmış ki onu ben de bilmiyordum. Kim bilir onda da ne cevherler vardır?

    Babam film yapımcısıydı, Beyoğlu’nda yazıhanesi vardı. Öyle çok ahım şahım işlerle haşır neşir değildi ama, o dünyadandı. Gerçi son dönemlerinde Emrah ve Hülya Avşar’ın çoğu işinde vardı. Ben çocukken ananemin evinde Ali Avaz’ın “Alaman Avrat Kırk Bin Mark” filminin çekildiğini hatırlıyorum. Bir de klipte oynamıştım, Nilüfer Örer diye bir kızın “Şımarık” şarkısı. :)

    Film dünyasında gece gündüz kavramı olmadığı için, babamla geçirilen vakitte maça gitmek çok değerliydi. 2001 şampiyonluğu sonrası bayrağı arabaya asıp havaalanına gitmiştik, yolda da Galatasaray takım otobüsü denk gelmişti. Fatih Akyel ve Okan’la falan bayağı bir el kol, küfürleşmeler derken… “Kaptan orta kapı” deyip cama vuruyordu daha sonra bizde oynayacak kişi. Güzel anı : )

    Her deplasman öncesi “Oğlum gitme” deyip, arkadaşlarının yanında bizimki de hafta sonu Samsun’daydı diye övünen babalardan :)

    Dedem (Ulvi Turgut) eski ağır ceza hakimi. Pandemiden önce vefat etti. 90 küsür yaşında hala bizle şarap içiyordu : ) Bayramlaşmalarda hep kendisine aldığım sarı lacivert kravatı takardı. Mekanı cennet olsun.

    İkisi de nur içinde yatsın… Biraz da tahsil zamanlarından  bahsedelim. 1985 doğumlusun. Şöyle bir ilkokuldan üniversiteye doğru bakınca, sen de “30 kişiden 20’si Fenerbahçeliydi” dönemlerine yetiştin, diyebiliriz. Biraz anlatır mısın okul durumlarını?

    Teşekkürler… İlkokul Şair Nedim, ortaokul ve lise Cağaloğlu Anadolu.

    Çocuklukta en fazla şampiyon olan takım biz olduğumuz için zaten sayıca üstünlük çok normal bir şeydi. Mesela ben Beşiktaşlı’yla girdiğim bir laf dalaşı hatırlamam hiç. Burdan da aslında “Ne kupa büyüklüğü ne şampiyonluk” sözünün tersine daha çok inandığımı belirtmek isterim.

    Cağaloğlu ise gerçekten Fener’in kalesi durumundaydı. Hep hızlı tribüncüler yetiştirmiştir. 6-0’lık maça İstanbul Erkek’le birleşip kortej halinde yokuştan bağıra çağıra inmiş, vapurun üst katını kapatmıştık : )

    Rahmetli İslam Çupi’nin o sözü, o şekilde kullanılması için söylemediği çok açık. Büyük ihtimalle sana hak verirdi. :) Giden şampiyonluklardan başlayalım o zaman. Denizli maçı denince aklına ne geliyor?

    Deplasman tribünündeydim. Aslında İstanbul’dan elinde Denizli tarafı bileti olan bir tayfa olarak yola çıkmıştık ama son dakika ben bizim tribüne bilet bulunca sattım bizimkileri : )

    Gerçi ondan önce yine Denizli’de şampiyonluğu kazandığımız maçta da vardım, dolayısıyla uğurlu geleceğini düşünüyorduk şehrin. Maalesef olmadı, golü de yedikten sonra Denizli tribünündeki Galatasaraylılarla cebelleşerek sinir krizleri altında bitirdik maçı. Bilet politikasındaki adaletsizlikten iyi tribün de yoktu.

    Dönüş yolu azap olmuştu, hatta o sırada askerde olan bir arkadaşım arayıp neden koltukları kırıp maçı iptal ettirmiyorsunuz diye veryansın etmişti : )

    Tarihin en haklı ama imkansız veryansınlarından biri olabilir :) Uğurlu şehir demişken, sözlü tarih derslerinde kullanılabilecek bir Kayseri röportajın var malûm. Şöyle bir yurt içi deplasman sıralaması rica etsek, iyiden kötüye doğru. 

    Sami Yen ve İnönü’leri kategori dışı bırakırsak, pek tabii ki Trabzon uzak ara birinci sıradadır. Polisler tarafından tribün dışına taşınırken gazetede fotomun olması sebebiyle de anısı vardır : )

    Hem günübirlik olması hem rakip tribünün sağlamlığı açısından, Bursa her zaman temiz ve net deplasman olmuştur. Hafta içi kupa maçları dahil kaçırılması abestir.

    Üçüncü sıra için İzmir ve Rize kapışır.

    Maça gitmeyip sadece Kordon, Alsancak takılsak aslında nefis ama o iğrenç devasa statta tribün yapmak puan kırıyor.

    Rize sanki daha bir 3. sıra adayı… Hiç saymasam 6-7 kere gitmişimdir. Her seferinde hafta sonluk; hep başka bir tarafını keşfetme, tribün ahalisinin de kalabalık geldiği şehirlerden olunca vakit su gibi akıyor. Faili meçhul silahlı saldırı sırasında da çok yakınındaydık takım otobüsünün, umarız devran dönünce bir şeyler açığa çıkar.

    Son dönemlerde eski tadı olmasa da, Ankara 19 Mayıs da hep iyi deplasman yaptığımız stat olmuştur. Oradaki dostlarımızın varlığı yeter de artar zaten.

    Bütün şehirleri yazıp sıkıcı hale getirmek istemiyorum.

    Sakarya-Kocaeli aynı kasa her gittiğimizde arşivlik videolar çıkarttık Fener tribünü olarak.

    Antalya’ya her sene gideriz, en az 4 farklı stadında maç izlemişimdir şehrin. İlginç bir istatistik, 7 Mehmet’te yemek yemeye gidilir sırf zaten. Türkiye’nin en iyi restoranı demişti Vedat Milör, katılıyorum.

    Gırtlaktan açtık madem, Antep’i ekleyip bitirelim. sabah erkenden şehre inip beyrana koşuş, eski stadyum zamanı maç saati dev bir izdiham ki bir maç girememiştik, LİG TV röportaj yapmıştı karakolda bizimle. Karakol amiri şikayet için gittiğimizde “Nerden bileyim ben sizin maça girmediğinizi?” demişti maç oynandığı esnada. Şebelek!

    Bir çırpıda sayabildiklerim bunlar, vilayet kusacağım.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Adeta bir valinin seyir defteri :) Yurtiçinden bahsetmişken beynelmilel deplasmanları saymamak olmaz. Tadı damakta kalan, “Bu ne güzel deplase olmaktır” dedirten uluslararası temaslar hangileri?

    Sonu kötü ama gidişi ve şehri istila edişimizle Benfica deplasmanını 1 numaraya koyarım. 2 gün boyunca liman kafelerinde oturup tezahürat etmiştik. Tabii Euro 2 civarıydı iç içebildiğin kadar : )

    İkinci sıraya Bükreş’e 3 otobüsle gittiğimiz deplasmanı koyarız. Hem yeni dönemde otobüsle yurt dışı daha önce yapılmamış bir şeydi, hem de çekirdek kadroyla otobüs içi makaraların üst düzey olduğu bir yolculuktu. Tribünde meşaleyle beraber maçı da almıştık.

    Üçe herhangi bir Hollanda deplasmanını koyabiliriz… Hadi en kalabalık olan Ajax’ı seçelim. Meydanda atlarla çatışma çıkmıştı : )) Tribünün baca gibi tüttüğü şiirsel bir orkestraydı. Vondelpark’ı Yıldız Parkımız yapmıştık adeta.

    Ben tabii ki kendi gittiklerimden yola çıkıyorum; yoksa bir başkası Marsilya’yı da anlatır Prag’ı da.

    Spesifik garip deplasman olarak Moldova Sheriff Tiraspol’u ekleyebilirim, Transdinyeper özerk bölgesine geçmiştik. Ülkeception! Tanımlanamayan çeşitli para birimleri cepte maç sırasında büfeden bira alma keyfi.

    Son olarak, Eurolig Final 4’ların hepsinde vardık, Madrid daha bi eğlenceliydi sanırım kalabalıklık ve meydan performansı açısından : “Var bir hayalim herkes dinlesin..” 

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Tribüne gitmeye 2000’lerden önce başlayan insanların, bu tarih sonrasında kendilerini gittikçe daralan bir alanda buldukları tartışılmaz bir gerçek. Bu anlamda gidilen her yurt dışı deplasmanı, o “özlenen” özgürlüğü insanlara yeniden tattırıyor olsa gerek. Her fırsatta YouTube’da nostalji videolarına daldığımız bu pandemi döneminde şöyle bir geçmişten bugüne bakınca taraftarın tribünde “iyi ki artık yok” veya “keşke bugün de olsa…” dediği neler var?

    Valla maça 10 saat evvel girmemek iyi ki artık yok : ) Tabi dönem ve yaş gereği zevkli olsa da, bir gece önceden bilete sabahlamak iyi ki yok.

    Bugün de olsa dediklerimiz artık 6222’ye giriyor, en son meşaleyi Anderlecht deplasmanında yakmıştık çok özlediğimizi fark ettik.

    Kadıköy’deki Galatasaray maçlarında rakip oyuncuyu daha maç öncesi ısınmada bezdirmeyi özledim.

    Büyüklerimizin Telegol, bizim TSYD baskını gibi spontane eylemleri özledim.

    Hayat gibi tribün pratikleri de değişiyor, evriliyor. Uyum sağlayıp keyif almaya ve destek olmaya devam edeceğiz.

    Spontane eylemlerin Fenerbahçe taraftarının hayatında önemli yer kapladığı dönem, hayli yakın bir geçmişte. Caferağa, Burhan Felek, Abdi İpekçi gibi spor salonları da bunlardan nasibini bolca almıştı. Bu salonları (ve çevresindeki kayıntı  mekanlarını) özlüyor muyuz biraz? Yeni salonlar iyi hoş da mekanik bir tadı mı var? Yönlendirmeli gibi soru oldu ama…

    Yok deyip yönlenmiyormuşum bilerek :))

    Ya İpekçi deyince Safa Meyhanesi geliyor akla, ama biz o dönem genelde otoparkta bira, votka takılıyorduk.

    Burhan Felek öncesi o cadde üstündeki Turanlar Balıkçısı’nı mesken bellemiştik beraber. Pirana gibi bir dönem kullandık sonra mendil gibi kenara attık sanki; adamlara uğramıyoruz artık. Ayıp bize.

    Caferağa sosislisi demezsek sanki sinkaf edeceklermiş bizi (editörün yumuşatması) hissine kapıldım ama yine demeyeceğim. Ben o salona “Terleyerek kilo verilir”i deneyimlemek için gidiyordum.

    Yeni salonlara pek ayak uyduramadık dürüst olmak gerekirse… Ataşehir’e tek tük gittik tiyatro atmosferinden dolayı. Cevap evet, çok mekanik : ) Yönlendim.

    Caferağa sosislisinin imtiyaz sahipleri sonrasında diğer salonlara da geldiler ama demek ki olay mekanmış. Yeri gelmişken Kadıköy’ün İstanbul beyefendisi kazı Rodi’yi rahmetle yad edip, aynı isimli kısa ömürlü mekanı da anmış olalım. Bu cevap, bir başka soruya orta açmış olsun. Stadyum çevresinde maç öncesinde zaman geçirme ritüellerinden bahsedelim biraz. Sizinkiler nelerdi? Halkımız merak ediyor desek biraz mübalağa olur ama tarihe not hep bunlar, değeri sonradan anlaşılacak :)

    Üniversiteye girdiğimiz zamanlar, forumdan Unifeb’e üye olmuştum gruba girme motivasyonuyla. Dediler ilk maç, fasılda buluşacağız. Ulan cumartesi öğlen saat 1, ne fasılı dedim neyse gittik : ) Mekanın adıymış. Bir 9-10 senemizi rahat vermişizdir.

    Genelde kalabalık ortam, bitmeyen biralar ve hep bir beste yapma içgüdüsüyle şimdiye dek sürdürdüğümüz dostlukların ilk yeriydi. Özeldir bizim için.

    Daha sonraları değiştirdiğimiz mekanlar oldu. Maçın önemine ve saatine göre içki tercihleri değişti. Nazlı’nın arka sokaklarına maalesef uzun yıllar teşaşür eyledik (editörün tebdili), yöre halkından özür diliyoruz.

    Maç öncesi ne yaparsak yapalım, bira kesinlikle soğuk olacak, o gündeme özel bir slogan veya melodi dillerde olacak.

    Bunların dışında benim şahsi olarak maça karşıdan gelen biri olarak, ille de vapur sevdam vardır. Metrobüs dislike.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Bir kez daha 1990’lara dönelim. Herkesin sorulmadan anlattığı bir safahat vardır : “Şu tribünde başladım, şuraya geçtim” ya da “Ben hep şuradaydım” diye… TRT tarzı soru : Stadyum inşaatından önce ve sonra Can Turgut’un yolculuğu hangi tribünlere oldu? En çok hangisini sevdi? Hangisini pek de özlemiyor?

    Can Turgut’un yolculuğu babasıyla beraber Numaralı’da başladı, ama gözümüz hep maratondaydı.

    Babadan kurtulup lisede birkaç arkadaşla maratona gitmeye başladık, fakat son dönemlerine denk geldik ve üniversiteyle beraber uzun yıllar Lise Açık’ta Unifeb çatısı altında konuşlandık.

    Sonra ikinci ve bu sefer daha aktif bir maratonun köşesi dönemi. Tribünsel muhalefeti de körüklediğimiz, herkesin birbirini tanıyıp sevdiği B blok. Those were the days!

    Son birkaç senedir, Fenerium üstteyiz, eskisi kadar tad alamasak da ayaklarımız geri geri gitmiyor hala.

    Tribünlerin yönetim yüzünden bomboş olduğu, keyfekeder uygulamaların yapıldığı dönemi hiç mi hiç özlemiyoruz. İyi direnç göstersek de ne gerek vardı yani? Gençlik enerjimizi böyle bir saçmalıkla mücadele ederek geçti. Neyse güzele dönelim.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Tribün tarihini yazmaya çalışırken tribün gruplarını irdelememek olmaz. Kurulduğundan bugüne bir ÜNİFEB değerlendirmesini başından beri bir şekilde içinde olan birinden istememek de öyle… Bir gün kendisi iken, ertesi gün mezunları olan üyeleri, uzaktan bakılınca “geldiler” dedirten t-shirtleri ve bir dönem meşhur bayrakları ile biraz da ÜNİFEB’den konuşalım. Biz derken, sen konuş, biz dinleyelim ve ikinci soruyu da ekleyelim. Şöyle geçmişe bir bakınca, tribün için son 25 senenin “en uzun süren mutlu günleri” hangileridir sence?

    Aslında sorunun muhatabı ben mi olmalıyım emin değilim Unifeb konusunda, çünkü dernek işlerine hep mesafeli yaklaştım adımımı attığımdan beri.

    Arkadaş grubu özelinde Fener’i desteklemek daha romantik, daha özgür ve daha şatafata meyilli geldi.

    Ha 2. jenerasyon olarak girdik, şimdi en yakın dostlarımızı, abilerimizi ve kardeşlerimizi Unifeb’in kuruluşuna borçluyuz. 18 yaşındayken, o bayraklarla oluşturdukları havadan etkilenip girmiştik.

    Şimdiki 18 yaşında gençler için maalesef tribün görselliği konusu eksik kalıyor. İlgiyi tribünden başka yere kaydırıcı çok fazla şey var ülkede ve dünyada.

    Unifeb’in Fenerbahçe tribününe kattıklarını dışardan birilerinin anlatması daha keyifli olabilir bu arada, ben de sizi yönlendireyim : )

    En uzun süren mutlu günler, tribünün sağlamlığıysa konu 90’ların ikinci yarısından 2000’lerin ilk yarısına kadarki Fenerbahçe tribünü iç saha, görsellik, çoğulluk, derbi deplasmanlarındaki üst düzey motivasyon bence Türk tribünlerinde zirveydi.

    Son dönem en fazla birlik bütünlük gösterdiğimiz dönemse, bahsetmeden geçilemeyecek 3 Temmuz’daki sokak mücadelesi dönemidir. Selam olsun herkese.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    3 Temmuz tam yerine rast geldi, manzara koyalım :) Şöyle bir her anlatışta tebessüm ettiren anılar demeti alabilir miyiz? Gerçekten de sokak hallerinin kitabı yazılması gereken şenlikli zamanlardı.

    Valla tebessümlük anı olarak da bakabiliriz, İstiklal Caddesi’nde yapılan gövde gösterisinin bitişine doğru polis cebimizde limon buldu diye gözaltına alınmıştık : ) Dışarda arkadaşlarımız Fener diye bağırarak destek oluyorlardı. Duygusala geçiş.

    Beşiktaş DGM’de geçirdiğimiz saatler çok özeldi. Sagopa’nın son şarkısına verdiği isim gibi tam “saldırground” günlerdi. Bir gece Çağlayan’da dava sonucunu bekliyoruz, neyse hurra murra gaza boğuldu her yer. Ekip canını ezilmekten kurtarmış, tekrar toplandık bi baktık herkesin bira elinde haha kimse atmamış, namusu gibi korumuş : ) Doğru tabi, ziyan.

    TSYD lokaline yaptığımız baskın da güzeldi, sahte rezervasyonlarla en az 50 kişi gidip şeklimizi koymuştuk. Hesapları önden ödemiştik gaspçı demesinler diye.

    Son olarak bir sabaha karşı da TFF binasının önüne viledalar, deterjanlarla gidip temizlik yapmıştık pissiniz hesabı, sonra da ligden düşürün pankartı açmıştık : )) 

    Konulan eylemlerin hemen hepsinde bir sanat kokusu, emeği var :) Demişken, biraz da başka bir tutkudan konuşalım. Bir sinefil olarak, pandemide YouTube’du, platformlardı, online gösterimlerdi derken, kendimizi “Evde Sanat” gibi bir sürekli etkinlik içinde bulduk. Sizde durumlar nasıl gidiyor, 14-15 saatlik ekran sürelerine de bakacak olursak :)

    Evet, geçen telefon bildirim gönderdi gün içinde 15 saat telefonu kullanmışım aktif olarak. Laf soktu galiba?

    Ofise artık gitmiyoruz, alıştık ve artık gideceğimi de sanmıyorum. Borsacıyım, bütün gün masada ekran başındayım zaten. Sadece boş zamanlarda değil, gün içinde arka fonda da hep bir şeyler açık. İçerik manyağı olduk çıktık gerçekten, devamlı bi’ film-dizi listesi hazırlıyorum, hepsi de hemen tüketilmiyor tabi. Birikiyor da birikiyor. Neyse illa vakti gelir. 

    En güzel neyi tükettin dersen; kıyıda köşede kalmış Türk filmlerini bitirdim. Kurtlar Vadisi’nin bir tur daha üzerinden geçtim. Poyraz Karayel izlememiştim, güzeldi. Line of Duty ve Gangs of London da yabancı dizi önerisi olsun.

    Salonda sinema izlemeyi çok özledim. Tam kapanmalar öncesi Tenet’e gittiydik de hayal kırıklığı oldu film.

    Online festival işiyse hiç olmadı, ruhuna aykırı bir kere.

    En güzelini sona sakladım; absürd severlere gerçek hazine Exxen’deki “Gibi”.

    Film, dizi konuşursak çıkamayız. Bitirelim : )

    Pandemi alışkanlıklarının sonrası için peşrev oldu bir önceki soru. Bizim bağlama gelecek olursak, aşılarımız tamamlanıp (tövbe estağfurullah) seyirciler tribüne geri döndüğünde  bizi neler bekliyor olacak? Biraz eve alıştık, rahatladık mı? Yoksa huylu huyuna kaldığı yerden sahip çıkar mı?

    Huylu huyuna “ayı yavrusunu severken öldürürmüş” misali sahip çıkacak bu çok net. İnsanlar deplasmanda bastırırken atılacak kornere serçe parmaklarını feda etmeye hazır.

    Hayır yeri geliyor protesto yapmak istiyoruz ki maalesef son yıllarda devamlı yeri geliyor, twitter pek kesmiyor.

    Orada olmak lazım, olacağız.

    Röportajın sonlarına yaklaşırken biraz da tarihe iz bırakan bestelerden konuşalım. Maalesef Can Kozanoğlu’nun müthiş kitabı “Bu Maçı Alıcaz” pek çok alanda olduğu gibi tezahürat tarihi konusunda da yalnız. Oysa bu konuda oldukça üretken bir topluluk sizinki. Şöyle kolayda ise geçmişten bugüne birkaç kuple alabilir miyiz linklerden? Kolayda değilse de bendeniz Twitter timelineından, YouTube’dan arayıp bulacağım artık, ne yapalım :)

    Teveccühünüz… Şöyle ortaya karışık birkaç link bırakıyorum. 

    Gidiyoruz Amsterdam’a

    Var Bir Hayalim Herkes Dinlesin

    Dilimde Şarkıların Gündüz Gece

    Silinmeyen Hatıralar

    Şampiyon Olacaksın

    Büyük hizmet. Var ol.. Bir klasikle başladık, diğer bir klasikle bitirelim. Kişisel taraftarlık tarihinin en iyi 11’ini sayar mısın, teknik direktörüyle birlikte?

    En zor soru da buymuş ya. Gerçi başlayınca geçer ama her mevkiye bir adam koyamayız. O zaman vefa duygusunu silmiş oluruz.

    Madem ilk maçımız Toni, kaleye de o geçsin. Eski maçları seyrediyorum, çok hatalı gol de yemiş ama canı sağ olsun : )

    Defansa Uche‘yi “Sen Allahın Bir Lütfusun” şarkısı eşliğinde koyalım.

    Yanına Luciano mu Lugano mu gelsin? Hadi Luciano olsun. Högh de kusura bakmasın.

    Sol bek Halil İbrahim olmayacak tabii ki, Roberto Carlos.

    OkochaAlexPVH ön tarafın değişilmez 3’lüsü ve Moşe.

    Sağ Bek almayacağım kadroya.

    Çapamız Appiah.

    Valla kaossa kaos kardeşim, taktiği bıraktım; Rıdvan ve Rap Rap Rapaic‘le kapıyorum.

    Bu kadroya Daum yakışır, yaşlandım benim işim olmaz derse de Ersun Yanal.

    Teşekkürler Can…

    Dededen ve Babadan Fanatik
  • Yüzyıl Formasının Hikayesi

    Yüzyıl Formasının Hikayesi

    Fenerbahçe’nin 26. Türkiye Şampiyonluğu’na sahne olan 2006-2007 sezonu, canlı şahit olanlar için öncesiyle ayrı olaylara, sezon içi ve sonrasında ise müthiş bir görkeme sahne oldu. Kulübün 100. kuruluş yıl dönümünde bir başka muazzam iş de formalardı. Huzurlarınızda Onur Tuncer‘in kaleminden futbol takımının içinde arz-ı endam ettiği yüzyıl formasının hikayesi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    100. Yıllar

    Resmi olarak ikinci ancak kutlama isteği olarak üçüncü kulübüz ülkedeki. Önce kuruluş tarihleri 1903 olmamasına rağmen Beşiktaş’ın 2003 sonra ise Galatasaray’ın 2005 yılları var. Beşiktaş’ın sporcularının isimlerinin yazılı olduğu 100. yıl formalarının konuşulduğunu elbette hatırlıyoruz. 10 numara 5 yıldız iş. Beko reklamlı Puma markalı forma. Galatasaray’ın yüzüncü yıl forması ise baştan savma bir iş. Kulübün tek katkısı ön kısma arma koydurmak fikri. Arma kuruluşundan yüzüncü yılına kadarki sezonların yıllarına bölünmüş kutucuklarla. Sarı renkli S harfinin içinde de 1956’dan sonrası var. Ve şampiyon oldukları yıllar kırmızı renk ile yazılmış. Armanın ortasında ise ilk Galatasaray takımı resmi var. Lakin Avea reklamı bütün anlamını silecek şekilde kapatmış. Forma markası adidas, bizimki gibi. Onlar açısından işin kötü tarafı yüzüncü yıllarında şampiyon olamamak, daha kötüsü bizim şampiyon olmamız. Yazık edilmiş kısacası yüzüncü yıllarına.

    Fenerium’un konumu belli. Lider ve örnek firma. Bir sürü nedeni var elbette, anlatacağım başarı hikayesinde payı büyük bu nedenlerin. Lakin detaya gerek yok. Önceleri markasız sonra ise Fenerium markasıyla çıkarıyor bütün takımlarını karşılaşmalara. adidas, Fenerbahçe’nin bugüne kadarki tek forma ortağı, iyi bir teklifle forma sponsoru oluyor 2004/05 sezonundan itibaren. İyi bir ortaklık yapıyor iki firma. Birbirlerine saygıyı unutmuyorlar. Öyle ki adidas, kendi forma tasarımlarının Fenerium ekibi tarafından özelleştirilmesine izin veriyor. İki markanın kazançlı çıkacağı bir ortaklık oluyor kısacası.

    Bir Sezon Önce

    Beklenti büyük. Farkındayız. Çok ama çok dikkatli olmak gerekiyor. Zira en çok konuşulan kulüp her zaman Fenerbahçe’dir. Hem dışarıdan hem de camianın içinden büyük eleştiriler gelebilir. Hazırlık aşamasında yani 2005/06 sezonunda canavar gibi bir takım var sahada. Hem oyun olarak hem de takımdaki oyuncuların marka değeri olarak üstün bir takımız. Zaten üst üste alınmış iki şampiyonluk var, liglerin 1959 sonrasındaki formatında ilk kez üst üste 3 kez şampiyonluk gelecek sezon sonunda. Bu da yükseltiyor elbette beklentiyi. Biz moralliyiz. İnanıyoruz.

    Fikirler fikirler, toplantı üzerine toplantı. Forma nasıl olmalı? Reklam işini nasıl çözeriz? adidas ne kadar yardımcı olacak? Sırt numaraları nasıl olsun? Binlerce detay var.

    Öncelikle armadan başlayalım. Yüzüncü yıl için Ali Taran’ın büyük bir isteği var Fenerbahçe tarihinde yer almak için. Bir arma tasarlamış. Kulüple toplantı yapmak istemiş. Kulüp de bu işin bir de boyutu var diye toplantının Fenerium ile yapılmasını istemiş. Diğer yandan Ali Taran, 2003/04 sezonu şampiyonluğumuz ile aldığımız 3. yıldız döneminde, o zamanlarda Fenerium genel müdürü olan rahmetli Tuğrul Akas’ın yönlendirmesiyle çizdiğim TEK YILDIZ FENERBAHÇE logosunu çok beğendiği için, yaratıcısıyla da tanışmak istermiş. Ofisin toplantı odasında buluşuyoruz. Tanışma şerefine nail oluyorum. Tebrik ediyor. Bu kadar basit ve anlamlı bir logoyu çizdiğim için. Tebrikini paylaşarak kabul ediyorum. Sonra çizdiği logoyu gösteriyor. İlk izlenim, ı-ıh, olmamış. Armamızın orta kısmını tamamen almış, FENERBAHÇE SPOR KULÜBÜ 1907 yazan kısma FENERBAHÇE’NİN 100 ŞEREFLİ YILI 1907-2007 yazısını yerleştirmiş. Etrafına bir çember daha ekleyip, içini yıldızlarla bezemiş. Kullandığı renk ise altın rengi. Sayıyorum, 67 yıldız var. Bir anlamı var mı diye soruyorum. Kaç yıldız olduğundan haberi yok aslında. Bir fikir geliyor aklına. Yıldız sayısı 100’e tamamlanıyor. Tek sıra olursa ürün uygulamalarında sorun olabilir uyarımız üzerine iki sıra halinde çeviriyor yıldızları. Hala beğenmiyorum ancak önemli bir fikir buradan çıkacak, altın rengi.

    Mazinde Bir Tarih Yatar

    Diğer yandan da armamıza geçici bir ekleme niyetimiz var. İlhan Ekşioğlu’ndan güzel bir fikir çıkıyor. Armanın altına, marşımızdan bir dize ekliyoruz “Mazinde bir tarih yatar. 1907-2007”

    Forma tartışmaları bir yandan sürerken, sırt numara ve isimleri için görüşmelere başlıyorum. Dönemin en önemli tasarım ve üretim firması Chris Kay ile çalışıyoruz bir süredir. Formalarımızdaki 3B armalarımızı üreten firma, Premiere League, Champions League, Real Madrid, Milan, Ajax gibi markaların arma, sırt numarası gibi ürünlerini hem tasarlıyor hem üretiyor. Nitekim 2005/06 sezonunda kullanılmaya başlanan küçük harf modasını formalara taşıyan yeni yazı karakterlerimiz büyük ses getirmiş bile. Firmanın tasarımcısına eldeki tüm dokümanları gönderiyorum, tribün videoları, taraftarlar, tarihi fotoğraflar, Bahçedeki Fener belgeseli. Akla gelebilecek her şey. Birkaç hafta sonra, bizzat tasarımcı geliyor. Bence mükemmel bir iş çıkartmış. Kuruluş yıllarındaki Osmanlıca alfabedeki harflerin çizgisini, Latin alfabesine taşımış, numaraları da aynı güzellikte işlemiş. Bayılıyorum açıkçası lakin tek başıma karar vermek doğru değil. Fenerium grubu beğeniyor. Bu arada beğenilmemesi olasılığına karşılık bir iki tasarım daha var. Fakat söz konusu olmaz. Yönetime gönderiyoruz. Gelen yorum enteresan, İbranice harflerine benzemiş. Tehlikeli bir yorum. Vazgeçiyoruz. Küçük harflerle devam etme kararı alıyoruz.

    Forma fikirleri artık numune haline gelmeye başlıyor. Bütün fikirler eski formalardan birisinin tıpkısının yapılması üzerine. Ancak o zaman kullanılan pamuklu trikoların duruşunun, günümüzde kullanılan sentetik iplikli kumaşlarla sağlanması mümkün değil. İstenilen olmuyor. Pamuk iplikli kumaş da kullanılamayacağına farklı yönlere gitmek zorunda kalıyoruz.

    Çift Taraflı Forma

    Nitekim çift forma fikri çıkıyor. Bir tarafı yüzüncü yılımızın anlatan altın rengi, diğer tarafı ise Fenerbahçe’nin alamet-i farikası olan sarı lacivert çubuklu. Her seferinde farklı bir fikirle bezeniyor forma. Peki yüzyılın altın bir yüzyıl olmasını sağlayan nedir? Fenerbahçe nedir, kimdir? Bu soruların yanıtını da formanın altın yüzüne yapacağımız baskıyla veriyoruz; Fenerbahçe taraftardır, sporcudur, teknik direktördür, yöneticidir.

    Sıra adidas tarafına geliyor. Mükemmel bir uyum içindeyiz ancak isteğimiz elle tutulur gibi değil. Biliyorsunuz adidas’ın alamet-i farikası da üç banttır. Logolarına gerek bile duymadan bir ürünü üç bantla adidas haline getirebilirler. Formada üç bant olması diyorum. Gülüşüyoruz. Lakin sonunda kabul görüyor. adidas Türkiye büyük bir özveriyle, üç bantsız bir formaya onay veriyor. Merkezleriyle kavga etmek pahasına. Ancak bu karar adidas’ın Fenerbahçe’yle olan bağının daha da güçlendirecek elbette. Bu arada adidas sponsorluğunda o güne kadar yüzüncü yıl formasında üç bant kullanmayan iki kulüp var; Bayern München (1900) ve Real Madrid (1902). Fenerbahçe (1907) üçüncüsü oluyor.

    Ve reklam konusu. Yıllardır istenen reklamsız bir forma var. Ancak reklam veren açısından mantıksız bir durum. O kadar parayı verip, markasının görünmemesine razı olmak? Avea ile yapıyoruz daha sonra bir toplantı. Gizli kalmasını talep ederek formanın prototipini gösteriyoruz. Çift taraflı formanın altın yüzü ön planda. Kocaman bir Avea logosu ortada. Anlatıyoruz konsepti, altın yıl, yüzüncü yıl. Formanın önemli tarafının altın tarafı olduğuna ikna ediyoruz. Çubuklu tarafında ise reklam yok. Burası zaten iç kısım. Burada da bir göğüste ilk armamız diğer göğüste ise armamızın son hali mevcut. Bu iş de halloluyor.

    Denizli Faciası

    Daha sonra ne yazık ki meşhur Denizli deplasmanı faciasını yaşıyoruz. Ekibin bir kısmıyla deplasmandayız. Facia yaşanıyor. Dönüş yolu bitmiyor. Ertesi sabah ofisteyiz. İki gün boyunca telefonlar bile çalmıyor. Yönetim zaten ortada yok. Başkan istifa ediyor. Aslında etmiyor. Bir süre yerimizde sayıyoruz. Daha sonra kendine geliyor camia. Ama büyük darbe elbette. 1959 sonrasında ilk kez yaşanıyor. İkincisini de bizim yaşayacağımızdan habersiz yaraları sarıyoruz. Formalar üretilmeye başlanıyor.

    Faruk Ilgaz Tesislerimizde büyük bir lansmanla tanıtım yapacağız. Formanın adı YÜZYIL FORMASI, yüzüncü yıl değil. Çünkü bir yılı değil, bir asrı anlatıyor.

    Fenerium’un özel koleksiyonunun da tanıtıldığı gece Faruk Ilgaz Tesislerimizde düzenleniyor. Alex her zaman olduğu gibi utanma bahanesiyle yer almıyor sahnede, keza Appiah’a da giydiremiyoruz formayı, yer almıyor defilede. O sezon takımda yer alacak Kezman, Edu, Deivid ve Lugano daha transfer edilmemiş. Sunuculuğunu Metin Uca’nın yaptığı defilede formalarımız büyük beğeni topluyor. Bu sezonda mücadele edecek tüm takımlarımıza, sporcularımıza kendi branşlarıyla ilgili olarak bulunan fotoğraflarla bezenmiş altın formalar giydiriyoruz. Çift taraflı satın almak istemeyenler için ise her iki forma da satışa çıkartılıyor. Futbol takımımızın mücadele ettiği UEFA Kupası’nda ise UEFA’nın forma kurallarına uymadığı için, altın renk formamız üzerindeki baskı olmadan kullanılıyor. Ayrıca adidas’ın ricasına uyuluyor ve maç formasına üç bant da ekleniyor.

    Şampiyonluklar… Şampiyonluklar…

    Sezon güzel geçiyor. 100. yılımızda neredeyse tüm branşlarında şampiyon oluyoruz. Takım sporlarında lig mücadelesinde futbol, erkek ve kadın basketbol takımları şampiyon, erkek ve kadın voleybol takımları ikinci oluyor. Kupalarda ise futbolda Süper Kupa, kadın basketbolsa hem Türkiye hem Cumhurbaşkanlığı kupası, erkek basketbolda ise Cumhurbaşkanlığı kupasını kazanıyoruz. Sezon boyunca tüm branşlarda 224 kupayla tamamlıyoruz yüzüncü yılımızı.

    Onur Tuncer