Etiket: Ali Muhiddin Hacı Bekir

  • Eşref Aydın Röportajı

    Eşref Aydın Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Eşref Aydın röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yorulmaz Türk

    Fenerbahçe’de bir tarih yatıyor derken, büyük isimlerden birisi olarak sizinle röportaj yapabilme olanağı bulmak bizim için büyük şeref. Tam 70 sene Fenerbahçe’ye hizmet verdiniz. Ve hala hizmet vermeye devam ediyorsunuz. Kaç doğumlusunuz Eşref Bey? 

    13 Eylül 1919, Çorum doğumluyum. 

    Geçmişe yapacağımız bu uzun yolculuktan önce, nasıl Fenerbahçeli olduğunuzu öğrenebilir miyiz? 

    1927 yıllarıydı. Samsun’da ilkokulumu okuyorum. O zamanlar Samsun’da iki takım ön plandaydı. Biri Fenerbahçe diğeri ise Samsun İdmanyurdu. Biz Fenerbahçe’ye yakındık. Ben sarı laciverdi seviyordum. O yıllarda Fenerbahçe ve Galatasaray daha fazla revaçta idi, Beşiktaş fazla ön planda değildi.

    Spor hayatınız nasıl ve ne zaman başladı? 

    Benim spor hayatım 1935-1936 yıllarında başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O yıllarda güreş yapardım, Kadırga’da da top oynardım.

    Atletizm yarışı vardı. Tesadüfen Cem Atabeyoğlu ile yarışları izliyorduk, birbirimize laf attık “Hadi pehlivan sen de gir bunların arasına” diye, girerdin girmezdin derken girdik, 3 turluk bir yarışmaydı, birinci tur ikinci tur derken, ben koştum ve farkla birinci oldum. Herkes ayağa kalktı. Bana gelip övgüler yağdırdılar; “Sen atlet olmuşsun” dediler. Atletizm ne demek daha onu bilmiyordum o zamanlar.

    “Neden bu kadar büyüttünüz?” diye sordum.

    “Yaa sen milli atleti de geçtin” dediler.

    Meğer orada milli bir atlet varmış. Onu da geçmişim.

    Federasyon başkanı İhsan İpekçi varmış o sırada orada. İhsan Bey “Burada bir çocuk var, kapın bunu” demiş.

    Sinemaya çok merakım vardı. Beyoğlu’na gider 8 saat film izlerdim. Galatasaray bana eğer onlar için yarışırsam bedava sinema kartı vereceklerini söylemişti. Çok sevinmiştim. Fakat kulübe girdiğimde; orada monşerler, Fransızca konuşmalar falan bana çok soğuk geldi. Kendimi uzayda gibi hissettim. Üç ay dayanabildim.

    Bu arada beden hocam rahmetli Neriman Tekil’le de gidip geliyoruz, Fenerbahçe’de atletti. O dönemler Fenerbahçe’nin forma ya da papuç bile alacak parası yok.

    1939’da Neriman Tekil beni aldı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne getirdi, “Aman burada bir yarış var, ona da katıl” dedi.

    “Ama ben atlet değilim, şaka olsun diye koştum” dedim.

    O da “Sen burada koşarsan kazak kazanırsın” dedi.

    O zamanlar da 2. Dünya Savaşı yeni başlamış, hiçbir şey bulunmuyor, yokluk var. Pencereler ve ışıklar kapalı oturuyoruz. Hava saldırısı endişesi var.

    Lise 1 talebesiyim. Yine birinci oldum, söz verdikleri kazağı verdiler bana. Çok mutlu olmuştum. Beyazıt’ta oturuyordum.

    Hocam yine beni aldı ve Taksim Stadı’na götürdü, orada da yarış vardı. O yarıştan sonra bir sene kayboldum ortalıktan, girmedim yarışlara. Hatta o gün, Taksim Stadı’nın önünde resim çektik, “Stat yıkılacak” demişti hocam.

    Daha hiçbir kulübe kayıtlı değildim. Şehirlerarası yarışlara İstanbul’u temsilen katılıyordum.

    1940’ta İstanbul kros yarışması oldu; 4-5 tane milli atlet vardı. Orada 3000 metrede birinci oldum. O zamana kadar koştuğum en uzun mesafe 3000 metre idi. Sonra beni antrenman pistine getirdiler. Devamlı antrenmanlardaydım. 5000 ve 10000 metrede de Türkiye şampiyonu oldum.

    1941’den itibaren iyice tanınmaya başladım atletizm camiasında. O sene de yine Büyük Atatürk Koşusu’na götürdüler. İstanbul’dan Ankara’ya gitmek çok zordu o zamanlar. Ankara’ya ikinci gidişim olacaktı, daha önce bir kere izci olarak gitmiştim. Param da yok o zamanlar, ancak yol parası veriyorlar. “Trene bineceksin” dediler. Orada kalma şansı da yoktu. Yani, akşam binip gideceksin, orada yarışacaksın, sonra da akşam treniyle geri döneceksin, tabii yataklı tren değil pulman koltukların üzerinde!

    Orada Türkiye şampiyonları, Balkan şampiyonları var. Onların arasında esamem okunmuyor haliyle henüz. Aralarına girdim.1941 Büyük Atatürk Koşusu’nu kazandım. Herkes şaşırdı! Artık ondan sonra bütün 3000 m., 5000 m. koşularını kazanıyor, Türkiye rekorları kırıyordum. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne resmi olarak ne zaman başladınız?

    Yıl 1943…  Liseyi bitirdiğimde o zaman Fenerbahçe’den atlet Melih Kotanca vardı. Fenerbahçe Kulübü Başkanı ise Şükrü Saracoğlu idi. Hacı Muhittin de büyük kâtipti.

    Bahçekapı’da onun bürosuna gittik. Artık lisans da çıkarabilirdim. “Gel bakalım Eşref Fenerbahçeliymişsin, artık okul bitti bu kadar zaman bekledik. Senin başını bağlayacağız, lisansını düzeltelim” dedi.

    “Tabii efendim” dedim. Ve ilk imzayı atışım orada oldu.

    1947’ye kadar da tüm Türkiye ve Balkan rekorlarını kırdım. Hem Fenerbahçe hem de milli takım için. Her hafta yarış vardı.

    O yıllarda atletizmde de Fenerbahçe – Galatasaray rekabeti çok revaçta mıydı?

    Tabii ki o zamanlar da oluyordu Fenerbahçe – Galatasaray arasındaki yarış.

    Galatasaraylı bir Balkan şampiyonu vardı, o hep 1500 m. koşularını kazanıyordu; ben de 5000 m.-10.000 m. metre yarışlarını kazanıyordum.

    Neriman Tekil’in ağabeyi Firuzan Tekil (Genel sekreter) çok hizmeti vardır. “Sen 1500 koş hepsini geçersin” derdi. Ben de “İsterseniz 400 m.’de de koşarım, peki” dedim. 1500 m.’de koştum ve kazandım. Daha sonra 1500 m., 800m. ve 400 m. koştum.

    1945’de Mısır’da 400 m’de birinci oldum milli takım adına… 

    Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü adına düzenlenen İnönü koşularında hep birincilikleriniz vardı. 

    İnönü Stadı’nda Cumhurbaşkanı kros birincilikleri yapılıyordu, 6 sene arka arkaya birinci olmuştum.

    947’de Dolmabahçe Stadı yapılıyordu. Daha stat bitmemiş, biz bir kenarda antrenman yapıyorduk.

    Bana, “İsmet İnönü gelecek bir eşofman al ve stada gel” dediler.

    “Peki” dedim.

    Gerçekten de İnönü hayatında hiçbir spor müsabakasına gitmemiş ve hiçbir sporcuya da ödül vermemişti. Bir tek at yarışlarına gidermiş.

    1936 Olimpiyatları’nda ben güreş yapıyordum, arkadaşım, Hitler’in zamanında olimpiyat şampiyonu olmuştu.

    Mustafa Kemal Atatürk çağırmış ve O’na ev hediye etmişti; fakat İnönü 1948 olimpiyatlarıyla hiç ilgilenmemişti. Dolmabahçe Stadı’na o gün antrenman sırasında ilk defa İnönü de gelecek dediklerinde şaşırmıştım; elim ayağım titriyordu.

    Yanına gidilmiyor tabii.

    “Bekle burada” dediler bana ve sonra alıp beni İnönü’ye götürdüler.

    Aklımda kalan tek şey; “Evladım, talim mi yapıyorsun?” diye sormasıydı.

    “İşte paşam, sizin adınıza yapılan koşuları 6 senedir arka arkaya kazanan sporcumuz bu” dediler.

    Bana mükâfatlar verdi. Hediye edilen Zenith marka kol saatime herkes merakla bakıyordu o zamanlar. İnönü ile tanışmak ve konuşmak da nasip oldu bana ne mutlu ki… 

    Ve yıl 1947. 4 Temmuz Normandiya Çıkartması adına düzenlenen Enternasyonal Amerika Şampiyonasına gidişiniz… 

    1945’de Balkan rekorunu kırmıştım.

    1944’de olan “Normandiya Çıkarması” adına Amerika’da 1947’de, yani 3 sene sonra bir atletizm şampiyonası yapıldı. Ön elemeler için Balkanlardan iki kişi çağırdılar. Bizden de olimpiyat üçüncüsü Ruhi Sarıalp vardı. Son seçmelerde Ruhi 3. oldu, ben 1. oldum ve Amerika’ya beni gönderdiler.

    Amerika yolculuğumuz o kadar kolay olmadı. Uçak bekliyoruz gelmedi. Meğer uçak düşmüş ve herkes ölmüş. Uçuşumuz bir hafta sonraya kaldı. O zamanlar haftada bir uçak kalkıyordu. 30 kişilik pırpır uçaklar. Dura kalka gidiyoruz.

    Londra’ya gittiğimizde hayretler içindeydik savaş sonrası her taraf bombalanmış halde, duvarların yarısı var yarısı yok, inanılmazdı. Banklar vardı, oturduk, bekledik. Benzin ala ala devam ediyorduk.

    1945’de Atina’ya, Mısır’a gittiğimizde de aynı savaş izleri öyleydi. Ve 48 saatlik bir zorlu bir yolculuk sürecinden sonra Amerika’ya geldik.

    Oradan yarışmaların yapılacağı Nebraska’ya geçtik. Bizi çiçeklerle karşıladılar. Çelenkler taktılar. Türkiye’den geldi diye şehirde açık arabayla dolaştırdılar. Türkiye’yi bilen yok. Teksas’ın doğusunda mı güneyinde mi diye soruyorlar. Otele yerleştik. Hava 50 dereceydi; klimayı varlığından bile haberim yok. Hasta oldum, yemeklerini de yiyemiyordum. Lisanım yoktu. Çok zorlandım. Dünyanın her tarafından gelmiş atletler vardı. 10.000 metrede koşacaktım fakat rakibim yoktu. Bununla birlikte diğer derecelerde çok iyi atletler vardı. 5000 metre koştum.3. oldum.  

    Amerika’da kalmanızı teklif ettiler mi?

    Yarış bitti, tam döneceğim sırada Amerika’da okuyan bir Türk talebe yanıma geldi. Beni valiye sonra da yarışmayı düzenleyen Nebraska Üniversitesi’nin rektörüne götürdü. 

    Rektörün yanına çıktığımda Türkiye’de ne yaptığımı sordu. Sporumun dışında hukuk öğrenimi sürdürdüğümü ve Haydarpaşa Lisesi’nde beden eğitimi öğretmenliği yaptığımı söyledim.

    Ne kadar kazandığımı sordu, “100 lira alıyorum” dedim.

    Ertesi gün de döneceğimi belirttim Tam kapıdan çıkıyoruz, oturma iznimi verdiler, talebe kaydımı yaptılar.150 dolar teklif ettiler ve onların ülkesinde Nebraska eyaletini temsil etmemi istediler.

    Peki, Fenerbahçe Spor Kulübümüz kalmanıza izin verdi mi?

    O yıllarda bir sporcunun Türkiye’den Amerika’ya gitmesi kulüplerin maddi imkânsızlıkları nedeniyle çok zordu. Milli takımdan Fenerbahçeli bir atlet olarak Amerika’da yarışı kazanmak büyük bir prestijdi. Yer yerinden oynuyordu.

    Daha önce bir boksör arkadaş Amerika’ya gitti, geldiğinde statta yürütmüşlerdi, Amerika’ya gidip gelen birini görsünler diye. Öyle bir zamanda federasyondaki Galatasaraylı üyeler gazetelere düştü; para vardı, yoktu diye.

    O yıllarda Saracoğlu başkanımızdı. Bizim Fenerbahçe yönetim kurulu bastırdı ve her şey tamamlandı. Galatasaraylılar engel olmaya çalıştı ama en sonunda federasyon Fenerbahçe’ye “Paranın yarısını verin gönderelim” dedi.

    Federasyonda Galatasaraylılar çoğunluktaydı. Olimpiyat komitesi başkanı da Galatasaraylıydı. 300 Lira tutuyordu; gidişimin yarısını kulübüm karşıladı ve öyle gönderdiler. Amerika benden kalmamı istediğinde işin federasyon tarafını hiç düşünmedim. Ama Fenerbahçe’ye minnet borçluydum. Oradan bir mektup yazdım. Mektubumda bana orada sundukları tüm eğitim olanaklarından bahsettim. Ayrıca eğitimimi Amerika’da tamamlayıp Fenerbahçe’ye daha iyi hizmet edebileceğimi düşünüyordum; “Onay verirseniz kalacağım, isterseniz de arkama bakmadan dönüp geleceğim” dedim. O mektup gazetelerde çıkmış hatta mektubumun basıldığı gazeteyi bana gönderdiler. Amerika’da kalmam için kulübüm izin verdi, federasyon da istemeye istemeye kabul etti.

    5 sene Amerika’da kaldım. Orada evlendim.1947-1952 yılları arasında orada eğitimimin yanı sıra tabii ki atletizm de yaptım. Yarışmalara katıldım.

    1948’de bir akşam “Olimpiyat ön seçmelerine gidiyorsun” dediler. Okul kapanmak üzereydi, apar topar gittim.

    Kaydım yapıldı, tam başlamadan evvel “Nasıl bir yarış bu?” diye sordum. “Milli takımın olimpiyat seçmesi kazanan ilk üç kampa girecek ve 1948 olimpiyatlarına Londra’ya gidecek orada Amerika’yı milli oyuncu olarak temsil edecek” dediler.

    Şok oldum ve “Ben Türk vatandaşıyım” dedim.

    “O önemli değil, seni Amerikan vatandaşı yaparlar” dediler.

    Benim elim ayağım titredi, 5000 m. koşu için çağırmışlardı. Öylece hayalet gibi duruyorum, lisan da fazla bilmiyorum. Ben bir tur gittim, sonra yarışı bıraktım. Kafam hala ordaydı. Amerikan vatandaşı olarak Londra’ya gideceğim ve olimpiyatlarda Amerika’yı temsil edeceğim. Bu mümkün değildi.

    Tüm hayalim Türk bayrağı altında yarışmak ve başarılı bir Türk sporcusu olmaktı. Bana öl deseler ölürüm bayrağım için, o kafa yapısındaki insan kalkıp da orada Amerikan bayrağı altında yarışabilir mi, bıraktım her şeyi…

    “Çok hastalandım, kramp girdi.” dedim ve oradan kaçtım. 

    Ve Türkiye’ye dönüşünüz… 

    Nebraska sonrası bir süre New York’ta kaldım. Bir çocuk sahibi oldum. Eşim benimle birlikte Türkiye’ye dönmedi. Annem rahatsızdı dönmek zorundaydım.

    Geri geldiğimde artık yarışları bırakmıştım. Önce federasyona bağlı atletizm ajanlığına getirildim. Her gün sahalara gidiyordum. Atletizm eskiden futboldan bile önemliydi. At başı gidiyordu, en iyi atletleri toplamaya çalışırdım. Okulların levhalarına yazı yazardım. Stada toplardım onları 300-600  kişi vardı Kuleli Askeri Lisesi’nden, Deniz Lisesi’nden tüm okullardan gelirlerdi. Hepsinin hayali kazanayım da Fenerbahçe- Galatasaray maçını izleyeyim. Mükafat koymazsanız gelmezlerdi.

    1952-1956 Amerika Milli Takımını olimpiyatlardan evvel bir kuruş parasız Türkiye’ye getirdim. Bunu federasyondaki görevim icabı değil, ajan olarak düzenledim. Onları Dolmabahçe Stadı’nda yarıştırdım. Yunanistan’a da gidiyorlardı, buraya da gelsinler diye düşünmüştüm. Olimpiyatlardan evvel onları buraya getirmek ve yarıştırmak büyük bir şeydi. Oradan oyuncu da çıkardım.

    Sonra Atletizm Şube Başkanlığına getirildim. Bu arada Fenerbahçe üyesi olduğumdan kulüple bağlantımı koparmamıştım. Artık her gün kulüpteydim. 

    Şu an atletizmi Türkiye’de ne düzeyde görüyorsunuz?

    Üzülüyorum bugünkü şartlarda Türkiye’nin atletizmde gelişmesi mümkün değil.

    Atletizm ajanlığı yaptım, 6 ayda milli atletizm takımı çıkardım, yetiştirdim.

    Amerika’dan geldiğim seneler kimse anlayamadı beni; şaşırdılar, engellemeye çalışanlar bile çıktı. Hala yanlış işler yapılıyor. O yıllarda atletizm bana bırakılsaydı bugün Türkiye atletizmde çok farklı ve iyi bir yerde olabilirdi. Kısmet, bırakmadılar işte, ben de futbola döndüm.

    Hizmet verdiğim 70 sene içerisinde Fenerbahçe’nin 10 tane şampiyonluğu varsa ne mutlu ki 9’unda benim de adım vardır. 

    Bir anda kendinizi futbolun içinde buldunuz…

    Atletizm şube başkanlığı yaparken her gün Fenerbahçe sahalarındaydım. Futbol maçları da oluyordu, yakından ilgileniyordum.

    Fenerbahçe kongreleri oluyordu, kulisler yapılıyordu. Kongre üyesiydim, faaliyetler, seçimler başladı. Sokak kongreleri yapıldı, futbol takımının çalışmalarını da izliyordum,

    Amerika’dayken ilk iki sene spor tahsili yapmıştım. İki senenin sonunda ekonomi ve işletme tahsili almaya başladım. Türkiye’ye döndüğümde de sporun tüm şubelerini takip ediyordum özellikle de futbolu. Çalışmalara, antrenmanlara bakıyordum, yeniliklerden doğal olarak haberleri yoktu. Ben de Amerika’ya gittiğimde hiçbir şey bilmiyordum. Dönüp baktığımda yanlış işler yapıldığını gördüm. Ve başladım futbol kitaplarını alıp tercüme etmeye.

    O yıllarda orada koşuma engel olmasın, şişkinlik yapmasın diye su içmiyordum. “Aman tuz koymayalım” diyordum. Bana orada her gün hap veriyorlardı meğer tuz hapıymış. Bu en basitiydi. Burada bir sürü yanlış bilgiyle yetişmişiz.

    Sonrasında kulis faaliyetleri arasında öyle bir noktaya geldik ki 1960-61 yıllarında takımın başında Macar antrenör Lazslo Szekelly vardı. Takımda Canlar, Lefterler, Fikretler var. Yönetimimizde ise başkanımız H. Kamil Sporel, yönetim kurulunda Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Niyazi Sel, Müzdat Yetkiner var. Herkes konuşuyor, üzülüyor.

    8 maçta galibiyet yok. Ligin ilk yarı sonunda bir de Galatasaray maçımızda 5-1’lik bir yenilgi var, diyorlar ki “Bu Galatasaray mağlubiyetinden sonra bizim bu kulüpte yöneticilik yapmamız haramdır.”

    Toplanıp karar veriyorlar kongre yapılacak. Aldığım eğitim sonucu bir futbolcunun en az 5000 metre koşacak nefese sahip olması gerektiğini, dünyanın değiştiğini, yeni kuralları anlatıyorum. “Çalışalım, geçelim ve şapkayı gösterelim onlara” diyordum. Yönetim kurulu karar verdi ve futbol şubesinin sorumluluğunu bana verdiler. “Al sen çalıştır.” dediler. 

    Yıl 1960-61 ve futbol şubesi sorumluluğuna getirildiniz… 

    Sorumluluğumun ilk günü sabah tüm futbol grubunu çağırdık. Herkes merak ediyor.

    O zamanlar takım kaptanı Şeref Has. Bir konuşma yapıp futbolun tüm dünyada değiştiğini, farklı yeni yöntemler olduğunu ve futbolun artık sadece top oynamak olmadığını bir de topsuz oynamak gerektiğini anlattım. Topladım herkesi koşturuyorum, ağırlık çalışmaları yaptırıyordum.

    Yazılı basın geldi. Onlar da ne yapacağımı merak ediyorlar. Bana sorular sormaya başladılar. Düşündüm, futbolcuların koşusunun zayıf olduğunu söylesem ertesi gün basında alay edecekler. Ben de fizik kondisyonundan bahsettim ve bundan sonra takımın fizik kondisyonu ile uğraşacağımı söyledim. Hatta bunları İngilizce ile karışık söyledim. Takımın kondisyonu ne demek diye soramadılar bile, öylece yazdılar söylediklerimi. (Gülüyor) 

    Daha önceki antrenman sistemi nasıldı? 

    Önceleri haftada iki gün salı-perşembe antrenman yapıyorlardı. Hafta sonu da maça geliyorlardı. Diğer günler boş günleriydi.

    Benimle birlikte haftada iki gün futbol diğer günler ise koşu ve kondisyon çalışmalarına başladılar. Ve böylelikle haftada yedi gün çalışmaya başladılar.

    Peki ya oyuncuların bu disiplinli ve yoğun tempoya alışmaları kolay oldu mu? 

    Tabii pek kolay olmadı. Hiç unutmam ikinci hafta oldu. Can Bartu askerden geldi. Ve antrenmana girdi. O aralar hepsi alışmıştı su ısıtılıyor, kazanlar ısıtılıyor ama yetişmiyor, yıkanamıyoruz bahaneleri. Mangalda su ısıttırıyorum, tenekedeki sularla yıkanıyorlar. 

    Bir gün yine Can Bartu’yu koşturuyorum 30 metre geride kalıyor. Genelde kolalı gömlek giyerdim o günde tesadüf üzerimde kolalı gömlek çekmişim, altımda da eşofman ama ben de onlarla beraber koşuyorum.

    Can’ın yanına gidip “Hasta mısın Can, sen hep geride kalıyorsun” dedim.

    “Niye bu kadar koşuyoruz Eşref Ağabey biz atlet miyiz, futbolcu muyuz? Sahada koşacak mıyız yoksa futbol mu oynayacağız?” dedi.

    Ben de “Bak oğlum, ünlü Amerikalı artist Marlyn Monroe var ve her sabah kondisyonunu muhafaza etmek için 3 km koşuyormuş, ben de sizinle beraber koşuyorum, bakın şu kolalı gömleğime terlemedim bile. Siz 90 dakika futbol oynayacaksınız, 90 dakika koşmadan mı futbol oynayacaksınız, artık koşmadan futbol yok, dünyada önde olacaksınız, daha yeni başlıyoruz” dedim.

    Bu kondisyon çalışmaları Türkiye’de ilk Fenerbahçe’de başladı. Sonrasında bir konuşma daha yaptım ve kızarak, “Can, koşamıyorsan çık arkadaşlarının arasından” dedim. Ve takımdan çıkardım onu, arkasından da “başka koşamayacak var mı ?” dedim. Baktım kimseden ses yok, biz antrenmana devam ettik bir süre sonra Can da bize katıldı.

    Ve ikinci devre ilk maçımız Kasımpaşa ile. Onları 3-0 yendik. Arkasından Altınordu, Göztepe 4-0, 3-0 sonuçlarla hepsini ezdik, geçtik. Avrupa çapında takımlardı onlar. Sonra da Beşiktaş, Galatasaray’ı süpürdük geçtik.

    Takım kazanmaya başlayınca Macar antrenörü de geri getirdiler. Birlikte çalışmaya başladık. O sene liglerdeki ilk şampiyonluğumuzdu (1960-1961). Ertesi sene Miroslav Kokotovic (1962-1964) vardı, ben çalışmayı bırakmıştım ama mağlup olunca o kaçtı ve yine beni getirdiler takımın başına. Ve o sene de beni yönetime aldılar, futbol takımımın sorumlusu olarak göreve başladım. Başkanımız İsmet Uluğ ile birlikte çalıştık.

    Yıl 1964-65 Antrenör İngiliz Oscar Hold. Yine tüm görevi beraber üstleniyorduk, benim Amerika’dan getirdiğim kronometrem vardı, onunla futbolcuları çalıştırıyorduk. Hiç unutmam; çocuklar onları koşturmayalım diye kronometreyi yok ettiler.

    Çok zor geliyordu koşmak. Aralarında bir futbolcuyu yok etmek istiyorlarsa 10 metre uzağa top atıyorlardı ki koşsun yorulsun yorulunca da bir daha oynayamasın. 

    Fenerbahçe Müzemize her geçen gün yeni bir kupa, yeni bir madalya ekleniyor. Siz Eski Sporcular Derneği Başkanımız olarak eski sporcularımıza neler öneriyorsunuz? 

    Fenerbahçe’nin büyük bir mazisi ve tarihi var. Tüm eski sporcularımızın ellerinde bulunan madalya, kupa, resim ve evraklarının müze kurulumuza iletilmesi gelecek nesillerimiz açısından çok önemlidir.

    Ailenize bırakacağınız bu objeleri sadece aileniz ve çevreniz görür; fakat müzemize devredilen bu mirası milyonlarca Fenerbahçeli müzeyi her ziyaret ettiğinde görebilir. Müze Fenerbahçe’nin tarih kitabıdır.

    1940 yıllarında kazandığım madalyaları İstanbul Erkek Lisesi’ne götürdüler. Normandiya çıkartması madalyası çok az insanda vardır. Ama bu madalyada asıl hak sahibi Fenerbahçe Spor Kulübü’dür. O Fenerbahçe’ye aittir.

    Bütün yarışlarda madalya veriyorlar ama bu madalyanın özelliği bir kereye mahsus olarak verilmesiydi.

    Bunun dışında Kral Faruk’tan aldığım madalyalar ve diğerleri hepsi şu an müzede sergilenmektedir. Bilhassa onu ve diğer madalyalarımı kulübüme verdim.

    Gördüğünüz gibi evde hiçbir şey kalmadı. Müzede muhafaza ediliyorlar. Bu da benim için ayrı bir onur ve gurur kaynağıdır.

    En beğendiğiniz futbolcular kimlerdi? 

    Ogün Altıparmak, Lefter ve Can Bartu’yu çok beğenirdim.

    Bir iki kaptan sayarsam bunun birisi Can Bartu’dur. Çünkü Can Bartu’yu futbolculuğunun dışında kaptan olarak da çok beğenirdim. Nedeni ise: O hem takıma hâkimdir hem de yurt dışında da futbol oynadığından deneyimli ve yeteneklidir. Hatta basında da çok sevilen bir insandı. Fenerbahçe’den gitmesini çok istemişlerdi. Ben karşı çıktım. 

    Nasıl karşı çıktınız, neler yaşandı? 

    Can Bartu hala bilmez ne olduğunu, o sene Can takım kaptanı ve Can’ın transfer senesiydi. Transferde komite başkanıyım, tek tek çağırıyoruz, konuşuyorum yönetim de karar veriyor. Yalnız bu toplantıdan evvel yönetimde olan Suphi Ergül, Necmi Kurtuluş, Sadun Erdemir, Kemal And benimle bir yemek yemek istediler.

    Caddebostan Yelken Kulübü’nde bir öğlen yemeği yedik. “Kadıköy grubu olarak bir toplantı yaptık, Can Bartu’nun satılmasını istiyoruz” dediler. Tabii benimle de ters düşmek istemiyorlar. Kadıköy Grup Başkanı Semih Bayülken “Eşref’le konuşun ikna edin Can Galatasaray’a gitsin ve Fenerbahçe’den uzak kalsın, ilerde bu bize sorun olacak, Can ne isterse istesin satın” demişler. Bana böyle anlattılar.

    Onlara Can’a ihtiyacımız olduğunu söyledim. Fakat başka çare olmadığını söylediler. Güldüm, antrenman sonrası Can’a “Sen Sirkeci’ye iş yerime gelebilir misin?” dedim.

    Ertesi günü Can geldi. “Gel dediniz geldim, ben ilk defa bir yöneticinin işyerine geliyorum” dedi.

    “Can senden bir şey isteyeceğim, öbür gün transfer için sizleri çağıracağız, kaç lira düşünüyorsun diye soracağız, sen kaç düşünüyorsun” dedim.

    “Öbür oyunculara 70-80 bin dediniz, herhalde bana daha fazla verirsiniz” dedi.

    “Bak sen geleceksin, ben para falan istemiyorum diyeceksin, ben Fenerbahçe’de bu kadar oynamışım seneye jübilemi yapıp futbolla ilişkimi Fenerbahçe’de bitireceğim diyeceksin” dedim.

    “Tamam, Eşref Ağabey sen öyle istiyorsan öyle derim” dedi.

    “Bana bırak” dedim.

    Ertesi gün yönetim kurulunda Rüştü Dağlaroğlu da var. Selim Soydan geldi. Şükrü Birant geldi. Ve sonra sıra Can’a geldi. Faruk Ilgaz’ın yanında oturuyorum.

    Önce ben konuşuyorum; Can’a “Bizim kafamızda var bir rakam ama herkesin fikri olsun senin kafanda ne var” dedim.

    “Ben para istemiyorum” diyerek aynen benim kendisine dediklerimi tekrarladı.

    “Tamam git” dedim, gönderdim.

    Herkes söyleniyor. “Can kalıyor çünkü hiçbir şey istemeyen adamı ben satamam” dedim.

    Dedim demesine ama yüz bini de sonradan Can’a verdim tabii. Sonra bütün mesele anlaşıldı. Semih Bayülken ile Muhittin Burgulu ilk seçimde beni sildiler. Ama o sene Can’ın sayesinde 8 puan önde şampiyon olduk. 

    Fenerbahçe’de oynayan her futbolcunun duruşu davranışları bir Fenerbahçeli gibi olmalıydı. Bunun bilinciyle, onları çalışma saatleri dışında da gözlemliyordunuz… 

    Geceleri bile futbolcuların evlerini dolaşırdım. Selim’in evine gittim. Eşi Hülya Koçyiğit çıktı, evlenmişlerdi. “Hemen Selim nerede” derdim. Hülya çok hanımefendi bir insandı; çaylar, kahveler, ikramlar.

    Hepsinin evine gidiyordum, Yılmaz Şen, Yaşar Mumcuoğlu…

    Oyuncuların özel sorunlarını da paylaşıyordunuz… 

    Tabii ki, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenirdim.

    Kaleci Datcu vardı, bir gün kampa geldi.

    Selim Soydan dedi ki “Datcu ile konuş, morali çok bozuk.”

    “Hayrola” dedim.

    “Yok bir şey, eşimi düşünüyorum, ev sorunu hala çözülmedi” dedi.

    Ertesi gün de maçımız var. “Sen yarınki maçı düşün.” dedim.

    Pazartesi sabahı kulübe saat 10.00’da geldim. Yönetime durumu anlattım.

    “Otelde kalıyorlarmış, perişan durumdalar” dedim.

    “Hayır, evde kalıyorlar” dediler.

    Reşat Dermanver’e “Sen evi biliyorsan, beni götür” dedim.

    Beraberce gittik,  kapıyı başka insanlar açtı. Datcu haklıydı, evi başkasına vermişler. Dönüp sorunu anlattım.

    “Size yarına kadar, tam 24 saat müsaade; yoksa 25. saatte bu kulüpten içeri giremeyeceksiniz” dedim.

    O sorun da öyle çözümlenmişti. 

    5 kupayı aldığımız sene (1968), Ogün Altıparmak geldi

    “Ağabey benim bonservisimi ver, Amerika’ya gideceğim, beni istiyorlar” dedi.

    “Peki, oğlum, yalnız bir şartım var; sana ihtiyacım olursa isteyeceğim ve hemen geleceksin” dedim ve gitti.

    Bize Manchester çıktı. Ogün’ün adresini aldım. Gündeme sundum Ogün’ün çağrılması için. O toplantıda “Manchester’ı mı eleyeceğiz, Ogün’ü çağırmak çok para, boş ver” dediler.

    Ben ısrar etmedim, ama kafama da takıldı, uyuyamadım. Suat Belgin vardı, Büyük Fikret kaza geçirdiği için adresi ondan istedim.

    Ogün’e “Acele çarşamba burada ol, yönetim kurulu parayı çok buldu ama ben bu parayı öderim” dedim. Ve Ogün geldi.

    “Sen nerden çıktın?” demiş herkes.

    “Eşref Ağabey çağırdı” demiş.

    Benim için “Zengin adam, savuruyor” demişler.

    “Doğru kampa git” dedim.

    Ignace Molnar antrenördü. Ona Ogün’ü takıma koy, forvet oynatacağız dedim.

    O maçta bir golü Ogün attı ve maçı 2-1 kazandık. Ogün Amerika’ya bir daha dönmedi, burada kaldı ve hayatı değişti.  

    Amerika’da üniversitede spor, ekonomi ve işletme eğitimi aldınız. Fakat ekonomi eğitiminizde bir ders yüzünden diplomanızı alamadınız. Ve hata olduğu anlaşıldığından diplomanızı 50 sene sonra torununuzla birlikte aldınız… 

    Evet, 50 sene sonra torunum Nate ile beraber gittiğimizde diplomamı verdiler. Torunum Nate de Nebraska Üniversitesi’nde şampiyon bir atlet olarak okuyup, koşmaktaydı.

    Amerika’da iki diploma almam lazımdı. Birini eksik kredim olduğu zannedildiği için vermediler; hâlbuki yokmuş, bir hata olmuş. Durumu tekrar açıkladım kendilerine; bir ders varmış borçlu hukuk dersi, Amerikan hukuku ile ilgili olarak gerekmeyecek diye almamıştım. 50 sene sonra kabul ettiler ve ben de 50 yıllık küçük bir gecikmeyle diplomamı 18 Aralık 1998’de Nebraska Üniversitesi okul yönetiminin düzenlediği özel bir mezuniyet töreniyle aldım. 

    Yaptığım araştırma sonucu 1958 yılında verdiğiniz bir demeçte Fenerbahçe Stadı’nın 100.000 kişilik olması gerektiğini söylemiştiniz. Hâlbuki söylediğiniz yıllarda stat 7.000 kişilik olup 3000-4000 kişilik kapalı tribünü vardı. 100.000 o yıllar için çok iddialı bir sayıydı…

    O zamanlar 3000-4000 kişilik kapalı tribün vardı. Fenerbahçe’nin 100.000 kişilik stada ihtiyacı olduğu o zamanlardan görünüyordu.

    Maçlardan bir gün önce geceleri uyanır bakardım yağmur var mı diye panik yapardım. Prim ödeyeceğiz, kulübe kazanç sağlayacağız ancak böyle ayakta duruyorduk. 50 sene evvel o zaman ki gazete kupürlerinde vardır doğru.

    Taraftarlara mesajınızı alabilir miyiz? 

    70 seneye yakın sporun içindeyim, taraftarlarla da iç içeyim. O günden bugüne kadar taraftarla yakından ilgileniyorum.

    Bir kere şunu söyleyeyim; Fenerbahçe sevgisi o zaman 10 ise şimdi 100! Çok büyük saygı duyuyorum, onur duyuyorum, gururlanıyorum, iftihar ediyorum.

    Biz bu hizmeti yaparken her zaman isterdik ki Fenerbahçe’yi sevsinler, müsabakalara gelsinler, Fenerbahçe’yi alkışlasınlar, amacımız buydu. Şampiyon olalım onları mutlu edelim ve onların mutluluklarından mutluluk duyalım ama bugün çok olumlu ve çok büyük değişiklikler var.

    Ben iki sene evvel bir maç öncesi Kalamış’ta bir restoranda var, oraya gittim. Orada gördüm aynı heyecanı. Amerika’da taa o yıllarda maçlardan evvel aynı bu coşku olurdu. Hatırlıyorum 5 kupayı aldığımızda bir merasim yapmıştık. İlk defa yapılıyordu, basından Erdoğan Arıpınar kutlama organizasyonu teklifiyle Başkanımız Faruk Ilgaz’a gittiğinde Başkan “Böyle bir büyük organizasyon yaparsak camia iyi karşılamaz” demişti. Ve konuyu bana yönlendirdi. Organizasyon gerçekleştiğinde Fenerbahçe camiası Başkan Faruk Ilgaz’ a “Bu kadar sene şampiyon olduk, böyle merasim yapmadık.” demişlerdi. Ben bunu Amerika’da gördüğümden yaptım.

    Bir de kötü söz ve hakaretlere karşıyım o da kaldırılmalı. 1980’e kadar böyle bir şey yoktu taraftar yapmadı bunu. Bu sözlerim tüm Türk futbolu adına.

    Çocukluğumuzda kafamızı havaya diker dört genç havaya bakardık, gelen bakar, giden bakardı. Galata Köprüsü’nde bir yere baktı mı herkes bakıyor birisi bir şey yaptı mı herkes yapıyor. Bu yöneticiler topluluğu bu tarafa bak diyecek bunu toparlamak yine yöneticilere düşer.

    Sibel Kurt – Eşref Aydın Röportajı – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • 28 Şampiyonluk Yolu

    28 Şampiyonluk Yolu

    9 Eylül 2023 tarihinde yapılan Fenerbahçe Olağanüstü Tüzük Tadili Genel Kurulu‘nda Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Simla Türker Bayazıt‘ın fikri, emeği ve uygulamasıyla hayata geçen 28 Şampiyonluk Yolu, büyük ilgi topladı.

    Unutulduğunu düşünen sporcu aileleri de büyüklerini bu yolda görünce çok mutlu oldular…

    Görselleri seçme ve metinleri yazma onurunu bize layık gördüğü için Simla Hanım’a sonsuz teşekkür ediyor, kronolojik sırayı herkesin görebilmesi için sitemizde de paylaşıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu




    1907’den bugüne Fenerbahçe ve Türk futbol tarihini izlediniz.

    Ülkemizde 1923’den sonra başlayan ve günümüzde halen devam eden “ulusal” futbol organizasyonları hem tarihi hem de hukuki olarak devamlılık gösteriyor.

    Türkiye Futbol Birinciliği ve Milli Küme, 1959 yılı itibariyle “Milli Lig” adını aldıktan sonra, günümüzde ise “Süper Lig” ismiyle devam ediyor.

    Türk futbolu, kurumsal kimliğini kazandığı 1923 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tüzük ve kanun maddeleri ile yönetiliyor.

    Tüm bu gerçeklerden hareketle;

    Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu ve 1959 öncesini inkar etmek

    TARİHİ İNKAR ETMEK,

    ÜLKE FUTBOLUNUN GEÇMİŞİNİ YOK SAYMAKTIR!

  • Fikret Arıcan Albümü

    Fikret Arıcan Albümü

    “Büyük” Fikret Arıcan… Halit Çapın’ın “Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz” dediği “Büyük” Fikret Arıcan albümü ile karşınızdayız… Kahraman futbolcumuzun ailesine ulaşma ümidimizi gerçekleştiremezsek bu müthiş yayınla Fenerbahçe tarihine muazzam bir armağan daha veren kıymetli büyüğümüzün hatıralarını sizlerle buluşturmanın gururunu yaşayacağız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: “Büyük “Fikret Arıcan, Fenerbahçe’nin en çok Türkiye şampiyonluğu yaşayan isimlerinden biri… Yedi şampiyonlukla başı geçen “Naci Bastoncu” ve “Esat Kaner”den sonra Cihat Arman ve Fikret Kırcan ile birlikte kendisinin 6 şampiyonluğu var. Bu zaferlerde 87 maçta 35 golü var… Hepsi nur içinde yatsın…


    “Büyük” Fikret Arıcan Albümü

  • Lebip Elmas Arşivi

    Lebip Elmas Arşivi

    Lebip ağabeyin sevgili oğlu, kıymetli büyüğümüz Suavi Elmas’ın büyük teveccühüyle toplam 230 fotoğraftan oluşan muazzam bir koleksiyonu yayınlamanın mutluluğunu yaşıyoruz: Lebip Elmas Arşivi

    Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nun 1987 tarihli “Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihçesi” kitabında, 1933-1944 yılları arasında 218 maçta forma giyip 10 gol attığı tarihe kaydedilen Lebip ağabey, Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunun 5 tanesinde pay sahibiydi:

    1935, 1937, 1940, 1943 ve 1944

    1933 yılında düzenlenen ve Fenerbahçe’nin ilk Türkiye şampiyonluğunu kazandığı sezonda ise forma giymemesine rağmen final maçı için İzmir’e giden kafiledeydi.

    Portreleri, ailesi ve dostları ile fotoğrafları, takım arkadaşlarıyla saha içi ve saha dışı resimleri derken eşsiz bir koleksiyona daha kavuşmanın heyecanını sizinle paylaşıyoruz.

    Fenerbahçe’nin şampiyonluklara en fazla iki sene uzak kaldığı yıllara ve başta Lebip Elmas olmak üzere bütün Fenerbahçe kahramanlarına saygıyla…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not: “Fotoğraflarda kimler, neler, nereler var?” diye soracak olursanız… Cevabı şöyle verebiliriz:

    Ahmet Erol, Ali Muhiddin Hacı Bekir, Ali Rıza Tansı, Aydın Bakanoğlu, Basri Taşkavak, Beden Terbiyesi Umum Müdürlüğü, Bedii Yazıcı, Bülent Büyükyüksel, Cevat Sayit, Cihat Arman, Didi, Esat Kaner, Faruk Hızer, Fazıl Arzık, Fenerbahçe, Fenerbahçe Stadyumu, Fikret Arıcan, Fikret Kırcan, Füruzan Şansal, Hadi Tarlan, Halil Köksalan, Halit Deringör, Hayati Öney, Hüsamettin Böke, İbrahim İskeçe, İrfan Denever, Kasımpaşa, Kazım Bayülken, Kemal Onan, Lebip Elmas, Lütfi Boyer, Mehmet Reşat Nayır, Melih Kotanca, Moda Deniz Kulübü, Muammer Oraman, Muhtar Sencer, Murat Alyüz, Muzaffer Ateşçi, Muzaffer Çizer, Müzdat Yetkiner, Naci Bastoncu, Naim Şukal, Namık Erbay, Nazım Kayar, Necdet Dalay, Necdet Erdem, Niyazi Sel, Nuri Pekesen, Orhan Canpolat, Orhan Menemencioğlu, Oscar Hold, Osman Kavrakoğlu, Ömer Boncuk, Rasih Minkari, Razi Trak, Rebii Erkal, Recep Nurcan, Reşat Dermanver, Sadi Çoban, Safa Özyurt, Sedat Bayur, Semih Arıcan, Semih Bayülken, Suat Belgin, Suavi Elmas, Süleyman Tekil, Şaban Topkanlı, Şerafettin Doğan, Şeref Benibol, Şevket Demirtepe, Taci Ece, Taksim Stadyumu, Yaşar Alpaslan, Yaşar Yalçınpınar, Yorgo Angelidis, Zeki Rıza Sporel, Ziya Atamer


    Lebip Elmas Arşivi

  • Hacıbekir Lokumu

    Hacıbekir Lokumu

    Aralık 1931 tarihli Milliyet gazetesinde Fenerbahçe tarihinin en büyük başkanlarından Ali Muhiddin Hacı Bekir ile yapılmış bir röportaj var. Rahmetli başkanımızı saygıyla anıyor, hepinize Hacıbekir lokumu gibi günler diliyoruz… Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Nasıl Para Kazandınız?

    Hacı Bekir Zade Ali Muhiddin Bey’in cevabı

    “Dükkâna sermaye düzmek için annemin elmaslarını rehine koymak icap etmişti!”

    Bahçekapı’daki mağazasında Hacı Bekir Zade Ali Muhittin Beyi bekliyorum. Tezgâh mütemadiyen işliyor:

    • Üç okka fıstıklı lokum…
    • Yarım okka akide tartınız… Bergamotu fazla olsun…
    • Bir şişe ahududu…
    • Fondan…
    • Bir okka karışık şeker…

    Ve daha böyle bir sürü siparişler…

    Belleri fıtalı, başları takkeli ustaları alışkan el hareketleriyle istenilen şeyleri tartıyor, kutulara yerleştiriyor, zarif birer paket halinde müşterilere uzatıyorlar.

    Müessese müdürü adaşım Salâhattin Bey, ustalardan birine seslendi:

    • Beye lokum getiriniz…

    Adı üstünde: Hacıbekir lokumu. Doğrusu bu nazikâne ikramı reddedemedim.

    Tabaktan ikinci lokumu henüz ağzıma atmıştım ki Ali Muhittin Beyin geldiğini haber verdiler:

    Beni görünce, hemen elimi sıktı:

    • – Zahmet ettiniz buraya kadar… Ben size yazıp gönderecektim…
    • – Zarar yok, dedim, yeter ki konuşacak birkaç dakikalık vaktiniz olsun.

    Ali Muhittin Bey, gülümsedi:

    • Hay hay… Konuşalım…

    Bana anlattıklarını aynen yazıyorum:

    Babam, ben on bir yaşında iken öldü.

    O zamanlar Fransız lisesinde okuyordum. Mektepte leyli idim.

    Benden on- beş yaş büyük bir biraderimle bir ablam, bir de küçük hemşirem vardı. Ağabeyim, hastalıklı bir adamdı. İşleri çevirecek hali yoktu. Validem, bana vasi oldu. Şimdi içinde bulunduğumuz mağazayı üzerime devrettiler.

    Birçokları beni babadan kalma zengin zannederler. Size şunu söyleyeyim ki dükkâna sermaye düzmek için annemin elmaslarını rehine vermek icap etti. Bir ahbabımız vasıtasıyla diğer bir ahbabımızdan bu suretle bir miktar para tedarik ettik.

    Hiç unutmam: Sabahları erkenden kalkar, o tarihlerde Gedikpaşa’da bulunan Hamidiye ticaret mekteb-i alisine gider, öğleye kadar mektepte okur, öğleden sonra da mağazaya dönerdim. Bu dede ocağını söndürmemek için bütün kuvvetimle çalışıyordum.

    Babamın sağlığında saray, başlıca müşterimizdi. Esasen pederim “Şekercibaşılık” unvanını haizdi. Babamın vefatından sonra saray, yine alışverişine devam etti. Fakat şekercibaşılığı bana vermedi. Bir sene kadar vaziyet böyle devam etti. Bu müddet zarfında, az çok şöhret kazanan bazı şekerciler şekercibaşılık pâyesini kazanmak için pek çok çabaladı. Saraydaki hamileri vasıtasile Padişah’a şekerler, şekerlemeler takdim ettiler.

    Fakat neticede bütün gayretleri boşa gitti. Mamulatımızın nefasetini muhafaza ettiğine kanaat getiren saray bir sene sonra, şekercibaşılığı bana tevcih etti.

    Ticaret hayatımda beni pek çok sevindiren üç mühim gün vardır.

    Bunlardan biri, annemin elmaslarını, rehinden kurtarıp daima minnettar olduğum bu şefkatli kadına iade ettiğim gündür.

    İkinci sevinci, Turguan sergisinde teşhir ettiğim şekerlerin en büyük takdirnameyi kazandığı gün idrak ettim. Ne pederim, ne büyük pederim, iştirak ettikleri sergilerin hiçbirinde böyle bir takdirname alamamışlardı.

    Kahire’deki şubemi açtığım gün de pek çok sevindiğimi hatırlarım. Kahire’de bir şube açmağa karar verdiğimi söylediğim zaman bütün akrabalarım itiraz ettiler. Daha 16 yaşında bir çocuktum… Elimdekini avcumdakini tecrübesizlik yüzünden kaybedeceğimden korkuyorlardı.

    Şubeyi açıp muvaffakıyetle İstanbul’a döndüğüm gün göğsüm iftiharla kabarıyordu.

    “Para nasıl kazanılır?” sualine şu kısa cevabı vereceğim:

    Para işçi gibi kazanılır. Ve efendi gibi yenir!

    Kapıdan çıkarken elime bir paket tutuşturdular. Ben teşekkür etmek isterken Hacıbekir zade Ali Muhittin Beyin tezgâh başından sesi duyuluyordu:

    Malum ya atalarımızın sözü vardır, tatlı yiyelim, tatlı konuşalım!.

    M. Salahaddin | Aralık 1931 – Milliyet Gazetesi

  • Kim Ne Derse Desin

    Kim Ne Derse Desin

    Muvakkar Ekrem Talu’nun Fenerbahçe-Galatasaray yazılarına bir yenisi ekleniyor. İster 1939 olsun, ister bugün; kim ne derse desin, en büyük rekabet bu. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Pazar Günkü Maç Münasebetiyle

    Yine Galatasaray-Fener’e Dair

    Kim ne derse desin!

    Şu iki sevimli kulübümüzün rekabeti başka oluyor.

    Karşı karşı geldikçe de, el ele verdikçe de duyulan heyecanı hangimiz inkâr edebiliriz?

    Kâfir futbolun üç buçuk meraklısı varsa bunun iki buçuğu, kâh tenkit edilen rekabet yüzü suyu hürmetinedir. Ben kendi hesabıma futbolu, çelik çomaktan daha fazla sevmemi bu rekabete hamlediyorum. Hoş eski çelik çomaklar bugünkü futbol müsveddesinden daha heyecanlı idi ya!

    Şimdi dinleyin de bana hak vermeyin!

    Cuma günü Galatasaray-Fenerbahçe karşılaşıyor. Mektepte daha Salı’dan faaliyete geçilir. Talebe futbolculardan Ulvi, Ali, Burhan, L. Mehmet, Muslih, Zıt Kemal, Mithat, Hayri, Fethi… Sürüsüne maşallah.  Zaten bütün takım talebe… Sıkı perhize geçerler. Perhizden maksat zayıflık rejimi değil! Öbür manada… Fakat sinirler de başlar gerilmeğe… İçlerinde yalnız Ali pilâv tabağı adedini arttırmıştır. Kemal de sahada tatbik edeceği nev icat muziplikler düşünmekle meşguldür. O akşam “Gran-kur” da son antrenman, Adil Giray’ın ve Mütevelli Mehmet’in huzurlarında tamamlanır. Perşembe, öğleden sonrayı beklemeden hatta tatlıdan da feragat edilerek erkenden kulüp lokaline düşülür.

    Ertesi gün için Bay Ziya’dan direktif alınacak. Yusuf Ziya, erkânı harbiyesini Sadun Galip, Eşref Şefik, Tahir Yahya, Adil Giray, Sedat Rıza ile teşkil etmiş bulunuyor. Salonun bir köşesine toplanılır ve kondüktörün madam vasıtasıyla sunduğu çaylar, kahveler içilirken ertesi gün için “plân” ihzar edilir. Sadun Galip’in Ali Naci’ye vereceği cevap, Tahir Yahya’nın Çelebi Said’e edeceği mukabele, Müçteba’nın Fikret’e karşı oynatılması, Ulvi’nin muhacim, atlet Vedat’ın santrfor, Nüzhet’in kaleciliği hep bu fasılda karara bağlanır. Elektrikler havanın kararmasına rağmen yakılmaz (şimdi de yakılmıyor amma, o zaman iktisat olsun diye değil!) esrarengiz vaziyet muhafaza edilir.

    Galibiyet takdirinde Necip’in Burgaz’daki evinde ziyafet çıtlatılır. Kunduralar Mahmut’un tamirinden geçer. Yıkanmış parçalı gömlekler ütücüden gelip kondüktöre teslim edilir. Perşembeleri lokal kapısı tıklım tıklımdır. Simalar ekseriya yabancıdır. Kimi, oyunculardan birine yaklaşarak:

    – Bana bir davetiye bulabilir misiniz?

    – Affedersiniz! Lakin sizi tanıyamadım!

    – Olsun efendim! Ben sizi tanıyorum ya!

    Yahud:

    – Falanca futbolcuyu görmek istiyorum!

    – Kim diyelim?

    – Geçen gün tramvayda nasırınıza basan zat geldi, dersiniz. Şeklinde beleşçiler muhavereleri duyulur.

    Peki diğer tarafta neler oluyor acaba?

    Kuşdili’ne giderken dere kenarında Osman’ın gazinosuna bitişik şipşirin beyaz boyalı bir bina. Burası “Fenerbahçe Spor Kulübü” lokalidir. Güzel tanzim edilmiş ufak bir bahçeden geçtiniz mi sağınıza bir tenis kortu gelir. Burada eğer akşam saati ise emektar Galip Mısırlı Tevfik ile bir parti yapmaktadır. Doktor İsmet, üstad Zeki ve Suat’ın ağızlarının suyu akıyor amma, ne çare ki ertesi günü mühim bir koz paylaşılacak. “Barba”nın asık suratına aldırmayarak yandaki kapıdan içeri dalanılar evvela “Mocuk’la karşılaşırlar. Fener kulübünün en büyük hususiyeti, şayanı takdir karakteri küçüklerin büyüklere hürmet, büyüklerin de küçüklere muhabbet beslemeleri ve otoriteyi sarsacak laubali hareketlerden büyük bir hassasiyetle tevakki…

    İşte karşıya gelen alt kat salonda Fuat Hüsnü, Hasan Kâmil, Saip Şevket, Avukat Ramiz, Hamid Hüsnü, Muvaffak Menemenci, merhum ziraat vekili Sabri, Şekerci Ali Muhiddin… Ali Naci de kendilerine iştirak etmiştir. O, bu topluluğun Göbelsi! Derken piyanonun alt başında iskemlelere mektebe başlayan uslu çocuklar sükûnetinde ağır başlı, terbiyeli faal elemanlar. Kıdem adabına pek riayetkâr olarak mevki almışlar. Üstat Zeki, Doktor İsmet, Nedim, Şekip, Kadri, Fahir, Sabih, Alâaddin, Bedri, Suat, Belesçi Ömer.

    O tarihlerde bu asil kulübümüzde de pek öyle “parazitler” yok… Cevat, Sedat, Füruzan, Ulvi, Ragıp, Şahap, Seyfi, Nihat, Haydar gibi gençler de kapının dışında ağabeylerini hayran hayran seyretmekte…

    Fikret, Muzaffer, M. Reşat daha gençler… Dördüncü takım elemanları… Sabih’in idaresindeki antrenman ve Mocuk’un idaresindeki bir maçtan yorgun dönmüşler, muntazam duşlar altında keyifli keyifli soyunup giyinecekler… Yarınki dedikodu ile alakadar bile değiller… Ha! Niyazi’yi, bu gelmiş geçmiş “en nazik Türk futbolcusunu unuttum sanmayın!… O daha İstanbul’a gelmemiş. İzmir’de sanatlar mektebinde okuyor ve Altay küçükleri sınıfında…

    İlk spor muharrirlerinden sevimli arkadaş Salim Hamdi gazetesine fazla malumat toplamak için yukarı katta müzenin bulunduğu odada Salt Çelebi’yi sıkıştırmış havadis istiyor.

    Derken cuma sabahı gelir çatar!

    Milliyet gazetesini açın! Fenere hücum! Akşamı açın! Galatasaraya hücum!

    Bir elli vapuru Kadıköy iskelesine yaklaşmaktadır.

    “Hamsi de koydum tatatavaya… Hamsi de koydum tatatavaya!”

    Sıçradı gitti hahahavayaya hahahavaya!

    Gitti de gelmez o kız buraya…

    Aman mino mino mino,

    Canım mino mino mino

    Papazın kızı of! İmamın kızı!…”

    Güverteden gelen bu sesler, Galatasaraylıların vapurda bulunduklarına işaret…

    Maçın neticesi ne olursa olsun “Hava” bugünkü kadar soğumaz ve söğüş olsun, dövüş olsun, bugünkü kadar şümullü değildir.

    Nitekim mesela ertesi hafta, o zamanlar muhakkak ki Arsenal’den da kuvvetli ve şöhretli olan (Slavya)lar, (Frengvaroş)lar, (Admira)lar karşısında el ele veren memleketin bu güzide evlatları düz beyaz ve bazen da lacivert-Sarı-Kırmızı yollu formalar altında Türk’ün yüzünü ağartmak için ayni gaye yolunda aynı miktarda ter dökerler.

    O zamanın ileri futbolumuzda düştüğümüz en büyük iki hatayı da ilave etmeden yazımı bitirmeyim. Biri Bekir’in Avrupa’da bırakılması, diğeri Refik’in diskalifiyesidir. Bu iki büyük hata futbolumuzun aleyhine birer ağır darbe olmuştur. Bir de daha eskisi var ki o da Hasan’ın ekmek parası aradığı için sürünecek kadar sefalete maruz bırakılıp cüzamlı gibi “profesyonel” damgası vurularak futbollumuzdan uzaklaştırılmasıdır. Ben bu üç “Gaf”ı da affedemiyorum.

    Ayağımı, dolayısıyla gençlimi feda ettiğim futboldan azıcık olsun şikâyetçi değilim de bugüne kadar devam edegelen keşmekeşten gönlüm mustarip. Elbet her zevalin bir kemali olacaktır. Ve Türk futbolu de layık olduğu parlaklığı her bakım dan ihraz edecektir.

    Benim meşin topa olan aşkım yaptığım mukaddimeden sonra, önümüzdeki maçta her iki kulübün berabere kalması hususunu iddiaya sevk ediyorsa da, Galatasaraylı olmaklığım, Galatasaray’ı, mantığım Fenerbahçe’yi galip görüyor. Geçen seferki tahmini de ilk hissim galip geldiği için o yolda ayarlamıştım. Hoş! Osman Münir arkadaşımız Sarı-Kırmızı aleyhindeki bir tahmine sütunlarında yer verir mi? Orası şüpheli!

    Takımları bilmemek de çok fena… Avrupa’da bir hafta evvel ilan bile edilir. Bizde “siyaseti hariciye” gibi gizli tutuluyor. Ne hikmettir anlamam!

    En akla yakın Galatasaray şeklinin: Osman; Lütfi, Adnan; Musa, Nubar, Bedii; Necdet, Süleyman, Cemil, Buduri, Sarafim olduğuna göre ve Fenerbahçe’nin de Hüsameddin; Yaşar, Lebib, Ali Rıza, Angelidis, M. Reşat; Şaban, Esat, Yaşar, Basri, Fikret halinde en kuvvetli manzara gösterdiğine göre takımları Eşref Şefik vari bir kantara vurup kıyas edelim:

    Kaleler; Fenerde daha emin, Geri müdafaa Galatasaray’da çok kıvamında, haf hattı Musa’nın klas üstünlüğüne rağmen Fenerde daha omojen. Hücum, dünyanın en iyi sol açığına malik olmasına rağmen “antrenmanlı” Galatasaray forvetinden daha mazbut gözükmüyor. Galatasaray’ın mutlaka kazanması için bir buçuk saatte Fener kalesini veresiye zorlamaları değil “delik” bulup arada parlamaları kâfi ki bu da şu yukarki elemanlarla (lakin bir tane noksansız) pek mümkün. Yoksa Şaban, Esad, serbest kalacak bir Fikret’in hazır loplariyle beni tahminim de bir kere daha aldatacaklardır.

    Fener takımındaki istikrarsızlıktan Galatasaray’daki meşhur zaafa düşmekte… Galatasaray da Necdet, Süleyman tarafını ferden daha ateşli bir hale sokabilmelidir. Selâhaddin gibi elemanların ise aktif futbolda Adnan Akın, Nuri Bosut hatta Ömer Besim kadar bile bir kıymeti kalmadığını anlamak için Avusturya müdafaasında yer almış olmak icap etmez sanırım.

    Haydi çocuklar! Ağabeyleriniz gibi oynayınız!

    Muvakkar Ekrem Talu – 17 Şubat 1939 – Vakit Gazetesi

    Not: Maç ne oldu diye soracak olursanız; 1-1 bitmiş.

  • Anadolu Yakası Köşkleri

    Anadolu Yakası Köşkleri

    Taha Toros arşivinde, Sermet Muhtar Alus‘un muhteşem bir yazı dizisine rastladık. Özellikle o dönemlere ilgi duyanların severek okuyacağı “Anadolu Yakası Köşkleri” dizisine kapak fotoğrafı olarak da rahmetli Başkanımız (ve bugün vefatının 48. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz) Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey’in fotoğrafını seçtik. Nazlı İmre Hanımefendi’ye bu müthiş fotoğrafı ve birçok başka belgeyi bizimle paylaştığı için tekrar sonsuz teşekkür ediyoruz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Anadolu Yakası Köşkleri

    Kadıköyü’nden Moda’ya doğru, deniz kıyısından Mühürdar caddesi takip edilip eski Mühürdar gazinosunun önünden sapılınca, yüksek duvarlar arkasında Şeddadî bir bina göze çarpar. Bahçesinin o sokakta, sahil tarafında birer kapısı, Moda caddesinde de cümle kapısı vardır.

    Mısır fevkalâde komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu (Babı seraskerî piyade dairesi reisi sanisi ve yaveranı hazreti şehtiyarîden ferik), esbak Hidiv İsmail Paşa’nın kızı prenses Nimet’in kocası Mahmut Muhtar Paşa’nın kasrı idi.

    Şahsa mahsus ikametgâhların arasında ilk olarak damında paratoner, içinde birçok hizmetçi ve uşak, Avrupakâri ahırında halis kan, yarım kan İngiliz atları, kıymetli Arap kısrakları bulunurdu.

    Paşa o zamanın parlak erkânı harblerinden, Almanya’da tahsilli, Galatasaray Lisesi’nin de eski güllecilerinden ve bazululanndan idi. Kışın banyoda üstü buz tutmuş suya girer, soğuk alıp öksürük möksürük, hattâ nevazil olup aksırık maksırık yanına hiç yaklaşmazmış.

    Meşrutiyetten sonra Bahriye Nazırı, Balkan harbinde kolordu kumandanı, umumî harbden önce Berlin büyükelçisi olmuştu.

    Moda caddesinin ilerisinde, granit taşından kale gibi çıkılmış, topla yıkılmaz, heybetliliğinden yana eşi bulunmaz bina, mabeyinci Ragıp Paşa’nın biraderi Arif Paşa’nındır. Evlâdiyelik denilemez. Zira orada yol geniş; istimlâk mistimlâk bahis mevzuu olmayacağı için ahfadiyeliktir.

    Boy posça hemen hemen ikize andıran oğulları, tüysüz tüzsüzlüklerinde, brik faytonda yan yana, doru kadanalarına tırıs tutturarak havalide çarh çevirirler, bey bey gezip tozarlardı.

    Bahariye caddesinde, (Maiyeti seniye erkânı harbiye müşürü), Müzei hümayun müdürü Hamdı Bey’in damadı, Trabzonlu Abdullah Paşa’nın köşkü beş altı sene evvel yıktırıldı, arsasına Kadıköy Halkevi yapıldı.

    Von der Goltz Paşa Türkiye hizmetine girip Harbiye mektebine müfettiş olunca o zaman kaymakam bulunan Abdullah Bey’i tercümanları arasına katmış. Ya adını beceremediğinden ya da kendine daha kolay geldiğinden Abdila dermiş. Bundan ötürü olsa gerek, Balkan harbi sıralarında bazı Alman gazeteleri, Şark ordusu kumandanından bahsederken Feld Mareşal Abdila deyip durmuşlardır.

    Altıyol ağzından Söğütlü çeşmesi tarikile Kuşdili’ne gelelim. Derenin üstündeki köprüden geçince sola Ziverbey yokuşu gelir.

    Bu zat Abdülâziz’in mabeyincilerindenmiş. Oraya adının takılması, köşkünün yokuşun başında, köşede bulunmasından. Koskoca bahçesi şimdi duvarları harap, ağaçlarının ekserisi kurumuş, her tarafını otlar bürümüş, âdeta bir yangın yeri halindedir.

    Buraya sonraları Acem’in köşkü denirdi. Satın alan cevahir taciri ve Karun kadar zenginlerden. Büyüğü 45’lik, zifiri siyah sakallı; küçüğü 35’lik, ağzına fare almış gibi kara bıyıklı. İkisi de Karagöz’de meşhur (Bahçe oyunu)ndaki mirzalarvari zevku safa düşkünü idiler. Yağız beygiri muhteşem faytona kurulurlar, Fenerbahçe piyasalarında dört dönerlerdi.

    Ziverbey yokuşunun başından Kuyubaşı’na doğru yürüyünüz. Biraz gidince sağda, bahçe içinde, gepgeniş cepheli, yıllardan beri pancurları sımsıkı kapalı, içinden ses sada duyulmayan köşk kimin dikkatini çekmez? Acaba tekin değil mi? İyi saatte olsunların mekânı da o sebeple mi oturanı, kira ile tutanı yok diye kim şüpheye düşmez?

    Abdülhamid’in ikinci esvapçısı İlyas Bey’in köşküydü. İlyas Bey saz benizli, kaytan bıyıklı; sırtından kışın Salisbori biçiminde palto; güzün pelerinli makferlan, yazın da kolundan ipek astarlı pardesü düşmez. Biniciliğe meraklı olduğundan arada bir kısacıcık ceket, dapdaracık külot, pırıl pırıl getrlerle, Arapkârî saçaklı, püsküllü başlık, palan, haşa vurulmuş şeceerli Arap kısrağına binip, hayvanı oynata oynata, kişnete kişnete mesireleri boylardı.

    İlyas Bey’in köşkü geçilince etrafı çitle çevrilmiş, bir kat üstüne, kâgir, damı basık bir binaya rastlanır. Tiyatrosu komik Kel Haşanın aile ocağı.

    Hasan pek gençliğinde, daha sahneye çıkmadan önce, ağabeyi Hacı Fitil ve kız kardeşlerile beraber orada oturur, semtinde süt, yoğurt satar; akşamları kapı önlerine seccade yayıp toplanan konu komşunun yanlarına gelerek tuhaflıklar eder; yaz ramazanı geceleri de bahçesine perde kurup çoluk cocuğa Karagöz oynatırmış.

    Kızıltoprağa sapan yolun köşesindeki köşk Bahriye livalarından Hüseyin paşanındı. Yana, gerilere uzanan bahçesi âdeta çiftlik: Koyunlar, keçiler, inekler, öküzler; tavuk, ördek, kaz sürüleri. Hepsi yayılmış: kimi otluyor, kimi gübreleri eşeliyor, kimi su doldurulmuş çukurlara dalıp duruyor.

    Hoş tarafı, bu mahlûkatın çobanlığını iki haremağasının edişi. Arapcıklar sanki çekirdekten yetişme çoban; yalnız kavalları eksik. Ellerinde sırık, sürülerin arkalarından koşarak (büüüvt) diye bağrışırlar, iki parmağı birleştirerek ıslık çalışlar; gehgehler, bili bililer…

    Zatı şerif bunlardan Cevher adlısını Maarif Nazırı Zühtü Paşa’ya satmış, ağacağız yeni efendisine kapılandıktan sonra başka konaklardaki emsallerinin hepsinden rabıtalı olmuştu.

    İleride — şimdi rengi, ruyu kaldı mı bilmem —, kavunî boyalı, kunik yapı kilercibaşı Osman Bey’indi.

    Serkilârî, Sultan Hamid’in göz bebeklerinden. Hünkâr nezdinde bir dediği iki olmaz kanaatile mazul valiler, mutasarrıflar, defterdarlar Osman Bey’in saraydaki dairesine mekik dokur, (evet efendim, sepet efendim)lerle hulûs çakar, şefaat dilerlerdi.

    Şehremini Rıdvan Paşa öldükten ve Göztepe’deki köşküne Lûtfi Ağa’nın oğlu, mabeyinci Faik bey yerleştikten sonra merhumun haremi bu köşkü satın almıştı.


    Geçen yazıda Moda’dan ve Kuşdili’nden Kızıltoprağın kuyubaşma gelip karşıtça bakarken, Acıbadem’e kadar göz kaydırmıştık. Şimdi de Yoğurtçu’dan yukarıya doğru yolu tutalım.

    Derenin başında, parkın köşesindeyiz. 40 yıl evvel akşamları, mehtaplı geceler, karşısındaki çayırda yayaların, önündeki derede sandalların vızır vızır piyasa ettikleri, keyifliliğine doyulmaz; durgun havalarda da yakınındaki denizin iyot kokusundan durulmaz köşk, Şehremini Rıdvan Paşa’nın biraderi, birinci ferik Reşit Paşa’nındı; daha doğrusu, Hasırcıbaşılar ailesinden olan büyük haremine aitti.

    Bu zat (Babıseraskerîde Divanı harbi mahsus müddeiumumisi) idi. Gezip tozmaktan, mesirelere devamdan hoşlanırdı.

    Kalender mizaç; köşkünde şatafatlı araba, fıstık gibi beygirler bulundurmaz; Kadıköyü’nün bir kira, faytonuna atlar, şipşak Fenerbahçe’yi boylar. Hoppa bir hanımla işmara mişmara girişmesi yüzünden müşir Fuat Paşa ile arasının şeker renk oluşu, hattâ Fenerbahçe’de işi marazaya kadar vardırışları meşhurdur.

    Yoğurtçu köprüsünü geçtik, Kızıltoprağa doğru yürüyoruz. O vakit bu köprü tahta olduğundan caddenin adı Tahta Köprü Caddesi idi. Hâlâ da öyle ya.

    Kızıltoprak’ta, bugünkü (Kadıköy kız Ortaokulu) nu, daha Maarif Nazırı olmadan Nafia Nazırı iken Esseyid Ahmet Zühtü Paşa yaptırmış. Evvelce aynı noktada, yine o büyüklükte, havai mavi boyalı köşkü varmış. Kazaen içinden ateş çıkarak (galiba bir düğüne gidilmiş de halayıklar odada ateş dolu ütüyü bıraktıkları için) kapı kapamaca yanıp kül olmuş.

    Şimdiki köşkte kerimelerinden birine ve mahdumlarından Zahit Bey’e yapılan velime cemiyetlerinin şaşası tarifle bitirilememiş, yine kerimelerinden birinin ve mahdumu Asım Bey’in civan yaşta ölümlerine yanmıyan kalmamıştı.

    Büyük kızı hanımefendinin en son modayı takibederek fevkalâde mükemmel giyinişine, su gibi Fransızca konuşuşuna akran ve emsali gıptada idiler. Şu rivayet herkese yayılmıştı:

    Cuma ve pazarın gayri, yani tenha bir günde misafirlerle Fenerbahçe’ye gitmiş. Ağaç altında oturmuşlar; kâğıt helvası, mağıt helvası yerlerken misafir hanımın biri şemsiyesini istiyecek olmuş. Kira faytonunda aramağa giden matmazele, köşk sahibi hanımefendi hemen seslenmiş:

    — Dans la voiture de madame Kiazim!

    Bir Parisli konteste de aksan olursa bu kadar olur.

    Mektebi Sultanî ve Mektebi Mülkiye’nin parlak mezunlarından, o zamanlar Bükreş sefiri, Meşrutiyetten sonra Cihangir’de kaza kurbanı olan merhum Kâzım Bey’in refikasıydı.

    Ihlamur’dan hat boyuna çıkan, bugün Hasan Amir sokağı denilen yola, orada maruf pirinç tüccarı, Hasan Amir merhumun köşkü bulunduğundan ötürü bu ad takılmıştır.

    Sabık devirde Altıncı daire müdür muavini, Terkos su şirketi komiseri, rütbei ülâ ricalinden olan bay Tevfik Amir Kocamaz dayımız (Rabbim daha yıllarca kocatmasın), Haşan Amir efendinin oğlu; zarafet ve meclis ârâlığına uyar olmıyan bayan Lebibe Amir teyzemiz de büyük kızıdır.

    Pek çok zevat bay Tevfik Amir’in zekâsını, mirkelâmlığmı dillerinden düşürmez, içlerinde Mektebi Sultanî’nin 1306 senesindeki tevzii mükâfatında bulunanlar:

    — Fiyangolu kurdelâya bağlı diploması elinde, cilt cilt mükâfatlar koltuğuna sığamaz olmuştu, derlerdi.

    Buranın tam bitişiğinde, Taşçızade Hakkı Bey’in köşkü vardır. Gerek hazretin, gerekse ileride bahsedeceğimiz kardeşi Hilmi Bey’in melek haslet ve ashabı nezaketten oldukları cümlece müselelmdi.

    Oğlu bay Memduh, çift yağız beygirli faytonuna binerek, delikanlı çağında mahçup mahçup, edep ve erkân kollaya kollaya mesirelere gelir; kim olduğunu bilenler: (Elveledü sinyı ebi) yi bilmiyenler de “Aman ne kibar, ne terbiyeli delikanlı; gün görmüş, yaş yaşamışlar kadar ağırbaşlı”yı yapıştırırlardı.

    Aynı yolun biraz ötesinden kıvrılınca tren hattına karşı, mevcutların arasında ilk olarak (Arnuvo) tarzında yapılmış, kuş kafesi gibi cicili bicili, ne battal boyda, ne sefertasıvari, tam kararındaki köşk, hâlâ kendisi de, mihrabı da yerinde, olduğu gibi duruyor.

    Posta ve Telgraf Nezareti fen müşaviri, fabrikatör Raif beyindi.

    O devirde, malûm a, çorap, trikotaj, ıtriyat, nikelâj, cıvata, rakı, şarap ilh… fabrikaları yok; Raif Bey’den başkasında o ünvanı arama.

    Çok kimse (pavrikator) deyip durur, kereste fabrikası işlettiğini bilmezdi.

    Kızıltoprak’tan Feneryolu’na gelirken solda, yüksek duvarlar ve ağaçla; arasında koca bir dam hâlâ gözükür Sırbiya ve Rusya muharebeleri ordu kumandanlarından, son demlerinde (Selâmlık resmi âlisi) ne memur, Sultan Mahmut türbesi bahçesinde medfun Ahmet Eyük Paşa’nın köşkü.

    Paşa, erkanı harblikten yetişme muktedir, temkinli bir kumandan dürüst, namuslu bir adam olarak tanınmıştır. Kelâmı kıtmış. Bazılarınca serdarı ekrem Abdülkerim Paşa’ya atfedilen şu fıkra meşhurdur:

    Sırp harbinde bir akşam çadırında oturuyormuş. Maiyetindeki birçok paşalar, beyler de karşısında. Saatler geçmiş, gecenin yarısı olmuş. Dilini kıpırdatan, tek kelime söyliyen yok ortalık suspus, kör girse kaç kişi çiyniyecek.

    Nihayet karşısındakilerden biri, süklüm püklüm:

    — Emir buyururlarsa fazla tasd etmeyip gidelim! deyince Paşa demiş ki:

    — Ne oldunuz yahu, tatlı tatlı konuşuyorduk!

    1898’de, Yıldız’da, şehzadelere yapılan sünnet cemiyeti sıralarında re simli mecmualar bir fotoğraf neşret mişlerdi:

    Sırmalı üniformalar içinde, elmaslara pıtrak (Hanedanı Âli Osman) nişanı göğüslerinde bacak kadar (civanbaht)lar. Gurupun sağında, solunda da onlardan kabaca, yüzbaşı elbiseli, yaver kordonlu, gene göğüsleri nişan ve madalyalarla donanmış iki mürahik, (yani henüz bülûğa ermemiş çocuk).

    Bunların biri Serasker Rıza Paşa’nın küçük oğlu Ziya bey, öbürü de Ahmet Eyüp Paşanın Fuat idi ki sonra hünkâr damadı olmuş, sultan da o köşke taşınmıştı.


    Bir evvelki yazımda Kızıltoprak’tan Hatboyu’na gelip biraz ilerideki Ahmet Eyüp Paşa’nın köşküne kadar uzanmış, onu aradan çıkarmıştım. Şimdi gene o yoldan Ihlamur’a dönelim.

    Caddeye çıkılınca, hemen oracıktaki köşkün bahçesinden üç genç simanın girip çıktıklarına rastlanırdı. Biri buğdaysı, topluca, gayet temiz giyimli; öbürü sarışın, nahifçe, Mekteb-i Sultani elbiseli; daha öbürü de yaşça ötekilerden küçük, henüz çocuk, marnel ceketli ve kısa pantolonluydu.

    Maruf dâva vekili Sadık Bey’in oğullarıydı. Bu kardeşlerin büyüğü Hukuk Mektebi’nde sınıf arkadaşım, şimdi Belediye avukatlarından Salâhaddin Sadak; ortancası “Akşam” gazetesi sahip ve başmuharriri Necmeddin Sadak; küçüğü de viyolonsel üstadı Muhiddin Sadak baylardır.

    (Depo) denilen tramvay durağına yürüyoruz. Sağda ahşap, filizi boyası ağarıp beyazlaşmış, daha doğrusu rengi hiç kalmamış konak yavrusu köşk, münasebetsiz bir kulp takılmış olan bir mollanındı.

    Sırada, üç yol ağzından Kalamış’a sapan tarafa geçer geçmez sağımıza, şimdi kat kat ayrılıp apartman kılığına sokulmuş ahşap bir bina gelir.

    Darülaceze sertabibi Zühtü Paşa’nındı. Bu zat mabeyinci Faik Bey’in süt kardeşi; zekâ ve hafıza küpü baht yoksulu, eski arkadaşım Sait Hikmet rahmetlinin eniştesiydi.

    Bir defa daha yazmıştım ama gene tekrarlıyayım. Bu evin çocuğuna öyle cafcaflı bir sünnet düğünü yapılmıştı ki hiç unutamam. Emsalinde olduğu gibi saz, hokkabaz, Karagöz, bahçenin çadır bezile bölünüp erkeklere ayrılan tarafında boydan boya çilingir sofraları. Veryansın edip ha babam çekenleri sorarsan hepsi doktor. Hele birkaçı (isimleri lâzım değil) İstanbul’un en nazik hekimleri. Önüne gelen hastaya, sıtmadan, kansızlıktan, zafiyetten avurtları çökmüş, bir deri bir kemik kalmışlara bile “İçinde alkol var; alkolün katresi semmi katildir” diye Kin’um Labarraque’i, Kina Larochei’u Vin de Viol’u ağza koydurmayan kişiler. “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı” olup çıkmışlar, hepsi zilzurna olmuşlardı.

    Derken efendim, çadır bezinin arkasında çalgı girişti:

    Ateşi hicrinle yaktın ben gibi biçareyi

    Bir tebessümle begâm eyle dili âvâreyi

    Minyon Virjini’nin başlıca kantosu çalınırken yapmacıklı edalı bir kadın kantoyu söylemeğe başladı.

    Aaaa!… Başkası maşkası değil, ta kendisi…

    Mabeyinci Faik Bey Minyon’un kanto söyleyişinden, raksından pek hoşlanırmış. Haspa bilhassa onun için getirilmiş. Keman ara nağmelerinde, omuz titrete titrete gerdan kırdığı anlar olacak, bir şırfıntı; ardından bir daha, tekrar bir daha. Hovarda bey aşka gelmiş, avuç avuç lira, mecidiye serpmiyor mu?

    Sırada, tarlanın gerisinde, gümüşü boyalı, tıpkı iskarpin kutusu şeklindeki köşk Cennetlemiş valilerden Hacı Naşit Paşa’nın büyük oğlu Fuat beyin mülkü.

    Fuat Bey sivil, ufacık tefecik, halim, selim bir adam; kardeşleri de onun taban tabana zıddı. Hünkâr yaverlerinden miralay ve Nafia Nezareti heyeti fenniyesine memur, erkânı harb miralayı Fahri Bey gayet yakışıklı erkeklerdendi. Hele ikincisinin endamına, teninin pembeliğine ve Vilhelmkâri bıyıklarının menendi yok. Faytonlarına binip her mesireye gelirler, gayet vekarlı vekarlı piyasaya karışırlardı.

    Yalnız, dördüncü Mehmed’in Sadrâzamı, Bağdad’daki muharebelerde 40 yerinden yaralandığı için boynu eğri kalan Mehmet Paşa mı lâkabının patentasını almış? O Fahri Bey’de de vardı. Kendine pozu yakıştırıp daima boynunu bir yana eğer, süksesini kıskanan beyler, iltifatına mazhar olamıyan hanımlar( Boynu eğri bey) diyip dururlardı.

    Bu zat sonraları ferik olmuş, valiliklerde, kumandanlıklarda bulunmuştur. Büyük ağabeysinin gümüşü köşkünde Müşir Fuat Paşa’nın harem takımı yıllarca kira ile oturmuştur.

    İleri doğru yürümekteyiz. Öteden beri Kalamış koyuna, Fenerbahçe’ye bayıldığım “Malûmat” mecmuasındaki bazı yazılarında belirten hatta oraları için:

    Ne şen, ne ruşena bakın şu mevkii münevvere
    Tabiaten fenerdir o, bu nuru dilfırib ile
    Ne tatlı tatlı bus ider deniz lebi lâtifini
    Venüs müdür gelen aceb o kocalarla sahile
    Tülûunun, gurubunun füyuzu aşkı başkadır
    Nevayı nayi üfleten odur zavallı bülbüle

    Diye manzum bir medhiye yazan, Şûrayı Devlet âzasından Nazif Süruri Bey’in nereyi seçip kendine ev bark kurduracağını keşfe, keramet sahipliği lâzım değil.

    Burada, Kalamış koyuna ve Fenerbahçe burnuna karşı bir köşk yaptırtmıştı. Şimdi bu köşk kimindir bilmem. Kara bıyıklı, tıknaz, pek babacan halli bayın biraderi, dokuz on yaşlarında çelimsiz, kuzu gibi mazlum iki oğlan çocukla o havalide gezer, deniz hamamına gelir; soyununca geniş göğsü, şişkin bazuları hürmetlice karnıyla başaltına güreşen pehlivanları andırır, oturaklama denize atlayıverdi mi etraftakileri tepeden tırnağa sırsıklam ederdi.

    O zamanın, o iki mazlum çocuğu bugünün sayılı operetçilerinden Lütfullah Süruri ve Celâl Süruri kardeşlerdir.

    Hemen bitişiğindeki kuleli, kameriyen, arabeskvari köşk Züheyri zade Ahmet Paşa’nındı.

    Paşa Basra eşrafından, mirmiran rütbesi esbabından ve Şûrayı devlet âzasından.

    Bilmem sahi, bilmem yalan; bu köşkün cihannümasındaki dürbünün fevkalâdeliğini anlata anlata bitiremezlerdi. Gözüne ayarladın mı Hayırsız adaların kıyısına kayık çekmiş balıkçılar bile görülür, kaç kişi oldukları bile sayılırmış.

    Paşa mevlâsına kavuştuktan sonra iki kızı Kadıköy yakasına ilk otomobili getirttiler. (Delabay) markalı landaulet’ye yan yana kurulup ortalıkta dolaşırlar, motörün müthiş gürültüsünden araba beygirleri ürküp ürküp dingilleri, makasları kırar; şahlana şahlana koşumları parçalar, içeridekiler kendilerini palaspandıras dışarı atardı.

    Bu köşkü sonra Babı serasker muhasebat dairesi başkâtibi, eski ahbaplarımızdan Şükrü Bey almıştı. Merhumun zekâvet ve fetanetini, inşa ve kitabetteki behresini, hele gayet işlek ve kıvrak rıkasının emsalsizliğini Dairei askeriye ricalinden tasdik etmiyen yoktu.

    Kalamış’ta, koca koca ağaçlar altındaki kûhi gazinoyu, yani düz rakısının ve mastikasının nefisliğile bir vaktin meşhuru, (Vasil’in meygedesi) ni geçiyoruz. Solda, parmaklıklı bahçenin gerisinde şarapçı Auziere’in villâsı vardı.

    Galatasaray karşısında Tiyatro sokağında (Du petit Rouhioıı) lokanta ve birahanesini işleten; frenklerin, tatlı su frenklerinin, Avrupalı kadın ve erkek artistlerin, (Cave)indeki Fransız şaraplarına rağbetlerinden zenginleştikçe zenginleşmiş bir Fransızdı.

    İstanbul’a geldiği vakit beş parasız, ip ip Allah, sivri külahmış. Bir iş tutamazsam nasıl döneceğim, Marsilya’ya kadar vapur navlununu nereden bulacağım diye ispinoz gibi düşünürmüş. Kendisi durmadan para kırar, torunu bir içim su karısı da boyuna fındık kırar dururdu. Abayı yakanlardan bir vezirzadeyi senelerce dertli etmiştir.


    Kalamış caddesi iskelenin hizasını geçtikten sonra hafif bir kıvrıntı yaparak Fenerbahçe’ye doğru dümdüz gider. Buradan Çiftehavuzlar’a sapan yola kadar sol köşe, yani çok sağlam duvarlı ve parmaklıklı arsa, malûm.

    Şimdi tapusunun sermayedar bir kaç kişide olduğu, sahiplerinin yollar açıp arsaları parça parça satacakları söyleniyor.

    Eskiler ve onlardan duyan çok kimseler bilir a, burası vaktile Müşir Fuat Paşa’nındı. Kendimi bildim bileli orada inşaat bitip tükenmez. Bakarsın, içeri kum, kireç, tuğla taşınıyor. Köşk yapılacak, temelleri atılıyor, derler. Ardından yan cephenin nihayetlerinde taktuk, taktuk! Biri Japonkâri, öbürü Çinkâri, kameriye azmanı iki köşk kurulmada.

    Bahçıvanlar duvar kenarlarındaki toprağı haldır huldur beller, çamlar, mazılar, lâvantinler dikerlerken bir taraftan da ameleler toprağa geniş geniş çukurlar kazmada; yamaçlarına çuval çuval çimento yığılmada. Ne o? Sandalla gezilecek havuz; üstüne kaskatlar kurulup şanl şarıl sular akacak.

    Günün birinde, Japonkâri kameriye azmanının payanda direklerine tahta kaplanmadan, köşeleri boynuzlarla sipsivri çatısı örtülür. Çin tarzındakinin de yine aşağısı dımdızlakken mahrutî damının oluklu saçakları konur ve birden bire paydos.

    Ötede müştemilât, uşak odaları, mutfaklar, ahırlar bitmiş, hazır; gelgelelim asıl köşk meydana çıkmaz da çıkmaz.

    Rivayete göre paşacağız önce karar verdiği plânı beğenmeyip başka bir şekle koydurmak için yapılanı yıktırtır, tekrar başlanılanı yine bozdurtur, bu gidişattan ötürü yapı bir türlü ilerlemezmiş.

    Hazretin celâlliği de meşhurdu. Yine rivayete göre bir gün ustalara, ırgatlara fena halde öfkelenmiş. Hafta başı akşamı yevmiyelerini kendi eliyle verecek gibi hepsini karşısına çağırdıktan sonra doğru kuyunun yanını boylamış. Haydi torba torba mecidiyeyi cümbürlop suya.

    — Dibine inin de çıkarın kâratalar, demiş.

    Fuat Paşa’nın cülûs donanmalarında yaptığı (şehrâyin)ler şaşaalı idi. Hele Hünkârın tahta çıkışının 25inci yıldönümünde bir sünnet düğünlüsü olduydu ki İstanbul’da eşine rastlanılmış mıydı acaba?

    İlerisi Fenerbahçe’ye, solu Çiftehavuzlar’a giden yolun köşesinde duralım.

    Çoruklukla Göztepe komşumuz, ve yaşça akranım, şimdi kasaplık hayvan toptancısı Bay Burhan’ın oturduğu köşk yanlama karşımıza düşer.

    40 yıl evvel ihtiyar bir İtalyanındı. Sinyor ak sakallı, pirifani. Larousse lügatini aç, İngiliz tabiiyet âlimi Darwin’in resmine bak, onu görmedim deme. Vücutça daha da düşkün, tirid. Amma şık mı şık. Keben gibi saçı, sakalı gayet itina ile taralı; sırtında gıcır gıcır kostüm. Zemin katındaki taraçasında, hasır koltuğa ayak ayak üstüne atmış, oturur.

    Yanındaki şezlongta da 30 yaşlarında kadar, boylu poslu, dalyan gibi, esmerce, ağzında iki sıra inci, pek edalı tavırlı, gayet sıcak kanlı ve güler yüzlü bir sinyorina.

    O da şıklıktan yana kıl pranga. Üstünde her akşam başka bir tuvalet. Şöyle böyle değil, en ağır kumaşlardan, en yüksek terzilerin dikişi. Sanki ya suvarede, yahut baloda. Sabahları da alacalı bulacalı ipekliden, harçlarla boncuklarla süslü robdöşambr.

    Günahına girmeyin, kimse ile dalaveresi malaveresi yok. Kadın yalnız süse düşkün; iffetlilik hususunda bir adet model.

    Fenerbahçe deniz hamamlarına, piyasalarına gelip gidenlerden çok kimse bunları merak eder, tasaya düşerdi;

    — Bu yonca gibi ağızlı, levent endamlı, şipşirin, cana yakın taze tırahoma mırahoma veremezlerden değil, niçin kocaya varmıyor acaba?

    — Yoksa İtalyada bir nişanlısı mı var da onu bekliyor; gelince evlenecekler…

    — Büyük babacığı gözünün içine bakıyor; o da onu pek seviyor. Kocaya varsa ihtiyar yapayalnız kalacak diye düşünüyordur belki…

    Meğerse pinponun karısı değil mi imiş

    Fenerbahçe yolunun solunda, sokak içlerinde, ilerde Marabet eytamhanesinin arkalarında, bostana varmadan deniz kıyısındaki kimi küçürek küçürek, kimi pek cicili bicili köşkler hep ecnebi villaları idi; Dalyan sokağındakiler de bazı Rum ve Ermeni tüccarlarının daracık mahalle baştan aşağı Frenk, Tatlı su Frengi yatağı. Bir tane Türkün oturduğu vaki değil.

    Gerisingeri dönüp gene Ihlamur’daki Depo’da duralım.

    Solda, set üstündeki beyaz boyalı köşk Kerestecibaşı’nındı. Geçen yazılarımın birinde adı geçen, Zühtü Paşa damadı, Bükreş sefiri Kâzım Bey’in babası. Kendisi çoktan ölmüş, Köşk, veresesinin üzerindeydi.

    Seddin altındaki nalbanda dua eden edene. Sebebi: Fenerbahçe gezintilerine yolu tutan köhne kira arabalarının beygirleri Ihlamur kaldırımından geçerken, şıkırtı başlar.

    Her günkü küllü çörek. Nal düşmüş; çakılması elzem yahut aşınmış veya gevşemiş; kayar edilmesi, çivilenmesi lâzım.

    Arabacı da tutturur, içeridekiler de. Beriki (Hayvanı topal mı edeceğim?), ötekiler (Topal eşekle kervana mı karışacağız, âleme maskara mı olacağız? ) diye.

    Orası nalbant dükkânlığına biçilmiş kaftandı.

    Bu köşkü, Kerestecilerden Hakkı Paşa satın almıştı. 1897 Yunan harbinde fırka kumandanlığı, sonra Şam’da beşinci ordu müşirliği eden zat. Erkânıharblikten yetişme, temiz ahlâklı, kimseye fenalığı dokunmamış bir adam olarak tanınmıştır. Oğlu Haydar beyin sülün gibi yakışıklılığı, ağırbaşlılığını herkes söylerdi.

    Depo’dan Bağdat caddesini tutuyoruz. Köşedekinden sonra ikinci gelen gümüşî boyalı büyük köşkün ilk sahibi Abacıbaşı, sonraki sahibi de Taşçızade Hilmi Bey’di.

    Kibar, nazik, (ahlâkı hamide) sahibi diye anılır bir zatı şerifti.

    İstiklâl harbi savaşımızdan sonra İstanbul polis müdürlüğü ve valiliği eden süvari generali Esat Paşa merhumun kaynatasıdır. Paşa, binbaşılığında bu köşkle güvey girmiş, pek muhteşem düğününü gidip görenler methedip durmuşlardı.

    Buranın hemen hemen karşısındaki köşkü yaptıran istihkâm livalığından mütekait, müteveffa Reşit Paşa’dır. Mektebi Sultani’den mezun ve Mabeyinci Ragıp Paşa ile eski Nazırlardan Osman Nizamî Paşa’nın sınıf arkadaşı olan merhum, Harbiye’den erkânıharb zabitliğile çıkmış; binbaşı, kaymakam, miralaylığında orada uzun zaman (Mimarîi âlî) okutmuş. Meşhur Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın damadıydı. Kaynatasının mimliliğinden ucuz kurtulmuş, yalnız geç rütbe alarak arkadaşları liva ve ferikken yıllarca kaymakamlıkta bocalamıştı.

    Talebeliğinde lâkabı varmış: Barometre Reşit.

    Bunun neden dolayı olduğuna gelince: Yatakta uyanır uyanmaz kendini bir yoklar, sonra parmağını yalayıp pencereden dışarı uzatır, göğe de bir göz gezdirir:

    — Bugün lodos, hava yağmurlayacak!… Bugün poyraz, poyraz amma karayele çevirip kar yağacak!… diye kesip atar, sahiden de her dediği tıpatıp çıkarmış.


    Kızıltoprak’ta, şimdi Depo denilen tramvay durağından ileri doğru yürümüştük.

    Parmaklıklı ön duvarı acayipçe ve tersine kümbet kümbet, kapısının iki kanadı dalına ardına kadar açık, yanı uşaklar ve hizmetkarlara mahsus daireli, bahçesi gayet temiz ve bakımlı, eski sultan saraylarından farkı yalnız kapının bitişiğinde bir kulübe; içinde camadanlı, poturlu, beli tabancalı kapıcı, bahçesinde de harem ağaları görülmeyen köşk eskiden Sabri Bey’indi.

    Ona esbak Maliye Nazırı derlerdi. Galiba o mevkide teşehhüt miktarı bulunmuş ama, hangi tarihte, hangi sadrazamın kabinesinde, o ciheti bilene hiç rastlanmazdı. Nazırlığından sonra emsali misillü valiliğe maliliğe Şurayı Devlet azalığına mazalığına atlatıldığından da kimseler haberdar değildi; hatta civarlılarından ne yüzünü görenler vardı, ne de şekil ve şemalini bilenler. Adeta muammamsı bir zat. Menkûb falan mıydı acaba? Ama zannetmiyorum.

    Şimdi bu köşkte Bay Naci Moralı oturuyor. Bay Naci’nin eşi Mısırlı prenses fakat kendisinin de kişizade olduğunu unutmayalım. Pederi Mora eşrafından İbrahim Paşa zade Ali Bey, validesi de ora hanedanından Celal Bey’in kızıdır. Bahçe kapısından eski Orozdibak’ın, yani şimdi Yerli Mallar Merkezi olacak binanın karşısında meşhur Celal Bey Hanı vardır ya; işte onun ve daha birçok emlak ve akarın sahibi olan zat.

    1877’deki Rus harbinde seril sefil İstanbul’a sığınan Rumelili muhacirlerden yüzlercesini bu handa barındırıp kendi kesesinden yedirmiş, içirmiş, dualarını almış.

    Biraz ötede, Kalamış İskelesi’ne giden bir ara yol gelir. Oraya şimdi Tevfik Paşa Sokağı deniliyor. Köşeden bir evvelki köşkün sahibi Vidinli Tevfik Paşa’dan ötürü bu ad takılmış. Paşa’nın kışlık sokağı Şehzadebaşı sebilinin karşısına düşen Fevziye Caddesi’ndeydi. Bugün talebe yurdu olan büyük, ahşap binadır.

    Hazret, eski riyaziyecilerimizden 1860’da Harbiye’den erkânıharb yüzbaşısı çıkmış. Miralay iken, orduya kabul edilen Martini Henry tüfeklerinin yapılmasına nezaret için Amerika’ya gönderilmiş; ferik rütbesiyle dönmüş. Bir müddet Washington’da elçiliği, Maliye ve Ticaret Nafia Nazırlıklıklar, riyaziyeye dair bazı kitapları vardır. “Hesabı Müsenna” başlığıyla İngilizce bastırdığı eseri çok şöhret bulmuş.

    İstanbul’un parmakla gösterilen “Riyazii Şehir”i babalarımızın talebeliğinde o merhum, bizim talebeliğimizde de Salih Zeki Bey’di.

    Rakama dair bir bahis açılınca mutlaka ikisinin adı öne sürülür, yaşlılar “Vidinli sağ olsaydı onu rahle-i tedrisine alıp senelerce okuturdu”yu basarlar; gençler de “Hayır, mümkün değil; ilmin, fennin her ciheti terakki etti. Salih Zeki Bey Paşa’yı önüne oturtup daha nice bilmediklerini öğretirdi”yi yapıştırırlardı.

    Abdülhamid’in bu zatı iki kere Maliye Nazırı yapışındaki aklına bakın. Hesabın en incesini, Tamamîleri, Tefazulileri, İhtimalileri, su gibi yutmuş a; güya hazinenin iradını masrafını denkleştirecek; tam takır vela bakırlığını giderecek. Yine ayvaz kasap, hep bir hesap olduğunu görünce, ikisinde de adamcağızı birkaç ay sonra nazırlıktan çekivermiş.

    Kalamış’a sapan yolun, öbür köşesindeki evi geçtik. Daha ötekinin önünde duralım:

    1908 yılı sıralarında bütün dünyada bir Modern Style veya Art Nouveau modası türemişti. Bina yapısından tut, mobilye, dekoratif resimler, biblolar, mücevherler, hatta lavanta şişelerine kadar. Bu salgın İstanbul’a da yayılmış, yeni köşklerin ekserisi bu stile benzetilmişti.

    İşte karşınızda, çatısının yanları kesik, saçakları, pencere pervazları balkon parmaklıkları bu tarzda bir köşk. Babıseraskeri muhasebat dairesi İkinci Şube Müdür Muavini Rıfat Bey’indi.

    Yapılırken, o vakte kadar hiçbir hususi yapıda görülmedik bir başkalıkla karşılaşıldı. Küt küt küt küt! Boyuna sesler. Bahçeye konan motorla doğrama işleri başarılıyor. Tahtalar kesiliyor, biçiliyor, rendeleniyor; bir çırpıda çıkarılıyor.

    Bağdat Caddesi’nden geçen araba beygirleri, hatta tentelilerin en lagarları oraya gelince gürültüden gemi azıya alarak küheylanlaşırdı. Komşuların ukalaları “Semtimizin tadı, tuzu kaçtı. Sabahtan akşama kadar ne baş kalıyor, ne beyin!” diye mırıldanıp durdular.

    Rıfat Bey merhum pek zeki, uyanık, ehli keyif, şeker gibi bir adamdı. Gayet de güçlü kuvvetlilerden. Sinir hekimlerinde senelerden sonra bulunan pençenin kuvvetini gösterici “Evraka” adlı demir mengeneyi altmışına merdiven dayamış yaşta, avucuna alıp bir sıktı mı ibreyi sonuna kadar, yani pehlivan harcı 80 numaraya kadar yürütüverirdi. Galatasaray’dan aziz arkadaşım, o vaktin sayılı idmancısı ve jimnastikçilerinden 333 Şevki’nin ve Pera Palas karşısında “Ege” spor eşyası mağazasnı işleten Süreyya biraderimizin babasıdır.

    Fenerbahçe’ye kol salan demiryoluna geldik. Hattın sağındaki tahini boyalı köşk Divrikli Hafız Paşa’nındır.

    Abdülaziz devrinde, büyük şehzade Yusuf İzzettin on beş on altısında hayal oyunundaki göstermelik kabilinden Birinci Hassa Ordusu Müşiri iken, Paşa ordunun meclis reisi imiş. Amiri Müşir Efendi onu pek sever, hatırını sayarmış. Rivayete göre bu binanın planını o beğenip seçmiş.

    Hafız Paşa zae Nail Bey Limni Adası’nda mutasarrıftı. Şimdi Ankara’da müteahhitlik yapan oğlu Bay Hüsnü Nail 40 yıl evvelin pek yakışıklı delikanlılarındandı. Seyir yerlerindeki bütün hoppa hanımlar suyuna tirit. Sonra bisiklet şampiyonuydu. Bu işin erbabıydı. “Kısa mesafelerde herkesi geride bırakıp derhal geçer; gel gelelim yol uzadı mı yorulup şişer” derlerdi. Daha sonra yaman kemençecilerden. Kemençeyi dizine dayasın, yayı eline alsın; sırasında yanık yanık sırasında kıvrak kıvrak nağmelerini dinle. Anastaş, Vasili falan geç, haza Tamburi ve Kemençevi Cemil Bey.

    İleriye, Bağdat Caddesi’ne devam etmeden sola kıvrılıp bir boy Feneryolu istasyonunu tutalım.

    Biraz git, hatta var. Sol köşedeki köşk Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey biraderimiz çocukluğunu, ilk gençlik çağlarını orada geçirmiş, İstanbul’un gezme tozma alemlerine orada kanat alıştırmıştır.

    Devre devre yağız, doru, bakla kırı kadanaları; viktorya, bato, brik faytonları yeniler; her yenileyişte evvelkinden üstünü peyler. Arabanın içine oturdu mu veya beygirlerin dizginlerini eline alıp tırısı tutturdu mu da bazıları gibi İngiliz tabancası gibi kurum kurum kurulmaz, ermeni gelini kırım kırım kırıtmaz; dostuna düşman gibi bakış, görmemezliğe geliş, kuru selamı esirgeyiş gibi cihetlere hiç yanaşmaz; tanıdıklarından en mütevazi hallilere bile güler yüzle temennah eder, hülasa kibarlığına parmak ısırtırdı vesselam.

    O zamanlar, her şimendifer istasyonunda, adın Türkçesiyle beraber Frenkçesi de yazılı, Feneryolu’nunkinde şu ecel acayip kelime: Bifurcation, yani ikiye ayrılan yol.

    Buradan demiryolunun karşı tarafına geç, sağa dön; saray kılıklı yüksek duvarlar ve ağaçlar arasında, dışarıdan görülmeyen fakat berhaneliği besbelli bir bina göze çarpar.

    Mısır fevkalade komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın köşküdür. Mal sahibi ayda bin lira maaşla Mısır’da adeta sürgün, başka diyara adım attırılmazdı. Küçük Sait Paşa hatıratında yazar:

    Gecenin birinde Yıldız’dan konağına koşturulan bir mabeyinci gayet mühim ve müstacel bir tahrirat getiriyor. Muhtar Paşa tebdilihava diye Avrupa’yı boylamış. Etekleri fena tutuşan hünkar akıl danışmada: “Ne yapsak acaba? Adamı Kahire’ye nasıl çevirsek?”

    İhtiyar yolda hastalanmış. Stokholm’ün bir hastanesinde yatak, döşek serilmiş; inanan yok. Abdülhamit’teki kanaat şu: “Temaruz ederek yoksa dolap mı çeviriyor?”

    Ricalden ve tanıdıklarımızdan mutaassıp bir zat 1877’deki Rus Harbi’nde müşir Muhtar Paşa ile beraber bulunduğunu, onun sofuluğunu, namazını, niyazını, orucunu, ömründe ağzına içkinin damlasını koymadığını söyler durur, üstüne toz kondurmazdı. Bizzat bu zat anlatırken işittim. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a gelen; nice yıllardır görmediği, görüşmediği Paşa’yı yoklamaya bu köşke gidiyor. Hoşbeşten sonra akşam yemeğine alıkonuyor. Hava karardığı sular salona bir uşak girmiş. Elinde tepsi, üstünde kadehler dizili. Ev sahibi “Sen de aperatif alsana a birader! Tıbbın tavsiye ettiği münebbihler içinde en makulü budur, rakıdır!” diyerek kadehin birini susuz muşuz dikip ikincisini de önündeki sigara sehpasına koymaz mı?

    Tanıdık zatı şerifin o anda sanki tepesinden aşağı kaynar sular boşanmış.

    Sermet Muhtar Alus

  • Müessisler Toplantısı

    Müessisler Toplantısı

    Fenerbahçe Spor Kulübü, Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin “fahrî” başkanlığından sonra, yani 1924 yılından itibaren, Şükrü Saracoğlu’nun başkan seçildiği 1934 Ekim ayına kadar, 10 sene boyunca üç kişiden oluşan bir yönetim kurulu ve müessesan (kurucular) heyeti tarafından idare edildi. “Müessisler Toplantısı” olarak nitelendirilen görüşme duyurularına gazetelerde sık sık tesadüf etsek de orada konuşulanlara dair detaylı bilginin olduğu haberler çok az. Bunlardan birine rastlayınca siteye alalım istedik.

    Bu toplantıdan sonra bir yönetim değişikliği ve Taksim Stadyumu idaresi ile kavgamız yazılmış.

    Hemen altında da iki ay sonra yayınlanan bir haberde meselenin halli…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Müessisleri

    Fenerbahçe müessisleri dün kulüp merkezinde bir içtima akdetmişler ve kulübün ehemmiyetli bazı işlerini görüşmüşlerdir. Muvaffak, Hayri, Reşat Beylerden mürekkep olan idare heyeti istifa etmiş, yapılan yeni intihabatta idare heyetinin şu şekilde olması müttefikan tasvip edilmiştir: Muvaffak, Hacı Bekir zade Ali Muhiddin ve Selahattin Manço Beyler.

    Muvaffak Bey gene idare heyetinde vazife almamak için çok ısrar etmiş, fakat arkadaşlarının ısrarı karşısında kabule mecbur olmuştur.

    Müessisler badema Taksim Stadyumu’nda maç yapmamaya karar vermişlerdir. Bu şekilde bir karar ittihazına sebep olarak Fenerbahçe kulübünün ve kulüp erkanının stadyum müdürlerinden biri tarafından tahkir edilmesi gösterilmektedir.

    Fenerbahçe badema bütün maçlarını Kadıköyü’nde yapacaktır.

    1 Eylül 1929 – İkdam Gazetesi (Müessisler Toplantısı)


    Stadyumdaki Maçlar

    Fenerbahçe kulübü, bundan bir müddet evvel yaptığı bir müessesan içtimaında badema Taksim stadyumunda maç yapmamaya karar vermişti. Bu karar kulüp erkanından birinin stadyum müdiranından diğer bir zat tarafından istiskal edilmesi üzerine ittihaz olunmuştur.

    Stadyum idaresinin nazikane bir tarziye ile vaziyeti tavzih etmesi ve ismi geçen müdürün müesseseden ayrılması üzerine mesele kalmamış ve Fenerbahçeliler kararlarından feragat etmişlerdir.

    Binaenaleyh bu hafta Taksim Stadyumu’nda lig maçlarının başlamasına hiçbir mani kalmamış demektir.

    5 Kasım 1929 – İkdam Gazetesi

  • İsimlerimiz

    İsimlerimiz

    Arşiv taramalarında Fenerbahçe tarihinde ismi geçenlere denk geldikçe onlarla ilgili yazıları sitemize alıyoruz. Mamafih böyle küçük ve ilginç örneklere rastladığımız da oluyor. Soyadı kanunu çıkmadan evvel, 15 Ağustos 1929 tarihinde İkdam gazetesinde yayınlanan C.N. imzalı yazıda “İsimlerimiz”e ek olarak aile adı olmaması eleştirilmiş ve buna “etkili” bir misal olarak Hacı Bekir gösterilmiş.

    Bununla birlikte, Fenerbahçe’nin en kıymetli başkanlarından birisi olan Ali Muhiddin Hacı Bekir ve birkaç asırlık muhteşem müessesesinin 1918 yılında verdiği (ve aşağıda göreceğiniz) ilanda, isim sorunu olmadan da sahtecilerden ne kadar mustarip olduklarını görüyoruz.

    Sevgili başkanımız nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İsimlerimiz

    Telefon rehberinde 25 İsmail Hakkı Bey ismine tesadüf edilir ki bunlardan yalnız sekizi bir aile ismi taşıyor. Hangi İsmail Hakkı Bey? Sarı çizmeli Mehmet Ağa… Halbuki medeni kanun aile isminin kullanılmasını amirdir. Ticaret alemine giriyoruz, yeni yeni firmalar teşekkül ediyor. Eğer isimler ihya edilmezse şahsi ahvalde, sicillerde, eskisi gibi, hukuki zıya’a uğratacak yolsuzluklar teselsül eder gider.

    Medeni kanun isim üzerindeki hakkı tanıyor ve ismi himaye ediyor. Madde 25: “İsmi ihtilafa mahal veren kimse, hakimden hakkının tanınmasını talep edebilir.”

    Madde 153: “Karı, kocasının aile ismini taşır.”

    Pek ala, kanuni ahkam mevcut, lakin bunun tatbikatı yok.

    İsmi Bekir olan biri bil’iltizam hacca gitse kendisine bihakkın Hacı Bekir denecek; bu adamın bir şekerci dükkanı açmak sarih hakkıdır. Oldu bir şekerci Hacı Bekir! Fakat bu, o bildiğiniz meşhur Hacı Bekir değil. Kanunen buna ne yapılabilir? Memleketimizde sanayi biraz ilerler ilerlemez bu isim karışıklığının bin bir mahzurunu göreceğiz. Evet! Kanunun imali lazım. Romanya’da bu hal vaki olmuştu ve hükümet, bir emirle altı ay içinde aile isimlerinin tescil edilmesini kaide ittihaz etti. Kezalik, Ermeniler, ruhani reislerinin bir işareti üzerine derhal “yan” hecesinin ilavesiyle kendilerine isimler uydurdular.

    Aile ismi olmamak demokrasinin tefritidir. Bu kadar demokratlık da fazladır, karışıklığı mucip oluyor.

    Sicillere hakim olan adliyedir. Adliye vekaletinin lütuf ve himmetinden bu cihetin tanzimini bekleriz. Dünyada aile ismi usulünü kabul etmeyen tek bir millet kalmamıştır.

    Bir tarihte, Bolu vilayetinde, Köstebek isminde bir köyde konaklamıştım. Orada herkesin ismi Abdi Bey… Bu muhtelif ve mütenevvi Abdi Beylerden biri ile bir tacir bir münasebete girişse ve sonunda iş bir protesto veya davaya müncer olsa müddea aleyhin hangi Abdi Bey olduğunu tayin etmek külfetli bir mesele olacak.

    Bütün müesseselerimizi tazeleştiriyor, garplılaştırıyoruz. Teceddüt programının en başında bu da münderiçtir. Elbise veya serpuşun beynelmilellerini almakla Garp alemine girdik. Eskilikten her gün bir adım uzaklaşıyoruz. Elli senelik maziden bizde ne kaldı? Bir aile isminin fıkdanı, bir de Cuma tatili.

    Eğer rivayet doğru ise Çin’in bazı mıntıkalarında, çocuklara doğduklarında isim verilmez, kendileri birinci, ikinci, üçüncü… diye yadolunurlarmış. Mektep nümerosu gibi bir şey.

    Aile ismi kullanmayacaksak, bari muhtelif Ali Rızalara, Mehmet Alilere, İsmail Hakkılara, Musa Kazımlara, Hasan Hüsnülere birer numara verelim.

    15 Ağustos 1929 – İkdam Gazetesi (C.N.)


    Hacı Bekir Ticarethanesinden:

    Sokaklarda, hemen her köşe başında kirli işportalar içinde “Aşk olsun Hacı Bekir – Hacı Bekir lokumu” avâzeleriyle ne olduğu meçhul mülevves çamur parçaları satılıyor. Bu gibi muzırulsıhha sokak mâmûlatının müessesemizle alakadar olamayacağı vareste-i izah ise de ticarethanemiz mâmûlatının ancak İstanbul Bahçekapı merkez ile Galata, Beyoğlu ve Kadıköy şuabatından maada değil böyle sokaklarda hatta ahir bir mağazada bile füruht olunmadğını muhterem müşterilerimize arz etmeyi bir vazife addederiz.

  • Fenerbahçe Hep Galip

    Fenerbahçe Hep Galip

    Yeditepe Yayınevi‘nden çıkan ve buradaki linkten satın alabileceğiniz “Fenerbahçe Tarihi Meseleleri | Kuruluş” kitabının önsözünü sitemizde yayınlıyoruz. Fenerbahçe Hep Galip!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Özsöz

    Bundan tam iki yıl önce on yedi kişi bir araya geldi. Bu kişilerden bazısı birbirini daha önceden tanıyorken bazısı da o gün tanışmıştı. Ortak paydaları Fenerbahçe, uzmanlık alanları ise Fenerbahçe tarihi olan bu kişiler; 1959 öncesi şampiyonlukları için kapsamlı çalışmalar yapılması, Fenerbahçe’nin tarihine, uydurdukları yalanlarla saldıranlara karşılık verilmesi için anlaştılar. Bu on yedi kişi arasında ifade gücü kuvvetli, kalemi keskin, hafızası mükemmel, organizasyon yeteneği takdire şayan, yüzyıl önce yazılan yazıları okumada mahir, yılların emeği ile oluşturdukları arşivi göz kamaştıran insanlar vardı. İkinci toplantıda iş bölümü yapıldı. Dönemler, konular, bu kitaba da adını veren meseleler üzerinde yoğunlaşacak kişiler belirlendi. Üçüncü toplantıda, masanın üzerinde yıllardır yapılan araştırmaların bir sonucu olarak meydana gelmiş onlarca sayfalık içerik duruyordu. Toplantı boyunca bu içerikler hakkında konuşuldu. Fenerbahçe tarihi ile ilgili bilinen birçok şeyin aslında klişeden ibaret olduğu, işin aslının farklı olduğu ortaya çıkmaya başlamıştı. Tarih yazımını; belgelere dayanarak, belgelerin de “kaynak” statüsünde olup olmadığını özenle değerlendirerek yaptıkları için bu müstesna topluluk ortaya çıkan gerçekleri paylaşmakta bir sakınca görmediler. Böylece FenerbahceTarihi.org doğmuş oldu.

    İtiraf etmek gerekirse hazırlanan içerikler yayımlanmaya başlamadan önce, tarihî meselelerin bu kadar ilgi çekeceği aramızdan kimsenin aklına gelmemişti. Bir süre sonra deyim yerindeyse “mızrak çuvala sığmamaya” başladı. Yazdıklarımıza değer veren, önemseyen kişiler, bu yazıları kitaplaştırmanın zamanı geldiğine bizi ikna ettiler. Bu doğrultuda yazılarımızı sınıflandırarak Fenerbahçe tarihini dönemlere ayırdık. Bu ayrımın sonucunda elinizde tuttuğunuz kitabın da zamansal sınırı belirlenmiş oldu.

    “Fenerbahçe’nin kuruluş hikâyesinin, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar süren Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme yılları içerisinde; toplumsal, politik hatta ekonomik olarak incelenmesi gereken özel bir anlamı vardır. Fenerbahçe’nin kuruluşu, farklı bir bakış açısıyla değerlendirilip yeniden yazılması gereken tarihî meseleleri de içerisinde barındırır. Fenerbahçe tarihindeki birçok olayın bugün ‘mesele’ olarak değerlendirilmesinin sebepleri, döneme ilişkin kaynakların yetersiz olması ve az sayıdaki araştırmacının ‘resmî’ tarih tezinden ayrılmamak konusunda gösterdikleri bilinçli çabadır. Fenerbahçe’yi kuran ve kuruluşunda pay sahibi olan kişilerin hayat hikâyeleri ve kuruluştan sonra geçen yıllardaki faaliyetleri, ‘Fenerbahçe’nin kuruluşu’nu özel kılan ana unsurlardır. Bu unsurlar, dönem için kalıplaşmış yargıların değişmesi ya da bazı ender durumlarda da desteklenmesi için Fenerbahçe’nin kuruluş tarihinin ana dayanaklarından birisi olacaktır.”

    Türk spor tarihinde, üzerinde belki de en az çalışma yapılan dönem olan Fenerbahçe’nin kuruluş yılları için araştırmalarımız sonuç vermeye başladıktan sonra önceki paragrafta okuduğunuz satırları kendimize yol haritası olarak belirledik. Haritadaki izleri takip ederek ilk kitabımız olan Fenerbahçe Tarihi Meseleleri-Kuruluş’u, internet sitemizde yayımladığımız içerikleri temel alarak yazdık.

    Dört bölümden oluşan kitabımızın ilk bölümü Fenerbahçe’nin kurucuları hakkındadır. Fenerbahçe’nin beş kurucusunun hayatını, bilinmeyenleri ortaya çıkaracak şekilde inceledik. Özellikle Enver Hoca (Yetiker) ve Nurizade Ziya Bey (Songülen) üzerinde yoğunlaşan çalışmalarımızın Fenerbahçe’nin bir kuruluş felsefesinin var olduğunu ortaya çıkardığını düşünüyoruz. İkinci bölümde ise kulübün basılı ilk tüzüğünü günümüz Türkçesiyle aktarıp tescil edilme tarihini belirlemeye çalıştık. Elde ettiğimiz belgelerin söyledikleri, dönemin bilinen siyasi şartlarıyla desteklenince karşımıza yepyeni bir hikaye çıkmış oldu. Üçüncü bölümde İstanbul’un kadim semti Kadıköy’ün Fenerbahçe tarihindeki yerini okuyacaksınız. İstanbul’da futbolun doğduğu topraklarda Fenerbahçe’nin büyüyüp geliştiği mekânların, ilk takımlarının top koşturduğu çayırların izlerini bulacaksınız. Kitabın son bölümünü portreler ve olaylara ayırdık. Bu bölümün iki özelliği var: İlki, Fenerbahçe’nin ilk yıllarının bilinmeyen karakterlerinin hikâyelerinin gün yüzüne çıkması. İkincisi ise, kitapta yer alan değerlendirmelerimizi oluştururken faydalandığımız kaynakları sizlerle paylaşmamız. Belirtmek isteriz ki bu kitap Fenerbahçe’nin kuruluş yıllarının olayları ve o dönemin kişileri için kesin yargılar içermiyor. Yazım dili olarak bunu iddia ettiği düşünülebilirse de kitabın önceliği, içinde yer alan belgelere dayalı tezlerle, Fenerbahçe’nin kuruluş dönemi üzerinde tartışmalar yapılmasını sağlamak.

    Tarih yazımı, şüphesiz devinim içerisinde. Her gün yeni belgeler, yeni kaynaklar tarihçilerin karşısına çıkabiliyor. Bu kaynaklar kimi zaman ortaya atılan tezleri destekliyor, kimi zaman da çürütüyor. Yapılacak olan bu tartışmaların bizleri yeni belge ve kaynaklara ulaştırmasını, yeni bilgilere ulaşarak tez-antitez-sentez formülüyle Fenerbahçe tarihinin bugüne kadar karanlık kalmış olan bu dönemini daha fazla aydınlatmayı amaçlıyoruz. Bu amaç spor tarihi üzerine çalışan ya da çalışmayı amaçlayan genç tarihçileri teşvik etmeyi de içerisinde barındırıyor.

    Kitap üzerinde çalışırken benimsediğimiz metot, yukarıda da belirttiğimiz gibi belge ve kaynaklara dayalı bir yazım yapmak oldu. Dönemin Osmanlıca gazeteleriyle devlet ve özel arşivlerde yapılan taramalar, daha önceden yazılmış tarihi kitapların ve anıların karşılaştırılması ve akademi etiği çerçevesinde eleştirilmesi, benimsediğimiz bu metodun temelini oluşturdular. Bu temeli oluştururken Türk spor tarihi yazıcılığının en büyük eksikliğinin, ülkede yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmeleri gerektiği gibi dikkate almaması olduğunu düşünüyorduk. Döneme ilişkin yaptığımız kaynak taramaları ve okumaların bu eksikliği gidermesini amaçladık.

    Elinizde tuttuğunuz bu kitap, Fenerbahçe Tarihi Çalışma Grubu’nu oluşturan; Ziya Aktürer, Alp Bacıoğlu, Tapfereritter, Zafer Batık, İzzet İsrael Benyakar, Çağrı Çobanoğlu, Alp Eralp, Cem Ertuğrul, Barış Eymen, King Santillana, Barış Kenaroğlu, Haluk Kılıç, Adem Köz, Alican Küçükcan, Onur Tuncer, Okan Uzunkaya, Tuncay Yavuz, Bozkurt K. Yılmaz’ın çabalarıyla hazırlandı. Kitapta emeği geçenler olarak teşekkür etmemiz gereken kişilerin listesi hayli uzun.

    Her yazdığımız yazıyı titizlikle okuyan, bize yol gösteren, öğrencisi olmaktan gurur duyduğumuz Saygıdeğer Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin ve kıymetli eşleri Emel Engin Hanımefendi’ye; eşsiz koleksiyonundan faydalanmamıza izin veren, sohbetiyle yolumuzu aydınlatan değerli büyüğümüz Seyhun Binzet’e; spor tarihi üzerine çalışmalarıyla bize ilham veren Prof. Dr. Erhan Afyoncu Hocamıza, Murat Bardakçı’ya; bizi her fırsatta yüreklendiren Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı Hocamıza; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün tüm çalışanlarına; Yapı Kredi Bankası Arşivi’nin değerli yöneticileri Abdullah Gül ve Ayhan Uçar’a; İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Furkan Sevim’e; kataloglarını hizmetimize sunan İBB Atatürk Kitaplığı Müdürü İrfan Dağdelen’e; Malta Ulusal Arşivi görevlileri Charles Farrugia, Leonard Callus ve Melvin Caruana’ya; Dr. Sinan Genim’e; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu mensubu Dr. Hüseyin Kıyak’a; Ayetullah Bey’in fotoğraflarının bu kitapta ilk kez yayımlanmasına izin veren, kurucumuzun değerli akrabaları Mehmet Auf ve eşi Ebru İpek Auf Hanımefendi’ye; Lale Atman Hanımefendi’ye; Enver Yetiker’in fotoğraflarını tarihe bu kitap vasıtasıyla kazandıran, kurucumuzun değerli torunları Ayşe Bertülin Kenter ve Rona Bandar Hanımefendilere; Fenerbahçe’nin erken dönemiyle ilgili arşiv belgelerini bizlerle paylaşan Melih Şabanoğlu’na; doğru bilgi ve belgeye ulaşmamızda yardımlarını esirgemeyen, her zaman yanımızda olan Fenerbahçe camiasının değerli üyeleri; Belgin Beşe Aral Hanımefendi, “Paşalı Birol” Vecdi Teker, Acar Yıldız, Aydın Temizer ve kıymetli eşi Nazan Aksoy Temizer Hanımefendi, Bülent Batu, Cahit Binici, Cem Argun, Cafer Çağatay’ın torunu Jale Çağatay Hanımefendi, Sporel ailesinin kıymetli mensupları Dilara Sporel, Emine Sporel Özakat ve Feyhan Sporel Hanımefendiler, Ali Muhiddin Hacıbekir’in torunu Nazlı İmre Hanımefendi, bizlere gösterdiği teveccühten her zaman onur duyacağımız Müzdat Dağlaroğlu’na teşekkür etmeyi borç biliyoruz.

    Bugün aramızda olmayan iki ismin; kitabımızı göremeden aramızdan ayrılan, “Kadıköy’ün BelleğiDemir Alp Serezli Ağabeyimizin ve Türk spor tarihçiliğinin sembol ismi Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nun manevi şahsiyetleri önünde de saygıyla eğiliyoruz. Bu birbirinden değerli kişilerin Fenerbahçe tarihine yaptıkları katkıları, geleceğin tarihçilerine aktararak bu borcu bir nebze de olsa ödeyebildiğimizi düşünüyoruz.

    Ve Galip… Galip Kulaksızoğlu…

    Bu kitabın sayfaları arasında adına rastlayıp hakkında yazılanları okuduğunuzda kitabımızı ondan başka birine ithaf etmenin zaten mümkün olmadığını sizler de düşüneceksiniz. İyi okumalar…

    Fenerbahçe hep Galip…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Grubu