Etiket: Altan Dinçer

  • Doktor Ayten Salih

    Doktor Ayten Salih

    Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi“nin “Beden Eğitimi ve Spor” özel sayısında Barış Eymen ve Barış Kenaroğlu imzasıyla yayınlanan yazı…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türkiye’de Kadınların Spor Sahalarında Görünmesi ve Ayten Salih Berkalp

    Barış Eymen, Barış Kenaroğlu

    Modern Sporların Ülkemize Girişi

    Türk kadınının spor sahalarında görünmesi Osmanlı döneninden itibaren başlamış bir süreçtir. Özellikle modern sporların yapılmaya başlanmasından bir süre sonra kadınların da söz konusu sporların bazılarıyla ilgilenmeye başladıklarını görürüz. Ülkemize modern sporların girişi genellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve sonrasına rastlar. Modern sporlar denince, öncelikle jimnastik, futbol, atletizm, grekoromen güreş, boks, bisiklet, yüzme, tenis, hokey, kriket, basketbol, voleybol, kayık ve yelken yarışları vs. gibi branşlar gelir.

    Öncelikle modern olan nedir; ona bir bakmak lazım. 18. Yüzyıl sonları ve 19 yüzyıl başlarında Osmanlı Türkiye’sinde birçok müessesenin tıkandığını işlevini yitirdiğini görüyoruz. Artık birçok alanda Avrupa’dan geri kalınmıştır.  Bu durumda devlet adamları çözüm arayışına girmişlerdir. Neticede gelinen nokta şu olmuştur:

    “Avrupa ülkeleri ile rekabet edeceksek kendi insanımızı en donanımlı şekilde yetiştirmeliyiz. Bu da çağın gereği gibi eğitim veren okullar açmakla olur. O zaman model Avrupa olacaktır.”

    Bu anlamda bir örnek verelim. Mesela Fransız eğitim sistemini model alan ve müfredatı da Fransız okullarına uygun bir yöntem kullanacaksınız. Fen bilimleri ağırlıklı müfredatı birebir aldığınızda ülkenizde bir Fransız Okulu kurmuş olursunuz. Buna karşılık o müfredata Türkçe, Türk Tarihi, Arapça, Farsça, Din Dersi ilave ettiğinizde artık bu müfredat çerçevesinde bir Fransız okulu olmaktan çıkıyor. Yerli motifler işin içine giriyor. Böyle olduğunda gençler yerli kültürden de uzaklaşmamış oluyorlar. İşte model birebir alındığında buna batılılaşma diyoruz. Yerli motifler katıldığında ise modernleşme diyoruz.

    Modern sporlar açısından buradan çıkaracağımız sonuç şudur: Modern eğitim alarak yetişen gençler modern spor dallarıyla tanıştıklarında ilgi gösteriyorlar, kolayca benimsiyorlar ve uygulamada da başarılı olabiliyorlar. Modern sporların ilk yapıldığı şehirler olarak İstanbul, İzmir, Selanik’i gösterebiliriz.

    Öncelikle yabancıların durumuna bir bakalım. Kapitülasyonların sağladığı imtiyazlardan yararlanarak koloni halinde yaşayan aileler sık sık çayırlara ve mesire yerlerine giderek kendi aralarında çeşitli spor dallarını icra ediyorlar.  Bunlara ilave olarak Osmanlı limanlarını ziyaret eden İngiliz savaş gemileri personelinin şehirde bulundukları zaman diliminde spor müsabakalarına katılıyorlar. Özellikle takım oyunlarında yeterli sayıda sporcu bulamayan aileler gayrimüslimleri de oyunlarına ortak ediyorlar.

    Zamanla Türkler de bu spor dallarıyla ilgileniyor. Türk gençleri sporu bir eğlenceden öte sağlıklı bir vücuda sahip olmanın aracı olarak da görüyorlar. Nitekim idmancı ve idmancılık kavramı sık sık kullanılıyor ve giderek yaygınlaşıyor. II. Abdülhamid döneminden itibaren gençlerin hem zihin hem de beden sağlığı için spor yapmanın yararları gazete sütunlarında yer alıyor. Yapılan sporlar gençler arasında ilgi gördüğü gibi halk da seyir amaçlı olarak ilgi gösteriyor.

    İlk Kadın Sporcularımız

    II. Meşrutiyetle beraber idmancılık hem zihin hem de beden sağlığı yanında aynı zamanda savaşa her zaman hazırlıklı olmanın gereği olarak da önemsenecektir. Ayrıca spor etkinlikleri artacaktır. Spor bayramı adıyla düzenlenen organizasyonlarda her dalda sporcular birbirleriyle rekabet edecektir. Bu bağlamda 1911 yılı spor bayramında Türk kadın sporcuların da yer aldığını görüyoruz. Kadınlar arası sürat yarışlarına katılan Besime Hanım birinci, Macide Hanım ikinci olmuştur. Besime ve Macide Hanımları ilk Türk kadın atletler olarak tanımlayabiliriz.

    Türk spor tarihi yazımına büyük katkılar sunan İdman mecmuası, 3 Temmuz 1330 (1914) tarihli 35. sayısı ile yayın hayatına veda etti. Derginin 5 numaralı nüshasında “Anadolu Hisarı İnas Mektebi talebâtı İdman Yurdu koşu müsabakasında” altyazılı bir fotoğrafta kız öğrencilerin Union Club sahasındaki yarışı görülüyordu.

    Takip eden senelerde Birinci Dünya Savaşı kaybedildi. Millî Mücadele kazanıldı. Ve Osmanlı İmparatorluğu, yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı. Genellikle İstanbul merkezli olarak düzenlenen sportif faaliyetler olduğu gibi Cumhuriyet’e intikal etmiş ve kulüpler, diğerlerinin de katılımıyla Osmanlı döneminde başlayan rekabetlerini Cumhuriyet döneminde de sürdürmüşlerdir. Bu defa sporun ülke geneline yayılması da önemsenecektir.

    İdman’daki fotoğrafın yayınlanmasından 13 sene sonra, Türk futbolunun “Şiir” lakaplı, kulüp gezgini, meşhur siması Refik Osman (Top) Bey’in “Heyet-i Tahririye Müdürü” olduğu “Gol” dergisinin 19-20 numaralı nüshasındaki bir fotoğrafın altyazısında ise şu cümle göze çarpıyordu:

    “Genç kızlarımız spor âlemine atılırken; ilk şayan-ı takdir adım”

    Bu adım 12 Şubat 1926 günü, 1913 yarışı ile aynı yerde, Kadıköy’deki (bugünkü Fenerbahçe Stadyumu) İttihat Spor Kulübü Sahası’nda yapılan “Cumhuriyetin ilk kadın atletizm koşuları” idi. Dönem gazeteleri derlendiğinde günün öyküsü okuyanların gözünde şöyle canlanıyordu:

    O gün saat on buçuktan itibaren seyirciler gelmeye başlamışlardı. Genç hanımların koştuklarını görmek hususi bir zevk uyandıracağı için olacak ki şimdiye kadar hiçbir atletizm müsabakasında görülmeyen bir kalabalık vardı.

    Saat on bire doğru, sporcu hanımlar yanlarında Ömer Besim (Koşalay) Bey bulunduğu halde göründüler. Ömer Besim Bey, daha önce bu tip yarışlarda emsaline rastlanmamış kalabalığı görünce, yarı şaka, yarı ciddi ‘Anlaşıldı’ dedi, ‘Bir daha atletizm müsabakaları tertip edildiği zaman mutlaka hanımların da teşrik edilmesi lazım!’

    Müsabaka kalabalığın gösterdiği alaka ve heyecanı tamamıyla tatmin edecek bir cereyan almakta gecikmedi. Zira birkaç günden beri koşuya iştirak edeceklerinden bahsedilen yirmi kadar hanımın soyunma odalarına girip de hazırlanmaları lazım geldiği zaman hanımlar arasında bir telaş, bir heyecan hâsıl oldu. Oraya buraya dağıldıkları, ötede, beride heyecanlı heyecanlı koşuştukları görüldü. Anlaşılan hanımlardan bazıları spor eşyalarını evde unutmuşlardı.

    Bu arada Ömer Besim Bey de İttihat Kulübü’nün bir ucundan diğerine koşuyor, hanımları toplamaya ve müsabakaya sokmaya çalışıyordu. Bütün bu faaliyete rağmen, koşuya iştirak etmeleri lazım gelen yirmi hanımdan ancak yedisi meydana çıkabilmişti.

    İttihat Spor Kulübü’nün küçük binasının kapısından çıkan hanımlar fotoğrafçıların hücumuna maruz kaldılar. İkdam gazetesi muhabiri saha içinde ve hanımların etrafında gerek amatör, gerekse profesyonel on dört objektif saymıştı. Tribündekilerle beraber bu sayı yirmiyi geçiyordu. Besim Ömer Bey’in ‘Haydi!’si sporcuları fotoğrafçılardan kurtardı. Hanımlar, meydana çıktılar, sıralandılar, herkes dikkatle bekliyordu.

    İki koşu yapılacaktı. Biri 60 metrelik sürat, diğeriyse 300 metrelik mukavemet koşusu… Sürat koşusuna üç atlet katıldı: Nermin Hanım, Emine Hanım ve Safiye Hanım.

    Unvan Bey’in el çırpmak suretiyle verdiği işareti müteakip üç hanım fırladılar. Başlangıçta birinciliği temin eden Nermin Tahsin Hanım altmış metre müsabakayı 11.10’da koşarak birinciliği muhafaza etti. Bir metre farkla Emine Hanım ikinciliği ve Safiye Hanım da üçüncülüğü kazandılar. Nermin Hanım’a niçin birinci geldiği sorulduğu zaman : ‘Çalıştım, bir haftadan beri antrenman yapıyordum’ dedi.

    Biraz sonra 300 metrelik mukavemet koşusu yapıldı. Bu koşuya beş atlet katıldı: Mübeccel Hanım, Yeliz Hanım, Nermin Hanım, Minnoş Hanım ve Mürüvvet Hanım.

    Bu müsabakada birinciliği Mübeccel (Argun) Hanım iyi bir koşudan sonra kazandı. İkinciliği yine Nermin Tahsin Hanım aldı. Mübeccel Hanım hakiki bir sporcu idi. Ne gibi sporlarla meşgul olduğu sorulduğunda ‘Çok eskiden koşardım, şimdi British School spor asistanıyım. Her spordan bir parça yaparım. Hokey oynarım. En ziyade istidadım hokey oynamaktadır’ dedi.

    Atletizm Federasyonu Başkanı Unvan Bey’in verdiği madalyalardan başka ‘bütün idmancıların kalbinde hürmetle yaşayan idmancılar şeyhi Faik (Üstünidman) Hoca tarafından birinci gelenlere verilmek üzere gönderilen’ ödüller de sporculara takdim edildi. Gazeteler “Büyük bir haz ile kaydedeceğimiz nokta, 12 Şubat 926’nın Türk sporculuğu tarihinde sayılı ve kıymetli bir tarih olduğudur” derken, Türk atletizm sahasının yeni sporcularına takılmayı da ihmal etmemişlerdi: “Herhalde hanımlarımız arasında böyle müsabakalar yapılması hiç de fena değildir. Ancak hanımlarımız da gelecek koşularda spor pantolonlarını veyahut ayakkabılarını evde unutmamayı şimdiden hatırlatmayı da faydasız bulmuyoruz.”

    Üç sene sonra, gazete sütunlarında “belki de dünya spor tarihinde bir ilk”in haberi yayınlandı. İstanbul voleybol şampiyonasını konu alan metinde, Fenerbahçe erkek voleybol takımının kadın sporcusu Sabiha Rıfat (Ecebilge Gürayman) Hanım’dan da bahsediliyordu:“(…) Fenerbahçe takımı, geçen turnuvaya ‘Ateş’ namı altında iştirak ederek bütün rakiplerini büyük farklarla yenen oyunculardan müteşekkil olduğu için, birincilik maçlarında da şampiyonanın en kuvvetli namzetlerindendir. Fenerbahçe takımının hususiyetlerinden biri de oyuncuları arasında Sabiha Rıfat Hanım’ın bulunmasıdır. Sabiha Hanım, erkeklerle birlikte cemi ve resmi sporlara iştirak eden ilk hanım olduğu için, Fenerbahçe’nin bu yeniliği, spor tarihimizde başlı başına bir inkılap teşkil etmektedir. Sabiha Hanım, şampiyon arkadaşları arasında oynamaya layık olduğunu gösteren bir nüfuzu nazar göstermektedir.”

    Bu fevkalade önemli olayı kayda geçiren bir resim, Milliyet gazetesinde yayınlandı. O gün erkek takım arkadaşlarının kollarına girerek fotoğraf çektiren Sabiha Hanım, yaklaşık yarım asır sonra, 1973 yılında aynı gazetede Güngör Gönültaş’a uzun bir röportaj verecek ve o günleri şöyle anlatacaktı: “Okulda 350 erkek öğrencinin arasında iki kız talebe idik. Melek ve ben. Önceleri merakla izleniyorduk. Ama giderek her şey değişti. Artık erkek arkadaşlarımla spor yapabiliyordum. O yıllar Galatasaray ile Fenerbahçe takımları vardı. Birinci yılın sonunda okulun voleybol takımına seçildim. Sonra Fenerbahçe Kulübü’ne kaydedildim. İlk maçımızı Kabataş’la yapmıştık. Kaybedeceğiz ve sorumlu olacağız diye ödüm kopmuştu. Çok şükür kazandım. Sonra birçok resmî maçta oynadım.”

    1945 yılı Aralık ayında Anıtkabir Kontrol Şefliği görevine getirilen Gürayman, Bayındırlık Bakanı Sırrı Day’ın kendisine söylediği “Biliyor musunuz Sabiha Hanım? Atatürk başını kaldırıp da baksa idi. Türk kadınına açtığı yoldan yürüyerek buraya kadar gelmiş olan sizi görerek kim bilir ne kadar memnun olacaktı.” sözünü hiç unutmadı.

    Kıbrıslı Türk Kadın Sporcumuz: Ayten Salih Berkalp

    Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakledildikten tam bir sene sonra, Türk kadın sporları tarihi, yine Fenerbahçe Spor Kulübü sayesinde bir inkılaba daha sahne oldu. Bu defa başrolde Kıbrıslı Türk Dr. Ayten Salih Berkalp vardı.

    Ayten Salih Berkalp, polis komutanı Salih Karamehmet ile ev hanımı Melek Hacı Hasan’ın dördüncü kızı olarak 1934 yılında Gazimağusa’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Kıbrıs’ta tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek Çamlıca Kız Lisesi’ne devam etti. 1954 Haziran ayında okulunu birincilikle bitirerek girdiği İstanbul Tıp Fakültesi’nden de başarıyla mezun olan Ayten Salih, 6 Aralık 1960 tarihinde mesleğini icra etmek üzere, memleketi Kıbrıs’a geri döndü.

    Dr. Ayten Salih, 21 Aralık 1963 hadiseleri başladığında EOKA’cılar tarafından işgal edilen hastanede, Türk hastaları korumaya çalıştıysa da bazı hastabakıcı ve hastaların kurşunlanarak öldürülmesinden sonra, personeliyle birlikte hemşire lojmanına hapsedildi. O ve çalışma arkadaşları, yapılan yoğun baskılar sonrasında, beşinci günün gecesinde Makarios tarafından önce Piskoposhane’ye, oradan İngiliz elçiliğine ve en sonunda Türk bölgesine gönderildiler. 1967 Eylül ayında İngiltere’de anestezi ihtisasını tamamladıktan sonra Kıbrıs’a dönünce, bu defa Limasol’daki Türk Hastanesine atandı. Dr. Ayten Salih, burada önce anestezi uzmanı, 1970’de ise başhekim olarak görev yaptı. 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı esnasında, Limasol Türk bölgesinin düştüğü haberi gelince, Dr. Ayten Salih bir yıl süre ile hastanedeki çalışma odasında yaşadı ve işgal altındaki şehirde doktor, yönetici ve mücahit komutanı olarak görev yaptı. Eylül 1975’den itibaren Sağlık Bakanlığı bünyesinde çeşitli vazifeler alan Dr. Ayten Salih, 1991’de kendi isteği ile müsteşarlıktan emekliye ayrıldı ve 1995-2004 yılları arasında 9 yıl süre ile kamu hizmeti komisyonunda üye olarak görev yapmaya devam etti.

    Bugün 90 yaşında olan Dr. Ayten Salih Berkalp, Kıbrıs’ın Türk millî mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olmakla birlikte, bundan tam 70 sene önce “Türk sporunun ilk kadın basketbol/voleybol kulüp takımları”nın kuruluşuna da öncülük etti.

    Belge, bilgi, fotoğraf ve hatıralarını Spor Tarihçisi Barış Kenaroğlu ile Barış Eymen’e emanet eden Dr. Ayten Salih’e dair çalışmalarda Çamlıca Kız Lisesi Tarih Öğretmeni Murat Mutluer’in de kıymetli katkıları oldu.

    Aşağıdaki metin Dr. Ayten Salih Berkalp’in spor hayatına odaklanırken, Kıbrıs’ta geçen çocukluğu, ailesi, Çamlıca Kız Lisesi ve Fenerbahçe yıllarına dair “birinci ağızdan” enstantaneler içeriyor. Onlarcasını muhafaza etmeyi başardığı belge ve fotoğraflardan da bir “seçki” sunmaya çalıştık.

    Ayten Salih Berkalp Sporculuk Hayatını Anlatıyor

    Türkiye’de “kulüpler bazında” kadın takım sporlarının kuruluşunu sağlayan ve 1954-1960 yılları arasında yapılan resmî turnuvaların neredeyse tamamını kazanan Dr. Ayten Salih Berkalp anlatıyor:

    “Benim gibi esmer olan babam Salih Karamehmet’in kökleri Afrika’ya dayanıyordu. Babaannemi hiç görmedim ama yaşamının son yılını bizim evde geçiren dedemi çok iyi hatırlıyorum.

    Annem Anadolu kökenliydi. Babası bir Hac dönüşünde yolda vefat ettikten sonra ninem Havva Hanım üç kız çocukla (Cemiye, Huriye ve annem Melek) Lefkoşe’de kalakalmış… Havva Hanım’ı, Rauf Denktaş Bey’in dedesi Rauf Efendi nikâhına almış. Tam o zamanlar babam da Lefkoşe’ye gelip Rauf Efendi’nin evinde misafirken anneme gönlünü kaptırınca, ilk fırsatta evlenmişler.

    Ben doğduğumda, polis komutanı olan babamın rütbesi ‘Teğmen’ imiş. Kardeşim Ayhan doğduğu zaman üsteğmen oldu. En küçüğümüz Üner dünyaya geldiğinde ise yüzbaşılığa terfi etti ve ‘Kriminal Şube’nin başına geçti. EOKA terörünün başladığı ve adeta bir yangın gibi adaya yayıldığı yıllarda çok zorluklar yaşadı. Son İngiliz amiri, yıllar sonra İngiliz Askeri Üsler Bölgesi Komutanı olarak göreve başlayınca, kendisini arayıp buldu ve babam (emekli olduktan 5 sene sonra) 60 yaşında tekrar müfettiş olarak göreve geri döndü. Fakat ne yazık ki hemen ardından kansere yakalanıp dokuz ay içinde vefat etti. Ondan tam on yıl sonra da 1971 yılında da annemi kaybettik.

    İlkokul yıllarım İkinci Dünya Savaşı’na denk gelir… Mesela 1942 – 1943 ders yılını Magosa sur içinde yeni inşa edilmiş bir okulda geçirdik. Sıra arkadaşlarımdan biri Vural Türkmen’di. İlerleyen yıllarda elektrik mühendisi olan Türkmen’i, 1963 çarpışmalarında Severis Un Fabrikası baskını sırasında yaralanıp Türkiye’ye gönderilmeden önce, Adiloğlu Kliniği’nde gördüm. Kıbrıs Türk halkının direnişinden ilk fotoğraflar, onun bedenindeki sargı bezlerinin arasına saklanarak Türk basınına ulaştırıldı. Bu fikrin babası, ünlü gazeteci Ömer Sami Coşar’dı. Rumların kontrolündeki havaalanında yapılan çok sıkı aramalardan saklanabilen fotoğraflar arasında, dünya çapında yankı uyandıran ‘Kumsal Katliamı’ görüntüleri de vardı.

    Orta üçe geçtiğimde beni bir yol ayrımı bekliyordu. Üniversiteye gidebilmek için ya Erkek Lisesi’ni bitirecektim ya da liseyi okumak için Türkiye’ye gidecektim. Hocam Seniha Hanım, kendi okulu Çamlıca Kız Lisesi’nde okumamı önerdi: “Orası Marmara Denizi ile Adaları görür” demişti.

    Kıbrıs’tan Çamlıca Kız Lisesi’ne yolculuğum duygu yüklü bir döneme denk geldi… Zira o sıralarda, Rumlar tekrar ‘Enosis’ çığırtkanlığına başlamıştı. T.B.M.M. Milletvekili Hasene Ilgaz’ın da katıldığı bir toplantıda Limasol Türk Spor Kulübü Başkanı, eniştem Ziya Rızkı Bey bir konuşma yapmış ve adanın eski sahibi Türkiye’ye verilmesi için sonuna kadar savaşacaklarını vurgulamıştı. Sözlerini “Ya istiklal, ya ölüm” diye tamamladığında hepimiz ağlıyorduk. Hayatımın en heyecanlı günüydü.

    1949 Haziran ayı sonunda Limasol’dan kalkan ‘Güneysu’ vapuruna bindik. Yolun sonlarına doğru sol tarafta, sisler arasında önce iki, sonra dört, sonra on Türk bayrağı göründü. Sonra ince, uzun minareler… Muhteşem iki cami: Ayasofya ve Sultan Ahmet… Sağda beyaz yalılar, karşılıklı yemyeşil iki sahil… Sabahın sisleri dağılırken Boğaziçi… Gidip gelen yolcu gemileri ile liman civarında tüm motorlu gemilerin ve sandalların arka taraflarında yüzlerce bayrak dalgalanıyor. Türk bayrağına hasretle büyüyen biz Kıbrıslılar için bu manzara harikulâde idi. Ablamla ben o kadar heyecanlandık ki nerdeyse secdeye varacaktık.

    Çamlıca’da bütün sporları yapmaya başladım… Basketbol, voleybol, atletizm… O yıllarda sporcu kızlar, müsabakalarda paçaları lastikli uzun şortlar giyerdi. Çoğu kez dizin üstünde olan şort boyunu, lastikleri yukarı çekerek kısaltmaya çalışırdık. Bir gün İstanbul Lisesi orta son takımı ile oynuyorduk. İlk devre bayağı yorulmuş, devre arası yerlere serilmiştik. Benim bacaklarıma Deniz (Aydıncı Gürfırat) başını koymuş, onun dizlerine de Ayla (Keskin) uzanmıştı. Ertesi gün gazeteler ‘Maçı kazanan Çamlıcalı kızlar sere serpe yere uzanmış yatıyorlar’ alt yazısı ile fotoğraflarımızı yayınlanmışlar. Şehime Hoca tedbirsizliğimizden dolayı bizi bir güzel azarlamıştı. Ama sonra şampiyon olunca bizi yine bozacıya götürüp ikramda bulunmuştu. Bu bir gelenekti; voleybol ve basketbol şampiyonluklarımızı Vefa’da bir bardak leblebili boza ile kutluyorduk. Kupalar ise Fenerbahçe Stadı’ndaki 19 Mayıs törenleri esnasında, Vali ya da eğitim müdürleri tarafından veriliyordu.

    Erenköy Kız Lisesi Beden Eğitimi Öğretmeni Fahamet (Humbaracı) Hanım bir gün İnönü Stadyumu’ndaki bir kupa töreni esnasında yanımıza gelip “Sana birincilikle gireceğin bir üniversite ve çok parlak bir tahsil hayatı diliyorum kızım” dedi. Ben hocalarımla beraber şaşkın bir halde bakarken şu gülümseten espriyi yaptı: “Eh, senden başka türlü kurtulma olanağı yok. Dört yıldır bütün müsabakalarda canımıza okudun”

    1954 yılında Çamlıca Kız Lisesi’nden mezun oldum. Bizler için harikulade bir diploma töreni tertip edilmişti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katıldığı törende, kürsüden yılsonu konuşmasını ben yaptım. Müdire Hanım beni Sayın Cumhurbaşkanı’na “Okulumuzun en iyi öğrencisi, Kıbrıslı Ayten” diyerek takdim etti. Merhum Celal Bayar da içten tebessümüyle “Lütfen Kıbrıslı soydaşlarımıza selam ve sevgilerimi iletin” dedi.

    Üniversitede düzenli spor imkânı olarak, sadece 5-6 hafta süren bir “Fakülteler Arası Voleybol Turnuvası” olduğunu duydum. İyi de ben bir yılı, bilemediniz dokuz ayı spor yapmadan nasıl geçireceğim, diye düşündüm. Bütün ailem Fenerbahçeliydi. Ben de birden Fenerbahçe kulübüne başvurmaya karar verdim! Peki, ama Fenerbahçe kulübüne kiminle nasıl gidecektim?

    Arkadaşım İnci’de (Önen Bayburtluoğlu) kaldığım bir akşam, Kadıköy Halk Eğitim Spor Salonu’nda Fenerbahçe – Moda basketbol maçını izlemeye gitmiştik. Fenerbahçe maçı kazandıktan sonra yanlarına yaklaştık ve antrenör Samim Göreç’e Fenerbahçe’de bir kız basketbol takımını kurmak istediğimizi söyleyerek, bizi çalıştırmasını istedik.

    Samim Bey “Ben aynı zamanda Milli Takım’ın da antrenörüyüm. Ne yazık ki hiç vaktim yok” diyerek bizi nazikçe reddetti.

    Üzüldüğümüzü gören Fenerbahçeli basketbolcu Altan Dinçer “Benim vaktim bol! Bir hafta sonra antrenmanlara başlayabiliriz” deyince, keyfimiz yerine geldi. Fakat ben yaz tatilinde Kıbrıs’a  gideceğimi söyleyince “Öyleyse 1 Eylül 1954 günü arkadaşlarınla beraber Kadıköy Spor Salonu’nda hazır olursanız antrenmanlara başlayabiliriz” dedi.

    Ertesi gün ilk iş, Çamlıcalı sporcu kardeşler Güneş Çapa ve Oya Çapa’nın evinde, babaları Dr. Selim Çapa ile görüştüm… Selim Bey, Fenerbahçe’nin en muteber simalarından birisiydi. Kendisine “Siz lütfen gerekli başvuruyu yapıp, Fenerbahçe’nin bizi kabul etmesini sağlayın; ben de Çamlıca’nın şampiyon basketbol ve voleybol kız takımını tümüyle Fenerbahçe Kız Takımı’na aktarayım. Erenköy Lisesi’nden de koyu Fenerbahçeli Seta ve diğer isteklileri takviye alabiliriz” dedim.

    Bir parantez açarak Güneş Çapa isminin üzerinde bilhassa durmak istiyorum. Ben Kıbrıs’a döndükten sonra Fenerbahçe takımlarının kaptanlığını sevgili Güneş devraldı… Sporculuğu yanına aynı derecede başarılı yöneticiliği de eklenince, sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk kadın voleybol tarihinin kuruluş ve büyüme dönemindeki en önemli ismi Güneş Çapa olmuştur, diyebiliriz.

    Biz o günlere dönelim… Dr. Selim Çapa sadece iki ayda bütün kulüp içi prosedürleri yerine getirdi ve 1 Eylül 1954 günü Çamlıca’dan ben, Güneş Çapa – Oya Çapa kardeşler, İnci (Önen Bayburtluoğlu), Deniz (Aydıncı Gürfırat) ve Ayla (Keskin); Erenköy’den de Seta (Yağcıoğlu), Mahiru (Akdağ) ve İlgi (Yener) ile çoğunun anne – babaları beraber, Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda hazırdık. Böylece Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin ilk kız basketbol kulüp takımı kurulmuş oldu. Ertesi sabah da Beyoğlu’ndaki İstanbul Bölge Spor Müdürlüğü’ne kuruluşumuzu resmileştirdik.

    O yıl, 1 Kasım’da başlayacak üniversite için Ağustos’un son haftalarında Türkiye’ye dönmeye babamı zor ikna etmiştim. Ama Fenerbahçe işini duyunca hemen biletimi alıp beni İstanbul’a gönderdi.

    İkinci önemli konu ise hâlâ lise talebesi olan, Güneş, Oya, Bercis (Türkoğlu) gibi diğer sporculara müdire hanımdan izin almaktı. Kendisine Fenerbahçe Spor Kulübü’nden resmi bir talep yazısı ile başvurdum. O yıl yardımcı öğretmen olarak Çamlıca’da kalıp, eğitim ve spor işlerine katkıda bulunmam şartıyla izni verdi. Kuruluşumuzdan sonra, yaptığı hizmetlerden ötürü Fenerbahçe Spor Kulübü, müdire hanım Nuriye Hekimoğlu’nu kıymetli bir plaketle ödüllendirmişti. Sevgili hocamız daha sonra Ankara Kız Teknik Sanat Okulu müdürlüğüne atandı. Maçlar için her Ankara’ya gittiğimizde bizi kendi okulunda misafir ederdi. Her gece elimize birer bardak süt vererek, saat 9’da bizleri yatmaya gönderiyordu. Şampiyonluk ödülümüz ise tiyatro, opera, ya da bale olurdu.

    Bir süre sonra İstanbul Bölgesi Spor Teşkilatı, kız takımları için bir “Voleybol Teşvik Turnuvası” ilan etti. Fakat biz basketbol takımı olarak kurulmuş ve bu sporun idmanlarına başlamıştık. Antrenörümüz Altan Dinçer’i bu maçlara çıkmak için ikna ettik. Dr. Selim Çapa da kulüp yöneticilerini ikna etti. Ve biz tekrar topluca Taksim civarındaki Spor Dairesi’ne giderek voleybol kaydımızı yaptırdık.

    Voleybol sayesinde yurtdışı yolculuklarına da çıktık. Almanya seyahatimizin son gününde Alman yöneticiler bana bir öneri yaptılar. Tıp Fakültesi’ne Almanya’da devam etmemi ve takımlarında antrenör/oyuncu olarak kalmamı istediler. Hatta bunun gerçekleşmesi için babamı bile aradılar. Ama ben önerilerini reddettim.

    Atletizm branşına dair en ilginç hatıram ise bir Atatürk Kır Koşusu’na aittir… Bir gün gazetede Şişli’de, Atatürk’ün müze olarak kullanılan evi önünden başlayan yarışın ilanını gördüm. Haberde Şişli ve Kurtuluş kulüplerinin çok iyi hazırlandığı ve Marika ve Mariya Hamlacı kardeşlerin bir yıl önceki gibi favori olduğu yazılıydı. Hemen voleybol takımındaki koşucu kızlara haber saldım ve ertesi gün beş kişilik bir ekip olarak yarışa kaydolduk.

    Günlerden 27 Aralık… Haliyle çok soğuk bir gün… Basketbol antrenörümüz Önder Dai ve bir diğer çalıştırıcımız Muammer Bey ile Şişli’ye gittik. Erimeye yüz tutsa da hâlâ yerlerde kar vardı. Mehmetçikler araçlarını kenara çekmiş, yolları temizliyordu.

    Koşu başladıktan bir süre sonra, tam askeri araçların önünde geçerken bir Mehmetçik “Abla sen nasılsa sondan birincisin. Koşmak için zahmet etme” demesin mi? Koşu antrenmanım yoktu ama haftada en az iki voleybol, iki de basketbol antrenmanı yapıyor, üstüne iki de maç oynuyordum. Hırslandım ve hızlandım!

    Şimdi hangisi olduğunu anımsamıyorum; önümdeki Maria veya Marika Şişli Camii’nden dönüş esnasında biraz duraklar gibi olunca birinciliğe geçtim. Sağımdaki apartmanların pencerelerinden kadınlar ve çocuklar sarkarak “Koş, koş!” diye beni teşvik ediyor, alkışlıyordu. Fakat yorulmaya başladığımı da hissediyordum. Bir yandan da “24 yaşına geldin, akranların çoluk çocuğa karıştı, sen hâlâ sokaklarda koşuyorsun” diye kendimi azarlıyordum.

    İpi göğüslememe 100 – 150 metre kalmıştı. Daha önce bana seslenen Mehmetçiğin sesini tekrar duydum: “Yaşa be abla! Ben sondan birincisin demiştim ama sen önden birinci olmuşsun” deyince beni bir gülme tuttu ve tüm gücümü kaybettim. Adeta yürüyüşe geçmiştim. Kendimi toplayıp son bir gayretle hızlandım ve ipi göğüsledim.

    Meğer arkamda, Hamlacı kardeşlerden birisi, ikincilik için bizim Çiğdem’le çekişiyormuş. Kollarımı açarak “Haydi Çiğdem!” diye bağırdım. Çiğdem son bir hamle ile fırlayıp ikinciliği kazanarak kucağıma düştü. Seta da dereceye girince, biz hem ferdi, hem de takım birinciliğini kazanmış olduk. Civardaki evlerin birinden bir şişe viski ile bir kutu çikolata göndermişlerdi. Viskiyi iki antrenörümüz paylaşırken, biz sporcular da çikolataları yiyorduk.

    Bir de kürek maceramız var. Orada da şampiyonluk yaşadık. Hikâyesi bir hayli enteresandır:

    İstanbul ve Türkiye voleybol ve basketbol birinci ligleri erken bittiği için, Haziran ayındaki sınavlara kadar boş oturmaktan, spor yapamamaktan sıkılıyordum. Yılın bahar aylarını nasıl değerlendireceğimi düşünürken, kürek çekmeye karar verdim. Arkadaşlarım İnci ve Canel’i (Konvur) alarak, Fenerbahçe kürek şubesinin bulunduğu İstinye’ye gittim. Fenerbahçeli yönetici ve sporcular, bizi çok iyi karşıladılar. Hemen anlaşıp antrenmanlara başladık.

    Boğaz’da kürek çekmek muhteşem bir duyguydu. Akşamları deniz trafiği azalıyordu. Bu sakin saatlerde sular menekşelenirdi. Yakamozlar büyülü gözükürdü. Sahildeki şirin yalıların pencereleri alev alev olurdu. Gökyüzü gurubun kızıllığına bürünürken, kıyıdan müzik sesleri gelirdi. Bütün bu güzellikler bizim antrenmanın son 20-30 dakikasına rastlardı fakat biz yine de saatlerce denizde üzerinde kalmak, hiç karaya ayak basmamak isterdik.

    Yarışmalar 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nda, karşı sahil Beykoz’da başladı. Bizim takımı izlemeye çok az kişi gelmişti. Ailelerimizden başka, yönetici olarak bir tek Sedat (Bayur) Bey ile İstinyede’ki kulüp sorumlumuz ve birkaç kürekçi arkadaşımız vardı.

    Galatasaray ise tüm yönetici ve sporcuları ile orada idi. Tek çiftte, yıllarca başarılı olan Lale Oraloğlu’nun çevresi ise dolu idi. İki kameraman devamlı onu izleyip, film çekiyorlardı. Dönemin ünlü sinema/tiyatro sanatçılarından biri olduğu için, Lale Hanım tam bir ilgi odağıydı.

    Derken bir mucize oldu: Biz dört tekte yarışın başlamasını beklerken, sağ tarafta, Beykoz yamaçlarındaki hastanede, iki hastanın ellerindeki sarı – lacivert battaniyeler bayrak gibi dalgalanmaya başladı… O coşkuyla yarışın başında ileri atıldık. Yolun yarısından fazla bir bölümünü henüz bitirmiştik ki futamız sallanmaya başladı. Hemen önümde oturan İnci’nin oturduğu yuvarlak tahta yerinden çıkmıştı. O tahtayı tuttuğu gibi denize fırlattı; kendini toparladı ve raylar üzerinde pozisyon alarak yeniden kürek çekmeye başladı. Fakat işte o birkaç saniye içinde Galatasaraylılar yanımızdan geçerek, yarım futa farkı ile birinci olmuşlardı.

    İnci’nin metal raylardan şortu yırtılmış, bacakları yara, bere ve kanlar içinde kalmıştı. Üzüntüden ağlamaya başlayınca önce boynuna sarılıp onu teselli ettim, sonra da yaralarını temizleyip ilaçladım. Tüm bu olaylar bizi kazanmak hırsı ile kamçıladı. Sekiz tekte rakibimiz Galatasaray’ı 2 – 3 futa boyu farkla geçerek, daha ilk yılımızda şampiyonluğu kazandık.

    Aynı sene voleybol, basketbol, atletizm ve kürek yarışlarında gösterdiğimiz başarılardan dolayı “Cumhuriyet” gazetesi tarafından “Yılın kız sporcusu” seçilmiştim. Hâlbuki başarı hepimizindi.

    Ayten Salih Berkalp Spora Veda Ediyor

    Dr. Ayten Salih Berkalp, Türk spor tarihine silinmez bir iz bıraktıktan sonra, 6 Aralık 1960 tarihinde, Kadeş vapuruna bindi ve Kıbrıs’a döndü. O gün onu uğurlamaya gelenlerin bu ayrılıktan duyduğu üzüntü, fotoğraflara bakınca bile anlaşılıyor

    İstanbul’a veda etmeden birkaç ay önce İzmit’te düzenlenen Türkiye Voleybol Şampiyonası’nda, maç 2-2 iken final seti için Galatasaray karşısına çıkan takım arkadaşlarına son kez şöyle seslenmişti, Ayten Salih:

    “Bu akşam Fenerbahçe’deki son maçım. Eylül’de kalan sınavlarımı da verip, Kıbrıs’a dönüyorum. Ablanıza son bir ödül vermek istemez misiniz? Şimdi sahaya çıkıp fırtına gibi eselim, bu son seti hep beraber alalım ve kupaya sahip olalım. Hadi kızlarım, göreyim sizi!”

    Sahaya çıktılar. Rüzgâr gibi estiler. Maçı ve kupayı kazandılar. Bugün başarıdan başarıya koşan Türk kadın millî voleybol takımı, doğuşunu Dr. Ayten Salih Berkalp ve takım arkadaşları nezdinde Fenerbahçe Spor Kulübü’ne borçludur.

    KAYNAKÇA

    Tanin – 18 Nisan 1911

    İdman – 1 Ağustos 1913

    Gol – 25 Şubat 1926

    İkdam – 30 Ocak 1929

    Milliyet – 22 Şubat 1929

    Milliyet – 20 Aralık 1973

    Dr. Ayten’in Romanı – 2015 (Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği Yayını)


  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XVI

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XVI

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XVI

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İdeal Arkadaşım Muhtar Sencer

    Bugün Fenerbahçe kulübünde bir basketbol şubesi varsa ve bu şube Sarı-Lacivert renkleri dorukta dalgalandırıyorsa, bunu Muhtar Sencer’e borçlu olduğumuzu daima hatırlamalıyız. O yalnız Fenerbahçe Kulübü’nde değil, Türk basketbol tarihinde de anıtlaşmış bir isim olarak daima yaşamalıdır ve yaşayacaktır da.

    Bu candan arkadaşımın, bu idealist insanın, bu büyük Fenerbahçelinin aziz hatırasını, bu davada daha ilk günlerden itibaren onunla omuz omuza çalışmış ve çarpışmış bir arkadaşı olmanın hazzı ve gururu içinde saygıyla anıyorum. Ve ona şu satırlarımla seslenmek istiyorum:

    “Büyük eserin Fenerbahçe basketbolu bugün doruklardadır, tertemiz adın Fenerbahçe’nin modern spor salonunda, aziz hatıran gönüllerimizde yaşamaktadır. Rumelihisarı’ndaki kabrinde nur içinde yat, huzur içinde uyu sevgili Muhtar”

    Birkaç yıl peş peşe, Fenerbahçe basketbol takımı sezonu, onun kabrini ziyaret ederek açmıştı. Ne güzel bir olaydı bu. Onun kabri başında, bugünkü Fenerbahçeli basketbolculara Muhtar Sencer’i anlatmak ve tanıtmak şerefi de bana düşmüştü. Ne büyük bir hazla ve heyecanla yerine getirmiştim bu görevi. Onu, bugünün basketbolcularına, ilk takımlarımızla uğraşırken birlikte duyduğumuz heyecan içinde anlatmaya çalışmıştım hep. Ve onu Fenerbahçeli basketbolcularla birlikte kabri başında anarken sevgili Muhtar Sencer’in o tertemiz ruhunun nasıl şad olduğunu izaha gerek var mıdır acaba?

    Biz’den Sonrası

    Kişiler fanidir, kuruluşlar ve eserleri ise ebedi.

    Benden kısa bir süre sonra Muhtar Sencer de koptu, kendi eliyle kurup, yoktan var ettiği basketbol şubesinin başından. Sonsuza doğru giden ve varış ipi bulunmayan bu bayrak yarışında stafet, elden ele geçirilecekti.

    Bizler, bu kutsal stafeti kimseden teslim almamıştık. “İlk adamlar” olarak başlamıştık yarışa. Onu, zamanı gelince başka ellere teslim etmiştik. Sonra yarışı onlar sürdürmüşler ve zamanı geldiğinde onlar da başka ellere aktarmışlardı.

    Muhtar, kırgın ve hatta küskün olarak gitti. Almanya’ya yerleşti, orada senelerce kaldı. Ben, şeklen Fenerbahçe basketbolunun dışındaydım ama her zaman en yakınında hatta ta içindeydim. Fenerbahçe basketbolunun başarılarını mektuplarıma ona yazıyordum. Başarısız yıllarda ise bu konuda ona karşı suskun kalmayı yeğliyordum.

    Bizlerden sonra Enis Sine’ler, Sedat Bayur’lar, Bülent Büyükyüksel’ler, Emin Cankurtaran’lar, Nejat Ekit’ler, Ali Şen’ler, Erol Demiroma’lar, Saffet Aktarı’lar, Güner Yalçıner’ler, Hüseyin Kozluca’lar, Altan Dinçer’ler, Erdal Poyrazoğlu’lar, Engin Berker’ler, Mete Yalçın’lar, Mesut Dizdar’lar, Ferhan Baras’lar bu stafeti taşıdılar, şerefle ve fedakârlıkla.

    Aralarından basketbol yöneticiliği ile başlayıp Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı’na kadar yükselenler oldu. Emin Cankurtaran ve Ali Şen kardeşlerim gibi.

    Fenerbahçe basketboluna hizmet eden bu isimleri burada sevgiyle, takdirle ve saygıyla anmak isterim. Himmetleriyle var olsunlar.

    Cem ATABEYOĞLU

    (SON)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XV

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XV

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XV

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir de Kız Takımı Ortaya Çıkıyor

    Yine bu yıllarda ortaya çıkan Fenerbahçe Kız Basketbol Takımı bu şubeye ayrı bir renk kattı. Çamlıca Kız Lisesi Ekibi tüm kadrosuyla Fenerbahçe’ye gelmiş, hem basketbolda hem voleybolda Sarı-Lacivertli ekibi oluşturmuştu. 1954’ten 1959’a kadar yenilgi yüzü görmeyen bu takım İstanbul ve Türkiye Şampiyonluklarını da elinden bırakmamıştı. Bu takımla da Önder Dai meşgul olmuştu. Fenerbahçe basketbolunun bu büyük gönüllüsü gençler ve yıldızlarda olduğu gibi kızlarda da büyük başarılara imzasını atmıştı.

    Halen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı bulunan Dr. Ayten Salih’in kaptanlığını yaptığı bu takımda, kulüp üyelerinden Dr. Selim Çapa’nın kızları Güneş Çapa ile Oya Çapa, eski futbolcularımızdan Püsant’ın kızı Seta Yağcı, İnci, Süeda, Mahiru ve Seçkin gibi yetenekli kızlar vardı bu şampiyon takımda. Yaman kızlardı onlar. Böylesine yetenekli kızların bir araya gelmeleri, itiraf etmeliyim ki gerçekten büyük bir şanstı. Bu kızlar yalnız basketbolda ve voleybolda değil, atletizm ve kürek dallarında da Fenerbahçe’ye şampiyonluklar kazandırmışlardı. Onları da burada takdirle anmak isterim.

    1954-1959 arasının şampiyon kızları bugün Fenerbahçe Kulübü’nün kongre, hatta Yüksek Divan Kurulu üyeleri. Onlarla Yüksek Divan Kurulu toplantılarında karşılaşmak da ayrıca gurur veriyor insana.

    Bu şampiyon kızlarınızdan Seçkin’in Fenerbahçe basketbolunun unutulmaz isimlerinden biri olan eşi Altan’dan dünyaya getirdiği oğlu Kemal Dinçer ise uzun yıllar şerefle ve başarıyla sırtında formasını taşıdığı Fenerbahçe basketbol takımının başında menajerlik yapıyor bugün.

    Güzel, hem de ne kadar güzel şeyler bunlar.

    Altın Yıllar

    Fenerbahçe, basketbol potaları altında en şanslı dönemini yaşıyordu kuşkusuz. Birinci takım, Genç Takım, Yıldız Takım, Kız Takımı İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanırken kulübün müzesi basketboldan gelen kupalarla doluyordu. Ve artık kulüpte kimsecikler basketbol şubesine toz kondurmuyordu.

    Biraz himmetle Fenerbahçe, basketbol potaları altında en büyük patlamayı yapmıştı. Ve doruk noktaya ulaşmıştı. Bizler, tam 10 yıl süreyle bin bir zorluklar içinde mücadele ederken “Biraz ilgi” diye yakınmıştık hep. Ve ancak 10 yıl sonra uyandırabilmiştik ilgi beklediklerimizi. İşte bu “biraz ilgi” ile Fenerbahçe, basketbolda iki yıl içinde doruk noktasına ulaşmıştı.

    Demek ki rahmetli Muhtar Sencer ile inancımızda da, güvencemizde de, ısrarlarımızda da ve isteklerimizde de haksız değildik asla. Bunu anlamış olmak dahi gururların ve hazzın en yücesini veriyordu bizlere. Ve tabii ki boşa giden koskoca 10 yıla da büsbütün yanıyorduk. O boşa giden yıllara rağmen Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesini kurmak, yaşatmak ve mutlu sona ulaşmanın hazzını ve gururunu ömrüm olduğum müddetçe yaşayacağım. Unutulmuş olmak veya olmamak ayrı bir konudur. Takdir edilip edilmemek de ayrı bir konu. Gönüller, yaptıkları bir işi, ona inandıkları ve gönül verdikleri için yaparlar. Karşılığında hiçbir şey, hatta bir teşekkür bile beklemeden. Bunu yaşayabilmek ve duyabilmek onlar için armağanların en yücesidir.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sihirli Değnek

    On yıldan beri hasretle yolunu gözlediğimiz peri kızı nihayet ahşap kulüp binasına gelmiş ve elindeki sihirli değnekle yönetim kurulu masasına dokunmuştu.

    Basketbol çevremizde bir bomba gibi patlayan bu maçtan sonra, her şey değişivermişti kulüpte. Basketbol şubesi birden gözde oluvermişti. O kadar ki Yönetim Kurulu, Bölge Tertip Komitesi üyeliği için Genel Sekreter Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nu görevlendirmiş ve basketbol birden öz evlat oluvermişti. Yıllardır basketbol şubesine karşı olan tutumuyla tanınan yönetici bile lise çağlarında nasıl basketbol oynadığını her karşısına gelene heyecan içinde anlatmaya koyulmuştu.

    Bu olup bitenleri Muhtar Sencer ile birlikte hayretle izliyor ve ikimiz de aynı şeyi söylemekten kendimizi alamıyorduk: “Hayırdır inşallah”

    Basketbol şubesine, en kötü günlerinde dahi sıcak nazarlarla bakan tek yönetici olarak tanıdığımız Dr. Rüştü Dağlaroğlu ise Tertip Komitesi’ndeki göreviyle bizim en büyük kazancımız olmuştu hiç kuşkusuz.

    Yenilmez Armada’yı yendiğimiz maç Fenerbahçe basketbolunu hayata getirmişti kısacası. Ancak yine de çok kimseler bu galibiyeti bir rastlantı olarak kabul ediyordu ki, bu hal Fenerbahçe takımının üzerine biraz gölge düşürüyordu. Fakat ne olursa olsun ortada bir gerçek vardı ki balçıkla sıvanamayan güneş gibi apaçıktı. Fenerbahçe basketbol potaları altında Galatasaray gibi güçlü bir rakibi yenmişti. Bu arada Tertip Komitesi aldığı çok yerinde bir kararla önemli basketbol maçlarını Spor ve Sergi Sarayı’nda oynanmasını sağlamıştı. Bunların başında elbette ki Fenerbahçe-Galatasaray maçları geliyordu. Nitekim “Yenilmez Armada”nın yenildiği maç, İTÜ Salonu’nda oynanan son ezeli rekabet maçı olmuştu.

    Rastlantı Diyenler Nasıl Aldandılar?

    6 Mayıs 1954 gününe kadar Fenerbahçe’nin yenilmez armada karşısındaki galibiyetine rastlantı diyenler çoktu basketbol çevrelerimizde. Fenerbahçe basketbol takımı, bunu yalanlamak zorundaydı. Bu nedenle 39 gün sonra oynanacak maç büyük önem taşıyordu. Çeşmemeydanı’ndan davullar, zurnalar ve flamalarla gelen Fenerbahçe taraftarlarının coşkun tezahüratı arasında oynanan bu maçta da Sarı-Lacivertli takım gerçekten fevkalade bir oyun çıkarmıştı. Galatasaray bu maçta 39 gün önceki yenilginin acısını çıkarmak için var gücüyle çalışmıştı. Ama maçın sonunda galip gelen takım yine Fenerbahçe idi. Bu maçta da ezeli rakibini 60-55 yenmeyi başaran Fenerbahçe, ilk maçtaki galibiyetinin rastlantı olmadığını kanıtlamıştı. Bu maçla Galatasaray’ın uzun yıllardan beri Türk basketboluna hükümran olan “Yenilmez Armada”lığı artık kesinlikle son bulmuş oluyordu.

    Sacit Seldüz (Kaptan, 12 sayı), Altan Dinçer (23 sayı), Nejat Diyarbakırlı (6 sayı), Hikmet Vardar (9 sayı), Erdoğan Karabelen (7 sayı), Mete Yalçın (2 sayı), Erol Demiroma (1 sayı) bu maçın kahramanlarıydılar.

    Sırası gelmişken bir anımı daha nakletmek istiyorum:

    Galatasaray kaptanı Dr. Ali Uras o sıralarda ihtisas için Amerika’ya gitmiş bulunuyordu. Ünlü basketbolcu ve değerli hekimimiz “25 Yıldan Arda Kalan Anılar” başlıklı yazısında şunları yazar:

    “… Bir gün Türkiye’den gönderilmiş bir spor dergisinin içinde Fenerbahçe’nin basketbolda Galatasaray’ı yendiğini okudum. Bunu gönderen kişinin kim olduğu bugün dahi meçhulümdür. Bu meçhul dost, Amerika’da bulunduğum iki yıllık zaman içinde Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yendiği her maçtan sonra aynı dergiyi bana göndermeye devam etti. Bu da 25 yıllık rekabetin üzerindeki unutulmaz bir başka anısıdır”

    Allah biliyor ya, Prof. Uras’ın bu yazısını okuduğumda, bu muzipliği yapanın sevgili dostum Muhtar Sencer olabileceğini düşünmüştüm. Bu yazı 1970 yılında yayınlanmıştı. Muhtar o tarihte Almanya’ya yerleşmiş bulunuyordu. Bu nedenle kendisine “Ali’nin yazısında bahsettiği o meçhul şahıs sen miydin?” diye soramamıştım.

    Ali Uras, gerçekten çok sevdiği Muhtar Sencer’e, onu en hassas tarafından yakalamak suretiyle takılmaktan pek hoşlanırdı. Fenerbahçe’ye gelmek istediğini söyler, bizimkini sevincinden havalara zıplatırdı. Sevgili Muhtar’cık kaç gece yarıları evimin kapısına ziller çalarak gelmişti kim bilir. “Ali’yi alıyoruz. Bu kez kati olarak söz verdi.” diye müjdeler yağdırmıştı hep.

    İspanya’da şatolar kurmaya başlayan sevgili arkadaşıma “Ali seni yine işletmiş” dediğimde bana kızardı hep. Allah rahmet eylesin, her sefer Ali’ye inanırdı da bu konuda bana hiç mi hiç inanmazdı nedense.

    Sevgili Muhtar’ın cenaze töreni sırasında Şişli Camii avlusunda sevgili Ali Uras ile kucaklaşırken “Fenerbahçe’ye geliyor musun Ali?” diye titrek bir sesle sorduğumda gözleri dolu dolu olmuştu Uras’ın ve sadece “Ya… Ya… Ya…” diyebilmişti.

    Bu nedenle kendisine yıllarca muziplik yapan Ali Uras’a böyle bir intikam muzipliğini yapacak en kuvvetli isim olarak aklıma hep Muhtar Sencer gelmişti. Yıllar sonra sevgili dostumla Almanya’da buluştuğumuzda zihnimi kurcalayan bu soruyu kendisine sormuştum. Koca dostum, böyle bir muzipliği kendisinin yapmadığını söylemiş, fakat yapmayı akıl edemediği için de hayli hayıflanmıştı.

    Hey gidi o günler.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Kader Değişiyor

    Bu arada takımımızın başına bir de usta antrenör getirmiştik. Bu büyük basketbol ustası Samim Göreç’ti.

    Altan’lı Fenerbahçe, Samim Göreç’in nezaretinde çalışmalara başladı. Samim Göreç yıllarca Galatasaray’da oynamış, Galatasaray’da antrenörlük yapmıştı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi antrenörlerinden biriydi. Fenerbahçe basketbol takımının kaderinin onun usta ellerinde değişeceğine yürekten inanıyorduk.

    Samim Göreç, teknik adam olarak Fenerbahçe takımı için gerçekten büyük bir kazançtı. Türk basketboluna fandımantal çalışmayı sokan kişi de oydu. Ve Samim kısa zamanda öylesine bir kaynaşmıştı ki Fenerbahçe kulübüne üye olmuştu kendiliğinden. Artık Fenerbahçe basketbol takımı Fenerbahçeli Samim Göreç’in usta ellerindeydi.

    Takım onun elinde kısa zamanda hüviyet değiştirmişti adeta. Lige hızla giren Sarı-Lacivertli takım bu arada yılbaşı münasebetiyle İTÜ tarafından düzenlenen “Rektörlük Kupası” maçlarında da yenilmeden şampiyon olmuştu. Galatasaraylı Sadi Gülçelik, Fuad Köseoğlu ve Yüksel Alkan ile Modasporlu Güney Ülmen gibi ünlü oyuncuların yer aldığı Teknik Üniversite takımını da su götürmez bir yenilgiye uğratan Fenerbahçe, o sezon ligde de bir şeyler, hatta çok şeyler yapabileceğini göstermişti.

    Bir saatli bomba vardı bu takımda ve bu bomba vakti, saati gelince patlayacaktı. Buna yürekten inanıyorduk. Ve nihayet 28 Mart 1954 günü gelip çattı.

    O gün İTÜ Salonu’nda Fenerbahçe-Galatasaray maçı vardı. Sarı-Lacivertli takımın çıkardığı güzel oyunlar ve elde ettiği başarılı sonuçlar Fenerbahçe taraftarlarına da büyük umut vermişti besbelli. Olağanüstü bir halle karşılaşılmıştı o gün. Nice yıllardır özlemini çektiğimiz büyük bir seyirci kalabalığı doldurmuştu salonu. Hatta dahası, kapılar, camlar kırılmıştı. Ve Fenerbahçe’nin o görkemli seyircisi artık basketbol takımının da arkasındaydı Bunu görmüştük çok şükür.

    O görkemli seyircinin de desteğiyle fevkalade bir oyun sergilemişti takımımız. Yuda Çerasi ile Osman Kermen hakem ikilisinin yönettikleri maçın daha ilk dakikasından itibaren oyuna ağırlığını koymuştu Fenerbahçe. Ve sahada “Bambaşka bir Fenerbahçe’yi izliyorduk o gün. Fakat yine de zaman zaman, içimizde koca bir 10 yılın kronikleşmiş endişesinin bir rüzgârı esiyordu. Ancak dakikalar ilerledikçe bu endişe, kendimizi zorlasak bile içimize gelmiyordu. Çünkü maçın inisiyatifi tamamen Sarı-Lacivertli takımın elindeydi. Maçın sonu yaklaştıkça sahadaki tezahürat daha da artıyordu.

    Fenerbahçe basketbolunun kaderinde “şeytanın ayağının kırıldığı gün” yaşanıyordu o gün İTÜ Salonu’nda. Ve Galatasaray, uzun yılların “Yenilmez Armada”lığına veda ediyordu. Bu, Türk basketbol tarihinde bir çağın kapanışı ve yeni bir çağın açılışıydı hiç kuşkusuz. Ve işte o 28 Mart 1954 günü Fenerbahçe, ezeli rakibi Galatasaray’ı 71-61 yenerek bu devrimi gerçekleştirmişti.

    Salonda bir ana-baba günü yaşanıyordu maçtan sonra. Sahaya doluşan Fenerbahçeli seyirciler oyuncuları omuzlarına kaldırmışlardı. Bu mutlu gün “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” sloganıyla ortalık çınlatılarak kutlanıyordu. Ve bu büyük mücadeledeki ideal arkadaşım sevgili Muhtar Sencer boynuma sarılmış ağlıyor, bir yandan da hıçkırıyordu:

    “Allah Allah. Bugünleri de gördük. Sana çok şükürler olsun Yarabbi”

    Göz pınarlarımdan taşan sevinç yaşlarını nasıl tutabilirdim?

    Altan Dinçer (28 sayı), Hikmet Vardar (4 Sayı), Sacit Seldüz (Kaptan, 15 sayı), Nejat Diyarbakırlı (8 sayı), Erol Demiroma (2 sayı), Erdoğan Karabelen (14 sayı) ve Mete Yalçın (0 sayı) bu büyük zaferin kahramanları idiler. Başlarında Samim Göreç olduğu halde tabii.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu X

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu X

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu X.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    2.250 Liradan 14.000 Liraya

    Takımımız günden güne toparlanıyordu. Fakat kulüp içindeki tartışma “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar?” misali sürüp gitmekteydi. Yönetim Kurulu’nda hâkim olan zihniyet, basketbol şubesinin özellikle Galatasaray’ın ekmeğine yağ süren bir faaliyet gösterdiği yolundaydı. Kısacası Fenerbahçe basketbolu, Galatasaray’a galibiyetler sunmaktan başka bir işe yaramıyordu.

    Bizler ise “Ne veriyorsunuz ki, ne bekliyorsunuz?” diyorduk. Ve bu şubenin üvey evlat muamelesi gördüğü müddetçe bundan fazlasını beklemenin kimsenin hakkı olamayacağını savunmaya çalışıyorduk. Ve bu münakaşa yıllardır sürüp gidiyordu.

    “Bir kez deneyin, biraz ilgi gösterin, biraz yatırım yapın. Bir sonuç alamazsak o zaman biz de bu işin ucunu bırakırız” demekten dilimiz aşınmıştı.

    1944 yılından 1954 yılına kadar işte böylece gelindi. Tam 10 yıl Fenerbahçe basketbolu her türlü ilgiden ve destekten uzakta, büyük fedakârlıklar pahasına ayakta kaldı. Nihayet o yıl, 1954’te, yani basketbol şubesinin kuruluşundan tam 10 yıl sonra, bir defaya mahsus olmak kayıt ve şartıyla basketbol şubesinin tahsisatı yılda 2250 liradan 14.000 liraya çıkarıldı.

    Vefa’dan Altan Dinçer’i kadromuza alırken, 110 metre engelli koşucumuz milli atlet Erdoğan Karabelen’i de “Bir atlet için kış aylarında basketbol çalışması şarttır. Bunun yararlarını yazın pistte görüp bana hak vereceksin” diyerek potalara çekmiştim.

    Sacit Seldüz’e eklenen Altan Dinçer ve Erdoğan Karabelen ile uzun boylu üç basketbolcuya birden sahip oluyorduk. Nice yıllardır rüyalarımızda dolaşan “Üç uzun ve iki kısa” dan oluşacak bir “beş”e nihayet sahip olabilmenin verdiği hudutsuz ve tarifsiz bir sevincin içindeydik. Artık böyle bir kadroyla çok büyük işler başarabileceğimize inanıyorduk.

    10 yıldan beri peşimizi bırakmayan aksiliklerden, şanssızlıklardan nihayet kurtuluyor muyduk? Zaman zaman büyük umutlara kapılmaktan korktuğumuz da oluyordu. Çünkü şu on yıllık mücadelemiz içinde o kadar çok aksiliklerle karşılaşmıştık ki, her an yenisini bekler hale gelmiştik sevgili Muhtar Sencer ile. Fakat her şeye rağmen yine de umudumuz büyüktü.

    Yolumuza Bir Taş Daha

    Korktuğumuz başımıza gelmekte fazla gecikmedi. Altan Dinçer’in transferinde ortaya çıkan bir pürüz, tüm işleri de, düşleri de alt üst ediverdi birden.

    Bir sabah Cağaloğlu’ndaki evime gelen Muhtar Sencer o telaşlı haliyle, “Mahvolduk… Mahvolduk…” diye içeri dalmıştı. Ve kendini holdeki koltuğun üzerine külçe gibi bırakırken “Altan’ın lisansını alamıyoruz. Mahvolduk” diye inlemişti.

    Sevgili dostumun tarifsiz bir heyecan içinde anlattığına göre, Altan Dinçer, Teşvik Turnuvası’nın bir maçında Vefa takımında oynadığı için Beden Terbiyesi Bölgesi bu sporcunun transferine izin vermiyordu. Bir sporcunun, bir sezon içinde iki takımda yer alamayacağı yolundaki genel prensip, Altan Dinçer’in Vefa’dan Fenerbahçe’ye transferini engelliyordu.

    Ben de şok olmuştum. Kafamı toparlamaya çalıştım zorlukla. Sonra çalışma odama geçip, oradaki yönetmeliklere sarıldım. Bildiğime inandığım bir hususu bir kez de gözlerimle görüp kendi kendime kanıtlamaya çalıştım. İncelediğim yönetmelikler beni rahatlatmıştı. Salonda döndüğümde Muhtar bir yandan kahvesini içiyor, bir yandan da karşısına oturttuğu rahmetli anneme olup bitenleri anlatmaya çalışıyordu.

    “Kahveni iç, gidelim” diye konuştum.

    Muhtar’cık şaşırmıştı. Fakat yine de iki yudumda kahvesini içti: “Nereye gideceğiz?” diye sormaktan da kendini alamadı.

    “Nereye olacak?” dedim sakin bir sesle “Bölge’ye, Altan’ın lisansını almaya gideceğiz”

    Asla inanmamıştı, daha doğrusu inanamamıştı bir türlü. Nitekim yolda durmadan aynı konuyu tekrarlıyordu: “Vefalılar, Teşvik Turnuvası’nın maç kağıdını getirip Bölge’ye vermişler. Altan oynamış bu maçta. Nasıl faka bastık yahu?” diyordu durmadan.

    “Üzme kendiniii” diyordum ona “Bir de ben konuşayım bakalım”

    “Konuşmasına konuş ama bitti bu iş artık” diye söyleniyordu arkadaşım.

    Muhtarcığım alabildiğine büyük bir karamsarlığın içindeydi. Onu gayet iyi tanırdım. Ne söylesem onu feraha çıkaramazdım. Bu konuda onu bu büyük karamsarlıktan ancak Altan’ın lisansını kurtarabilirdi.

    O zamanlar Beden Terbiyesi İstanbul Bölge Müdürlüğü’nün Sicil ve Lisans Servisi Şefi, Sorbon Üniversitesi’nin Yüksek Matematik bölümünden mezun olmuş rahmetli Raşit Bey’di. Cin gibi zeki, yönetmelikleri ezbere bilen, son derece dürüst, fakat asık suratlı bir insandı rahmetli. Hayli de sertti. Muhtar’ı koridorda bıraktım, odasına tek başıma girdim. Reşit bey, beni karşısında görünce, gözlüklerinin üzerinden baktı her zamanki gibi donuk sesiyle; “Hoş geldin.” Dedi ve hemen arkasından sordu “Hayrola bir şey mi var?”

    “Altan’ın lisansını almaya geldim Reşit Bey” deyiverdim.

    Gözlüklerinin üzerinden attığı bakışları birden sertleşiverdi: “Muhtar’a söyledim” diye homurdandı. “Altan, Teşvik Turnuvası’nda Vefa’da oynamış. Resmi maçta oynamış bir oyuncunun aynı sene içinde başka bir kulübe transferi yapılamaz. Bilmiyor musun? Seneye alabilirsin ancak”

    Sakince sordum kendisine: “Teşvik Turnuvası resmi maç mıdır Raşit Bey?”

    Bakışları alabildiğine alevlenmişti o anda: “Bölge tarafından düzenlenen Teşvik Turnuvası’nın resmi maç olduğunu bilmiyor musun sen?” diye homurdandı.

    Yine masum bir tavır takınmaya çalıştım: “Kabul Reşit bey. Fakat hangi kitabın hangi maddesine göre?” diye konuştum. “Bunu bana gösterirseniz, bir daha böyle hataya düşmem”

    Rahmetli Reşit Bey, bana bir şey öğretmek hevesiyle işin üzerine eğildi. Çekmecesinden “Basketbol Müsabaka Yönetmeliği”ni çıkardı. Sayfalarını birkaç kez baştan sona karıştırdıktan sonra: “Buraya alınmamış ama resmi maçtır Teşvik Turnuvası” diye söylendi.

    Cüretimi birden arttırıverdim: “Fakat bu söylediğiniz, Basketbol Müsabaka Yönetmeliğinin son maddesine biraz ters düşmüyor mu Reşit Bey?” diyiverdim.

    Adamakıllı öfkelenmişti. Bu öfkeyle yönetmeliğin son sayfasını açtı ve son maddeye baktı. Bu son maddede “Bu yönetmelikte yer almayan hususlar için Futbol Müsabaka Yönetmeliği esas alınır” diyordu. O bu maddeyi okurken, cebimden çıkardığım Futbol Müsabaka Yönetmeliği’ni usulca masası üzerine bıraktım. Bu yönetmelikte “Resmi Müsabakalar”ın ne olduğu açıkça izah eden bir madde vardı. Onu gösterdim. Okudu. Bu maddede Teşvik Müsabakaları diye bir kayıt yoktu. Olamazdı da zaten Teşvik Turnuvaları yalnız basketbol ve voleybolda vardı. Ve takımları liglere hazırlamak amacıyla düzenlenirdi. Reşit Bey fena halde öfkelenmiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Üst üste belki üç dört defa okudu maddeleri. Sonra yine gözlükleri üzerinden baktı bana yine: “Sen de biliyorsun ya Teşvik Turnuvaları’nın resmi maç olduğunu” diye homurdandı.

    Boynumu büküp öfkeli gözlerine baktım: “Kara kaplı kitabın söyledikleri yanında benim bildiklerimin ne değeri olabilir ki Raşit Bey?” diye konuştum.

    Durdu, uzun uzun düşündü. Kara kaplı kitap, onun pek büyük bir sadakatle bağlı olduğu şeydi. Birden çekmecesini çekti, bir lisans çıkardı. Bana uzatırken yüzünde ve bakışlarında hafif bir tebessümün bir an için belirip uçtuğunu fark ettim. “Maddelerdeki açıklardan faydalandın” diye söylendi.

    “Vazifemiz de bu Reşat Bey” diyiverdim gayriihtiyari.

    Bu kez yüzünde, bir an için de olsa açık ve seçik bir tebessüm belirmişti: “Hak ettin” diye söylendi “Al Altan’ın lisansını, git”

    Lisansı kapmamla teşekkürü basıp odasından fırlamam bir oldu. Kapının önünde tarifsiz heyecanlar içinde, piposunu kemire kemire volta atmakta olan Muhtar’a elimdeki lisansı uzattım. “Al bakalım Altan’ın lisansını” diye söylendim.

    Muhtarcık, elinde tuttuğu lisansa hayretler içinde bakıyor, gözlerine inanamıyordu sanki. Sonra birden boynuna sarılıp “Allah Allah” nidalarını atmaya başlamıştı.

    İşte koca Altan Dinçer, yönetmeliklerdeki küçücük bir madde açıklığı sayesinde resmen Fenerbahçeli oluvermişti böylece.

    Elbette ki Fenerbahçeli milli futbolcu Yaşar Alpaslan’ın özbeöz yeğeni olan Altan Dinçer de “Oğlan çocuk dayıya çeker” sözünü boşa çıkarmayıp Fenerbahçeli olacaktı. Seneler sonra Altan, yine Fenerbahçeli bir bayan voleybolcu olan Seçkin ile evlenecek ve yıllar sonra da bu Fenerbahçeli çiftin çocukları Kemal Dinçer, Sarı-Lacivert’li forma altında basketbol oynayacak, takım kaptanlığı yapacak ve sonunda takımın menajeri olarak başa geçecekti. Bunları yaşamak, görmek dahi bana nasıl büyük bir haz ve mutluluk veriyor.

    Hey gidi yıllar hey… Biz, 1990’ları bir yana bırakalım, tekrar 1954’e dönelim isterseniz.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Can Bartu Hazinesi

    Can Bartu Hazinesi

    Çok uzun zamandır bir “Can Bartu Kitabı” için çalışmaya çalışıyoruz fakat, gaile-i hayat, bihakkın bir proje için gereken zamanın ayrılması mümkün olmadı… Bununla beraber, bu müthiş ismin fotoğraf arşivi yani (tabiri caizse) “Can Bartu Hazinesi” için de bir şey düşünmek gerekiyordu.

    Sevgili eşi Güler Bartu Hanımefendinin teveccühü sayesinde tamamını dijital hale getirdiğimiz fotoğrafları Fenerbahçe ve Türk spor tarihi ile buluşturmak yerinde olacaktı. Merhum Can Bartu’nun ruhu şâd olsun. Saygıdeğer Güler Bartu’ya, kelimenin tam anlamıyla, sonsuz teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Can Bartu: 1936’da İstanbul’da doğdu. Futbola Fenerbahçe’de başladı. 1961’de profesyonel kadroda iken, antrenör Szekely’nin aracılığıyla, İtalya’nın Lazio kulübüne gitti ve bu transferden Fenerbahçe Kulübü 17 bin dolar aldı. İtalya’da 6 yıl futbol oynayan Can, 1967’de tekrar Fenerbahçe’ye dönmüş ve 1970 Temmuz’unda futbolu bırakmıştır. Fenerbahçe’de 330 maç yapıp 162 gol atan Can, 28 kez yer aldığı ve 5 gol attığı milli takımın da 6 kez kaptanlığını yapmıştır. Basketbolda da millidir. (Rüştü Dağlaroğlu | 1907-1987 Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi)


  • Nazmiye Kor

    Nazmiye Kor

    Fenerbahçe basketbol/voleybol tarihinin en önemli sporcularından biri olan Nazmiye Kor ile 1956 yılında yapılan röportajı bulunca, yayınlayalım istedik. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şampiyon Kızlarımızı Tanıyalım

    Nazmiye Kor

    “Erkeklerin milli futbol ve voleybol maçlarında şampiyon veya şampiyon namzedi olan Galatasaray esas olarak ele alındığı halde İstanbul kızlar voleybol muhteliti için takımımız niçin tercih edilmiyor da ancak 2 oyuncu alınıyor?”

    Renklerimize bu sene iltihak eden ve bilhassa İstanbul birinciliklerindeki Moda maçı galibiyetinde büyük payı bulunan bu genç arkadaş hâlen Çamlıca Kız Lisesinin voleybol kaptanlığını yapmaktadır.

    Hem okulda hem de antrenmanda bulamayınca telefona sarıldık. (Telefon numarasını vermeye lüzum görmüyorum. Çünkü her zaman dersleriyle o kadar meşgulmüş ki telefona daima annesi bakarmış!)

    İlk olarak gaybubet sebeplerini öğrenmek istedik. Derslerden veya antrenmandan kaçıyor zannederek günahına girmişiz. Meğer 3 günden beri hasta imiş. Geç oldu ama geçmiş olsun…

    Şimdi telefon muhaveremizin nakline geliyorum. Lâf aramızda Nazmiye’nin sesi hiç de fena değil hani!

    Oyunda hiç konuşmayan ve umumiyetle gayet soğukkanlı gözüken Nazmiye’ye ilk olarak heyecanlanıp heyecanlanmadığını sordum.

    Kandilli ve Moda maçlarinda, bilhassa servis atarken çok heyecanlanırım.

    Maça girerken, oynarken ve çıkarken ne düşünürsün?

    Girerken yeneceğimizi düşünür, bazen de korkarım. Maç esnasında gözüm bir şey görmez!

    (Aman Nazmiyeciğim. Ben korktum senden. Ya gözün bir kere görmeye başlarsa karşı takımın hali nice olur!)

    Maçtan sonra, galip gelmişsek çok sevinirim. Aksi halde ağzımı bıçak açmaz.

    (Bu ne büyük lâflar yavrucuğum. Anlaşıldı her zaman kapalı olan ağzını telefon iyi açtı galiba…)

    Uğura inanır mısın?

    Hayır. Ve bilhassa 13’ü uğursuz saymam.

    İstanbul Üniversitesine yenil…

    (Bitirmeme müsaade etmeden) Yenilmemiz pek feci, keşki aklıma getirmeseydiniz. Sebepleri oldukça çok. Karşımızdaki takımı küçümsemek (Hâlbuki ben de büyültmekten şikâyetçiyim) işi ciddiye alarak iyi çalışmamak, kafasız oynamak!

    (Hepsine evet ama vallahi kafalarımız yerindeydi!)

    Boş vakitlerini nasıl geçirirsin?

    Kedi ve köpeklerle oynamakla…

    Beğendiğin yemek ve tatlılar?

    Kuzu pirzolası, pilâv ve tulumba tatlısı.

    (Nasıl da belli öğle yemeklerini mektepte yediği…)

    Sinemaya sık sık giden ve “Caniler Avcısı” filmini pek beğenen Nazmiye artistlerden de şunları sayıyor:

    Rossana Brazzi, Victorio Gassman, Stewart Granger, Marlon Brando, Ingrid Bergman, Prenses Kelly!

    Beğendiğin sporcular?

    Basketbolculardan Altan, Yalçın, Can, Turan ve Partener’i; futbolculardan da: Şükrü, Turgay, Lefter, Naci ve Mustafa’yı beğenirim. Fakat derslerim dolayısıyla maçlara her zaman gidemiyorum.

    Modayı takip eder misin?

    İhtiyaç hissetmiyorum. Çünkü umumiyetle spor giyinirim.

    Tekrar spor bahislerine döndük:

    Spora ne kadar zaman devam etmek niyetindesin?

    Yapabildiğim müddetçe.

    Tabii sen de arkadaşlar gibi milli maçların yapılmasını vs. yi isteyeceksin…

    Bu şekilde yapılacaksa yapılmaması daha iyidir. İşittiğime göre Galatasaray’dan 4, Moda’dan 2-4, İstanbul Üniversitesi’nden 3 namzet seçiliyor da İstanbul ve Türkiye’nin şampiyonu olan takımdan İstanbul muhtelitine ancak 2 kişi çağrılıyor. Milli futbol ve voleybol takımları seçilirken en formda olan Galatasaray takımı esas olarak alınıyor da kızlarda niçin Fenerbahçe tercih edilmiyor anlamıyorum.

    Bu hususu ben de anlayamadım. İnşallah ilgililer pek yakında hepimizi aydınlatırlar…

    16 Nisan 1956 – Fenerbahçe Spor Gazetesi | Röportaj: Ayten Salih

  • Ayten Salih Röportajı

    Ayten Salih Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Ayten Salih röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kahraman Sporcu! Kahraman Doktor!

    Önce bu Fenerbahçe sevginiz nasıl var oldu?

    Çamlıca Kız Lisesi’nde okudum. 1951 yılında lise birdeydim. İki erkek kardeşim vardı. Onları da ailem Haydarpaşa Erkek Lisesi’ne göndermişti. İki kardeşim de Fenerbahçeliydi. Özellikle bir tanesi tam bir tutkundu. Her gün futbol oynar. Maçlara gider Lefter ne söylemiş, Mehmet Ali ne söylemiş gelir duyduklarını anlatırdı. Zaten Anadolu yakasında olup da Fenerbahçe’yi tutmamak mümkün değil, değil mi?

    Lisede spor yapıyorduk. Spora önem verilen bir dönemdi, “Üniversitede spor yapacak mıyız?” diye çok düşündük, eksiklik hissettik. Fenerbahçe kız takımı diye bir şey yoktu, “Acaba tekrar açılabilir mi, bir ilki başlatabilir miyiz?” diye düşündük.

    Bir gece maçı sonrası Fenerbahçe Spor Kulübü’ne yanaştık. “Kız basket takımında olursak voleybol da arkasından gelir” dedik. Ne yol parası, ne şort, ne eşofman hiçbir şey istemedik. Antrenör zaman problemi yüzünden biraz sorun çıkardı. Fakat Fenerbahçe kongre üyelerinden Altan Dinçer, “Ben yardım edebilirim, sizi çalıştırabilirim, hemen konuşalım.” dedi. Kararlaştırdık. 1 Eylül 1954’de halk eğitimde buluşmak üzere sözleştik.

    İnci Önen ve ben öncülük ettik. Yine Çapa Kardeşler vardı. Onların babaları Selim Çapa da hem Fenerbahçe’de üye hem de Reşat Dermanver’den sonraki doktordu. O da “İki kızım da aranıza katılabilir” dedi.

    Genelde Çamlıca Kız Lisesi’nden topladık. Çünkü son 4 yıl hep şampiyonduk. Erenköy Kız Lisesi’nden de Seta’yı aldık.

    O sene Kıbrıs’a tatile geldiğimde 1 Eylül’de döneceğimi öğrenen babam “Üniversite 1 Ekim’de açılmayacak mı niye erken gidiyorsun?” diye sordu. Ben de Fenerbahçe Spor Kulübü’ne başlayacağımı söyledim.

    1 Eylül’de kızlar babalarıyla geldi. İlk basketbol antrenmanını yaptık. Lisans falan çıkarılacaktı. Yönetime gittik. Ertesi gün bir baktık gazetede bir ilan “Galatasaray Kız Voleybol Takımını Kurdu” ve ardından Voleybol Teşvik Turnuvası ilan edildi. İnci geldi, Ayla geldi ilk basket antrenmanını yapmıştık. Hemen Çamlıca Kız Lisesi’nden voleybolcuları alıp, biz de hazırlandık. Hatta Kulübümüz jest yapıp Çamlıca’nın müdüre hanımına kupa hediye etti.

    Apar topar çalışmaya başladık. Antrenörümüz bize “Niye yalan söyleyeyim, siz daha iyi biliyorsunuz” dedi. İlk maç mağlup olduk, sonra Teşvik Turnuvası’nda bütün maçları kazanarak galip olduk. Bunu gören Kulübümüz Bulgaristan’dan antrenör getirdi. Sonra Darüşşafaka’dan Alaattin Hoca geldi. Sonra bu şekilde 1960 yılına kadar şampiyon olduk.

    Sayın Cem Atabeyoğlu sizin takım için yazılarında “Fırtına Kızlar” derdi…

    Evet, kendisini çok severdim. Ben de basketbol ve voleybolla ilgili o zamanlardaki Fenerbahçe mecmuasına yazıyordum.

    Sonra yine Ankara’da şampiyonluğumuz oldu. 1960’da lig şampiyonluğunu kaybetmiştik. Türkiye şampiyonluğunu kazanmak için hazırlandık. Bu arada Beşiktaş PTT ve Kadıköy Spor, Voleybol Kız Takımlarını kurmuştu. Rakipler çoğalmaya başladı.

    Bu arada 27 Mayıs ihtilali öncesi, 27 Nisan hadiseleri başladı. İhtilal dönemi Türkiye şampiyonluğu için izin çıkmadı, çok üzüldüm. En son yönetim maçın Ankara olması yerine İzmit olmasına karar verdi.

    Bu arada Galatasaray da iyi hazırlanmıştı. İzmit’te Seka Tesisleri’nde kaldılar. Bizim takıma orda yer kalmadı. O devirde kızlar olarak da otelde kalmak istemedik. Kızlarla birlikte hep birlikte valiye gittik. Bizim için kimsesizler yurdunu buldular. Aramızda “Burada da kimsesiz kaldık” dedik.

    Bizi orda 5-10 tane Fenerbahçeli çocuk destekledi. Maça onlar da gelmişti. Turnuvada PTT ile maç yapıyorduk. Çok zayıf bir takım olmalarına rağmen bir set verdik ve çok bozulduk. Galatasaray da maçı kazanmıştı.

    Final maçından bir gün önce Fenerbahçe Spor Kulübü’ne telgraf çekerek bizi burada kimsesiz bırakmamalarını, gelip desteklemelerini rica ettim. Onlara “Yarın Türkiye Şampiyonluğu maçına çıkıyoruz. Başımızda bir yönetici Sedat Bayur ve antrenörümüz var. Kimsesiz çocuk yurdunda kalıyor ve kendimizi kimsesiz hissediyoruz. Eğer maçımıza birkaç yönetici gelmeyi lütfederse çok mutlu olup, kendimiz yalnız hissetmeyeceğiz.” cümlelerini yazdığım bir telgraftı.

    Kimseye de söylemedim. Söylesem ve kimse de gelmezse herkesin morali bozulacaktı. Son dakikaya kadar yurttan çıkmadık, bir arkası açık araba geldi. Giydik formalarımızı bindik, gidiyoruz. Uzaktan yöneticilerimizi getiren 3 tane Mercedes gördüm, şimdi bile anlatırken heyecanlanıyorum. Seta, formasını çıkardı ve başladı “Ya ya ya şa şa şa! Fenerbahçe çok yaşa” diye… Hepimiz ağlıyorduk. Şu an yine ağlıyorum ve o heyecanı yaşıyorum.

    Alaattin Hocam bana “Koş, ısın” diyordu. Ben de “Hocam yorgunum, antrenmansızım. Eğer ısınırsam maçta yorulacağım” diyordum. Kondisyon da yok. Sonra fırtına gibi girdik. Ben yoruldum, ayaklarım titriyor. Ben “Dinleneyim” diyorum. Hoca “Hayır seti verdik” diyor. 2-2 olduk. Ve sonunda biz kazandık.

    Bu arada basketbol nasıl gidiyordu? Bir de kürek ve atletizm var…

    Basketbol çok iyi gitmedi. 1958’de bir futbol maçına gitmiştik. “Aaa şampiyon kızlar geldi.” diye bizi karşıladılar. Sonra o gün orda düşündük “Yazın boş mu oturacağız? Deniz sporu yapalım” dedik ve İstinye’ye gittik. Küreğe başladık. O yıl “Yılın sporcusu” seçildim. 4 dalda spor yapıyordum. Eylül ayında da atletizm yapmıştım. Hatta Muzaffer Selvi şampiyonluğumu kutlamak için şampanya göndermişti.

    Bir de yurt dışı şampiyonluklarınız vardı…

    Almanya’da maçımız vardı. Trenle gittik. Orada evlerde misafir kaldık. Üç maçı da kazandık.

    Demir perde ülkeleriyle maçlar yaptık, “Pas yoksa gol yok. Pas verin Ayten’e” derlerdi.

    Milli takıma çağrıldığım da öğrendim ki; din İslam, milliyet Türk, uyruk İngiliz olunca milli takım yerine İstanbul Karması ve formada ay olmayan Türkiye karmasına çıkılıyormuş. Maçı kazandığımızda da Anıtkabir’e gittik.

    Almanya’da kalmam için teklifte bulunmuşlardı. Çeşitli olanaklar sağladılar. Üniversiteyi de orda bitirmemi istediler. Fakat doktorluk için orada biraz daha fazla okumam gerektiğinden zaman kaybı diye düşündüm.

    Sonra Tahran’a gittik. Orada da maçları kazandık.

    Üç yıl sonra Almanlar, Türkiye’ye geldiler fakat burada da bizi yenemediler.

    Son yıl devrettim. Antrenörlük kursuna gittim. Fenerbahçe de İstanbul’da kalıp Zeynep Kamil’de ihtisas yapmamı istedi. Fakat babam Kıbrıs’a dönmemi istiyordu. Döndükten sonra da babamı kaybettim.

    Mesleğinize Kıbrıs’ta soğuk savaş döneminde başladınız. Bize biraz o yıllardan söz edebilir misiniz?

    1960 yılında Lefkoşe Genel Hastanesi’nde doktorluk görevimi yapıyordum. Daha uzman değildim. 1962’de Limasol’a tayin oldum. 1963 yılı Ocak ayında Lefkoşa’ya geldim. Anestezi asistanıydım. Ve çatışmaların başladığı 21 Aralık’ta Lefkoşa’daki hastanede Türk hemşire hastabakıcı ve hastalarla birlikte esir oldum.

    EOKA’cılar hastaneyi ele geçirmişti. Hatta başhekimin damadı Nikos Sampson da hastanedeydi. Başhemşire Türkan Aziz ile birlikte hastaları hastabakıcı ve hemşireleri korumak için büyük uğraş verdik. İnanılmaz günlerdi. Çok çabaladık. Bazılarını kurtardık ama maalesef tümünü kurtarmayı başaramadık.

    EOKA’cılar Lefkoşa Güney Hastanesi’nde Veli Hüseyin ile Menteş Zorba’yı da kurşuna dizdiler. Hastanede yatan 82 Türk hastadan onunun cesetleri de daha sonra teslim edildi. 20 kişi de kayıptır. Kanlarını çektiler diye yaygın bir söylem var. Ben gözümle görmediğim için bunu söyleyemem ama emin olduğum bir gerçek var ki oradaki hastalardan ölümcül olan yoktu, örneğin kana ihtiyacı olan bir genç ve yanında refakatçi olan 79 yaşındaki babasının cesetleri verildi. O insanlar ölümcül değildi. İhmalden veya zamanında müdahale edilmemesinden öldüler. Tahminim gence kan vermedikleri için yaşlı adamdan da kan aldıkları için öldü. Çünkü 60 yaş üstü insanlardan kan alınmaz.

    Ama Rumlarla iyi anılar da var o günlerden. Şefika hemşireye silah çektiler, elinden tutup ameliyathaneye çektim hemşireyi, EOKA’cılar arkamızdan silahla geldi. Şefika hamileydi, bu arada genç bir Rum doktor girdi içeri elinden tutup “Kal” dedim. Ve o genç Rum doktor benim için “ Doktor hanımı öldürmek için önce beni öldürmeniz gerek” dedi ve kurtulduk.

    Lefkoşa’nın ardından bölge bölge çatışmalar başlamıştı. Ve arkadaşlarımızla birlikte gezici hekim olarak görev yaptık. Bu arada Ayvasil Şehitleri ve Erenköy’de şehit düşen pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’in otopsilerinde bulunma şansızlığını da yaşadım.

    1974 savaşı başladığında başhekim olarak görev başındaydınız, savaşta esir düşen Limasol yanında Larnaka’dan, Baf’a kadar esaret yaşayan Kıbrıs Türkü kahramanı oldunuz. Sadece hekim olarak değil sosyal görevleriniz de vardı…

    Kaçamayan erkeklerin hemen hemen tamamı esir kampında tutuluyordu. Onlarla irtibat bölgedeki TC vatandaşlarıyla ilişkiler, Türk bölgesine kaçırılmaları ve güneyde kalan 10 bini aşkın Türk sağlık sorunları, parçalanmış aileler, katliamlar, kaçışları organize etmek gibi bugün film gibi gelen birçok görevimiz vardı.

    Bölgedeki diğer hekimler ve hastane personeli milletvekilleriyle birlikte izin alarak düzenli olarak Limasol esir kampına gittik. Yaklaşık 2000 esiri muayene ve tedavi ediyorduk. Yiyecek servisi kuruluyor. Hastane merkez oluyordu, ihtiyaçlılar buraya toplanmaya başlardı. İngiliz üslerine geçen milletvekili ve TMT’de görevli Ziya Rızkı burada Türklerin kaçışını, üstlere sığınan binlerce Türkün yaşamını organize ediyordu.

    Kıbrıs’ta bir futbol kulübünün başkanlığını yaptınız, bu dünyada bir ilkti…

    Benim kardeşim orda futbol oynuyordu; eniştem de kulüp başkanıydı. Eniştem vefat edince ve kardeşim hastalanınca kulübün başına ben geçtim. Sarı lacivert renkleri seçmiştik.

    Fenerbahçe’den forma istemişti eniştemler, ben de kulüp ilk açıldığında bu isteği iletmiştim. Ve Fenerbahçe de vermişti. Fenerbahçe’yi de davet etmişlerdi. 1955 yılında Türkler ve Rumlar aynı lig maçlarında oynuyor, maç yapıyorlardı. Çetinkaya takımı vardı.

    Bizim kulüp olan Limasol takımı 2.kümedeydi önce renkleri kırmızı beyazdı. 1955 de EOKA’cılar Rumların Türklerle maç yapmasını yasakladılar. Rum ligi kurdular bizde Türk ligini kurduk, federasyon kuruldu. İste o zaman bana İstanbul’a mektup yazarak forma istediler. 1958’de de Fenerbahçe’yi Kıbrıs’a davet ettik. Takımımızın adı da Doğantürk Birliği oldu. Rum Ligi kapandığından 2. Ligde olan bütün takımlarımız Birinci Lige çıktı. 1970-1971 yılları arasında da ben de başkanlık yaptım. En azından ligden düşmedik idare ettim.

    1974 Kıbrıs Çıkarması sonrası neler yaptınız?

    Temmuz 1974’ten Ağustos 1975’e kadar bir yıl güneydeki hastanede başhekim olmuştum. Sosyal Hizmetler, Çocuk Esirgeme Kurumu, Kızılay’ı kurduk. Kızılay Çıkarma olduğunda sabah bayram yaptık sonra diğer bölgelere çıkarma yapılmayacağını öğrenince zor günler yaşandı. Bir süre Güney Türkleri temsilciliği yaptım, kuzeye ilaç, yiyecek, para aldım. Silahlı adamlar vardı. 8 gün sonra sancaktarı unvanını aldım. Çok şey yaşadım. Ama konumuz şimdi spor olunca fazla anlatmak istemiyorum…

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • 1980 Fenerbahçe Kongresi

    1980 Fenerbahçe Kongresi

    Geçende yayınladığımız 1979 yılı faaliyet raporunun okunduğu Fenerbahçe kongresi 10 Şubat 1980 tarihinde yapıldı. İlginç hikayelerle dolu 1980 Fenerbahçe Kongresi haberini Milliyet gazetesinden okuyalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Başkanlığı’na Razi Trak Seçildi

    Başkanlık seçiminde Razi Trak 435, Firuzan Tekil 153 oy alırken, Yönetim Kurulu seçimini büyük bir farkla Kadıköy grubunun listesi kazandı…

    Eski Başkan Ilgaz, üyelere yaptığı veda konuşmasında, “Fenerbahçe’ye hizmetim geçtiyse helal olsun” dedi… Yeni Başkan Trak, işi nedeniyle kongreden erken ayrıldı…

    Kongre Başkanı Erdemir, üyelerin 10’ar bin lira teberru vermesini isleyen önerge için, “Bana Humeyni de deseniz, bu önergeyi oylamaya koymam” dedi…

    Fenerbahçe Kulübü’nün olağan genel kurulu dün yapılmış ve başkanlığa Razi Trak seçilmiştir.

    Avukat Sadun Erdemir’in başkanlığını yaptığı kongreye 679 üye katılırken, eski başkanlardan Emin Cankurtaran ile bir ara başkanlığı söz konusu olan Cevher Özden’in gelmeyişi dikkati çekmiştir.

    Kongrenin başlangıcında konuşmaların 10’ar dakika ile sınırlandırılması için iki önerge verilmiştir.

    Bu önergelerin verilmesinden sonra Avukat Orhan Ergüder bir konuşma yapmış ve “İki yıldır sabırla beklediğimiz kongrede meseleleri 10 dakikaya sığdıramayız. Sorunların üstüne gitmek için bizi 72 gün daha bekletmeye kimsenin hakkı yok” demiştir.

    Ergüder, yerine otururken de, “Bu önergeleri ücretle tutulmuş kişilerin verdiğini biliyorum” demiştir. Ergüder’in bu sözleri ortalığı karıştırmış, kongre başkanı Sadun Erdemir, “Disiplini bozanı zabıta kuvveti ile dışarı attırırım” diyerek üyeleri uyarmıştır.

    Daha sonra Yüksel Günay önergenin lehinde bir konuşma yapmıştır. Ergüder ve Günay’ın konuşmalarından sonra önerge oylamaya konulmuş ve konuşmaların 10’ar dakika ile sınırlandırılması kabul edilmiştir.

    Gündem gereğince kürsüye yönetim kurulu adına Altan Ayanoğlu gelmiş ve iki yıllık çalışmalarını kapsayan çalışma raporunu okumuştur.

    Gündemin dilek ve temenniler bölümünde Altan Dinçer söz almış ve yönetim kurulunu suçlayarak şunları söylemiştir:

    “Ben bakkala kapıcımı gönderirken 7 kelimeden fazla konuşuyorum. Ama faaliyet raporunda voleybol ve basketbola 7 kelime bile yer verilmiyor. Rezil oluyoruz…”

    Dinçer’in konuşmasından sonra Yeni Kadıköy Grubu’nun başkan adayı Firuzan Tekil kürsüye gelmiş ve “Fenerbahçe’nin yönetiminde ipler başkasının elindeyse ve kukla yönetim varsa, bundan daha vahim durum olamaz” demiştir.

    Yeni Kadıköy Grubu’nun liderlerinden Orhan Ergüder de bir konuşma yapmış ve “Fenerbahçe’yi mutluluğa götürme gayreti değil, sömürme gayreti vardır” demiştir.

    Ergüder, yıllar sonra ilk kez haysiyet divanına da çatacağını belirtmiş ve şunları söylemiştir:

    “Sosyal Tesislerde insanlar havuza atılıyor, kafalarında bira şişeleri kırılıyor. Bana ‘Niçin tesislere gelmiyorsun?’ diyorlar… Gelmiyorum, güvencem yok… Gelmiyorum, param yok… En önemlisi de, bunların hesabını soracak haysiyet divanı yok… Fenerbahçe Türkmen çadırlarına benzetilmiştir.”

    Ergüder, konuşma süresinin kısıtlı olması nedeniyle kürsüden ayrılacağını da söylemiş “Allah sizi inandırsın, bu ve mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğim” demiştir.

    Bu konuşmalardan sonra eski yönetimin başkanı Faruk Ilgaz kürsüye gelmiş ve “1956 yılından beri sürekli görev aldım. 12 yıl başkanlık yaptım. Eğer bir hizmetim olduysa bunu helal ediyorum” diyerek üyelere veda etmiştir. Ilgaz yerine otururken uzun süre alkışlanmıştır.

    Fenerbahçe kongresi devam ederken Razi Trak, İzmir’e gideceğini söyleyerek salondan ayrılmıştır. Trak salondan ayrılırken, “Nasıl olsa başkan seçileceksiniz, ne diyorsunuz” seklinde soru soran gazetecilere, “Fenerbahçe’de önce bu gruplaşmaları kaldırmak gerekiyor. Amatör şubelere gereken önemi verecek ve futbol şubemiz için kendi öz kaynaklarımıza döneceğiz” yanıtını vermiştir.

    Daha sonra, artan yaşam koşulları göz önüne alınarak, yeni yönetim kurulunun bütçesinin yüzde elli oranında artışla kabul edilmesine karar verilmiştir.

    Ayrıca Ali Şen’in yeniden üyeliğe alınması kabul edilmiştir. Bazı konuşmacılar da yönetim kurulundaki titiz çalışması nedeniyle Başaran Ulusoy’u teşekkür etmişlerdir.

    Bu sırada Recai Aslan ve Hanefi Ulutekin, kongre başkanlığına bir önerge vererek, salonda bulunan üyelerin kulübe 10’nr bin lira teberruda bulunmalarını istemişlerdir. Kongre başkanı Sadun Erdemir, “Önergeyi veren arkadaşlarımı biliyorum. Onlar milyon da verse dokunmaz. Bu önergeyi oylamaya koyamam” diyerek reddetmiştir.

    Aidatların yıllık 1200 liraya çıkarılması da tüzüğe uygun olmadığı için kabul edilmemiştir.

    Konuşmaların tamamlanmasından sonra oylama işlemine geçilmiştir. Sadun Erdemir’in oylamanın harf sırasına göre yapılacağını söylemesinden sonra bir üye ayağa kalkmış ve “Yıllardır hep (A) harfinden başlanıyor ve biz saatlerce bekliyoruz. Bir de (Z) harfinden başlansın” demiştir. Bunun üzerine salon karışmış ve eline zarfı alan sandığın başına gelmiştir.

    Kongre başkanı Erdemir’in üstün gayreti ile düzen yeniden sağlanmış ve oylama yapılmıştır.

    Oylama sonunda yönetim kuruluna şu üyeler girmiştir.

    Talha Altınbaşak (428), Yüksel Günay (426), Muhittin Bulgurlu (429), Semih Bayülken (423), Melih Ilgaz (434), Güven Sazak (429), Kazım Bayülken (410), İlkin Okan (130), Osman Karatop (429), Aziz Yılmaz (428)

    Başkanlık seçiminde ise Razi Trak 435 oy alırken, Firuzan Tekil 153 oy toplamıştır.


    Fenerbahçe kongresine sadece bir çiçek ve bir telgraf geldi… Telgrafı çeken ve kongreye başarılar dileyen, kulübün üyesi, eski Deniz Kuvvetleri komutanı Hilmi Fırat’tı… Tek çiçeği yollayan da Türkiye Spor Yazarları Derneği… Ne gariptir ki, yönetim kurulu raporu okunurken “Basının maksatlı tutumu bizi yıpratmıştır” görüşüne yer verildi… Belli ki, yönetim kurulu bazı şeylere kılıf arıyordu…

    * Kongre başlamış, her şey istenildiği biçimde gidiyordu… Bu sırada Kadıköy grubunun lideri Semih Bayülken’in kongrenin yapıldığı sinemanın balkonundan çalışmaları tek başına kuşbakışı izlediği görüldü… Bayülken, bu sırada kaleyi fethetmeye hazırlanan birliklerin komutanına benziyordu…

    * Fenerbahçe kongresinde gerçekten ilginç konuşmalar oldu. Kulübün eski üyelerinden Dr. Memduh Eren, “Artık bilimsel çalışmaya girmeliyiz” dedi, “Sonra Fenerbahçe ikinci kümeye düşer, biz de sosyal tesislerde bol bol pişti oynarız…”

    * Kongrede eski başkan Cankurtaran ile kongre öncesi başkanlığından söz edilen Cevher Özden yoktu… Ancak kongrenin yapıldığı sinemanın kapısında ilginç bir pankart vardı:

    “Büyük Başkan Cankurtaran, yuvaya…”

    * Fenerbahçe kongresinde en çok eleştirilen konulardan biri de sosyal tesisler oldu… “Pahalı” denildi, “Üyelerin rahat giremediği” söylendi… Bu konuşmalar yapılırken bir üye şöyle bağırdı: “Adını değiştirelim… Hanefi’nin yeri olsun…”

    * Kongrenin başlangıcında konuşmaların 10 dakikayla sınırlandırılması ile ilgili önerge büyük tartışmalara neden oldu… Bu sırada Fenerbahçe’nin ve Milli Takım’ın eski oyuncusu Ogün Altıparmak’ın, kongre başkanı Sadun Erdemir’e “Taraflı yönetiyorsun” diye bağırdığı duyuldu…

    * Kongre Başkanı Sadun Erdemir’i en çok, salonda bulunan üyelerin 10’ar bin lira teberruda bulunmasını isteyen önerge kızdırdı… Erdemir hiddetle ayağa kalktı ve “İsterseniz bana Humeyni deyin arkadaş, bu önergeyi oylamaya koymam” dedi…

    * Razi Trak, hafta içinde yapılan Kadıköy grubunun toplantısından işi olduğunu ileri sürerek çabuk ayrılmıştı… Dün yapılan kongrede de İzmir’e gideceğini ileri sürerek salondan erken çıktı… Bunu gören bir üye “Eyvah” dedi, “Bizim başkan daha başlangıçta su koyverdi…”

    * Başkanlık oylaması yapılırken Razi Trak ve Firuzan Tekil’in dışında Ajda Pekkan’a 2, Aysel Tanju’ya 1 ve Cevher Özden’e de 1 oy çıktı…

    Şansal Büyüka – 11 Şubat 1980 – Milliyet