Etiket: Anderlecht

  • Cemil Turan Röportajı

    Cemil Turan Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Cemil Turan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Son Kral

    Biz aramızda her zaman “Fenerbahçeli olunmaz, Fenerbahçeli doğulur,” deriz. Siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Cemil Bey?

    1947 Sarıyer – Kavak doğumlu olmama rağmen, Trabzonlu bir aileden gelmekteyim. Ailemde kimsenin futbola ilgisi yoktu.

    Futbolla ilgili çocukluğumda ilk duyduğum isim Lefter Ağabey oldu. Hoş bugün de iddia ediyorum ki; Türkiye’de gelmiş geçmiş en büyük futbolcu Lefter’dir.

    Lefter Ağabey sayesinde Fenerbahçeli ve ona olan hayranlığımla da futbolcu oldum. Çünkü çocuklar büyürken ne kapıyorlarsa öyle gidiyor. Sözün özü Fenerbahçeli doğdum, Fenerbahçeli olarak da öleceğim.

    Spor hayatınız profesyonel olarak nasıl başladı?

    Futbola Rumeli Kavağı’nda başladım. Sarıyer’in futbolcu seçmelerine katılarak bu takıma geçtim. Aynı zamanda Genç Milli Takım’da da oynuyordum.

    1968 yılında İstanbulspor’a transfer oldum.

    Aslında az daha Galatasaraylı oluyordum. Metin Oktay, 1968 Haziran’ında beni kaçırmış ve Çeşme’ye götürmüştü. Ama benim “Baba” diye sevdiğim ve saydığım Sarıyer Başkanı rahmetli Selahattin Yarar’ın da İstanbulspor’a verdiği sözden çıkması olanaksızdı.

    Çok sevdiğim ve benim için bir efsane olan Metin Oktay Ağabey’in İzmir’e Galatasaray idarecisi Turgan Ece Ağabeyimi karşılamaya gitmesinden yararlanarak şort ve ayağımda tokyolar olduğu halde tüm eşyalarımı Çeşme’de bırakarak taksiyle İstanbul’a kaçtım. Selahattin Ağabeyim de beni İstanbulspor’a vererek sözünü tutmuş oldu.

    4 yıl sonra da 1972 yılında hayalimdeki takıma Fenerbahçe’ye geldim.

    İstanbulspor’da oynarken Fenerbahçe takımı ile karşılamalarınızdaki duygularınız nasıldı?

    Genç yaşımda Fenerbahçeli olsam da İstanbulspor’dayken 1’inci ligde Fenerbahçe’ye karşı top oynarken Fenerbahçe’ye gol attım. O benim sorumluluğumdu. Ama şöyle de bir şey var ki yine İstanbulspor’da oynarken Fenerbahçe ile yaptığımız maçlar dışında tüm Fenerbahçe maçlarına gidip, Fenerbahçe kötü oynadığında ya da kötü duruma düştüğü zaman ağlayarak maçları seyreden bir kişiydim. Ben böyle bir Fenerbahçeliyim.

    Yıl 1977 Türkiye’de yılın sporcusu seçildiniz. Fenerbahçe’de 3 lig, 1 Türkiye Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası ve söz edeceğimiz kupalar kazandınız. 1973-1974 (14 gol), 1975-1976 (17 gol) ve 1977-1978’de (17 gol) ile 3 kez de gol krallığınız var. Evet, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından biri olan siz, bu transferle koyu bir taraftar olduğunuz Fenerbahçe Kulübü’ne adım attınız. Çok ilginçtir ki 8 sene içinde bir kez sarı kart sahibi oldunuz. Herhangi bir maçta hakemden “Çık dışarı!”sözünü duymadınız. Sinir denilen şey yok gibi… Ya da buna irade veya ileri derecede sorumluluk duygusu diyebilir miyiz, Neden?

    Aslında sinirli bir yapıya sahibim çünkü Trabzonluyum. Futbolu çok sevdiğim için futboldan kopmak istemediğim için hep sabrederdim. Bir hafta bile oynamayacağımı bilmek beni mahvederdi. Öyle bir yapıya sahibim. Hep kendimi frenliyordum. Tek sebebi bir hafta sonra oynayacağım maçı düşünmektir. Çünkü oynamazsam kendimi çok kötü hissedecektim.

    Ve Türkiye Ligi’nde en çok tekmeyi yiyen futbolcuyum. Bana atılan tekmeler şimdi olsa o oyuncu çok kırmızı kart görürdü. Bir maçta Samsunspor’lu futbolcu Yaşar Şendoğan belime çok kötü bir tekme attı. Hayatımda ilk defa belimin acısıyla o pozisyonda boğazına bir sarıldım sonra hakem yanıma geldi. “Ne yapıyorsun?” diye sordu.

    Canım o kadar yanmıştı ki gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Rakibin yaptığı da kırmızı karttı, benim yaptığım da… Futbol hayatımda tek kırmızı kart alacağım oyun buydu fakat hakem canımın yandığını anladığı için hayatım boyunca aldığım tek sarı kartı gösterdi bana.

    Sarıyerspor’da oynarken de Galatasaray gibi Fenerbahçe de sizi istiyordu. İstanbulspor’dan sonra 1972–1980 yılları arasında da Fenerbahçe’de oynadınız. Ne mutlu ki futbolu da Fenerbahçe’de bıraktınız. Galatasaray’ın da aklı sizde kalmıştı. Siz bir o yana bir bu yana çekilmek istenirken ailece zor günler yaşadınız. En sonunda Fenerbahçe transferiniz çok büyük olaylarla gerçekleşti. Ve yıllarca bu transferin nasıl gerçekleştiği sorusu size soruldu. Bu kez okurlarımıza transfer hikâyenizin bir bölümünü kaleme aldığım eski atlet ve yöneticilerimizden Eşref Aydın’ın hayatını anlatan “Yorulmaz Türk” kitabından Sayın Eşref Aydın’ın anlatımıyla aktarmak istiyorum.

    “Bana ısrarla “Şu Cemil’i gör, şu Cemil’i gör” dediklerinde; onu seyrettiğim zaman nedenini anlamıştım.

    Rahmetli Mahmut Taviloğlu, benim İstanbul Erkek Lisesi’nden arkadaşımdı. Eminönü Mısır Çarşısı’nda kumaş mağazası vardı. O taraflarda işim olduğunda uğrar, beraber sohbet eder, vapurla da dönerdik.

    O sıralarda Fenerbahçe Spor Kulübü’nde Genel Sekreter ve Transfer Komitesi başkanıydım.

    Cemil Turan, Sarıyer’de oynuyordu. Sarıyer ikinci kümede ufak bir takımdı. Taviloğlu bana, “Cemil’i gör ve Fenerbahçe’ye al” diyor, her seferinde de ısrar ediyordu.

    Bir gün, tam hatırlamıyorum yanıma ya Ahmet Erol ya da Dr. Reşat’ı almıştım. O gün de Sarıyerspor’un şu an Çırağan Oteli’nin olduğu yerdeki Beşiktaş Şeref Stadı’nda maçı vardı. Cemil’i orada seyrettim. Çok beğendim. Garo’yu da beğendim. Ancak sonra da Fenerbahçe Yönetim Kurulu’nda Cemil’in alınması için Sarıyer’le temasa geçilmesi kararını çıkarttım. Sarıyer’le konuştuk, Başkan Turan Bey’le 30.000 TL’ye anlaştık.

    Sarıyer, Cemil’i bize vermek üzere söz vermişti. Yalnız sezon ortasıydı. “Ben parayı verelim, iş bitsin” dedim. Karar aldık ve çeki de yazıp Faruk Ilgaz’a verdik. Sarıyer’in başkanı Turan Bey de Faruk’un partiden arkadaşı. Faruk’un Adalet Partisi İl Başkanı olduğu o dönemde Sarıyerspor Başkanı da o partinin Sarıyer İlçe Başkan’ıydı.

    Biz çeki Faruk’a verdiğimizden “iş bitti” diye düşünüyoruz. Sezon sonu geldi, 1968 sezonu için bizim listede Cemil alınmış gözüküyor. Sonra “Bonservisini alın, Cemil’i çağırın” dedim. Ses çıkmayınca, soruşturduk ama Sarıyer yetkilileri “Biz para almadık.” demezler mi?

    “Olur mu” dedik, çünkü çek Faruk Ilgaz’daydı. Meğer o yaz üç aylık zaman diliminde bizim anlaştığımız Sarıyer Kulüp Başkanı, arkadaş olduklarından Faruk’a “Çek sende kalsın, sezon sonunda Cemil’i size vereceğim, parayı da o zaman alırım.” demiş, çek de bizde bekliyordu.

    Fakat o arada Başkan Turan Bey geçirdiği trafik kazasında vefat ettiğinden, yeni gelen Başkan Selahattin Yarar da anlaşmayı kabul etmemiş. Fiyatı da 30.000 TL değil 100.000 TL olarak istemiş. O patırtı gürültü arasında ben bu transfer için 100.000 TL’yi de verecektim ama bazı arkadaşlar karşı çıktı. Ve 60.000 TL teklif ettiler.

    Tabii bizim o sezon 100.000 TL’ye alamadığımız Cemil 120.000 TL’ye İstanbulspor’a transfer oldu. Ertesi sene İstanbulspor, bir kupa maçında Cemil’le bize karşı oynadı. Çok iyi bir performans sergiledi. İlk maç 0-0 berabere bitti.

    İkinci maç ertesi Salı günüydü. Antrenör Ionescu bana dedi ki “Takım çok yorgun, tehlikeli buluyorum; bu maçı alamayacağız” dedi. Canım sıkılmıştı, nasıl yenemeyiz diye üzülüyordum. Akşam Faruk Ilgaz’a telefon açtım. Fatin Rüştü Zorlu’nun kız kardeşinin evindeymiş, onu aile toplantısında buldum. Takımda umut olmadığını, üzüldüğümü ve Ionescu’nun endişelerini anlattım. Faruk da çok sinirledi ve “Bu takım İstanbulspor’u yenemeyecek durumdaysa yenilsinler.” dedi. Maç günü geldi ve Cemil bir golü attı ve 3-0 yenerek bizi kupadan eledi. İstanbulspor’a yenilmek çok acı geldi.

    İlginçtir ki, tarihte kim Fenerbahçe’ye gol atmışsa Fenerbahçe onu almıştır; böylece gözler tekrar Cemil’e döndü. O sene sezon sonunda bu sefer de İstanbulspor’un kapısını çaldık ama vermediler.

    Takriben 4,5 yıl sonra ben yine yönetimdeydim Sezon başında benim başkanlığımda transfer komitesi kurduk. Emin Cankurtaran da o sene yönetime gelmişti. Komitede karar verdik, transfer için temasları ben yapıyorum… Yine Cemil’e talip olduk. Zira 4 yıl önce elimizden kaçırdığımız bu yıldız futbolcu sahalarda fırtına gibi esiyor ve transferin gözdesi olarak gündemden düşmüyordu.

    İstanbulspor, Cemil’in transfer ücretini 750.000 TL’ye çıkardı. Erdal İnönü’nün dünürü İstanbulspor Başkanı Ali Sohtorik sayesinde ancak 600.000 TL’ye indi. Faruk ise 500.000 TL’den fazla vermek istemiyordu. Emin Cankurtaran “Ben 500.000 TL’ye alırım.” dedi. Bu defa da ona pazarlık yetkisi verdik.

    Yıl 1972… Bir şekilde Cemil’in transferi gerçekleşti. Çok tatsız olaylar yaşandı. Çocukluğundan beri Fenerbahçeli olan Cemil tüm bu karmaşa sonucunda Fenerbahçe Kulübü’ne geldi ve futbolu çok sevdiği Fenerbahçe Kulübü’nde bıraktı.

    Milli takımda da oynadınız, Türk Futbol Federasyonu’nda altın madalya ödülüne de lâyık görüldünüz…

    43’ü A milli olmak üzere toplam 54 defa milli formayı giydim.

    Fenerbahçe’deki kaptanlığımın yanı sıra 14 defa da milli takım kaptanı oldum.

    O yıllarda milli maç sayısı çok çok azdı. Şimdi düşünüyorum da örneğin 5 yıllık kaptanlığım süresince 14 defa milli maç yapmışız. Şimdi öyle mi? Neredeyse bir sezonda bu kadar maç oynanıyor.

    Fenerbahçe forması altında oynadığınız 31 derbi maçında Galatasaray’a 14, Beşiktaş’a 18 gol attınız… Bu maçlarda yine bugün olduğu gibi heyecan dorukta mıydı?

    Ben maçların hepsinde heyecan duyuyordum. Galatasaray maçlarında ise tabii ki daha büyük bir heyecan. Çünkü derbi maçı öncesi beni hiç uyku tutmazdı. Sabaha kadar yatağın içinde döner, uyuyamazdım.

    Birkaç seferinde doktora bunu söylediğimdeyse bana hiç ilaç vermedi. Uyku ilacı almaktan da men ettiler. “Uyumadan sadece uzansan bile uyumuş kadar dinleneceksin.” dedi. Böylece maçın oynanacağı günün akşamına kadar hiç uyumadan maça çıkmışımdır. Bu da bir nevi hastalıktır.

    Didi zamanında bütün Galatasaray maçlarında önce bizlere “Bugün Fenerbahçe bayramı hepinize kutlu olsun.” diye söyler, bu da bize yeterdi.

    O’nun zamanında Galatasaray takımı bizi hiç yenememiştir. Unutamadığım Fenerbahçe – Galatasaray maçlarından birisi de 1973 yılında 80.000 kişilik olan İzmir Atatürk Stadı’nda gerçekleşti. 2-1 kazandığımız anlamlı bir maçtı. İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen bu maç; İzmir’in işgali sırasında ilk kurşununu attıktan sonra şehit düşen gazeteci Hasan Tahsin için Anıt Kupa maçıydı. Stat tamamen doluydu. Rekor derecede bir hâsılat elde edilmişti. Türk futbol tarihinde ilk defa Galatasaray’la İzmir’de karşı karşıya geldik. Bu kupayı kazanmak bizim için çok daha anlamlıydı.

    Aynı yıl yine bu sefer Cumhurbaşkanlığı Kupası için Galatasaray’la Ankara’da karşı karşıya geldik. Bu maçta bir golü ben, bir golü de penaltıdan Fuat atmıştı. 2-1 biten bu maç sonucunda da kupa Fenerbahçe’nindi.

    1973-1974 dönemindeki Hasan Tahsin Kupası dışında da birçok özel maçlarda da oynayıp kupaların müzemize götürülmesinde katkıda bulundunuz. Bunlar 1972-1973 Zafer Kupası 1974-1975 Silahlı Kuvvetler Kupası, Kıbrıs Harekâtı nedeniyle düzenlenen 1974 1. Zafer Kupası, 1975 2. Zafer Kupası, 1976-1977 Van Depremi Kupası, 1980-1981 Berlin Kupası ve yine bir özelliği olan 1980 Vatan Kupası…

    Evet, bu kupa da Galatasaray- Fenerbahçe’nin ilk defa Almanya’da bulunan işçilerimizin özel isteğiyle gerçekleşti. Bu rekabet sınırları aştı. 15.000 seyirci önünde oynanmış, 3-1 galibiyetimizle Vatan Kupası’nı kazanmıştık.

    Aynı yıl bu maçtan önce de Başbakanlık Kupası içinde Ankaragücü ile maç yapmış. Orada da 3 gol sizdendi…

    Evet, 5-2 biten maçla kupa bizimdi.

    Tarih 7.8.1978 Süper Kupa finalini oynamaya hazırlanan Avrupa şampiyonu ünlü Anderlecht takımı Fenerbahçe ile maç yapmaya İnönü Stadı’na geliyor. Büyük farkla kazanacağını zanneden Anderlecht takımı büyük bir farkla Fenerbahçe’ye yeniliyor. Takımın ünlü kaptanı Vanderelst basına verdiği demecinde: “Fenerbahçe’yi bu kadar güçlü tahmin etmemiştik. Şahsen bu takıma hayran kaldım” diyor… 3-0 biten maçta ilk golü atan efsane oyuncumuz yine sizdiniz…

    Anderlecht o zamanlar, Avrupa’nın beş büyük takımından birisiydi. Hatta bizim maçtan sonra Süper Kupa finalini oynayacaklardı.

    O gün tüm Fenerbahçeli futbolcular olarak çok güzel bir oyun sergiledik. Herkes süper bir futbol oynadı. Futbol biliyorsunuz ki tek kişilik bir oyun değil. Tam bir takım ruhu oluşturmuştuk. 90 dakika 3-0 bir skorla sona erdi.

    Evet, ilk gol benden geldi. İlk golü atmam Anderlecht takımında şok etkisi yarattı. Bizdeyse motivasyonu sağladı. Sonrasında daha rahat bir oyun başladı. Arkasından peş peşe goller geliyordu. İkinci gol Raşit’ten, 3. golse Engin’den geldi.

    Ertesi gün tüm gazeteler gerek Fenerbahçe’nin gerekse bir Türk takımının kazanmış olduğu bu başarıya övgüler yağdırdı. Dış basına da yansıdı. Tabii Fenerbahçe ve bizler için güzel bir anı oldu. Fenerbahçe yine bir tarih yazdı.

    Maça çıkarken uğurlarınız var mıydı?

    Şortumu, çorabımı, ayakkabımı giyerken önce sağ ayak, maça girerken de sağ ayak… Futbol oynarken uğurum budur.

    Fenerbahçe’de oynadığınız dönemde sizi en çok ve iz bırakan isim desem…

    Arkadaşlarımın hepsi benim için çok önemliydi. Fakat Osman Arpacıoğlu benim için çok özel bir kişiydi. Tekniği çok üstün golcü bir futbolcuydu. Bugün 60 yaşımı geçtim, bunca yıllık futbol hayatımda Osman Arpacıoğlu gibi bir santrafor görmedim.

    Bana 100 futbolcu sayın derseniz Ender Konca ilk ona girer. Tabii sadece bu değil; bir Ziya Ağabey vardır, bir Alpaslan vardır, rahmetli Yılmaz vardır. Şükrü vardır, Fatih vardır, saymakla bitmez. Fenerbahçe’de top oynayan çok kaliteli futbolcular geldi, geçti.

    Yaşadığınız şanssız sakatlık olmasaydı, Avrupa takımında da yerinizi alacaktınız. Ortalığı sarsan bir transfer teklifiydi.

    PSV Takımı’yla oynadığımız Avrupa Kupası maçları sonrası, Hollandalılar bana talip olmuşlardı. O dönem Başkanımız Sayın Faruk Ilgaz’a yaptıkları 5,5 milyon dolarlık transfer teklifi olağanüstü bir rakamdı. Ancak milli maçta geçirdiğim sakatlığın uzun sürmesi bu transfere olanak vermemişti.

    Yıl 1980’e gelindiğinde ise jübilenizi yaptınız…

    Benim jübilemin yapılma iznini 1. Ordu Kumandanı Necdet Üruğ Paşa verdi. Sıkıyönetim vardı.

    Jübilem için ben buradan Beşiktaş Kulübü’ne, o günkü başkan ve yönetim kurulu üyelerine davranışlarından dolayı teşekkür ediyorum. Çünkü oynayacak takım Trabzonspor’du ve maç iptal olmuş. Kendi şehirlerine dönmüşlerdi. Beşiktaş takımıysa Bursaspor’la maçları olduğu halde Bursa’da benim jübile maçımı oynamayı kabul etti. Böylece jübilemi Beşiktaş’la yaptım.

    Çok güzel bir jübile maçı oldu. Bülent Ersoy’dan tut, İbrahim Tatlıses’e kadar artık o gün kim varsa Türkiye’de meşhur, hemen hemen hepsi benim için geldiler. Hem müzik şöleni yaşandı hem de veda maçı Fenerbahçe futbol hayatımı böylece noktaladım.

    Futbolu Fenerbahçe’de bıraktıktan sonra çalışmalarınız nasıl devam etti?

    Fenerbahçe’de antrenörlük yapmadım, hevesim yoktu. Tribün taraftarı oldum. Altyapıda çalıştım, 90’lı yıllarda dönem dönem futbol şube sorumlusu ve idari menajerlik yaptım.

    Fenerbahçe Gazetesi’ni kurdum. 2000 yılından beri de sizlerin de bildiği gibi güzel bir gazete çıkarıyoruz. Tabii bu arada Fenerbahçe’nin taraftarı olarak stat olsun, deplasmanlar olsun tüm maçlara gidiyorum.

    Bizlerin sevgisi büyüdükçe Fenerbahçemiz de büyümeye devam ediyor. Kimse Fenerbahçe’nin büyümesini engelleyemez. 

    Fenerbahçe yönetimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Aziz Yıldırım geldiği günden beri söylediği her şeyi yaptı. Şimdi de Aziz Başkan Fenerbahçe’yi ilk geldiği günden beri istediği, hedeflediği yere taşımaya devam ediyor.

    “Fenerbahçe Dünya kulübü olacak.” dedi, yaptı. Güçlü bir yönetim kadrosu kurdu.

    Dev bütçeler, taraftar kartları, mağazalar, kombine bilet satışları… 32.000 kombine sattı ki bu Türkiye’deki hiçbir kulübün başardığı bir şey değil.

    Localar var. B locaları alan bırakmıyor. Bunlar cesaret isteyen kararlar ve uygulamalar. Bu da tabii ki Sayın Aziz Yıldırım ve çalışma arkadaşları sayesinde gerçekleşiyor. Fenerbahçe çok büyüdü. Daha da güzel günlere gidecektir.

    Bir Türk futbolcusu olarak yabancı oyuncular hakkındaki düşünceleriniz?

    Ben fazla sayıda yabancı oyuncu fikrine katılamayacağım.

    6 yabancı futbolcumuz olsun fakat alınan bu 6 futbolcu da çok kaliteli olsun.

    Türkiye liglerine bakınca her takımın maçlarında 3 yabancı futbolcu tribünde oturuyor. 3 tanesi oynuyor. Bizde yine oynuyor ama gerçek fikrim Türkiye bu kadar zengin bir ülke değil, büyük kayıp. Alınırken seçimlerin çok iyi yapılması gerektiğini düşünüyorum.

    Türkiye’de antrenör yetişiyor mu?

    Türkiye’de yabancı antrenör sayısı çok değil fakat yabancı antrenörlere verilen değer yerli antrenörlere verilmiyor. Ertuğrul Sağlam buna örnek. Ligin daha başında işine son veriliyor. Yerine Mustafa Denizli getiriliyor.

    Duruma şimdi baktığımızda Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında 12 puan fark varken Fenerbahçe bir puan öne geçiyor. Bu sefer fark aleyhlerine 13 oluyor.

    Türk antrenörlerine verilen değere, hakka örnek olarak bunu verdim. Aragones’e gelince kendisine biraz daha zaman tanınmalıdır. Dünya’ya mal olmuş bir teknik direktördür.

    Ben yine söylüyorum. Antrenörü fazla baz almıyorum. Antrenörün elindeki malzeme iyi olmalı.

    Didi’nin zamanında çok fazla antrenman yapmazdık fakat elinde çok kaliteli oyuncular vardı. Bizleri çok iyi motive ediyordu. Her sene şampiyon olduk.

    Bana göre 5 aylık antrenörle ilgili konuşmak çok yersiz ve erken.

    Kendi oyun stilinize benzettiğiniz futbolcu var mı?

    Düşünüyorum ama insan sanırım kendi hakkında zor konuşuyor.

    Peki ya, Türk futbolculardan beğendikleriniz?

    Fenerbahçe’de değer verdiğim futbolculardan biri Semih. Bir yıldız futbolcu vardır, bir golcü futbolcu vardır. Semih golcüdür. Hatta Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük golcü futbolculardan biridir. Gol için yaratılmış. Semih için golcü değil, Semih bu takımda oynayamaz diyemezsin.

    Semih altyapıdan geldi. Gol kralı oldu. Semih tam bu sene meydana çıkacağı yerde sakatlık yakasını bırakmadı.

    Müller çok mu iyi bir futbolcuydu? Fakat Dünya’ya gelmiş en iyi golcülerden biriydi.

    Tanju çok iyi golcüydü. Bu çok farklı bir sıfat.

    Fakat Türkiye’de birkaç maç oynamaya başlıyorlar “Bundan bir şey olmaz, bu yaramaz” diye yüklenmeler başlıyor. Özellikle de bunlar Türk futbolculara daha fazla oluyor.

    Tuncay’ın bende özel bir yeri vardır. Onun enerjisi, bıkmadan, usanmadan koşması, işine olan sevgisi beni her zaman etkilemiştir. Avrupa’ya transfer oldu. Aslında başladığı gibi futbolu Fenerbahçe’de bitirebilirdi.

    Galatasaray’dan da Arda’yı beğenirim. Marco’yu çok beğenirdim. Bizde öyle futbolculara ilaç derler. Her maçın ilacı…

    Alex’i beğeniyorum fakat onda bir taraftar olarak tribünden izlediğimde hep bir rahatsızlık var.

    İyi oyuncuların varsa bazı yıldız oyuncular sahaya daha iyi çıkar. Futbol iyi futbolcularla oynanır.

    Çok tatlı bir torununuz var. Biraz aileniz hakkında da bilgi alabilir miyiz?

    Çiğdem adında bir kızım, Cem adında da bir oğlum var. Fakat şimdi en büyük zevkim torunlarım. Torunlar için “Paranın faizi” diye boşuna dememişler. Onlarla ilgilenmek çok farklı bir duygu. Sanırım zamanında çocuklarımıza ayıramadığımız saatlerin eksikliğini şimdiki olgunluk yaşlarımızda torunlarımızla geçiriyoruz. Onların isimleri de Sanem ve Esma…

    Fenerbahçe taraftarı hakkında düşünceleriniz?

    En büyük taraftar Fenerbahçe taraftarıdır. Yıllara göre geri gittiğimizde bazı zamanlar şikâyetçiydim.

    Şimdilerde çok çok iyiler. Gerek statta olsun, gerek deplasmanlarda olsun Fenerbahçe taraftarı örnek bir taraftar. Her zaman takımlarının yanındalar.

    Taraftarımız her zaman centilmenlik örneği vererek tüm dünyaya Fenerbahçe’nin nasıl bir taraftarı olduğunu gösterecekler.

    Her ne kadar bazı maçlarda 3-5 kişiyle sorunlar çıkıyorsa da bu aradan çıkanları, sorun yaratanları ben gerçek Fenerbahçeli olarak kabul etmiyorum. Fenerbahçe taraftarı bu değildir.

    Fenerbahçe’nin iyiliği için yapıcı yönde yapılan eleştiriler olacaktır tabii, top yuvarlak, çeşitli şansızlıklar yaşadığımız da doğru fakat sezon sonunda Fenerbahçe lig şampiyonu olarak karşımıza çıktığında kötü günlerde de verdiğimiz destekten dolayı içimiz rahat edecek.

    Eski bir futbolcu olarak futbolculara yapılan hakaretleri kabullenemiyorum. “Her zaman, her şartta destek” diyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Dededen ve Babadan Fanatik

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Artık Fenerbahçe tribün tarihini de yazmaya başlıyoruz. Daha doğrusu yazılmazına vesile olmaya… İlk konuğumuz gençlikten orta yaş kuşaklarına doğru giden bir arkadaşımız : Dededen ve babadan fanatik, kongre üyesi Can Turgut.

    Sözü uzatmayalım. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Vazgeçilmez klasiklerden başlayalım. Nasıl Fenerbahçeli oldun? Gittiğin ilk maç hangisi? Hatırda kalan “sence” mühim detaylarıyla tabii.

    Röportaja “klasik” bir cevapla başlayacağım. Dededen ve babadan fanatik Fenerbahçeli olarak doğunca bana başka bir şans kalmıyordu.

    İlk hatırladığım maç Toni Schumacher’in İnönü’deki jübilesi. Babamla Yeni Açık’a gitmiştik, Atletico Madrid’le 3-3 berabere bitmişti ve hatta elektrikler kesilmişti. Bileti hala durur. Maça gitmenin keyfi kanıma öyle girdi.

    Babam (Ayhan Turgut) beni evde sarı-lacivert giydirirdi. Hatta 6 yaşımda çektirdiğimiz fotoğraflardan birini de sırtıma dövme yaptırdım.

    Daha sonra Uche’nin 90’da attığı Beşiktaş maçı da ilk ağladığım maç olarak kayıtlara geçirirsek, bir canavarın doğumunu resmileştirebiliriz bu dönem.

    Bu cevaptan sonra bir zaman atlaması yapmak farz oldu. Rahmetli babanın en az senin kadar renkli biri olduğunu biliyorum. Biraz anlatır mısın, mesleğini ve muhakkak duyduğun bir-iki enteresan hikayesini? Bir de dede faktörü varmış ki onu ben de bilmiyordum. Kim bilir onda da ne cevherler vardır?

    Babam film yapımcısıydı, Beyoğlu’nda yazıhanesi vardı. Öyle çok ahım şahım işlerle haşır neşir değildi ama, o dünyadandı. Gerçi son dönemlerinde Emrah ve Hülya Avşar’ın çoğu işinde vardı. Ben çocukken ananemin evinde Ali Avaz’ın “Alaman Avrat Kırk Bin Mark” filminin çekildiğini hatırlıyorum. Bir de klipte oynamıştım, Nilüfer Örer diye bir kızın “Şımarık” şarkısı. :)

    Film dünyasında gece gündüz kavramı olmadığı için, babamla geçirilen vakitte maça gitmek çok değerliydi. 2001 şampiyonluğu sonrası bayrağı arabaya asıp havaalanına gitmiştik, yolda da Galatasaray takım otobüsü denk gelmişti. Fatih Akyel ve Okan’la falan bayağı bir el kol, küfürleşmeler derken… “Kaptan orta kapı” deyip cama vuruyordu daha sonra bizde oynayacak kişi. Güzel anı : )

    Her deplasman öncesi “Oğlum gitme” deyip, arkadaşlarının yanında bizimki de hafta sonu Samsun’daydı diye övünen babalardan :)

    Dedem (Ulvi Turgut) eski ağır ceza hakimi. Pandemiden önce vefat etti. 90 küsür yaşında hala bizle şarap içiyordu : ) Bayramlaşmalarda hep kendisine aldığım sarı lacivert kravatı takardı. Mekanı cennet olsun.

    İkisi de nur içinde yatsın… Biraz da tahsil zamanlarından  bahsedelim. 1985 doğumlusun. Şöyle bir ilkokuldan üniversiteye doğru bakınca, sen de “30 kişiden 20’si Fenerbahçeliydi” dönemlerine yetiştin, diyebiliriz. Biraz anlatır mısın okul durumlarını?

    Teşekkürler… İlkokul Şair Nedim, ortaokul ve lise Cağaloğlu Anadolu.

    Çocuklukta en fazla şampiyon olan takım biz olduğumuz için zaten sayıca üstünlük çok normal bir şeydi. Mesela ben Beşiktaşlı’yla girdiğim bir laf dalaşı hatırlamam hiç. Burdan da aslında “Ne kupa büyüklüğü ne şampiyonluk” sözünün tersine daha çok inandığımı belirtmek isterim.

    Cağaloğlu ise gerçekten Fener’in kalesi durumundaydı. Hep hızlı tribüncüler yetiştirmiştir. 6-0’lık maça İstanbul Erkek’le birleşip kortej halinde yokuştan bağıra çağıra inmiş, vapurun üst katını kapatmıştık : )

    Rahmetli İslam Çupi’nin o sözü, o şekilde kullanılması için söylemediği çok açık. Büyük ihtimalle sana hak verirdi. :) Giden şampiyonluklardan başlayalım o zaman. Denizli maçı denince aklına ne geliyor?

    Deplasman tribünündeydim. Aslında İstanbul’dan elinde Denizli tarafı bileti olan bir tayfa olarak yola çıkmıştık ama son dakika ben bizim tribüne bilet bulunca sattım bizimkileri : )

    Gerçi ondan önce yine Denizli’de şampiyonluğu kazandığımız maçta da vardım, dolayısıyla uğurlu geleceğini düşünüyorduk şehrin. Maalesef olmadı, golü de yedikten sonra Denizli tribünündeki Galatasaraylılarla cebelleşerek sinir krizleri altında bitirdik maçı. Bilet politikasındaki adaletsizlikten iyi tribün de yoktu.

    Dönüş yolu azap olmuştu, hatta o sırada askerde olan bir arkadaşım arayıp neden koltukları kırıp maçı iptal ettirmiyorsunuz diye veryansın etmişti : )

    Tarihin en haklı ama imkansız veryansınlarından biri olabilir :) Uğurlu şehir demişken, sözlü tarih derslerinde kullanılabilecek bir Kayseri röportajın var malûm. Şöyle bir yurt içi deplasman sıralaması rica etsek, iyiden kötüye doğru. 

    Sami Yen ve İnönü’leri kategori dışı bırakırsak, pek tabii ki Trabzon uzak ara birinci sıradadır. Polisler tarafından tribün dışına taşınırken gazetede fotomun olması sebebiyle de anısı vardır : )

    Hem günübirlik olması hem rakip tribünün sağlamlığı açısından, Bursa her zaman temiz ve net deplasman olmuştur. Hafta içi kupa maçları dahil kaçırılması abestir.

    Üçüncü sıra için İzmir ve Rize kapışır.

    Maça gitmeyip sadece Kordon, Alsancak takılsak aslında nefis ama o iğrenç devasa statta tribün yapmak puan kırıyor.

    Rize sanki daha bir 3. sıra adayı… Hiç saymasam 6-7 kere gitmişimdir. Her seferinde hafta sonluk; hep başka bir tarafını keşfetme, tribün ahalisinin de kalabalık geldiği şehirlerden olunca vakit su gibi akıyor. Faili meçhul silahlı saldırı sırasında da çok yakınındaydık takım otobüsünün, umarız devran dönünce bir şeyler açığa çıkar.

    Son dönemlerde eski tadı olmasa da, Ankara 19 Mayıs da hep iyi deplasman yaptığımız stat olmuştur. Oradaki dostlarımızın varlığı yeter de artar zaten.

    Bütün şehirleri yazıp sıkıcı hale getirmek istemiyorum.

    Sakarya-Kocaeli aynı kasa her gittiğimizde arşivlik videolar çıkarttık Fener tribünü olarak.

    Antalya’ya her sene gideriz, en az 4 farklı stadında maç izlemişimdir şehrin. İlginç bir istatistik, 7 Mehmet’te yemek yemeye gidilir sırf zaten. Türkiye’nin en iyi restoranı demişti Vedat Milör, katılıyorum.

    Gırtlaktan açtık madem, Antep’i ekleyip bitirelim. sabah erkenden şehre inip beyrana koşuş, eski stadyum zamanı maç saati dev bir izdiham ki bir maç girememiştik, LİG TV röportaj yapmıştı karakolda bizimle. Karakol amiri şikayet için gittiğimizde “Nerden bileyim ben sizin maça girmediğinizi?” demişti maç oynandığı esnada. Şebelek!

    Bir çırpıda sayabildiklerim bunlar, vilayet kusacağım.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Adeta bir valinin seyir defteri :) Yurtiçinden bahsetmişken beynelmilel deplasmanları saymamak olmaz. Tadı damakta kalan, “Bu ne güzel deplase olmaktır” dedirten uluslararası temaslar hangileri?

    Sonu kötü ama gidişi ve şehri istila edişimizle Benfica deplasmanını 1 numaraya koyarım. 2 gün boyunca liman kafelerinde oturup tezahürat etmiştik. Tabii Euro 2 civarıydı iç içebildiğin kadar : )

    İkinci sıraya Bükreş’e 3 otobüsle gittiğimiz deplasmanı koyarız. Hem yeni dönemde otobüsle yurt dışı daha önce yapılmamış bir şeydi, hem de çekirdek kadroyla otobüs içi makaraların üst düzey olduğu bir yolculuktu. Tribünde meşaleyle beraber maçı da almıştık.

    Üçe herhangi bir Hollanda deplasmanını koyabiliriz… Hadi en kalabalık olan Ajax’ı seçelim. Meydanda atlarla çatışma çıkmıştı : )) Tribünün baca gibi tüttüğü şiirsel bir orkestraydı. Vondelpark’ı Yıldız Parkımız yapmıştık adeta.

    Ben tabii ki kendi gittiklerimden yola çıkıyorum; yoksa bir başkası Marsilya’yı da anlatır Prag’ı da.

    Spesifik garip deplasman olarak Moldova Sheriff Tiraspol’u ekleyebilirim, Transdinyeper özerk bölgesine geçmiştik. Ülkeception! Tanımlanamayan çeşitli para birimleri cepte maç sırasında büfeden bira alma keyfi.

    Son olarak, Eurolig Final 4’ların hepsinde vardık, Madrid daha bi eğlenceliydi sanırım kalabalıklık ve meydan performansı açısından : “Var bir hayalim herkes dinlesin..” 

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Tribüne gitmeye 2000’lerden önce başlayan insanların, bu tarih sonrasında kendilerini gittikçe daralan bir alanda buldukları tartışılmaz bir gerçek. Bu anlamda gidilen her yurt dışı deplasmanı, o “özlenen” özgürlüğü insanlara yeniden tattırıyor olsa gerek. Her fırsatta YouTube’da nostalji videolarına daldığımız bu pandemi döneminde şöyle bir geçmişten bugüne bakınca taraftarın tribünde “iyi ki artık yok” veya “keşke bugün de olsa…” dediği neler var?

    Valla maça 10 saat evvel girmemek iyi ki artık yok : ) Tabi dönem ve yaş gereği zevkli olsa da, bir gece önceden bilete sabahlamak iyi ki yok.

    Bugün de olsa dediklerimiz artık 6222’ye giriyor, en son meşaleyi Anderlecht deplasmanında yakmıştık çok özlediğimizi fark ettik.

    Kadıköy’deki Galatasaray maçlarında rakip oyuncuyu daha maç öncesi ısınmada bezdirmeyi özledim.

    Büyüklerimizin Telegol, bizim TSYD baskını gibi spontane eylemleri özledim.

    Hayat gibi tribün pratikleri de değişiyor, evriliyor. Uyum sağlayıp keyif almaya ve destek olmaya devam edeceğiz.

    Spontane eylemlerin Fenerbahçe taraftarının hayatında önemli yer kapladığı dönem, hayli yakın bir geçmişte. Caferağa, Burhan Felek, Abdi İpekçi gibi spor salonları da bunlardan nasibini bolca almıştı. Bu salonları (ve çevresindeki kayıntı  mekanlarını) özlüyor muyuz biraz? Yeni salonlar iyi hoş da mekanik bir tadı mı var? Yönlendirmeli gibi soru oldu ama…

    Yok deyip yönlenmiyormuşum bilerek :))

    Ya İpekçi deyince Safa Meyhanesi geliyor akla, ama biz o dönem genelde otoparkta bira, votka takılıyorduk.

    Burhan Felek öncesi o cadde üstündeki Turanlar Balıkçısı’nı mesken bellemiştik beraber. Pirana gibi bir dönem kullandık sonra mendil gibi kenara attık sanki; adamlara uğramıyoruz artık. Ayıp bize.

    Caferağa sosislisi demezsek sanki sinkaf edeceklermiş bizi (editörün yumuşatması) hissine kapıldım ama yine demeyeceğim. Ben o salona “Terleyerek kilo verilir”i deneyimlemek için gidiyordum.

    Yeni salonlara pek ayak uyduramadık dürüst olmak gerekirse… Ataşehir’e tek tük gittik tiyatro atmosferinden dolayı. Cevap evet, çok mekanik : ) Yönlendim.

    Caferağa sosislisinin imtiyaz sahipleri sonrasında diğer salonlara da geldiler ama demek ki olay mekanmış. Yeri gelmişken Kadıköy’ün İstanbul beyefendisi kazı Rodi’yi rahmetle yad edip, aynı isimli kısa ömürlü mekanı da anmış olalım. Bu cevap, bir başka soruya orta açmış olsun. Stadyum çevresinde maç öncesinde zaman geçirme ritüellerinden bahsedelim biraz. Sizinkiler nelerdi? Halkımız merak ediyor desek biraz mübalağa olur ama tarihe not hep bunlar, değeri sonradan anlaşılacak :)

    Üniversiteye girdiğimiz zamanlar, forumdan Unifeb’e üye olmuştum gruba girme motivasyonuyla. Dediler ilk maç, fasılda buluşacağız. Ulan cumartesi öğlen saat 1, ne fasılı dedim neyse gittik : ) Mekanın adıymış. Bir 9-10 senemizi rahat vermişizdir.

    Genelde kalabalık ortam, bitmeyen biralar ve hep bir beste yapma içgüdüsüyle şimdiye dek sürdürdüğümüz dostlukların ilk yeriydi. Özeldir bizim için.

    Daha sonraları değiştirdiğimiz mekanlar oldu. Maçın önemine ve saatine göre içki tercihleri değişti. Nazlı’nın arka sokaklarına maalesef uzun yıllar teşaşür eyledik (editörün tebdili), yöre halkından özür diliyoruz.

    Maç öncesi ne yaparsak yapalım, bira kesinlikle soğuk olacak, o gündeme özel bir slogan veya melodi dillerde olacak.

    Bunların dışında benim şahsi olarak maça karşıdan gelen biri olarak, ille de vapur sevdam vardır. Metrobüs dislike.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Bir kez daha 1990’lara dönelim. Herkesin sorulmadan anlattığı bir safahat vardır : “Şu tribünde başladım, şuraya geçtim” ya da “Ben hep şuradaydım” diye… TRT tarzı soru : Stadyum inşaatından önce ve sonra Can Turgut’un yolculuğu hangi tribünlere oldu? En çok hangisini sevdi? Hangisini pek de özlemiyor?

    Can Turgut’un yolculuğu babasıyla beraber Numaralı’da başladı, ama gözümüz hep maratondaydı.

    Babadan kurtulup lisede birkaç arkadaşla maratona gitmeye başladık, fakat son dönemlerine denk geldik ve üniversiteyle beraber uzun yıllar Lise Açık’ta Unifeb çatısı altında konuşlandık.

    Sonra ikinci ve bu sefer daha aktif bir maratonun köşesi dönemi. Tribünsel muhalefeti de körüklediğimiz, herkesin birbirini tanıyıp sevdiği B blok. Those were the days!

    Son birkaç senedir, Fenerium üstteyiz, eskisi kadar tad alamasak da ayaklarımız geri geri gitmiyor hala.

    Tribünlerin yönetim yüzünden bomboş olduğu, keyfekeder uygulamaların yapıldığı dönemi hiç mi hiç özlemiyoruz. İyi direnç göstersek de ne gerek vardı yani? Gençlik enerjimizi böyle bir saçmalıkla mücadele ederek geçti. Neyse güzele dönelim.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Tribün tarihini yazmaya çalışırken tribün gruplarını irdelememek olmaz. Kurulduğundan bugüne bir ÜNİFEB değerlendirmesini başından beri bir şekilde içinde olan birinden istememek de öyle… Bir gün kendisi iken, ertesi gün mezunları olan üyeleri, uzaktan bakılınca “geldiler” dedirten t-shirtleri ve bir dönem meşhur bayrakları ile biraz da ÜNİFEB’den konuşalım. Biz derken, sen konuş, biz dinleyelim ve ikinci soruyu da ekleyelim. Şöyle geçmişe bir bakınca, tribün için son 25 senenin “en uzun süren mutlu günleri” hangileridir sence?

    Aslında sorunun muhatabı ben mi olmalıyım emin değilim Unifeb konusunda, çünkü dernek işlerine hep mesafeli yaklaştım adımımı attığımdan beri.

    Arkadaş grubu özelinde Fener’i desteklemek daha romantik, daha özgür ve daha şatafata meyilli geldi.

    Ha 2. jenerasyon olarak girdik, şimdi en yakın dostlarımızı, abilerimizi ve kardeşlerimizi Unifeb’in kuruluşuna borçluyuz. 18 yaşındayken, o bayraklarla oluşturdukları havadan etkilenip girmiştik.

    Şimdiki 18 yaşında gençler için maalesef tribün görselliği konusu eksik kalıyor. İlgiyi tribünden başka yere kaydırıcı çok fazla şey var ülkede ve dünyada.

    Unifeb’in Fenerbahçe tribününe kattıklarını dışardan birilerinin anlatması daha keyifli olabilir bu arada, ben de sizi yönlendireyim : )

    En uzun süren mutlu günler, tribünün sağlamlığıysa konu 90’ların ikinci yarısından 2000’lerin ilk yarısına kadarki Fenerbahçe tribünü iç saha, görsellik, çoğulluk, derbi deplasmanlarındaki üst düzey motivasyon bence Türk tribünlerinde zirveydi.

    Son dönem en fazla birlik bütünlük gösterdiğimiz dönemse, bahsetmeden geçilemeyecek 3 Temmuz’daki sokak mücadelesi dönemidir. Selam olsun herkese.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    3 Temmuz tam yerine rast geldi, manzara koyalım :) Şöyle bir her anlatışta tebessüm ettiren anılar demeti alabilir miyiz? Gerçekten de sokak hallerinin kitabı yazılması gereken şenlikli zamanlardı.

    Valla tebessümlük anı olarak da bakabiliriz, İstiklal Caddesi’nde yapılan gövde gösterisinin bitişine doğru polis cebimizde limon buldu diye gözaltına alınmıştık : ) Dışarda arkadaşlarımız Fener diye bağırarak destek oluyorlardı. Duygusala geçiş.

    Beşiktaş DGM’de geçirdiğimiz saatler çok özeldi. Sagopa’nın son şarkısına verdiği isim gibi tam “saldırground” günlerdi. Bir gece Çağlayan’da dava sonucunu bekliyoruz, neyse hurra murra gaza boğuldu her yer. Ekip canını ezilmekten kurtarmış, tekrar toplandık bi baktık herkesin bira elinde haha kimse atmamış, namusu gibi korumuş : ) Doğru tabi, ziyan.

    TSYD lokaline yaptığımız baskın da güzeldi, sahte rezervasyonlarla en az 50 kişi gidip şeklimizi koymuştuk. Hesapları önden ödemiştik gaspçı demesinler diye.

    Son olarak bir sabaha karşı da TFF binasının önüne viledalar, deterjanlarla gidip temizlik yapmıştık pissiniz hesabı, sonra da ligden düşürün pankartı açmıştık : )) 

    Konulan eylemlerin hemen hepsinde bir sanat kokusu, emeği var :) Demişken, biraz da başka bir tutkudan konuşalım. Bir sinefil olarak, pandemide YouTube’du, platformlardı, online gösterimlerdi derken, kendimizi “Evde Sanat” gibi bir sürekli etkinlik içinde bulduk. Sizde durumlar nasıl gidiyor, 14-15 saatlik ekran sürelerine de bakacak olursak :)

    Evet, geçen telefon bildirim gönderdi gün içinde 15 saat telefonu kullanmışım aktif olarak. Laf soktu galiba?

    Ofise artık gitmiyoruz, alıştık ve artık gideceğimi de sanmıyorum. Borsacıyım, bütün gün masada ekran başındayım zaten. Sadece boş zamanlarda değil, gün içinde arka fonda da hep bir şeyler açık. İçerik manyağı olduk çıktık gerçekten, devamlı bi’ film-dizi listesi hazırlıyorum, hepsi de hemen tüketilmiyor tabi. Birikiyor da birikiyor. Neyse illa vakti gelir. 

    En güzel neyi tükettin dersen; kıyıda köşede kalmış Türk filmlerini bitirdim. Kurtlar Vadisi’nin bir tur daha üzerinden geçtim. Poyraz Karayel izlememiştim, güzeldi. Line of Duty ve Gangs of London da yabancı dizi önerisi olsun.

    Salonda sinema izlemeyi çok özledim. Tam kapanmalar öncesi Tenet’e gittiydik de hayal kırıklığı oldu film.

    Online festival işiyse hiç olmadı, ruhuna aykırı bir kere.

    En güzelini sona sakladım; absürd severlere gerçek hazine Exxen’deki “Gibi”.

    Film, dizi konuşursak çıkamayız. Bitirelim : )

    Pandemi alışkanlıklarının sonrası için peşrev oldu bir önceki soru. Bizim bağlama gelecek olursak, aşılarımız tamamlanıp (tövbe estağfurullah) seyirciler tribüne geri döndüğünde  bizi neler bekliyor olacak? Biraz eve alıştık, rahatladık mı? Yoksa huylu huyuna kaldığı yerden sahip çıkar mı?

    Huylu huyuna “ayı yavrusunu severken öldürürmüş” misali sahip çıkacak bu çok net. İnsanlar deplasmanda bastırırken atılacak kornere serçe parmaklarını feda etmeye hazır.

    Hayır yeri geliyor protesto yapmak istiyoruz ki maalesef son yıllarda devamlı yeri geliyor, twitter pek kesmiyor.

    Orada olmak lazım, olacağız.

    Röportajın sonlarına yaklaşırken biraz da tarihe iz bırakan bestelerden konuşalım. Maalesef Can Kozanoğlu’nun müthiş kitabı “Bu Maçı Alıcaz” pek çok alanda olduğu gibi tezahürat tarihi konusunda da yalnız. Oysa bu konuda oldukça üretken bir topluluk sizinki. Şöyle kolayda ise geçmişten bugüne birkaç kuple alabilir miyiz linklerden? Kolayda değilse de bendeniz Twitter timelineından, YouTube’dan arayıp bulacağım artık, ne yapalım :)

    Teveccühünüz… Şöyle ortaya karışık birkaç link bırakıyorum. 

    Gidiyoruz Amsterdam’a

    Var Bir Hayalim Herkes Dinlesin

    Dilimde Şarkıların Gündüz Gece

    Silinmeyen Hatıralar

    Şampiyon Olacaksın

    Büyük hizmet. Var ol.. Bir klasikle başladık, diğer bir klasikle bitirelim. Kişisel taraftarlık tarihinin en iyi 11’ini sayar mısın, teknik direktörüyle birlikte?

    En zor soru da buymuş ya. Gerçi başlayınca geçer ama her mevkiye bir adam koyamayız. O zaman vefa duygusunu silmiş oluruz.

    Madem ilk maçımız Toni, kaleye de o geçsin. Eski maçları seyrediyorum, çok hatalı gol de yemiş ama canı sağ olsun : )

    Defansa Uche‘yi “Sen Allahın Bir Lütfusun” şarkısı eşliğinde koyalım.

    Yanına Luciano mu Lugano mu gelsin? Hadi Luciano olsun. Högh de kusura bakmasın.

    Sol bek Halil İbrahim olmayacak tabii ki, Roberto Carlos.

    OkochaAlexPVH ön tarafın değişilmez 3’lüsü ve Moşe.

    Sağ Bek almayacağım kadroya.

    Çapamız Appiah.

    Valla kaossa kaos kardeşim, taktiği bıraktım; Rıdvan ve Rap Rap Rapaic‘le kapıyorum.

    Bu kadroya Daum yakışır, yaşlandım benim işim olmaz derse de Ersun Yanal.

    Teşekkürler Can…

    Dededen ve Babadan Fanatik