Etiket: Altınordu

  • Çalımların Efendisi Fenerbahçe Efsanesi

    Çalımların Efendisi Fenerbahçe Efsanesi

    1924 tarihli Resimli Ay mecmuasından aktarmaya devam ediyoruz… Zeki Rıza Sporel‘den sonra, bu defa Alaaddin Baydar… “Kıvır Âlâ” lakabının sahibi olan, bu çalımların efendisi Fenerbahçe efsanesi hakkında söylenecek çok şey var. Sözü Çelebizade Sait Tevfik’e ve kendisine bırakalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çelebizade’nin Peşrevi

    İnce sesi, yanık yüzü, çekik gözleriyle bütün spor alemine kendini sevdiren Alaaddin Bey’in hatıratını yazarken spor aleminin bu pek kıymetli oyuncusu hakkında bir kelime-i sitayiş bulamadık.

    Mukavvis bacakları arasındaki topun harekatını her gün pek lezzetle seyrettiğimiz bu şen idmancının daha pek küçükten beri halkı nasıl kendisine celp ettiği şayan-ı hayrettir.

    Şehrimizi ziyaret eden enternasyonel bir çok muavin ve müdafileri pek kolaylıkla geçerek kaleye topu göndermeleri, seyretmekle doyulur sahneler değildir.

    Bu gencimiz, Macarlar ile son maçında ayağı sakatlanmış ise de şimdi yine iyileşerek, pek sevdiği kulübünün maçlarına iştirak edecek bir vaziyete gelmiştir.

    İdmancılarımızın hayatını yazarken Zeki Bey’den sonra herkesin aklına Alaaddin’in geleceğini bildiğimizden kendisini sıraya ithal ediyoruz. Bakalım bu oyuncu hayatını nasıl naklediyor :

    Alaaddin Baydar Anlatıyor

    Hatıralardan müteşekkil bir kül vücuda getirmek, hele şimdiye kadar nefsinde böyle bir ihtiyaç duymamış benim gibi bir insan için itiraf ederim ki pek müşkül, pek külfetli olacak.

    Eğer bir zamanlar Türk futbolculuğunda mütevazı bir mevkim olacağını tahmin etmiş olsaydım, belki alakadar olanlar bulunur diye, safahat-ı hayatımı tespite çalışırdım. Böyle bir şey yapmadım. Binaenaleyh hatıramda derin izler bırakmış olan vekayi’ gelişigüzel hikaye etmekle iktifa ediyorum.

    Pederim henüz vefat etmiş, biz de Cağaloğlu’ndan Kadıköy’e taşınmıştık. Cevizlik’de oturuyorduk. Evimizden her sabah maaile Moda banyolarına giderken yolumuz daima İngilizlerin o zaman (tenis) oynadıkları sahanın önünden geçerdi.

    Ben durur, koskocaman adamların küçük bir top peşinde koşarken aldıkları seri ve seyyal vaziyetleri dikkatle seyrederdim.

    Bir gün onları seyrederken, birkaç Rum çocuğunun, tenis toplarına müşabih bir topla oynadıklarını, fakat daima ayakla vurduklarını gördüm.İşte futbol oyununu birinci defa olarak o gün görmüştüm. Eve döndükten sonra ilk işim o toplardan bir tane tedarik etmek oldu. Artık bütün günlerim vasi’ bahçemizde o küçük topun peşinde koşmakla geçiyordu. Komşu çocukları ziyaya üşüşen pervaneler gibi etrafımda toplanmakta gecikmediler.

    Ailem Futbol Oynamamı İstemiyor

    Fakat pek hoşuma giden bu tarz-ı hayatın devamına bir mani çıktı. Annem ve büyükannem razı olmuyorlardı. Birkaç da ciddi mahzur görüyorlardı. Mütemadiyen koşmak, terlemek, yorulmak esasen pek zayıf ve naif bünyem üzerinde bir su-i tesir yapabilirdi.

    Fakat ne ailemin serdettiği mehazir, ne de bilahare gösterdikleri cebir ve şiddet benim iptila derecesini bile geçen heves ve merakım önünde kesinlikle semeredar olamadı. Ben vaki olan bu muhalife mukavemet edemeyince artık top sahasını, top muhitinden daha uzaklara, mesela Yoğurtçu’ya, bakla tarlasına nakletmiştim. Oyunlardan sonra terimi kurutmak için biraz bekler ve eve öyle giderdim.

    Kim ne derse desin, ben şuna mutekiddim ki çocuklar arasında küçük bir topla oynanan oyunların futbolculuktaki muvaffakiyet üzerine çok mühim bir tesiri vardı. Bir çocuğun ayağındaki topu başkasına kaptırmamak için (çalımlar) ihtira etmesi, başkasındaki topu almak için de usuller icat etmesi, muvaffak olmak için çocuk zihniyetinin bütün kabiliyetini kullanması, futbolculuk istidatlarını temin ettiren ilk esaslardır. Ve diyebilirim ki futbolda (sanat) ancak o küçük top peşinde koşmakla doğar.

    İşte böyle daima koşarak, daima terleyerek geçen günlerimizden birinde, Cevizlik çayırında kendileri gibi kocaman bir topla oynayan birkaç adama tesadüf ettik. Bizim oynadığımız toplardan daha büyük topların mevcut olduğunu işitmiştim.  Fakat hiçbir zaman böyle sert, kocaman bir top tahayyül edemezdim. Hele bıyıklı adamların da top oynayacağını tasavvur etmek, on beş sene evvelki çocuk zihniyetimin kabul edemeyeceği yeniliklerdendi. Topu bir vuruşta bulutlara kadar yükselten bu (büyük) adamları hâşiane bir hiss-i takdirle seyre dalardım.

    Fenerbahçe’nin Kuruluşu

    İşte Fenerbahçe Kulübü o sıralarda tesis edildi. Bir kulüp binası tedarik edilemediği için içtimalar azaların evlerinde münavebeten yapılıyordu. Ağabeyim de Fenerbahçe’nin müessislerindendi. Onun için bazen bizim evde toplanılırdı. Hiç unutmam; evde onlara kahve ve çay getirecek adamlar mevcut iken titreye titreye kahveyi dökmemek için heyecanlar hissederek onlara hizmet eder ve yalnız nazarımda her biri mühim birer şahsiyet olan o futbolcuların zevk-i temaşasıyla iftihar için heyecanlı ve helecanlı dakikalar yaşardım. Diyebilirim ki o gençlerin arasında bulunmaktan hissettiğim zevki bilahare hiçbir muarefeden, hiçbir muvaffakiyetten alamadım. O büsbütün başka, büsbütün müstesna bir şeydi.

    Artık ben de iki numara bir top almıştım. Küçük topu ihmal ediyordum. Maharetim hayli artmıştı. Büyükler, ağabeyim, Galip Bey, Elkatipzade Mustafa Bey, toplanırlar, kahkahalarla, ‘Bravo!’larla çalımlarımı takdir ederlerdi. Bilseniz bu takdir olunmak benim için ne büyük bir hazz-ı ruhi, ne derin bir teşvik oluyordu.

    Artık biz de kendimize göre kulüpler yapıyor, aramızda reisler, reis-i saniler ve hatta reis-i salisler intihap ediyorduk ve avuç içi kadar yerlerde otuz kişilik futbol müsabakaları tertip ediyorduk. Hele böyle bir müsabakayı, futboldaki muvaffakıyetim üzerine katî bir tesiri olan bir şahsiyetle tanışmaklığımı hiç unutmamam.

    Zeki ile Tanışmamız

    Kurbağalıdere Kulübü ile Yoğurtçu’da bir müsabaka yapıyorduk. Bilafasıla, hakemsiz, haftaymsız, belki iki buçuk saat oynamıştık ve neticede bizim taraf kazanmıştı. Artık oyun bitmiş ve biz galebe zevki ile, onların kabahati yekdiğerine atfederek münakaşalarını seyrediyorduk.

    Uzaktan at üzerinde bizim yaşta bir çocuk geldi ve bize doğru yaklaştı. Bekir onu görür görmez hemen fırladı ve;

    – “Yine gelmedin. Bak Zeki, yenildik” diye serzenişe başladı.

    Çocuklar arasında resmî takdim olamayacağı cihetiyle aramıza gelmesi, beynimizde bir muarefe tesisi için kafiydi. Sırası gelmişken kaydedeyim ki ben Zeki’yi gördüğüm ve beraber oynadığım oyuncular arasından, hepsinden yüksek addederim. Zeki futbolda en ziyade düşünerek oynayan, etraftakilerin hakiki kıymetlerini izhare en ziyade vesileler bırakan yegane merkez muhacimimizdir.

    Elkatipzade Mustafa Bey

    İşte bu sıralarda Fenerbahçe Kulübü’nün üçüncü ve dördüncü takımlarının teşkili, beni, Zeki’yi, Feyzi’yi bir araya topladı. Bizim takımların tesisine kulüpçe memur edilen Elkatipzade Mustafa Bey bize daima nezaret eder ve Yoğurtçu’da o zaman Papazın Bahçesi denilen şimdiki Union Kulüp sahasında bize mütemadiyen oyunlar yaptırırdı. Bize futbol hakkında ilk hakiki fikri veren Mustafa Bey olmuştur.

    Papazın Bahçesi’nde ekseriya Galatasaray, Maccabi, Sanayi kulüpleriyle dördüncü takımdan oynar ve hemen hemen en heyecanlı maçlar kadar temaşakar celp ederdik. Hakikaten bizim gibi küçücük çocukların kocaman adamları fırıl fırıl döndürmesi şayan-ı temaşa bir şeydi.

    Zeki ile beraber üçüncü takıma çıktık. Orada da muvaffakıyet bizi takip etti. Bekir de bize o zaman iltihak etmişti. Fakat vücudumun nehafetini ileri süren takım kaptanı, bilhassa ağabeyimin ısrarıyla beni çok defa oynatmıyordu. Bazı kereler kulüpte hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum.

    Altı sene üçüncü takımda Zeki, Bekir ve ben beraber oynadık. Bekir bizden evvel ikinci takıma alındı. Bekir’in sağlam ve süratle inkışaf eden vücudu atılmaya müstaid bünyesi terakkide tekaddüm etmesine saik oluyordu.

    O sıralarda Galatasaray mektebine devam ediyordum. Mektebin en maruf çalımcısı olan (Sadi) ile beraber bütün teneffüs zamanlarında birbirimize çalım yutturmak için çalıştığımızı derhatır ederim. Bazen onu ben kandırdığım zaman (Yaşa Fenerli) diye, o muvafık olduğu zaman (Yaşa Galatasaraylı) edasıyla taraftarlarımızın takdir ve istihzasını celp ederdik.

    Birinci Takımdayız

    Bir gün İdman Yurdu ile yapılacak bir müsabakayı seyretmek için birinci futbol takımıyla beraber Anadolu Hisarı’na gitmiştik. O gün Bekir ilk defa olarak birinci takımda oynayacaktı. Orada toplandık.

    Maatteessüf birkaç kişi, bilhassa muvaffakıyetlerin daima en büyük amili olan sol iç muhacim Sait Bey gelememişlerdi. Tabii eksik çıkmak doğru olmazdı. Mevcutlar arasından Zeki ve ben tefrik edildik. Zeki sağ iç, ben de sol açık olarak oyuna girdik.

    Futbol oynattırılmadığı için hüngür hüngür ağlayan bir çocuğun birinci takımda oynamaktan hissedeceği süruru artık siz takdir ediniz. Çünkü kendime daima gaye ittihaz ettiğim bir emelde muvafık olmuştum. O gün iki gol yaptım.

    Bilahare sağ açık Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin kulüpten infikakları, Zeki ile beni tamamıyla birinci takıma iltihak ettirdi.

    Hiç unutmam bir gün Altınordu ile oynuyorduk. Ben sağ açık, Zeki sol iç… Karşımızda şimdi Beşiktaş’ta oynayan Tevfik Bey vardı. Tevfik Bey bir bana koşuyor, bir Zeki’ye, fakat bütün mesaisine rağmen topu alamayınca oturuyordu. Kahkahalarla gülen halka karşı (Bu bacaksızlarla top oynanmaz) diye bağırmıştı.

    Birinci takımda bulunduğum altı yedi seneden beri Fenerbahçe’nin bütün zaferlerine iştirak ettim. Yalnız en heyecanlı maçlar Altınordu ve Galatasaray ile yapılanlar olmuştur. Fakat Slavyalılara karşı milli takımdaki oyunum ile Moroveskalılara karşı Fenerbahçe’deki muvaffakiyetlerim beni en ziyade memnun eden zamanlardan olmuştur. Bu dakikalar spor hayatımdaki en iyi izleri bırakmıştır.

    Fakat son Macarlara karşı talihsiz ikmal kurbanlığı bu sevincimi  birden bire yine durdurduysa da şimdi yine arızadan kurtuldum ve yakında takımımdaki maçlarda eski mevkiimi almaya çalışacağım. Ve bilhassa olimpiyatta Türk takımına layık bir oyuncu olduğunu göstereceğim.

    Alaaddin Baydar (Resimli Ay – 1924 – Çalımların Efendisi Fenerbahçe Efsanesi)

  • Türkiye’nin Futbolcu Fabrikası Fenerbahçe

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 1957’de yapılan 50. Yıl kutlaması için yayınlanan kitapçıkta mükemmel bir yazı var. Konusu; Fenerbahçe’nin Genç Futbol Takımları… Bundan tam 110 sene önce Elkatipzade Mustafa Bey ile başlayan ve sonra aşağıda okuyacağınız diğer isimlerle devam eden bu futbol mucizesine şimdilerde ne kadar da uzağız. Keyifli okumalar…


    Fenerbahçe, Türk futbolunda genç takımlar davasına layık olduğu ehemmiyeti veren ilk Türk kulübü olmak mazhariyetini taşır. Her biri devrinin büyük birer yıldızı olarak parlayan pek çok namlı futbolcular sarı-lacivertin bu genç takımlarından yetişmişlerdir.

    Fenerbahçe’de bu çığırı açan Elkatipzade Mustafa Bey’dir. Sarı-Lacivertin ilk genç takımını kuran bu zat Türk futboluna Zeki Rıza, Alaaddin, Cafer, Baron Feyzi, Demir Ethem ve Refik gibi büyük asları hediye etmiştir. Nitekim 1916 senesinde Altınordu’nun Fenerbahçe’ye yaptığı büyük darbe, onun yetiştirdiği bu genç takımlar sayesinde futbol takımını yıkılmaktan kurtarmıştı.

    Bilahare bu davayı Hüseyin Sami Coşar ile ilk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü Kayacan Beyler ele aldılar. Futboldan çok iyi anlayan bu iki zatın hocalığı ve kıymetli futbolcu Sabih Arca ile “Mocuk” lakabıyla maruf Hikmet’in antrenörlük sahasındaki büyük emekleri kulübümüze zafer sayfaları açan bir genç takım nesli getirdi. Bu takım şehir dahilinde yaptığı maçlarda mükemmel neticeler elde ettikten maada yurt içinde yaptığı turnelerde de “namağlup” vasfını korumaya muvaffak oldu. Bu arada İzmir’e vaki seyahatte Fenerbahçemizin bu namlı üçüncü takımı Ege’nin en kuvvetli tertipleri olan Altay, Altınordu, Karşıyaka, Garibaldi ve Hilal’i adeta hezimete uğrattı ve bütün maçlarını kazanırken bu takımlara tam 50 gol attı. Aynı takım Bursa’da, devrin maruf futbolcularını kadrosunda bulunduran Muhafızgücü’nden Atatürk’ün huzurunda pek kıymetli bir beraberlik almaya da muvaffak oldu.

    Bu takımdan yetişenler arasında Nihat Sayar (Yüksek Ticaret Okulu Müdürü), Haydar Aşan (Balkan Yüksek Atlama Şampiyonu), Sedat Taylan (İstanbul Futbol Ajanı), Sedat Erkoğlu (Belediye Reis Muavini), Hakkı Gürtay (Veteriner Albay), Nasır Özdeş (Denizyolları Süvarilerinden), Ferruh Örer (İzmir Fuarı Müdürü), Suat Belgin (Fenerbahçe İdare Memuru), Ziya, Seyfi, Hayri ve Şahab gibi kıymetler mevcuttur.

    Fenerbahçemizin bu meşhur üçüncü takımı yine Hüseyin Sami Coşar ve rahmetli Mocuk Taceddin ile Sabih Arca’nın yetiştirdiği ve hazırladığı dördüncü takım istilak etti. 1927’den 1929 sonuna kadar takım halinde büyük anlaşma gösteren bu küçüklerin arasında da birinci takımımıza Fikret Arıcan, Niyazi Sel, Mehmet Reşat Nayır, Rıza Nemli, Muzaffer Çizer, Ziya gibi genç istidatlar katıldılar. 1929 senesi lig maçlarına girerken Fenerbahçe kadrosunda altı genç elemana yer vermişti. Ayn sene yine Fenerbahçe’nin bu gençleri Federasyon Reisi Muvaffak Menemencioğlu’nun himmetiyle ilk defa ihdas edilen genç millî takım kadrosunda da yer aldılar. Genç takımlar maçı için celbedilen ve aralarında meşhur Saroşi’nin de bulunduğu Macar genç millî takımımızın beş oyuncusunu Fenerbahçeli gençler teşkil etmekte idiler.

    Hüseyin Sami Coşar’ın İzmir’e tayini, Fuat Hüsnü Bey’in de vazifesi icabı İstanbul’dan ayrılmasından sonra genç takım davasını büyük Fenerbahçeli Galip ağabey üzerine aldı. Galip ağabey ömrünün sonuna kadar Fenerbahçe’nin bu mukaddes davasına hizmet etti. Semihler, Bülentler, Sedat (Bayur)lar, Faruklar, Necdetler, Küçük Fikretler hep onun genç takımlarından yetiştiler. Uzun seneler milli futbol takımımızın santrhaflığını ve Galatasaray’ın takım kaptanlığını yapan Bülent Eken de merhum Galip ağabeyimizin dördüncü takımından yetişen güzide futbolcularımızın arasındadır.

    Galip ağabeyin vefatından sonra kulübümüzün genç takım davası bir duralama safhasına girdi. Nihayet 1944 yılında Fenerbahçe’nin genç takımlarından yetişmiş bulunan milli futbolcumuz Mehmet Reşat Nayır bu davayı şahsi bir gayretle ele aldı. Fenerbahçe genç takımı Mehmet Reşat’ın yakın alaka ve himmeti neticesinde kuvvetli bir varlık olarak ortaya çıktı. Bu takımdan yetişen Eol Keskin, Adnan Tunçay, Kemal ve Hilmi Atakul, Rıfkı Pekşen, Nazif Kamalı, Ruhi gibi müstaid gençleri, İlhan, Necati, Ruhi (Sadi), Haldun, Ali, Burhan, Fikret, Aydemir, Malik, İlhan, Nusret tertibindeki şampiyon kadro takip etti. Müstaid elemanlarından layıkı veçhile faydalanmak ne yazık ki kabil olamadı. Birinci takımımızda birkaç defa oynamak imkanını bulan bu kabiliyetli gençler başka başka kulüplere dağıldılar. Bu takımın kaptanı Aydemir Nemli bugün İstanbulspor’da aynı vazifeyi deruhte ederken “milli” unvanını da taşımaktadır.

    Bilahare yine genç takımlarımızdan yetişen kaleci Sabri Kiraz’ın himmet ve alakasıyla Fenerbahçe genç takımı yeniden canlandı. Bu usta hocanın elinde milli takım kadromuza kadar yükselen genç kıymetler yetiştiler. Bunların arasında Şükrü Ersoy, sağ bekimiz Nedim Günar, Emniyet kaptanı Fahir Ülgür, İstanbulspor kaptanı Sabih Sünter’in isimlerini zikredebiliriz.

    Sabri Kiraz’ın genç takımını kulübümüzün eski atletlerinden Reşat Erte’nin hazırladığı genç takımlar takip etti. Bu genç takımımız faaliyet gösterdiği üç yıllık zaman zarfında tam 118 maç yaptı. Bu maçların 113’ünü kazandı, 4’ünde berabere kaldı ve yalnız birini kaybetti ve kulübümüz müzesine tam 120 kupa ile 28 bayrak hediye etti. Başta milli futbolcu ve basketbolcumuz Can Bartu olmak üzere genç milli takımımızın sağ içi Sarıyerli Mustafa, Beykozlu Erdoğan, milli futbolcumuz Avni Kalkavan, Emniyetli Gürkan, Beykozlu Erdinç, genç milli Çetin ve genç milli takımımıza namzet gösterilen Kaya hep bu kadrodan yetiştiler.

    Halen Esat Kaner ve Ömer Boncuk gibi iki eski futbolcumuzun ellerine tevdi edilmiş bulunan genç kadrolarımız kulübümüz namına iftihar vesilesi neticeler almaktadırlar.

    Fenerbahçe, 1956 senesi Temmuz ayında genç takımını Bulgaristan’a gönderirken, bu davaya gösterdiği büyük ehemmiyeti bir kere daha ispat etmiş oldu. Bu güzel icraatta kulübümüzün genç takımlarından yetişip milli kadroya kadar yükselen maruf futbolcusu ve o tarihlerde idare heyeti azası bulunan Niyazi Sel’in büyük hissesi mevcuttur. Kulübümüz böylelikle genç takımı yurt dışında maçlar yapan ilk Türk kulübü olmak şerefine de erişmiş oldu.

    Genç takımlar gibi büyük bir ideale bütün samimiyetleriyle inanıp kendilerini bu işe vakfeden ve Türk futbolu ile Fenerbahçemize sayısız elemanlar yetiştiren Mustafa Elkatip, Hüseyin Sami Coşar, Fuat Hüsnü Kayacan, Sabih Fani Arca, Ragıp Ziya Mağden, Muvaffak Menemencioğlu, Mehmet Reşat Nayır, Sabri Kiraz, Reşat Erte, Esat Kaner ve Ömer Boncuk’u takdir ve hürmetle yâdederken, Galip Kulaksızoğlu ve Mocuk Taceddin Hikmet’in aziz hatıralarını rahmetle anıyoruz.

  • Türkiye’nin Futbolcu Fabrikası

    Türkiye’nin Futbolcu Fabrikası

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 1957’de yapılan 50. Yıl kutlaması için yayınlanan kitapçıkta mükemmel bir yazı var. Konusu; Fenerbahçe’nin Genç Futbol Takımları… Bir zamanlar Türkiye’nin futbolcu fabrikası Fenerbahçe, sürekli kendi kadrolarına oyuncu yetiştiriyordu. Bir asır önce Elkatipzade Mustafa Bey ile başlayan ve diğer isimlerle devam eden bu futbol mucizesine şimdilerde çok uzağız. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sarı Lacivert’in Genç Takımları

    Fenerbahçe, Türk futbolunda genç takımlar davasına layık olduğu ehemmiyeti veren ilk Türk kulübü olmak mazhariyetini taşır. Her biri devrinin büyük birer yıldızı olarak parlayan pek çok namlı futbolcular sarı-lacivertin bu genç takımlarından yetişmişlerdir.

    Fenerbahçe’de bu çığırı açan Elkatipzade Mustafa Bey’dir. Sarı-Lacivertin ilk genç takımını kuran bu zat Türk futboluna Zeki Rıza, Alaaddin, Cafer, Baron Feyzi, Demir Ethem ve Refik gibi büyük asları hediye etmiştir. Nitekim 1916 senesinde Altınordu’nun Fenerbahçe’ye yaptığı büyük darbe, onun yetiştirdiği bu genç takımlar sayesinde futbol takımını yıkılmaktan kurtarmıştı.

    Bilahare bu davayı Hüseyin Sami Coşar ile ilk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü Kayacan Beyler ele aldılar. Futboldan çok iyi anlayan bu iki zatın hocalığı ve kıymetli futbolcu Sabih Arca ile “Mocuk” lakabıyla maruf Hikmet’in antrenörlük sahasındaki büyük emekleri kulübümüze zafer sayfaları açan bir genç takım nesli getirdi. Bu takım şehir dahilinde yaptığı maçlarda mükemmel neticeler elde etti. Yurt içinde yaptığı turnelerde de “namağlup” vasfını korumaya muvaffak oldu. Bu arada İzmir’e vaki seyahatte Fenerbahçemizin bu namlı üçüncü takımı Ege’nin en kuvvetli tertipleri olan Altay, Altınordu, Karşıyaka, Garibaldi ve Hilal’i adeta hezimete uğrattı ve bütün maçlarını kazanırken bu takımlara tam 50 gol attı. Aynı takım Bursa’da, devrin maruf futbolcularını kadrosunda bulunduran Muhafızgücü’nden Atatürk’ün huzurunda pek kıymetli bir beraberlik almaya da muvaffak oldu.

    Bu takımdan yetişenler arasında Nihat Sayar (Yüksek Ticaret Okulu Müdürü), Haydar Aşan (Balkan Yüksek Atlama Şampiyonu), Sedat Taylan (İstanbul Futbol Ajanı), Sedat Erkoğlu (Belediye Reis Muavini), Hakkı Gürtay (Veteriner Albay), Nasır Özdeş (Denizyolları Süvarilerinden), Ferruh Örer (İzmir Fuarı Müdürü), Suat Belgin (Fenerbahçe İdare Memuru), Ziya, Seyfi, Hayri ve Şahab gibi kıymetler mevcuttur.

    Genç Milli Takıma Doğru

    Fenerbahçemizin bu meşhur üçüncü takımı yine Hüseyin Sami Coşar ve rahmetli Mocuk Taceddin ile Sabih Arca’nın yetiştirdiği ve hazırladığı dördüncü takım istilak etti. 1927’den 1929 sonuna kadar takım halinde büyük anlaşma gösteren bu küçüklerin arasında da birinci takımımıza Fikret Arıcan, Niyazi Sel, Mehmet Reşat Nayır, Rıza Nemli, Muzaffer Çizer, Ziya gibi genç istidatlar katıldılar. 1929 senesi lig maçlarına girerken Fenerbahçe kadrosunda altı genç elemana yer vermişti. Aynı sene yine bu gençler Federasyon Reisi Muvaffak Menemencioğlu sayesinde ilk defa ihdas edilen genç millî takım kadrosunda da yer aldılar. Genç takımlar maçı için celbedilen ve aralarında meşhur Saroşi’nin de bulunduğu Macar genç millî takımımızın beş oyuncusunu Fenerbahçeli gençler teşkil etmekte idiler.

    Galip Kulaksızoğlu Geliyor

    Hüseyin Sami Coşar’ın İzmir’e tayini, Fuat Hüsnü Bey’in de vazifesi icabı İstanbul’dan ayrılmasından sonra genç takım davasını büyük Fenerbahçeli Galip ağabey üzerine aldı. Galip ağabey ömrünün sonuna kadar Fenerbahçe’nin bu mukaddes davasına hizmet etti. Semihler, Bülentler, Sedat (Bayur)lar, Faruklar, Necdetler, Küçük Fikretler hep onun genç takımlarından yetiştiler. Uzun seneler milli futbol takımımızın santrhaflığını ve Galatasaray’ın takım kaptanlığını yapan Bülent Eken de merhum Galip ağabeyimizin dördüncü takımından yetişen güzide futbolcularımızın arasındadır.

    Galip ağabeyin vefatından sonra kulübümüzün genç takım davası bir duralama safhasına girdi. Nihayet 1944 yılında Fenerbahçe’nin genç takımlarından yetişmiş bulunan milli futbolcumuz Mehmet Reşat Nayır bu davayı şahsi bir gayretle ele aldı. Fenerbahçe genç takımı Mehmet Reşat’ın yakın alaka ve himmeti neticesinde kuvvetli bir varlık olarak ortaya çıktı. Bu takımdan yetişen Eol Keskin, Adnan Tunçay, Kemal ve Hilmi Atakul, Rıfkı Pekşen, Nazif Kamalı, Ruhi gibi müstaid gençleri, İlhan, Necati, Ruhi (Sadi), Haldun, Ali, Burhan, Fikret, Aydemir, Malik, İlhan, Nusret tertibindeki şampiyon kadro takip etti. Müstaid elemanlarından layıkı veçhile faydalanmak ne yazık ki kabil olamadı. Birinci takımımızda birkaç defa oynamak imkanını bulan bu kabiliyetli gençler başka başka kulüplere dağıldılar. Bu takımın kaptanı Aydemir Nemli bugün İstanbulspor’da aynı vazifeyi deruhte ederken “milli” unvanını da taşımaktadır.

    Sabri Kiraz

    Bilahare yine genç takımlarımızdan yetişen kaleci Sabri Kiraz’ın himmet ve alakasıyla Fenerbahçe genç takımı yeniden canlandı. Bu usta hocanın elinde milli takım kadromuza kadar yükselen genç kıymetler yetiştiler. Bunların arasında Şükrü Ersoy, sağ bekimiz Nedim Günar, Emniyet kaptanı Fahir Ülgür, İstanbulspor kaptanı Sabih Sünter’in isimlerini zikredebiliriz.

    Sabri Kiraz’ın genç takımını kulübümüzün eski atletlerinden Reşat Erte’nin hazırladığı genç takımlar takip etti. Bu genç takımımız faaliyet gösterdiği üç yıllık zaman zarfında tam 118 maç yaptı. Bu maçların 113’ünü kazandı. 4’ünde berabere kaldı. Yalnız birini kaybetti ve kulübümüz müzesine tam 120 kupa ile 28 bayrak hediye etti. Başta milli futbolcu ve basketbolcumuz Can Bartu olmak üzere genç milli takımımızın sağ içi Sarıyerli Mustafa, Beykozlu Erdoğan, milli futbolcumuz Avni Kalkavan, Emniyetli Gürkan, Beykozlu Erdinç, genç milli Çetin ve genç milli takımımıza namzet gösterilen Kaya hep bu kadrodan yetiştiler.

    Halen Esat Kaner ve Ömer Boncuk gibi iki eski futbolcumuzun ellerine tevdi edilmiş bulunan genç kadrolarımız kulübümüz namına iftihar vesilesi neticeler almaktadırlar.

    Türkiye’nin Futbolcu Fabrikası

    Fenerbahçe, 1956 senesi Temmuz ayında genç takımını Bulgaristan’a gönderirken, bu davaya gösterdiği büyük ehemmiyeti bir kere daha ispat etmiş oldu. Bu güzel icraatta kulübümüzün genç takımlarından yetişip milli kadroya kadar yükselen maruf futbolcusu ve o tarihlerde idare heyeti azası bulunan Niyazi Sel’in büyük hissesi mevcuttur. Kulübümüz böylelikle genç takımı yurt dışında maçlar yapan ilk Türk kulübü olmak şerefine de erişmiş oldu.

    Genç takımlar gibi büyük bir ideale bütün samimiyetleriyle inanıp kendilerini bu işe vakfeden ve Türk futbolu ile Fenerbahçemize sayısız elemanlar yetiştiren Mustafa Elkatip, Hüseyin Sami Coşar, Fuat Hüsnü Kayacan, Sabih Fani Arca, Ragıp Ziya Mağden, Muvaffak Menemencioğlu, Mehmet Reşat Nayır, Sabri Kiraz, Reşat Erte, Esat Kaner ve Ömer Boncuk’u takdir ve hürmetle yâdederken, Galip Kulaksızoğlu ve Mocuk Taceddin Hikmet’in aziz hatıralarını rahmetle anıyoruz.

    Türkiye'nin futbolcu fabrikası Fenerbahçe
    Türkiye’nin futbolcu fabrikası Fenerbahçe
  • Fener’in Aslanı : Kaleci Arslanyan

    İşgal yıllarında ve sonrasında Fenerbahçe forması giyen “Ceylan” lakaplı Bedri Gürsoy, Akşam gazetesindeki köşesinde Fenerbahçe’nin meşhur kalecisi Arslanyan’ı yazmış.

    * * * * * *

    Onu tanıyanlar, oyununu görenler pek iyi bilirler. Küçüktüm ama ben de pekâlâ hatırlıyorum. Arslanyan, ne yaman, ne mahir kaleci idi. Kısa boylu, tıknaz vücutlu, kalın bacaklı olan bu oyuncu, bu hali ile hiç de fevkalade bir sporcu ve futbolcu tipi göstermezdi. Hele onun lastik top gibi çevikliğine imkanı yok ihtimal vermezdiniz. Oyun haricinde konuşması, oturması kalkması o kadar ağır, sanki kurşun gibi idi.

    Arslanyan’ın yüzünde derhal fark edilen, göze çarpan bir alamet vardı. Etli ve iri burnu ucundan ağıza doğru adamakıllı yatık ve basıktı. Bu usta kalecinin yürüyüşünde ve iki tarafa yalpa vura vura koşuşunda da bir hususiyet vardı.

    Eşsiz futbolcumuz Bekir’in en beğendiği ve hatta yıldığı kaleci Arslanyan’dı. Buna mukabil Arslanyan’ın da en çok takdir ettiği, korktuğu, golünü yediği muhacim Bekir’di. Bekir’in patlattığı o meşhur bomba gibi şutların çoğu Arslanyan’ın soğukkanlı, tecrübeli oyunu karşısında erirdi. Lâkin bunlardan bir ikisi bir kere de yerini ve yolunu buldu mu Arslanyan’ın kımıldamasına bile vakit kalmadan kale ağlarına yapışırdı.

    Bir zamanlar Fenerbahçe Kulübü’nden başta Otomobil Nuri, Bekir, Beleş Cemil ve Haydar olmak üzere birçok değerli oyuncular çıkmışlar, Altınordu Kulübü’nü kurmuşlardı. Altınordulular, aralarında Bekir gibi bir oyuncu da dahil bulunduğu halde Fenerbahçe’nin karşısına canlı ve kuvvetli bir rakip çıkarmaya başlamışlardı. Bundan dolayı o zamanlar Altınordu ile Fener’in karşılaşmaları cidden çok çetin olurdu.

    İşte gene bir gün böyle hararetli maçlardan birinde adeta bir Arslanyan ve Bekir mücadelesi olmuştu ki bu futbol hatırasını ömrüm oldukça unutamam.

    Maç çok hızlı ve heyecanlı oluyordu. Bu anlarda en çok göze çarpan ve seyircileri heyecandan titreten vaziyet şu idi : Kulüp değiştirmek meselesinden Bekir’e son derece içerleyen, koyu Fenerbahçeli olan Arslanyan sanki Bekir’e gol attırmamaya ahdetmişti. Bekir’in en demir gibi şutlarını uzaktan, yakından, havadan, yerden ne pozisyonda gelirse gelsin akıllara hayret verecek bir maharetle yakalıyor ve her defasında da topu geriye fırlatırken Bekir’i fırsat bu fırsat diye kızdırıyor, ona şu şekilde bağırıyordu:

    – Bunu da atamadın… Nafile.. Başka sefere!

    Lâkin Bekir bu… Bunun altında kalır mı? Bir aralık ne yapıp yapıp ayağına geçirdiği topu yıldırım hızıyla kaleye doğru sürüyor, önüne gelen tam üç kişiyi ayrı ayrı o müthiş vücut ve ayak çalımıyla atlatıyor Nihayet seri bir eşape ve sonra birden on on iki adımdan kalenin sol köşesine şimşek gibi şutunu savuruyor. Bekir’in topa vurduğu zaman çıkardığı kendine mahsus o bomba gibi tok sesini işitiyoruz. O anda da topu ağların içerisinde görüyoruz. Arslanyan bu tutulmaz şut karşısında şaşırarak hareket bile edememiştir.

    Nihayet Arslanyan’ın inatçı ve müessir oyunu karşısında Bekir, işte bu şekilde enfes bir gol ile intikamını almış oluyordu.

    Kaleci Arslanyan, hızından kale ağlarına dolaşan topu söylene söylene çıkartmakla meşgul iken, Bekir’in şu şekilde bağırdığı işitiliyordu:

    – Zahmet etme, biraz sonra bir tane daha atacağım!.. İkisini beraber çıkartırsın!..

    Arslanyan bugün sağ mıdır, ölmüş müdür, nerededir? Bilmiyorum. Onu en son olarak Türk milli takımının 925 senesinde Romanya milli takımı ile Bükreş’te yaptığımız maçtan sonra görmüştük. Oyundan sonra yanımıza koştu. Bükreş’te ticaretle meşgul olduğunu söyledi. Maçı kazandığımız ve iyi bir oyun gösterdiğimiz için hepimizi tebrik etti. Romanyalı oyuncular hakkında izahat verdi. Gözleri yaşla dolu olduğu halde İstanbul’un hasretini çektiğini söyledi.

    Oyun Tarzı, Hususiyeti, Meziyetleri ve Noksanları

    Kendi kendine görgüsüz, muallimsiz, antrenörsüz yetişen, Fenerbahçe kalesini senelerdir top uçurmadan bekleyen bu meşhur kalecinin oyun tarzı bambaşkadır. Plonjonu, eşapesi, blokesi, degajmanı, her şeyi ne şimdiki futbol sistemine, ne de bugünkü kalecilerimizin oyun tarzına benzer. Mesela, Arslanyan başının ucundan havadan kurşun gibi gelen topları ellerini çırparmış gibi havada bir hareket yaparak armut tutar gibi kolayca tutardı. Hem de nasıl? Bütün hızıyla ok gibi gelen top bu kuvvetli iki tokatın ve bileğin arasında mengeneye sıkışmış gibi hareketsiz mıhlanıp kalmak şartıyla!.. Bu nasıl oluyordu? (Zira şimdiki kaidelere nazaran bu suretle top tutmak hatalıdır, sakattır, tehlikelidir.) Onu düşünmeyiniz. Belki başta kaleciler bu şekilde top tutmaya kalksalar, ellerini de yırtarak top içeri girer, gol olur. Hele bu Bekir’in şutu olursa… Lakin Arslanyan’ın bir defasında olsun bu suretle tuttuğu topları kaçırdığı görülmemiştir.

    Son derece soğukkanlı idi. Kalede sanki hiçbir şey görmüyormuş gibi lakayd, ağır ağır hareket ederdi. Lakin birden lüzumu anında zıplar, bu lapacı gibi görünen vücut, çevikleşir, sanki civa kesilirdi.

    Arslanyan kadar karşısındaki oyuncunun pozisyonundan topu nereye ayacağını kestiren bir kaleci diyebilirim ki dünya yüzüne pek az gelmiştir. Karşısında hasım oyuncu, daha topa vurmadan o, çevik hareketlerle derhal yer tutardı.

    Zaviye kapayışları, zaviyeden kurtardığı goller, bir taraftan bir tarafa şimşek gibi plonjonlar, icabında, bilhassa kornerlerde, havaya sıçramalarla top yumruklamaları, oyuncu karşısına zamanında yaptığı yerinde cesur, enerjik deparlar bir tek kelime ile mükemmeldi.

    Kusur mu? Arslanyan gibi bir kalecide kusur aramak bir parçacık olsun futboldan anlamamaktır. Halbuki ben azıcık olsun bu işten anlarım diye geçiniyorum. Onun için müsaade edin de aramayayım.

    “Ceylan” Bedri Gürsoy

  • Fener’in Arslanı

    Fener’in Arslanı

    İşgal yıllarında ve sonrasında Fenerbahçe forması giyen “Ceylan” lakaplı Bedri Gürsoy, Akşam gazetesindeki köşesinde Fenerbahçe’nin meşhur kalecisini yazmış. Türkiye’de kaleciliğin gelişmesinde Fener’in Arslanı Karnik Arslanyan’ın payı çok büyüktü.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    * * * * * *

    Karnik Arslanyan

    Onu tanıyanlar, oyununu görenler pek iyi bilirler. Küçüktüm ama ben de pekâlâ hatırlıyorum. Arslanyan, ne yaman, ne mahir kaleci idi. Kısa boylu, tıknaz vücutlu, kalın bacaklı olan bu oyuncu, bu hali ile hiç de fevkalade bir sporcu ve futbolcu tipi göstermezdi. Hele onun lastik top gibi çevikliğine imkanı yok ihtimal vermezdiniz. Oyun haricinde konuşması, oturması kalkması o kadar ağır, sanki kurşun gibi idi.

    Arslanyan’ın yüzünde derhal fark edilen, göze çarpan bir alamet vardı. Etli ve iri burnu ucundan ağıza doğru adamakıllı yatık ve basıktı. Bu usta kalecinin yürüyüşünde ve iki tarafa yalpa vura vura koşuşunda da bir hususiyet vardı.

    Eşsiz futbolcumuz Bekir’in en beğendiği ve hatta yıldığı kaleci Arslanyan’dı. Buna mukabil Arslanyan’ın da en çok takdir ettiği, korktuğu, golünü yediği muhacim Bekir’di. Bekir’in patlattığı o meşhur bomba gibi şutların çoğu Arslanyan’ın soğukkanlı, tecrübeli oyunu karşısında erirdi. Lâkin bunlardan bir ikisi bir kere de yerini ve yolunu buldu mu Arslanyan’ın kımıldamasına bile vakit kalmadan kale ağlarına yapışırdı.

    Bir zamanlar Fenerbahçe Kulübü’nden başta Otomobil Nuri, Bekir, Beleş Cemil ve Haydar olmak üzere birçok değerli oyuncular çıkmışlar, Altınordu Kulübü’nü kurmuşlardı. Altınordulular, aralarında Bekir gibi bir oyuncu da dahil bulunduğu halde Fenerbahçe’nin karşısına canlı ve kuvvetli bir rakip çıkarmaya başlamışlardı. Bundan dolayı o zamanlar Altınordu ile Fener’in karşılaşmaları cidden çok çetin olurdu.

    Arslanyan Bekir’e Karşı

    İşte gene bir gün böyle hararetli maçlardan birinde adeta bir Arslanyan ve Bekir mücadelesi olmuştu ki bu futbol hatırasını ömrüm oldukça unutamam.

    Maç çok hızlı ve heyecanlı oluyordu. Bu anlarda en çok göze çarpan ve seyircileri heyecandan titreten vaziyet şu idi : Kulüp değiştirmek meselesinden Bekir’e son derece içerleyen, koyu Fenerbahçeli olan Arslanyan sanki Bekir’e gol attırmamaya ahdetmişti. Bekir’in en demir gibi şutlarını uzaktan, yakından, havadan, yerden ne pozisyonda gelirse gelsin akıllara hayret verecek bir maharetle yakalıyor ve her defasında da topu geriye fırlatırken Bekir’i fırsat bu fırsat diye kızdırıyor, ona şu şekilde bağırıyordu:

    – Bunu da atamadın… Nafile.. Başka sefere!

    Lâkin Bekir bu… Bunun altında kalır mı? Bir aralık ne yapıp yapıp ayağına geçirdiği topu yıldırım hızıyla kaleye doğru sürüyor, önüne gelen tam üç kişiyi ayrı ayrı o müthiş vücut ve ayak çalımıyla atlatıyor Nihayet seri bir eşape ve sonra birden on on iki adımdan kalenin sol köşesine şimşek gibi şutunu savuruyor. Bekir’in topa vurduğu zaman çıkardığı kendine mahsus o bomba gibi tok sesini işitiyoruz. O anda da topu ağların içerisinde görüyoruz. Arslanyan bu tutulmaz şut karşısında şaşırarak hareket bile edememiştir.

    Nihayet Arslanyan’ın inatçı ve müessir oyunu karşısında Bekir, işte bu şekilde enfes bir gol ile intikamını almış oluyordu.

    Kaleci Arslanyan, hızından kale ağlarına dolaşan topu söylene söylene çıkartmakla meşgul iken, Bekir’in şu şekilde bağırdığı işitiliyordu:

    – Zahmet etme, biraz sonra bir tane daha atacağım!.. İkisini beraber çıkartırsın!..

    Şimdi Nerededir Acaba?

    Arslanyan bugün sağ mıdır, ölmüş müdür, nerededir? Bilmiyorum. Onu en son olarak Türk milli takımının 925 senesinde Romanya milli takımı ile Bükreş’te yaptığımız maçtan sonra görmüştük. Oyundan sonra yanımıza koştu. Bükreş’te ticaretle meşgul olduğunu söyledi. Maçı kazandığımız ve iyi bir oyun gösterdiğimiz için hepimizi tebrik etti. Romanyalı oyuncular hakkında izahat verdi. Gözleri yaşla dolu olduğu halde İstanbul’un hasretini çektiğini söyledi.

    Fener’in Arslanı Nasıl Bir Kaleciydi?

    Kendi kendine görgüsüz, muallimsiz, antrenörsüz yetişen, Fenerbahçe kalesini senelerdir top uçurmadan bekleyen bu meşhur kalecinin oyun tarzı bambaşkadır. Plonjonu, eşapesi, blokesi, degajmanı, her şeyi ne şimdiki futbol sistemine, ne de bugünkü kalecilerimizin oyun tarzına benzer. Mesela, Arslanyan başının ucundan havadan kurşun gibi gelen topları ellerini çırparmış gibi havada bir hareket yaparak armut tutar gibi kolayca tutardı. Hem de nasıl? Bütün hızıyla ok gibi gelen top bu kuvvetli iki tokatın ve bileğin arasında mengeneye sıkışmış gibi hareketsiz mıhlanıp kalmak şartıyla!.. Bu nasıl oluyordu? (Zira şimdiki kaidelere nazaran bu suretle top tutmak hatalıdır, sakattır, tehlikelidir.) Onu düşünmeyiniz. Belki başta kaleciler bu şekilde top tutmaya kalksalar, ellerini de yırtarak top içeri girer, gol olur. Hele bu Bekir’in şutu olursa… Lakin Arslanyan’ın bir defasında olsun bu suretle tuttuğu topları kaçırdığı görülmemiştir.

    Son derece soğukkanlı idi. Kalede sanki hiçbir şey görmüyormuş gibi lakayd, ağır ağır hareket ederdi. Lakin birden lüzumu anında zıplar, bu lapacı gibi görünen vücut, çevikleşir, sanki civa kesilirdi.

    Arslanyan kadar karşısındaki oyuncunun pozisyonundan topu nereye ayacağını kestiren bir kaleci diyebilirim ki dünya yüzüne pek az gelmiştir. Karşısında hasım oyuncu, daha topa vurmadan o, çevik hareketlerle derhal yer tutardı.

    Zaviye kapayışları, zaviyeden kurtardığı goller, bir taraftan bir tarafa şimşek gibi plonjonlar, icabında, bilhassa kornerlerde, havaya sıçramalarla top yumruklamaları, oyuncu karşısına zamanında yaptığı yerinde cesur, enerjik deparlar bir tek kelime ile mükemmeldi.

    Kusur mu? Arslanyan gibi bir kalecide kusur aramak bir parçacık olsun futboldan anlamamaktır. Halbuki ben azıcık olsun bu işten anlarım diye geçiniyorum. Onun için müsaade edin de aramayayım.

    “Ceylan” Bedri Gürsoy / Fener’in Arslanı

  • Kadri Göktulga

    Kadri Göktulga

    Çelebizade Sait Tevfik tarafından “Resimli Ay” dergisinde Fenerbahçeli sporcularla yapılan söyleşilere devam ediyoruz. 1921-1931 yılları arasında 64 resmî maçta forma giyen, Harington Kupası kahramanlarından Kadri Göktulga, Mart 1925 tarihinde dergiye bir röportaj veriyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çelebizade’den Kadri Göktulga Peşrevi

    Pek küçükten tanırım. Ekseri günler mektepten çıktıktan sonra daimi arkadaşlarından Nusret ve Bedri ile beraber Union Club’ın kalelerinde egzersizlerini yaparlardı. O vakitler Fenerbahçe Kulübü’nün küçük takımlarında oynuyorlar ve daha müptediliklerine rağmen takdir ediliyorlardı. Seneler geçtikçe birbirinden ayrılmayan bu üç oyuncudan biri olan Nusret Anadolu’ya gitti. Bedri ve Kadri ise evvela üçüncü ve pek az farkla ikinci takıma geçtikleri gibi, bu aylar zarfında birinci takıma da dahil oldular. Bedri muhacim hattında çalışırken, Kadri de muavin hattında geçilmez bir uzuv oldu ve bu sayede, pek genç bulunmasına rağmen, orada gösterdiği muvaffakıyet kendisini kulübünde müdafaa mevkiine yerleştirmeye sebep oldu. Şimdiki halde istikbali en parlak bir müdafi oyuncusudur. Birdenbire büyüyen ve aynı günlerde yükselen bu genç oyuncu kendi hatıratına şöyle başlıyor :

    Kadri Göktulga Anlatıyor

    “Pek küçükken sporun ne demek olduğunu bilmezdim. Sekiz, dokuz yaşında Kadıköy Sultanisi’nde bulunduğum zamanlar futbolu merak etmiştim. O zaman Kadıköy Sultanisi müdür ve muallimleri spora ehemmiyet verirlerdi. Her gün öğle teneffüsünde Haydarpaşa Çayırı’na çıkar ve takımlar teşkil ederek birbirimizle maçlar yapardık. O zamanlar mektebin en iyi oyuncuları meyanında bu senenin teferrüd eden idmancıları bulunurdu. Tabii biz çok küçük olduğumuzdan, ağabeylerimizin oyunlarını merakla seyretmekle iktifa ediyorduk.

    Yavaş yavaş her Cuma günleri Kadıköy Spor Kulübü’ne koşmaya başladık. Burası bize futbolun zevk ve şevkini tattırmıştı. Daha o zaman milli takım teşkilatı yoktu. Böyle olmakla beraber o zamanın genç oyuncuları bir çok hususatta daha ziyade ümit ve hevesle futbola çalışıyorlardı. Ben de sporun bu şubesinde yavaş yavaş göze çarpmaya başlıyordum. Mektep takımları arasında yaptığımız maçlarda benim de ismim etraftan “Yaşa” sedalarıyla kulağıma çarpmaya başlıyordu.

    Bu vaziyette birkaç sene daha çalıştıktan sonra ilk defa Fenerbahçe Kulübü’ne intisap ettim. Ve bu sevgili kulübe duhûlüm en tatlı günlerimi bildiriyordu. Bu suretle Fenerbahçe ikinci takımında bir sene müddetle oyun oynadım. O zamanlar etraftaki seyirciler benim pek iyi bir oyuncu olacağımı söylüyorlardı.

    Birinci Takıma Geçiyoruz

    1335 senesi lig maçları Kadıköy’de devam ederken, bir Cuma günü Vefa-Fenerbahçe ikinci takımları maçını icra ediyorduk. Ben o zamanlar pek iyi oynuyordum. Maçtan sonra pek muhterem kaptanım Zeki Bey, Bedri ile bana:

    – “Niçin ikinci takımda oynadınız? Öğleden sonra birinci takımda oynayacaktınız” dedi.

    Bir iki saat heyecanlı istirahatten sonra maç saati yaklaştı. Tekrar soyunarak arkadaşım Bedri ile beraber İttihat Spor Çayırı’na birinci takım ağabeyleri arasına yine beraber olarak dahil olduk. Birkaç dakika sonra da maç başlamıştı. Ben müdafi mevkiinde oynuyordum. O gün iki maç yapmamıza rağmen iki arkadaş da gayet muvaffakıyetle oynadık. Böylece birkaç maçta müdafi olarak oynatıldım. Fakat bundan sonraki maçlarda pek eski olan mevkiimi bırakarak kulüp tarafından sağ muavin olarak oynatılmaya başladım.

    Bu suretle birkaç sene asıl mevkiime pek yabancı kalmıştım. Sağ muavin mevkiinde birkaç sene daha oynadıktan sonra, İstanbul’un pek kıymetli ve muhterem oyuncusu Kamil Bey’in spor hayatından çekilmesiyle, yine kulüp tarafından onun yerine “müdafi” mevkiine geçirildim. Daha ilk maçta mevkimin oyuncusu olduğumu ispat ettim.

    Olimpiyat Meselesi

    Nihayet 1340 senesinde spor hayatımızda olimpiyat meseleleri mevzubahis olmaya başladı. Tabii bu havadis bütün sporcular arasında memnuniyeti mucip olmuştu. Herkes birbirleriyle rekabet ederek olimpiyada gitmek arzusundaydı. İşte benim de kulüp tarafından ismim federasyona verildi. Tabii seçme müsabakaları başlıyordu. İlk seçme müsabakasını yapmak üzere Eskişehir’e gittik. Orada birkaç maç yaptıktan sonra tekrar, seçme müsabakalarına devam etmek üzere Kadıköy Spor Çayırı’nda kurulan kampa dahil olduk. Her gün ve her dakikamız heyecanla geçiyordu. Antrenör Billy Hunter tarafından her gün idmanlarımıza devam ediyorduk. Ve her gün yapılan idmanlarda yavaş yavaş kendimi göstermeye başlıyordum. Biraz açıkça söylemek lazım gelirse, birkaç rakibi atlattıktan sonra mevkimi daha ziyade tersin etmiştim.

    Nihayet Avrupa’ya hareket zamanı yaklaştı. Fakat daha heyecanım ve düşüncem zail olmamıştı. Acaba hakiki müdafi olarak mı yoksa ihtiyat oyuncusu olarak mı gidiyordum? Arkadaşlarımın temin ettiğine ve benim de anladığıma göre takımda bir mevki kazanmıştım. Artık İstanbul’dan hareket günü gelmişti. Sabahleyin bütün istihzaratımızı kamil ederek arkadaşlarımın gözyaşları arasında İstanbul’u terk ediyordum. Beni taşıyan vapur spor muhiblerinin alkışları arasında yola devama başladı.

    Paris’te Geçen Günler

    Uzun bir yolculuktan sonra Paris’e vasıl olduk. Selim Sırrı Bey tarafından istasyonda istikbal edildik. Daha Paris’i göremeden Metropolitan ile Kolomb kamplarına vasıl olmuştuk. Kamp bir çok küçük kaleleri ihtiva ediyordu. İkişer kişi olmak üzere odalara ayrıldık. Büyük maça henüz on beş gün vardı. Bu on beş günü dahi idman ile geçirdik.

    Maçın arifesi akşamı reisimiz Ziya Bey tarafından salona davet edildik. Bütün oyuncular büyük bir heyecan içinde kıvranıyorduk. Ziya Bey bir mukaddimeden sonra hiçbir suretle itiraz edilmemek üzere takımı okumaya başladı. Beni sol muavin mevkinde okudular. O anda dehşetli bir darbe yediğimi anlayarak pek müteessir olmuştum. Son dakikaya kadar müdafi mevkiinde oynatıldığım halde bir gecede takım değiştirilmişti. Ve bu suretle pek meşru olarak takım yenilmişti.

    İşte bu darbe bütün ümitlerimi ve cesaretimi kırdı. Ertesi gün pek nevmid olarak maça çıktım. O gün müthiş bir talihsizlik olarak Çeklere mağlup olduk. Bu suretle ilk ayrılmadan ihraç edildikten sonra bütün takım azası serbest bir halde Paris’i gezmeye başladı. O muhteşem payitahtı bir müddet dolaştıktan sonra turneye çıkmak üzere Paris’i terk etmiştik.

    Bütün bu seyahat esnasında gördüğümüz maçlarda pek büyük istifadeler temin ettim. Ve mevkimin daha ziyade tekniğine dikkat ettim. Bütün bu turnelerde mevkimin üstadları olarak Uruguay’ı ve Çeklerin müdafilerini gördüm.

    Temmuz iptidalarında ise tekrar Paris’ten yola çıkıp, bir çok sıkıntılar çekerek sevgili İstanbul’a kavuştuk. Turne esnasında hakikaten bir çok haksızlık ve idaresizlik olmuştu. Fakat bunlar ilk defa yapılan muntazam teşkilat arasında nazar-ı müsamaha ile görülebilir.

    İstanbul’a vasıl olduktan sonra mevkime daha esaslı bir surette sarılarak çalışmaya başladım. Son zamanlarda federasyon tarafından tekrar imtihan ve turne meselesi çıktı. Ümit ederim bu sefer baştakilerin gadrine ve garezine uğramadan milletimi uzaklarda daha şerefle temsil edebilirim”

    Kadri Göktulga

  • Spor Hayatımıza Şeref Veren Fenerbahçe

    Spor Hayatımıza Şeref Veren Fenerbahçe

    Harf inkılabı öncesi kaynaklarda Fenerbahçe ve Türk sporu hakkında çok ciddi bilgiler var. Tabii sadece bunlarla yetinmeyip, eski / yeni bütün kaynakları alt alta okuyarak daha doğru bilgilere ulaşmak mümkün. Bunlardan birisi de 1926 yılında yayınlanan Aylık Mecmua… Sizi “Spor Hayatımıza Şeref Veren Bir Kulüp : Fenerbahçe” yazısıyla baş başa bırakalım. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    * * * * * *

    Türkiye’de Futbolun Başlangıcı

    Bugün memleketimizdeki spor hayatında çok mühim bir mevkiye sahip olan Fenerbahçe Kulübü’nün tarih-i teşkili oldukça eski bir zamana aittir ve tarih-i teşkilinden bugüne kadar geçirdiği hayatta bir çok muvaffakiyetlerle doludur. Fenerbahçe Kulübü’nün  tesisine, Galatasaray Kulübü’nün teşkili üzerine memlekette, bilhassa Türkler arasında spora karşı gösterilen inhimâk sebep olmuştur. Bu Türk kulüplerinin tesisinden evvel Moda’da bir İngiliz kulübü ile Kadıköy’de Rumlardan, Ermenilerden, İtalyanlardan mürekkeb Kadıköy isminde bir futbol kulübü bulunuyordu. Gayri Türk kulüplerinde birkaç tane Türk oyuncu vardı.

    1322 senesinde futbol istilai bir şekil almıştı. Heveslileri günden güne çoğalıyordu. Bu sıralarda Kadıköy’deki Türkler bir kulüp teşkil etmek istediler. Bunlardan Galip, Nasuhi, Elkatip Mustafa, Fuat Beyler münavebe ile arkadaşlarının evlerinde toplanarak müzakerelere başladılar. O zamanki idarenin nazar-ı dikkatini celp etmemek için içtimalarını gizli yapıyorlardı.

    Sene 1907

    Bir sene sonra yani 1323’de Fenerbahçe Kulübü resmen teşkil etmişti. O zaman Rumblers, Progre, Moda isimlerindeki ecnebi takımlar çok kuvvetli bulunuyorlar, Galatasaray da bunlarla başa çıkmaya uğraşıyordu. Fenerlileri ilk yaptığı müsabakalar tabii çok defa mağlubiyet ile neticeleniyordu. Fenerbahçe’nin ilk oyuncuları arasında Galip, Nuri, Nüzhet, Mahmut ağabey gibi oyuncular vardı. Fakat Fenerliler muvaffak olmak için çok çalışıyorlardı ve Türkler arasında yetişen güzide oyuncuları aralarına alıyorlardı. Bu şerait dahilinde Fenerbahçe günden güne kesb-i kuvvet ediyor ve takıma Hasan Kamil, Said, Hikmet, Otomobil Nuri, Miço, Arif, Süreyya Beyler gibi o zamanın en iyi o zamanın en iyi oyuncuları dahil oluyordu. Fenerbahçe kuvvetli bir şekle inkılabından sonra Galatasaray’ın önüne tehlikeli bir rakip olarak çıktı ve 328 senesinde Galatasaray’dan şampiyonluğu aldı.

    Balkan Harbi, spor faaliyetine vurulan ilk darbe oldu. Fakat Harb-ı Umumi’nin zuhurundan sonra kulüplerin uğradığı sadme daha şiddetli oldu. Kulüplerin en güzide oyuncuları cepheye gidiyorlar, geride kalan oyuncular ise takımda açılan rahneyi dolduramıyorlardı. Esasen Harb-ı Umumi’ye tekadüm eden günlerde Fenerbahçe bir sarsıntı daha geçirdi : Bir nokta-i nazar ihtilafından dolayı takımın en kuvvetli oyuncularından Nuri, Bekir, Hikmet, Haydar Beyler kulüpten çıkmışlardı. Bunlardan Bekir, Nuri ve Haydar Beyler (Progre)yi Altınordu’ya tahvil ederek senelerce şampiyon çıkan bir kulübün esasını kurmuşlardı. Hikmet Bey de Galatasaray’a girmişti.

    Bu vaziyet karşısında Fenerliler hariçten yabancı anasırla takımlarını takviye etmek gayesini takip etmeyerek ikinci, üçüncü ve dördüncü takımlarını yetiştirmeye başladılar. Filhakika bu takımlarda o zamanın çok kıymetli oyuncuları bulunuyordu. Mesela Zeki, Alaaddin, Refik, Şekip, Cemil, Haydar Beyler gibi oyuncular bu takımlarda idiler. Fenerliler ellerindeki oyuncuların kıymetini takdir ederek bunları çalıştırmaya başladılar ve bir buçuk iki sene sonra Zeki ve Alaaddin Beyler birinci takıma çıktılar. Henüz 15-16 yaşında olan bu oyuncular o zamanın pos bıyıklı oyuncuları arasında süratle teferrüd edildiler ve Fenerbahçe’nin birinci takımında oynadıklarının ikinci senesinde İstanbul muhtelitinde oynamaya başladılar.

    Birinci Dünya Savaşı ve Sonrası

    Harb-ı Umumi, spor tarihi üzerine de çöken bir facia oldu. Asil kadrolar, kıymetsiz oyuncular ile dolduruluyor, ancak spor ruhunu öldürmemek gayretiyle çalışan teşkilat kuvvetlerin muvazenesizliği arasında bocalıyordu. Mesela Galatasaray Kulübü, birinci takımında dört Alman oynatıyor, Fenerbahçe birinci takımında iki Rum ve bir Ermeni oyuncu bulunuyordu.

    Fenerbahçe’nin en kuvvetli ve şöhretli devresi mütareke senelerinde başlar. Şehrimizdeki ecnebi takımlarına karşı hemen daima muvaffakıyet temin eden Fenerbahçe sa’i ve gayretiyle yalnız İstanbul’un değil, Türkiye’nin bile en sevilen kulübü olmuştur. İngilizlerden müteaddit kupalar almış, yaptığı müsabakaların yüzde doksanını kazanmıştı. Mâhaza İngilizler ile yapılan bu temasların Fenerbahçe’nin futbol tarzı üzerinde yaptığı inkılap ve faydalar gayrikabil-i inkardır. Fenerlilerin o maruf ahenk ve tesanüdü İngilizlerle yapılan müsabakalardan tahsil etmiş ve Slavya müsabakaları hazırlanan esasi inkişafı tam haline getirmiştir.

    Aylık Mecmua (Ekim 1926) / Spor Hayatımıza Şeref Veren Fenerbahçe