Fenerbahçe futbol takımı, kuruluşundan beri, 19 Mayıs tarihinde oynadığı hiçbir maçı kaybetmemiş. Aşağıda listesini göreceğiniz 21 maçta yalnızca 4 beraberlik alırken, 17 kez galip gelmiş. 19 Mayıs’ların takımı Fenerbahçe… Bu da öyle bir bilgi işte… Çok sevgili Ata’mıza, Ulu Önder’e bir tazim vesilesi… 19 Mayıs Kutlu olsun!
73 sene evvel Fenerbahçe seçimden hemen önce şampiyon oldu! 14 Mayıs seçimlerine bir hafta kala yapılan maçta Fenerbahçe, Altay’ı 4-0 yendi ve 9. Türkiye Şampiyonluğu‘nu kazandı. Bir kez daha kutlu olsun!
Her iki takım da gayet hareketli ve enerjik oynuyor. Oyun müthiş süratli. Üçüncü dakikada Samim’in fevkalade olan 35 metreden çektiği şut kale direğini yalıyarak geçti. Fener kısa zamanda bariz bir hâkimiyet kurdu. Fakat Altay da mukabil kaleyi sıkıştırıyor.
16’ncı dakikada Salâhaddin’den güzel bir pas alan Cihat keskin bir şutla zaviyeyi gördü. Fakat Cihat yumrukla defederek uzun uzun alkışlandı. Oyun heyecanlı, halk yerinde duramıyor.
39’uncu dakikada Fenerbahçe soldan bir korner kazandı. Halit çekti. Ahmet kafa ile kaleye yolladı. Fakat Altaylılar uzaklaştırdılar.
40’ıncı dakikada Ahmet Samim’den santraya yakın aldığı pası kaleye kadar sürdü. Kaleciyi atlatıp ilk Fener golünü çıkardı. Fakat Ahmet topu bariz bir ofsayttan almıştı. Hakem nedense görmedi! Bu suretle devre 1-0 Fener lehine bitti.
İkinci devre!
İlk dakikada Fener kalesine akan Altay, topu Cihat’a kaptırdı.
3’üncü dakikada Altay soldan bir korner kazandı. Cihat’ın çektiği korneri kaleci uzaklaştırdı.
2 dakika sonra Fener soldan bir korner kazandı. Korneri Halit çekti. Samim’in yumuşak bir şutu ile top tekrar Altay ağlarına takıldı.
Hemen bir dakika sonra gene soldan bir korner alan Fener bu defa semere alamadı.
6’ncı dakikada Altaylılar bir frikik kazandılar. 18 yakınından Edvin’in çektiği frikik sol zaviyeden girerken Cihat muhakkak bir golü kornere attı.
8’inci dakikada Lefter’in sağdan kale ağzına kadar sürdüğü topu hafifçe ortaya kaptırdı. Ahmet topa dokunarak kaleye soktu: 3-0.
Bu esnada kaleci Fikret yaralanıp dışarı çıktığından kaleye Bayram geçti. Artık oyun bundan sonra gerek oyuncuların ve gerekse seyircilerin mukabil sinirlenmeleri ile elektrikli bir hava içinde geçti.
Fenerbahçe’nin bir golü daha bekleniyor. Altay kalesi müthiş baskı altında.
25’inci dakikada Halit ortadan aldığı pası kaleye sürerken 18 içinde favulle durdurulduğu halde hakem penaltı vermedi.
40’ıncı dakikada Ahmet münasip bir şekilde gol pozisyonuna girerken favulle durduruldu. Hakem gene penaltı vermedi. 43 üncü dakikada 18 içinde vuku bulan bir karışıklık yüzünden oyuncular üst üste düştüler.
Kaleci Bayram da yaralandı. Sıhhiye arabasına alındı. Kaleye Mehmet geçti.
Hakemin oyunu idaresi gayet berbat bir şekilde Fenerbahçe yaklaşmak üzere bulunan vakit içerisinde bir gol daha atmak mecburiyetinde. Aksi takdirde şampiyonluk elden gidiyor.
Bu ara maçın bitmesine bir dakika kala top sahadan halk tarafına kaçtı. Halk topu kaçırdı. Bir dakikalık bekleyişten sonra top geri geldi. Halil’in çektiği kornerden aldığı topu Samim 4’üncü defa olarak Altay ağlarına taktı.
Bu gol girer girmez hakem oyunun bittiğini işaret ederek sahayı terk etmeğe başladı. Altaylı oyuncular derhal hakemin etrafını çevirdiler. Tehditkâr bir vaziyet aldılar. Bu nazik vaziyet karşısında hakem polis kordonu arasına alınarak odasına götürüldü. Sahadan çıkan halkın büyük bir kısmı stat önünde toplanarak hakemin çıkmasını ve neticenin ilânını istiyorlardı.
Hakem görünürde yoktu.
Polisin kalabalığı dağıtmak üzere yaptığı mücadele netice vermiyordu,
Bu esnada eşofmanlarını giyerek Fener takımı, gitmek üzere kapıya geldiği vakit aleyhinde olan halk tarafından menfi tezahüratla karşılandı. Bunun üzerine polis ve jandarma güçlükle Fener takımını otobüse bindirerek, uğurladı.
“Fenerbahçe en çok küme düşenlere karşı puan kaybediyor” tespitini çok duyuyoruz. Şampiyonluğun kaybedildiği son 10 sezona bakınca nasıl bir tablo ortaya çıkacak diye bir göz atalım istedik ve şöyle bir durumla karşılaştık:
Sadece 2012 sezonunda %21’i küme düşen takımlara karşı kaybettiğimiz puanların, bu on sezondaki ortalaması %11 civarında. Tek başına çok fazla bir şey ifade etmeyebilir ama yine de bir bakacak olursak özetle;
2012: 7/34 (%21)
2013: 3/41 (%7)
2015: 2/28 (%7)
2016: 2/28 (%7)
2017: 4/38 (%11)
2018: 4/30 (%13)
2019: 7/56 (%13)
2020: 8/49 (%16)
2021: 3/38 (%8)
2022: 2/1 (%5)
2011-2012: Samsunspor, Manisaspor, Ankaragücü
20.09.2011: Fenerbahçe 1 – 1 Manisaspor
23.10.2011: Fenerbahçe 0 – 0 Samsunspor
03.12.2011: Fenerbahçe 4 – 2 Ankaragücü
16.01.2012: Manisaspor 1 – 2 Fenerbahçe
02.02.2012: Samsunspor 3 – 1 Fenerbahçe
09.03.2012: Ankaragücü 0 – 2 Fenerbahçe
Toplam 34 puanın 7’sini küme düşen takımlara vermişiz.
2012-2013: Başakşehir, Orduspor, Mersin İdman Yurdu
16.09.2012: Fenerbahçe 2 – 1 Mersin İdman Yurdu
11.11.2012: Fenerbahçe 2 – 1 Orduspor
09.12.2012: Fenerbahçe 2 – 1 Başakşehir
10.02.2013: Mersin İdman Yurdu 0 – 1 Fenerbahçe
07.04.2013: Orduspor 0 – 2 Fenerbahçe
05.05.2013: Başakşehir 2 – 0 Fenerbahçe
Toplam 41 puanın 3’ünü küme düşen takımlara vermişiz.
2014-2015: Karabükspor, Kayseri Erciyes, Balıkesirspor
31.08.2014: Fenerbahçe 3 – 2 Karabükspor
06.12.2014: Balıkesirspor 0 – 1 Fenerbahçe
19.12.2014: Kayseri Erciyes 0 – 1 Fenerbahçe
31.01.2015: Karabükspor 0 – 1 Fenerbahçe
02.05.2015: Fenerbahçe 4 – 3 Balıkesirspor
13.05.2015: Fenerbahçe 1 – 1 Kayseri Erciyes
Toplam 28 puanın 2’sini küme düşen takımlara vermişiz.
2015-2016: Sivasspor, Eskişehirspor, Mersin İdman Yurdu
14.08.2015: Fenerbahçe 2 – 0 Eskişehirspor
21.11.2015: Mersin İdman Yurdu 1 – 3 Fenerbahçe
28.12.2015: Fenerbahçe 2 – 1 Sivasspor
18.01.2016: Eskişehirspor 0 – 3 Fenerbahçe
17.04.2016: Fenerbahçe 4 – 1 Mersin İdman Yurdu
19.05.2016: Sivasspor 2 – 2 Fenerbahçe
Toplam 28 puanın 2’sini küme düşen takımlara vermişiz.
1 Mart 1970 tarihinde oynanan ve Fenerbahçe’nin 2-0 kazandığı Altay maçından sonra Namık Sevik’in Milliyet gazetesinde yayınlanan yazısı insana “Daha neler!” dedirtiyor. Rahmetli Sevik müthiş bir gazeteciydi şüphesiz fakat “Kasten Tekme Atsa Bile!” rakibi sevmek de pek olacak iş değil…
Aşağıda yazının tamamını ve maçın detaylarını okuyabilirsiniz. Bu maçla birlikte “Tarihte Bugün” tadında bir şey yapıp senenin geri kalanında her gün için bir tarihî maç ve ona dair bir yazı yayınlayalım istiyoruz. Rast gele…
Nedir bu sinirliliğiniz, asabi davranışınız, sahada hakemi küçümseyişiniz ya da meslekdaşlarınıza sert girişiniz?
Sizin gibi futbolu bırakmak üzere olan sahalarımıza şurada beş-on maçlık misafir bulunan büyük bir futbolcuya yakışır mı bu davranışlar? Her şeyden önce sizin sakin olmanız gerekiyor… Elektrikli havayı yatıştırmanız, hakemi okşamanız, sert girse, kasten tekme atsa dahi sizden küçük olan rakibinizi sevmeniz gerekiyor Sinyor Bartu…
Hadi Göztepe ile evvelce oynadığınız hazırlık maçında diyelim ki hakem Doğan Babacan psikolojik bir hata işlediği için, sizi anlayamadığı için, belki de şöhretli bir futbolcu olduğunuzdan sizi takmaz, tribünlerden gelecek protestolara aldırmaz gözükmek için oyundan çıkardı… Bu çıkarılışı siz haketmediniz…
Ya dün? Altay’a karşı haşin hareketiniz? Onu neyle izah edelim… Hiç mi şimdiye kadar oynadığınız maçlarda kafanıza bir bekçi dikilmedi, hiç mi rakipleriniz sizi faulle durdurmak istemediler, hatta hatta asabınızı bozmak için bizlerin tribünlerden göremediği şeylere tevessül etmediler… Çook, pek çok olmuştur bunlar… İtalya’da oynadığınız yıllarda da profesyonelce yapılmış hileler yok mudur? Eee… Neden eskiden haşin değildiniz de şimdi bu kadar sertsiniz? Üstelik gidiyorsunuz da… Hafızalarımızda iyi bir iz bırakmaya sanırım ki mecbursunuz… Bunu yapmak için önünüzdeki şans az… Zaman kısa…
Namık Sevik – 2 Mart 1970 – Milliyet Gazetesi
Fenerbahçe 2 – 0 Altay
Hakemler: Cezmi Başar, Cevdet Güvenli, Talat Tokat
6 Şubat 2023 tarihli deprem felaketinde kaybettiğimiz futbolcumuz Taner Savut’un hatırasını yaşatmak için Fenerbahçe’de forma giydiği maçların bir listesini (*) derledik. 1 Temmuz 1997 tarihinde VFL Kirchheim hazırlık maçıyla başlayan Fenerbahçe kariyeri, 29 Mayıs 1999 tarihinde Erzurumspor’u 4-1 yendiğimiz Türkiye Ligi maçıyla sona eren Taner Savut, Yeşilbağlar ile oynanan hazırlık maçında iki de golün altına imza atmıştı.
Böyle büyük acıların tesellisi olmaz… Nur içinde yatsın. Biz Taner Savut’u unutmayacağız.
Başından beri Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu ekibinde desteğini esirgemeyen kıymetli büyüğümüz Alp Eralp “el emeği göz nuru” bir arşivi, sezon sezon tuttuğu defterleri paylaşmamız için bize teslim etmişti… “Kaptanın Seyir Defteri I” 1980’li yıllarında sonunda tutulan müthiş bir imza defteriydi. Serinin ikinci defteri ise Fenerbahçe’nin 1987-1988 sezonuna ait. Huzurlarınızda: Kaptanın Seyir Defteri II
Fenerbahçe tarihinin en güzel yazılarını ve tamlamalarını yazan kalemlerden birisi Halit Çapın. “Biz Fenerbahçeliyiz, bizden çok adam çıkar” sözünün sahibi olan büyük Fenerbahçeli, “Türkiye’nin Gerçek Sevgisi” diyerek halkın Fenerbahçe’ye olan muhabbetini üç kelimede eksiksiz bir şekilde tanımlamış. Keyifli okumalar…
Memleketimiz “O deniz ülkesiydi”… Ve de “sevdalı değil, karasevdalıyız” Fenerbahçe’ye…
Ben çok küçümen olduğumdan mı büyüktü Fenerbahçe o geçmiş zamanlar? Yoksa kocadık mı ne, ondan mı küçülmede giderek Fenerbahçe?
Padişah sülalesince… İmparatorlar ve dahi krallarca bir büyük armada… Sevgisi babadan çocuğa geçen… Miras diye evlad-ü riyale bırakılan… Öyle bir şey ki başka bir yerlerde görülesi yok…
Babam Fenerbahçeliydi… Ben ve kardeşlerim de öyle olduk… Kızım, anasının dayanılası olmayan Galatasaraylılığına karşın, Sarı-Lacivert renkleri taşımakta… Şükrü Gülesin’in bir zamanlar dediğince, “Türkiye’de her çocuk Fenerbahçeli doğar. Sonra bazıları başka takımları seçer…” Geçmiş tarihlerde bir yazıma ben, “Ayıptır söylemesi, ben Fenerbahçeliyim” diye girmiştim… Yetmez mi anlatmaya?
Karamelalardan çıkardı Fenerbahçe, kendisinden uzakta olanlara…
Cihat’lar, Murat’lar, Ahmet’ler, Halil’ler, Samim’ler, Müjdat’lar, Mehmet Ali’ler… Suphi’ler, Donanma Kamil’ler… Ve diğerleri ve diğerleri… Ütüleyip biriktirirdik, kıymetli pullar biriktirircesine…
Ben ilk canlı Fenerbahçe’yle İzmir’de tanıştım. Bıyıklarım ne zaman çıkacak diye düşler kurduğum günlerde… Milli küme şampiyonluğu için Fenerbahçe ve Altay karşı karşıya… Fener’in şampiyon olması için dört sıfırlık bir yengi gerek… Yoksa şampiyon Galatasaray. Altay’da şimdi anımsadığım Clark kardeşler… İki İngiliz… Topa öyle vuruyorlar ki meşin yuvarlağın haykırdığını duyuyorsunuz acıdan… Ama kalede Cihat… Anlatılmaz ki… Tarzan denilen Mehmet Ali anlatılmaz ki… Suphi, Halit, Erol ve karamele kağıtlarındaki o eski ve sevgili tanışlarım…
Ve maç dört sıfır Fenerbahçe’nin…
O zamanlar Fenerbahçe’ye çekilen “Ole!” bütün yaşamı boyunca İspanya’da çekilmedi El Cordobes’e…
Ve ne zaman anladım ben Fenerbahçe’nin büyüklüğünün, Galatasaray ve Beşiktaş’ın büyüklüğünden soyutlanamayacağını? Çokça bir zaman sonra. Ne zaman ki Galatasaray ve Beşiktaş büyüktü, Fenerbahçe de büyüktü… Galatasaray’ı da tutarım o yüzden, Beşiktaş’ı da… Onlar olmasa Fenerbahçe hangi büyük yengilerle taht kuracaktı gönüllerde…
Yaşar Kemal Akçasaz’ın Ağaları’nda Derviş Bey’e “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler” dedirtir…
Ve işte o güzel futbolcular çekip gittikten sonra statlardan, yürüyen zamanla birlikte arkadaş oldular benle… Çoğu dost oldular… O yüzden severim ben eski Fenerbahçeliler kadar eski Galatasaraylıları ve de eski Beşiktaşlıları.
Günlerden bir gün Kulis Kulüp’te oturuyorum… Şükrü geldi (Gülesin). İki dirhem bir çekirdek… “Nikaha mı?” dedim… “Yok” dedi. “Hakkı kaptan benle, Kemal’i (Beşiktaş’ın o unutulmaz santrforu) yemeğe davet etti. Ona gidiyoruz”… Sonra Mücap düştü (Ofluoğlu), “Hadi siz de gelin” dedi. Şükrü ile Kemal yan yana olduklarında çok vahimleşmekteler… Yanlarında ciddiyet, ölü… Ve kalkıp gittik… Hakkı kaptan içerde… Şükrü de Kemal de 45 yaşlarını geride bırakmışlar… Kaptan’ın önünde ceketlerini iliklediler… O oturmadan oturmadılar, o çatalı almadan eline, dokunmadılar hiçbir şeye… O konuşmadan konuşmadılar da. Ben böyle bir sahneyi az gördüm… Vakit geçince Mücap aldı laf sazını eline. “Kaptan Hakkı” gülmekten fenalıklar geçirmekte… Kaptan güldüğü için diğer ikisi de gülmekte… Ve sonra dedi ki Hakkı, “Mücap Bey” dedi. “Mücap Bey, ben bunlarla uğraşmaktan sizler gibilerle tanışma olanağını bulamadım hiç. Bunlarla uğraşmaktan hep…”
Şükrü de Kemal de başlarıyla onayladılar.
Çok zaman geçti aradan… Bir şey ettim… Fenerbahçe sevgisi miydi o, yoksa gazetecilik mi? Hala bilmem, bilemem… Polis muhabirliği yapıyordum. Gizli polis bülteni geçti elime bir gün… Bültende Metin Oktay’ın askerlik görevi yüzünden polis tarafından arandığı yazılıyordu. Görüldüğü yerde tutuklanması isteniyordu. Ve Metin ertesi gün Galatasaray forması altında maça çıkacaktı. Oturup haberi yazdım. “Polis tarafından aranan Metin Oktay bugün Mithatpaşa Stadı’nda” diye… Abdi İpekçi, coşkusunu bir yerde, sadece bir yerde orta yere koyardı: Galatasaray takımı sahaya çıktığı zaman… İnanmazsınız ama Abdi Bey küfür bile ederdi Galatasaray için… Ve yine o Abdi Bey, o haberi Milliyet’in birinci sayfasına koydu. Metin Oktay tutuklandı hemen… Bir hafta boyunca telefon kanalıyla Galatasaraylılardan işittiğim küfürü, bütün yaşamımda duymadım.
Ve sonra biz Metin Oktay ile dost olduk… Arkadaş değil, dost… Hem büyük bir futbolcu, hem iyi bir insandı o… Hani “O güzel atlara binip çekip gidenlerden…”
Bunları neden mi anlatıyorum? Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş özdeşleştirmesi yapmak için…
Şimdinin futbol aşığı gençler için ne büyük kayıp o zamanların üç büyüklerini seyretmemiş olmak… Lefter profesörlük unvanını YÖK’ten almamıştır… Çim yoldurarak, bel kırdırarak almıştır. Bir gün spor servisinde Baba Gündüz’le laflıyorum… “Baba” dedim, “Neden bıraktın Galatasaray’ı?” Kendine özgü gülümsedi, şaka mı, ciddi mi bilmem, dedi ki: “Üç sıfırlık maçta bizim Kamil’e Lefter’i tut dedim. Sonuç malûm. Sonuç, ikimizin de Kamil’in de benim de sonucum…”
O maçta Lefter bizim sevgili Kamil’i çok tribünlere yolladı. Kamil’i bir rakkase etti çıktı ki vah vah… (Yarın Kamil’den telefon. Validenin ve pederin hatırını sormak için.)
Can, şimdikilerin kafaya sıçrayamadıkları kadar kaldırırdı sol bacağını havaya… Raket gibi… Lefter profesörse, o en azından doçentti, biline… Öyle bir “senyor”u Fenerbahçe’nin artık göresi olası değil…
Ben futbolu ve Fenerbahçe’yi Cemil’ler, Ziya’lar, Şenol’lar, Birol’lar, Ercan’larla birlikte bıraktım. Yani benim kuşakla birlikte… Sahalarda artık bir deli Basri, bir Mehmetçik Basri olmadığı için…
Çay kokusu Prost’u çocukluğuna götürürdü. O nefis rayihânın, ünlü yazarı zaman yolculuğu için kışkırtmasına ve çocukluk anılarını alevlendirecek aromada olacağına şaşırmamak lazım. Kos helva çıtırtısı da Oktay Akbal’ı alır, çok gerilere, tıfıl günlerine taşırdı.
Peki ya, sambanın tınısı..?
O kıvrak Latin Amerika dans ve müziği, yaşı altmışlara dayanan Fenerbahçelileri ilk gençliklerine götürdüğü gibi, Sarı-Lacivert sevdalılarını nasıl da uzun bir hatıra yürüyüşüne çıkartırdı değil mi?
Çocukluk dönemimin ‘hatıra yürüyüşlerinin’ ilki, belki de en sevimlisi Türkiye Ligi’nin 1974-75 sezonu olmuştu benim için. Hayat filmine dair anımsadığım ilk sahneler, -ki o kesitler içinde muhakkak Fenerbahçe vardır- bahsettiğim yıllara tarihlenir. 1975 yılı, Fenerbahçe- Didi evliliğinde yüzüklerin atıldığı yıl oldu. Ama Didi Fenerbahçe tarihine kalıcı izler bırakarak ayrıldı Türkiye’den ve hiç unutulmadı…
(Tribünlerinden inmiş, tartan pisti aşmış, taç çizgisi kenarına kadar dayanmış bir sevgi patlaması vardı o akşam. O güne kadar görülmemiş bir seyirci topluluğunun huzurunda oynanan Fenerbahçe-Santos maçının öncesinde Pele ve arkadaşlarının şaşkınlığına bakın hele! Bu futbol konserine İstanbullu sporseverlerin gösterdiği teveccüh, devrin en büyük ‘yeşil saha figürünü’ ziyadesiyle memnun etti. Doğan Babacan ise Türkiye’nin popüler hakemi olarak bu maçın direksiyonuna oturmayı çoktan hak etmişti.)
Pele’li Santos’u Türkiye’ye getiren Lübnanlı organizatör Zacour, Fenerbahçe’nin futbol kaderini etkileyeceğinin farkında değildi o unutulmaz Santos akşamında.
1972 yazının yapış yapış bir İstanbul gecesinde Zacour, yeni bir antrenör arayan Başkan Faruk Ilgaz’ın kulağına:
“Mr. Ilgaz.. Her başkanın hayalini süsleyecek büyük bir antrenörü size getirebilirim” teklifini fısıldadı. Olmaz denilen olacak ve Brezilya milli takımın ünlü oyuncusu Siyah İnci Didi Dereağzı’na inecekti.
Didi bir futbol cambazıydı ama sihirbaz değildi. Sistemine inancı hep tam oldu ve Türkiye’de kaldığı üç yıl içinde Fenerbahçe’yi iki defa lig şampiyonu yapacak, Cumhurbaşkanlığı Kupası da dahil olmak üzere, sayısız kupayı Fenerbahçenin müzesine getirecekti.
Brezilyalı Hoca duygusaldı. Hatta bir ara, ülkesinde bile görmediği teveccüh, sevgi karşısında Türk vatandaşı olmayı bile düşünmüştü. Fenerbahçe camiası antrenörlerini her davette, her nikahta baş tacı etmekte cimri davranmayacaktı; ta ki peri masalının sonlandığı Benfica deplasmanına kadar…
Didi oyuncularına olması gerektiği gibi yaklaştı. Gençlere güvendi. Egosu göbekli, havalı oyuncularını ‘yere indirmeyi’ bildi. İşine burnunu sokan yöneticilere dersini vermekten çekinmedi. Ne ki Semih Bayülken, Didi’den yediği zılgıtı hiç unutmayacak, ‘Şambaba Semih’ Brezilyalı hoca gidene kadar rahat durmayacaktı. Benfica maçında alınan ağır yenilginin tek sorumlusunun Didi gösterilmesi ‘Şambaba’yı rahatlatacaktı. Ünlü isim apar-topar görevinden uzaklaştırıldı. Didi uçağa bindiğinde yanında iki kızı Hebilia ve Rebecca ile eşi Guiomar vardı. Bir galibiyet sonrası eğlenmek için gittikleri kulüpte, eşinin yanında Didi’yi şapır/şupur öpen Gönül Yazar’ın ruju çoktan silinip gitmişti. İçinden Fenerbahçe geçen anıları ise hep taze kalacaktı büyük futbol adamının.
Didi uçağın penceresinden iyice küçülmeye başlayan Kadıköy’ü seyrederken, İstanbul’da geçirdiği üç sene gözlerinin önünden akıp gitti. “Sanırım 74-75 şampiyonluğunu unutamayacağım” diye geçirdi içinden ve zihni onu sezonun ilk düdüğüne götürdü:
Bu görüntü, bir Trabzonspor atağında Zafer Göncüler’in topu uzaklaştırma anı ve o anın paydaşları Yılmaz, Ersoy, Selahattin ve Alparslan’ın savunma içinde büyüdükleri bir fotoğraf değildir sadece. Bu görüntü, Sarı Lacivert formanın, hangi sahaya çıkarsa çıksın, gördüğü ilginin tablosudur. Bu tablo, dallarını seyirci basmış insanağacının üzerindekileri, 1907’den beri izlenen takımın yeni meraklılarını resmetmesi açısından önemlidir. Didi, takımına olan teveccühün çığ gibi büyüdüğünü Trabzon deplasmanında iyice hissedecekti. Sarı Lacivertlilerin 70’li yıllarda artan popülaritesinde Didi’nin emeği yadsınamazdı. Didi’nin dönüş yolu boyunca ağzının kenarında oturan tebessüm, Ender’in golüyle gelen galibiyetten çok, takımının Türkiye’nin her yerinde gördüğü sıcak ilginin yansımasıydı.
Trabzonspor: 0 Fenerbahçe: 1
Ligin ikinci yarısında, ateş gibi futboluyla karları eritecek Fenerbahçe için sezonun ilk bölümü tatsız geçmişti. Bazı yıldız oyuncularla~düzenli yaşam, Didi ~ yönetim, oyuncular~ galibiyet ilişkilerinde sorunlar başlamış ve ikinci yarının ilk günlerine kadar bu kaos sürmüştü.
Cemil’in askerlik problemi ise tüm bu olumsuzlukların üstüne tuz biber oldu. Birliğinden lig maçlarında oynamak için izin kağıdıyla ayrıldığı günlerde ünlü yıldız firari sayılmış ve terhis olduktan sonra bu mesele uzunca süre Cemil’in peşini bırakmamıştı. İstanbul’daki Adana Demir maçı sonrası inzibatlar soyunma odasının kapısına dayanmış, Cemil ise odanın penceresinden kaçarak paçayı kurtarabilmişti.
Ligin son perdesinde tüm hünerlerini gösteren Fenerbahçenin çimende koşturan aktörlerinin fizik kondüsyonunun yüksekliği, otoritelerce Necdet Niş’e bağlanmıştı. Didi’nin yurt dışında ya da izinli olduğu günlerde Antrenör Necdet Niş oyuncuları ‘tatlı kondüsyon huzuru’ almaya Kalamış sahillerine kumuna götürmesi, futbolcuları çamurlu/karlı, ağır zeminlere hazır hale getirmişti.
‘Otoritelerce’ fizik güçteki sınıf atlayışında, Didi’nin hiç payı yoktu! Antrenör öğütme makinesi non-stop çalışıyordu yine. Üç sezondur kadroyu fizik kondüsyon olarak eksiksiz hazırlıyan Didi’nin emekleri görmezden gelinmiş, takımın şaha kalkması Niş’in karnesine pekiyi şeklide not edilmişti.
Türkiye, şubat ayı başlarında soğuk hava dalgasının etkisine girdi. Batıdan doğuya kadar bütün statlar karla kaplanınca maçlar ertelendi. Diz boyu yağan karın, Fenerbahçe’nin rakiplerinin umutlarının üzerine serilen beyaz bir örtü olacağı birkaç ay sonra herkes tarafından görülecekti.
(Cemil, Hasan Tahsin kupası eline en çok yakışan oyuncuydu. Altay’ı tek başına yenerken, Beşiktaş’ı arkadaşlarına bıraktı. Cemil mutluluk, İzmir Belediye Başkanı Alyanak da şıklığının sarhoşluğu içerisinde. )
Güzide Çelebi
Kar tanelerinin İstanbul caddelerine usul usul indiği o günlerde, zarif bir ruh gökyüzüne doğru yükseldi. Bu ruhun eşi Sait Çelebi, yıllar önce dünya değiştiren önemli bir Fenerbahçeliydi.
Anadoluhisarı’ndaki yalısında sıcak yatağında uyuyacağına Kuşdili lokalinin minderlerinde gözlerini dinlendirmeyi tercih eden, Fenerbahçe’nin ilk İstanbul Şampiyonluğu’nda Union Club stadında aşık olduğu renklerin amigoluğunu yapan, “Spor Alemi” dergisinin patronu, dönemin en ünlü maç spikeri ve Sarı Lacivert renkler için Tıbbiyeyi bırakacak kadar kalbî Fenerbahçeli olan Sait Çelebi’nin biricik eşiydi Güzide Hanım.
Çelebizade Saidin göz pınarından, hayatında ilk ve son kez dökülen tek damlanın şahidi Güzide Hanım da dünya değiştirmişti işte, hayat akıyordu. Güzide Hanım, eşinin meftun olduğu renklerin Galatasaray’ı İnönü Stadı’nda dize getirişini göremeyecekti.
Halı gibi zeminlerde samba yapan Fenerbahçe, ayakta durulması zor sahalarda nasıl oynanacağını öğrenmişti. Buz dansı sporcularını kıskandıran figürlerini binlerce jüri üyesi önünde sergileyen futbolcular, Galatasaray maçı öncesi kendilerini liderlik kürsüsünde bulmuşlardı. Ertelenen maçlarda rakiplerini silip süpüren Fenerbahçe, Galatasaray’ın 4 puan gerisinde girdiği ikinci yarıda ezeli rakibiyle yapacağı maç öncesinde iki puanlık farkı yakalamıştı.
Maç günü yaklaşıyordu ama ortada büyük bir sorun vardı: Sivri kalemiyle bilinen Deniz Som;
“Stadın elektrik tertibatında sorun olduğu ve giderilmezse her an bir facia yaşanabileceği” yazmıştı. Haber, gündeme bomba gibi düşüyordu. Cumhuriyet gazetesi, İnönü’de inceleme yapılıp, rapor kamuoyuyla paylaşılana kadar olayı sıcak tuttu. Maçın ilk düdüğüne bir gün kala müfettişlerin raporu açıklandı:
“Maçın oynanmasında sakınca yoktur”
Takipçisinden iki puan önde koşan Fenerbahçe, bu avantajın verdiği güvenle oyunu ilk yarıda forse etmeyip, rakibinin üzerine gitmedi. İkinci yarıda roller değişti. Son yılların klasiği haline gelen Fenerbahçe-Yasin maçlarının bir benzeri yaşanıyor, Galatasaray kalecisi iyi toplar çıkarıyor derken, Yasin’in direncini defans arkasına sızan Aydın kırıyordu. 87. dakikada atılan gol, Bolu’dan gelen forvetin, ‘attım mı puan gelir’ mottosunun bir tekrarıydı adeta.
Didi’yi, Adanaspor’a içerde iki puan kaybetmekten çok, maç sonundaki olay üzecekti. Ligin sonu yaklaşmış, lideri takip eden Galatasaray’la puan farkı erimiş, fileleri bulamayan Sarı Lacivertli futbolcular, başları önde çıkış tünelinin yolunu tutuyorlardı.
Çilekeş seyircinin sezon başından beri en çok şikayet ettiği konulardan biri de, çubuklu formanın sırtındaki beyaz numaraların tribünden seçilememesiydi. Osman Arpacıoğlu’nun formasındaki 9 numara, golsüz geçen bir günde, bu sıkıntıyı pekiştirircesine tünel girişinde adeta eriyecek, görünmez olacaktı.
20 yaşındaki Osman ise kendi halinde diyemeyeceğimiz bir taraftar profiliydi. Osman Tekin, santrafor Osman’ın rakip kaleye atamadığı golü hakeme atmak istedi. Mağlubiyeti hazmedemeyen yanını doyurmak için sahaya atladı ve bayrak sopasını hakem Muzaffer Sarvan’ın kafasına indirdi. Maçın son düdüğünü galiz küfürler arasında öttüren Sarvan son darbeyi böyle yemişti. Yan hakem Sarvan’ı iki mütecavizin elinden aldı. Osman Tekin ve ‘dava arkadaşını’ yalnız bırakmayan Yücel Kızılkaya Beşiktaş karakolunda iki saat misafir olduktan sonra serbest bırakıldılar.
Gerilimli olması öngörülen müsabakalar için “bu maç karakolda biter” deyimi maalesef gerçekleşmişti.
Spor kamuoyu 16/9 tansiyonlu ligin sonunun nasıl geleceğini, şampiyonun Fenerbahçe mi yoksa Galatasaray mı olacağını merak ederken, Türkiye de bir yandan “Kaçak” dizisine kilitlenmişti. Dizi, karısını öldürmekten idama mahkum olan, iki yıl ‘adaletten’ fellik fellik kaçan Dr. Kimble’ın gerçek katilin peşine amansızca düşmesi hikayesiydi. Kaçak dizisinin doksan dakikalık son bölümü için tv karşısına geçen izleyiciler, “katil kim?..”sorusunun cevabını öğrenmek için hazırdılar. Televizyonu olmayanlar komşularına, kahvehanelere ve pastanelere hücum ettiler. Kaçak dizisi, oyuncu kadrosu, konuyu ele alışı ve içeriğiyle sıradan bir diziydi ama TV’nin ilk gözağrılarından biri olması nedeniyle çok ilgi görmüştü. Dizinin finalinde ise neredeyse Türkiye’de hayat durmuştu:
Katil kimdi acaba?..
Richard Kimble
Spor ve muhabbetseverler ise telvesi az kahveyle ligin falına bakmaya çalışıyordu:
Şampiyon kim olacaktı acaba?..
Fenerbahçe, final gibi bir maç arefesindeydi. Dundee United fatihi Bursaspor ligin kuvvetli takımlarındandı. Üstelik maç da Uludağ’ın eteklerindeydi. Fenerbahçeliler yeniden sevinmek için sadece 1 hafta bekleceklerdi. Osman Arpacıoğlu Adana maçında sırtında silikleşen 9 numarayı daha görünür kılmak için Bursa deplasmanınında fırçayı eline aldı. Mahşeri kalabalığın önünde oynanan maçın 17. dakikasında seyirciler nefaset dolu bir gol izlediler. Cemil’in sola bıraktığı topu penaltı noktası civarına ortalayan Aydın’ın ikramının önüne ‘asist’ yazdırmak isteyen Osman’ın volesi, üst direğin içine vurup filelere gitti ve Fenerbahçe ‘deplasman kralı’ titrini Bursa ovasından Türkiye’ye yeniden duyurdu. Bu maçın en ilginç olayı, Fenerbahçe rakip sahaya yerleşmişken kalesinde ısınma hareketleri yapan Yavuz’un maçın henüz başında kendi kendini sakatlayıp, yerini Adil’e bırakmasıydı. Takımın hareketli, yerinde duramayan, rakibe nefes aldırmayan, yaratıcılığı az, dönerek oynayıp kısa pas yapan orta sahası, deplasmanda üzerine gelen takımları bezdirirdi. İkinci bölgede kapılan toplarla kalkılan kontraataklarda da orta saha oyuncuları Cemil, Ender ve Aydın’ı gol pozisyonuna sokuyordu. Bahsi geçen gollerden birinin kurbanı da o sezon Kupa Galipleri kupasında iki tur atlayan Bursaspor olmuştu. Şampiyon artık gün sayıyordu, en önemli viraj dönülmüş, kupanın tek kulpundan yine tutulmuştu. Bundan sonrası daha kolaydı artık. Kupa yeniden Kadıköy’e geliyordu…
Didi ve ailesini taşıyan uçağın tekerlekleri piste değdiğinde Brezilyalı hoca irkildi. Dereağzı’nda geçirdiği üç yılı tekrar tekrar hatırlamıştı yol boyunca. Türkçede öğrendiği ilk kelime olan Fenerbahçenin yanına unutulmaz bir eserin güftesini de ekliyordu şimdi Didi:
“Kulis, grupçuluk ve bölümleşme 1952’den bu yana Sarı-Lacivertli kulübün kaderini etkiliyor”… Halit Deringör, bundan tam 30 sene önce, 26 Ocak 1992’de Cumhuriyet gazetesine yazdığı yazıya böyle başlamış. Efsanevi futbolcumuzun kimseden çekinmeyen ve kan damlatan kalemiyle o zamanlar 40 yıllık dediği kavga, şimdilerde 70 yaşında! Kulüpçüler için hüzünlü ama gerekli bir okuma…
Fenerbahçe’de ilk bölünme bundan 40 yıl önce Kadıköy Grubu adlı bir grubun hareketi ile başladı. Merhum Lebib Elmas, merhum Orhan Menemencioğlu, merhum Suphi Ergun, Kemalettin Ererdağ ve Muhittin Bulgurlu tarafından kuruldu. Felsefeleri, “Madem ki Fenerbahçe Kulübü İstanbul’un Kadıköy yakasında kurulmuştur, o halde egemenliği Kadıköylülerde olmalıdır” ilkesine dayanıyordu.
Bayülken Dönemi
Bu gruba kısa bir süre sonra Semih Bayülken isminde pratisyen genç bir doktor katıldı. Bayülken, sempatik, hoş sohbet, güleç yüzlü, hiçbir şeye sinirlenmeyen, kapıdan kovulsa bacadan giren, en akıllı insanı bile bir kez değil, on kez ikna edebilecek güçte bir karakter yapısına sahip tam bir zamane adamı idi.
Ölülere Oy Kullandırttılar
Önceleri CHP kademelerinde çalışmış, partiye “yanlışlıkla” ölüleri kaydettiği için ihraç edilmişti. Bayülken Fenerbahçe’ye geldikten sonra Muhittin Bulgurlu ile karakterleri birbirine uygun bir ikili oluşturdular. Beraber kader birliği yaptılar. Öyle ki giderek her ikisi de kongreciliği bir meslek haline getirdiler. Bu ikili işe Kadıköy toplumunun alt kademelerinden 250-300 kişiyi Fenerbahçe’ye üye yazdırmakla başladılar. Onları giderek mide yolu ile kendilerine bağladılar. Yönetime girmek isteyenler için Semih ve Muhittin ikilisini memnun etmeden yönetime girebilme olasılığı adeta yoktu. Sonraları bu ikili Fenerbahçe’de daha da etkinlik kazanabilmek için siyasi partilerle de temasa geçtiler.
Nitekim 1950-60 yıllarında Demokrat Parti iktidarının Meclis Başkanı olan Agâh Erozan, İmar ve İskân Bakanı Medeni Berk, Demokrat Parti Haysiyet Divanı Başkanı Osman Kavrakoğlu gibi isimleri Fenerbahçe yönetimine getirdiler. Fenerbahçe başkanlığını da bu heyet içinden Agâh Erozan’a verdiler. O yıllarda Kadıköy Grubu’nun yandaşlarının isimleri, Vatan Cephesi listelerinde Türkiye radyolarından açıklanıyordu.
Sonuçta gün geldi, Demokrat Parti göçtü ve bu partililer de Fenerbahçe’den ayrıldılar. Ancak bu insanların Fenerbahçe Kulubü’ndeyken yaptıkları büyük siyasal sömürüye karşın Fenerbahçe’ye bir karış toprak bile kazandıramadan gittiler.
1960-70 yıllarında bu defa devlet yönetimine askerler egemendi. Böyle bir durumda Kadıköy Grubu’nun bu iki lideri bu defa da askerlere yaranmak politikasını izlediler. Onlar için o atmosfer içinde kulüpteki karşıtlarını yiyebilmek için tam bir fırsat doğmuştu. Nitekim bazı Fenerbahçelileri milli emniyete jurnal ettikleri de o yıllarda ağızdan ağıza dolaşıp durdu.
1960-70 yılları arasında Fenerbahçe başkanlığını genellikle Fenerbahçe’nin içinden yetişenler yapıyorlardı. Merhum Doktor İsmet Uluğ gibi Faruk Ilgaz gibi… Bunlar aynı zamanda Kadıköy Grubu’nun yandaşları idiler. Hele Faruk Ilgaz bu grubun gözdesiydi. Bu yüzden Fenerbahçe’de en çok başkanlık yapan bir isimdi. Ne var ki her ikisi de paralı başkanlara karşı birer alternatif idiler. Yine bu yıllar arası Kadıköy Grubu Faruk Ilgaz’ın başkanlığında 35 kişinin vermiş olduğu bir kararla tarihsel Fenerbahçe Kulübü’nü Beden Terbiyesi’ne 2,5 milyon liraya satmak suretiyle tarihi bir cinayet işleniyordu. Fenerbahçe’yi topraksız bırakıyorlardı. Aldıkları 2,5 milyon lirayla da Fenerbahçe burnunda belediye arsalarında gecekondu misali sözde bir “sosyal lokal!” yapıyorlardı. Sosyal lokal dedikleri yapıt aslında bir sosyal lokal değil tam bir oyun salonuydu. İşin en ilginç tarafı da günümüzde bununla öğünülmektedir.
1970-80 arası yıllarda Fenerbahçe’de sanki yeni bir devrim yapılıyor ve Kadıköy Grubu’nun liderleri olan Semih Bayülken ve Muhittin Bulgurlu ikilisi bu defa Fenerbahçe’yi sermaye gruplarının kucağına oturtuyorlar. Arkalarındaki kurşun askerlerin maddi çıkarlarını sağlayabilmeleri için gerekli olan parayı nasıl bulacaklardı ki! Bundan başka seçenekleri yoktu.
Cankurtaran Dönemi
Söz konusu bu devir Emin Cankurtaran ile başladı. Toplumun hemen hemen bütün kesimleri ile yakın ilişkisi olan Emin Cankurtaran kısa bir zaman içerisinde bu ikilinin bütün isteklerini yerine getirdi. Hatırlanacağı üzere o yıllar transfer işlerine yeraltı dünyasının adamları bile karışmışlardı. Bu yılların da sonunda devletin başında bu defa MC hükümeti bulunur. Yine Kadıköy Grubu özellikle bu hükümetin vurucu kanadı ile işbirliği içine girer ve de militanlarını kulübün içine sokarak onlara değişik görevler verirler.
1980-90 arası yıllarda sermayenin Fenerbahçe’nin içinde koltuk kavgalarına başladığı görülür. Bir yandan da Fenerbahçe Kulübü hızla borçlanmaya girer, 1981 ‘de Fenerbahçe Kulübü’ne Ali Şen takımı ile beraber getirilir. “Oysa daha önce Ali Şen, Federasyon Genel Sekreteri iken olaylı bir Fenerbahçe-Altay maçı sonrası Fenerbahçe’ye verilen 2 maç saha kapatma cezasının altında imzası bulunduğu gerekçesi ile kulüpten ihraç edilmişti.”
Görüldüğü gibi Şen’in başkanlığa getirilmesi ortaya böyle bir çelişkiyi de beraber getiriyordu. Ali Şen ve kabinesi kulübe büyük hava vermişlerdi. Ancak o yıllarda görülen lüzum üzerine Semih Bayülken ile Muhittin Bulgurlu’nun kulübe sokulmamaya kalkışıldığı zaman büyük bir gürültü kopmuştu. Sonunda Semih ve Muhittin ikilisi İkinci Başkan Ali Dinçkök’le flört edip onunla Ali Şen’e sokulmak suretiyle yönetimi dağıtmıştı.
1987’de Semih Bayülken-Muhittin Bulgurlu ikilisi İstanbul Milletvekili Orhan Ergüder’in “Onu ben buldum, pamuklar içinde sakladım, büyüttüm” dediği Tahsin Kaya’yı başkanlığa getirirler. Kaya, Sahil Gazinosu’nda verilen bir yemekte Fenerbahçe’nin borçlarını ödemeyi kabullenince omuzlar üzerine alınarak otomobiline kadar götürülür. Ne var ki alışılmış olduğu gibi bu ikili giderek dışarıdan Tahsin
Kaya’ya da birtakım baskılar yapmaya başlarlar. Bu baskılara kulak asmayan Kaya’yı “Diktatör oldu” gerekçesiyle başkanlıktan düşürmek için tezgâhlar kurulmaya başlanır.
1987-88’de Semih Bayülken artık yaşlanmış ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır. Ancak yine de 35 yıl devam eden monarşisinin yıkılmaması için çaba gösterir. Ne var ki artık etrafında dostlar kalmamış, herkes kendisini yavaş yavaş terk etmeye başlamıştı. Taraftarlar da ondan bıkmıştı. Bu defa gücünü yine devam ettirmek için parti kuvvetine sığınmaya çalışır. Bu amaçla da Özal’ın önerisi üzerine Kadıköy Belediye Başkanı Osman Hızlan’ı başkan olarak lanse eder. Bu günlerde Kadıköy Grubu’nun dışındaki insanlardan Cihat Arman, Halit Deringör, Aziz Yılmaz, Semih Gölpınar aralarında anlaşarak bir demokratik cephe kurdular. İşin en ilginç yönü de 35 yıldan beri Semih Bayülken’in kanatları altında yaşayan Muhittin Bulgurlu da Kadıköy Grubu’nu terk eder ve demokratik cepheye girer. Görüldüğü üzere bu tam bir vefasızlık örneğidir. Sonuçta kongre kaybedilir. Hem ANAP listesi hem de Semih Bayülken tarihe karışırlar.
Tahsin Kaya Dönemi
Birleşik Grup da ikinci kez Tahsin Kaya’yı ekibi ile birlikte başkanlığa getirir. “Ancak kulübü ekonomik özgürlüğe kavuşturmak ve gerekli reformlan yapmak koşulu” ile… Nitekim bu ekip işe başlamadan Fenerbahçe’ye 1 milyar 750 milyon Türk Lirası hibe eder. Ne var ki bu vaatle yönetime gelen Tahsin Kaya ekibi giderek reform yerine kulübü yine aşiret biçimiyle yönetmeye koyulurlar. Onlar böyle iken dışarıdan onları yönetime getiren Birleşik Cephe’yi kuranlar arasında demokrasi açısından anlaşmazlık baş gösterir. Muhittin Bulgurlu’nun Fenerbahçe’nin topluma açılmasını istememesi karşısında demokrasi yanlısı Memduh Eren grubu Birleşik Cephe’den ayrılır.
Birleşik Grup
Dağılma üzerine Aziz Yılmaz ve Bulgurlu’nun başkanlık yaptıkları “Birleşik Grup” kurulur. Bu grup da dışarıdan Tahsin Kaya’ya devamlı baskılar yapmaya başlar. Bu baskılara dayanamayan Tahsin Kaya görevinin bitmesine 6 ay kala başkanlıktan istifa eder. Gerekçe olarak “Aziz ve Muhittin ikilisinin baskılarına dayanamadım. Beni yönetime getirirken Fenerbahçe’yi topluma açmama yardımcı olacaklarına söz vermelerine karşı sonradan tamamen ters bir davranış içine girdiler” der.
1990’da Aziz Yılmaz ve Bulgurlu bu defa da Tahsin Kaya’nın ikinci başkanı Metin Aşık’ı yönetime getirir. Bu ikiliden Aziz Yılmaz da yönetime girer, Bulgurlu ise dışarıda kalır. Muhittin Bulgurlu huylu huyunca yine dışarıdan Metin Aşık’a birtakım baskılar yapmaya çalışır. Oysa Metin Aşık kulübe kendi cebinden 10 milyar liraya yakın para hibe ettiği gibi kulüp için mükemmel modern tesisler de yaptırmıştı. Aziz Yılmaz, Metin Aşık’tan çok memnun görünüyor ve onunla kader birliği yapıyordu. Metin Aşık’ı yemeye kararlı olan Muhittin Bulgurlu’nun bu defa Aziz Yılmaz’la arası bozuldu ve Birleşik Grup da 1. Birleşik Grup, 2. Birleşik Grup diye ikiye ayrıldı.
Bugün de görüleceği gibi yönetimin bir kesimi Muhittin Bulgurlu’yu bir kesimi de Aziz Yılmaz’ı tutuyor. Özetle Fenerbahçe’nin başına gelen birtakım Humeyni tipi grup liderleri, kulübü, sosyal, siyasal ve koltuk kavgalarının odak noktası haline getirmiştir. Bu yüzden tapulu toprağını satıp çağın gerisine düşüp, üstelik de 30 milyar liralık borç sarmalına girmiştir. Buna karşın kulüp sayesinde ise ülkemizde güçlenmiş, isimleri sınırlarımızı aşmış birtakım kahramanlar oluşmuştur.
Halit Deringör | 26 Ocak 1992 – Cumhuriyet Gazetesi
103 gollü şampiyonluktan sonraki sezon, 1989-1990 Fenerbahçe adına talihsiz bir ikincilik sezonuydu. Her iki sahada da alınan iki Beşiktaş yenilgisi, takımın şampiyonluktan uzak kalmasının sebebi oldu. Bununla birlikte, İzmir’deki sezon açılışı da pek iç açıcı değildi. Sene sonunda küme düşecek olan Altay karşısındaki mağlubiyeti, İslam Çupi köşesinde aşağıdaki şekilde yorumladı. Milyarlık hayaller ilk haftadan suya düşmüştü. (Kaynak : islamcupi.org)
FENERBAHÇE tarihinde bir maça başlayıp, bir maçın ikinci yarısında bu kadar kepaze olmuş bir defans komikliğini görmek, dün İzmir ve Ege’nin çeşitli illerinden gelmiş Fenerbahçe taraftarlarına nasip oldu.
30 bine yaklaşan Fenerbahçeli adına defans denen o bahçede futbol adına, savunma adına yapılan ayağın ve aklın alamayacağı acayiplikleri, gariplikleri, komiklikleri görüp önce üzüldü, sonra kahroldu, en sonunda 30 bin Altay’lı olup kendisini yenen rakibini çılgınlar gibi alkışladı.
İsmail’in, iki Şenol’ların, Nezihi’nin dünkü savunma dramını yazmak için maçı gören kalemlerin ifade zenginliği yetmezdi.
Mezarından kaldırıp Shakespeare’i futbol yazarı yapmak gerekirdi. Çünkü defansta tarihinin en acı ve en uzun gözyaşlarını döken Fenerbahçe’nin melodramını yazıp ölümsüzleştirmek ancak Shakespeare gibi dehaların kaleminden San-Lacivertli tarihin içine akıtılabilirdi.
Maçın ikinci yarısında hep aciz ve halsiz fotoğraflar halinde üstelik eksik yakalanan Fenerbahçe savunmasının içinde, üstünde dolaşan ikili, üçlü Altay hücumları beceriksizlikle ve talihsizliklerle dolu son hareketlerde kalecide kalıp yığınla aut ve kornerle tanışmasa, Altay, Fenerbahçe’nin alanına en ağır futbol hezimetini yatacaktı.
Schumacher’in ve Müjdat’ın yüreklerini ve ciğerlerini tümüyle çıkarıp zemine dökmelerine rağmen…
* * *
Fenerbahçe’nin dün bir tek mazereti vardı. İkinci Altay gölünün açık bir ofsayt sonucu atılması…
Ama Fenerbahçe, yan hakemin işaret vermemesi, orta hakemin de olayı atlaması neticesinde yediği ikinci golü bir çocuk bahçesi tahmini andıran Altay karşısında galibiyete götürecek bir anahtarla açamamışsa, bu ekip nasıl geçen sezon şampiyon olur, ya da yıldızlar topluluğu.
Nasıl bir teknik birikim ve ferdi ustalık ekibidir ki Fenerbahçe, ikinci yanda Altay’ın merkez savunma adamlarına havadan teslim edilmiş bir oyunu yanlara götürmez, yere indirmez ve yüzlerce kılcal damara benzeyen yeni bir gol şeması çizemez.
Şimdiden kafalarında 2-3 milyarlı borsa yemeleri kuran Fenerbahçe’nin ona saha ve ileri ucunda top allemesi oldukları kesin Oğuz, Aykut ve Hakan, Altay’ı karşılarına bir çocuk dergisindeki bir defans bilmecesi gibi sunduğu ilkel bir savunma karışıklığını iki ayak darbesi ile sürdüremiyorlarsa, iki-üç milyar serveti isterken gazete objektiflerine hangi yüzle poz verecekler? . . .
Dün hiçbir ferdi ve kolektif beceriye kendisinden hiçbir Rıdvanlık katmayan Şeytan, yoksa Fenerbahçe’ye yaptığı üstün hizmetlerini burada kesiyor ve kendisini bir kere daha rakibin ceza sahasına girmemek tövbesi ile emekli mi ediyordu?
Altay’da, İzmirli de maçtan önce düşüncelerini söyle bir espri ipine seriyordu:
“Altay kasasına çok para girecek. İnşallah kalesine de aynı şey olmaz.”
Maçı Fenerbahçe adına dörtlü, beşli telekslere bağlayan yığınla postane vardı İzmir’de…
Şu milyonların bankosu olan Fenerbahçe takımına bakın siz. Dağ kadar geliri Altay’a bırakmakla kalmadı, bir de maçı bıraktı.
Unutkanlığın böylesine Türkçede kelime bulmak benim harcım değil… Türk Dil Kurumu’nu arayın lütfen. İSLAM ÇUPİ (04 Eylül 1989, Milliyet)