Etiket: Ayduk Koray

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Saracoğlu Kupası

    Yine o yılın içinde, hiç de hesapta olmayan bir Ankara seyahati ortaya çıktı. Mülkiyeliler Birliği, “Şükrü Saracoğlu Kupası” adı altında bir basketbol turnuvası düzenlemişti.

    Rahmetli Şükrü Saracoğlu, çok uzun yıllar (aralıksız tam 16 yıl) Fenerbahçe Kulübü Başkanlığını yapmış; Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve hatta Başbakanlığı yıllarında da kulüpten hizmetlerini esirgememiş büyük bir sporsever ve gerçek bir Fenerbahçeli idi. Bu nedenle Fenerbahçe takımı bu turnuvaya özellikle davet edilmişti. Katılması da kaçınılmazdı. Yönetim Kurulu, kulübün parasal durumunun hiç de iyi olmadığından (ki gerçekten de öyle idi) bahisle pek az bir tahsisat verebilmiş, “Aman bununla idareye bakın” demişti.

    Muhtar Sencer ile karşılıklı geçip uzun uzun hesaplara dalmıştık yine. Gidiş ve dönüş yol parası, otel ve yemek parasını elimizdeki parayla karşılayabilmemize imkân yoktu. Muhtar basit bir memur, ben de bir simit-çay devrinin genç bir gazetecisiydim. Parasal bir katkıda bulunabilecek güce sahip değildik asla. Ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik.

    Bir antrenman sonrasında çocukları toplayıp durumu açıkça anlattık. O güzelim amatörlüğün o tertemiz renk aşkıyla doluydu çocuklar: “Üzülmeyin, nasıl olsa idare ederiz” dediler.

    Amerikalı oyuncumuz Chuck ise eşiyle birlikte Ankara’ya bir Amerikan askeri uçağı ile gidebileceğinden bahsetti ve ayrı bir otelde kalması için bizden izin istedi. Chuck, çok iyi bir basketbolcu olduğu kadar mükemmel bir insandı da. Eşi Mary ise tam manasıyla “Fenerbahçe hastası” olmuştu. Çocuklar da bu talebini son derece olumlu karşıladı.

    Chuck’ın bizimle gelmeyişi ve ayrı bir otelde kalacak olması, bir kişinin yol ve iaşe-ibate masraflarını da azaltıyordu. Bu durumda kıt kanaat idare edebilirdik herhalde. Sineğin yağını bile hesaplayacak haldeydik. Ve Fenerbahçe basketbolunu işte bu halin içinde ayakta tutmaya çalışıyorduk.

    Ankara’ya gidiş-dönüş ikinci mevki tren biletlerimizi aldık. Kuşetli vagon bile bizim için hayli lüks olacağından kuşetsizini tercih etmiştik. Çocuklar akşam trene kumanyalarıyla gelmişlerdi. Köftesini, peynirini, haşlanmış yumurtasını, salamını, zeytinini, helvasını açıp ekmeğine katık eden trende nefsini köreltti. Ve şen şakrak saatler içinde Ankara yoluna koyulduk. Gönüller öylesine birdi ki, ikinci mevki tren kompartımanı bile çocuklara yataklı vagondan daha güzel gelmişti.

    Gece, çocuklar biraz daha genişlesinler diye, Eskişehir’den Ankara’ya kadar olan yolu Muhtar Sencer ile birlikte vagonun koridorundaki açılır kapanır oturaklarda geçirmiştik.

    Ankara’da, Sıhhiye ile Kızılay arasındaki “Gül Palas” oteli, Fenerbahçe’nin en eski atletlerinden Selahattin Bey’indi. Bu eski Fenerbahçeli ağabeyimiz; “Spor kafilelerine pek kapımı açmıyorum ama Fenerbahçe olunca işler değişir” diyerek bizi oteline buyur ettiği gibi yaptığı hatırı sayılır bir indirimle de gönüllerimizi ayrıca almıştı.

    Saracoğlu Kupası’nın organizasyonu Mülkiyelilerindi. Yılmaz Gündüz, Gündüz Aktuğ, Seyhan Beşkök sacayağı, Organizasyon Komitesi’ni oluşturan öğrencilerdi. Onların aracılığı ile öğle ve akşam yemeklerini öğrenci kantininde az bir ücretle yemeyi de sağlayınca derin bir soluk almıştık.

    Turnuvaya; Mülkiye, Harp Okulu, Gençlerbirliği ve Fenerbahçe takımları katılıyordu. Yedek Subaylığı yapmakta olan Fenerbahçe kaptanı milli basketbolcumuz Ayduk Koray da Harp Okulu takımında oynamaktaydı. Yalım’lı, Celal’li, Haluk’lu, Vedat’lı Harp Okulu, Ayduk’un da katılmasıyla büsbütün güçlenmişti.

    Fikstüre göre; ilk gün Mülkiye-Fenerbahçe ve Harp Okulu-Gençlerbirliği oynayacaklardı. İkinci gün; Fenerbahçe-Gençlerbirliği ve Harp Okulu-Mülkiye maçları vardı. Turnuvanın son günü ile Mülkiye-Gençlerbirliği ve Fenerbahçe-Harp Okulu takımları karşı karşıya geleceklerdi.

    İlk maçta ev sahibi Mülkiye karşısında fena halde karambole gelmiştik. Mülkiyeliler maçın hakemlerinin gelemediklerinden bahisle iki Mülkiyeli öğrenciyi hakem olarak karşımıza çıkarmışlar ve onlar da göz göre göre kanımıza ekmek doğramışlardı. Ve maçı üç sayı farkla Mülkiye kazanmıştı.

    Maçtan sonra kantinde Yılmaz Gündüz, her zamanki sevimli haliyle yanımıza gelmiş ve olanca samimiyeti içinde; “Kusura bakmayın” demişti. “Böyle olması gerekiyordu, malum ya yarın Harp Okulu ile maçımız var. Yenilseydik bu maçın bir önemi kalmaz ve kimse maça gelmezdi. Malum ya hasılat meselesi”

    Yılmaz’ın bu samimi itirafları dahi bizi rahatlatmıştı.

    O akşam oteldeki odamızda Muhtar Sencer ile derin bir hesaba oturmuştuk tekrar. Kılı kırk yararcasına hesabımızı yaptıktan sonra Ankara’da rehin kalmayacağımız sonucuna varmış ve yataklarımızda rahat bir uyku çekmiştik.

    Ertesi gün takımımız çok rahat bir oyunla Gençlerbirliği’ni farklı bir yenilgiye uğratmıştı. Bizden sonra Harbiye-Mülkiye maçı vardı. Başkentin iki ezeli rakibiydi onlar. Mülkiye salonunu hınca hınç dolduran büyük bir kalabalık önünde oynanan bu maçı nefesler kesen bir mücadele sonunda Harp Okulu kazanmıştı. Harp Okulu’nun o güçlü takımı özellikle ikinci yarıda ezici üstünlüğünü rakibine kabul ettirip farklı bir sonuca gitmeseydi, diğer pek çok maçta olduğu gibi bu maçta da bir “çıngar” çıkabilirdi herhalde.

    Pazar sabahı, turnuvanın son gününde Harp Okulu bizi de yenerek şampiyonluk kupasını almaya hazırlanıyordu. Harp Okulu takımı yıllardan beri başkentte yenilgi yüzü görmemişti. Ve Fenerbahçe’yi rahatça yeneceklerinden emindiler. Nitekim maçtan önce sevgili Yalım olanca şirinliği ile yanımıza gelmiş; kucaklaşmıştık: “Ev sahipliği yapamayacağımız için sizden peşinen özür dilemek istiyorum. Kusura bakmayın, sizi yenmek zorundayız” diye konuşmuştu.

    “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş Yalımcığım” diye cevaplamıştım o tatlı insanı.

    Oysa bizim de sevgili Yalım’a bir sürprizimiz vardı. Yıllardan beri Harp Okulu takımının uğur bellediği bir sırrı öğrenmiştim. Harp Okulu takımı sahada seremoni selamı yaparken takım kaptanı Yalım hafif bir sesle “Alev’in Şerefine” diyor ve oyuncular hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “Sağol… Sağol… Sağol!” diye. Bu selam şekli aslında “Türk Sporu Şerefine” diye idi. Takım kaptanımız Sacit’e bunu söylemiştim ve Yalım ile Harp Okulu takımı oyuncularının işitebilecekleri bir sesle “Alev’in Şerefine” diye arkadaşlarına seslenmesini istemiştim.

    Milli Takım kamplarında Yalım’ın sürekli muzipliklerine uğrayan Sacit de bu “uğuru bozma” işine pek sevinmişti. Fenerbahçe takımı kaptanının “Alev’in Şerefine” sözünü işittiği anda sevgili Yalım’ın şaşkınlığı hala gözlerimin önündedir. Alev, sevgili Yalım’ın o zaman küçücük bir çocuk olan kızıydı. Harp Okulu takımı onu kendisine hem maskot hem de uğur saymıştı.

    Salon hınca hınç doluydu. Şükrü Saracoğlu da maça gelmişti. Fenerbahçe takımının onu ayrıca gidip selamlaması ayrıca güzel bir jest olmuştu. Salonun büyük bölümünü ev sahibi Mülkiyeliler doldurmuşlardı. Ve onlar candan Fenerbahçe’yi desteklemekteydiler by maçta.

    Fenerbahçe basketbol atkımı bu maçta öyle bir oyun çıkarmıştı ki… Salonu dolduran Mülkiyelilerin de büyük desteğiyle büsbütün coşan Sarı-Lacivertli takım güçlü rakibini adeta sürklase etmişti. Beş yıldan beri başkentte yenilgi yüzü görmeyen Harp Okulu takımını farklı bir yenilgiye uğratmıştık o gün Ankara’da.

    Bu maçta Chuck, hayatının en güzel oyunlarından birini çıkarmış; Sacit ile Silvio da sahanın en iyi oyuncuları arasında parlamışlardı. Aman yarabbi, o ne maç, o ne büyük heyecandı. Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen bu satırları yazarken bile aynı heyecanı yeniden yaşar gibiyim.

    Maçtan sonra Fenerbahçe takımı oyuncuları sahaya doluşan Mülkiyelilerin omuzlarında yükselirken Muhtar boynuma sarılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi tutmama rağmen gözlerimden süzülen yaşları tutamıyordum bu heyecan içinde.

    Fenerbahçe’nin Harp Okulu’nu yenmesi Mülkiye’nin işine yaramış; “Turnuva tüzüğünde averaj yoktur, kupa ortada kalmıştır” denilerek işin içinden çıkılmıştı. Başkentte beş yıldan beri Harp Okulu’nu yenerek namağlup sıfatına son verilmiş olmak bile bizim için şampiyonluk kadar önemli bir olaydı. Hele maçtan sonra Sayın Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe’yi tebrike gelmesi bizler için mutluluklar ve şereflerin en yücesi olmuştu.

    Bu galibiyetin büyük sevinci içindeki soyunma odamızda bir sürpriz de bizim sevimli Amerikalımız Chuck’tan gelmişti. Bütün takım arkadaşları ve bizlerle hararet içinde kucaklaşan Chuck, o yarım yamalak Türkçesiyle: “Kutlamak lazım. Benim davetlimsiniz” demişti. Ve başkentin en güzel lokantalarından birinde, kafileye mükellef bir ziyafer çekmişti Chuck o gün. Bağırmaktan sesi kısılan eşi Mary ise gerek maçta, gerek restoranda ve gerekse yolda tam üç makara renkli film harcamıştı fotoğraf makinesiyle.

    Öğle yemeğinden yapılan tasarrufla, dönüşte bütün takım salam-helva-ekmekten ibaret kumanya almıştık.

    Sırası gelmişken Chuck’tan biraz bahsetmek isterim. Gerçekten çok mükemmel bir basketbolcuydu ve Türkiye’de kaldığı iki yıl içinde Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandırmıştı. Sanki doğma büyüme Fenerbahçeliymiş gibi formasına, takım arkadaşlarına ve bizlere ısınmıştı. Hele eşi Mary, tam bir Fenerbahçe hastası olmuştu.

    Chuck, bugünkü yabancılar gibi para almamıştı. Bilakis cebinden para harcamıştı. Karamürsel’deki PX’den top alır, arkadaşlarına ayakkabı alır getirir ve bunların parasını asla ve asla almazdı kimseden. Antrenör oyuncu olarak iki yıl hizmet etmişti Fenerbahçe’ye.

    Türkiye’de görev süresi tamamlanıp yurduna dönerken onu hep birlikte uğurlamıştık. Mary’e bir buket çiçek, Chuck’a ise çevresi sırmı püsküllü üçgen biçiminde bir Fenerbahçe flaması hediye etmiştik. Son derece duygulanmıştı sevgili Chuck: “Dünyanın neresine gidersem gideyim, bu flama yatağımın başucunda duracaktır. Hep Fenerbahçe ile, hep sizlerle yaşayacağım” derken mavi gözleri buğulanmıştı.

    Mary ile eşinin aldığı flamayı önce öpmüş, sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

    İşte böylesine duygu dolu bir şekilde uğurlamıştık sevgili Frederick Chuck Rosenkronz’u ve Mary Rosenkronz’u. Onun ani gidişiyle Fenerbahçe basketbolu da en güçlü bir elemanını yitirmiş oluyordu. Takımda olduğu gibi gönüllerimizde de koskoca bir boşluk açmıştı Chuck.

    Kim bilir nerelerdedir şimdi? Kendisinin sadece onu tanıyanların gönüllerinde olduğunu biliyoruz.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VIII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VIII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VIII.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Genç Takım Kuruldu

    1951 yılı içinde giriştiğimiz önemli bir hareket olmuştu. Bir genç takım kurmuştuk. Muhtar Sencer ile kalkıp Robert College’e gitmiş, orada araştırmış; sorup soruşturmuş, okulun ikinci takımı hüviyetindeki ekibi olduğu gibi Fenerbahçe’ye çekip almıştık.

    Bu aslında “Genç Takım” konusundaki ikinci girişimimizdi. 1949 yılında kurduğumuz ilk genç takım o yıl Teşvik Turnuvası şampiyonluğunu ve hemen arkasından da İstanbul ikinciliğini kazanmıştı. Hemen hemen tamamı Saint Joseph’li öğrencilerden oluşan bu takımdan birinci takıma Tuğrul Demir (sonradan Galatasaray’a gitti ve Kelle Tuğrul adıyla tanındı), Tonguç Gürcun ve Özcan Dinçer gibi genç değerler yükselmişti. Ancak arkası gelmemişti bu genç takımın. Bu bizden çok, Saint Joseph Lisesi’nde basketbolun birden durgunlaşması sonucuydu.

    Ve şimdi yeniden bir genç takım kuruyorduk. Bu belki de bizim için “deliğine sığamayan farenin kuyruğuna balkabağı bağlaması” gibi bir şey olarak yorumlanabilirdi. Ancak Fenerbahçe basketbolunun geleceği için buna mecburduk. Birinci takımımızı temelden gelecek oyuncularla takviye etmemiz şarttı. Fenerbahçe basketbolunun geleceği altyapıdan gelecek gençlere bağlıydı. Bu değirmeni taşıma suyla döndürmemize imkân yoktu. Akacak bir kaynağımız olmalıydı.

    Muhtar Sencer ile kılı kırk yararcasına hesaplar yapmıştık. Bu işi en az masrafla nasıl halledebileceğimizi, günlerce elimizde kâğıt kalem, hesaplamıştık. Ve ancak ondan sonra bu işe girişmiştik.

    Robert College’den aldığımız gençler arasında Mustafa Kasapoğlu, Mehmet Beklan Algan, Beydun Hansoy, Meten Serpen, Ergun Iren, Richard Day ve Tanaş Sion gibi yetenekler vardı. İlk yılında Beyoğluspor’a 1 sayı farkla yenilerek İstanbul ikincisi olan bu genç takım, bunun acısını hem o senenin Türkiye Şampiyonu, hem de ertesi yılın İstanbul ve Türkiye Şampiyonu olarak çıkarmıştı. Ve büyük değerini kanıtlamıştı.

    Takım kaptanı Mustafa Kasapoğlu, bugün Türk tiyatrosunun güçlü bir aktörü ve yönetmeni olan Beklan Algan ve Yüksel Alkan, bu genç takımımızın büyük gelecek vadeden isimleri arasındaydılar. Bunlardan ilk ikisi birinci takım kadromuza kadar yükseldiler. Üçüncüsü ise Galatasaray’a gitti, orada Milli Takıma kadar sivrildi.

    Pek genç yaşlarında Fenerbahçe birinci takımına yükselen bu gençlerimizden Mustafa Kasapoğlu’nun sağlık durumunun birden bozulması, Beklan Algan’ın da yüksek öğrenimi için Amerika’ya gitmesiyle hem Fenerbahçe, hem de Türk basketbolu, pek büyük bir gelecek vadeden bu iki genç yıldızından yoksun kaldı.

    O yıl içinde Sacit Seldüz’ün askerden dönmesi Sarı-Lacivert formalı takımımız için büyük bir kazanç oldu. Ancak bu kez de takım kaptanımız Ayduk Koray askere gitti. Tüm iyi niyetlere ve tüm çabalara rağmen Fenerbahçe basketbol takımının iki yakası bir araya gelmiyordu ne çare.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VI

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VI

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VI.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Potalarda da Ezeli Rekabet

    Bu yıllarda Türk basketbolunda da bir Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti başlamış bulunuyordu. Ancak bu, Ezeli Rekabet’in şanına yakışır bir rekabet olmaktan çok ama çok uzaktı. Buna ancak Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti denilebilirdi. 1930’lu yıllardan beri şampiyonluğu elinde tutmakta olan Galatasaray’ın, Türk basketbol tarihine “Yenilmez Armada” adıyla geçen o güçlü takımına, Fenerbahçe’nin alabildiğine cılız imkânlarla oluşturulmuş takımının karşı koymasına imkân olamayacağı muhakkaktı. Buna rağmen Fenerbahçe basketbol takımı, 21 Ocak 1945 gününden beri “Yenilmez Armada” karşısında haysiyetli bir mücadele vermekteydi.

    Sırası gelmişken, Fenerbahçe-Galatasaray maçları tarihinin en farklı sonucunun yaşandığı maça da kısaca değinmek isterim.

    15 Ocak 1950 günü İTÜ Salonu’nda yapılan lig maçında Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi 105-39 yenmesi, bu rekabetin en farklı sonucunu teşkil eder. Bu sonucun altında yatan gerçeklerin bilinmesi lazımdır.

    Bu maçta “Yenilmez Armada”nın o ünlü ve güçlü “Ali Uras, Hüseyin Öztürk, Erdoğan Pertener, Yalçın Granit, Yılmaz Gündüz, Ayhan Öz ve Ertem Göreç’ten kurulu kadrosunun karşısına Fenerbahçe, sadece beş oyuncudan (Ayduk Koray, Enir Günşar, Affan Başak, David Filiba, Silvio Guerson) kurulu bir takımla çıkmak zorunda kalmıştı. Sakatlıklar ve hastalıklar yüzünden altıncı adamı bulup yedek sırasına oturtamamıştık.

    Affan, daha ilk yarı sonuçlanmadan faul sayısını doldurup saf dışı kalmıştı. Oyuna dört kişiyle devam eden Fenerbahçe, ikinci yarının altıncı dakikasında da Filiba’nın faullerini doldurup çıkmasıyla son 14 dakikayı 3 kişiyle oynamak zorunda kalmıştı. Sahadaki 3 Fenerbahçeli, Ayduk Koray, Enis Günşar ve Silvio Guerson, o güçlü rakip karşısında haysiyet dolu, ölümüne mücadele vermişlerdi. Fakat onların beşe karşı üç olarak verdikleri bu amansız mücadele, ağır yenilgiyi önleyememişti. Son nefesine kadar amansız bir savaş verilmiş, ancak kale düşmüştü.

    Ne kadar hazindir ki; bizleri bu büyük yenilginin sorumluları olarak suçlayan ve gözleri futboldan başka bir şey görmeyen o günlerin bazı yöneticileri, Fenerbahçe takımı potalar altında fırtına gibi esmeye başlayınca takımın başında boy göstermeye başlayacaklardı. İçlerinde kendilerinin de eskiden basketbol oynadıklarını söyleyenler de çıkacaktı. Aradan beş yıl geçtikten sonra, bir Türkiye Şampiyonası maçında Galatasaray 40-27 galip durumdayken, oyunun bitmesine 40 saniye kala sebepsiz olarak Fenerbahçe takımını sahadan çekeceklerdi onlar. Bu, Modaspor takımını şampiyon yapmak için başvurulan bir garip haldi. Ancak onu da başaramamışlardı bu yöneticiler (veya yönetici). Fenerbahçe basketbol tarihinin yarım yüzyıllık tarihinde bu olay ilk ve son kara leke idi. Ve bu kara leke, bizleri ağır bir hezimetin suçluları olarak itham edenler tarafından sürülmüştü ne çare…

    Spor yöneticiliğinin bir garip cilvesidir bu gibi olaylar. Aslında belki de bunlara gülüp geçmek gerekir. Ama mümkün mü?

    Üç Büyük Kazancımız

    1951 yılında Fenerbahçe basketbol takımı üç büyük kazanç sağladı. Beykozlu milli basketbolcu Nejat Diyarbakırlı ile Beyoğlusporlu Aleko Morisis Fenerbahçeli oldular.

    Bu arada bir de Amerikalı bulmuştuk. Bu, Karamürsel’deki Amerikan Askeri Yardım Heyeti’nde görevli Astsubay Fredrick Chuck Rozenkronz idi. Chuck, o tarihe kadar Türkiye’ye gelmiş yabancı basketbolcuların hiç kuşkusuz en iyilerinden biriydi. Bu beyaz tenli sarışın başçavuş, o günlerin ölçülerine göre gerçekten “süper” idi. Kendi gibi sarışın eşi Mary de Fenerbahçe basketbol maçlarının en vefalı ve en heyecanlı seyircilerinden biri olmuştu. Artık ilk üç seyircimize bir de bayan seyirci eklenmişti dördüncü olarak.

    Ancak gelgelelim kulüp yönetimi ile basketbol şubesi arasındaki kopukluk sürüp gidiyordu. İlgisizliği kabullenmiştik artık da iş “zarar verici” hale dönüşmekteydi. Biz biraz destek beklerken bilakis gittikçe dozu artan köstekle karşılaşıyorduk. Bu nasıl işti? Bu nasıl kulüpçülüktü?

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yeni Yeni İsimler

    1949 yılında Fenerbahçe’de genç bir kadro oluşturduk. Silvio Guerson, David Filiba, Mordohay Habib, Erdoğan Yalkın, Reştan Aras, Orhan Zeren, Arşalon Arditti gibi genç isimlerin arasına başka gençleri de katmayı başardık.

    Bu arada İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenci olan iki genç basketbolcunun üzerinde ısrarla duruyorduk. Bunlardan Ayduk Koray, İstanbulspor’da oynuyordu. Diğeri ise Enis Günşar’dı. O da İstanbul Erkek Lisesi’nden yetişmişti.

    Önce onların transfer işlerini hallettik. Sonra yine Vefa’ya el attık. Yeşil-Beyaz formalı takımda Affan Başak gibi pırıl pırıl bir genç yetenek vardı. Onu da çekip aldık.

    Bu arada Vitali Benazus gibi bir başka genç yeteneğin transfer işini de hallettik. İşler yoluna giriyordu yavaş yavaş. Fakat içimizde telafisi imkansız bir ukde vardı:

    “Ah bir de Sacit olsaydı…” diyorduk sevgili Muhtar’la.

    Bu Gençlere Bir de Antrenör Gerekiyordu

    Bu genç kadronun iyi bir de antrenöre ihtiyacı vardı. Onlara basketbolun inceliklerini en iyi şekilde öğretebilecek ve onları en iyi biçimde değerlendirebilecek bir antrenöre.

    Rahmetli Muhtar Sencer ile kafamızı bu konuya takmıştık artık. Benim aklıma daha ilk andan itibaren, Türkiye basketbolu en iyi bilen ve bu spora inanılmaz hizmetler vermiş olan Feridun Vasfi Koray’a takılmıştı. Beyni de, yüreği de basketbolla dopdolu bulunan sevgili Feridun Koray, Galatasaray kulübünde basketbolun en büyük mimarlarından biri olmuştu. Ancak Feridun, bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe basketboluna hizmete razı olur muydu?

    Feridun Koray’ın adı Muhtar’a da cazip geliyordu. Ancak bu teklifimizi kabul edebileceğine pek ihtimal vermiyordu. Benim ısrarımla bir kez ağzını aramamızı kabul ettiydi rahmetli arkadaşım. Feridun Koray ile bir sohbetimiz sırasında, aramızda kararlaştırdığımız üzere önce ağzını aradık. Sevgili dostumuz tepeden iner gibi konuştu

    “Fenerbahçe’yi çalıştırmamı mı istiyorsunuz?” diyiverdi birden.

    Bu kez ben en kestirme oldan cevapladım:

    “Evet”

    Muhtar, işin en zor ve sıkıntılı yönüne, lafı ağzında geveleyerek girdi: “Yanız Feridun şunu bilmeni isteriz ki…”

    Rahmetli Feridun Koray, cin gibi zeki bir insandı. Sözü nereye getirmek istediğimizi o anda anlamıştı: “Kes sesini, bayramlık ağzımı açtırma” diye tersledi Muhtar’ı, sonra her zamanki o tatlı ve neşeli haliyle bana döndü “Ne zaman çalışmaya başlıyoruz” diye sordu.

    Türk basketboluna unutulmaz hizmetleri olan ve bu sporun Türkiye’deki en büyük mimarlarından biri bulunan Feridun Koray, eski ve köklü bir Galatasaraylı olduğu halde, sanki doğuştan Fenerbahçeliymiş gibi aramıza katıldı. Dört elle işine ve takıma sarıldı, Fenerbahçe basketboluna şevkle hizmet etti. Hem de tamamen fahri olarak bu işi yaptı.

    Rahmetli Feridun Koray’ın Türk basketboluna ve Galatasaray’a olduğu kadar Fenerbahçe basketboluna da hizmetleri asla unutulamayacak kadar büyüktür. Uzun yılların bu sevgili dostunu da burada sevgiyle ve rahmetle anmak isterim. Nur içinde yatsın.

    Ve artık Fenerbahçe basketbol takımı, o yetenekli gençleri ve değerli hocasıyla iyi bir gelecek vaat etmekteydi.

    Artık Seyircimiz de Var

    Basketbol lig maçları İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu’ndaki salonunda oynanıyordu. Ve ilk seyircilerimiz de bu salonda boy gösterdiler. Onlar sadece iki kişide olsalar, bizim ilk vefakar seyircilerimizdiler. Biri İETT idaresinde tramvay vatmanlığı yapan Vatman Hasan, diğeri de aynı zamanda kulüp üyemiz bulunan Mevlüt. Biri Fenerbahçe uğruna tramvay idaresindeki işini, diğeri ise sağlığını kaybetmiş iki büyük Fenerbahçe aşığı.

    Sonra onlara bir üçüncüsü eklenmişti Mustafa Kevkep… Galatasaraylı bir babanın Fenerbahçe hastası oğlu.

    Vatman Hasan, 1958 yılında idaresindeki tramvaya Beyazıt’tan geçerken, kendisi gibi hasta Fenerbahçeli olan bir taksi şoförü arabasıyla tramvaya yaklaşıyor. Bizimki nispet verircesine sesleniyor: “Bizim takım İngiltere’den dönüyor, onları karşılamaya Yeşilköy’e gidiyorum”

    Fenerbahçe futbol takımı turneye çıktığı İngiltere’den dönüyor. Vatman Hasan hiç durur mu? Ani bir frenle tramvayı durduruyor ve bağlıyor: “Bekle ben de geliyorum” diye sesleniyor. Ve tramvaydan atlayıp arkadaşının taksisine biniyor hemen. Ver elini Yeşilköy.

    Koca tramvay Beyazıt meydanında bağlı kalıyor, yol tıkanıyor, ortalık birbirine giriyor tabii. Ve neticede Vatman Hasan da işinden oluyor tabii.

    Mevlüt, Fenerbahçe basketbol takımının hiçbir maçını kaçırmamıştı. Bunların da arasında elbette Galatasaray ile oynanan maçlar da vardı. Fakat sevimli insan hiçbir Fenerbahçe-Galatasaray maçını seyretmemiş, seyredememişti. Ya koridorlarda sigara üzerine sigara içerek volta atmış, ya da soyunma odasına kendini hapsetmişti. Ancak Fenerbahçe’nin galibiyeti garantilediği maçların son bir iki dakikasında salona girebilmişti Mevlüt. Fenerbahçe aşkıyla dopdolu yüreği, ezeli rekabetin potalar altındaki mücadelesinin heyecanını kaldıramamıştı bir türlü. Sonunda kalbinden hastalanmasında ve önemli bir açık kalp ameliyatı geçirmesinde bu heyecanın etkisinin olduğu da muhakkaktı herhalde. Ameliyattan sonra da basketbol maçlarındaydı Mevlüt. Bir maçta onu rengi kireç gibi bembeyaz halde ve her yanı titrer halde görünce hem üzülmüş hem de telaşlanmıştım. “Gelme artık şu maçlara ve Mevlüt” diyecek olmuştum. Acı acı gülümsemişti.

    “Fenerbahçesiz yaşamaya, yaşama der misin hoca?” diye söylenmişti.

    Fenerbahçe basketbolunun ilk seyircileri, Vatman Hasan, Mevlüt ve Mustafa Kevkep bugün aramızda yoklar. İlk sevinçlerimizi, üzüntülerimizi ve heyecanlarımızı paylaştığımız bu üç insanı da Fenerbahçe basketbolunun 50nci yılında sevgiyle, saygıyla ve rahmetle anıyorum.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • 1950 Sezonu Transferleri

    1950 Sezonu Transferleri

    31 Ağustos 1949 tarihli Öz Fenerbahçe dergisinde Fenerbahçe’nin 1950 sezonu transferleri yer alıyordu. O yılın sonunda, Fenerbahçe futbolda 1959 öncesindeki son Türkiye şampiyonluğunu kazanacaktı. İsmen bildiğimiz ama simasına aşina olmadığımız isimleri bize gösteren bir kolaj çalışmasını da göreceğiniz bu derlemeyi keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bu Yıl Transfer Edenler

    1949 yılı transfer ayı, tam 32 gün süren hummalı bir faaliyetten sonra geçen Salı akşamı hitama ermiş bulunmaktadır. Yüze yakın futbolcunun takım değiştirdiği bu ayın tam ve en kat’i neticesini; evvelce vâdettiğimiz gibi okuyucularımıza bildiriyoruz:

    Kaleciler

    Feridun Yurdakul (İzmir)

    Vildan Yılmaz (Cihangir)

    Behiç Ulubelen (Ortaköy)

    Mecdi Himmetoğlu

    Sağhaflar

    Bülent Berkman (Hilal)

    Kemal Atakul (Elektrik)

    Santrhaflar

    Erdoğan Dağdelen (İstanbulspor)

    Bayram Erbil (Manisa)

    Solhaflar

    Günaydın Özyurt (Sarıyer)

    Turan Akra (Vefa)

    Sağiçler

    Mehmet Ali Has (Beykoz)

    Cemal Uluseven (Elektrik)

    Santrforlar

    Cemal Şıkak (Defterdar)

    Naki Kinezoğlu (Taksim)

    Abdullah Nemli (Boğaziçi)

    Soliçler

    Yılmaz Kartal (Rize)

    Mahmut Kodut (Hasköy)

    Solaçıklar

    Şefik Alınak (Eyüp)

    Basket ve Voleybolcular

    Ayduk Koray (İstanbulspor) / Basketbol – Voleybol

    Reştan Sipahi Aras (İstanbulspor) / Basketbol

    Sacit Seldüz (Vefa) / Basketbol – Voleybol

    Affan Başak (Vefa) / Basketbol – Voleybol

    Aleko Morisis (Beyoğluspor) / Basketbol – Atletizm – Voleybol

    Fevzi Akkan (Vefa) / Voleybol

    Umran Çalık (Vefa) / Voleybol

    Refik Tepeköy (Vefa) / Voleybol

    Atletler

    Halim Emre (Hilal)

    Osman Kaymak


    Erdoğan Dağdelen

    1924 yılında İstanbul’da doğan Erdoğan, Yüksek Mühendis Şevki Dağdelen’in oğludur. İzmir’de Karşıyaka Ortaokulu’nun altıncı sınıfında iken futbola başlamış ve Ankara’da bulunduğu sırada ise Gazi Lisesi takımında yer almıştır. Bilahare İstanbul’a gelip Işık Lisesi’ne devam etmeye başlayan Erdoğan, Galatasaray’a girmiş ve burada 4 maç oynamıştır. Işık Lisesi’ni bitirince Zonguldak’a gitmiş, sonradan 1942 yılında İstanbulspor’a girmiş ve 6 yıl bu takımın kaptanlığını yapmıştır. Halen bekar olup Fen Fakültesi’ne devam eden Erdoğan sağbek mevkiinde Milli formayı iki defa giymiştir.

    Mehmet Ali Has

    1926 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Mehmet Ali futbola 1937 yılında Beykoz çayırında başlamıştır. Gösterdiği büyük istidat neticesi olarak Mehmet Ali 1942 yılında Beykoz takımına girmiştir. O tarihten bu yana Beykoz’da fevkalade oyunlar çıkarmış, bu arada zaman zaman Sarı-Lacivert forma altında görülmüştür. Talebe olduğundan kulüp değiştiremeyen Mehmet Ali nihayet sevdiği renkler olan Sarı-Lacivert yuvaya kavuşmuş bulunmaktadır. İstikbalin bu büyük futbolcusu sağ iç mevkiinde 6 defa İstanbul muhtelitinde yer almış, bir kere de temsili maçta Peşte’ye karşı oynamıştır.

    Günaydın Özyurt

    1927 yılında Samsun’da doğmuş olan Günaydın, avukat Hasip Özyurt’un oğlu olup, eski Güneş kalecisi Safa’nın ve yine eski Beşiktaş ve Harbiye santrhafı Muhterem’in kardeşidir. 1945 yılında Beşikaş’ta futbola başlamış olan Günaydın 4 yıl arka arkaya şampiyon çıkmış olan genç takımın kaptanlığını yapmıştır. Geçen sezon ortasında ise Sarıyer’e geçmiş olan Günaydın ikinci devre maçlarında bu takımda oynamıştır. Kabataş Lisesi mezunu olup halen Tıp Fakültesine devam etmekte olan Günaydın 1 metre 74 boyunda 73 kilo ağırlığında olup, sağaçık oynamaktadır.

    Şefik Alınak

    Şefik 1929 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Futbola 1945 yılında Eyüp Gençlik Kulübü’nde başlamış ve bu takımda 4 yıl devamlı olarak soliç ve solaçık mevkilerinde oynadıktan sonra transfer ayından faydalanarak Fenerbahçe’ye girmiştir. Halen serbest olan Şefik 1 metre 72 boyunda ve 62 kilo ağırlığındadır.

    Cemal Şıkak

    1925 yılında İzmir’de dünyaya gelmiş olan Cemal futbola 1944 yılında Ankara’da Süvarigücü’nde başlamıştır. Bilahare Uçaksavar’da sağbek oynamıştır. Vatanî vazifesi bitince Defterdar Kulübü’ne intisap etmiş olan Cemal bir yıl kadar da orada santrfor oynadıktan sonra bu transfer ayında Fenerbahçe’ye girmiştir. Feshane fabrikasında çalışmakta olan Cemal 1 metre 76 boyunda ve 74 kilo ağırlığındadır.

    Naki Kinezoğlu

    1926 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş olan Naki futbola 1945 yılında Haydarpaşa Lisesi’nde talebe iken başlamış ve bilahare Fenerbahçe genç takımında oyununu ilerletmiştir. Daha sonra Taksim’e girip iki yıl burada santrfor oynadıktan sonra şimdi tekrar Fenerbahçe’ye dönmüş bulunmaktadır. Halihazırda Haydarpaşa Lisesi’nin son sınıfında talebe olan Naki 1 metre 75 boyunda ve 68 kilo ağırlığındadır.

    Bayram Erbil

    1929 yılında Manisa’nın Hocalı köyünde dünyaya gelmiş olan Bayram, 1944 yılında Sanat Okulu’na girmekle futbola başlamıştır. Okul takımında bir müddet santrhaf oynadıktan sonra Yıldırım Kulübü’ne intisap etmiş, oradan da pek az sonra Gençlik Kulübü’ne geçerek burada santrfor ve santrhaf oynamıştır. Erkek Sanat Okulu mezunu olup 1 metre 76 boyunda ve 70 kilo ağırlığında olan Bayram büyük bir istikbal vâdetmektedir.

    Kemal Atakul

    1924 yılında İstanbul’da doğmuş olan Kemal, sigorta teknisyeni Galip Atakul’un oğlu, halen Galatasaray’a bulunmakta olan Hilmi’nin de ağabeyidir. Futbola çok küçük yaşta Fenerbahçe’de başlamış olan Kemal, uzun müddet genç ve B takım kaptanlığı yapmış, bu arada da zaman zaman birinci takımda da yer almıştır. İki yıl evvel memuriyeti dolayısıyla Elektrik’e girmiş ve işinden ayrılınca da tekrar eski yuvasına dönmüştür. Sağhaf oynamakta olan Kemal Haydarpaşa Lisesi mezunu olup Hukuk Fakültesi’ne devam etmektedir ve 1 metre 71 boyunda 68 kilo ağırlığındadır.

    Vildan Yılmaz

    1931 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş olan Vildan gazeteci arkadaşlarımızdan Safter Yılmaz’ın ağabeyidir. Futbola 1946 yılında Cihangir’de Cihanpark’ta başlamış ve büyük bir istidat gösterdiğinden Cihangir Gençlik Kulübü’ne alınarak bu yıl yapılan maçlarda bu takımın kalesini muvaffakıyetle korumuştur. Öz Fenerbahçe turnuvasında da Fenerbahçe genç takımında oynamış olan Vildan ilerisi için çok şeyler vâdetmektedir. Aynı zamanda iyi bir 110 engelci de olan Vildan 1 metre 80 boyunda ve 68 kilo ağırlığında olup kaleci oynamaktadır.

    Nusret Mengü

    1925 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş olan Nusret, tüccardan Süleyman Mengü’nün oğludur. Futbola 1944 yılında İstanbul Erkek Lisesi’nde başlayan Nusret, hemen lisenin futbol takımında yer almıştır. Bilahare gösterdiği başarı kendisini İstanbulspor’a maletmiştir. Transfer ayından istifade ederek Fenerbahçe’ye girmiş olan Nusret, soliç ve solhaf mevkiilerinde muvaffakıyetle oynamakta olup 1 metre 78 boyunda ve 74 kilo ağırlığındadır.