Etiket: Alaaddin Baydar

  • 1924 Olimpiyat Hatıraları

    1924 Olimpiyat Hatıraları

    Günümüz Türk spor basınına bakıldığında, aşağıdaki türden bir hatıratın bundan sonra kaleme alınabileceğii düşünmek pek de mümkün değil. İşte Burhan Felek merhumun kaleminden, 1924 Olimpiyat Hatıraları.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not : “1959 Öncesi Şampiyonluklar” hakkında söylediğimiz bir şey var: “1959 öncesini inkar Cumhuriyeti inkardır”

    Burhan Felek, aşağıdaki cümleleriyle bu sözümüzün ne denli doğru olduğunu teyit ediyor. Bu bir kanuni devamlılık meselesidir. Fenerbahçe haklıdır!

    “O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.”


    Geçmiş Zaman Olur Ki

    Olimpiyat Hatıraları

    Bu günlerde dünya spor âleminde konuşulan lâf, Moskova Olimpiyatları’na gidilip gidilmemesidir. Bu satırların sahibi de, bu hususta bir fikir ve oy sahibidir. Ama bu yazılarda onu ifadeyi yersiz bulurum.

    Rusların Afganistan’ı istilâ etmesi, dünya milletleri üzerinde öyle bir tesir yaptı ki, safi bir spor gösterisi olan olimpiyatları bu yolda baskı vasıtası olarak kullanmaya kadar gittiler. Kim gitti diye sorarsanız, cevabı basit. Hükümetler gitti. Bu yolda asıl söz sahibi olan olimpiyat millî ve beynelmilel teşkilâtları henüz bu yolda menfi bir karar almış değillerdir.

    Neyse, bunu bırakalım da, bizim hatıralarımıza gelelim. Türkiye, 1924 8. Paris Olimpiyatları’ndan başlayarak 1928 Amsterdam, 1936 Berlin, 1948 Londra, 1952 Helsinki, 1956 Melburn, 1960 Roma, 1964 Tokyo, 1968 Meksika, 1972 Münih, 1976 Montreal Olimpiyatlarına katılmıştır. Bu tutumunu da, yani olimpiyatlara katılma geleneğim değiştirecek hiçbir şey olmamıştı… dedikten sonra, birinci olimpiyatlara katılışımızın hafızamda kalan anmaya değer noktalarını hikâye edeyim.

    Beden Terbiyesi Kanunu ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı

    O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.

    Burada bu malûmatı keselim de, işin öteki tarafına geçelim.

    Yolculuk Başlıyor

    O devirde, bizim bu teşkilâtın reisi Ali Sami merhumdu. Ali Sami’nin, benim spor çalışmalarıma çok güveni vardı. Ben, teşkilatta hem ikinci başkan, hem de Atletizm Federasyonu Başkanı’ydım. O devirde üç federasyonumuz vardı. Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya merhumdu, Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetkeri Bey merhum ve Atletizmin de bendim. Atletizmi kimse almak istemezdi. Çünkü bizim memlekete göre, en başarısız ve rağbet görmeyen spor dalıydı. Benim elimde o devirde gerçekten amatör atlet olarak sporuna bağlı 5-10 kişi vardı. Bunların başında Semih, Mehmet Ali Aybar, Ömer Besim, yüksek atlayıcı Haydar gibi çocuklar gelirdi. Ben bunları kendi evlâdım gibi severdim, hâlâ da severim. En genci 65’i geçmiş olan bu beylere “çocuklar” diye hitap ederim. Onlar da, bu hitabımı hiç yadırgamazlar.

    Tavuklu Menü

    1924 Olimpiyatlar’ı iki kısımda cereyan etmişti. Birinci kısım mayıs başlarındaki futbol turnuvasıydı. Daha ilk adımda, birinci kafile başkanının seçiminde merhum Yusuf Ziya ve o zaman da Fenerbahçe kulübüne hâkim olan Ali Naci merhum ile, aramızda ihtilâf çıktı. Ali Naci Bey, benim için, “Lisan bilmez” diye yazdı. O, Nasuhî Baydar’ın kafile başkanı olmasını istiyordu. Halbuki, Nasuhi Bey, teşkilâtta bir vazife sahibi değildi. Seyahate ait tertibatı Yusuf Ziya merhum almıştı. Bizi İstanbul’dan Marsilya’ya kadar tam 10 günde götürecek Jak Freresme admda bir büyük şilebe bindirdi. Gemi Varna’dan canlı tavuk yüklemiş ve tavuk kafesleri baş güverteye konmuştu.

    Gemi yürürken tavuk pisliği ve kokusu bütün güverteyi kaplıyordu. Gemi büyük olduğu için Korent Kanalı’ndan geçemeyerek Mataban Burnu’dan dolaştı ve tam 10 günde bizi Marsilya’ya ulaştırdıydı.

    Hâlâ hatırımdadır. Fuat adında Hariciye’de iş sahibi bir arkadaşımız vardı. Onun bir de lâkabı vardı ama pek hatırlayamayacağım. Bizim vapur bilmem ne sebeple Cenova Limanı’na uğrayınca, orada Kançılar olan Fuat, bizi ziyarete geldi. Biz de, mutemet Otomobil Nuri ile Kaleci Nedim’i karaya gönderip tereyağı, reçel, peynir, kakao gibi kahvaltılık yiyecek aldırdık. Çünkü günlerden beri yemekte çiğ baklavayla tuzlu mönü balığı haşlaması yemekten anamız ağlamıştı. Yusuf Ziya merhum, geminin 24 yatağı olan 12 kamarasını tutmuştu. Ama yemek bedelini üçüncü mevkiden ödediği için, biz eğer Bulgar tavuk sahiplerini kandırıp günde birkaç tavuğu yemeseydik açlıktan helâk olacaktık.

    Müshil

    Uzatmayalım, Marsilya’ya sağ-salim vardık. Ha! Gemide idareci olarak kafile başkanı ben, Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya, İkinci Başkan Hamdi Emin, mutemet Altınordulu Otomobil Nuri ve bir de futbol antrenörü Billy Hunter adındaki İskoçyalı mükemmel antrenör vardı. Bu adamı Yusuf Ziya, İsviçre’de tahsili sırasında oranın Servette adındaki bir kulübünde tanımış ve oradan Türkiye’ye almıştı. Gemide güvertede koşu ve kondisyon idmanları yapılıyordu.

    Bu sırada bir hususî vaziyete işaret edeceğim. Bindiğimiz Fransız şilebi İstanbul’dan kalkarken liman idaresi, gemide doktor olmadığı için, limandan ayrılmasına izin vermedi. O sırada merhum Doktor İsmet, mektebi yeni bitirmişti. Kumpanya onu doktor olarak hizmete aldı ve biz o suretle hareket ettiydik. İsmet, hakikatte Millî Futbol Takımının yan haf beki idi. Bu yüzden gemi doktorluğu hizmetine çok ehemmiyet verdi. Bir gün bana, Doktor Sabih’in hastalık bahane ederek idmana çıkmadığını rapor etti. Ben Sabih’e gittim. Çocuğun biraz ateşi vardı. Başı ağrıyordu. Sordum. Üç gündür dışarı çıkmadığını öğrenince, kendisine bir müshil ilacı verdik düzeldi.

    Domuz Eti Olmasın!

    Gemi Marsilya’ya varınca, Vaux Port denilen eski limanda bir yemek istedik. Çocukların hepsi birden:

    — Domuz eti olmasın! diye bağırıyorlardı.

    Bilmiyorlardı ki, domuz eti Avrupa’da lüks bir ettir ve her lokantada bulunmaz. Neyse, hâlâ hatırımdadır, patlıcanlı bir yemek yedik, karnımız doydu. O devirde adı PLM (Paris-Liyon- Marsilya) olan trene akşam üzeri bindik. 14 saat tren yolculuğundan sonra Liyon garına vardık. Bizi orada ataşemiz Mösyö La Croix bekliyordu.

    Aksaray Yangın Yeri

    Liyon Gar’ı kapalı bir gardır. İçinde, “metro” denilen yeraltı trenine inen merdivenler vardı. Kafilemizle hemen metroya bindik ve “Kolombe” stadına giden Porte Champeter Porte denilen Paris’in kapılarından birinden -bizde de Eğri Kapı, Edirnekapı, Mevlânakapı var ya!- bizi ikamet edeceğimiz Olimpiyat Köyü’ne götürecek elektrikli trene bindik. Turnemiz bitmeden evvel çıktığımız kapı Paris’in eski istihkâmlarının enkazının yanındaydı. Kafilede yedek kaleci Hamit:

    — Yahu! 10 gün deniz, 1 gün tren, gene gele gele Aksaray yangın yerine geldik! diye bir espiri yaptı.

    Bu çocuğun bir mecliste bulunuşu, insanı ne kadar neşelendirirdi, tarif edemem.

    Olimpiyat Köyünde

    Bindiğimiz eletrikli tren, bizi Kolomb köyüne götürdü. Oradan da, ilk defa Fransızların icat ettikleri Olimpiyat Köyü’ne gittik. Galiba, tren pek yakınında duruyordu.

    Biz odalarımızı tam köyün kapısına yakın yerde seçtik ve büyük direğe bayrağımızı çektik. Her biri dörde bölünmüş, 4 odadan ibaret kare şeklinde ahşap kulübeler pek konforlu değildi. Hatta ondan sonraki memleketlerin olimpiyat köyleri şöyle dursun, bizim İzmir’deki Akdeniz Oyunları’nda atletleri yatırdığımız binamızdaki konforun onda biri yoktu.

    Bir kere, ayakyolu ve banyolar evlerin dışında idi. Sabahleyin yüzümüzü yıkamak ve ihtiyaçlarımızı defetmek için yağmura ve çamura bakmadan açık havaya çıkacak ve kömür tozundan yapılmış çamurlu yollarda bir hayli gittikten sonra ayakyoluna ve lavaboya varıyorduk.

    Yunanlılar Geldi!

    Yugoslavlar bizden bir gün sonra geldi, bir gece kaldılar, hemen hesabı kestiler ve Paris’te bir otele indiler. Biz kaldık. Zaten paramızı da yatırmıştık. Galiba o günlerde bütün masraf içinde adam başına 55 frang veriyorduk. Bir Türk lirası da 19 frang kadar tutuyordu. (O devirde bir altın 4 kâğıt lira ederdi.)

    Bir gün odamda otururken çocuklar geldiler:

    — Reis Bey! (O zaman başkan sözü icad olunmamıştı) yanımıza Yunanlılar geldiler biz buna dayanamayız, patırdı çıkar.

    — Durun bakalım, nereden anladınız Yunanlıların geldiğini!

    — Bayraklarından. Gelin bakın.

    Gittim baktım, Yunan bayrağına pek benzeyen ve Yunan bayrağındaki istavroz yerine, güneş bulunan bir bayrak. Sonradan anladık ki, Uruguay bayrağıymış. Adamlar o turnuvada olimpiyat şampiyonu olmuşlardı.

    Baron de Coubertin

    Olimpiyat Köyü’ndeki evlerimiz bitişik olduğu halde en yakın komşumuz olan Uruguaylıları biz tanımıyorduk. Bize bunu, Kolombe köyüne geldiğimizin ertesi gün ziyaretine gittiğimiz modern olimpiyatların kurucusu meşhur Baron de Coubertin haber verdi.

    Bu harikulâde temiz yürekli ve kibar bir adam olan ve bütün servetini şu olimpiyat davasına harcayarak son zamanlarda başkalarının yardımına muhtaç hale gelen Baron’u, o zaman Paris’in meşhur Konkord Mey- danı’na bakan bir köşe binadaki Olimpiyat Komitesi Merkezi’nde tanıdık.

    Trende Hadise

    O gün Olimpiyat Köyü’nden Paris’e Baron’u ziyarete giderken elektrikli trende bir hadise oldu. Yanımızda ataşemiz Mösyö La Croix olduğu halde gidiyorduk. Henüz Türkiye’de şapka yayılmamıştı. Bizim çocukların kiminde bildiğimiz kırmızı püsküllü fes, kimisinde de İstiklâl Harbi’nin yadigâri astragan kalpak vardı. Böylece bizim Müslüman bir ülkenin çocukları olduğumuz anlaşılıyordu. Trende biz oturuyorduk. Ortadaki direğe dayanmış bir sarhoş işçi duruyordu. Üstü başı berbat, kirli bir tulum giymişti. Bize baktı baktı, başladı Fransızca söylenmeye:

    — Ben Muhammed’i tanırım. Benim pek iyi dostumdur! dedi.

    O sırada bizim çocuklar pirelendiler. Otomobil Nuri:

    — Ben bu herifi döverim! dedi.

    Ben yatıştırdım. Herif Fransızca söylenip duruyordu:

    — Zaten Paris’te yabancılardan başka kimse kalmadı!

    Bu muhavereler cereyan ederken, bir Fransız yolcu:

    — Bunlar olimpiyatlara gelmiş bizim misafirlerimizdir. Neden rahatsız ediyorsun? diye sarhoş işçiye çıkışınca, başka bir Fransız lafa karıştı:

    — Siz ne karışıyorsunuz mösyö? dedi.

    — Bunlar bizim misafirimizdir. Bu adam onları rahatsız ediyor. ‘

    — Onlar kendilerini müdafaa etsinler. Size ne?

    — Ne demek, siz ne karışıyorsunuz bana? diye ayağa kalktı, öteki de ayağa kalktı, iki Fransız bizim hesabımıza dövüşecek. Derken, bir tünele girdik. Elektrikler söndü. Simsiyah oldu ortalık. Tünelden çıktığımız zaman ikisi de yerlerinde oturuyorlardı.

    Allah Kerim

    Baron de Coubertin ile sohbetimiz uzun sürmedi. Galiba yukarılarda bahsetmiştim. Biz, yoldayken futbol turnuvasında kur’alar çekilmiş, bize o devrin en kuvvetli takımı olan Çekler çıkmıştı. Baron bizi teselli için:

    — Ümitsizliğe düşmeyin. Bakınız, Uruguay diye bir memleketin takımı buraya gelirken her uğradığı yerde maçları kazanarak geldi. Biz bunların adını bile duymamıştık. Allah kerim! falan gibi sözlerle bizi teselli etti.

    Oradan çıktık, gene tıpış tıpış Kolombe köyüne döndük. Komşularımız Uruguaylılar kara kuru insanlardı, içlerinde Habeş teninde olanlar da vardı. Her gün sabahtan Paris’e gider, gece dönerlerdi. Bizim çocuklara da Paris’te eğlendiklerini söylerlerdi. Bizim zavallılar ise, maçtan evvel Paris’e gitmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.

    Nedim Kaleci’nin Kanlı Elleri

    Çeklerle olan maçı, Paris’in en berbat stadlarından biri olan Saint Quint Stadı’nda oynadık. Burası meşhur Sacré Coeur Kilisesi’nin bulunduğu Bute Montnade’de idi ve Paris’in en yüksek (120 metre) semtiydi.

    1924 senesi mayıs başlarında oynanmış olan bu maçı, oynamış veya görmüş olanlardan arkadaşlarımız vardır. Doğrusunu isterseniz, o devrin en büyük ve kuvvetli takımlarından olan Çeklerin önünde biz ufalıyorduk. Adamların en kısası 1.80 boyundaydı. Bu maçta kaleci Nedim, bugünkü kalecilerin yaptığı gibi, gelen oyuncunun ayaklarına atılarak top kurtarmaları yaptı ve o devirde kalecilerin eldiven giymesi âdet olmadığından elleri kan içinde kaldı. Birinci haftayımı (3-0) kapadık.

    İkinci Yarı 2-2 Bitiyor

    Antrenör Billy Hunter psikolog bir hocaydı. Haftayımda bize:

    — Sizin ayakkapların kramponları bozuk. Stadın otları da bozulmuş onun için düşüyorsunuz! dedi ve güya, kramponları birkaç çivi ile takviye etti.

    İkinci haftayımda takım kendini toparladı, biz Çeklere bir gol attık ve tam maçın biteceği dakikada Çekler bir penaltı yaptılar. Bilindiği gibi, penaltı ve kornerde maç bitse de, atış yapılır ve atılmasıyla biter. Penaltıyı Bekir attı, gol oldu. Böylece 1924’de ilk defa iştirak ettiğimiz olimpiyat oyunlarının futbol turnuvasını Çekler’e karşı 5-2 kaybettik. Çünkü, ikinci haftayımda Çekler de, bize iki gol daha atmışlardı. Yani, ikinci ‘haftayımı biz 2-2 sonuçlandırmıştık.

    Bekir’in penaltı atışı, pek meşhur Çek kalecisini aldatmıştı. O devirde Türk futbolcuları içinde ayağının yüzüyle olduğu kadar dış yanıyla da şut atanlar vardı. Avrupa’da böyle bir şey görmedim. Kaleci, sağ ayağı ile vurmaya hazırlanan oyuncunun ayağının yüzüyle kepçeleyerek atacağı şutu, tabiî olarak kendisinin sağında karşılamaya hazırlanıyordu. Halbuki Bekir, sağ ayağının dış kenarıyla şut çekti ve top kalecinin solundan içeri girdiydi. Hiç unutmam, maçı beraberce seyrettiğimiz Hamdi Emin bana:

    — Arpa ektik, darı çıktı! diye, Bekir’in yanlışlıkla topu ters istikamete attığını sanmıştı.

    Kim Demiş?

    Maçı, o civar halkından başka seyreden yokt;u. Bunlar da, sanırım 6-7 bin kişi kadardı. Adamlar bizi değil, Çekleri seyre gelmişlerdi.

    Anlaşılan Fransız gazeteleri “Türkler futbol oynayamazlar” mealinde yazılar yazmış olmalı ki, maçtan sonra dağılan halk arasında, ‘Türkler pekâlâ futbol oynuyorlar. Kim demiş futbol bilmez diye? İşte ikinci haftaymı berabere bitirdiler.” diye konuşuyorlardı.

    Turne

    Maçtan sonra köye döndük.

    Futbol takımımız, evvelden kararlaştırılmış bir program mucibince, bir şimal turnesine çıkacaktı. Bu turneyi İsveç Futbol Federasyonu Reisi ve Yusuf Ziya merhumun şahsî dostu Jonson adındaki biri ayarlamıştı. Hatırımda kaldığına göre, bu Jonson, o devirde futbol âleminin sözü geçen simalarındandı ve bir gözü de takmaydı.

    Çeklere karşı çıkardığımız takımın formasyonunu iyi hatırlamıyorum. Bunları bizim Halûk San arkadaşımız iyi bilir. Ama kalede Nedim vardı. Bekler Ali ile Kadri idi. Haf beklerinin ikisini bilmiyorum. Ortada Aslan Nihat, sağda Yavuz İsmet vardı. Söldakini hatırlayamıyorum. Forvette soldan sağa Alaaddin, Zeki, Bekir, Leblebi Mehmet mi, bilmiyorum ama, Bedri vardı.
    Maçtan sonra takım hemen şimal turnesine çıkacaktı. Yusuf Ziya merhum:

    — Bana para lâzım, başka türlü turneye çıkamam! demez mi?

    Ben, 20’den fazla adamı aylarca nasıl beslerim? Elimde 15 bin Fransız frangı para vardı. Hepsini almadan gitmedi.

    Aman Kaçalım Buradan!

    Kafile gittikten sonra biz, yani Sait Çelebi, Nasuhi Baydar ve ben Paris’e döndük. Benim işim vardı. Asıl olimpiyatların gelecek ikinci kafileyle olimpiyat geçit resmine iştirak için tekrar Paris’e dönecek, Futbol Millî Takımımızı hazırlayacaktık.

    Sait Çelebi’yle Nasuhi Baydar, kendi hesaplarına Paris’te kalıyorlardı. Ama, ara sıra konuşuyorduk. Paris Olimpiyatları’nın birinci kısmının hikâyesini bitirirken, başımızdan geçmiş bir 1 hadiseyi zikredeyim. Bunları o zaman da yazmıştım ama, genç nesiller tabiî okumamışlardır.

    Sait Çelebi meraklı bir çocuktu. Paris’i gezip görmek istiyordu. Bu gayreti sırasında Ahmet isminde bir Cezayirli Arap bulmuştu. Nasıl bulmuş, nerede bulmuş bilmem. Aslında bu Ahmet, Cezayirli Araplaşmış bir Fransız veya Fransızlaşmış bir Araptı. Adı da Ahmet değil, Armand’dı. Ama biz bunları sonra öğrendik.

    Arap dostumuz Ahmet, bizi o lokalden bu lokale gezdirip duruyor ve paralarımızı harcatıyordu. Bu arada bir gece bizi futbol oynadığımız semte, yani Sacré Coeur = Sakre Kör civarında bir yere götürdü. Kapıda, polis gelirse önlemek ve içeriye haber vermek için iki külhanbeyi bekliyordu. Girdik.

    Karanlık denecek kadar loş bir yer. Hafif bir piyano çalıyor. Arkalıksız basık kahve iskemlelerine oturduk, önümüze bir masa, bir de şampanya şişesi getirdiler. Tek konsomasyon şampanya imiş. O zamanki parayla 150 frank. Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra, gördük ki, gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce, işi çaktık. Gerçi bir anormal ve her yerde her zaman görülebilen bir yer değildi. Ama nihayet bizim bu tarakta bezimiz ve böyle bir niyetimiz olmadığı için, bir müddet sonra canımız sıkıldı ve kendimizi de pek emniyette hissetmez olduk. Bu sırada benim aklıma geldi. O gün İstanbul’dan posta havalesiyle bana ilerdeki hazırlıklar için 37 bin frank, gelmişti. Para akşam üstü geldi. Bankaya koymaya vakit bulamadım. Ucuz ve küçük otelimin kasasını da o kadar emniyetli saymadım. Onun için parayı cebime koymuştum. Sait’in kulağına:

    — Benim üstümde 37 bin frank, var! der demez, az kalsın küçük dilini yutuyordu.

    — Aman kaçalım buradan! dedi ve bizi getiren Ahmet’e haber vermeden çıktık ve büyük caddelere kadar yüzlerce ayak merdiveni arkamıza bakmadan koşarak indik. Paris’in büyük ve kalabalık bulvarlarına inince rahat bir nefes aldık.

    Sporcu Ülke Dışına Çıkınca Değişir

    Bu hatıralarımı okuyan idareciler isterlerse bundan çok ders alabilirler. Çünkü, sporcu memleket dışına çıktığı zaman büsbütün başka bir şahıs oluyor ve ona göre idaresi de zorlaşıyor. Bu sözlerimi muhtelif vesilelerle memleket dışına kafile götürmüş idareciler şüphesiz tasdik ederler… dedikten sonra, gelelim Paris Olimpiyatlarımın ikinci ve asıl olimpik safhasına.

    Paris’in güney kapısına yakın yerde kiraladığım yer bir kız pansiyonuydu. Yaz münasebetiyle boş olduğundan kiraya veriliyordu. Yatakları, döşemesi bizi memnun edecek haldeydi. Ne var ki, yatak sayısı 25-30 kadardı. Onun için Otomobil Nuri Bey’in Paris’e getirmesini tellediğim futbol kafilemiz —ki, 20 kişi kadardı— Paris’te çok kalamayacaktı. Zaten işi bitmiş olan bu sporcular ikinci kısmıyla birlikte olimpiyat geçit resmine iştirak ettikten sonra, memlekete dönmeleri lâzımdı.

    Hangisinin daha evvel geldiğini bilmiyorum. Ama, Ali Sami Bey merhumun başkanlığındaki güreşçi, halterci, bisikletçi ve atletlerden mürekkep ikinci kafile de gelince, ikisi birlikte tuttuğumuz pansiyona sığmadılar, bazı odalara ilâve yataklar koyduk. Kafilelerin Paris’te toplanmalarından bir veya iki gün sonra 8. Paris Olimpiyat Oyunları resmen Fransa Cumhurbaşkanı tarafından açılacak ve amatörlük yemini edilecekti.

    Uzatmayayım, 8. Paris Olimpiyatları açılış gününde kafilemiz oldukça temiz ve muntazam bir şekilde bayrağımızı taşıyarak geçit resmine iştirak etti ve yemin esnasında and içme kürsüsünün etrafında dizildi. Birinci gün merasimden başka bir şey yapılmadı ve yerlerimize döndük.

    Ali Sami Bey’in Çocukluğu

    Teşkilât başkanı Ali Sami Bey, futbol kafilesinin vapur beklemeksizin —çünkü bu vasıta her zaman bulunamıyordu— tren yoluyla İstanbul’a avdet etmesini emretti ve kafilenin pasaportlarını galiba Nuri Bey’e vererek onları yolcu etti.

    Fakat kafileden 3 kişi söz dinlemedi. Bunlar Futbol Millî Takımının gözbebekleri Aslan Nihat, Zeki ve Yavuz İsmet beylerdi. Üçü de bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş bu çocukların isyanları Ali Sami Bey’i ve umumiyetle kafile disiplin ruhunu çok sarstı. Çocukları pansiyondan çıkardı ve pasaportlarıyla yol paralarını Paris Başkonkosolosumuza vererek bunların asker olmaları ve Paris’e kendi mesuliyeti altında gönderildikleri için, isyan etmelerine karşı işi hükümete bırakıyordu. Bu hareket şüphesiz çocukluktu. Müsabakaları olmadığı için Paris’te bir müddet eğlenmek istiyorlardı.

    Bu durumların ne kadar sürdürdüklerini bilmiyorum. Ama geceleri gizli gizli pansiyondaki arkadaşlarının odalarına gelip yattıklarını biliyorduk. Bu hadise böylece savuşturulduktan sonra ikinci olimpiyat kafilesinin meseleleri başgösterdi.

    Ömer Besim Yoğurt İstiyor

    O devirde bizim yegâne güvendiğimiz atlet Ömer Besim’di. Renginin koyuluğu, küçücük vücudunun güzelliği ve koşu sisteminin şayan-ı dikkat ritmi (koşu temposu) seyircilerin hemen dikkatini celbediyordu. Pansiyon mutfağı çocuklarımızın alıştığı yemekleri hazırlıyor ve her gün mutlaka bir ızgara et veriyordu. Ömer Besim, günün birinde:

    — Ben yoğurt isterim! dedi.

    O tarihlerde yoğurt , Fransa’da nadir bulunur bir gıdaydı. Hele bizim kaldığımız Porte d’Orlean semtinde adını bilen bile yoktu. Bulamadık yoğurdu. O da et yemedi, bir şeftali yedi, yarışı kazanamadı. Zaten kazanamayacaktı. Ama bunu sebep diye gösterdi.

    Bunları şimdiki idarecilere anlattığımın sebebi, en mazbut sporcuların bile, memleket dışında tamamen şahsiyet değiştirdiklerini göstermektir.

    Fiyaka Pahalıya Mal Oluyor

    Müsabakalar devam ediyordu. Güreş ve halterde iddialıydık. Çoban Mehmet, henüz güreş kafilemize girmediğinden Paris’te yoktu. Hatırımda kaldığıma göre, bizim Üsküdarlı Fuat, Tayyar merhum, galiba Hilmi Bey’le Mazhar’ı getirmişlerdi. Haltere merhum Gülleci Cemal girmişti. Bilhassa bu çocuktan çok ümidimiz vardı. Çünkü kendisi 52 kilo olduğu halde kendi ağırlığının hemen hemen iki mislini kaldırıyordu. Bir kusuru, halter sistemi eski sistemdi. Yani şimdiki gibi halterin altına girip bacaklarıyla yukarı kalkmıyor, halteri yerden ellerinin üstüne kadar kollarıyla kaldırıyordu. Zaten Paris’te muvaffak olamamasının sebeplerinden biri de buydu. Ama daha iyi netice alamamasının başka bir sebebi vardı. O da, fiyaka satmak.

    Bu, nasıl olmuştu?

    Paris’te Cemal’in sırtına kendine göre güzel ve siyah bir mayo almak istedim. Faubourg Montmartre’deki spor malzemesi satan bir mağazaya gittim. Adam bize mayo çıkarırken, Cemal duvarda asılı duran, vaktiyle kuvvet artırma ve gösterme âletlerinden biri olan tam 9 yaylı sandok dediğimiz iki elle açılan âleti eline aldı. Dükkân sahibi bunu görünce, Cemal’e Fransızca:

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, mösyö! dedi.

    Cemal bana:

    — Ne diyor Reis Bey? deyince, ben de boş bulundum.

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, diyor! dedim.

    Bu söz üzerine Cemal, Extenseur = Sandok’u eline aldı ve dükkân sahibinin şaşalamış gözleri önünde 3 defa, hem de ağır ağır açtı ve kapadı. Adam:

    — Formidable! deyip duruyordu.

    O günkü fiyakada kol adalelerini çok zorladığı için müsabakaya kolları ağrıyarak girdi ve ancak 8. olabildi. Bunu yapmamış olsaydı, madalya almasa bile, dördüncü veya beşinci olması muhakkaktı. Çünkü bu çocukta kuvvet vardı, metod yoktu. Metodu da, hemen orada rakiplerinden öğrenebilirdi.

    Tecrübe

    Güreş sporu o devirlerde iki milletin hemen hemen inhisarı altındaydı, İsveçliler ve Macarlar. Hatırladığıma göre, Paris Olimpiyatları’nda Beynelmilel Güreş Federasyonu Başkanı Smith adında bir İsveçli idi. Güreş ve halter müsabakaları Paris’in meşhur kış velodromunda yapılıyordu. Muazzam bir kapalı salon olan burada birçok sporcuları tanımak fırsatını buldum. Bir gece müsabakalar geç bitti. Bizim çocuklar ve diğer kafileler gittiler. Ben nedense sona kalmıştım. O tarihte Ali Sami ve ben, bazı toplantılar dolayısıyla şehirde bulunmak mecburiyetindeydik. O sebeple şehirde Paris-Nice adında bir otele taşınmıştık. Kış Velodromu’ndan çıktıktan sonra otele kadar beni götürecek vasıta aradım. Saat geceyarısını hayli geçtiği için metro dahil hiçbir vasıta yoktu. Ve ben bu mesafeyi tam 1.5 saatte yaya olarak yürüdüm. Otele geldiğim zaman bacaklarım tutmuyordu.

    Nihayet işler bitti. Ben, Ali Sami Bey’le kafilenin hesap-kitaplarını kapamak için Paris’te kalmak üzere kafileyi yola koyacağımız gün bir haber aldık. “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” muhasebecisi, pek emin ve güvenilir, zengin bir adam sandığımız zat, teşkilât kasasından 15 bin lira çalıp, ortadan kaybolmuştu. Paris Olimpiyat hatıralarını, bu kötü haberle kapadık. Bu olimpiyatlarda Türkiye, sadece bir olimpiyat oyunlarının atmosferi, âdetleri, zorluk ve kolaylıkları nedir? Bunun hakkında bir fikir edinmiş oldu. Bu tecrübe, 1928 Dokuzuncu Olimpiyatlarda çok işimize yaradı.

    Burhan Felek

  • Kaleci Nedim

    Kaleci Nedim

    Sarı Kanaryalar gazetesinin “Bir eski şöhret, bir unutulmaz anı…” serisinde sırada meşhur kaleci Nedim “Kaleci” var. Keyifli okumalar..

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çek’lere Karşı Hayatımın Maçını Oynamıştım

    “Kaleci” soyadını Atatürk’ün verdiği Milli Takımımızın, ilk kalecisi Nedim Kaleci futbola çok küçük yaşta Altınordu’da başladı. 1924 Paris Olimpiyatları dönüşü Fenerbahçe’ye transfer olan Nedim Kaleci 1905 yılında İstanbul’da doğdu. Futbolu elinin kırılması yüzünden 1932 yılında bırakan Nedim Kaleci 9 defa milli formayı giydi. Fenerbahçe’de 2’inci Başkan, Teknik Komite Başkanlığı, Genel Sekreterlik, İstanbul Futbol Ajanlığı ve Futbol Federasyonu 2’inci Başkanlığı, görevinde bulunan Nedim Kaleci’nin unutulmaz hatırası 1924 Paris Olimpiyatları’na ait, Milli Takım’ın ilk kalecisi Nedim Kaleci bu anısını şöyle naklediyor :

    “25 Mayıs 1924 Paris’te Stade Berger’de tarihte ikinci olimpiyatlarda ise birinci maçımızı Çekoslovakya ile oynuyorduk. Hava yağmurlu, saha ise çok kaygandı. Biz ızgaralı ayakkabılarla sahaya çıktık. Her adımımızda yere düşüyorduk. Maç büyük bir heyecan atmosferi içinde başladı. Çek’lerin ünlü oyuncusu Capel bana gol atacağını söylüyordu. Birinci yarı 3-0 mağlubiyetimizle kapanmıştı. Zira bu yarıda, ızgaralı ayakkabılar yüzünden şanssız goller yemiştik. İkinci yarıya hırslı başladık. Ayakkabıları değiştirmiştik. Bu yarıda Bekir ve Alaaddin’in golleri ile 3-2 duruma yükseldik. Maçın son 20 dakikasında Capel’in ayaklarına kapandım ve elim kırıldı. Tek kolla oynadım ve iki gol daha yedim. Maç, 5-2 mağlubiyetimizle sonuçlanmıştı. Fakat, Çeklere karşı hayatımın maçını oynamıştım. Maçtan sonra dünyanın en büyük kalecisi Zamora beni kutlayarak, “Dünyanın hiçbir kalecisi bu kurtarışları yapamaz” dedi. Bu maçın filmleri uzun zaman, Paris sinemalarında gösterildi. Afişlerde benim resmimi koymuşlar, altına da “Aslan gibi kalesini, müdafaa eden Türk kalecisi” yazmışlardı. Futbol hayatımda öylesine güzel bir maç daha oynayamadım. Bütün maç boyu iki direk arasında bir uçtan diğer uca uçarak sayısız gol kurtarmış ve bir dakika yerimde durmamıştım.”

    Bekir’in Golü Kaleciyi Uyandırdı

    Bu anısının yanı sıra Galatasaray’ın Zeki Rıza Sporel, Bekir ve kendisini takviye alarak Almanya’da bir Alman ekibine karşı oynadığı bir maç da hayli enteresan… Zira bu maç için yapılan gece yolculuğu futbolcuları uykusuz bırakmış. Sahaya çıkılınca, Nedim kale direğine yaslanarak uyuyakalmış. Bekir de rakip sahada ayakta uyuyormuş. Bu arada Zeki’nin pası ve bağırması, arkasından uyanan Bekir’in golü atması ve bu golün gürültüsü Nedim Kaleci’yi uykusundan uyandırmıştır.

  • Beleş Ömer

    Beleş Ömer

    Bedri Gürsoy‘un futbolcu portrelerini yayınlamaya bir süre ara vermiştik. Kırmızı-Beyaz dergisinin arşivinde ortaya çıkan yeni yazıları sizlere sunmakla bahtiyarız. Huzurlarınızda bir Fenerbahçe efsanesi : Beleş Ömer. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Beleş Ömer Tanyeri

    Fenerbahçe’nin (Sabih, Alaaddin, Zeki, Ömer, Bedri) şeklindeki birçok sene hiç değişmeyen muhacim hattını eski meraklılar pek iyi hatırlarlar. Bu arada da Ömer’in ileri geri süratli koşuşunu, enerjik, cesur, gol fırsatlarını kaçırmayan atak oyununu da muhakkak göz önüne getirebilirler.

    Ömer, o zaman hassas bir motor gibi çok muntazam işleyen Fenerbahçe takımında aslan kesilir, ne mühim işler görür, ne can alıcı goller atardı. Etrafındaki oyuncular Ömer’e o kadar güzel ve yerinde gollük paslar ve fırsatlar hazırlarlar ve Ömer de bunları kendine mahsus bir soğukkanlılıkla gole tahvil ediverirdi ki, halk Ömer’e bundan dolayı (Beleş) lakabını takmıştı.

    Kısa bir boy, tombulca bir vücut, esmer, kara kaşlı, kara gözlü, yuvarlak çehreli, zıbzıb gibi çevik, sağlam mukavemetli bir futbolcu.

    Uysal, samimi, terbiyeli, candan bir arkadaş.

    Atletik meziyetleri yerinde (nefesi, mukavemeti, koşusu, sürati) enerjisi, soğukkanlılığı ve maneviyatı mükemmel, driplingleri, kafa vuruşları, şutları, çalımları, eşapeleri iyi…

    Deplasman zayıf, sağ ayağı zayıf, teknik görüşleri zayıf.

    Ömer bilhassa Galatasaray-Fenerbahçe maçlarında Galatasaraylılar için en korkunç bir muhacimdi. Birçok Galatasaraylılar Ömer’e (sakar oyuncu) derlerdi. En can alıcı bir zamanda, en sıkışık bir anda, en mühim bir maçta, Ömer unulmaz bir hareketle galibiyet golü çıkarırdı ki; top ayağına dokunur, kafasına dokunur, göğsüne çarpar, ensesine vurur, karnına ilişir, kaleden içeri girerdi.

    Taksim Stadyumu’nda “Salahaddin Adil Paşa Kupası” maçını eski meraklılar unutmamışlardır. Bu heyecanlı maç çetin bir şekilde iki taraf birbirini sıkıştıra sıkıştıra devam ediyor. Oyunun bitmesine on dakika var. Hiçbir taraf gol yapamamış. Ben bir korner atıyorum. Top sanki ezberlemiş gibi Ömer’in kafasını buluyor, çarpıyor ve oradan sıçrayarak kalenin ta köşesinden içeri giriyor, ağlara takılıyor. Gol… Fenerliler “Yaşa Beleş…” diye avaz avaz haykırıyorlarken Galatasaraylılar asabi asabi söyleniyor : “Sakar kafa, yine son dakikalarda maçı bize kaybettirdi.”

    Galatasaraylıların da Ömer’e mukabil bu şekilde bilhassa Fenerbahçe maçlarında aslan kesilen ve Fenerbahçelilere hiç umulmadık vaziyetlerde goller çıkaran tehlikeli ve sakar oyuncuları vardı. Evvela Kemal Faruki, sonra da Latif. Ecnebi takımlarına pek o kadar liyakat gösteremeyen bu oyuncular Fenerbahçe kalesine yirmi yardadan (usturubya) ne goller atarlardı. Hele Latif, bir gün hiç unutmam bu şekilde uzaktan mühim bir kupa maçında bir gol atmıştı. Kulübünü kazandırdığı gibi gollerinin arkasının gelmesine yardım etmiş, Galatasaray takımının maneviyatını yükseltmişti.

    Ömer’le ben senelerc yan yana (top arkadaşlığı) ettim. Nasıl askerlikte “silah arkadaşlığı” tabiri varsa, futbolcularda da top arkadaşlığı tabiri vardır. Bundan dolayı Ömer’in hatırasını hiçbir zaman unutmama imkan yoktur.

    Bedri Gürsoy / 19 Şubat 1945 | Kırmızı-Beyaz Dergisi

  • Alaaddin’in Üç Golü

    Alaaddin’in Üç Golü

    Kamuran Tekil’in kurucusu olduğu ve sonrasında Neriman Tekil’in devam ettirdiği muhteşem dergi Fenerbahçe’nin arşivinde tarihin izlerini sürmeye devam ediyoruz. Fenerbahçe’nin efsanevi golcüsü Alaaddin Baydar, kişisel tarihinden unutulmaz hatıraları anlatıyor. Huzurlarınızda Alaaddin’in üç golü… Keyifli okumalar…

    Fenerbaçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Âlâ ve Unutamadığı Üç Gol

    1907 yılında kurulan Fenerbahçe futbol takımı beş sene içinde gelişmiş, adeta bir futbol okulu halini almıştı. Fenerbahçe’nin artık sayısız dördüncü, üçüncü, ikinci ve bir de birinci takımı vardı. Bugün size dillere destan olan altın gollerini anlatacağımız Alaaddin Baydar (meşhur Âlâ) üçüncü takımda sağiç idi.

    1916 senesinde 24 Mart günü Fenerbahçe birinci takımın Anadoluhisarı İdman Yurdu ile bir hususi maçı vardı. Bu maçta takımın menajeri Mustafa Elkatip Bey 15 yaşındaki küçük Alaaddin’i sağ açık oynatmıştı. Doksan dakika içinde Anadoluhisarı’na 2 gol atan Alaaddin Baydar o günden sonra birinci takımın malı oldu.

    Fenerbahçe tarihinde Alaaddin Baydar-Zeki Rıza ikilisinin golleri, çalımları ve başarıları altın harflerle çakılıdır. Biz bu sayımızda sizlere Fenerbahçe takımında 18 sene yer alan 324 maçta 362 gol atan ve 18 defa milli olan çalım kralı Âlâ’nın gollerini anlatıyoruz. Daha doğrusu biz soracağız, Âlâ anlatacak.


    Hayatınızda unutamadığınız golünüz hangisidir, Alaaddin Bey?

    Hayatımda unutamadığım goller verdır. İşte bunlardan biri… Çekoslovakya’nın meşhur Slavya takımının İstanbul’a üçüncü gelişi idi. O zamanki Slavya bugün Real Madrid gibi bir takım olduğundan bütün Avrupa maçın neticesini bekliyordu. İlk maçta Fenerbahçe Slavya’yı 1-0 yenmişti. İkinci maçı nedense Galatasaray ile takviye edilmiş Fenerbahçe’nin oynaması istendi. 5-3 kazandığımız bu maçt forvette Leblebi Mehmet (Galatasaray), Ben, Zeki (Fenerbahçe), Bekir (Fenerbahçe), Bedri (Fenerbahçe) idik. Slavya’ya karşı seri paslarla üçgenler kurarak hücumlarımızı geliştiriyorduk. Oyunun ikinci yarısında birden haf Ploder’i ve arkasından bek Mietel’i çalımlayıp yerden 20 metre mesafeden kalenin sol alt köşesine bir şut çektim. Kaleci Şanel kımıldayamadı. Top attığım köşeden ağları yırtarak dışarı fırlamış, Taksim Stadı’nın duvarına çarpıp geri gelmişti. Kaleci Şanel sanki gol olmamış gibi topu çizgi üzerine koyup avut çekmeye hazırlanırken tribünler gol sesi ile yıkılıyordu.

    Unutamadığınız bir ikinci gol var mı?

    Evet. 1931 yılının Mayıs ayında Yunan başvekili Venizelos’un Elli kruvazörü ile İstanbul’u ziyaretinde Yunanistan şampiyonu Olimpiyakos ile karşılaşıyorduk. Bulgar Federasyonu’ndan Koşef’in hakemliğinde Taksim Stadı’nda yapılan bu maçta seyirci ve hasılat rekoru kırılmıştı. Fenerbahçe maça Natık, Ziya, Hüsnü, Reşat, Sadi, Cevat, Fikret, Muzaffer, Zeki, ben, Niyazi tertibinde çıkmıştı. Güç bir maçtı. Atmosfer gergindi. Gayrimüslim ve Rum vatandaşlarımız arasında sık sık tribünlerde kavgalar çıkıyordu. Taşkınlıklar artmıştı. Hele Yunan kalecisi Gramatapulos’un küstahça hareketleri tribünleri dolduran Türkleri ve Fenerbahçelileri çileden çıkarıyordu. Oyunun 76. dakikasında güzel bir ara pastan istifade ederek, seri bir koşu, ufak bir dripling ve akabinde 25 metreden sert bir şut ile topu kaleye soktum. Öyle hınçlı oynuyorduk ki Büyük Fikret koştu, ağların içindeki topa hırsla bir kere daha vurdu. O anda Yunan kalecisi Büyük Fikret’in gırtlağına sarıldı. Bu arada nereden geldiğini anlamadığım arslan gibi bir subayımızın da Gramatapulos’u bir yumrukla boydan boya yere serdiğini gördüm. Gözlerim yaşarmıştı. Bu gol nasıl unutulur?

    Pekiyi Alaaddin Bey, hani Galatasaray’a attığınız dillere destan bir golünüz varmış, onu da anlatır mısınız?

    Efendim, Galatasaray ile 2 Kasım 1923’de Fenerbahçe Stadı’nda bir lig maçımız vardı. Hava son derece yağmurlu saha da çamurlu idi. Galatasaraylılar bu havada maç yapılmaz diye bize haber yollamışlardı. Zaten Yoğurtçu ve Altıyolağzı civarında oturan bizim çocukların çoğu da maçtan ümidini kestikleri için stada gelmemişlerdi. Oyunun başlamasına yarım saat kala hakemin gelip sahayı kontrol ettiğini ve bizim futbolcuların gelmediğini duyan Galatasaraylıların soyunmaya başladığını öğrendik. Hemen haber salındı. Bedri hariç herkes toplanmıştı. O gün yağmur, çamur bir yana Galatasaray’ı 4-0 gibi bir farkla yendik. Ben bu maçta dördüncü golü attım. Solaçık Nevzat’ın bir ortasını yakalayarak Galatasaray beki Ali’yi bir vücut çalımı ile ekarte ettim. Artık kaleci Nusret’le karşı karşıya idim. Nusret benim sola şut atacağımı sanmış, bir plonjona hazırlanmıştı. Birden durdum, topu soluma geçirdim. Nusret uçarken topu yavaşça sağa bıraktım. Nusret uzun bir süre utancından çamurların içinden kalkamamış, maçtan sonra da “Aşkolsun, beni aldattın” demişti.

  • Olimpiyatlarda Fenerbahçeliler

    Olimpiyatlarda Fenerbahçeliler

    Dünyanın en büyük spor kulübü Fenerbahçe, Türkiye adına 18 olimpiyat oyununa 156 sporcu gönderdi. Ve olimpiyatlarda Fenerbahçeliler, Türk spor tarihine geçen işlere imza attılar. Aşağıdaki listede bu isimleri branşlara göre ayrılmış ve alfabetik sırada göreceksiniz. Kaynak bir yazı oldu. Emeği geçenlere teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Olimpiyat Oyunlarında Yer Alan Fenerbahçeli Sporcular

    1924 Paris (9)

    1928 Amsterdam (9)

    • Cavit Cav, Galip Cav (Bisiklet),
    • Alaaddin Baydar, Bedri Gürsoy, Cevat Seyit, İsmet Uluğ, Kadri Göktulga, Sabih Arca, Zeki Rıza Sporel (Futbol)

    1936 Berlin (5)

    • Fikret Arıcan, Mehmet Reşat Nayır, Niyazi Sel, Yaşar Alpaslan (Futbol)
    • Behzat Baydar (Yelken)

    1948 Londra (14)

    • Doğan Acarbay, Halil Zıraman, Kemal Aksur, Mustafa Özcan, Ruhi Sarıalp, Seydi Dinçtürk (Atletizm)
    • Ahmet Erol, Cihat Arman, Erol Keskin, Fikret Kırcan, Lefter Küçükandonyadis, Murat Alyüz, Samim Var, Selahattin Torkal, (Futbol)

    1952 Helsinki (8)

    • Avni Akgün, Doğan Acarbay, Ekrem Koçak, Halil Zıraman, Osman Coşgül, Turhan Göker (Atletizm)
    • Nejat Diyarbakırlı, Sacit Seldüz, (Basketbol).

    1960 Roma (4)

    • Aydın Onur, Canel Konvur, Ekrem Koçak, Muharrem Dalkılıç (Atletizm)

    1964 Tokyo (1)

    • Muharrem Dalkılıç (Atletizm)

    1968 Meksiko (1)

    • Sırrı Acar (Güreş)

    1972 Münih (2)

    • Hikmet Şen, Mehmet Tümkan (Atletizm)

    1984 Los Angeles (2)

    • Mehmet Terzi, Mehmet Yurdadön (Atletizm)

    1988 Seul (3)

    • Kibar Tatar, Ramazan Gül (Boks)
    • Halit Haluk Babacan (Yelken)

    1996 Atlanta (5)

    • Aysel Taş, Serap Aktaş (Atletizm)
    • Nurhan Süleymanoğlu (Boks)
    • Kerem Özkan, Şükrü Sanus (Yelken).

    2000 Sydney (10)

    • Ebru Kavaklıoğlu, Oksana Mert (Atletizm)
    • Agasi Ağagüloğlu, Nurhan Süleymanooğlu, Ramazan Palyani, Selim Palyani (Boks)
    • İlknur Akdoğan (Yelken)
    • Aytekin Mindan, İlkay Dikmen, Uğur Orel Oral (Yüzme).

    2004 Atina (9)

    • Anzhela Kinet, Binnaz Uslu, Eşref Apak, Filiz Kadoğan (Atletizm)
    • Atagün Yalçınkaya, Sedat Taşçı (Boks)
    • Ertuğrul İçingir (Yelken)
    • İlkay Dikmen, Uğur Orel Oral (Yüzme).

    2008 Pekin (17)

    • Karin Melis Mey, Nevin Yanıt, Halil Akkaş, Selim Bayrak (Atletizm)
    • Adem Kılıçcı, Onur Şipal, Yakup Kılıç (Boks)
    • Cem Zeng, Melek Hu (Masa Tenisi)
    • Ertuğrul İçingir (Yelken)
    • Demir Atasoy, Deniz Nazar, Dilara Buse Günaydın, Gülşah Gönenç, İris Rosenberger, Kaan Tayla, Serkan Atasay (Yüzme)

    2012 Londra (18)

    • Burcu Ayhan Yüksel, Fatih Avan, Gamze Bulut, Hüseyin Atıcı, Karin Melis Mey, Nevin Yanıt, Nimet Karakuş, Tuğçe Şahutoğlu (Atletizm)
    • Birsel Vardarlı Demirmen, , Esmeral Tunçluer, Yasemin Horasan (Basketbol)
    • Adem Kılıçcı, Ferhat Pehlivan, Yakup Şener (Boks)
    • Melek Hu (Masa Tenisi)
    • Alican Kaynar, Nazlı Çağla Dönertaş (Yelken)
    • Eda Erdem Dündar (Voleybol)

    2016 Rio (17)

    • Furkan Şen, Ramil Guliyev, Tuğçe Şahutoğlu, Umutcan Emektaş, Yasmani Copello Escobar (Atletizm)
    • Ayşe Cora, Birsel Vardarlı Demirmen, Esra Ural, Tuğçe Canıtez (Basketbol)
    • Ali Eren Demirezen, Batuhan Gözgeç, Mehmet Nadir Ünal, Onur Şipal, Önder Şipal, Selçuk Eker (Boks)
    • Alican Kaynar, Nazlı Çağla Dönertaş (Yelken)

    2020 Tokyo (22)

    • Eda Tuğsuz, Ersu Şaşma, Kayhan Özer, Oğuz Uyar, Özkan Baltacı, Ramil Guliyev, Tuğçe Şahutoğlu (Atletizm)
    • Batuhan Çiftçi, Bayram Malkan, Buse Naz Çakıroğlu, Esra Yıldız (Boks)
    • Onat Kazaklı (Kürek)
    • Eda Erdem Dündar, Meliha İsmailoğlu, Naz Aydemir Akyol (Voleybol)
    • Alican Kaynar, Ateş Çınar, Deniz Çınar (Yelken)
    • Baturalp Ünlü, Deniz Ertan, Hüseyin Emre Sakçı, Ümit Can Güreş (Yüzme)
  • Hürmet ve Muhabbet

    Hürmet ve Muhabbet

    10 Aralık 1925 tarihli Gol Spor dergisinde, yarım kalan bir Robert Kolej-Fenerbahçe maçından bahsediliyor. Gerçi kısacık bir haber ama… Hem daha önce yayınlanan maç listelerinde bulunmadığı, hem de haberin sonu çok anlamlı olduğu için burada kayıt altına almak istedik. Robert Kolej takımında okuyamadığımız özel isimler olduysa, rahmetlilerden özür dileriz… Hürmet ve muhabbet ile… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe – Robert Kolej

    Geçen Cuma günü Fenerbahçe birinci takımıyla Robert Kolej takmı arasında Bebek’te Robert Kolej sahasında bir maç yapılmıştır.

    Fenerbahçe Zeki Bey’den ve Robert Kolej de Hasan ve Razi Beyler gibi tanınmış sporculardan mahrum bulunuyordu.

    Fener takımı Hüsnü, Suat, Kadri, Sabih, Cevat, Ragıp, Burhan, Bedri, Sedat, Alaaddin, Şekip Beylerden ve Robert Kolej de Sadri, Fait, Kalças, Şevket, Papaçief, Paykoviç, Mariyatis, Daniş, Hüseyin, Burhan, Manukyan Efendi ve Beylerden teşekkül etmişti.

    Hakem Şekip Bey’di. Birinci haftaymda Fener bir gol yapmışsa da oyun havanın fevkalade yağmur olmasından tehir edilmiştir.

    Oyundan sonra bir çay ziyafeti verilmiş ve Fenerbahçe layık olduğu hürmet ve muhabbetle teşyi’ edilmiştir.


    Fotoğraf altı yazısı : Fenerbahçe ile bu hafta havanın muhalefetine rağmen bir maç yapan Robert Kolej takımı.


    Not : Fenerbahçe takımının kadrosundaki Hüsnü, Suat ve Burhan isimli oyuncuların Hüsnü Teoman, Suat Keskin ve Burhan Belge olduğunu düşünebiliriz ama yıllar pek uyuşmuyor gibi… Kıymetli büyüklerimiz Cem Ertuğrul ile İzzet İsrael Benyakar‘a soracağız. Yeni bir bilgi gelirse burayı da düzeltmiş oluruz. Forvet Şekip ise, mütareke/işgal yıllarının efsane kalecisi, Galip Kulaksızoğlu’nun kardeşi Şekip Kulaksızoğlu.

  • Çelebi’nin Şatosu

    Çelebi’nin Şatosu

    Fenerbahçe’nin kuruluş yıllarının unutulmaz siması Çelebizade Sait Tevfik, iki muhteşem hatıra ile karşımızda… Kimbilir belki günün birinde Çelebi’nin şatosu ve orada çekilen resimler bir sahaf dükkanında karşımıza çıkıverir.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şato

    Fenerbahçe kulübü için en fazla çalıştığım yıllarda, Sait Çelebi ismi ne kadar meşhur olmuşsa, Çelebi’nin oturduğu evin de o kadar ismi dillerde dolaşır ve buraya da Şato ismi verilirdi. Bizim şatoyu sakın muazzam bir bina saymayınız. Çok evvelden kaybettiğim babamdan sonra validem Anadoluhisarı’ndaki evde oturmayı tercih etmiş ve o zaman çok genç olan ben de, Cağaloğlu’ndaki kışlık evimizde oturmayı tercih etmiştim.

    Evimin vaziyeti coğrafyası altı odadan ibaret olup bunun da ancak bir katını kendimde bırakmış, diğer katları kiraya vermiştim. Benim evin nüfusu, benimle beraber, ihtiyar bir dadımdan ibaret olarak, iki kişi idi.

    O yıllarda birbirinden heyecanlı olan maçlardan sonra ekser oyuncular, eğlenir güler ve akşamını da bizim şatoda geçirirlerdi. Bazen yemek fazlı da bize intikal eder ve zavallı dadımın şahsım için hazırladığı, ufak bakır sahanlardaki yemeklere ilaveler yapılır ve her zaman bir düzineden aşağı olmayan misafirler güle oynaya kimi ahçılık, kimi sofracılık ederek bu yemekleri yer ve midelerimizin açıklarını büyük ekmek lokmalarıyla tıkar ve güya doyardık.

    Benim dairemin esasını teşkil eden büyük bir odanın içinde nasıl bir gecenin geçtiğini ve nasıl eğlendiğimizi anlatmakla bitiremeyeceğim. Bu odanın müşterilerinin esasını rakibimiz Galatasaray oyuncuları teşkil ettiğini söylersem, belki güç inanırsınız.

    Galatasaray’ın en canlı devirlerinde, Necip Şahin, Nihat, Sadi, Sabitler gelirler ve gece uyku arasında patırtı yapılmaması için, meşhur Atletizm Federasyonu Başkanı ve o zaman Galatasaray kalecisi bulunan Adil, elinde hokey sopası ile nöbete sokulurdu.

    Bir düzineyi dolduran seneler içinde, birçok tatlı hatıraları yaşatan bu evin eğlencelerini saymakla bitmez.

    Şarap Dolu Kupa

    Fener-Galatasaray’ın iddialı bir kupa maçında, Fener fena oynadığından kupayı Galatasaray’a kaptırmıştık. Bu mağlubiyet acısı sinemize çökmüş, birinci takım oyuncularından birçoğu ile maçtan sonra ortadan kaçarak, teselli aramak için yiyeceklerimizi paketlere koyup, doğru şatomun yolunu tutmuştuk. O zaman evimize henüz elektrik alınmamış ve geniş fitilli bir gaz lambasının ziyasının dairesinde her işimizi görmüştük.

    O gece geniş odamızda Allah ne verdiyse yedikten sonra, şöyle bir sedirlere yaslanmıştık. Dertleşmeye başladık, kaçan goller, yapılan sayılardan yana yakıla bahsede ede geceyi de yarılamış ve göz kapaklarımız ağırlaşmaya başlamıştı. Birdenbire kapının zili çalındı, karanlık sokakta üç defa (ra, ra, ra, şa, şa, şa)yı işittik. Ortadaki cumbadan şöyle bir kafamı çıkardım. Bir de ne göreyim : Galatasaray takımının hemen yekûnu bizim kapıda.

    Başta Baba Tahir, Sabit’in koltuğunda kazandıkları kupa, hepsi biraz çakır keyif. Mütevelli Mehmet de kafileye takılmış. Haddin varsa bu kalabalığı kapıdan çevir. Bizden Alaaddin veya Sabih aşağı kata indi ve kapıyı açtı. Odanın yekûnu bir anda iki düzineyi buldu. Gündüzün acıları unutuldu. İki şişe şarap kazanılan kupanın içerisine döküldü. Galip ve mağlup herkes birer yudum içti. İçtikçe içildi ve bu yudumlar o kadar çoğaldı ki, biz de kendimizden geçtik, hepimiz olduğumuz yerde kımıldamadan sabahı ettik.

    Sabahleyin kapımızın önünden geçen simitçinin, hemen mecmuunu biz aldık. Arkadan sahlepçinin güğümünü de biz boşalttık ve böylece yarı uykuda, yarı uyanık, evin tek musluğu önünde sıraya dizildik ve hakikaten o gün için sıkıntılı, fakat bugün için çok tatlı bir hatıra bırakarak, gecemizi kapadık.

    Neredeyse Evi Yakıyorduk

    Galatasaray, Fener’in en rakip olduğu yıllarda, bizim şato bu iki kulüp oyuncularının en samimi bir köşesi olarak yaşamıştır. Ben Spor Alemi’ni, Baba Tahir Türkiye İdman Mecmuası’nı yaşattığı günlerde, akşamı bizde buluşur ve sabahı birbirimizden ayrılarak, kendi rakip matbaalarımıza gittiğimiz çok olurdu.

    Yine bir akşam İngiliz işgal kuvvetlerinden topçuları yendiğimiz gün, bütün Fenerlilerle beraber şatonun yolunu tutmuş, grubumuza Galatasaray’dan merhum Necip Şahin ve eski Futbol Federasyonu Reisi Sadi de ilave olunmuştu. Şatoya geldik, herkes elindeki paketi çözdü. Ben de evdeki mevcudu ortaya koyarak, akşam yemeğimizi yedik. O gece galibiyet şerefine odada üç gaz lambası yaktık. Yer yataklarını bütün odaya sıraladık. Konuştuk, gülüştük ve nihayet bugünün hatırası olarak bir de resim çıkaralım dedik. Alaaddin makinesini ayar etti ve ortadaki çini sobanın üzerine yerleştirdi. Otomatik tekerleğini kurdu ve sobanın borusuna astığı magnezyumu da yaktı ve hemen aramıza koşarak meşhur Fenerli doktor İsmet’in yanına çömeldi.

    Kimsede ses sada yok. Saniyelerin geçmesini bekliyor ve nefes bile almıyorduk. Fakat aksi tesadüf, borudaki magnezyum yanarken koptu ve fotoğrafın yanında bir vazo içinde duran bir kağıt gül demetinin içine düştü. Kağıt güller başladı alev alev yanmaya. Fakat resim bozulacak diye hiç kimsede ses sada yok, az daha ev tutuşacaktı, bereket otomatiğin zamanı geldi, bir çıt sesi ile hepimiz yerimizden fırladık. Bir testi suyu, bu sunî saksının tepesinden geçirdik ve melhuz yangını da bir anda önlemiş olduk.

    Yine başladık konuşmaya, zavallı Necip Şahin unutulmayacak neşeli hikayeler nakletti. Sokağın sessizliğini kaçırıyoruz diye, kapımızın önünde bekçi, birkaç kere sopasını taşlara mükerrer olarak vurdu. Bu hay huy içinde o gecenin sabahını da ettik.

    Kalfa

    Daimi olan bu gürültülerden kiracılardan bir yıl dayanabilen hiç olmamış, yalnız zavallı dadım Emine kalfa sebat etmişti. Her misafir geldiği gece odanın yüküne yerleştirir ve kapıyı üstüne kilitlerdim. Bütün gece velev fena bir işi de gelse, bu yükte kalır. Sabahı biz evi terk ettiğimiz zaman kapısını açar ve o da bütün bir gün odamızı toplardı. Zavallı kalfaya rahmet, o zamanki şatomuzun hayatta kalan müşterilerine de sıhhat dilerim.

    Çelebizade Sait Tevfik

    (*) Fotoğraf 1925 yılından… Fenerbahçe ve Altay takımları bir arada.

  • Nasuhi Ağabey

    Nasuhi Ağabey

    Bugüne kadar Nasuhi Baydar‘ın hep başkası hakkında anlattıklarını dinledik. Bugün sıra kendisinde… Bedri Gürsoy, kendi deyişine bakarsak Nasuhi ağabey ile bir röportaj gerçekleştirmiş. Tuncay Yavuz bize bu sohbeti aktarıyor. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Memleket Sporunun Otuz Senelik Kıymetli Emektarı B. Nasuhi Baydar diyor ki:

    “Uzun seneler geçen faal ve gayri faal spor hayatımda bir ‘spor telakkisi’ edindim. Bu telakki açık havada bedeni terbiyeye ve gıllügışsız arkadaşlık esaslarına dayanır…”

    (Spor yapayım derken kendilerini sporun kuvvetli cazibesine kaptırarak tahsillerini ihmal eden zavallı gençlere acırım…)

    Yazan: Bedri Gürsoy

    Nasuhi Ağabey

    Nasuhi Baydar (mebus, edib ve gazeteci) bugüne kadar spor hayatının otuz seneye yaklaşan uzun yolu içinde Türk sporuna bin bir emek sarf ederek hakkiyle hizmet görmüş, ideal, münevver, amatör bir sporcu örneğidir. Faal olarak yaptığı sporlardan maada, çok mukteda bir idareci olarak tanınan, bugün dahi hala sporumuzun selameti yolunda durmadan için için çalışan bu çok değerli şahsiyetin bütün bunlardan maada öteden beri spora müteallik yazdığı yazılardan büyük bir alaka duymuş ve daima istifade etmişizdir.

    Nasuhi Baydar, beynelmilel mahur futbol yıldızlarımızdan Fenerbahçeli Alaeddin’in ağabeyidir. Alaeddin’in yetişmesinde çok emeği vardır. Fenerbahçe Kulübü’nün müessislerindendir. Kulübünü sOn derece sever. Fenerbahçe’nin en buhranlı zamanlarında büyük bir feragat ile canla başla çalışmış çabalamıştır. Onun kulübüne yapmış olduğu büyük hizmetleri hakiki Fenerbahçeliler hiçbir zaman unutamazlar, daima minnet ve şükranla yadederler.

    Kulüpte biz küçüklere o nazik ve kibar tavrı, güler yüzü ile öyle candan ve müşfik bir alaka gösterir idi ki, bundan dolayı ona Nasuhi ağabey derdik. Bugün de onun yanında küçük bir sporcu ve Fenerbahçeli kalan bizler kendisine hala iftihar ve hürmetle ağabey demekteyiz.

    Nasuhi Baydar sporun hakiki gaye ve manasını esasından bilerek bu yolda yürüyen bizde ender yetişen kıymetli spor mütehassıslarımızdandır. Spor nedir? Sporcu kime derler? Spor ve kulüp arkadaşlığı, samimiyeti, tesanüdü nasıl olur? Bütün bunları Nasuhi Baydar’dan sorup öğrenebiliriz. (Ben Nasuhi Baydar’ın ne derece içten bir sporcu ruhu ve karakteri taşıdığını, merhum büyük sporcu Galip’in cenazesini yağmurlu, çamurlu, fırtınalı o berbat havada hendeklerden bata çıka kulüpten ta kabristana kadar takip ettiği ve sık sık omuzunda taşıdığı zaman daha iyi ve tamamile anlamıştım. O gün yanımdaki arkadaşlarıma şöyle demiştim: “İşte, kadirşinas, arkadaş ve hakiki bir sporcu numunesi daha!…”)

    Spora müteallik sorduğum suallere Nasuhi Baydar bakınız, ne manalı, ne dikkate şayan ve ibret alınacak cevaplar veriyor:

    Sporculuk Hatıraları

    • Kaç sene, hangi kulüpte ve mevkide futbol oynadınız ?
    • 1908’den 1917’ye kadar Fenerbahçe Spor Kulübü ikinci ve birinci futbol takımlarında sağ iç ve sağ açık mevkilerinde zaman zaman oynadım.
    • En kuvvetli sporculuk hatıranızı anlatır mısınız ?
    • En kuvvetli sporculuk hatıram ! Lakin hangisini kaydedeyim? Anladığım manada “sporcu” için sporun heyeti umumiyetdi ve en kuvvetli hatıralardan örülmüş nefis bir kumaşa benzer. Şayet, bende sporculuğumdan kalan en kuvvetli intibaı soruyorsanız, tereddütsüz itiraf edeyim ki, büyük annemi ikna ederek satın aldırdığım futbol kunduralarını, çoraplarını, pantolonunu ve Fenerbahçe’nin sarı-beyaz yollu ilk formasını giyip takımdaki yerime geçtikten sonra müsabakaya başlanmak üzere hakemin düdüğünü öttürmesini beklediğim unutulmaz dakikadır.

    Sonra kulübümün zaferlerine iştirak ettim.

    Daha sonra, bisiklet yarışlarına girdim, atletizmin her şubesiyle uğraştım. Yüzdüm, tenis ve kriket oynadım. Voleybol, basketbol, hentbol, vaterpolo, hokey, patenli hokey, ski yaptım. Otomobil kullandım. Spor yazıları yazdım. Bizdeki acayip spor idareciliğinde ekseriya “ihtilafları izleye çalışan adam” vazifesi gördüm ve böylece kendime mahsus bir “spor telakkisi” edindim. Bu telakki açık havada bedeni terbiyeye ve gıllügışsız arkadaşlık esaslarına dayanır. Bu telakkinin de en doğrusu olduğuna şundan dolayı inandım ki kırk beşi geçmiş olmama rağmen – tahtaya vurunuz yahut maşallah deyiniz – kendimi her vakitki gibi zinde hissediyor ve “arkadaşlar” arasında bildiğim “arkadaşlık”ın cari olduğunu görüyorum. Bir diş hastalığından kalkmamak üzere yatağa düşmüşken beni ölümden kurtaranlar onlar olduğunu nasıl unutabilirim? Ve yine nasıl unutabilirim ki rahmetli Galip’i fırtına arasında edebi istirahatgahına kadar omuzları üstünde teşyi edenler bahsettiğim telakkiye sahip binden fazla arkadaştı?

    Bizde Spor

    • Bizde profesyonelliğe taraftar mısınız?
    • Spora amatörlük gibi profesyonelliğin de bir realite olduğunu kabul etmek lazımdır. Fakat bizde profesyonelliğe taraftar olmadığımı bundan evvelki suale verdiğim cevap kati derecede izah eder sanırım. Zira, bence spor gaye değil, vasıtadır; sıhhatli, neşeli, azimli kalmak vasıtası. Ancak, spor yapayım derken kendilerini sporun kuvvetli cazibesine kaptırarak tahsillerini ihmal eden gençlerden bazıları nihayet profesyonellikte karar kılarlarsa bu gibileri önünden kaçınılmaz bir kazaya uğramış addeder ve bu zavallılara acırım. Profesyonellerin tek özürü bundan başka bir şey olamayacağı gibi kendilerini terbiye için tek çare de profesyonel olduklarını ilandan ibaret değil midir? Bu itibarla diyebilirim ki, gizli profesyonelliğe apaçık profesyonelliği tercih ederim.
    • En kuvvetli futbol devrimiz sizce hangi tarihtedir ?
    • Futbolcularımızdan yenilerini pek tanımıyorum. Eskilerden beğendiğim işte birkaç isim : Galip, Arif, Emin, Bülend, Alaaddin, Said Salahaddin, Kamil Sporel, Hasnun, Bekir… Fakat, bunlar daha çok yukarıda bahsettiğim « telakki » ye göre seçilmiş isimlerdir.
    • Bizde futbolun en kuvvetli devri hangi tarihtedir ?
    • En kuvvetli futbol devrimiz « Slavya »nın İstanbul’a geldiği ve « Türk milli takımı »nın 1924 olimpiyatlarına iştirakten sonra Şimal memleketleri turnesi yaptığı birkaç senelik devirdir.

    Binbir işinin arasında, yine o eski mütevazı ağabey şefkatini göstererek suallerime cevaplar vermek lütfunda bulunduğundan dolayı bay Nasuhi’ye bütün kalbimle teşekkür ederim.

    Bedri Gürsoy / Nasuhi Ağabey

  • Bedri Gürsoy

    Bedri Gürsoy

    “Ceylan” lakaplı Bedri Gürsoy, Fenerbahçe’nin işgal yıllarındaki müthiş takımında senelerce forma giymesi bir yana, tarihimize müthiş yazılar armağan etti. Bu defa onun portresini, Muvakkar Ekrem Talu kaleme almış. Tuncay Yavuz‘un aktardığı yazıyı keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Milli Takımın İtila Devrine Kıvrak Bir Sol Açık

    Her milletin futbolünde bir yükselme devri – tabir caizse – bir Vundertim sıralayabilecekleri parlak günler vardır. Bizim bu zamanımız 1924 Paris olimpiyatları sonralarına raslar. Şimal milletlerini, Slavyaları, daha birçok ünlü rakipleri haki mağlubiyete serdiğimiz yaman silsile.

    Bu altın maçların üstad muzafferleri arasında, muvaffakiyetlerin biraz da esaslı amili sayılan hücum hattında, hepsi de ayrı ayrı birer “fevkalade” içinde L. Mehmet, Alaeddin, Zeki, Sabih, Bekir’den başka da bir yıldız vardı ki bu, sol açık Bedri idi.

    Birinci takıma girer girmez muvaffak olup tutunan pek az futbolcu vardır. Bunlardan biri de Bedri’dir.

    1922 senesinde Fenerbahçe birinci takımında oynamaya başlayan bu kıvrak futbolcu senelerce yerini muhafaza edebildi. Hem de şöyle aklıma gelebilen Nevzat, Seyfi gibi bugün mumla değil projektörle arayacağımız elemanlarına rekabetina rağmen… Ve nasıl bir Fenerbahçe kadrosu içinde.

    Fenerbahçe’nin mütemadiyen şampiyon çıkan takımlarında büyük bir muvaffakiyetle oynarken sırası ile Romanya, Çekoslovakya, Estonya, Litvanya, Polonya, Bulgaristan, Yugoslavya milli takımlarına karşı oynayarak 12 defa beynelmilel olmuştur.

    Meziyetler, Oyun Tarzı ve Hususiyetleri

    Bedri’de fizik karakterlerinin panoraması şöyledir: Zamanın modasına göre alabros taranmış kumral saçların çevrelediği yüz altın sarısıdır. Yakışıklıdan ileri bir güzelliktedir. Gök rengindeki gözlerinden her an müstesna zeka kıvılcımları taşımaktadır. Boy kısa, bünye zayıftır. Formayı o zamanın teamülü aksine pantolonun içine koyar. Kalın yün çorapların örttüğü ince bacaklarında tekmelik hiç yok, dizlik arada, bileklik daima mevcuttur.

    İlk maçlarında beyaz, sonraları sarı kunduraları meşhurdur.

    Bedri’nin o tarihin mizahına mevzu olan “limon yerken” çıkarttığı resim pek meşhur olduğu gibi asıl şöhretine sebep teşkil eden iki hususiyeti, süratli ve kendi icadı bir vuruştur. Bu öyle nev’i şahsına mahsus bir icattır ki satırlarda tarifi biraz güçtür.

    Sürer veya dururken topun önünde bacaklarını geride çaprazlayıp çengel halinde öyle bir vurur ki darbenin isabeti ve şiddetine şaşmamak mümkün değildir. Bugün biraz Küçük Fikret’te gördüğümüz müthiş bir eşapeli süratinden ötürü de halk kendisine “Ceylan” lakabını takmıştır.

    Bedri’nin çabukluğundan başka vücut ve bilek çalımı mükemmeldir. Sağının da solu kadar olduğu muhakkaktır. Bir tarihte gerek muhtelitte, gerek kendi takımında “sağ açık” olarak tecrübe edilmiştir. Sade Türkiye’ye gelenler arasında değil, dünyanın en iyi antrenörlerinden Billy Hunter, Bedri’yi pek beğenirdi. Zira bu müstesna futbolcu yüksek oyunu kadar disipline olan bağlılığı ile de idarecilerini memnun etmiştir.

    “Ceylan” Bedri Gürsoy

    Kendisiyle kulüp ve antrenman arkadaşlığı ettim. Bugün hiçbir futbolcumuzun çalışmak tenezzülünde (!) bulunmadığı bazı faydalı sistemler arasında bir direkler pasajı talimi vardı ki Bedri bunda pek usta idi. Zaten meşhur çalakisini biraz da buna medyundur sanırım.

    Bu derece yükselmiş, enternasyonel, birinci sınıf bir elemanda mutlaka kusur, kusur değil de zaaf aramak lazımsa işaret etmek isterim ki Bedri’de demirden şütler, çivi nevinden kafalar, tank gibi ezip biçmeler yoktu. Bir de – kendi bu tabiyeyi hala beğeniyor ama – daima çizgi imtidadınca sürüşler yapıp korner köşesinden ortalamaları doğru bulmasını ben doğru bulmam. Fakat onun zamanında bu bir meziyetti.

    Bedri’nin en beğendiğim tarafı da ahlak dürüstlüğü, centilmenliği, renklerini hayatı kadar sevdiği halde “kulüpçü” görünmemesidir. Bu son saydığım sporcu karakterindeki asaleti ne yazık ki bazı müfrit muhitlerde suizanla karşılanmış ve – burada tekrarından yüzüm kızarıyor – bütün bir gençliğini vakfettiği kulübünden, sarı laciverdinden uzaklaştırılmak istenmişti.

    Bugün mümtaz bir diş tabibi olan Bedri’nin içtimai olgunluğuna en bariz misal de “gavura kızıp oruç bozmamak”, yani muhatap tutulduğu menfi ve acaip mülahazaya rağmen “Fenerbahçeli” kalışıdır.

    Muvakkar Ekrem Talu / Bedri Gürsoy

  • Zamkinos Kapısı

    Zamkinos Kapısı

    Ofsayd Osman’ı tanır mısınız? Hayır, Sadri Alışık’ın beyaz perdede hayat verdiği muhteşem karakterden bahsetmiyoruz. En az o kadar muhteşem başka bir Ofsayd Osman daha var. Bir nevi hakikisi! Aşağıda 13 Mart 1950 tarihli Öz Fenerbahçe‘den Taksim Stadı’ndaki Zamkinos kapısı hikayesini okuyacağınız Ofsayd, Ahmet Rasim’in de torunu olan ünlü müzik adamı Osman Nihat Akın… Eserleri arasında “Bir İhtimal Daha Var O Da Ölmek Mi Dersin”, “Körfezdeki Dalgın Suya Bir Bak Göreceksin”, “Yine Bu Yıl Ada Sensiz İçime Hiç Sinmedi” gibi şaheserlerin de bulunduğu Osman Nihat Akın, 25 Ekim 1959’da aramızdan ayrıldı. Gitmeden önce müthiş bir Fenerbahçelilik ve sayısız güzel spor yazısı bıraktı. İşte onlardan biri…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Zamkinos Kapısı

    Daha önce biz mi Mısır’a gitmiştik? Yoksa onlar mı İstanbul’a gelmeyi düşünmüşlerdi?. Hiçbirinin farkında değilim. Yalnız içlerinde Prenslerin de bulunduğu bir Mısır takımı ile Fenerbahçe’nin maçı var! dediler. Kadıköyü’nde birkaç arkadaş küçük bir kafile halinde yola çıktık. Garibi şu ki; bizim kafilede de züğürtlükten kinaye kendisine “Prens” lakabı taktığımız Mustafa adlı kekeme bir arkadaşımız vardı. Eşek yükü ile dayak yediği halde bedavacılıktan bir türlü vazgeçmeyen Mustafa’yla yolda bir hayli takılmıştık. Taksim Kışlası’nın kalın duvarları önüne gelince hep birlikte kandilli bir selam çakıp :

    • İçeride tekrar buluşmak üzere şimdilik sizi yalnız bıraktığımızdan dolayı özür dileriz. Zatıaliniz Zamkinos kapısından cızz!

    Deyip onu orada bıraktık. Zamkinos kapısı kekeme Mustafa’nın süzüle süzüle girdiği demir bir parmaklıktı. Bu kapı şimdi bir tümen mevcutlu zevatı muhteremin göğsünü gere gere içeriye girdiği bir kapı haline geldi. Medeniyet başka bir şeydir vesselâm!…

    Neyse mesele orada değil ve bizi de alakadar etmez… Biz staddan içeri girdiğimiz zaman maç başlamış, Fenerbahçe Mısır kalesini adeta abluka altına almıştır.

    • Hakimiyet bizde…
    • Baskı altındalar!.
    • Hacıların kazanı kaynıyor!. gibi matraklarla tahta saloşlar üstünde dalga geçerken Prens hazretleri Kadri’yi atlatıp arkasından bomba gibi bir şut çekerek bize gol atmasın ı?

    Hacılardan evvel bizim akıbetimiz belli olmaya başladığı için artık tribün esprileri sona ermiş, onun yerine gırtlağımız paralanıncaya kadar :

    • Haydi Alâaaa!.
    • Koyuver Zeki’ii!.
    • Ortala Bedi’ii!..

    Diye nâralar atmaya başlamıştık. Nitekim Alaaddin bizim sözümüzü yerine getirerek, birinci haftaymın son dakikalarına doğru öyle bir burun çekti ki, Mısır kalecisi Rüstem Paşa hazretleri topun nereden girdiğini dahi fark edemedi. Birinci haftayımı 1-1 berabere bitirdik ama biz de bittik.

    İkinci Yarı

    İkinci haftaym yine aynı sür’atle başladı. Daha henüz birkaç dakika geçmemişti ki, Fenerbahçe’de o gün sağ açık oynayan Haydar, topu kaptığı gibi öyle bir sürüş sürdü ki olur şey değil… Bir kaleden öbür kaleye kadar devam eden bu sürüş esnasında hiç kimseye takılmadı. Fakat şut çekmek için bir zaviye bulamadığı gibi, topu da kaptırmamak gayreti ile güzel bir orta yaptı. Suat bu topu yere indirmeden bir vole..

    • Gol!. Vaziyet 2-1 Fenerbahçe lehinde..

    Bu golden sonra çocuklar müdafaaya çekildiler. Aman yarabbiii!..

    Kadri’nin o günkü hali hiç gözümün önünden gitmiyor. Şimdi tekmeleriyle meşhur olan (Eker-Biçer) o günkü Kadri’nin yanında bir teşrifatçı kadar nazik kalırdı.

    Fenerbahçe’nin 2-1 galibiyeti ile neticelenen bu maçtan sonra, Galatasaray da aynı takımla bir maç yapacaktı. Bundan evvel, Fenerbahçe’yi üst üste iki defa yendikleri için:

    • Adaaam sende!.. Biz Fener’i iki defa yendikten sonra Fener’in yendiği takımı da yeneriz!.

    Diyorlardı. Böyle düşünmekte ve bu şekilde hesap etmekte belki hakları da vardı. Lakin netice ne oldu bilir misiniz?

    Bu neticeyi bugün dahi söylemeye dilim varmıyor! Fakat tarihin bildiğini halden saklamaya ne lüzum var?

    Hacı beyler Galatasaray’a çorap satar gibi yarım düzine gol attılardı!.

    Görüyorsunuz ya ben neler bilirmişim de söylemezmişim.

    Ofsayd / 13 Mart 1950 – Öz Fenerbahçe


    Not : Osman Nihat Akın’ın bahsettiği maç, 20 Ağustos 1926’da Taksim Stadyumu’nda oynanan Fenerbahçe-El İttihat maçı… Fenerbahçe bu maça; Nedim Kaleci, Sabih Arca, Kadri Göktulga, Şevki, Cevat Sayit, Fazıl Eldem, Haydar Aşan, Alaaddin Baydar, Sedat Taylan, Bedri Gürsoy on biriyle çıkmıştı.