Geçende yayınladığımız “Şakir Beşe ve Fenerbahçe Hazinesi” başlıklı yazıdaki hazine bir yüzüktü. Daha başka kimlerde bulunduğunu merak ettiğimiz, bu kıymetine paha biçilemeyecek hatıranın bu detayına 24 Ağustos 1957 tarihli Milliyet gazetesinin “Yüzüklüler Vaziyete Hakim” haberinde rastladık. Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin yüzük kardeşliği…
“Anlayış içinde başlayan toplantılar ihtilaf ortadan kalkıncaya kadar devam edecek” şeklinde devam eden haberin tam metni aşağıda. Yakın zamanda yapılan kongre sonrasında belli ki ortalık karışmış, kulübün büyükleri işe el atmak durumunda kalmış. Bizim için önemli olan ise Fenerbahçe’deki Yüzük Kardeşliği’nin isim listesi…
Alaaddin Baydar, Bedri Gürsoy, Cafer Çağatay, Fikret Arıcan (yüzüğü Ali Naci Karacan’dan almış) Hasan Kamil Sporel, Hayri Celal Atamer, İsmet Uluğ, Kadri Göktulga, Kemal Onan, Mahmut Baler, Muvaffak Menemencioğlu, Mümtaz Kavalcıoğlu, Niyazi Sel, Nurettin Otmar Savcı, Ragıp Ziya Mağden, Sabih Arca, Şakir Beşe, Tevfik Taşçı, Zeki Rıza Sporel
İlgili Haber
Cemiyet mensupları ile idare heyetini ellerinde tutan grup arasındaki gerginlik geride bıraktığımız hafta içinde had bir safhaya gelmişti. Her an bir hadisenin patlak vermesi bekleniyordu. Cemiyet mensupları siyaset yapmadıklarını söylüyorlar ve bu sebeple Fenerbahçeliler Cemiyeti’ni kapatmayacaklarını ileri sürüyorlardı. Fakat idare heyetinin iddiası tamamıyla aksi idi. Onlara göre Cemiyet siyaset yapıyordu. Hatta kulübün icraatini baltalayacak, tesanüdünü bozacak kadar. Nihayet mütareke takımı harekete geçti. Yüzüklüler artık işe müdahale etmenin sırası geldiğine kâni oldular. Doğrusunu söylemek icap ederse geç bile kalmışlardı.
Dünün şöhretleri uzun seneler bu işlerden elini eteğini çekmiş olanlar, pürüzleri halletmek için dün akşam kulüp lokalinde toplandılar. Ekserisinin saçları kırlaşmış ve seyrekleşmişti. Aradan geçen zaman mütareke takımının yıldızlarına pek çok şey kaybettirmiş gözüküyordu. Ama kaybolanlar içerisinde saygı, hizmetlere hürmet ve tesanüt yoktu. Oturdular. Bir masa etrafında toplandılar ve anlaştılar. Esasen onların arasında bir anlaşmamazlık yoktu. Kararları şu idi. Artık vaziyete hakim olacaklar, ikiliği kaldıracaklardır.
Yüzüklülerin teşebbüsleri bilhassa mutedil çevrelere memnuniyet uyandırdı. Bir kısmı Nurenberg mahkemesi diye anılan Haysiyet Divanı’nın bir ihraç makinesi haline işleyemeyeceğini söylerken diğerleri de Cemiyet artık idare heyetini yıkmak için bir yığınak merkezi olmayacak; diyorlardı. Yüzüklüler önümüzdeki günler içerisinde sık sık toplanacaklardır.
Bugün 27 Nisan, bir müthiş Fenerbahçelinin, Münir Nurettin Selçuk’un vefat yıl dönümü… Mustafa Kemal Paşa’nın Fenerbahçe’yi ziyaretinde bizzat orada olan ve bu hatırasına sitemizde yer verdiğimiz o olağanüstü insanı, fotoğraflar ve anılar eşliğinde yâdedelim istedik.
Yukarıdaki evrak kendisinin Fenerbahçe üye kaydını gösteren kimlik belgesi. Sevgili Barış Kenaroğlu transkripsiyonu yaptı. Yoğurtçu Caddesi’nde oturan, 15 yaşındaki talebenin fotoğrafının altında “Hüviyeti balada muharrer Münir Bey’in kulübümüz azasından olduğu tasdik olunur” yazıyor.
Kısa bir süre sonra Münir Nurettin’i Fenerbahçe ikinci takımında görüyoruz. Alaaddin Baydar, Şekip Kulaksızoğlu ve Çelebizade Sait Tevfik gibi meşhur isimlerin de bulunduğu bu fotoğrafta en alt sırada soldan ikinci kendisi.
Aşağıda ise önce Bedri Gürsoy’un kendisi hakkında yazdıkları, son olarak da Sait Selahattin Cihanoğlu ile beraber meşhur Kuşdili Lokali’nde çekilmiş bir fotoğrafları göreceksiniz.
“Fenerbahçe’yi sevmezse gönül, aşkı ne anlar?” diyerek bir kez daha, nur içinde yat üstat…
Söz Bedri Gürsoy’da…
“Maçlarda pek enerjik değildi. Sol ayağı zayıftı. Deplasmanı yoktu. Kafa vuruşları noksandı. Hele sıkı gelen toplara kabil değil kafa ile vurmazdı. Bunun sebebini soranlara şu esprili cevabı verirdi :
“Sert gelen toplara kafa vurmanın iki mahzuru ve benim için tehlikesi vardır. Bir kere tabiidir ki, sıkı sademe ile dimağ sarsılır, dolayısıyla hançerem titrer, oradaki ses tellerim bozulabilir. Sonra da sıkı gelen şutlara kafa vuruşu yapılırsa insanın saçları çabuk dökülürmüş”
Bugün Münir Nurettin’in sesinin hiç bozulmadığına ve hâlâ başında parlak siyah saçlarının mevcut olduğuna bakılırsa bu kanaatinde, bu eski sporcumuzun tamamıyla hakkı varmış.
Münir Nurettin kulübünü çok severdi ve bugün de çok sever. Koyu ve candan bir Fenerbahçelidir. Eski kulüp arkadaşlarına karşı sarsılmaz bir samimiyet ve muhabbet gösterir.
Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için daima iftihar eder. Fenerbahçeliler Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için övünürler. Halk da bu kıymetli musiki sanatkarımızın aynı zamanda sporcu olduğunu öğrenerek onu bir kat daha takdir etsin.”
Bugün 27 Nisan, bir müthiş Fenerbahçelinin, Münir Nurettin Selçuk’un vefat yıl dönümü… Mustafa Kemal Paşa’nın Fenerbahçe’yi ziyaretinde bizzat orada olan ve bu hatırasına sitemizde yer verdiğimiz o olağanüstü insanı, fotoğraflar ve anılar eşliğinde yâdedelim istedik. Şaheserler yaratan Fenerbahçeli sıfatı nasıl da yakışıyor.
Yukarıdaki evrak kendisinin Fenerbahçe üye kaydını gösteren kimlik belgesi. Sevgili Barış Kenaroğlu transkripsiyonu yaptı. Yoğurtçu Caddesi’nde oturan, 15 yaşındaki talebenin fotoğrafının altında “Hüviyeti balada muharrer Münir Bey’in kulübümüz azasından olduğu tasdik olunur” yazıyor.
Kısa bir süre sonra Münir Nurettin’i Fenerbahçe ikinci takımında görüyoruz. Alaaddin Baydar, Şekip Kulaksızoğlu ve Çelebizade Sait Tevfik gibi meşhur isimlerin de bulunduğu bu fotoğrafta en alt sırada soldan ikinci kendisi.
Aşağıda ise önce Bedri Gürsoy’un kendisi hakkında yazdıkları, son olarak da Sait Selahattin Cihanoğlu ile beraber meşhur Kuşdili Lokali’nde çekilmiş bir fotoğrafları göreceksiniz.
“Fenerbahçe’yi sevmezse gönül, aşkı ne anlar?” diyerek bir kez daha, nur içinde yat üstat…
Bedri Gürsoy Anlatıyor
“Maçlarda pek enerjik değildi. Sol ayağı zayıftı. Deplasmanı yoktu. Kafa vuruşları noksandı. Hele sıkı gelen toplara kabil değil kafa ile vurmazdı. Bunun sebebini soranlara şu esprili cevabı verirdi :
“Sert gelen toplara kafa vurmanın iki mahzuru ve benim için tehlikesi vardır. Bir kere tabiidir ki, sıkı sademe ile dimağ sarsılır, dolayısıyla hançerem titrer, oradaki ses tellerim bozulabilir. Sonra da sıkı gelen şutlara kafa vuruşu yapılırsa insanın saçları çabuk dökülürmüş”
Bugün Münir Nurettin’in sesinin hiç bozulmadığına ve hâlâ başında parlak siyah saçlarının mevcut olduğuna bakılırsa bu kanaatinde, bu eski sporcumuzun tamamıyla hakkı varmış.
Münir Nurettin kulübünü çok severdi ve bugün de çok sever. Koyu ve candan bir Fenerbahçelidir. Eski kulüp arkadaşlarına karşı sarsılmaz bir samimiyet ve muhabbet gösterir.
Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için daima iftihar eder. Fenerbahçeliler Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için övünürler. Halk da bu kıymetli musiki sanatkarımızın aynı zamanda sporcu olduğunu öğrenerek onu bir kat daha takdir etsin.”
Belki hatırlarsınız; bundan birkaç ay evvel, tarihi işine geldiği gibi eğip bükmeye çalışan birileri “Türk futbol tarihinin ilk dönemlerinde hiç bir spor olayı, bu kupa (Gazi Büstü) organizasyonundan başka gazetelerin 1. Sayfasında yer almamıştır. Gazetelerin 1. Sayfalarına manşet olabilen tek spor olayıdır” diye iddialı bir beyanda bulunmuşlardı. Aynı floodda bir de Murat Bardakçı’nın 28 Şubat 2018 tarihli yazısında “şaibeli” dediği bir evrak paylaşmışlardı.
Türk futbol tarihinin başlangıç senelerinde birçok manşetin atıldığı ve Fenerbahçe’nin bu manşetlerde rakiplerinden kat kat fazla sayıda yer aldığı zaten sabit. Fakat güzel bir tesadüf, Mayıs 1977 tarihli (Aylık Fikir ve Sanat Dergisi) Türk Edebiyatı mecmuasında Malik Aksel imzalı “Acı Patlıcan Vakası” başlıklı yazısında karşımıza çıktı. Yazının tamamını en alta dosya bir galeri olarak koyduk. Aşağıdaki metinse başlangıç ve bizi ilgilendiren kısım.
Malik Bey merhum, 43 yıl öncesinden küçük bir anektodla, birilerinin yalanını yüzlerine vurmuş.
* * * * * *
Bir vakitler, Cumhuriyetten önce okuma yazma bilenlere fazla soru sorulmadan ilk okullarda hocalık veriliyordu. Selim Mansur İstanbul’da maarif müdürlüğüne uğrayarak bir öğretmenlik istiyor. Maarif mümeyyizi, adından koyu bir müslüman olacağını tahmin ettiği bu zata (Kur’ân-ı Kerîm) hocalığı teklif eder. Selim Mansur da: – Efendim ben Dürzüyüm, cevabını verince mümeyyiz şaşırır. – Estağfurullah! diyerek ona tuhaf tuhaf bakar, ne söyleyeceğini şaşırır. Bu arada Selim Mansur (Arapça bilirim, Kur’ân da okutabilirim ama okutmam caiz değildir. Çünkü ben müslüman değilim. Cebel-i Dürz’de de doğdum, oralıyım, yâni Beyrut’a yakın) diye açıklamada bulunur.
Bu olaydan bir zaman sonra arkadaşı Faik Sabri ile birlikte Paris’e Sorbon Üniversitesi’ne girer. Coğrafya tahsili yapar. Bir ara yine beraber İstanbul Öğretmen Okulu’na hoca olurlar. Faik Sabri coğrafya, harita buna benzer işlerden sonra türlü incelemelerde bulunmuştur, hatta ilmî edebî eserler yazmıştır.
Selim Mansur ise sınıfta ne okutacaksa çantasından çıkardığı defteri açar, okur gibi buradan söyleyeceklerini söyler. Aradan bir hafta geçince bu dersi bir öğrenciye sorar. Bu öğrenci kem kümledi mi “Git yerine, sıfır!” der, bunu da not defterine yazar, öğrenciye de bir hayli çıkışırdı. Bu öğretmenden beş numara almak, hele altı yedi numara büyük bir talih işidir. Büyük başarıdır.
Bir gün, bir öğrenciyi tahtaya kaldırır, adeti olduğu üzere adını, geldiği yeri sorar. Bu öğrenci Bağdat’tan (takabil?) ile geldiğini söyleyince Selim Mansur bundan bir şey anlamaz, tekrar sorar yine “Bağdat’tan takabil ile geldim” diye sözünü tekrarlar. Öğretmen buna bir mânâ veremiyor takabil, takabil diye kendi kendine söylenir. Bu sözden bir sonuç çıkaramayınca tebeşirle tahtaya resmini yaptırır. Öğrenci güçlükle bir şeyler çizer.
Selim Mansur neden sonra bunun dekovil olduğunu anlar. Ondan sonra bu öğrencinin adı takobil olmuştur. Takobil aşağı, takobil yukarı. Asıl adı nüfus kağıdında kalmıştır. Öğretmen derse geldi mi, daha iskemleye oturmadan, ders başlamadan bu öğrenciyi derse kaldırır:
– Takobil uyuma, kalk taktaya (tahtaya) der. Bu öğretmen de bir türlü tahta diyemiyor.. Arkadan da (Anlat bakalım Bağdat’tan nasıl geldin!) Öğrencinin yine bir türlü dili dönmüyor, yine takobil ile geldik diyor, diyor ama yine sıfırı alıyor, yerine oturuyor. Bir yıl bu iş böyle sürdükten sonra dekovil diyemeden sınıf dönüyor.
O sırada meşhur Fenerbahçeli futbolcu Alaaddin de bu sınıftadır. Gazetelerin baş tarafında büyük harflerle adı geçiyor. Zamanın gol kralı Alaaddin, evi de mektebe yakın ama geç kalmayı adet edinmiş. Hoca : (Ulan nerede feneri söndürdün) der, Alaaddin hafifçe gülümser, özür diler ama öğretmen ona fazla bir şey söylemez. O devirde başvekili pek az kimse tanırken, onu bütün Kadıköy, hatta İstanbul bilirdi, tanırdı. Ona fazla takılmazdı. Onun şöhreti Selim Mansur’un onunla alay etmesine engel oluyordu.
Belki hatırlarsınız; bundan birkaç ay evvel, tarihi işine geldiği gibi eğip bükmeye çalışan birileri “Türk futbol tarihinin ilk dönemlerinde hiç bir spor olayı, bu kupa (Gazi Büstü) organizasyonundan başka gazetelerin 1. Sayfasında yer almamıştır. Gazetelerin 1. Sayfalarına manşet olabilen tek spor olayıdır” diye iddialı bir beyanda bulunmuşlardı. Aynı floodda bir de Murat Bardakçı’nın 28 Şubat 2018 tarihli yazısında “şaibeli” dediği bir evrak paylaşmışlardı. Yalan tarihin mumu yatsıya kadar yandı.
Türk futbol tarihinin başlangıç senelerinde birçok manşetin atıldığı ve Fenerbahçe’nin bu manşetlerde rakiplerinden kat kat fazla sayıda yer aldığı zaten sabit. Fakat güzel bir tesadüf, Mayıs 1977 tarihli (Aylık Fikir ve Sanat Dergisi) Türk Edebiyatı mecmuasında Malik Aksel imzalı “Acı Patlıcan Vakası” başlıklı yazısında karşımıza çıktı. Yazının tamamını en alta dosya bir galeri olarak koyduk. Aşağıdaki metinse başlangıç ve bizi ilgilendiren kısım.
Malik Bey merhum, 43 yıl öncesinden küçük bir anektodla, birilerinin yalanını yüzlerine vurmuş.
Bir vakitler, Cumhuriyetten önce okuma yazma bilenlere fazla soru sorulmadan ilk okullarda hocalık veriliyordu. Selim Mansur İstanbul’da maarif müdürlüğüne uğrayarak bir öğretmenlik istiyor. Maarif mümeyyizi, adından koyu bir müslüman olacağını tahmin ettiği bu zata (Kur’ân-ı Kerîm) hocalığı teklif eder. Selim Mansur da: – Efendim ben Dürzüyüm, cevabını verince mümeyyiz şaşırır. – Estağfurullah! diyerek ona tuhaf tuhaf bakar, ne söyleyeceğini şaşırır. Bu arada Selim Mansur (Arapça bilirim, Kur’ân da okutabilirim ama okutmam caiz değildir. Çünkü ben müslüman değilim. Cebel-i Dürz’de de doğdum, oralıyım, yâni Beyrut’a yakın) diye açıklamada bulunur.
Bu olaydan bir zaman sonra arkadaşı Faik Sabri ile birlikte Paris’e Sorbon Üniversitesi’ne girer. Coğrafya tahsili yapar. Bir ara yine beraber İstanbul Öğretmen Okulu’na hoca olurlar. Faik Sabri coğrafya, harita buna benzer işlerden sonra türlü incelemelerde bulunmuştur, hatta ilmî edebî eserler yazmıştır.
Selim Mansur ise sınıfta ne okutacaksa çantasından çıkardığı defteri açar, okur gibi buradan söyleyeceklerini söyler. Aradan bir hafta geçince bu dersi bir öğrenciye sorar. Bu öğrenci kem kümledi mi “Git yerine, sıfır!” der, bunu da not defterine yazar, öğrenciye de bir hayli çıkışırdı. Bu öğretmenden beş numara almak, hele altı yedi numara büyük bir talih işidir. Büyük başarıdır.
Bir Mektep Hatırası ve Gazetelerin Birinci Sayfası
Bir gün, bir öğrenciyi tahtaya kaldırır, adeti olduğu üzere adını, geldiği yeri sorar. Bu öğrenci Bağdat’tan (takabil?) ile geldiğini söyleyince Selim Mansur bundan bir şey anlamaz, tekrar sorar yine “Bağdat’tan takabil ile geldim” diye sözünü tekrarlar. Öğretmen buna bir mânâ veremiyor takabil, takabil diye kendi kendine söylenir. Bu sözden bir sonuç çıkaramayınca tebeşirle tahtaya resmini yaptırır. Öğrenci güçlükle bir şeyler çizer.
Selim Mansur neden sonra bunun dekovil olduğunu anlar. Ondan sonra bu öğrencinin adı takobil olmuştur. Takobil aşağı, takobil yukarı. Asıl adı nüfus kağıdında kalmıştır. Öğretmen derse geldi mi, daha iskemleye oturmadan, ders başlamadan bu öğrenciyi derse kaldırır:
– Takobil uyuma, kalk taktaya (tahtaya) der. Bu öğretmen de bir türlü tahta diyemiyor.. Arkadan da (Anlat bakalım Bağdat’tan nasıl geldin!) Öğrencinin yine bir türlü dili dönmüyor, yine takobil ile geldik diyor, diyor ama yine sıfırı alıyor, yerine oturuyor. Bir yıl bu iş böyle sürdükten sonra dekovil diyemeden sınıf dönüyor.
O sırada meşhur Fenerbahçeli futbolcu Alaaddin de bu sınıftadır. Gazetelerin baş tarafında büyük harflerle adı geçiyor. Zamanın gol kralı Alaaddin, evi de mektebe yakın ama geç kalmayı adet edinmiş. Hoca : (Ulan nerede feneri söndürdün) der, Alaaddin hafifçe gülümser, özür diler ama öğretmen ona fazla bir şey söylemez. O devirde başvekili pek az kimse tanırken, onu bütün Kadıköy, hatta İstanbul bilirdi, tanırdı. Ona fazla takılmazdı. Onun şöhreti Selim Mansur’un onunla alay etmesine engel oluyordu.
1967 yılında Faruk Ilgaz yönetimindeki Fenerbahçe Kulübü, en az 40 yıldır kayıtlı olan üyelerinealtın rozet dağıttı. Aşağıda bu törenin detaylarını okuyacaksınız. Unutulmuş üyelerimizin tarihe not olarak düşülmesi açısından güzel bir belge…
* * * * * *
Fenerbahçe’de idare heyetinin sosyal faaliyetlere ve kulüp üyeleri arasında irtibat ve tesanüdünün sağlanması yolundaki çalışmalara ait düzenlediği program uygulama safhasına girmiştir.
Hilton’da tertip edilen Fenerbahçe balosundan sonra; kulübe asgari 40 yıl hizmet etmiş üyelere verilen “Altın Rozet”ler; geçmişe duyulan saygı ve sevgi hislerinin güzel bir belirtisi olmuştur.
3 Mart Perşembe günü akşamı kulüp lokalinde tertip edilmiş olan toplantıda kimler yoktu ki…
Her biri birer tarih olmuş ve Fenerbahçe uğrunda saçlarını ağartmış Tevfik Taşçı’lar, Hasan Kamil’ler, Şekip Kulaksızoğulları, Sabihler, Alaattinler, Muvaffak Menemencioğlu’lar, Sait Selahattinler, Caferler, Bedriler, hepsi orada idiler Fenerbahçe’ye kuvvet vermiş, ona şerefli bir mazi sağlamış olan bu ve daha bir çok kıymet, belki de yıllar var ki birbirlerinin yüzlerini olsun görmemişlerdi.
Kulübün özel bir şekilde hazırlattığı “Altın Rozet”ler; çok orijinal bir yapılışta idi. Fenerbahçe armasını çevreleyen iki defne dalı rozete müstesna bir güzellik veriyordu. Rozetler numaralı idi ve tam 71 adet yaptırılmıştı.
Fenerbahçe Kulübü Başkanı Faruk Ilgaz; kendisinden çok daha yaşlı ve eski üyelere rozetlerini tevdi ederken büyük bir heyecan duyuyordu.
– Biz çocukluğumuzda ve kulübe ilk intisap ettiğimiz günlerde hep bu değerli ağabeylerimizi takip eder, Fenerbahçe sevgisini onları seyrederek kalbimize gömerdik, diyordu Ilgaz.
Gerçekten de öyleydi. Dalgakıran Kamil, Demir Ethem, çalım kralı Alaaddin , Çin Seddi gibi aşılmaz Cafer, Yavuz İsmet, üstat Zeki, Pamuk Sedat, Beyaz Fahir, centilmen oyuncu Niyazi, Miço Suat, Büyük Fikret hep isimlerinin önüne birer sıfat takılarak çağırılırlardı. Ve bu oyuncuları seyretmek gerçekten bir zevkti.
Kırk yıllıkların, hatta içlerinde 60 yılı bile dolduranların bulundukları Fenerbahçeli üyeler çaylarını tatlı tatlı yudumlarlarken eski anıları tekrarlamaktan zevk duyuyorlardı.
Dakikalar ve saatler hep böyle geçmişti. Fenerbahçe’nin 60 yıllık tarihi sanki birden canlanmış, dile gelmişti.
Eskiler, bugünkü genç idarecilerin kendilerini böyle toplu bir halde anmalarından ve onlara kulübün şükran borcu olarak ufak ve mütevazi de olsa bir armağanla mukabele etmesinden son derece mütehassis idiler. Onların arasında dolaşırken şu takdirdar sözleri de sık sık işitiyorduk :
Tevfik Taşçı : Kulübün bizi hatırlaması cidden takdire şayan bir harekettir. Mazilerini unutmayan cemiyetler, geleceğe kuvvet ve imanla bakabilirler.
Nimet Selen : İzmit’ten kalkıp bu törene yetişmek için vasıta zor buldum. Amma işte bu mutlu saatleri yaşamak, bütün yorgunluğumu unutturdu.
Hasan Kamil Sporel : Çoktandır biz arkadaşlar bir araya gelememiştik. Bu güzel bir vesile oldu. Tertip edenlere teşekkürler.
Ethem Bellisan : Bizi hatırlayanlara teşekkür ederiz. İnsanın kendisini unutulmuş zannederken böyle kulübü tarafından çağrılması ve taltif edilmesi, çok asil bir hareket.
Rüştü Dağlaroğlu : Bugün koskoca bir tarih dile geldi. Cidden zarif ve güzel bir düşünüş.
Muvaffak Menemencioğlu : Bu tören beni son derece mütehassis etti. Şu hediye Fenerbahçe için harcadığımız gayretlerin en değerli hatırası olacaktır.
İSİMLER : Mustafa Elkatip Tevfik Taşçı Sait Selahattin Cihanoğlu Hasan Kamil Sporel Zeki Rıza Sporel Alaaddin Baydar Cafer Çağatay İsmet Uluğ Muvaffak Menemencioğlu Nedim Kaleci Ali Muhiddin Hacı Bekir Ethem Bellisan Şekip Kulaksızoğlu Burhanettin Belge Arif Sporel Sabih Arca Bedri Gürsoy Fikret Arıcan Füruzan Şansal Sedat Taylan Fahir Köseoğlu Suat Belgin Fahri İşbay Şevket Soley Rüştü Dağlaroğlu Niyazi Sel Mehmet Reşat Nayır Salim Hamdi Güven N. Fikri Arpad S. Fikri Arpad Rıza Nemli Sadık Ceylan Nurettin Otmar Savcı Hüseyin Hamit Sertel Bahattin Moltay Osman Pekin Abdülazel Nazikoğlu Ömer Faruk İpek Rami Kalyoncu Salih Dinçman M. Zeki Alay İhsan Tuna Ali Talip Velit Pepemehmetoğlu Kadri Göktulga Suat Tokay Hayri Başol Nurettin Torunoğlu Hamit Akbay Ziya Denizeri Ziya Atamer Namık Taptık Agah Türkdoğan Nevzat Usberk Cevat Sayit İhsan Dinçman Osman Göksu Necdet Tokay Nimet Selen Übeyt Çınar Kemal Everi Ali Aladar Mesut Taylan Asaf Öget Fethi Öge Hakkı Gürtay Şevki Ata Hüsamettin Baltaoğlu İ. Ruhi Derbent Refik Şansal
1967 yılında Faruk Ilgaz yönetimindeki Fenerbahçe Kulübü, en az 40 yıldır kayıtlı olan üyelerine altın rozet dağıttı. Aşağıda bu törenin detaylarını okuyacaksınız. Unutulmuş üyelerimizin tarihe not olarak düşülmesi açısından güzel bir belge…
Fenerbahçe’de idare heyetinin sosyal faaliyetlere ve kulüp üyeleri arasında irtibat ve tesanüdünün sağlanması yolundaki çalışmalara ait düzenlediği program uygulama safhasına girmiştir.
Hilton’da tertip edilen Fenerbahçe balosundan sonra; kulübe asgari 40 yıl hizmet etmiş üyelere verilen “Altın Rozet”ler; geçmişe duyulan saygı ve sevgi hislerinin güzel bir belirtisi olmuştur.
3 Mart Perşembe günü akşamı kulüp lokalinde tertip edilmiş olan toplantıda kimler yoktu ki…
Her biri birer tarih olmuş ve Fenerbahçe uğrunda saçlarını ağartmış Tevfik Taşçı’lar, Hasan Kamil’ler, Şekip Kulaksızoğulları, Sabihler, Alaattinler, Muvaffak Menemencioğlu’lar, Sait Selahattinler, Caferler, Bedriler, hepsi orada idiler Fenerbahçe’ye kuvvet vermiş, ona şerefli bir mazi sağlamış olan bu ve daha bir çok kıymet, belki de yıllar var ki birbirlerinin yüzlerini olsun görmemişlerdi.
Kulübün özel bir şekilde hazırlattığı “Altın Rozet”ler; çok orijinal bir yapılışta idi. Fenerbahçe armasını çevreleyen iki defne dalı rozete müstesna bir güzellik veriyordu. Rozetler numaralı idi ve tam 71 adet yaptırılmıştı.
Altın Rozetler
Fenerbahçe Kulübü Başkanı Faruk Ilgaz; kendisinden çok daha yaşlı ve eski üyelere rozetlerini tevdi ederken büyük bir heyecan duyuyordu.
– Biz çocukluğumuzda ve kulübe ilk intisap ettiğimiz günlerde hep bu değerli ağabeylerimizi takip eder, Fenerbahçe sevgisini onları seyrederek kalbimize gömerdik, diyordu Ilgaz.
Gerçekten de öyleydi. Dalgakıran Kamil, Demir Ethem, çalım kralı Alaaddin , Çin Seddi gibi aşılmaz Cafer, Yavuz İsmet, üstat Zeki, Pamuk Sedat, Beyaz Fahir, centilmen oyuncu Niyazi, Miço Suat, Büyük Fikret hep isimlerinin önüne birer sıfat takılarak çağırılırlardı. Ve bu oyuncuları seyretmek gerçekten bir zevkti.
Kırk yıllıkların, hatta içlerinde 60 yılı bile dolduranların bulundukları Fenerbahçeli üyeler çaylarını tatlı tatlı yudumlarlarken eski anıları tekrarlamaktan zevk duyuyorlardı.
Dakikalar ve saatler hep böyle geçmişti. Fenerbahçe’nin 60 yıllık tarihi sanki birden canlanmış, dile gelmişti.
Büyük Heyecan
Eskiler, bugünkü genç idarecilerin kendilerini böyle toplu bir halde anmalarından ve onlara kulübün şükran borcu olarak ufak ve mütevazi de olsa bir armağanla mukabele etmesinden son derece mütehassis idiler. Onların arasında dolaşırken şu takdirdar sözleri de sık sık işitiyorduk :
Tevfik Taşçı: Kulübün bizi hatırlaması cidden takdire şayan bir harekettir. Mazilerini unutmayan cemiyetler, geleceğe kuvvet ve imanla bakabilirler.
Nimet Selen : İzmit’ten kalkıp bu törene yetişmek için vasıta zor buldum. Amma işte bu mutlu saatleri yaşamak, bütün yorgunluğumu unutturdu.
Hasan Kamil Sporel : Çoktandır biz arkadaşlar bir araya gelememiştik. Bu güzel bir vesile oldu. Tertip edenlere teşekkürler.
Ethem Bellisan : Bizi hatırlayanlara teşekkür ederiz. İnsanın kendisini unutulmuş zannederken böyle kulübü tarafından çağrılması ve taltif edilmesi, çok asil bir hareket.
Rüştü Dağlaroğlu : Bugün koskoca bir tarih dile geldi. Cidden zarif ve güzel bir düşünüş.
Muvaffak Menemencioğlu : Bu tören beni son derece mütehassis etti. Şu hediye Fenerbahçe için harcadığımız gayretlerin en değerli hatırası olacaktır.
Tuncay Yavuz, çok güzel bir işe imza attı ve 1931 yılında oynanan Fenerbahçe-Olympiakos maç yazısını Milliyet gazetesinde yazan Ali Naci Karacan’ın satırlarından buraya aktardı. Bu maça dair önemli bir olayı da “Özel Dosyalar” sayfamızda Barış Kenaroğlu‘nun araştırmacı kaleminden göreceksiniz. Keyifli okumalar…
(Fenerbahçe kulübü müessislerinden ve bu büyük gençlik müessesemizi senelerce idare eden Ali Naci Beyden, Olympiacos ile Fenerbahçe takımları arasında icra edilecek maçın tafsilatını “Milliyet”e yazması için rica ettik. Aziz arkadaşımızın bütün maçı bir sinema filmi gibi tasvir eden güzel yazısını memnuniyetle dercediyoruz.)
İnsan Akını
Saat on ikiden itibaren şehrin büyük caddelerinden Taksim’e doğru sel gibi bir insan akını başladı. Saat birde stadyum etrafındaki vaziyet, Talimhane meydanındaki meşhur Ben-A-mar sirkine ait mutat kalabalığı, geniş bir mürekkep lekesi yanında küçük bir nokta haline indirecek derece kesif bir halk vardı. Daha maça üç saat kala stadyumun önü, arkası, yan kapılarının bulunduğu uzun sokaklar, girilemez, geçilemez derecede dolup taşmaya başladı.
Biletlerini alanlar iki resmi kapıdan, bilet almaya imkan bulamayanlar da eski Taksim kışlasının büyük maç günleri her biri gizli birer kapı rolünü oynayan sayısız, viran pencerelerinden içeri girmeye çalışıyorlardı. Bu mahşerin arasından nasıl geçtiğimi, metalden nasıl içeri girdiğimi ve nihayet nasıl yukarı balkona çıktığımı hatıra getirdikçe bir tarafımın nasıl olup da sakatlanmamış olmasına karşı hayretten hayrete düşmekteyim. Birbirine kenetlenmiş yüzlerce insandan mürekkep bir seyirci dalgasının arasında bir çöp parçası gibi tamamen iradesiz bir halde, evvela öne atılıyor, sonra bir polis ve jandarma reddine çarparak geri geliyor, daha sonra tekrar ileri geri gidiyor, nihayet kalabalığın müşterek hamlesi ile ileri atılıyorduk. Kadıköyünden stadyuma kırk beş dakikada gelmiştim. Büyük kapıdan balkona kadar, münakaşalar, gürültüler, itişmeler, kakışmalar, sıkışmalar ve mütemadi geri tepilmeler arasında tam bir saatte vardık.
Balkona çıkıp etrafa bakınca müthiş kesafet karşısında “bu ne hal!” demekten kendimi alamadım.
Kan Ter İçinde Tıklım Tıklım Bir Stadyum
Saat tam dörtte stadyum içinde barınabilecek ne bir yer, ne bir pencere içi, ne bir ağaç dalı kalmamıştı. Muhakkak ki en kalabalık Galatasaray-Fener maçının üç misli halk vardı. Stadyumda yapılan en kalabalık ecnebi maçı bundan dört sene evvel Slavya-Galatasaray maçı idi. O gün kalabalık rekoru diye 12 bin kişi tespit olunmuştu. O izdiham ile dünkü kalabalığı mukayese edince Fener-Olympiacos maçında dün herhalde 15.000’den fazla seyirci vardı. Bazı zavallı seyirciler yer bulamayınca tribünlerin payandaları üzerine yerleşmişler ve oralarda, rafa konmuş saksı nevinden, yahut komik Şarlo’nun son filminde abideye takılması gibi garip oturuş vaziyetleri icat etmişlerdi. Hava o kadar sıcaktı ki seyircilerin yarıdan fazlası yeleklerini çıkarmışlar ve ellerindeki gazetelerden imal ettikleri yelpazelerine, güneşliklerine rağmen zırıl zırıl terlemeye başlamışlardı.
Stadyum adam almayınca ve sığınabilecek hiçbir yer kalmayınca herkes birbirini dışarıda değil, içeride tazyike başladı. Duhuliye tarafı ile tribünleri ayıran taş duvar sallanmaya, balkonun altından piste çıkan orta kapı kabına sığmayan seyircilerin tazyiki ile çatır çatır çatırdamaya başladı. Nihayet sağ taraftan fasıla duvarı taş ve tuğla olmasına rağmen paldır küldür yıkıldı ve o taraftaki seyirciler bir kısmı – hikmette ki muvazene-i meyah kaidesine tevfikan!- tribün tarafına taştılar. Birkaç kere polis bu mahreci tıkamaya çalıştı amma mümkün olmadı. O taraftaki halka biraz fazla şiddetli bile davranınca genç talebe kümeleri durup durup bu tarafa aktılar ve nihayet duhuliye ile tribün arasındaki sınıf farkını fiilen ortadan kaldırdılar.
Esasen nihayet yirmi sekiz bin kişi için yapılmış bir yere 15.000 kişiyi soktuktan sonra tribün, duhuliye saha kenarı diye mevkiler ayırmak -hasılat noktasından müessir olsa bile- intizam noktasından faideli olmazdı. Nasıl ki piste çıkan orta kapıdaki intizamsızlık, tam 24 polisin 3 metre genişliğinde bir kapıyı muhafaza için saatlerce uğraşması şeklinde dehşetli bir manzara halini aldı. Biletlerini alanlar kapının bu tarafından ellerini uzatarak ‘bırakın! Allah aşkına bırakın!’ diye bağırıyorlar, polisler ise kapının öbür tarafından: ‘Olamaz!’ diye haykırıyorlardı.
Deplasman Seyircileri
Hele bu esnada Olympiakos ile gelen ve piste çıkmak isteyen Yunanlı seyirciler de epey müşkilata uğradılar. Oynayacakları maçın ehemmiyet ve azametini kalabalık arasındaki itişme ve kakışmalarla daha iyi anladılar. Hakikaten manzara ana baba gününden pek farklı değildi. Kimi: ‘Yahu biletim elimde kaldı, paramla içeri giremiyorum!’ diyor, misafirlerden biri de kapıyı tutmuş kendi arkadaşlarını içeri almak için boyuna: – Ela viresi – Siga vire pedyamu! – Diki maz! Diki maz! diye bağırıyor ve kalabalığın içinden denizde boğulan insanların feryadı kabilinden: – Pinkene! Pinkene! – Ekselihistiha! apistena pedamu! – Sasparakolo! Piso! diye tazalumlar işitiliyordu.
Bu esnada sıcaktan zarıl zarıl terleyen ahali de -alay ihtiyacıyla- en küçük şeylerle eğleniyor, mesela bir sinek uçsa, kahkahadan kırılıyordu. Nasıl ki bir çocuğun boş sahanın ortasına attığı sarı bir oyuncakçı balonu ile – balon havada zıplayıp oynadıkça – halk da gülüp eğlenir. İşte Olympiacos maçı dün garson, berber ve daha binlerce Rum’un da dolup taştığı böyle mahşeri bir kalabalık, cehennemi bir sıcak ve halkın kesif kalabalıkla sıcağın biraz daha gerginleştirdiği derin bir heyecan halet-i ruhiyesi içinde icra edildi.
Takımlar Sahaya Çıkıyor
Saat beşte evvela Olympiacos takımı sahaya çıktı. Yazıldığı gibi arkalarında kırmızı-beyaz formalar vardı. Kapıdan girip kalabalığı görünce içlerinden biri iki elini yanaklarına götürüp: – Urre pedyamu! Ti kalabalikine! diye hayretini saklayamadı.
Yunan takımı sahaya çıktıktan sonra parmaklıkların ve tribünlerin önlerine gidip halkı selamladılar ve çok alkışlandılar. Hemen arkalarından Fenerliler ortaya çıktılar ve “Yaşa, var ol, galibiyet isteriz’” seslerine karışan devamlı bir alkış tufanına tutuldular. Güneşin ışığı içinde sarı-lacivert formaları daha güzel parlıyordu. Onlar çelimli, cüsseli, çalak ve seri görünüyorlardı. Fenerlilerin yüzlerinde ise, kendilerini çeviren kalabalığın azametini görünce o derece azametli ve net çetin ve ehemmiyetli bir imtihana çıktıklarını daha iyi anlamış görünüyorlardı. Heyecandan renkleri solmuştu: Fakat hepsi de Yunan sporu gençlerinin en yüksek tezahürü karşısında ve aynı zamanda efendiliğinin tahmil ettiği ağır vazifeye layık olmak emeline er meydanına, ürkeklerin değil erkeklerin meydanına çıktıklarına bariz imanı gözlerinden taşıyor gibiydi. Bütün maç baştan sona kadar Türk’e yakışan misafirperverlik havası içinde, Fener’e yakışan centilmenlikle ve Türk gencinin galebe azmine herkesi hayran bırakan bir hava içinde cereyan etti ve her iki takım birbirleriyle karşılaşmaya hakikaten layık sporculardan mürekkep olduklarını bihakkin gösterdi.
Nutuk ve bayrak teatisi gibi merasimden sonra para atıldı ve takımlar vaziyetlerini alınca Fener takımının: Natık Hüsnü-Ziya Cevat-Sadi-Reşat Niyazi-Alaeddin-Zeki-Muzaffer-Fikret şeklinde olduğu anlaşıldı. Fenerbahçe’nin mevcut anasırına ve bugünkü vaziyetine nazaran çıkarabileceği en kuvvetli takım da ancak bu olabilirdi. Buna mukabil Yunanılar da bizzat kendi taraflarının en kuvvetli şekilleri olarak tertip ettikleri kadro ile ortaya çıktılar. Bu kadro şu idi: Gramatupulos Curentes-Sofros Lokos-Pupolos-Koneros Terezokis-Tostos-Yorgos-Bailis-Seonudos
İlk Devre Nasıl Oldu?
Bir talihsizlik eseri olarak Fener rüzgarı kaybetmiş ve daha büyük bir talihsizlik eseri olarak da aksi rüzgar bu sıcak havada, birkaç dakikadan beri esmeye başlamış bulunuyordu. Yunanlıların aynı zamanda 4 numaralı küçük bir topla oynamak noktasında ısrar ettikleri de görülüyordu. Nihayet hafif münakaşa bizim dostane kabulümüzle neticelenerek düdük çaldı ve insanın asabını mahvı muzmahil eden heyecanlı maç cereyana başladı.
Yunanlılar daha ilk hamlede hiç yadırgamamış, hatta karşılarındaki takım kadar bu sahaya sanki alışıkmış gibi oynamaya başladılar. Topa gayet muntazam vuruyorlar, aralarında gayet iyi anlaşıyorlar ve derhal buraya gelen ecnebi ekiplerin en iyilerinden biri oldukları intibaını uyandırmakta gecikmiyorlardı. Oyuna başladıktan sonra, daha beş dakika olmadan iki müessir akın yaptılar ve denebilir ki bizim takımın asabına hakim oldular. Yerini değiştiren takımların daima başına geldiği gibi yadırgamıyorlar, hatta adeta galiba dostluğa mugayir bir şey yapmış olmayayım endişesiyle nefesini tutarak, ses çıkarmaktan korkarak kendilerini seyreden halkımız arasında, kendi halkları arasında oynar gibi rahat oynuyorlardı. Bütün oyunlarına bir şuurun hakim olduğu aşikardı. Birbirleriyle mükemmel paslaşıyorlardı. Topu muntazam sürüşler ve güzel aldatışlarla kendi muhacimlerine verdikten sonra o hatta da sol açıkları, sağ içleri, merkez muhacimleri gibi çok düzgün ve sıkı şut çeken oyuncular ile yenilmesi güç bir rakip hissini uyandırıyorlardı.
Maçın ilk on beş dakikası onların bu hakimiyetine mukabil bizim çocukların heyecanının fazlalığından bir çok falsolu hareketleri ile geçti. Mütemadi ıskalarız ve en mahir oyuncularımızın bile topa düzgün vuramayışı seyirciyi ne kadar endişeye düşürse yeriydi. Bereket versin ki onların bütün akınları dün hakikaten çok güzel oynayan, canla başla çalışan, birkaç muhakkak golü kurtaran Fener müdafileri Ziya ve Hüsnü’nün, Fener merkez muhacimi Sadi’nin, Fener sol müdafii Reşad’ın gayretleriyle tamamen akim kaldı. 15 dakika bu suretle bocaladıktan sonra Fener takımı müessir akmaya başladı.
Yunan Kalecinin Hüneri
Muhaccim hattında bilhassa Alaeddin ve Fikret’in bugün ve hiçbir fırsatı kaçırmamak için azami bir dikkat gösteren Niyazi’nin atılgan ve candan oyunları ile bir iki gol yapmak fırsatı çıktı ise de Yunan kalecisinin çok güzel oyunu sayı yapılmasına imkan bırakmadı. Ancak rüzgarın altında olmadığına ve karşı tarafa nazaran bizim binnisbe falsolu oynamaklığımıza rağmen oyunun beraberlik şeklinde cereyanı ikinci devre için ümit verici bir vaziyet idi. Birinci devre bu şekilde, mütekabil akınlar korveler, neticesiz şutlar, birçok tasalar ve sayısız çalımlar içinde durgun, hadisesiz geçti.
İkinci Yarı
İkinci devrede kaleler değişti. Fakat bu sefer de, demin talihsizlik eseri olarak çıkan rüzgar kesildi. Onlar müessir bir akın yaptılar, kalenin önüne geldiler ve orada, sol içleri üç dört metreden çok mükemmel bir gol fırlattı, topu auta atmak sureti ile – Bereket versin! – heder etti. 15.000 kişinin: – Ooooohhh! diye nasıl derin bir nefes aldığı görülecek şeydi. Halk, lisanıhal ile, Yunan sol içine, adeta: – Hay allah senden razı olsun! demek ister gibi garip bir ifade idi.
Bunu müteakip Fenerliler tehlikeyi yakından duymuş adamların endişe ve heyecanlı daha düzgün daha canlı, daha azimkar oynadılar ve Olympiacos’un yaman bir kalecisinin muhafazası altına bırakılmış kalesine doğru akın üzerine akın yaptılar. Bu esnada Fikret’in cidden emsalsiz ve derin golü bu şutunu Yunan kalecisinin nasıl kurtardığına, kurtarabildiğine, hala kaleci kurşun gibi gelen topu yaman bir uzanışla direk hizasında ve havada yakaladı ve gol diye bağırmaya hazırlananların ağzı hayretten açık kaldı. Bunun arkasından Olympiacos kalesi gene sıkı bir akına uğradı ve bu sefer de Niyazi’nin tutulmaz bir kafa vuruşunu aynı kaleci aynı derece müşkül bir hareketle yakaladı.
İkinci devrenin 35’inci dakikasında vaziyet bu şekilde cereyan ederken ve Yunanlı kaleci en sıkı şutları böyle tutup söndürüverirken herkese de: -Anlaşıldı, berabere kalacağız! fikri gelmeye başlamış gibiydi.
Evet… Bu esnada, ümidin sallandığı bu sırada idi ki, Alaeddin ah canım Alaeddin! İkinci devrenin tam 38’inci dakikasında bizim kale önünden kaptığı topla kedinin makara ile oynaması kabilinden ve nasıl yaptığına bir türlü akıl ermeyen garip bir takım çalımlar yaparak ve karşısına çıkan Yunanlılar’ı geçip atlayarak, Olympiacos kalesinin 20 metre mesafesine geldi ve oradan, topu durdurtmadan (Yaradana sığındım!) diye öyle bir çekiş çekti ki topun Yunan kalesine girmesi ile Yunan kalecisinin kederinden düşüp bayılması ve ortalığın (gol!) diye bayram yeri gibi bir türlü sevinç çınlama sesleri arasında bir oldu.
Kazandık!
Stadyumda dünkü maçın 38’inci dakikasında tesadüfen bu tarihi manzarası görülecek şeydi ve denilir ki, Alaeddin o golü takımının yenme azmini birdenbire nefsinde canlandırmak suretiyle ve emsalsiz bir zafer hizile tahakkuk ettirdi. Çünkü bu kadar güzel bir gol, ancak o kadar yüksek bir duygu ve gayretin eseri olabilirdi.
Hülasa efendim.. Yesü kederinden bayılan Yunan kalecisi ancak beş dakika sonra kendisine gelebildi ve oyunun mütebaki kısmı ümitsizliğe duçar olan Yunanlıların neticesiz uğraşmalarıyla geçerek Olympiacos cenapları Fenerbahçe’ye karşı 1-0 mağlup olarak sahayı – dostluk iyi amma, dayanamayıp bir haibü hasir kelimesi kullanacağım – terletip dün 15.000 kişilik münevver bir kalabalığın önünde Türk’ün göğsünü kabartacak derece yüksek oyun ve yüksek efendilik, centilmenlik gösteren Fenerbahçeli arkadaşlarımı candan tebrik eder ve Yunanlı dostlarımıza da: – Üzülmeyin dostlar – meşhur Slavya da bu takıma tıpkı sizin gibi 1-0 yenilmişti. Bu az bir teselli de değildir! derim..
1924 tarihli Resimli Ay mecmuasından aktarmaya devam ediyoruz… Zeki Rıza Sporel‘den sonra, bu defa Alaaddin Baydar… “Kıvır Âlâ” lakabının sahibi olan, bu çalımların efendisi Fenerbahçe efsanesi hakkında söylenecek çok şey var. Sözü Çelebizade Sait Tevfik’e ve kendisine bırakalım.
İnce sesi, yanık yüzü, çekik gözleriyle bütün spor alemine kendini sevdiren Alaaddin Bey’in hatıratını yazarken spor aleminin bu pek kıymetli oyuncusu hakkında bir kelime-i sitayiş bulamadık.
Mukavvis bacakları arasındaki topun harekatını her gün pek lezzetle seyrettiğimiz bu şen idmancının daha pek küçükten beri halkı nasıl kendisine celp ettiği şayan-ı hayrettir.
Şehrimizi ziyaret eden enternasyonel bir çok muavin ve müdafileri pek kolaylıkla geçerek kaleye topu göndermeleri, seyretmekle doyulur sahneler değildir.
Bu gencimiz, Macarlar ile son maçında ayağı sakatlanmış ise de şimdi yine iyileşerek, pek sevdiği kulübünün maçlarına iştirak edecek bir vaziyete gelmiştir.
İdmancılarımızın hayatını yazarken Zeki Bey’den sonra herkesin aklına Alaaddin’in geleceğini bildiğimizden kendisini sıraya ithal ediyoruz. Bakalım bu oyuncu hayatını nasıl naklediyor :
Alaaddin Baydar Anlatıyor
Hatıralardan müteşekkil bir kül vücuda getirmek, hele şimdiye kadar nefsinde böyle bir ihtiyaç duymamış benim gibi bir insan için itiraf ederim ki pek müşkül, pek külfetli olacak.
Eğer bir zamanlar Türk futbolculuğunda mütevazı bir mevkim olacağını tahmin etmiş olsaydım, belki alakadar olanlar bulunur diye, safahat-ı hayatımı tespite çalışırdım. Böyle bir şey yapmadım. Binaenaleyh hatıramda derin izler bırakmış olan vekayi’ gelişigüzel hikaye etmekle iktifa ediyorum.
Pederim henüz vefat etmiş, biz de Cağaloğlu’ndan Kadıköy’e taşınmıştık. Cevizlik’de oturuyorduk. Evimizden her sabah maaile Moda banyolarına giderken yolumuz daima İngilizlerin o zaman (tenis) oynadıkları sahanın önünden geçerdi.
Ben durur, koskocaman adamların küçük bir top peşinde koşarken aldıkları seri ve seyyal vaziyetleri dikkatle seyrederdim.
Bir gün onları seyrederken, birkaç Rum çocuğunun, tenis toplarına müşabih bir topla oynadıklarını, fakat daima ayakla vurduklarını gördüm.İşte futbol oyununu birinci defa olarak o gün görmüştüm. Eve döndükten sonra ilk işim o toplardan bir tane tedarik etmek oldu. Artık bütün günlerim vasi’ bahçemizde o küçük topun peşinde koşmakla geçiyordu. Komşu çocukları ziyaya üşüşen pervaneler gibi etrafımda toplanmakta gecikmediler.
Ailem Futbol Oynamamı İstemiyor
Fakat pek hoşuma giden bu tarz-ı hayatın devamına bir mani çıktı. Annem ve büyükannem razı olmuyorlardı. Birkaç da ciddi mahzur görüyorlardı. Mütemadiyen koşmak, terlemek, yorulmak esasen pek zayıf ve naif bünyem üzerinde bir su-i tesir yapabilirdi.
Fakat ne ailemin serdettiği mehazir, ne de bilahare gösterdikleri cebir ve şiddet benim iptila derecesini bile geçen heves ve merakım önünde kesinlikle semeredar olamadı. Ben vaki olan bu muhalife mukavemet edemeyince artık top sahasını, top muhitinden daha uzaklara, mesela Yoğurtçu’ya, bakla tarlasına nakletmiştim. Oyunlardan sonra terimi kurutmak için biraz bekler ve eve öyle giderdim.
Kim ne derse desin, ben şuna mutekiddim ki çocuklar arasında küçük bir topla oynanan oyunların futbolculuktaki muvaffakiyet üzerine çok mühim bir tesiri vardı. Bir çocuğun ayağındaki topu başkasına kaptırmamak için (çalımlar) ihtira etmesi, başkasındaki topu almak için de usuller icat etmesi, muvaffak olmak için çocuk zihniyetinin bütün kabiliyetini kullanması, futbolculuk istidatlarını temin ettiren ilk esaslardır. Ve diyebilirim ki futbolda (sanat) ancak o küçük top peşinde koşmakla doğar.
İşte böyle daima koşarak, daima terleyerek geçen günlerimizden birinde, Cevizlik çayırında kendileri gibi kocaman bir topla oynayan birkaç adama tesadüf ettik. Bizim oynadığımız toplardan daha büyük topların mevcut olduğunu işitmiştim. Fakat hiçbir zaman böyle sert, kocaman bir top tahayyül edemezdim. Hele bıyıklı adamların da top oynayacağını tasavvur etmek, on beş sene evvelki çocuk zihniyetimin kabul edemeyeceği yeniliklerdendi. Topu bir vuruşta bulutlara kadar yükselten bu (büyük) adamları hâşiane bir hiss-i takdirle seyre dalardım.
Fenerbahçe’nin Kuruluşu
İşte Fenerbahçe Kulübü o sıralarda tesis edildi. Bir kulüp binası tedarik edilemediği için içtimalar azaların evlerinde münavebeten yapılıyordu. Ağabeyim de Fenerbahçe’nin müessislerindendi. Onun için bazen bizim evde toplanılırdı. Hiç unutmam; evde onlara kahve ve çay getirecek adamlar mevcut iken titreye titreye kahveyi dökmemek için heyecanlar hissederek onlara hizmet eder ve yalnız nazarımda her biri mühim birer şahsiyet olan o futbolcuların zevk-i temaşasıyla iftihar için heyecanlı ve helecanlı dakikalar yaşardım. Diyebilirim ki o gençlerin arasında bulunmaktan hissettiğim zevki bilahare hiçbir muarefeden, hiçbir muvaffakiyetten alamadım. O büsbütün başka, büsbütün müstesna bir şeydi.
Artık ben de iki numara bir top almıştım. Küçük topu ihmal ediyordum. Maharetim hayli artmıştı. Büyükler, ağabeyim, Galip Bey, Elkatipzade Mustafa Bey, toplanırlar, kahkahalarla, ‘Bravo!’larla çalımlarımı takdir ederlerdi. Bilseniz bu takdir olunmak benim için ne büyük bir hazz-ı ruhi, ne derin bir teşvik oluyordu.
Artık biz de kendimize göre kulüpler yapıyor, aramızda reisler, reis-i saniler ve hatta reis-i salisler intihap ediyorduk ve avuç içi kadar yerlerde otuz kişilik futbol müsabakaları tertip ediyorduk. Hele böyle bir müsabakayı, futboldaki muvaffakıyetim üzerine katî bir tesiri olan bir şahsiyetle tanışmaklığımı hiç unutmamam.
Zeki ile Tanışmamız
Kurbağalıdere Kulübü ile Yoğurtçu’da bir müsabaka yapıyorduk. Bilafasıla, hakemsiz, haftaymsız, belki iki buçuk saat oynamıştık ve neticede bizim taraf kazanmıştı. Artık oyun bitmiş ve biz galebe zevki ile, onların kabahati yekdiğerine atfederek münakaşalarını seyrediyorduk.
Uzaktan at üzerinde bizim yaşta bir çocuk geldi ve bize doğru yaklaştı. Bekir onu görür görmez hemen fırladı ve;
– “Yine gelmedin. Bak Zeki, yenildik” diye serzenişe başladı.
Çocuklar arasında resmî takdim olamayacağı cihetiyle aramıza gelmesi, beynimizde bir muarefe tesisi için kafiydi. Sırası gelmişken kaydedeyim ki ben Zeki’yi gördüğüm ve beraber oynadığım oyuncular arasından, hepsinden yüksek addederim. Zeki futbolda en ziyade düşünerek oynayan, etraftakilerin hakiki kıymetlerini izhare en ziyade vesileler bırakan yegane merkez muhacimimizdir.
Elkatipzade Mustafa Bey
İşte bu sıralarda Fenerbahçe Kulübü’nün üçüncü ve dördüncü takımlarının teşkili, beni, Zeki’yi, Feyzi’yi bir araya topladı. Bizim takımların tesisine kulüpçe memur edilen Elkatipzade Mustafa Bey bize daima nezaret eder ve Yoğurtçu’da o zaman Papazın Bahçesi denilen şimdiki Union Kulüp sahasında bize mütemadiyen oyunlar yaptırırdı. Bize futbol hakkında ilk hakiki fikri veren Mustafa Bey olmuştur.
Papazın Bahçesi’nde ekseriya Galatasaray, Maccabi, Sanayi kulüpleriyle dördüncü takımdan oynar ve hemen hemen en heyecanlı maçlar kadar temaşakar celp ederdik. Hakikaten bizim gibi küçücük çocukların kocaman adamları fırıl fırıl döndürmesi şayan-ı temaşa bir şeydi.
Zeki ile beraber üçüncü takıma çıktık. Orada da muvaffakıyet bizi takip etti. Bekir de bize o zaman iltihak etmişti. Fakat vücudumun nehafetini ileri süren takım kaptanı, bilhassa ağabeyimin ısrarıyla beni çok defa oynatmıyordu. Bazı kereler kulüpte hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum.
Altı sene üçüncü takımda Zeki, Bekir ve ben beraber oynadık. Bekir bizden evvel ikinci takıma alındı. Bekir’in sağlam ve süratle inkışaf eden vücudu atılmaya müstaid bünyesi terakkide tekaddüm etmesine saik oluyordu.
O sıralarda Galatasaray mektebine devam ediyordum. Mektebin en maruf çalımcısı olan (Sadi) ile beraber bütün teneffüs zamanlarında birbirimize çalım yutturmak için çalıştığımızı derhatır ederim. Bazen onu ben kandırdığım zaman (Yaşa Fenerli) diye, o muvafık olduğu zaman (Yaşa Galatasaraylı) edasıyla taraftarlarımızın takdir ve istihzasını celp ederdik.
Birinci Takımdayız
Bir gün İdman Yurdu ile yapılacak bir müsabakayı seyretmek için birinci futbol takımıyla beraber Anadolu Hisarı’na gitmiştik. O gün Bekir ilk defa olarak birinci takımda oynayacaktı. Orada toplandık.
Maatteessüf birkaç kişi, bilhassa muvaffakıyetlerin daima en büyük amili olan sol iç muhacim Sait Bey gelememişlerdi. Tabii eksik çıkmak doğru olmazdı. Mevcutlar arasından Zeki ve ben tefrik edildik. Zeki sağ iç, ben de sol açık olarak oyuna girdik.
Futbol oynattırılmadığı için hüngür hüngür ağlayan bir çocuğun birinci takımda oynamaktan hissedeceği süruru artık siz takdir ediniz. Çünkü kendime daima gaye ittihaz ettiğim bir emelde muvafık olmuştum. O gün iki gol yaptım.
Bilahare sağ açık Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin kulüpten infikakları, Zeki ile beni tamamıyla birinci takıma iltihak ettirdi.
Hiç unutmam bir gün Altınordu ile oynuyorduk. Ben sağ açık, Zeki sol iç… Karşımızda şimdi Beşiktaş’ta oynayan Tevfik Bey vardı. Tevfik Bey bir bana koşuyor, bir Zeki’ye, fakat bütün mesaisine rağmen topu alamayınca oturuyordu. Kahkahalarla gülen halka karşı (Bu bacaksızlarla top oynanmaz) diye bağırmıştı.
Birinci takımda bulunduğum altı yedi seneden beri Fenerbahçe’nin bütün zaferlerine iştirak ettim. Yalnız en heyecanlı maçlar Altınordu ve Galatasaray ile yapılanlar olmuştur. Fakat Slavyalılara karşı milli takımdaki oyunum ile Moroveskalılara karşı Fenerbahçe’deki muvaffakiyetlerim beni en ziyade memnun eden zamanlardan olmuştur. Bu dakikalar spor hayatımdaki en iyi izleri bırakmıştır.
Fakat son Macarlara karşı talihsiz ikmal kurbanlığı bu sevincimi birden bire yine durdurduysa da şimdi yine arızadan kurtuldum ve yakında takımımdaki maçlarda eski mevkiimi almaya çalışacağım. Ve bilhassa olimpiyatta Türk takımına layık bir oyuncu olduğunu göstereceğim.
Alaaddin Baydar (Resimli Ay – 1924 – Çalımların Efendisi Fenerbahçe Efsanesi)
1924 tarihli Resimli Ay mecmuasından aktarmaya devam ediyoruz… Zeki Rıza Sporel’den sonra, bu defa Alaaddin Baydar… “Kıvır Âlâ” lakabının sahibi bu Fenerbahçe efsanesi hakkında söylenecek çok şey var. Sözü kendisine Çelebizade Sait Tevfik’e ve kendisine bırakalım.
* * * * * *
İnce sesi, yanık yüzü, çekik gözleriyle bütün spor alemine kendini sevdiren Alaaddin Bey’in hatıratını yazarken spor aleminin bu pek kıymetli oyuncusu hakkında bir kelime-i sitayiş bulamadık.
Mukavvis bacakları arasındaki topun harekatını her gün pek lezzetle seyrettiğimiz bu şen idmancının daha pek küçükten beri halkı nasıl kendisine celp ettiği şayan-ı hayrettir.
Şehrimizi ziyaret eden enternasyonel bir çok muavin ve müdafileri pek kolaylıkla geçerek kaleye topu göndermeleri, seyretmekle doyulur sahneler değildir.
Bu gencimiz, Macarlar ile son maçında ayağı sakatlanmış ise de şimdi yine iyileşerek, pek sevdiği kulübünün maçlarına iştirak edecek bir vaziyete gelmiştir.
İdmancılarımızın hayatını yazarken Zeki Bey’den sonra herkesin aklına Alaaddin’in geleceğini bildiğimizden kendisini sıraya ithal ediyoruz. Bakalım bu oyuncu hayatını nasıl naklediyor :
* * * * * *
Hatıralardan müteşekkil bir kül vücuda getirmek, hele şimdiye kadar nefsinde böyle bir ihtiyaç duymamış benim gibi bir insan için itiraf ederim ki pek müşkül, pek külfetli olacak.
Eğer bir zamanlar Türk futbolculuğunda mütevazı bir mevkim olacağını tahmin etmiş olsaydım, belki alakadar olanlar bulunur diye, safahat-ı hayatımı tespite çalışırdım. Böyle bir şey yapmadım. Binaenaleyh hatıramda derin izler bırakmış olan vekayi’ gelişigüzel hikaye etmekle iktifa ediyorum.
Pederim henüz vefat etmiş, biz de Cağaloğlu’ndan Kadıköy’e taşınmıştık. Cevizlik’de oturuyorduk. Evimizden her sabah maaile Moda banyolarına giderken yolumuz daima İngilizlerin o zaman (tenis) oynadıkları sahanın önünden geçerdi.
Ben durur, koskocaman adamların küçük bir top peşinde koşarken aldıkları seri ve seyyal vaziyetleri dikkatle seyrederdim.
Bir gün onları seyrederken, birkaç Rum çocuğunun, tenis toplarına müşabih bir topla oynadıklarını, fakat daima ayakla vurduklarını gördüm.İşte futbol oyununu birinci defa olarak o gün görmüştüm. Eve döndükten sonra ilk işim o toplardan bir tane tedarik etmek oldu. Artık bütün günlerim vasi’ bahçemizde o küçük topun peşinde koşmakla geçiyordu. Komşu çocukları ziyaya üşüşen pervaneler gibi etrafımda toplanmakta gecikmediler.
Fakat pek hoşuma giden bu tarz-ı hayatın devamına bir mani çıktı. Annem ve büyükannem razı olmuyorlardı. Birkaç da ciddi mahzur görüyorlardı. Mütemadiyen koşmak, terlemek, yorulmak esasen pek zayıf ve naif bünyem üzerinde bir su-i tesir yapabilirdi.
Fakat ne ailemin serdettiği mehazir, ne de bilahare gösterdikleri cebir ve şiddet benim iptila derecesini bile geçen heves ve merakım önünde kesinlikle semeredar olamadı. Ben vaki olan bu muhalife mukavemet edemeyince artık top sahasını, top muhitinden daha uzaklara, mesela Yoğurtçu’ya, bakla tarlasına nakletmiştim. Oyunlardan sonra terimi kurutmak için biraz bekler ve eve öyle giderdim.
Kim ne derse desin, ben şuna mutekiddim ki çocuklar arasında küçük bir topla oynanan oyunların futbolculuktaki muvaffakiyet üzerine çok mühim bir tesiri vardı. Bir çocuğun ayağındaki topu başkasına kaptırmamak için (çalımlar) ihtira etmesi, başkasındaki topu almak için de usuller icat etmesi, muvaffak olmak için çocuk zihniyetinin bütün kabiliyetini kullanması, futbolculuk istidatlarını temin ettiren ilk esaslardır. Ve diyebilirim ki futbolda (sanat) ancak o küçük top peşinde koşmakla doğar.
İşte böyle daima koşarak, daima terleyerek geçen günlerimizden birinde, Cevizlik çayırında kendileri gibi kocaman bir topla oynayan birkaç adama tesadüf ettik. Bizim oynadığımız toplardan daha büyük topların mevcut olduğunu işitmiştim. Fakat hiçbir zaman böyle sert, kocaman bir top tahayyül edemezdim. Hele bıyıklı adamların da top oynayacağını tasavvur etmek, on beş sene evvelki çocuk zihniyetimin kabul edemeyeceği yeniliklerdendi. Topu bir vuruşta bulutlara kadar yükselten bu (büyük) adamları hâşiane bir hiss-i takdirle seyre dalardım.
İşte Fenerbahçe Kulübü o sıralarda tesis edildi. Bir kulüp binası tedarik edilemediği için içtimalar azaların evlerinde münavebeten yapılıyordu. Ağabeyim de Fenerbahçe’nin müessislerindendi. Onun için bazen bizim evde toplanılırdı. Hiç unutmam; evde onlara kahve ve çay getirecek adamlar mevcut iken titreye titreye kahveyi dökmemek için heyecanlar hissederek onlara hizmet eder ve yalnız nazarımda her biri mühim birer şahsiyet olan o futbolcuların zevk-i temaşasıyla iftihar için heyecanlı ve helecanlı dakikalar yaşardım. Diyebilirim ki o gençlerin arasında bulunmaktan hissettiğim zevki bilahare hiçbir muarefeden, hiçbir muvaffakiyetten alamadım. O büsbütün başka, büsbütün müstesna bir şeydi.
Artık ben de iki numara bir top almıştım. Küçük topu ihmal ediyordum. Maharetim hayli artmıştı. Büyükler, ağabeyim, Galip Bey, Elkatipzade Mustafa Bey, toplanırlar, kahkahalarla, ‘Bravo!’larla çalımlarımı takdir ederlerdi. Bilseniz bu takdir olunmak benim için ne büyük bir hazz-ı ruhi, ne derin bir teşvik oluyordu.
Artık biz de kendimize göre kulüpler yapıyor, aramızda reisler, reis-i saniler ve hatta reis-i salisler intihap ediyorduk ve avuç içi kadar yerlerde otuz kişilik futbol müsabakaları tertip ediyorduk. Hele böyle bir müsabakayı, futboldaki muvaffakıyetim üzerine katî bir tesiri olan bir şahsiyetle tanışmaklığımı hiç unutmamam.
Kurbağalıdere Kulübü ile Yoğurtçu’da bir müsabaka yapıyorduk. Bilafasıla, hakemsiz, haftaymsız, belki iki buçuk saat oynamıştık ve neticede bizim taraf kazanmıştı. Artık oyun bitmiş ve biz galebe zevki ile, onların kabahati yekdiğerine atfederek münakaşalarını seyrediyorduk.
Uzaktan at üzerinde bizim yaşta bir çocuk geldi ve bize doğru yaklaştı. Bekir onu görür görmez hemen fırladı ve;
– “Yine gelmedin. Bak Zeki, yenildik” diye serzenişe başladı.
Çocuklar arasında resmî takdim olamayacağı cihetiyle aramıza gelmesi, beynimizde bir muarefe tesisi için kafiydi. Sırası gelmişken kaydedeyim ki ben Zeki’yi gördüğüm ve beraber oynadığım oyuncular arasından, hepsinden yüksek addederim. Zeki futbolda en ziyade düşünerek oynayan, etraftakilerin hakiki kıymetlerini izhare en ziyade vesileler bırakan yegane merkez muhacimimizdir.
İşte bu sıralarda Fenerbahçe Kulübü’nün üçüncü ve dördüncü takımlarının teşkili, beni, Zeki’yi, Feyzi’yi bir araya topladı. Bizim takımların tesisine kulüpçe memur edilen Elkatipzade Mustafa Bey bize daima nezaret eder ve Yoğurtçu’da o zaman Papazın Bahçesi denilen şimdiki Union Kulüp sahasında bize mütemadiyen oyunlar yaptırırdı. Bize futbol hakkında ilk hakiki fikri veren Mustafa Bey olmuştur.
Papazın Bahçesi’nde ekseriya Galatasaray, Maccabi, Sanayi kulüpleriyle dördüncü takımdan oynar ve hemen hemen en heyecanlı maçlar kadar temaşakar celp ederdik. Hakikaten bizim gibi küçücük çocukların kocaman adamları fırıl fırıl döndürmesi şayan-ı temaşa bir şeydi.
Zeki ile beraber üçüncü takıma çıktık. Orada da muvaffakıyet bizi takip etti. Bekir de bize o zaman iltihak etmişti. Fakat vücudumun nehafetini ileri süren takım kaptanı, bilhassa ağabeyimin ısrarıyla beni çok defa oynatmıyordu. Bazı kereler kulüpte hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum.
Altı sene üçüncü takımda Zeki, Bekir ve ben beraber oynadık. Bekir bizden evvel ikinci takıma alındı. Bekir’in sağlam ve süratle inkışaf eden vücudu atılmaya müstaid bünyesi terakkide tekaddüm etmesine saik oluyordu.
O sıralarda Galatasaray mektebine devam ediyordum. Mektebin en maruf çalımcısı olan (Sadi) ile beraber bütün teneffüs zamanlarında birbirimize çalım yutturmak için çalıştığımızı derhatır ederim. Bazen onu ben kandırdığım zaman (Yaşa Fenerli) diye, o muvafık olduğu zaman (Yaşa Galatasaraylı) edasıyla taraftarlarımızın takdir ve istihzasını celp ederdik.
Bir gün İdman Yurdu ile yapılacak bir müsabakayı seyretmek için birinci futbol takımıyla beraber Anadolu Hisarı’na gitmiştik. O gün Bekir ilk defa olarak birinci takımda oynayacaktı. Orada toplandık.
Maatteessüf birkaç kişi, bilhassa muvaffakıyetlerin daima en büyük amili olan sol iç muhacim Sait Bey gelememişlerdi. Tabii eksik çıkmak doğru olmazdı. Mevcutlar arasından Zeki ve ben tefrik edildik. Zeki sağ iç, ben de sol açık olarak oyuna girdik.
Futbol oynattırılmadığı için hüngür hüngür ağlayan bir çocuğun birinci takımda oynamaktan hissedeceği süruru artık siz takdir ediniz. Çünkü kendime daima gaye ittihaz ettiğim bir emelde muvafık olmuştum. O gün iki gol yaptım.
Bilahare sağ açık Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin kulüpten infikakları, Zeki ile beni tamamıyla birinci takıma iltihak ettirdi.
Hiç unutmam bir gün Altınordu ile oynuyorduk. Ben sağ açık, Zeki sol iç… Karşımızda şimdi Beşiktaş’ta oynayan Tevfik Bey vardı. Tevfik Bey bir bana koşuyor, bir Zeki’ye, fakat bütün mesaisine rağmen topu alamayınca oturuyordu. Kahkahalarla gülen halka karşı (Bu bacaksızlarla top oynanmaz) diye bağırmıştı.
Birinci takımda bulunduğum altı yedi seneden beri Fenerbahçe’nin bütün zaferlerine iştirak ettim. Yalnız en heyecanlı maçlar Altınordu ve Galatasaray ile yapılanlar olmuştur. Fakat Slavyalılara karşı milli takımdaki oyunum ile Moroveskalılara karşı Fenerbahçe’deki muvaffakiyetlerim beni en ziyade memnun eden zamanlardan olmuştur. Bu dakikalar spor hayatımdaki en iyi izleri bırakmıştır.
Fakat son Macarlara karşı talihsiz ikmal kurbanlığı bu sevincimi birden bire yine durdurduysa da şimdi yine arızadan kurtuldum ve yakında takımımdaki maçlarda eski mevkiimi almaya çalışacağım. Ve bilhassa olimpiyatta Türk takımına layık bir oyuncu olduğunu göstereceğim.