Kamuran Tekil‘in Fenerbahçe Spor Dergisi’nde Ocak 1984 tarihinde yayınlanan bir yazıda müessese kulüplerinin basketbolda Fenerbahçe karşısındaki vaziyeti “Haçlı Seferi” tabiriyle anlatılmış. Bugünlerde yaşadıklarımız neredeyse 40 yıl önce anlatılmış, desek yeridir. Tarihi bilince günü idare etmek çok daha basit. Keyifli okumalar…
Basketbol, futbola oranla şimdiye kadar olaysız ve tartışmasız biçimde ele alınan bir spor olarak tanımlanırken, bazı müessese kulüplerinin hegemonyalarını devam ettiremeyeceklerini anlamaları üzerine, ortalık karışmaya başladı.
Fenerbahçe’nin geçen yıldan bu yana yeni ve güçlü bir kadro ile ortaya çıkması bazı müessese kulüplerini telaşa düşürmüştü. Bunlar bir süreden beri devam ettirdikleri hegemonyalarının yok olacağını düşünerek, her türlü önleme başvurmuşlar ve artık hakemlerden medet ummaya başlamışlardı. Onlara göre Fenerbahçe büyük bir güç ve tehlike olarak ortaya çıkmıştı. Bu gidişle Sarı-Lacivertli takım futbolda olduğu gibi basketbolda da artık iddia sahibi olacaktı.
Fenerbahçe’nin ne işi vardı basketbol alanında… O gitsin futbol ile meşgul olsundu…
İşte bu zihniyetle, Fenerbahçe’yi durdurtmak gerekiyordu.
Halbuki bu müessese kulüplerinden çok daha önce, Fenerbahçe 1950’li yıllarda Galatasaray karşısına güçlü bir kadro ile çıkarak, basketbolun gelişmesinde büyük rol oynamıştı.
Ne var ki; müessese kulüpleri reklam amacı ile sadece basketbola eğilerek milyonları bu şubeye harcamaya başlamışlardı.
Spor kulüpleri ise futboldan kazandıkları paranın küçük bir kısmı ile bu şubelerini yönetebiliyorlardı.
Böylece finansman dengesi bozulmuş, müessese kulüpleri bol para ile hegemonyalarını kurmuşlardı.
İşte Fenerbahçe’nin geçen yıldan itibaren basketbolda ciddi bir hamleye atılması ve geçen sezon Türkiye basketbol liginde Efes Pilsen’in ardında kıl payı ile ikinci olması bu hegemonyayı kökünden sarsmaya başlamıştı. Artık meydan boş değildi ve müessese kulüpleri için tehlike çanları çalıyordu. Bu nasıl durdurulacaktı?
Basketbol Federasyonu’nun koyu Galatasaraylı başkanı da, esasen Fenerbahçe’nin üste çıkmasını istemezdi. Ve bir hakem sorunu ortaya çıkarıldı.
Son Fenerbahçe-Eczacıbaşı maçı bu sorunu iyice belirlemişti. Ve Fenerbahçe bir çeşit Haçlı seferlerine maruz kalmıştı sanki..
Bu, Fenerbahçe’yi durdurmak için son çare idi. Bu çare de işi halletmezse artık yapılacak iş, pek azdı.
Ve bazı çevrelerin istedikleri oldu. Fenerbahçe Eczacıbaşı’ya yenilmiş miydi, yoksa yendirilmiş miydi?
Ne olursa olsun, Sarı-Lacivertli takımın 1 puan kaybetmesinden bayram edenler vardı. Bunlar bir türlü kulüpçülüklerini, renk tutmayı ve duygularını yenememiş kimselerdi.
Böylece basketbolda da dejenerasyon devri başlatılmış oluyordu.
Bu gafiller, gerçekte Basketbol sporuna kıydıklarının farkında bile değillerdi.
Dünyanın en büyük spor kulübü Fenerbahçe, Türkiye adına 18 olimpiyat oyununa 156 sporcu gönderdi. Ve olimpiyatlarda Fenerbahçeliler, Türk spor tarihine geçen işlere imza attılar. Aşağıdaki listede bu isimleri branşlara göre ayrılmış ve alfabetik sırada göreceksiniz. Kaynak bir yazı oldu. Emeği geçenlere teşekkürlerimizle…
Menajer Doğan Hakyemez maç başlarken elini Hüsnü Çakırgil’in sırtına koyduğunda, maç öncesinde ısınmış olması gereken oyuncusunun terinin buz gibi olduğunu fark etmişti. Yıllardır Fenerbahçeli taraftarların hâkimiyetindeki Spor ve Sergi Sarayı’nın tıklım tıklım ve sarı-lacivertli renklerle bezenmiş tribünleri, Türkiye Basketbol Ligi’nde 25 yıldır şampiyonluğa susamış seyircinin coşkulu tezahüratlarıyla inliyordu oysa. İyiye mi, kötüye mi yormak gerekirdi o “soğuk teri”?
Maç başladığında, bir süreliğine bu endişenin yersiz olduğu görüldü: 2 gün önce Bursa’da oynanan maçta Tofaş SAS’ı evinde hem de 97 sayı atarak farklı mağlup edip final serisinde 1-0 öne geçen Fenerbahçe, evindeki maçta da 7-0 öne fırlamıştı ilk dakikalarda. Üçe ulaşanın şampiyon olacağı seride Fenerbahçe için hiçbir şey ne “güç” ne “geç” olacak gibiydi sanki. Üç gün sonra, ilkbaharın sarmalamaya başladığı Adana’da hasret kalınan kupayı kaldıracak gibiydi sarı-lacivertliler..
Ama öyle olmadı.
7-0 geri düştüğünde soğukkanlılığını bozmayan Tofaş antrenörü Mete Babaoğlu alan savunmasına döndü. Fenerbahçe’nin skorerleri tıkır tıkır işleyen çarka sanki demirden bir çomak girmiş gibi bir anda istop etti. Tofaş 11-9 öne geçivermişti. Sarı-lacivertliler yine de şoku atlatıp devreyi 37-30 önde bitirmeyi başardılar. Ancak, Tofaşlı basketbolcular Fenerbahçe’nin keskin şutörlerine karşı tanksavarlarını artık keşfetmişlerdi.
İkinci yarı, Fenerbahçe’nin çarkı tamamen durdu: Sezonun açık ara en skorer takımı 20 dakikada 23 sayı bulabildi. Hüsnü Çakırgil üçlük denedikçe çemberi dövmüş, Levent Topsakal her içeri daldığında duvarlara çarpmış, Larry Richard ise pota altında Pete Williams karşısında etkisiz kalmıştı. Spor Sergi’nin sirene benzeyen düdüğü çaldığında skor tabelasında 61-60’lik Tofaş galibiyeti yazılıydı.
Hüsnü Çakırgil artık yalnız değildi: Şimdi binlerce seyirci buz kesmişti. Yakın tarihe gitti hafızalar. 83’te ve 85’te Calvin’li, Efe’li, Aliço’lu, Hakan’lı, Necdet’li, 88’de Williams’lı, Erman’lı, Ferhat’lı, Fatih’li, Şadi’li, 90’da Richard’lı, Fatih’li, Serdar’lı, Can’lı kadrolar nasıl şampiyonlukları son nefeste kaybettilerse, bu kadro da mı aynı akıbete uğrayacaktı? Adeta rakipsiz geçirilen bu sezon da “Şampiyon Fenerbahçe” diye haykırılamayacaksa, ne zaman haykırılacaktı?
26 Mayıs 1990 / Karar Günü
Neredeyse bir yıl öncesi.. Fenerbahçe sezonun şampiyonu Galatasaray’ı Ankara’da 95-86 yenerek ezelî rakibini üçüncü kez bozguna uğratmış ve tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanmış.
TRT spikerleri eskiden Cumhurbaşkanlığı Kupalarını “En büyük ve en anlamlı kupa” diye tarif ederlerdi. Gerçekten de bu kupa Fenerbahçe için çok değerliydi. Türkiye Basketbol Federasyonu’nun neredeyse her sezon değişen garip statüleri 1989-90 sezonunda da Fenerbahçe’yi vurmuş, Sarı Kanaryalar son derece formda ve açık ara lider bitirdikleri normal sezonun bitiminden tam 38 gün sonra ve maç temposunu tamamen kaybetmiş bir şekilde (eleme grubundan maç temposunu kazanmış bir şekilde yarı finale yükselen) Paşabahçe’nin karşısına çıkarılmışlardı.
Abdi İpekçi’de olaylı maç sonrası iki maçta elenen Fenerbahçe’de ağızları bıçak açmıyor, bir sezon sonra tekrar şampiyonluğa oynayacak takımın kurulup kurulmayacağını (başta Başantrenör Çetin Yılmaz ve Menajer Doğan Hakyemez olmak üzere) kimse bilmiyordu. Fikstürü hazırlayan ne düşünmüştü bilinmez ama Cumhurbaşkanlığı Kupası da 30 gün sonraydı.
NBA efsanesi Karem Abdul-Jabbar’ın da izlediği Ankara’daki maçın ilk yarısı da NBA’e nazire yaparcasına 57-53 gibi yüksek bir skorla Galatasaray lehine bitmiş, maçın bitiminde ise son gülen Fenerbahçe olmuştu.
“Devam” kararı bu maçtan sonra alındı. Fenerbahçe Başkanı Metin Aşık teknik ekibi görevde tuttu. Bu, son 8 sezonda 11 kez antrenör değiştirmiş Fenerbahçe için alışılmadık bir şeydi. Başkan Aşık bütçe konusunda da garanti verdi. Bu açık çek Yılmaz-Hakyemez ekibinin elini rahatlattı. Ligin en başarılı Amerikalısı “Aslan Yürekli” Richard, Kaptanlar Aliço ve Hakan, “Altobelli” Can ve Ferhat elde tutulacak, ayrıca play-offlarda “şut atarken elleri titremeyecek” oyuncular alınacaktı.
Bu tanıma uygun iki “transfer bombası” yaz aylarında patladı. Türkiye Liginin en iyi üçlükçüsü Hüsnü Çakırgil (İzmit takımı) Nasaş’tan, en gözde oyun kurucusu Levent Topsakal da (bir sezon önce Avrupa Kupalarında çeyrek finale çıkan ilk Türk takımı) Efes Pilsen’den Fenerbahçe’ye geçmişlerdi. (Gaziantep takımı) Beslen’den Bülent Tacettin ve (Mersin takımı) Çukurova’dan alınan eski oyuncu Kemal Dinçer de (efsanevi Fenerbahçeli basketbolcu Altan Dinçer ile voleybolcu Seçkin’in oğulları) yedek bankını kuvvetlendireceklerdi.
Hüsnü Çakırgil “elleri titremeyen şutör” olarak alınmıştı, gel gör ki yukarıda bahsettiğimiz Tofaş SAS maçında 9 sayıda kalarak finalin ikinci maçında ümitleri boşa çıkarmıştı. Çetin Yılmaz devreye girdi. “Atmaya devam et” dedi. “Girmezse yine at, işin bu”.
Attı Hüsnü Çakırgil.. 25 Mart’ta Adana’da oynanan finalin üçüncü ayağında 9/12’lik üçlük atarak 33 sayıya ulaştı ve takımını 99-65 galip getirdi. Final serisi sonunda da en skorer oyuncuydu “Play-off’un süperi” olarak seçilmişti. Demek ki Fenerbahçe, 1990 yazının transfer döneminde “turnayı gözünden vurmuştu”
Tıkanmış Düzen ve Bir Hesaplaşma
1990 yılı geldiğinde Türk basketbolu bir tıkanıklık içindeydi. Efe’li, Erman’lı, Mehmet’li Melih’li kuşağın 1981’de kazandığı Balkan şampiyonluğu ve katıldıkları Avrupa Şampiyonası’ndan sonra kuşaklararası geçiş sağlanamamış ve Türk millî takımı tarihinde ilk kez 12 yıl (1993’e kadar) Avrupa Şampiyonalarından uzak kalmıştı. Aynı dönemde ise 1983’te İtalya, 1987’de komşu Yunanistan, 1989 ve 1991’de Yugoslavya Avrupa şampiyonu olmuş, Türkiye ise Akdeniz’deki bu büyük basketbol dalgasının uzağına savrulmuştu.
Öyle ki, 1991 yılında Türkiye artık ana eleme turlarına (Challenge turu) bile giremiyor, o yaz Lüksemburg, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve İskoçya gibi ülkelerle ön eleme oynamak zorunda kalıyordu. 1991 Kasım’ındaki Challenge turuna ise Paşabahçe, Beslen ve Kolej’le oynayarak hazırlanacaktı.
Bu görüntünün tek sorumlusuymuş gibi, Levent Topsakal 1990-1992 arasında millî takıma alınmamıştı. 10 Ekim 1990’da karar açıklandığında Fenerbahçe camiası ayağa kalktı. Hüsnü Çakırgil de millî takımdan affını istedi. Basketbol camiası da artık bu tıkanıklıkların aşılmasını ve yeni jenerasyonun önünün açılmasını arzuluyordu. Arzular gerçek de oldu. 1992 Nisan’ında 24 yıllık Solakoğlu Başkanlığı sonlandı. Milli Takım yeniden yapılandırıldı. Levent Topsakal dahil yeni kuşak bayrağı devraldı ve Türkiye’yi 12 yıl sonra Avrupa Şampiyonası’na taşıdı.
Ve 1990-91 sezonu basketboluyla kendini kanıtlamış Levent Topsakal’ın Türk basketboluna ne kadar faydalı olacağını kanıtlamak istediği bir sezondu. Sezon sonunda takımı şampiyon olmuş, kendisi ise Reebok tarafından “Yılın Yıldız Basketbolcusu” seçilmişti..
17 Ocak 1991’den 30 Mart 1991’e
Basra Körfezi’nde Yüksek Gerilim, Antalya Körfezi’nde Düşük Tansiyon
Suudi Arabistan’da konuşlanan ABD öncülüğündeki koalisyon kuvvetleri 17 Ocak 1991 sabahı Saddam Hüseyin idaresindeki Irak’a karşı “Çöl Fırtınası” harekâtını başlattı. Tarihî günler yaşanıyordu. 2 Ağustos 1990’da komşusu Kuveyt’i işgal ederek adeta yutan Irak’a BM Güvenlik Konseyi’nin 29 Kasım 1990 tarihli kararıyla 15 Ocak 1991’e kadar Kuveyt’ten çekilmesi “ültimatomu” verilmişti. Süre dolduğunda ise Irak ordusu hâlâ işgali sürdürüyordu.
1990 yazında ilk kez özel televizyon kanalıyla tanışan Türk halkı CNN’in naklen yayınlarının ekranlarda gösterilmesiyle ilk kez bir savaşı evinden canlı takip etti. Takip edilen aynı zamanda dünya tarihinde yeni bir dönemin başlangıcıydı: 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolik olarak, 1990 yılında ise Almanya’nın yeniden birleşmesiyle fiilen sona eren Soğuk Savaşla birlikte dünya; Varşova Paktı’nın çöküşü ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla “iki kutuplu”luktan, ABD’nin tek “süper güç” olduğu “tek kutuplu”luğa evriliyordu. “Çöl Fırtınası” harekâtındaki başat rolüyle ABD kendi liderliğindeki yeni dönemin başladığını ilan ediyordu adeta.
Ortadoğu’da ve dünyada meydana gelen bu tarihî gelişmelerin Türkiye’yi, Türk sporunu ve Fenerbahçe’yi etkilememesi mümkün değildi. Savaşı yanı başında hisseden Türkiye’yi Irak’ın elindeki uzun menzilli füzelerin ve (Saddam Hüseyin’in 1988 yılında Halepçe’de kullandığı) kimyasal silahların endişesi sardı.
Irak’a karşı koalisyonun başını çeken ABD de endişeliydi. ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu liglerde oynayan Amerikalı basketbolcuları topladı ve bir dizi önlem paketi sundu (takımların tek yabancı hakkı vardı ve ligdeki 12 takımın 11’inin yabancıları Amerikalıydı). Başkonsolosluk, oyuncuların İstanbul’u terketmelerini gerektirecek bir durumun bulunmadığını ifade etti, ancak terör saldırılarına karşı müteyakkız olmalarını tavsiye etti.
Bu gelişme üzerine Basketbol Ligi’ndeki bazı takımlar da (27 Ocak’ta Beslen maçı için Gaziantep’e gidecek Fenerbahçe ve 18 Ocak’ta Çukurova’yla oynamak üzere Mersin’e gidecek olan Galatasaray dahil) güney ve güneydoğu illerindeki deplasman maçlarını düşünerek liglerin ertelenmesini talep ettiler. Bu arada Fenerbahçe’nin Amerikalı oyuncusu Larry Richard Gaziantep deplasmanına gitmek istemediğini Kulübe bildirdi.
ABD Başkonsolosluğunun telkinine karşın, bazı Amerikalı oyuncular Türkiye’yi terketme eğilimine girdiler. Nihayetinde de Çukurova, Efes Pilsen, Galatasaray, İTÜ ve Paşabahçe’nin Amerikalıları ülkelerine kaçtılar (bunun üzerine Efes Pilsen, Galatasaray ve Paşabahçe apar topar yeni Amerikalılar transfer ettiler). Larry Richard ise Fenerbahçe’nin 18 Ocak’taki Nasaş maçına çıkmadı ve karşılaşmayı tribünden izledi.
Ancak, tribünden izlerken de “Aslan Yürekli” olduğunu hatırladı belki de. Kalmaya karar veren az sayıdaki Amerikalıdan biri oldu. 27 Ocak’ta Gaziantep’teki Beslen maçına çıktı ve lakabının hakkını vererek 31 sayıyla galibiyeti takımına kazandırdı.
Kalmaya karar veren bir diğer Amerikalı ise yine Fenerbahçe’nin 1987’de Yaz Ligi’nde keşfedip Türkiye’ye getirdiği “Örümcek” Pete Williams’tı. Ve bu iki müstesna Amerikalı sezon sonunda takımlarına final oynattılar. Bu iki oyuncu sahada birbirlerine rakip olsalar da ABD’den beri dost ve kader arkadaşıydılar. 1987 Yaz Ligi’nde kendini göstermek için sahaya çıkmaya parası olmayan Richard’a Williams arka çıkmıştı. O sezon Williams Fenerbahçe’nin yolunu tutup Calvin’den beri Fenerbahçe taraftarının özlediği “spektaküler Amerikalı” rolünü doldurdu. Eczacıbaşı’nın yolunu tutan Richard ise “Baturalp’in piliçleri”yle birlikte iki Türkiye Ligi şampiyonluğu kazandı.
Bununla birlikte, 29 Mart 1991’de final serisinin Antalya’da oynanacak beşinci ayağının bir gün öncesinde sanki ibre tamamen Williams’a döner gibiydi. Fenerbahçe teknik kadrosu hayretler içinde Isparta’daki 4. maçta Richard’ın kolunu kaldırmaya bile mecalinin olmadığını görüyorlardı. Sağlık ekibi ise çaresizdi. Ligin ribaund kralı Richard da ne olduğunu bilmiyordu.
Kader ağlarını mı örüyordu? 1984-85 sezonunun finalinde Fenerbahçe ezelî rakibini rahat bir tempoyla yenip şampiyonluk maçına çıkarken oyun kurucusu Ali Rıza Limoncuoğlu’nun (Aliço) 40 derecelik ateşi nedeniyle takım neredeyse maçı baştan kaybettiyse, bu sezon da mı bir benzeri olacaktı?
Richard’a yapılan tedavide yorgunluktan dolayı kanındaki şeker oranının ziyadesiyle düştüğü anlaşıldı (bu ani düşüşlere Richard’ın 1992’den sonra giydiği Efes forması altında da tanık olunacaktı). İstanbul’da bu işin uzmanı Prof. Dr. Üstün Korugan arandı. Korugan, Richard’a iki serum bağlanmasını önerdi. Richard ayağa kalktı. Antalya’daki son maçta Tofaşlılar Richard’ın performansına inanamadılar. Oysaki Richard iki serumla ayağa kalkmıştı.
27 Mart 1991 / Görkem Yaraşır Fenerbahçe Şampiyonluklarına
Larry Richard’ın sağlık durumundaki bu keskin iniş-çıkış aslında Fenerbahçe’nin şampiyonluğu bir nevi riske attığının göstergesiydi. Zira, uzayan serilerde nispeten kuvvetsiz takımın umutlanıp daha dirençli hale gelmesine basketbol tarihi defalarca tanık olmuştu. Olmaya da devam edecekti. Örneğin, Fenerbahçe 2010-11 sezonunda Galatasaray’ı final serisinde 4-2 mağlup edip ezeli rakibinin sahasında kupa kaldırırken, ilk iki maçtaki 20 farklı galibiyetlerin ardından son dört maçta zorlanmıştı.
Kaldı ki, Fenerbahçe final serisinin 27 Mart’ta Isparta’da oynanan dördüncü ayağında şampiyon olmaya çok yaklaşmıştı. Normal sürenin son saniyesine Tofaş SAS 67-66 önde girerken, Fenerbahçe’nin hücumcuları yine tıkanmış, son topu kullanmak da savunmacı Ferhat Oktay’a kalmıştı. Faulle durdurulan Ferhat iki serbest atışı da baskete çevirse Fenerbahçe maçı 68-67 kazanacak ve maçın bitiş düdüğü de Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu ilan edecekti.
Olmadı öyle. Ferhat Oktay 1/2 attı, maç da uzatmaya gitti. Uzatmada da Tofaş maçı 76-74 alıp, seriyi 2-2’ye getirdi. Artık “galip kadar galipti” Tofaş. Futbol yorumcuları karıştı lafa.. “Fenerbahçe hasılat için seriyi uzattı” dediler. Halbuki, “Anadolu basketbolu sevsin” diye Federasyon’un tarafsız sahalarda oynattığı maçların hasılatı da Federasyon’a kaldığı yetmiyormuş gibi, takımların seyahat, iaşe ve konaklama masrafları da cabasıydı.
O sezonun yazgısı da o şekilde yazılmıştı işte. Böyleydi Fenerbahçe’nin şampiyonluk yolu. Meşakkatli, zahmetli ve alınteri dolu. Görkemli olur hep Fenerbahçe şampiyonlukları.. Son saniye serbest atışlarıyla şampiyonluğu yakıştırmamıştı tarih Fenerbahçe’ye..
29 Mart 1991 / Beklenen Görkem ve Giderilen Özlem
Rakip Tofaş’tı ama oyuncuları çok da yabancı değildi. İlk beşinde Fenerbahçe’nin 1982-90 arasındaki kadrolarında önemli yer tutmuş üç oyuncusu vardı: Efe Aydan, Fatih Özal ve Pete Williams. Zaten çok da centilmence geçti maçlar.
Bununla birlikte, bu demek değildi ki Tofaş şampiyonluğa “aç” değildi. Kuruluşundan beri resmî kupa kazanamamış Bursa kulübü şampiyonluk kupasının bir kulbuna tutunmuştu.
Ancak, Fenerbahçe hem “aç” hem “susuz”du. Hiddink’in futbol takımının teknik direktörlüğe getirildiği sezonun başındaki umutlar, ligin ilk maçındaki Aydınspor hezimetiyle başlamadan bitmiş, sarı-lacivertliler için neredeyse bütün sezon “bitse de kurtulsak” kabilinden geçmişti. Bu nedenle, Basketbol Ligi’ndeki şampiyonluk Fenerbahçelilerin o sezon tutunduğu son daldı. Koca bir camia bu şampiyonluğa kenetlenmişti (2017’deki Euroleague şampiyonluğu da farklı değildi aslında)..
Antalya’daki maçta Fenerbahçe baştan itibaren hiç bocalamadı. Ama Tofaş da gardını düşürmedi: İlk yarının ortaları geçilirken skor 23-23’tü. Türk basını müessese kulüplerinin şirketlerinin faaliyet gösterdiği sektörler üzerinden manşet atmayı sever. “Efes sarhoş etti”, “Ülker tat verdi”, “Telekom hatları kesti” veya “Tofaş Renault’u solladı” gibi başlıklar defalarca kullanılmıştır. Ancak, bu seride başrol Fenerbahçe’deydi ve Sarı Kanaryalar 23-23’ten sonra “vitesi beşe taktı” ki, Tofaş bir daha yetişemedi. İlk yarı bitmeden fark bir anda 20’ye çıkarken ikinci yarının ortalarına doğru ise skor 64-37’ye ulaşmıştı ki, Fenerbahçe rakibini adeta ikiye katlamış gibiydi. Sekiz dakika kala fark hâlâ 27 idi: 68-41.
Dedik ya, Fenerbahçe’ye görkemli şampiyonluklar yaraşır diye. Son sekiz dakika tek bir sayı bile atmadı Fenerbahçe. Bursa ekibi ise teslim olmuş ama daha “itibarlı” bir skor arayışına girmişti. Son sekiz dakikadaki 16-0’lık Tofaş SAS serisi sadece skoru belirledi: 68-57’lik galibiyetle şampiyondu Fenerbahçe.
Türkiye Ligi öncesindeki Türkiye şampiyonluklarını İstanbul (1957 ve 1959) ve İzmir’de (1965) kucaklamıştı Fenerbahçe.. Şimdi Fenerbahçe basketbol takımını tarihte ilk kez misafir eden Antalyalılar sarı-lacivertlileri şampiyon gönderecekti İstanbul’a.
İkinci yarı boyunca zafer şarkıları söyleyen Antalyalı Fenerbahçeliler bitime 17-18 saniye kala top artık top saklama ustası Aliço’nun elindeyken geri sayıma başladılar. 1982-83 sezonundan beri şampiyonluk kovalayan Aliço ne topu verdi, ne fileyi ne de formasını.. Kupayı kaldırışındaki heybet de 25 senelik özlemi yırtıp atan bir coşkuylaydı.
Normaldi.. “Şampiyon” kelimesi bir kez daha en çok yakıştığı isim olan Fenerbahçe’nin önüne gelmişti..
Bir süredir yayınlamayı sürdürdüğüm Türk spor yapılanmasının ilk yıllarına ait hukuki metinlerde bugün sırayı, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ), 1922-1925 yılları arasında, Türkiye’deki Spor Teşkilatlanmasını kayıtlara geçirdiği belge alıyor.
Hatırlanacağı üzere Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın 1922 yılında yazılmış kuruluş tüzüğünün ve TFF’nin 1923 yılında FIFA’ya katılırken kabul ettiği tüzüğün bazı maddeleri ile 1924 İlk Türkiye Birinciliği Organizasyonu Talimatnamesi ve programını geçtiğimiz günlerde sitemizde yayınlamış, bu metinlere dayanarak Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 1959 öncesi şampiyonluklar konusundaki tezine hukuki bir temel oluşturmaya çalışmıştım.
Çevirisini yaparken beni fazlaca heyecanlandırmış olan belge; ortaya koyduğu detaylar ile Türk spor yapılanmasının kuruluşundan itibaren organize, kurumsal ve resmi nitelikte olduğunu kanıtlıyor. Türk spor tarihinde ilk kez yayınlanan bu belge üzerinde yaptığım değerlendirme ve analizlerin, başta 1959 öncesi Şampiyonluklar olmak üzere, döneme ilişkin meselelerin çözüme kavuşturulmasında önemli bir kaynak olacağı düşüncesindeyim. Yazının son kısmında, belgede İstanbul Bölgesi’ne ilişkin yazılan bilgileri aktaracak, İstanbul’un spor hayatına ve kulüplerine ilişkin sayısal detaylara da yer vereceğim.
Kuruluşundan (1922), ikinci genel kongreye kadar (18 Eylül 1925); Genel Merkez, Federasyonlar, Bölgeler ve Spor Kulüpleri hakkında bilgiler
Hami Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Fahri Başkan Başbakan İsmet Paşa Hazretleri
Himaye
Yukarıda belgenin başlığı ve giriş sayfasını görüyorsunuz. Israrla üzerinde durduğumuz “1959 Öncesini İnkar Cumhuriyeti İnkardır” tezi adeta giriş sayfasındaki ifade ile vücut buluyor. Dönemin spor yapılanmasını “gayrıresmi” olarak niteleyen karşı tezi, TİCİ’nin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa himayesinde ve Başbakan İsmet Paşa Fahri Başkanlığı’nda faaliyet gösteren bir kurum olduğunu kanıtlayan bu ifade ile çürütmüş oluyoruz. Devam eden satırlarda sözü edilen tezin, daha birçok yerde çürütüldüğüne tanık olacaksınız.
25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde 1924 Türkiye Futbol Şampiyonluğu resimlerinden: Heyet-i vekile büyük müsabakaları temaşa ederlerken. (Kaynak : Wikipedia)
9 Federasyon – 18 Bölge – 120 Kulüp – 10.000’i Aşkın Sporcu
Belge, 1922-1925 yılları arasında Türkiye’de 9 spor branşının Federasyonunun kurulduğu bilgisini bize veriyor. Bunlar;
Yine belgede Türkiye’nin 18 bölgeye ayrıldığını ve her bir bölgenin kendine ait yöneticilerinin olduğunu görüyoruz. Bu bölgeler;
Edirne, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Adana, Antalya, Ankara, Giresun, Trabzon, Uşak, Balıkesir, Bursa, Samsun, Denizli, Canik, Konya, Kocaeli ve Ordu Spor Teşkilatı.
Yukarıdaki 18 bölgede TİCİ’ye katılmış kulüplerin tamamının isimleri belgede sıralanmış durumda. Bu bilgiden, o dönemde, Türkiye’deki toplam spor kulübü sayısı olan 120’ye ulaşıyoruz. Ayrıca ülkedeki toplam sporcu sayısı olarak 10.443 karşımıza çıkıyor.
Belge üzerinde yapılabilecek bir diğer değerlendirme de spor dallarının ülkedeki faaliyet dağılımı. Tüm bölge yöneticilerinin genel merkeze gönderdiği raporlarda yer alan bu bilgiden, hangi spor dalının kaç bölgede faal olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Futbol: 18 Bölgenin 17’sinde Atletizm: 18 Bölgenin 14’ünde Güreş: 18 Bölgenin 4’ünde Denizcilik: 18 Bölgenin 5’inde Bisiklet: 18 Bölgenin 4’ünde Atletik: 18 Bölgenin 4’ünde Boks: 18 Bölgenin 3’ünde Hokey: 18 Bölgenin 1’inde Tenis: 18 Bölgenin 1’inde Eskrim: Kuruluş aşamasında.
Görüldüğü üzere futbol, hem kurulma hem de gelişme (belgedeki tanımlamasıyla “inkişaf”) bakımından diğer spor dallarının hepsinden ileride yer almaktadır. Futbol, genel merkeze gönderdiği raporda yeterli bilgi vermeyen Antalya Bölgesi hariç, tüm bölgelerde faaldir ve bölgelerin tamamının gönderdiği raporlarda ilk sırada yazılmıştır.
25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde 1924 Türkiye Futbol Şampiyonluğu resimlerinden : Konya mıntıkasını temsil ederek Ankara’ya gelen Konya futbolcuları. (Kaynak : Wikipedia)
“Resmî” Teşkilat
TİCİ’nin devletin himayesinde teşkilatlandığını, buradan hareketle TİCİ tarafından yapılan organizasyonların “resmi” nitelik taşıdığını defalarca dile getirmiştik. Bu belge üzerinde yaptığımız bir diğer analiz ile, teşkilatın bu niteliğini kanıtlamış olacağız.
Belgede isim, adres ve meslekleri hakkında bilgiler verilen yöneticilerin sayısını 126 olarak belirledik. Bu sayıya; başkanlığını Galatasaray’ın kurucularından olan Ali Sami Bey’in yaptığı, Genel Merkez Yönetim Kurulu üyeleri, Federasyon Yönetim Kurulu üyeleri ve Bölge Yönetim Kurulu üyeleri dahil edilmişken, sayıları 120 olan Spor Kulüplerinin yöneticileri ise hariç tutulmuştur.
Bu ayrımı, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nı yalnızca isminin günümüz Türkçesi’ndeki anlamı olan “Türkiye Spor Kulüpleri Birliği”ne dayanarak, günümüzün “Kulüpler Birliği” statüsünde değerlendiren ve bu doğrultuda 1959 öncesi organizasyonları “gayrıresmi” olarak niteleyen tezi çürütmek için yapan aslında biz değiliz. Spor Kulüplerinin yöneticilerinin isimlerine belgede yer vermeyerek bu ayrımı Ali Sami Bey’in başında bulunduğu TİCİ Genel Merkezi Yönetim Kurulu yapmış durumda.
Peki Türk Sporunun 126 yöneticisinin meslekleri neydi? Federasyonlarda, Bölgelerde, Genel Merkezde görev yapan bu kişiler profesyonel olarak nereye bağlıydılar? Bu soruların cevabı bizi, TİCİ’nin resmi bir teşkilat olduğu gerçeğine daha da yaklaştıracak. Basit bir ayrım ile 126 kişinin sadece 40 tanesi özel sektörde, kalan 86 kişi ise devletin çeşitli kurumlarında değişik kademelerde çalışmakta olduğunu anlayabiliyoruz. Bu iki sayı bize TİCİ teşkilat yöneticilerinin %68’nin devlet memuru olduğunu göstermektedir. Bu memurlar arasında valiler, öğretmenler, doktorlar, çeşitli rütbelerden askerler vardır.
Türkiye’nin En Büyük Spor Kulübü
Belgede İstanbul Bölgesi ile ilgili kayda geçirilen bilgilerin yer aldığı bölümü aktararak yazımızı sonlandırıyoruz. İstanbul bölgesi, teşkilata kayıtlı 25 kulübü ile ülkenin sportif olarak en faal bölgesi durumunda. Bölgenin bir diğer özelliği olarak, teşkilata bağlı, federasyonu kurulmuş bütün spor dallarının bölgede faal olmasını gösterebiliriz. Ülke çapında teşkilata kayıtlı sporcuların üçte biri, kulüplerin ise beşte birinin İstanbul bölgesinde yer alması da dikkate değer bir başka noktadır. Fenerbahçe’ye bu noktada özel bir yer vermek gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü 1922-1925 yılları arasında, bünyesindeki 576 sporcusu ile sadece İstanbul’un değil, aynı zamanda Türkiye’nin de en büyük spor kulübü olduğu bu belge ile ortaya çıkmıştır.
25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde Fenerbahçe ve Polonyalı futbolcular. (Kaynak : Wikimedia Commons)
İstanbul Bölgesi
Rengi: Kırmızı
İttifaka Kabul Edildiği Tarih: İlk olarak kurulmuş olup, Birinci resmi kongresi Haziran 1923’te yapılmıştır.
Merkezinin Bulunduğu Yerin Adresi: Eminönü Rıhtım Han, numara:10
Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri Başkan: Servet Bey (Sultanhamam İstanbul Ticaret Odası Müdürü) İkinci Başkan: Burhanettin Bey (Babıali Şeref Sokağında Yenises Gazetesi Yazı Heyetinden Genel Sekreter: Hamit Bey (Anadoluhisarı – İdman Yurdu) Muhasip Veznedar: Saim Turgut Bey (İstanbul Erkek Lisesinde Öğretmen) Müfettiş: Mahmut Eşref Bey (Sultanhamamda İstanbul Ticaret Odasında )
Bölgedeki Spor Sahaları ve Sahiplik Durumları: Taksim’de eski kışla avlusunda (Manifatura Tüccarı Münazırzade Abdulaziz Bey tarafından kiralanmış), Kadıköy İttihat Spor Kulübü Meydanı: Günümüzde Beşezade Emin Bey idaresinde
Bölgede faaliyet gösteren Spor Branşları: (Sporun bölgedeki gelişmesi sırasıyla) Futbol, Atletizm, Güreş, Hokey, Denizcilik, Tenis, Bisiklet, Basketbol ve Voleybol, Boks
Bölgede Federasyona Üye Olmayan Kulüp Sayısı : Sekiz Türk Kulübüdür.
İstanbul Bölgesindeki Spor Kulüpleri
25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde 1924 Türkiye Futbol Şampiyonluğu resimlerinden : İstanbul sporcularını Ankara istasyonunda istikbal. (Kaynak : Wikipedia)
Not : En üstteki fotoğraf, 25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde 1924 Türkiye Futbol Şampiyonluğu resimlerinden… İstanbul sporcularını Ankara istasyonunda istikbal. (Kaynak : Wikipedia)
Hayatı “Başka bir ülkede yaşıyor olsaydı” parantezine alınacak kadınlardan biriydi. Evet, başka bir ülkede olsa, kitabı yazılırdı. Takım arkadaşları gibi… Ve maalesef Mahiru Akdağ da gitti. En azından biz, onu Fenerbahçe tarihinde unutulmaz bir yere koyacağımıza söz veriyoruz. Huzurlarınızda takım kaptanı Ayten Salih tarafından yapılan 26 Mart 1956 tarihli bir röportajı ile Mahiru Akdağ…
“Hakikatler hiçbir zaman doğru olarak kabul edilmez. Ya iltifat ya hakaret telakki edilir”
Yukarıdaki satırlar ne bir atasözüdür, ne de meşhur bir muharririn kaleminden çıkmıştır. Bu güzel vecize istikbalin avukatı ve şampiyon takımımızın III. pasörü olan Mahiru Akdağ’a aittir.
Voleybola orta I, baskete de II’de başlayan Mahiru’nun yukarıdaki vecizesinde de her şeyi olduğu gibi kabul eden, sporcu zihniyeti hakim. Maçlarda bilhassa soğukkanlılığıyla tanınmış olan bu moral yükseltici arkadaş hakikatte bilhassa oyuna çıkarken o kadar heyecanlanırmış ki başlayınca hiç heyecan kalmazmış…
Unutamadığın maç?
Üniversiteye yenilişimiz pek içime işlemişti. Aklıma geldikçe maçı boşu boşuna verdiğimiz için üzülüyorum. Sebep mi? Takımın moral noksanlığı. Yegane kusurumuz da bu zaten. Laf aramızda kaptanın o günkü kötü oyununu da ilave etmek lazım. (Şimdiye kadar röportajını yaptığım arkadaşlardan hiçbiri bu hakikati yüzüme karşı itiraf etmek cesaretini gösteremedi. Bu bakımdan da onu tebrik etmek isterim. Yalnız “Bu sözümü iltifat diye de kabul edebilirsin” dememeliydin yavrucuğum. Çünkü hakikatleri iltifat veya hakaret diye kabullenmek senin meşhur vecizene de uymaz…)
Maç Alışkanlıkları
Maça girerken, oynarken ve maçtan sonra ne düşünürsün?
Girerken heyecandan bir şey düşünmem, oynarken mümkün olduğu kadar faydalı olmayı, elimdeki pasları en iyi şekilde kullanmayı ve arkadaşların maneviyatını yükseltmeyi, (İtiraf etmem lazım ki bu bakımdan Mahiru en çok bana faydalı oluyor) maç sonunda neşeli isem o an hiçbir şey düşünemem, mağlupsak söylene söylene çıkarım.
Boş vakitlerinde sinemaya giden ve kitap okuyan Mahiru bilhassa Maxim Gorki’nin hayranı. Daha sonra Emil Zola, Panait Istrati ve Pearle Buck isimlerini sıralıyor. Şairlerden Yahya Kemal bir tanedir diyor. Cumhuriyet gazetesini ve bilhassa siyasi makaleleri pek dikkatle takip eder. Kadın artistlerden yalnız bir tanesini (Susan Hayward) erkeklerden ise o kadar çok beğendiğim var ki hangisini söyleyeyim diyor : James Mason, Jeff Chandler, Humphrey Bogard…
Müzikle aran nasıl?
Severim ama pek anlamam. Caz müziğinden hoşlanırım tabii. (Hangi genç hoşlanmıyor ki?..)
En beğendiğin yemek?
Çerkez tavuğu… Ağzıma layık! (Acaba Çerkezlik var mı?!)
Gri tondaki renkleri sevdiği halde evde hep frapan giymekten hoşlanırmış. Hülya kurmaya bayılırmış. Doğruluğu pek sever, yalancılara, kendini beğenmişlere, şöhretten şımaranlara çok kızarmış.
İdealler
İdealin ne?
Her bakımdan mükemmel bir insan olmak. Sporda ise millî formayı giyebilmek ama benim için bu pek kolay olmasa gerek… (Bu kadar tevazu da fazla canım…)
Beğendiği sporcular : Ümran, Lale, Sevim (tabii başta o da takım arkadaşlarını sıralıyor.) Can, Yılmaz, Granit, Erdal. Futbol maçlarını yakından takip eden Mahiru Fenerbahçe’nin mağlubiyetine o kadar üzülüyor ki… Geçen gün benim önümde Niyazi’yi müthiş bir haşladı. Altay mağlubiyetinin kızgınlığı hâlâ devam ediyor olmalı ki (Lefter hariç hiçbirini beğenmiyorum) diyor. Halbuki kaç kere ağzından “Bayılıyorum şu Basri’ye, Şükrü’ye… vs.” dediğini işittim. (Baygınlığının ilelebet devam etmesini temenni ederim!. İyi bir temenni değil senin için ama Fenerbahçe için razı olursun herhalde…)
Evlilik hanımlarda, spora manî midir?
Bence değil ama, erkeklerin fikrini bilmiyorum…
Mesela müstakbel eniştemizi (!) bu hususta zorlar mısın?
Aile içinde herkesin zevklerinden biraz fedakarlık etmesi lazım geldiği kanaatindeyim…
Ayrılırken ben sormadan “Hayatta en zor şey gazetecilere (!) cevap vermekmiş” diye ilave etti. Baktım, yanakları kızarmıştı hakikaten. En binlerce kişinin karşısına çıkmak sahaya çıkmaktan kolay olmasa gerek!..
Ayten Salih / 26 Mart 1956 – Mahiru Akdağ ile Röportaj
Not : “Fenerbahçe’nin Şampiyon Kızları” albümüne bu linkten ulaşabilirsiniz.
Yukarıdaki fotoğraf 1955 yılında, Ankara’da çekilmiş. Yılmaz Gündüz’ün ve İnci Yiğit’in düğünlerinden… Sayın Murat Gündüz sağ olsun, sayesinde biliyoruz. Bugünkü konumuz “Altan Dinçer Fenerbahçe’de” diyebilmek için kulübün başına gelenler. Muhtar Sencer ile beraber Fenerbahçe basketbol şubesinin kurucusu olan Cem Atabeyoğlu, doyumsuz kalemiyle, Altan Dinçer’in Fenerbahçe’ye transferini anlatıyor.
Fotoğrafta ise kimler yok ki… Altan Dinçer, Cem Atabeyoğlu, Muhtar Sencer, Erdoğan Karabelen, Sacit Seldüz, Rüştü Dağlaroğlu, Reşat Dermanver, Selahattin Torkal, Basri Dirimlili… Hepsi nur içinde yatsın.
Bir sabah Cağaloğlu’ndaki evime gelen Muhtar Sencer o telaşlı haliyle, “Mahvolduk… Mahvolduk…” diye içeri dalmıştı. Ve kendini holdeki koltuğun üzerine külçe gibi bırakırken “Altan’ın lisansını alamıyoruz. Mahvolduk” diye inlemişti.
Sevgili dostumun tarifsiz bir heyecan içinde anlattığına göre, Altan Dinçer, Teşvik Turnuvası’nın bir maçında Vefa takımında oynadığı için Beden Terbiyesi Bölgesi bu sporcunun transferine izin vermiyordu. Bir sporcunun, bir sezon içinde iki takımda yer alamayacağı yolundaki genel prensip, Altan Dinçer’in Vefa’dan Fenerbahçe’ye transferini engelliyordu.
Ben de şok olmuştum. Kafamı toparlamaya çalıştım zorlukla. Sonra çalışma odama geçip, oradaki yönetmeliklere sarıldım. Bildiğime inandığım bir hususu bir kez de gözlerimle görüp kendi kendime kanıtlamaya çalıştım. İncelediğim yönetmelikler beni rahatlatmıştı. Salonda döndüğümde Muhtar bir yandan kahvesini içiyor, bir yandan da karşısına oturttuğu rahmetli anneme olup bitenleri anlatmaya çalışıyordu.
“Kahveni iç, gidelim” diye konuştum.
Muhtar’cık şaşırmıştı. Fakat yine de iki yudumda kahvesini içti:
“Nereye gideceğiz?” diye sormaktan da kendini alamadı.
“Nereye olacak?” dedim sakin bir sesle “Bölge’ye, Altan’ın lisansını almaya gideceğiz”
Asla inanmamıştı, daha doğrusu inanamamıştı bir türlü. Nitekim yolda durmadan aynı konuyu tekrarlıyordu:
“Vefalılar, Teşvik Turnuvası’nın maç kağıdını getirip Bölge’ye vermişler. Altan oynamış bu maçta. Nasıl faka bastık yahu?” diyordu durmadan.
“Üzme kendiniii” diyordum ona “Bir de ben konuşayım bakalım”
“Konuşmasına konuş ama, bitti bu iş artık” diye söyleniyordu arkadaşım.
Ne Yapıp Edip O Lisansı Almalıydık
Muhtarcığım alabildiğine büyük bir karamsarlığın içindeydi. Onu gayet iyi tanırdım. Ne söylesem onu feraha çıkaramazdım. Bu konuda onu bu büyük karamsarlıktan ancak Altan’ın lisansını kurtarabilirdi.
O zamanlar Beden Terbiyesi İstanbul Bölge Müdürlüğü’nün Sicil ve Lisans Servisi Şefi, Sorbon Üniversitesi’nin Yüksek Matematik bölümünden mezun olmuş rahmetli Raşit Bey’di. Cin gibi zeki, yönetmelikleri ezbere bilen, son derece dürüst, fakat asık suratlı bir insandı rahmetli. Hayli de sertti. Muhtar’ı koridorda bıraktım, odasına tek başıma girdim. Reşit bey, beni karşısında görünce, gözlüklerinin üzerinden baktı her zamanki gibi donuk sesiyle;
“Hoş geldin.” Dedi ve hemen arkasından sordu “Hayrola bir şey mi var?”
“Altan’ın lisansını almaya geldim Reşit Bey” diyiverdim.
Gözlüklerinin üzerinden attığı bakışları birden sertleşiverdi:
“Muhtar’a söyledim.” Diye homurdandı. “Altan, Teşvik Turnuvası’nda Vefa’da oynamış. Resmi maçta oynamış bir oyuncunun aynı sene içinde başka bir kulübe transferi yapılamaz. Bilmiyor musun? Seneye alabilirsin ancak”
Sakince sordum kendisine:
“Teşvik Turnuvası resmi maç mıdır Raşit Bey?”
Bakışları alabildiğine alevlenmişti o anda:
“Bölge tarafından düzenlenen Teşvik Turnuvası’nın resmi maç olduğunu bilmiyor musun sen?” diye homurdandı.
Kara Kaplı Kitap Ne Diyor?
Yine masum bir tavır takınmaya çalıştım:
“Kabul Reşit bey. Fakat hangi kitabın hangi maddesine göre?” diye konuştum. “Bunu bana gösterirseniz, bir daha böyle hataya düşmem”
Rahmetli Reşit Bey, bana bir şey öğretmek hevesiyle işin üzerine eğildi. Çekmecesinden “Basketbol Müsabaka Yönetmeliği”ni çıkardı. Sayfalarını birkaç kez baştan sona karıştırdıktan sonra:
“Buraya alınmamış ama resmi maçtır Teşvik Turnuvası” diye söylendi.
Cüretimi birden arttırıverdim:
“Fakat bu söylediğiniz, Basketbol Müsabaka Yönetmeliğinin son maddesine biraz ters düşmüyor mu Reşit Bey?” diyiverdim.
Adamakıllı öfkelenmişti. Bu öfkeyle yönetmeliğin son sayfasını açtı ve son maddeye baktı. Bu son maddede “Bu yönetmelikte yer almayan hususlar için Futbol Müsabaka Yönetmeliği esas alınır” diyordu. O bu maddeyi okurken, cebimden çıkardığım Futbol Müsabaka Yönetmeliği’ni usulca masası üzerine bıraktım. Bu yönetmelikte “Resmi Müsabakalar”ın ne olduğu açıkça izah eden bir madde vardı. Onu gösterdim. Okudu. Bu maddede Teşvik Müsabakaları diye bir kayıt yoktu. Olamazdı da zaten Teşvik Turnuvaları yalnız basketbol ve voleybolda vardı. Ve takımları liglere hazırlamak amacıyla düzenlenirdi. Reşit Bey fena halde öfkelenmiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Üst üste belki üç dört defa okudu maddeleri. Sonra yine gözlükleri üzerinden baktı bana yine:
“Sen de biliyorsun ya Teşvik Turnuvaları’nın resmi maç olduğunu” diye homurdandı.
Boynumu büküp öfkeli gözlerine baktım: “Kara kaplı kitabın söyledikleri yanında benim bildiklerimin ne değeri olabilir ki Raşit Bey?” diye konuştum.
Durdu, uzun uzun düşündü. Kara kaplı kitap, onun pek büyük bir sadakatle bağlı olduğu şeydi. Birden çekmecesini çekti., bir lisans çıkardı. Bana uzatırken yüzünde ve bakışlarında hafif bir tebessümün bir an için belirip uçtuğunu fark ettim.
“Maddelerdeki açıklardan faydalandın” diye söylendi.
“Vazifemiz de bu Reşat Bey” diyiverdim gayriihtiyari.
Bu kez yüzünde, bir an için de olsa açık ve seçik bir tebessüm belirmişti:
“Hak ettin” diye söylendi “Al Altan’ın lisansını, git”
Altan Dinçer Fenerbahçe’de
Lisansı kapmamla teşekkürü basıp odasından fırlamam bir oldu. Kapının önünde tarifsiz heyecanlar içinde, piposunu kemire kemire volta atmakta olan Muhtar’a elimdeki lisansı uzattım.
“Al bakalım Altan’ın lisansını” diye söylendim.
Muhtarcık, elinde tuttuğu lisansa hayretler içinde bakıyor, gözlerine inanamıyordu sanki. Sonra birden boynuna sarılıp “Allah Allah” nidalarını atmaya başlamıştı.
İşte koca Altan Dinçer, yönetmeliklerdeki küçücük bir madde açıklığı sayesinde resmen Fenerbahçeli oluvermişti böylece.
Elbette ki Fenerbahçeli milli futbolcu Yaşar Alpaslan’ın özbeöz yeğeni olan Altan Dinçer de “Oğlan çocuk dayıya çeker” sözünü boşa çıkarmayıp Fenerbahçeli olacaktı. Seneler sonra Altan, yine Fenerbahçeli bir bayan voleybolcu olan Seçkin ile evlenecek ve yıllar sonra da bu Fenerbahçeli çiftin çocukları Kemal Dinçer, Sarı-Lacivert’li forma altında basketbol oynayacak, takım kaptanlığı yapacak ve sonunda takımın menajeri olarak başa geçecekti.
Fenerbahçe’nin 1950’li yıllarda Türk sporuna vurduğu damgada kadın sporcuların emeği yadsınamaz bir gerçek olarak ortada duruyor. Canel Konvur da bu gerçeğin en önemli isimlerinden biri. Tapfereritter efsane sporcumuzu yazdı.
1926 yılında Mübeccel Argun’la atletizm pistlerinde ilk kez temsil edilmişti Fenerbahçe. Ama 1940’lardaki ikinci kuşağın ardından sarı-lacivertli bir kadın atletizm takımının kurulması 1957’yi bulmuştu.
Fenerbahçeli milli atlet Ünal Uyguç’un girişim ve gayretleriyle ağırlıklı olarak Nişantaşı-Çamlıca Kız Liseleri öğrencilerinden oluşan bir takım ortaya çıkmıştı. Devir zaten Fenerbahçe’nin “Altın Kızları”nın devriydi ve Ayten Salih önderliğindeki voleybol ve basketbol takımları 1955’ten beri bütün şampiyonlukları topluyorlardı.
Canel Konvur Piste Çıkıyor
İlk başarısını da 26 Ocak 1958’de Atatürk Kır Koşusu’nda şampiyon olarak yaşıyordu Fenerbahçe takımı.. Yarışın birincisi ise adından yıllarca bahsettirecek 19 yaşındaki Canel Konvur’du.
19 Temmuz’da yüksek atlamada 1.43’le ilk Türkiye rekorunu kırmıştı Konvur. Bu rekor bugün için düşük gelebilir. Ancak o dönem çıtayı geçenlerin bugünkü gibi mindere değil kum havuzuna düştüklerini hatırda tutmak, çabalarına ayrı bir saygı duymak gerekir. Konvur’un yıldızının parladığı dönemde Romanya’nın efsanevi atleti Yolanda Balaş (1958-1964 arası Olimpiyat ve Avrupa şampiyonu) çıtayı 1.78’e yükseltmişti. (Bükreş’te yıllardan beri Balaş’ın adının verildiği bir stadyum var).
2 Ağustos 1959’da Fenerbahçe kadın takımı Beyoğluspor’u geride bırakıp atletizmdeki ilk İstanbul şampiyonluğuna ulaşırken Konvur rekor kırdığı branşlara uzun atlamayı da eklemiş, ayrıca 80 metre engelli de koşmaya başlamıştı. O yıldan itibaren milli takımlarımızda da değişmeksizin yer almaya başlayan üç kadın atletimizden biri Fenerbahçeli Canel Konvur olmuştu (diğerleri Ankara’nın yıldızları Gül Çıray ve Aycan Önel’di).
Yükseğe atlama kabiliyetiyle dikkat çeken bu genç kız, 1955’ten beri İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını elinden bırakmayan Fenerbahçe kadın voleybol ve basketbol takımlarının da radarına girmişti. Konvur parkelerde de önce yedek sonra as oyuncu olarak yeralmaya başlamış, bu iki sporda 1961’e kadar seri İstanbul ve Türkiye şampiyonlukları kazanan bu efsane takım için ter dökmüştü. Sarı-lacivertliler 1960-61 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Türkiye’yi temsil eden ilk kadın voleybol takımı olarak Romen Dinamo Bükreş’in karşısına çıktığında da ilk altıda Canel Konvur vardı.
Bu yükselişinin ödülünü de 1962 yılında ilk kez Voleybol Milli Takımı’na seçilerek aldı. Böylece Fenerbahçeli Canel Konvur iki ayrı spor dalında milli formayı giyme onuruna erişmiş ilk Türk kadın sporcu oldu.,
Sporculuk Hayatının Sonu
Konvur 1966’da aktif sporculuk hayatını noktalarken Fenerbahçe kadın atletizm takımı 1959’da eline geçirdiği İstanbul şampiyonluğunu kesintisiz sürdürüyor, kadın voleybol takımının üçüncü kuşağı ise yeni İstanbul ve Türkiye şampiyonlukları serisine hazırlanıyordu..
Konvur ise rekorlarla, şampiyonluklarla, “en”lerle ve “ilk”lerle dolu bir spor geçmişi bırakıyordu gerisinde.. Her şeyden önce Olimpiyatlarda Türk milli takımlarına açık ara en fazla sporcu gönderen kulüp olan Fenerbahçe’nin “ilk Olimpik kızı”ydı.. Ve 4 Haziran 2018’de Bodrum’da ebediyete yolcu edilirken de Fenerbahçe ve Türk bayraklarına sarılı bir şekilde uğurlanıyordu.
Mirsad Türkcan potayı tam karşıdan gören bir pozisyonda topu üç sayı çizgisinin gerisinde aldığında her zamanki özgüveniyle çembere yolladı. Ve fileden çıkan “çuf” sesiyle skor 3 dakika 15 saniye kala 87-62 oldu. Fenerbahçe finalde Efes’e karşı 3-0 öndeydi ve 4. maçta da şov yapıyordu.
O zamana kadar repertuarındaki tüm şampiyonluk şarkılarını söylemiş ve dünyanın en güzel klasiği olan “Sarı.. Lacivert.. Şampiyon.. Fener..” tezahüratına sahanın yörüngesinde defalarca tur attırmış olan Fenerbahçe taraftarı, aynı anda kalan saniyeleri ve bu tempoyla atılacak sayıları hesapladı. Binlerce kişi adeta göz ucuyla anlaştıktan sonra, tribünün farklı köşelerinden aynı anda “Yüz.. yüz.. yüz..” bağırışları başladı.. Fenerbahçe tribünlerinin kalbinin aynı anda attığı sayısız anlardan biri..
1991 yılındaki şampiyonlukta 17 yaşında olan ve A takımla yeni yeni oynamaya başlayan İbrahim Kutluay (diğer tüm yıldızlar alkışlanmak üzere tek tek kenara gelirken) sahadaydı. Bitime saniyeler kala attığı üçlükle 98-73’ getirmişti skoru. Son saniyede pota altında kesilen ve faul kokan bir pozisyonun nihayetinde 100. sayıya ulaşamamıştı Fenerbahçeliler. Ama ne gam? Sarı-lacivertli kulübün potalardaki tarihinde en görkemli şampiyonluklarından birine tanık olunuyordu Abdi İpekçi Spor Salonu’nda.
Potalarda Yeniden Fenerbahçe Devri
Daha da önemlisi bir Efes devri kapanıyor, (hâlâ süren) Fenerbahçe devri başlıyordu.
Bu devirlerin açılış ve kapanışlarında o pota altında faulle kesilen hücumların de rolü vardı. 28 Nisan 1992’de yine Abdi İpekçi’de oynanan yarı final ikinci maçında, Fenerbahçe Efes Pilsen’e karşı seride 1-0 gerideydi. İkinci maçı da akıl almaz olaylar dizisi sonucunda 84-83 kaybederek elenmişti. Bir önceki sezonun şampiyonu, son iki sezonun Cumhurbaşkanlığı Kupası sahibi, son üç sezonun normal sezon lideri Fenerbahçe bayrağı Efes Pilsen’e kaptırmıştı.
28 Nisan’daki maçta son saniyelere Fenerbahçe 83-80 önde girmişken, Levent Topsakal’ın taktik faulü sonrası Altar Tunçkol faul çizgisine geçmiş, ilkini atıp ikincisini (bilerek) kaçırmış, Kenny Green hücum ribaundunu almış, basket-faul yaratmış ve skoru biranda 84-83 Efes lehine döndürmüştü. Fenerbahçe’nin maçı lehine çevirebilecek son hücumu ise pota altında faulle durdurulmuş ama Necip Kapanlı-Derya Uzgören ikilisi önlerine kapanıp yakını görememişlerdi.
Sezonu rakipsiz götüren Fenerbahçe bu maçla şampiyonluğu yitirse de, müteakip sezonlarda iddiasını yitirmedi. Ancak, sezon sonuna doğru Halil Üner’i gönderip yıllarca altyapısında antrenörlük yapan Aydın Örs’ü A takıma yükselttikten sonra aynı sezon şampiyonluğa ulaşan Efes Pilsen’in önderliğindeki yüksek bütçeli “müessese takımları”nı geçemedi. 1992’den 2006’ya kadarki 15 sezonda Efes Pilsen 9, Ülkerspor 4 ve Tofaş 2 şampiyonluk kazanmış; bu üçlüye direnebilen tek “gençlik kulübü” Fenerbahçe olmuştu. Ezeli rakipler ise küme düşmenin eşiğinden döndükleri sezonlar yaşamışlardı.
Müesese Takımlarına Karşı
Yabancı hakkının bir’den iki’ye çıktığı 1992-93 sezonunda Fenerbahçe’den “Türkiye’nin bir numaralı yabancısı” Larry Richard’ı transfer edip üstüne üstlük Petar Naumoski’yle bir ekol oluşturan Efes Pilsen, 1995-96 sezonunda da “Amerika’yı yeniden keşfetmeden” iki yıl önce Fenerbahçe’nin bulup getirdiği Amerikalı Conrad McRae’yi de kadrosuna katarak Koraç Kupası’nı kazanmayı başarmıştı. Ülkerspor ise 1994-95 sezonunda ilk kez şampiyon olurken temel direkleri yine Fenerbahçe forması giymiş Orhun Ene, Harun Erdenay ve Pete Williams’tı.
Fenerbahçe de 2007 yılındaki beşinci Türkiye şampiyonluğuna yürüdüğü yolda, yeniden yapılanmasını 2004 yılında (kalbinde Fenerbahçe sevgisi atan ve onca başarıya rağmen birkaç sene önce Efes Pilsen tarafından küstürülen) Aydın Örs’ü başantrenör yaparak başlattı. Yine Efes Pilsen’den yetişmiş Ömer Onan’ın ve ikinci baharını Fenerbahçe formasıyla yaşayan Damir Mrsiç’in önderliğindeki kadro EuroCup’ta final-four oynamayı başarırken ligde de yarı finalde elenmişti.
2006 yazında ise o zamana kadar Türk sporunda örneği olmayan bir atılım gerçekleşti. Türk sporunun devi Fenerbahçe ile bir önceki sezonunun şampiyonu Ülker birleşti. Benzersizdi zira, şimdiye kadar Türk sporunda şu garip durumlar yaşanagelmişti. Ya bir müessese bir başka takımı devralıp yola devam ediyordu (Efes Pilsen’in 1977’de Kadıköyspor’u, Ülker’in de 1993’te Nasaş’ı devralması gibi), ya da sıfırdan takım kurup yüksek bütçelerle süratle üst sıralara ulaşmayı hedefliyordu (Eczacıbaşı, Tofaş ve Paşabahçe örnekleri).
Fenerbahçe Fenerbahçelilerindir
Bu modellerin basketbol, voleybol ve masatenisinde 1970’lerden itibaren başarı kazandığı görüldü. Zira, 1970’lerin petrol krizleri ve döviz darboğazında bütçelerini denk tutmakta güçlük çeken kulüp takımları amatör branşlara yeterince yatırım yapamıyorlardı. Müessese kulüpleri ise amatör sporculara maddi açıdan nefes aldırırken Türkiye’ye de Avrupa Kupaları’nda başarılar yaşatıyorlardı. Ancak 2000’li yıllar geldiğinde ortada hala bir gerçek vardı. Bunca başarıya rağmen müessese takımların hala seyircisi yoktu ve maçlarını oynayacakları bir salon bile inşa etmeye gerek duymamışlardı. Daha da kötüsü ekonomik bir kriz halinde ya da spora ilgisiz bir yönetim kurulu seçildiğinde kepenkleri kapatıyorlardı (bu branşlarda şampiyonluklara/finallere bile ulaştıktan sonra kaybolan nice takım sporseverlerin hatıralarındadır). Dolayısıyla, Avrupa’da çok öncelerden beri görülen “seyircili kulüp & spora sevdalı müessese” ittifakları Türkiye’ye gecikmeli de olsa 2006 yılında Fenerbahçe ve Ülker’le gelmişti.
İşte kalpten Fenerbahçeli Ömer Onan ve İbrahim Kutluay (Efes ve Ülker’le yaşadıkları başarılardan sonra) bu defa şampiyonluğu kutlayan on bini aşkın Fenerbahçe taraftarıyla bütünleşirken, yine kalpten Fenerbahçeli Mirsad Türkcan’ın (yazımızın ilk cümlesinde bahsettiğimiz) üçlüğünü göndermesinin ardından “Yüz.. yüz” diye bağıran Fenerbahçe taraftarının ortaya koyduğu “sinerji” de bu “ittifak”ın sonucuydu.
İttifaklar değişti, sponsorlar değişti. Fenerbahçe adının yanına Doğuş geldi, Beko geldi (benzeri yöntem Fenerbahçe’ye voleybolda da Avrupa ve Dünya şampiyonlukları kazandırdı). Ama Fenerbahçe’nin o sezon yaptığı devrime yetişebilen olmadı. Yeniden yapılanma, Ülker’le birleşme, şampiyonluklar, kendine ait spor salonunun inşası, basketbolda kombine bilet, Euroleague’de final four’ların müdavimi olma ve nihayetinde gelen Avrupa şampiyonluğu..
Aynı fikre soyunduklarında yan ürün sponsorluklarıyla idare eden ezeli rakiplerimiz (arada sırada) galip geldiklerinde “Fenerbahçe’yi yendik”, yenildiklerinde ise “Ülker’e yenildik” diyorlardı ama Fenerbahçe’nin sarı-lacivertli armadaları ezeli rakiplerinin hayallerinin bile ötesindeki seviyelere çıkmışlardı basketbolda…
Tapfereritter / Potalarda Yeniden Fenerbahçe Devri
Tapfereritter bu defa ilginç bir başlıkla karşımızda… 26 Mayıs 1990’da Türkiye, Kareem Abdul Jabbar’ın huzurunda bir Cumhurbaşkanlığı Kupası maçına sahne oldu. Fenerbahçe’nin şampiyonluğu bu ilginç güne unutulmaz bir çeşni verdi.
1990’da “Tüm zamanların en büyük basketbolcusu” Karem Abdul-Jabbar idi. Michael Jordan devri henüz başlamamıştı. İstatistikler her şeyi söylüyordu. 1989’da emekliye ayrıldığında 20 yıllık profesyonel kariyerinde “attığı sayı”, “oynadığı maç”, “oynadığı dakika”, “aldığı galibiyet”, “aldığı savunma ribaundu” ve “yaptığı blok” sayılarında açık ara liderdi. İlk ikisinde hâlâ lider…
Yolu ikinci defa Türkiye’den geçiyordu. Ve Ankara Atatürk Spor Salonunda 6. kez oynanan Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda ayaklarını iki alt basamağa koymak zorunda kalan tek izleyiciydi.
Sporla haşır neşir olan Cumhurbaşkanlarından Turgut Özal’ın da basketbolda izlediği ilk Cumhurbaşkanlığı Kupası idi zira 1989’da bu göreve seçilmişti.
Fenerbahçe için ise o sezonun onur maçıydı. Zira, normal sezonu lider bitirdiği gibi ezeli rakibini iki maçta da net galibiyetlerle yenmiş olan Sarı Kanaryalar şampiyonluğun en büyük adayıydı. Ama istim üzerinde önüne geleni deviren takım 1982-83’ten beri play-off’larda karşılaştığı “ilginç” engellerden biriyle karşı karşıya kalmış ve beş haftayı aşan bir ara sonrasında maç temposunu kaybetmişti. Paşabahçe’ye tartışmalı kararlar ve olaylı maçlar sonucu yarı finalde elenen Fenerbahçe ezeli rakibinin şampiyonluğunu izlemişti hüzünle. Bu, Galatasaray’ın 23 sene hasret kalacağı bir unvandı. Ama sezon içinde iki kez yenildiği Fenerbahçe’nin ve sarı-lacivertli taraftarların huzuruna çıkmadan şampiyon oluvermişti. Rövanş Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda olacaktı.
Maç Üstüne Maç
Ancak bu maç öncesinde Fenerbahçe, enerjisini hukuk mücadelesine harcamak zorunda kaldı. Zira normal sezon lideri olarak Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda oynamaya hak kazanan Fenerbahçe, aynı zamanda statü gereği yarı finalde elenen iki takımın oynayacağı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Kupası için sahaya çıkma hakkını elde etmişti. Ancak bir sonraki perde, gazetelerin “Skandal” manşetiyle verdiği Federasyon’un 16 Haziran 1989 tarih ve 20197 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan tebliğe (93. sayfa) aykırı bir şekilde Fenerbahçe’nin Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Kupası’nda oynama hakkından mahrum etmesiydi. Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kastederek “Fenerbahçe’ye iki günde iki maç oynatmam” diyen Federasyon Başkanı Osman Solakoğlu’nun mevzuata aykırı kararından dönmek zorunda kalmasıyla 24 Mayıs’taki maça hazırlanamadan çıkan sarı-lacivertli takım Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Kupası’nı Efes Pilsen’e kaybetti.
Elde ise Cumhurbaşkanlığı Kupası kalmıştı. “Baba” lakaplı kaptanlardan Necdet Ronabar’ın son resmî maçını oynadığı, Fenerbahçe’nin 17 yıl sonraki ana sponsorunun (Ülker) reklamını formasında taşıdığı 26 Mayıs 1990 günü, tribünleri tıklım tıklım dolduran seyircilerin ana atışma konuları ise Galatasaraylı Semih Yuvakuran’ın Fenerbahçe’ye transferiydi.
Başlıyor
İlk yarı savunmaların esamisinin okunmadığı, skorerlerin ise coştuğu bir mücadele izlendi ve Galatasaray ilk yarıyı 57-53 önde kapadı. İki ezeli rakip, tribündeki emekli NBA’liye nazire yaparcasına 100’lü sayıları geçtikleri bir NBA maçı skoru mu yaşatmaya çalışıyordu seyircilere?
27. dakikaya kadar da böyle gitti. Galatasaray’da Hakan Yörükoğlu ve Cem Caniklioğlu (maç boyunca ilki 28, ikincisi 22 sayı atmıştı) durmuyor, Fenerbahçe’nin uzunları Can Sonat ve Larry Richard’ın faul problemleri karşısında sürekli içeri drive ederek sayı bulan Galatasaray’a karşı Fenerbahçe savunması adam adamada çaresiz kalıyordu. Galatasaray 73-65 öndeydi.
Bu dakikada kenardan müdahale ve uyarı geldi: Başantrenör Çetin Yılmaz “alan savunması”na dönülmesi direktifini verdi sahadaki beşe. Ayrıca dörder faulle oynayan Pete Williams (önceki iki sezon Fenerbahçe’de oynamıştı) ve Lütfi Arıboğan’a karşı daha etkili hücum etmeye başladı Fenerbahçeliler. 32. dakikaya kadar beş dakika boyunca tıkanan Galatasaray’ın boş hücumlarını, Larry Richard’ın ribaundlarda ezici üstünlüğünü ve sarı-lacivertlilerin basketle sonuçlanan hızlı hücumlarını izledi seyirciler. Durum 77-77 olmuştu. 33. dakikada Fenerbahçe 81-78 öne geçtiğinde ise “Yar saçların lüle lüle” tezahüratları başlamıştı bile.
Fenerbahçe, hem tarihinde ilk kez bu kupayı kazanmış, hem beş sene önce bir sayıyla kaçırdığı Kupanın rövanşını almış, hem de rakibini üç maçta üç kez yenerek şampiyon olmuş kadar özgüven kazanmıştı. Şampiyonluğu da zaten bir sezon sonra hiçbir rakibe nefes aldırmadan kazanacaklardı.
4 gün sonra ise futbol takımı Beşiktaş’ı 3-2 yenerek Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı yine Turgut Özal’ın elinden alacaktı. Bir daha da futbolda ve erkek basketbolunda aynı sezon (hem de beş gün içinde) bu kupayı alabilen çıkmayacaktı zaten. O ayrıcalık Fenerbahçe Spor Kulübü’ne aitti…
Tapfereritter / Kareem Abdul Jabbar’ın Huzurunda Bir Cumhurbaşkanlığı Kupası