Etiket: Beşiktaş

  • 1986 Öncesi Şampiyonluklar Sayılmasın

    1986 Öncesi Şampiyonluklar Sayılmasın

    Yeni moda 1959 öncesi şampiyonluk organizasyonlarına “hukuksuz” demek oldu. Madem öyle eli arttırıyoruz; 1986 öncesi şampiyonluklar sayılmasın! Zira Fenerbahçe karşıtı argümanlar artık akıl ve mantık boyutunu aştı. Israrla konuyu sulandırıyorlar!

    Ulusal turnuvaları İstanbul şampiyonlukları ile bir tutanlar, “Madem öyle Türkiye Kupası da sayılsın” diyenler bitti, bunlar başladı.

    Bugüne kadar bu iş hukuken konuşulmadığı için “hukuk” kelimesini ilk kullanan inandırıcı olacağı sanıyor ama bu iddia hepsinden daha akıl almaz bir safsata!

    Devletin kanunları ile düzenlenen, altında Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların imzası olan ve (kanun, kararname, nizamname ve talimatnameleri gibi) tüm dökümanları devlet tarafından yayınlanan onlarca yıllık organizasyonlar, nasıl “hukuksuz” olabilir? 1959 sonrası bütün ligler aynı kanunlara dayanarak devam ederken bu iki dönem öncesi-sonrası diye nasıl birbirinden ayrılabilir?

    Aşağıda Beden Terbiyesi Kanunu ve buna bağlı ek kanunlar var. Bunlardan birinde 16 Nisan 1986 tarihli “Beden Terbiyesi ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun”a dair “TBMM 440 no’lu Komisyon Raporu”nda, “Genel Gerekçe” bölümünde şöyle bir paragraf bulunuyor.

    “16.7.1938 tarihli ve 3530 sayılı Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü hakkındaki Kanun, bugüne kadar sportif teşkilatlanmalarda yürürlüğe konmuş tüzük ve çok sayıda yönetmeliklerle teçhiz edilmiş olmasına rağmen başta Genel Müdürlük’te olmak üzere hizmetin yürütülmesinde birçok tıkanıklıklar meydana getirmiştir. 28 maddelik bu Kanunun dört maddesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş, altı maddesi ise hiç uygulanmamıştır. Netice olarak, Türk Sporu, bugüne kadar 14 maddelik bir Kanunla yürütülmüştür.”

    Oldu olacak yukarıda dediğimiz gibi yapalım. Bu paragrafa dayanarak, başka hiçbir metin okumadan, “1986 Öncesi Şampiyonluklar Sayılmasın” diyelim. Hem rakamlar da aşağıdaki gibi olur, ne güzel! Bütün bir Türk futbol tarihi bir kulübün “Biz istemiyoruz” fikrine kurban edilmiş, ne gam!

    16 – Galatasaray
    9 – Beşiktaş
    8 – Fenerbahçe
    1 – Trabzonspor
    1 – Bursaspor
    1 – Başakşehir

    Türkiye Futbol Federasyonu yetkililerinin Galatasaray Spor Kulübü Başkanı’na “Fenerbahçe’nin başvurusunu kabul etmeyeceğiz” diye söz verdiği dillendiriliyor. Doğru mu bilemiyoruz… Beklenir.

    Fakat hatırlatmak gerek… Fenerbahçe Spor Kulübü’nün başvurusunu reddetmek, Türkiye Cumhuriyeti devletini ve T.B.M.M.’yi reddetmek olur. O kararın altına imza atacaklar tarihin yükleyeceği sorumluluğu taşıyamazlar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kanun No.3530 : Beden Terbiyesi Kanunu

    Kanun No.4047 : Beden Terbiyesi Kanununa Ek Kanun

    TBMM 192 No’lu Komisyon Raporu

    Kanun No.4235 : Beden Terbiyesi Kanununa Ek Kanun

    TBMM 177 No’lu Komisyon Raporu

    Kanun No.7474 : Beden Terbiyesi Kanununa Ek Kanun

    TBMM 126 No’lu Komisyon Raporu

    Kanun No.3289 : Beden Terbiyesi ve Spor Genel Müdürlüğü’nün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun

    TBMM 440 No’lu Komisyon Raporu

  • Derbinin Kaptanları

    Derbinin Kaptanları

    14 Mart 1930 tarihinde oynanan ve Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 3-1 yendiği maçtan sonra “Havacılık ve Spor” dergisinde derbinin kaptanları Galatasaraylı Nihat Bekdik ve Fenerbahçeli Zeki Rıza Sporel maçı yorumlamışlar. Özellikle Nihat Bekdik’in söyledikleri enteresan… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şilt Maçlarında Galatasaray Fenerbahçe’ye İkinci Defa Yenildi

    İstanbul Şampiyonluğunu tayin edecek lig maçlarından Fenerbahçe’ye yenilen Galatasaray, Şilt müsabakalarında da bu sene ikinci defa olarak aynı takım tarafından mağlup edilmiştir.

    İstanbul şampiyonunun mevsim başlangıcından itibaren oynadığı oyunları takip edenler için bu netice zaten evvelden biliniyordu.

    Galatasaray, Mısırlılara karşı o güzel oyunundan sonra lig maçlarına daha kuvvetli ve idmanlı bir şekilde hazırlanacağı yerde topa aylarca ayağını sürmemiş bir kadro ile çıkmıştı.

    Buna mukabil Fenerbahçe eski takımını oldukça ıslah etmiş ve maçlardan evvel gerek ferdi ve cemi idmanlarla takımın en büyük noksanı olan nefes kabiliyetini artırmıştı. Sarı lâcivert takım bunun neticesi olarak lig maçlarında hiç yenilmediği gibi Şilt müsabakalarından da ezeli rakibini bertaraf etmiştir. Fenerbahçe, Vefa ile Beşiktaş arasında ikinci defa oynanacak maçın galibini de mağlup ettiği takdirde Şildi kazanacaktır.

    Bu maç münasebetiyle her iki takım kaptanının bir gazeteciye anlattıklarını aynen alıyoruz.

    Galatasaray Kaptanı Nihat Bey ne diyor?

    “Cuma günkü kadar fena bir oyun oynadıktan sonra mağlubiyetin bu derecesine şükretmek lâzımdır. Galatasaray takımının niçin bu vaziyete düştüğünü soruyorsunuz. Bunu izah etmek için iki kelime kâfidir. ‘Takımda itaatsizlik vardır, disiplin yoktur. Oyunculardan birçokları kendilerini devaynasında görüyorlar, kimseyi beğenmiyorlar, hiç bir tavsiyeye, ihtara kulak asmıyorlar Takımın ıslah edilmesi bir zaruret halini almıştır. Bunu yapmak için de bu gibileri takımdan atmak lâzımdır. Maalesef bu gibi ahvâlde bir taraflı memnun eden hareketler, diğer bir tarafı müteessir etmektedir. İnzibatsızlık, her işimize mâni teşkil etmektedir. İtaate alışmayan, söz dinlemeyen oyuncular mevcut oldukça bizim takımı ıslah etmeye de imkân yoktur. Mağlubiyet fena bir şeydir, itiraf ederim ki bu feci vaziyeti yukarıda izah ettiğim intizamsızlık doğurmuştur, başka ne söyleyeyim? Yarının en mühim kısmını işte size anlattım.”

    Lig maçlarında Beşiktaş İstanbulspor’u, Galatasaray da Vefa’yı mağlup etmişlerdir. Galatasaray’ın Beşiktaş’la üç üçe berabere kalan Vefa’ya karşı aldığı 4-1 neticeden sonra 28 Mart’ta Fenerbahçe ile oynayacağı- son maç merakla beklenmektedir. Biz netice her ne olursa olsun her iki takımdan da güzel bir oyun bekliyoruz.

    Fenerbahçe Kaptanı Zeki Bey ne diyor?

    “Bir takımın muvaffakıyet sırlarından en birincisi- takımın muntazam bir halde teşkil edilmesidir.

    Her mevkide oynayacak oyuncuyu seçmek ve bunlara aynı mevkide muntazam antrenmanlar yaptırmak hulâsa takımı kompoze bir hale getirmek lâzımdır. Biz iki üç senedir, oyuncularımızın muhtelif sebepler dolayısıyla takımdan ayrılmaları yüzünden bunu yapamıyorduk ve her maçta başka başka oyuncular ile takım yapmaya mecbur oluyorduk ve daima kaybediyorduk. Şunu da söylemek lâzımdır ki biz hiç bir vakit bu seneki kadar muntazam bir şekilde çalışmadık. Bu sene, Lig maçlarından iki üç ay evvel takımımızı tespit ederek haftada üç gün muntazam bir metot dâhilinde çalışmaya başladık. Takıma birçok genç oyuncular almıştık. Bunlara aynı zamanda nazariyat ve teknik kabiliyetlerini artırmak için dersler verdik. Bu kadar çalıştıktan sonra kazanmamak için artık bir sebep kalmamıştı.

    Havacılık ve Spor | 31 Mart 1930

  • Kahkaha İhracatı

    Kahkaha İhracatı

    22 Ağustos 1985 tarihinde oynanan ve 0-0 berabere bitmesine rağmen Fenerbahçe’nin TSYD Kupası’nı kazandığı Fenerbahçe-Beşiktaş derbisi ardından İslam Çupi kahkaha ihracatı ile bağladığı bir yazı kaleme almış ama okuduğunuz vakit pek de gülemiyorsunuz. Türk futboluna dair karamsar fakat keyifle okuyacağınız bir yazı…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not : Yolunuzu, üstadın yazılarının derlendiği IslamCupi.org adresine düşürmeyi unutmayın.


    Eylül’de Kahkaha İhraç Edeceğiz

    Bizim final, bizim şehir İstanbul ve bizim stat İnönü’de, Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında oynandı…

    Çok samimi Çarşamba… El ele biz bize, diz dize bir kalabalık…

    Bizim finali bizim şehirden, bizim stadımızdan TIR’a koyup, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun herhangi bir başşehrine taşısa idik; bu final baş merak olmaz, kapı elli dansöze oryantal yaptırıp, lokumun Hacı Bekir’lisini avanta dağıtsa idik, bu finali ancak bir-iki bin adama ya seyrettirirdik, ya seyrettiremezdik…

    Ama bizim final, bizim şehir İstanbul, bizim stat İnönü’de olunca, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ı (Tanrı insanı, insansız bırakmasın…) kırk bine yakın insan seyretti…

    Shirley Bassey’nin konserini 1000, Fellini’nin filmini 500 kişinin seyrettiği İstanbul metropolünün kültür ibresi, 40 bin kişilik bir ordu ile İnönü Stadı’nın kapılarına koşuyorsa, o zaman “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü, okul girişlerinden kazıyıp, getirip, stadların santralarına yazmak gerekir…

    Avrupalı, seyredeceği şey konusunda kılı kırk yarar, kötüyü protesto için kötüye gitmezken, bizim seyirci, işsizlikten olacak geliştirdiği seyir tevazuu içinde, dünkü finalde zevkten altıgen oldu; auta giden şutları, basit ve tesadüfi yapılmış çalımları, oyunu yavaşlatan aklı, geri pas şampiyonlarını çılgınca alkışlayarak, akıl hastanesi ile stadyumu Türkiye’de yeniden tarif edilmesi gereken kavramlar olarak ceza sahasının üstüne getirdi.

    Topun şuursuz yuvarlanışı ve bu yuvarlanışı kuran on Fenerbahçeli ve on Beşiktaşlı oyuncu 90 dakika sadece oynadılar, fakat oynadıkları şeyi tüm gayretlerine rağmen, futbolun şiirine ve güzelliğine çeviremediler…

    Çünkü oyun, oyun olmaktan çıkıp futbola dönüşse idi, oyuncular oyunculuktan çıkıp futbolcu olabilselerdi, özellikle Beşiktaş’ın kaçırdığı mutlak 5-6 yüzde yüzlük gol pozisyonu kaçmaz, gol olurdu… Kaçan ise, Fenerbahçe’nin elinde kalan kupa olurdu.

    Türkiye’nin futboldan çıkıp oyun dönemine girdiği 1985’lerde, mevsimin ilk finali de tarihi determinizme uyarak, futbol olmaktan kaçıp, oyun haline gelmiştir.

    Oyunun oyuncuları Beşiktaş’ta, Samet, Kadir, Rıza, Metin, Ali; Fenerbahçe’de İsmail, Abdülkerim, Pesiç ve Şenol’du…

    Şimdi Bordeaux’yu, Atletico Bilbao’yu, Lodz’u ve Eylül ortası ile Ekim başını düşünüyorum.

    Oyun oynayanlarla, futbol oynayanlar karşı karşıya gelecekler… O zaman Türkiye olarak yine Avrupa’ya kahkaha ihraç edeceğiz. Kahkaha ihracatı, ihracat seferberliğinde, Özal’ın bile düşünmediği yeni bir kalem olacak.

    Ben kalemimi kapatıyorum.

    İslam Çupi | 22 Ağustos 1985 – Milliyet Gazetesi

  • Hani Resmî Değildi?

    Hani Resmî Değildi?

    1959 öncesi şampiyonluklar konusunda Fenerbahçe’nin tezine karşı çıkanların ne kadar tutarsız argümanlara sahip olduğunu sürekli belirtiyoruz. Bu organizasyonları gayriresmî olarak göstermeye çalışanlara Sedat Ziya Kantoğlu da tarihten bir cevap veriyor. Bir “Galatasaray Başkanı”nın Millî Küme’nin ne kadar da “resmî” bir şampiyona olduğunu anlatan tarihî beyanatı ile sizleri baş başa bırakıyoruz. Sedat Ziya Bey, 1959 öncesi şampiyonluklar için adeta tarihten bugüne sesleniyor : “Hani resmî değildi?

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Galatasaray Millî Kümeye Girdi

    Millî kümeye dâhil dört kulüp anlaşmasının üç beş gün için, ortaya çıkardığı karışık vaziyet üzerine bu anlaşmada yalnız başına kalan Galatasaray kulübü, kendi noktai nazarını müdafaa etmek maksadıyla Beden Terbiyesi Umumî Müdürlüğü nezdinde teşebbüsatta bulunmağa karar vermiş ve idare heyeti reisi Sedad Ziya Ankara’ya gitmişti. Sedad Ziya, dün sabah İstanbul’a gelmiş ve bize şu izahatı vermiştir:

    Sedat Ziya Bey Diyor ki

    “Millî küme maçları münasebetiyle ortaya çıkan hadiseden sonra Beşiktaş, Vefa ve bilahare Fenerbahçe Millî küme maçlarına girince Galatasaray kulübü, cidden garip bir vaziyette kalmıştı. Beden Terbiyesi Umumî Müdürlüğüne dört kulüp namına yapılan müracaata cevap gelinceye kadar beklemeye karar vermiş olduğumuz halde, kulübümüzün vaziyeti hakkında her gün birbirini takip eden muhtelif rivayet ve şayialar üzerine Ankara’ya giderek yalnız kaldığımız bir davada nokta-i nazarımızı müdafaa etmek ve ortaya çıkan dedikoduları önlemek istedik.

    Beden Terbiyesi Umumî Müdürü General Cemil Tahir Taner’le uzun boylu konuşmak imkanlarını buldum. Uzun seneler memleket sporuna hizmet etmek maksadıyla memlekette tatbik edilen bütün sporları imkan dahilinde tatbike çalışan Galatasaray Kulübünün, öteden beri olduğu gibi sırf spor yapmak maksadıyla çalıştığını, teşkilata karşı olan sıkı alaka ve bağlılığını etrafıyla izah ettim.

    Arada, hiç istemediğimiz halde bir sui tefehhüm meydana gelmiş olduğunu anlattım.

    Spor işlerimizin dünden, bugün ve yarın daha iyi bir şekilde inkişafı için elinden geldiği kadar ciddi mesai sarf eden Beden Terbiyesi Umum Müdürü’nün millî küme maçları dolayısıyla ortaya çıkan ihtilaftan cidden müteessir olduğunu gördüm. Sonunda büyük bir hüsnüniyet gösteren Beden Terbiyesi Genel Direktörü ile temas ettikten ve anlaştıktan sonra, futbol takımımızın millî küme maçlarına iştirakinde hiçbir mahzur kalmamış olduğunu söyleyebilirim. Genel Direktör Galatasaraylı sporculara sevgi ve selamlarını yolladılar.

    Millî küme maçımızın ilk oyunu dostumuz Beşiktaş’la idi. Beşiktaş kulübü idare heyeti namına bir sabah gazetesinde Galatasaray’la maç yapamadığı için teessür duyduğunu ve Beşiktaş kulübünün bu yapılamayan maçı her zaman oynamaya hazır bulunduğunu söyleyen Beşiktaş kulübünün kıymetli idarecisi Sadri ile de görüştüm. Tıpkı kendi ifadeleri gibi bu dost kulüple her zaman oynamaya hazır olduğumuzu, yalnız millî küme maçlarının başlamış olmasını nazarı itibara alarak, Genel Direktörlüğün tespit edeceği tarihte ve yerde bu maçı memnuniyetle yapacağımızı söyledim. Sadri yüksek bir sportmenlikle bunu kabul etti. Bu hususta icap eden muamelenin yapılması için de İstanbul mıntıkasına usulen ve resmen müracaat ediyoruz.

    Beden Terbiyesi Umumî Müdürlüğü’nün birinci defa tertip etmiş olduğu millî küme maçları meselesinin bu suretle halledilmiş olmasından dolayı, bütün Galatasaraylılar gibi ben de memnunum.

    (Kaynak : Taha Toros Arşivi)

  • Bir Divan Toplantısı

    Bir Divan Toplantısı

    Neriman Tekil‘in Fenerbahçe Dergisi, seneler boyunca Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Yüksek Divan Kurulu toplantılarını yayınladı. Eli bihakkın kalem tutan büyüklerimiz sayesinde muhteşem metinler halinde tarihe geçen o günlerden birini , bir divan toplantısı özetini sizlere aktaralım istedik. Kimler, kimler ne konular! Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Osman Kavrakoğlu’nun Konuşması

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün son dönem divan toplantısı 21 Ekim 1988 Cumartesi günü yapıldı. Saat 10.30’da başlayan toplantı Mart 1988’den itibaren vefat edenlere saygı duruşuyla başladı.

    Toplantının açış konuşmasını yapan Divan Başkanı Osman Kavrakoğlu kulübün mali imkanlarının yetersizliğine değinirken, özellikle son zamanlarda devletin ve özel teşebbüsün Naim Süleymanoğlu’na yaptığı yardımı eleştirdi. Kavrakoğlu sözlerine şöyle devam etti:

    “Maç hasılatı dolayısıyla yapılan kesintiler % 40’ı aşmıştır. Türkiye’de bir tutarsızlığın üzerine parmak basmaya mecburuz. Bunu basından rica ediyoruz. Şüphesiz bir Türk çocuğunun dünya şampiyonluğunu kazanması gurur vericidir. Ama işi çığırından çıkartıp, milyarları döküp, bu arada Fenerbahçe gibi, Galatasaray gibi, Beşiktaş gibi artık asrı dolduran hizmetleri yapanlara üç kuruş vermeye sıra geldi mi, % 42 keseriz demek, sporu teşvik etme iddiasında olan idarecilere, bilhassa devlet erkânına yakışmıyor. Biz Süleymanoğlu’na her şeyi verebiliriz. Ama bakıyoruz hesaplar öyle şaşırılmış ki, Bulgar Radyosu 75 milyon aldık, diyor. Başvekilimiz 1 milyon dolar verdik, diyor. Bu toplam, 1.5 milyarı geçer. Eğer Süleymanoğlu’na yardım etmek istiyorsak ki, hepimizin milli vazifesidir. 120 bin kişi yetiştirir, adını da Süleymanoğlu koyarız.  Bu olaya Fenerbahçe önder olarak ilk itiraz bayrağını açmıştır. Öyle bir kanun çıkmıştır ki, Fenerbahçe kendi üyelerine bir taahhütlü mektup göndermek için 4-5 bin TL harcamaya mecburdur. Böyle spor himayesi olmaz. Biz ricamızı basına intikal ettiriyoruz ve diğer kulüpleri de elbirliğiyle bu kampanyaya çağırıyoruz, bu anormal duruma, hükümete rica ederiz buna bir çare bulsun, ayıptır beyler…” diyerek sözlerine son verdi.

    Bir Divan Toplantısı

    Hasan Özaydın Konuşuyor

    Daha sonra Yönetim Kurulu adına Hasan Özaydın söz alarak çalışmaları hakkında bilgi verdi. (Bu arada 15 Yönetim Kurulu üyesinden 4’ünün bulunması dikkati çekti).

    Özaydın “Tüm dallarımızda kaliteli ve verimli sporcu temini için transferlerle, başarısız olan futbolcuların eski hale dönmesi için çalışmalarımız olmuştur. Maddi, manevi hiçbir sorundan kaçınılmamıştır. Ve bunun sonucu bir Ergin, bir B.Bilal çıkarılmıştır. Bu arada ara transferlerle mevcut oyuncular değerlendirilmiştir. Bunlar: Abdülkerim Durmaz Ankaragücü’ne, Hasan Öztürk, Dusan Pesiç Sakaryaspor’a, Hüseyin Sarıca, Müslüm Gülhan, Birol Altın, Ayvalıkspor’a Necdet Zengin ve Gülhan Kuşadasıspor’a Oğuz Karakaya Çorluspor’a, Zafer Tüzün Adana Demirspor’a, Bülent Yenidoğan Erzurumspor’a, Osman Giresunspor’a kiraya verilmiştir. Bu arada altyapı tesislerine önem verilmiştir. Kasım ayında altyapı Fikirtepe tesislerine taşınacaktır. Transfer giderleri yaklaşık 2 milyardır. Mevcut kadronun Fenerbahçe’ye maliyeti 3.2 milyardır. Bu rakamları belirtmemdeki amaç altyapıya dönmenin buraya önem vermenin ne kadar önemli olduğunu belirtmektir. Sezon hazırlıkları konusunda çalışmalarımız olmuştur. Basketbolda gerekli para tahsis edilmiş, ancak 88-89 sezonunda maliyeti artmıştır. Voleybolda başarılıyız. Boks da amatör spor dallarında en başarılı olan şubedir. Seul Olimpiyatları’na 2 boksör göndermiştir. Kürekte ise genç ve kızlar da başarılı olduk. Atletizmde ise Türkiye ikincisiyiz. Kulübümüze yapılan teberrular: Sait Tandoğan 48 milyon, Kayalar A.Ş. 120 milyon, Metin Aşık 40 milyon, Mehmet Özbek 70 milyon, Hasan Özaydın 40 milyondur”

    Özaydın daha sonra Kayışdağı’nda 250 dönümlük arsanın Fenerbahçe’ye tahsis edileceğini ve bütün ünitelerin Dereağzı’nda bir binada toplanacağını söyleyerek sözlerine son verdi.

    Bir Divan Toplantısı

    Üyelik Ücreti Tartışması

    Fenerbahçe Kulübü’ne üye olma şartları ve yeni teklifler, üyeler arasında karşılıklı eleştirilere neden oldu. Bu en çok tartışılan konu üyenin eş ve çocuklarından alınacak miktar ile amatör sporculardan alınacak miktar oldu. Özellikle amatör sporculardan oylama sonucu üyelik için 100 bin TL alınmasının kararlaştırılması Yönetim Kurulu üyelerini sinirlendirdi.

    Daha sonra söz alan Özaydın “Hiç alınmasın daha iyi” diyerek sitem etti.

    Bu arada üyelik için düşünülen yeni şartlar  ise şöyle sıralandı:

    Dışarıdan gelenler için üyelik şartı 5 milyon TL

    Üyenin eş ve çocuklarının üyelik için şartı 2 milyon TL.

    Amatör sporcular için üyelik şartı 500 bin TL.

    Bu konuda görüşlerini belirtmek üzere ilk sözü alan Turan Akra oldu.

    Akra: ”Türkiye’deki bu ekonomik çıkmazda 3 milyon 5 milyona çıkarmakla ne kazanılır? Bunlar kendi ölçülerine göre yapılmış rakamlardır. Fenerbahçe bu rakamlarla bir yere gelmez. Amatör sporcular hâlâ ebeveynlerinin eline bakıyor. 500 bini nasıl versin?’ diyerek daha evvelki rakamların sabit tutulmasını istedi.

    Akra’dan sonra söz alan Altan Ayanoğlu bu konudaki düşünce ve eleştirilerini şöyle sıraladı:

    “Öncelikle teklif noksan. Amatör sporcu kulüpten ücret almayan kişidir, profesyonel sporcular ise maddiyat için oynar, kulüp sevgisi sonra gelir. Örneğin Oğuz 300 milyonu, 2 yıl için aldı. Üyenin eş ve çocukları zaten kulüpten yararlanıyordu. Ama bunların tek tek kulüp üyesi olması düşüncesindeyim. Kısaca amatör sporcu ile üyenin eş ve çocukları için düşünülen yeni ücret çok fazladır.”

    Daha sonra söz alan Reşat Göz yeni üye şartları ve kulüp hakkındaki düşüncelerini ise kısaca şöyle sıraladı:

    “Sayın Başkan’ın nasıl olsa geliri yerinde ancak kendi ailesini bile zor geçindirebilecek kişi 4-5 milyonu nereden bulacak? Büyük harcamalarla bu cemiyet ayakta durmaz. Ben futbol antrenörümüzü Beşiktaş maçında ayıpladım. Bazı arkadaşları yerinde oynatmadı. Daha önceleri B.Fikret olmadan da takım galip geliyordu. Beşiktaş maçında rıdvan olmayınca başarısızlık oldu. son olarak amatör şube den gelecek arkadaşları az para ile almalıyız”

    Bu konuda Necdet Kuba ve Turgut Sevenler, Semih Gölpınar görüşlerini belirttiler.

    Daha sonra üyelik sonuçta şu karara bağlandı:

    Yeni üye olacaklar 5 milyon TL.

    Üyenin eş ve çocukları 250 bin TL.

    Amatör sporcular 100 bin TL. ödeyerek Fenerbahçe Kulübü’ne üye olabilecekler.

    Bir Divan Toplantısı

    Madalyalar ve Gerilen Ortam

    Bu konu karara bağlandıktan sonra Fenerbahçe Kulübü’de 40 yılını tamamlamış üyelere rozetler dağıtıldı. Bunlar Naip Akbay, Bartan Abakyan, Nihat Başgöze, Adnan Çekmece, Nejat Duysak, Nejat Diyarbakırlı, Kamil Ekin, Kamuran Ekin, Hüsnü Göker, Vecdi Himmetoğlu, Süleyman Koyuncu, Refik Konuk, Şefik Konuk, Esin Kent, Abdurrahman Mısırlı, Leon Russo, Recai Soydaner, Haldun Sürer, Sacit Seldüz, Burhan Şener, Erdoğan Türetgen, Kemalettin Ererdağ

    Toplantının son kısmında Fenerbahçe ve Denetleme Kurulu adına Üstün Akmen 3 aylık denetim raporunu sundu. Akmen Fenerbahçe Kulübü’nün para girişi ile para çıkışı arasında hem zamanlık olmadığını vurgularken heyetlerinin hiçbir zaman Yönetim Kurulu ile görüş ayrılığında olmadığını, amaçlarının yardımcı olmaktan ileri gitmemekle birlikte, teftişlerini yapacaklarını, defter ve kayıtları inceleyeceklerini, kısaca görevleri neyi gerektiriyorsa onu yapacaklarını söyledi.

    Divan üyelerinden Alparslan söz aldı. Sosyal lokalin üyeleri tatminden uzak olduğunu söyledi.

    Fakat Akmen’in söz almasıyla birlikte divan toplantısı gergin bir havaya girdi. Yönetimden hiçbir yakınlık görmediklerini belirten Akmen, “Her türlü denememiz sonuçsuz kaldı. Bir türlü yönetim kurulu bizimle çalışmadı. Son olarak yönetim kuruluna katılmak istedik, sonuçta kovulduk” dedi.

    Bu konuşma üzerine söz alan Hasan Özaydın, “Denetleme kurulu elemanları kendi başlarına hareket ediyorlar. Toplantı başlamak üzereyken gelip oturdular. Sorunları olup olmadığını sorduk bize sadece ‘Toplantıya katılacağız’ dediler. Olay bundan ibarettir” dedi.

    Daha sonra söz alan Hulusi Altınok’un Denetleme Kurulu üyelerinin bu hareketini eşkiyalık olarak nitelendirmesinden sonra karşılıklı bağrışmalar başladı. Denetleme Kurulu Başkanı Umur Türe tartışma sırasında Hulusi Altınok’a “Eşkıya senin sülalen” diye bağırdı.

    Altan Ayanoğlu taraflara uzlaşma teklif etti. Böyle bir havada kendisinin de birçok görüşlerini dile getirmekten kaçındığını söyledi.

    Osman Kavrakoğlu’nun da ortalığı biraz olsun yatıştırmasının ardından kürsüye gelen Denetleme Kurulu Başkanı Umur Türe, “Fenerbahçe’de kimse denetlenmek istemiyor. Her ay rapor yazıyoruz cevap veren yok. Denetleme Kurulu görev yapacaktır, burası köşe başı değil. 600 milyon liralık ansüsman fatura var. Bunun ne olduğunu bilen yok. Bize yöneltilen her türlü suçlamaları ispata davet ediyorum. İspat ederler yoksa yalancılıkla itham ediyorum. Eğer gerekirse genel kurulu toplarız” dedi.

    Toplantıda zaman zaman bazı konuşmacıların konuşmaları eleştirildi ve oldukça elektrikli bir hava estiyse de bazı konularda birlik ve beraberlik içinde karar alındı.

    Toplantıya katılan üyelerin azlığı dikkati çekerken, 40 yılını doldurmuş üyelere rastgele bir şekilde rozetlerinin verilmesi eleştirildi. Toplantı, Divan Başkanı Osman Kavrakoğlu’nun sonuç konuşmasıyla son buldu.

    Fenerbahçe Spor Dergisi Kasım 1988 – Bir Divan Toplantısı

  • Ergun Öztuna Fotoğraf Albümü

    Ergun Öztuna Fotoğraf Albümü

    27 Mayıs 1956 tarihinde Milliyet gazetesini alıp, okumaya spor sayfasından başlayan Fenerbahçelilerin gördüğü ilk haber, Güneşspor karşısında alınan 5-3’lük galibiyet olsa da onları asıl heyecanlandıran şey, İzmirli Ergun’un Fenerbahçe ile mukavele yaptığını bildiren yazıydı. Fenerbahçe ve Türk futbol tarihinin en büyük golcüsü Zeki Rıza Sporel’in başkanlığındaki Fenerbahçe, uzun uğraşlardan sonra Ergun Öztuna ile anlaşma sağlamıştı. İlerleyen senelerde “Puşkaş” lakabıyla anılacak olan futbolcu Fenerbahçe’de 1956’dan 1965’e kadar forma giydi. 1959, 1961 ve 1965 Türkiye şampiyonluklarını kazanan takımda 41 maçta attığı 15 golle, Fenerbahçe tarihinin unutulmazları arasına girdi. Jübilesi yapılmadı. Can Bartu, arkadaşını sırtında taşıdı. Şükrü Ersoy ise hemen yanlarındaydı. Yeşil sahalardan böyle ayrıldı Puşkaş Ergun. Sonra, Kadıköy’ün bir “bilen bilir” klasiği olan Dalyan maçlarında göründü. Sonra… Fenerbahçe unutmaz ama Fenerbahçeliler unutur. Onu da unuttular. Arada bir adı geçmiştir, arayanı soranı olmuştur, hiç şüphesiz. Fakat yetmez. Biz de “28 şampiyonluk hakkında bunca farkındalık (?) varken, bu zaferlerden üçünün altında imzası bulunan bir büyük futbolcuyu unutmak olmaz” dedik ve Ergun ağabey’in torunu Emir Uşan sayesinde bu albümü hazırladık. Devamının gelmesini ve en önemlisi sevgili kulübümüzün Ergun Öztuna’ya bir jübile yapmasını temenni ediyoruz. Ergun ağabey’in gollerine ve emeklerine saygıyla; huzurlarınızda Ergun Öztuna Fotoğraf Albümü!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    “Puşkaş” Ergun Öztuna

    Not : Yazının kapak fotoğrafı, Ergun Öztuna’nın Fenerbahçe’ye gelişinden sonra çekilen ilk görüntülerinden birisi olup, Ahmet Erol ile birlikte gözüktüğü bu resim, Milliyet fotomuhabiri Hikmet Tanıltan tarafından çekilmiştir.

  • Sağ Açıklar Kralı

    Sağ Açıklar Kralı

    Sarı Kanaryalar Gazetesi’nde, büyük Fenerbahçeli, “Küçük” Fikret Kırcan “Sağ Açıklar Kralı” olarak unutamadığı bir maçı anlatmış. 19 Mayıs 1955’de oynanan ve 4-4 biten Fenerbahçe-Beşiktaş maçını. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fikret Kırcan

    Türkiye’de sağ açık denilince akla ilk önce Fikret Kırcan gelir. O ünlü çalımları, ceza sahasına yaklaşıp verdiği ölçülü pasları hep unutulmaz gollerin büyük hissedarı yapmıştır Fikret Kırcan’ı. Fenerbahçe forması altında Küçük Fikret diye tanınan sağ açıklar kralı Kırcan, 1920 yılında İstanbul’da doğdu.

    12 Kez Milli Formayı Giydi

    14 yaşında Fenerbahçe Genç Takımı’na girdi, bir yıl sonra (A) takımında futbol oynamaya başladı. 1950 yılında Fenerbahçe kaptanlığına yüklenen Kırcan futbolu bıraktığı 1956 yılına kadar aralıksız Sarı-Lacivertli forma altında, top koşturdu. 12 kez milli formayı sırtına giyen Fikret Kırcan’ın unutamadığı anılar arasında 4-4 berabere kaldıkları Beşiktaş karşılaşması. Biz sözü uzatmadan Fikret Kırcan’ın anılarını, kendisinden dinleyelim :

    “Herkes Şaşkındı”

    “1955 yılının Mayıs ayındaydık. Atatürk Kupası için güçlü rakibimiz Beşiktaş ile karşılaşıyorduk. Maçın başlaması ile birlikte Beşiktaş üst üste bize üç gol attı. İlk yarı sona erdiğinde herkes şaşkındı. Antrenör ve yöneticiler soyunma odasından kaçmışlardı. Taraftarlarımızın ağzını bıçak açmıyordu. Herkes, ikinci yarıda 3-4 gol daha bekliyordu. Fakat soyunma odasında arkadaşları toplayıp maçı kazanacağımızı söyledim. Burhan’ı santrfora alıp, Lefter’e sol açık oynamasını söyledim. İkinci yarı başladı. Topu aldım sağdan götürdüm, Burhan’ın önüne bıraktım. Durum 3-1 oldu. Bu golden sonra iki top, daha getirdim, bunları Burhan gole çevirince durum, 3-3 oldu. Bu arada ofsayttan Beşiktaş bir gol attı. Maçın bitmesine 5-6 dakika kala Lefter’in ortasını vole ile gole çevirdim. Beraberlikten sonra benim ve Lefter’in şutları direkten döndü. Ve Beşiktaş’ı böylece elimizden direkler ve hakemin düdüğü kurtardı…”

    Sarı Kanaryalar Gazetesi / Mayıs 1974 – Sağ Açıklar Kralı


    Not : Fikret Kırcan’ın bahsettiği maçın gazetesine “buradan” ulaşabilirsiniz.

  • Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Fenerbahçe forması altında tam 22 sene. Büyük Fikret – Fikret Arıcan’dan devraldığı bayrağı pek fazla onunla birlikte oynamamasına rağmen Küçük Fikret olarak taşıyan bir Fenerbahçe efsanesi. Fikret Kırcan 1955/56 sezonunun sonunda 35 yaşında artık futbolu bırakmaya karar vermiştir. Dönemin acar muhabiri Halit Kıvanç kendisiyle uzun bir röportaj yapar, kendi anıları ve notlarıyla birleştirip 1956 yılının Ağustos ayında Milliyet Gazetesi için 18 günlük bir yazı dizisi hazırlar. 7 Ekim 1956’da oynanan Dinamo Moskova maçıyla futbolu bırakan Fenerbahçe’nin Küçük Fikret’inin futbol hayatını bize tüm detaylarıyla anlatan bu müthiş mirası gazete kupürlerinden çıkarıp Fenerbahçe Tarihi’ne sunuyoruz. Büyük futbolcu Fikret Kırcan ve başarılarla dolu bir futbol hayatının hikayesi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Küçük Fikret Futbolu Bırakıyor

    Onu meşin topa kudretle hükmeder, o yuvarlak deri parçasını çizgi üzerinden adeta santimle ölçüp biçer gibi sürerken seyredenler, bu haber karşısında hemen eski günleri hatırladılar. Demek başlı başına bir stil yaratmış bu “Sağaçıklar Kralı” artık sahalarda görünmeyecekti.

    Fikret Kırcan geçen yıl da futbolu tamamen bırakmaya niyetlenmişti. Fakat hadiseler onu zorladı ve o futbolu bırakmak istediği halde futbol onu bırakmadı. Bir Rusya zaferinin zafer golünü atmak şerefi de, bu işte futbolun haklı olduğunu ispat ediyordu.

    “Faal sporculuktan tatlı hatıralar silinmeden ayrılmak…”

    Fikret bu düstura uydu ve her şeye rağmen artık meşin topa veda zamanının geldiğine hükmetti.

    O aynı zamanda güç erişilir iki rekor da kırmıştı: Birincisi 22 yıl fasılasız futbol oynamak. İkincisi de yine 22 yıl fasılasız aynı renkleri taşımak.

    Küçük Fikret futbola Fenerbahçe’de başladı. Ve işte bir veda maçı ile yine aynı formayı giyecek. Bu arada büyük futbolcunun sırtı milli takım, muhtelit takım veya mektep forması dışında başka hiçbir kulübün renklerini taşımadı. Bu, bilhassa profesyonelliğin ilerlediği devrimizde artık zor, ama pek zor yenilenebilecek bir rekordur.

    Mamafih 22 sene devamlı meşin top kovalama rekoru da aynı derecede mühimsenmeye değer ya.

    Yüksek teknik kudreti yanında efendilik ve sportmenlikle de bir kıymet kazanan Küçük Fikret, bugünün ve yarının nesilleri için “örnek bir sporcu” hüviyetinde görülecek simaların ilk sırasında gelir. Onun için yanında oynayanla karşısında oynayan birbirine yakın sözler sarf eder, takım arkadaşı da rakibi de Küçük Fikret’i “her bakımdan unutulmayacak şöhret” olarak gösterir.

    Fikret’e futbol sahası dışındaki hayatında da mesut günler dileyelim ve Türk futbolunun onun yerini aynı çapta Fikretlerle doldurması temennisinde bulunalım.

    İsmini Niçin Fikret Koymuşlardı?

    Hatıralarını kaleme almaya başlarken: “Fikret”, dedim, “Futbolu bıraktığın şu anda ne hissediyorsun? Futbola veda eden bir oyuncu ne der?”

    Güldü: “Ne diyecek” cevabını verdi, “On yaş daha genç olsaydım der.”

    On yaş daha genç olsaydı, 25 yaşında bulunacaktı. Evet yıllardır büyüyemeyen Küçük Fikret taşıdığı bu “Küçük” sıfatına rağmen şimdi 35 yaşındadır. Nüfusuna bakınca önce 36 yaşında sanırsınız. Fakat bu dünyaya beş gün acele gelmenin talihsizliğidir. Zira Fikret’in doğum tarihi 25 Aralık 1920’dir.

    Futbola Kadıköy’de başlayan, çocukluğu, gençliği Kadıköy’de geçen, şöhretini Kadıköy’de kazanmaya başlayan Fikret, bu tarihte Kadıköy’de doğmuştu. Ve bugün de gene Kadıköy’de oturur.

    Babası Mardin Mutasarrıfı Yusuf Ziya Bey’di. Yusuf Ziya Bey, Şükrü, Sacide ve Meziyet’ten sonra dördüncü çocuğunu eline aldığı zaman ona isim koymakta tereddüt etmedi: “Ali Fikret” dedi. Zira Yusuf Ziya Bey İttihatçılardandı ve iyi arkadaşı Tevfik Fikret’i de çok severdi. İşte oğluna büyük şairin adını veriyordu. Büyük annesi torununa bu ismin verilmesinden ziyadesiyle memnundu ve “İnşallah” diyordu, “o da Tevfik Fikret gibi memlekete faydalı büyük bir adam olsun.”

    Fikret henüz 4 yaşındaydı ki babasını kaybetti. Esasen bu devre sevimli çocuğun kendini ilk hatırladığı zamana isabet eder. Fikret bunu anlatırken: “Hafızamda kalan ilk vaka, üç yaşında kadarken kalabalık içinde babamdan para istediğim için kendisinden bir hayli dayak yediğimdir. Bundan sonra da Midyat’ta bir akşam üstü babamı sedye içerisinde eve getirdiklerini hatırlıyorum. Meğer sekte-i kalpten vefat etmiş.”

    Babasını kaybeden aile İstanbul’a gelmeye mecbur kalmıştı. Neyse ki Mehmet Paşa’nın torunu olan annesi Suphiye Hanım’ın da Ordu’da fındık bahçeleri ve malı mülkü vardı. Bunların iradı, kendilerini geçindirmeye yetecekti.

    Fikret için İstanbul, mektep hayatının başlaması demekti. Bu aynı zamanda arkadaşlar edinmesi ve en mühimi koşmaca oyununda yıldız olması manasına da geliyordu.

    Fikret’in ilk mektebi Madamın Fransız Mektebi oldu. Acar yavru 1927 yılında yazıldığı bu mektebe kapanıncaya kadar yani dört yıl devam etti. Burada koşmaca ve çocukların “anya-manya” dedikleri oyunca Fikret daima bir “as”tı. Onu yakalamak için bütün çocuklar elele tutuşmak ve beraber koşmak zorunda kalırlardı. Çünkü daima vücut çalımları yapan Fikret’i yakalamak imkansız denecek kadar zordu.

    Yıllarca sonra yeşil sahada, meşin top peşinde görülen ustaca vücut çalımlarının menşei, böylece ilk mektepteki “anya-manya” oyununa kadar dayanacaktı. Fikret daha ilk mektep sıralarında iken ilk sportif başarısını kazandı. 23 Nisan’da ilk mektepler arası 100 metre koşusunda ve çember yarışında birinci olmuştu.

    Fransız mektebi kapanınca bu defa altıncı ilk mektebe devama başladı. Burada da evvelki oyunlar devam etmekle beraber, artık Küçük Fikret de her çocuk gibi bir yenilik arıyor, koşmaca nevinden oyunlardan daha çok büyükleri meşgul eden oyunlara geçmek için sabırsızlanıyordu.

    Fikret Futbola Başlıyor

    Orta mektep, Fikret’in hayatında büyük bir değişiklik demekti. Bu çağ, yeni ve karışık derslerle beraber sevimli talebeyi bütün hayatında kendine esir edecek bir sevgiliyi de getiriyordu. Zira Fikret, Kadıköy Erkek Lisesi’nin orta kısmına girmekle futbolla tanışmış oluyordu.

    İlk topları tenis topu idi. Çok geçmeden evlerinin arkasındaki bahçe, daha sonra da bitişiklerindeki büyük arsa, yarının yıldızının ilk futbol sahaları oldu. Fikret’in Fenerli ilk takımı da bu arsada kuruluyordu. Kendi yaşındaki gençlerle bir araya gelen Fikret, artık “Feneryolu takımı”nın elemanı idi. Daima “amatör sporcu” ruh ve hüviyetini taşımış bu delikanlı, futbola başlarken en ileri derecesinde amatördü. O kadar ki, kurdukları mahalle takımının formalarını dahi kendi harçlıkları ile almışlardı.

    Forma da birer kısa kollu beyaz faniladan ibaretti ya… “Feneryolu” takımının kaptanı halen asabiye mütehassısı olan Kenan Tükel’di. Fenerbahçe’nin bugünkü İdare Heyeti azasından Sedat Bayur, bu takımda oynarken, Adalet’in şimdiki klas futbolcusu Erol Keskin de upuzun sarı saçları ile kale arkasında kaçan topları toplayan sevimli bir minimini idi. Fikret o günleri anlatırken “Feneryolu takımı diğer mahalle takımlarını yene yene kısa zamanda şöhret yaparken, ben de futbola gittikçe bağlandığımı hissediyordum” diyor.

    Küçük Fikret Büyük Fikret’le İlk Defa Nasıl Konuştu?

    Bir gün gene meşhur sahaları arsada bir mahalle maçı yaparken topları bitişik bahçeye kaçmıştı. Çocukların bağırması üzerine o bahçeye bakan evin penceresi açıldı ve pencereden… Evet çocukların hepsini heyecana boğan bir baş uzandı. Bu, Fenerbahçe’nin yıldızı, sol açık Fikret’ti.

    “- Ne istiyorsunuz?”

    Fikret’in sualine çocuklar bir ağızdan cevap veriyorlardı:

    “- Bahçeye topumuz kaçtı.”

    Bu defa Fikret ikinci bir sual soruyordu:

    “- Siz hangi takımdansınız bakayım?”

    Bu defa penceredeki büyük futbolcu Fikret’e arsadaki küçük futbolcu Fikret cevap vermişti:

    “- Fenerbahçeliyiz ağabey.”

    “- Hah şöyle… Hadi bakayım, girin de alın topunuzu!”

    Bir gün gelecek, penceredeki yıldızla yerdeki çocuk aynı kulübün elemanı olacaklar ve ikisini kolay ayırmak için penceredekine “Büyük Fikret”, yerdekine de “Küçük Fikret” denecekti.

    Küçük Fikret heyecanla naklettiği bu hatıra sırasında: “O zaman” diyor, “hepimiz o kadar Fenerbahçeliydik ki, top oynarken her birimiz meşhur Fenerbahçelilerden birine benzemeye çalışır, daima onları taklit ederdik. Ama Fenerbahçe’de oynamayı tahayyül dahi edemezdim.”

    Fikret bir yandan mahalle takımında, öte yandan da mektepte futbol oynuyordu. Hatta son ders sınıfın futbol aşıkları için çok zor geçiyor, ders esnasında elden ele giden kağıtlarda dersten sonra Altınordu sahasında çarpışacak iki takımın kadroları okunuyordu. Takımları daha derste kuruyor, zil çalar çalmaz da soluğu sahada alıyorlardı.

    Bir gün Fikret’e bir teklif geldi. Civardaki bir takım, yenildikleri diğer bir takıma karşı, kendilerini takviye etmesini Fikret’ten rica ediyordu. Küçük futbolcu için bu, büyük bir teklifti. Nitekim maçtan önceki geceyi adeta uyumadan, heyecan içinde geçirdi. Nihayet oyun saati gelip çatmıştı. Fikret’i takviye alan takım evvelki mağlubiyetin acısını çıkarmaya ahdetmişti, çok canlı oynuyordu. Fakat rakip de kuvvetliydi. Çekişmeli geçen maç dördünü Fikret’in attığı gollerle 7-3 onu takviye alan takımın galebesiyle son bulduğu zaman, genç futbolcunun sevinci hudutsuzdu.

    Fenerbahçe’ye Gelir misin?

    Fikret futbol hayatının en büyük heyecanının 1933 yılında duydu. Zira kendisine o ana kadar hayalinden bile geçiremediği bir sual soruluyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    Fikret’le aynı mahallede oturan ve Fenerbahçe’nin namağlup genç takımında oynayan kaleci Necdet Erdem’le, soliç Şeref, Fikretlerin takımı ile bir maç istemişlerdi. Bu, bütün mahalle için bir bayram sevinci yaratan hadise idi. İlk defa büyük sahada oynayacaklar, ilk defa büyük bir takımla karşılaşacaklardı. Daha önce tribünlerinden gıpta ile seyrettikleri sahada koşmak, demek onlara da nasip olacaktı.

    Bütün takım derin bir telaş ve heyecan içindeydi. Var kuvvetleriyle oynadılar, çırpındılar. Amma galip gelmek imkansızdı. Fenerbahçe genç takımı hakikaten kuvvetliydi. Nitekim maç 2-0 Fenerbahçe lehine neticelenmişti. Fakat işte bu maç bittiği anda Fikret için yeni bir ufuk açılıyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    O gün çıkardığı oyundan sonra Fikret’e bir teklif demek olan bu sual soruluyordu. Küçük futbol aşığı bir an başının döndüğünü hissetti. Rüya görüp görmediği hususunda tereddüte düştü. Demek antrenör Herr Schweng’in çalıştırdığı takıma, hayallerinin takımı Fenerbahçe’ye girip girmeyeceği soruluyordu.

    Sonradan tarif edemediği hisler içindeki küçük futbolcu, kendisine bunu soranlara sarıldı: Cevabını hareketiyle vermiş, o andan itibaren artık resmen de Fenerbahçeli olmuştu. Amma…

    Annesi Kulübe Girmesine Müsaade Etmiyor

    Amma akşam eve dönünce sevimli küçüğün sevinci birden sonra erdi. Zira onun heyecanla anlattıklarını dinleyen annesi, bu işe razı olmadığını bildirmişti. Fikret belki bu oyunda muvaffak oluyordu, fakat çok zayıf, incecik, naif bir çocuk için ağır bir spordu bu. Kulübe girdiği takdirde büyüklerin arasında ezilme tehlikesi de vardı. Ana kalbi bütün bunların tesirinde muvafakat cevabı veremiyordu.

    Fikret bu defa çok üzüntülü bir gece geçiriyordu. Bir yanda hayallerinin hakikat olması imkanı vardı, öte yanda da annesi. Ne birinciden vazgeçebilirdi, ne de ötekine karşı durabilirdi. Annesinin sözünü dinledi. Mahalle takımında ve mektepte top oynayarak arzusunu dindirmeye çalıştı. Lakin içindeki isteği söküp atamıyordu. Bir ay böyle geçti. İkinci ay birinciyi takip etti. Nihayet üç ay dolmuştu. Artık dayanamayacaktı. Ve dayanamadı da.

    Şimdi Fikret fazlasıyla hürmet ettiği annesine bir şey söylemiyor, lakin bazı akşamlar kaçamak yapıp Fenerbahçe Kulübü’ne gidiyor, antrenmana çıkıyordu. Onu Galip’in genç takımına almışlardı. Sedat, Enis, Muhlis, Nihat, Semih, Muammer, Bülent, Minas, Halit, Melih ve Saim bu takımda bulunuyorlar, yeni arkadaşları Fikret’e çok yakınlık gösteriyorlardı. Fikret bu vaziyetle kulübe daha fazla ısınıyordu. Hem artık yavaş yavaş annesine kulübe gittiğini hissettiriyor, annesi de aynı şekilde yavaş yavaş bu işe rıza göstermeye başlıyordu.

    Galip Bey Kulübün Her Şeyi İdi

    Fikret’in hayatında rahmetli Galip büyük bir yer tutmuştu. Nitekim şimdi eski günleri anlatırken, Galip beyden sık sık bahsediyor ve “Galip bey kulübün her şeyi idi” diyor, “Her çeşit sporla meşgul olmuş, her şeyi öğrenmişti. Sadece Fenerbahçe için çalışır, Sarı-lacivert renkler için canını verirdi. Otoriter olduğu kadar baba bir adamdı da. O zamanlar Fenerbahçe de birçok genç takım kurmuş, her birini eski şöhretlerden birine vererek hazırlatmıştı. Bunlar arasında iddialı maçlar yapılır, Fenerbahçeliler bu genç takımlardan yetişirdi. Kulübün yıldönümlerinde, spor bayramlarında, resmi geçitlere 12 takımın katıldığı çok görülen hallerdendi. Futboldan çok iyi anlayan Galip bey benim yetişmemde olduğu kadar benimle beraber birinci takıma yükselen pek çok gençle de meşgul olmuş, hepimize parlak bir istikbal temin etmiştir.”

    O günleri hasretle yad eden Fikret, rahmetli Galip’i hiçbir zaman unutmadığını ve hiç unutmayacağını da ilave ediyor.

    Tekrar o günlere, 1935 yılına dönelim. Artık Küçük Fikret genç takımın mümtaz elemanlarından biridir. Takımı da İstanbul Genç Takımlar şampiyonu olmuştur. Hatta bütün genç takımların teşkil ettiği muhtelit dahi bu şampiyon ekip önünde 2-0 mağlup olmaktan kurtulamamıştır.

    Fikret Birinci Takımda

    Fikret’in yıldızı birden çok parladı. O kadar ki, henüz 1936 yılında yani henüz 15-16 yaşında iken Fenerbahçe birinci takımında büyük şöhretlerin arasında yer alıverdi. Perşembe günkü antrenmandan çıkılırken Zeki Rıza küçük bir futbolcuyu, genç takımın acar sağacığı Fikret’i yanına çağırmıştı:

    “ – Fikret” dedi, “Pazar günü Ankara’nın Çankaya takımına karşı sağaçık sen oynayacaksın!”

    Şimdi Fikret yeni bir heyecan kasırgasına yakalanmıştı. Birinci takımda oynamak, Fenerbahçe birinci takıımının sağaçık mevkisini işgal etmek. Bu, kolay iş değildi. Şerefi kadar ağır ve mesuliyetli bir vazifeydi. Tecrübesiz futbolcu kalbi hızla ata ata soyunma odasına girdi. Pazar gününü hatırladıkça heyecanı tazeleniyordu. Fakat bir yandan da muvaffakiyet ihtimalini düşünüyor ve tatlı hayallere dalmaktan kendini alıkoyamıyordu.

    Nihayet Pazar geldi çattı. Ankara’nın Çankaya takımı da inadına sert oynuyordu. Fikret bütün heyecanını yenip kendine hakim olmuş ve genç takımdakinden çok daha iyi bir oyun tutturmuştu. Bir ara Çankaya beki Fikret’i biçmeye niyetlendi, fakat teşebbüsü boşa gitti. Ardından bir tekme daha. Fikret gene bir vücut çalımıyla sıyrılmıştı. Rakip bek yeni bir sertliğe hazırlandığı sırada küçük sağaçık, geriden sağhaf Cevad’ın sesini duydu.

    Cevat onu yanına çağırıyordu. Gitti. Cevat: “Sana şimdi bir top atacağım, sen onu geriye doğru, gene bana pas ver” dedi. Fikret bunu anlamamıştı, fakat usta futbolcunun dediğini yaptı. Topu geriye verdiği anda rakip bek çok sert bir çıkışla üstüne gelmiş, lakin bu defa karşısında 15-16 yaşında tecrübesiz bir çocuğu değil de, kurt futbolcu Cevat’ı bulmuştu. Neticede sakatlanıp sahayı terk eden, oyunun başından beri Fikret’i tekmelemeye çalışan Çankaya beki oldu.

    Birin Takımdan Tekrar Genç Takıma

    Fikret çıkardığı oyundan memnundu. Artık birinci takımda oynayabileceği ümit ve sevinci içindeydi. Maçı da güzel bir oyunla 5-0 kazanmışlardı. Herkes genç sağaçığı beğenmişti. Lakin o bir müddet daha tekrar birinci takımın formasını giyemeyecekti.

    Niçin? Kim beğenmemişti? Hoşa gitmeyen bir harekette mi bulunmuştu? Birinci takımdan tekrar genç takıma inmesine sebep olacak ne gibi bir hata yapmıştı. Bunların hiçbiri varid değildi. Bilakis kendisini en çok beğenenlerden biri olmasına rağmen Zeki Rıza: “İyi oynuyor ama onu ezdirmeyelim. Biraz daha gelişsin, takıma o zaman girsin” demişti. Haklıydı da.

    Fikret o an için çok müteessir olmuştu, fakat zaman geçince Zeki Rıza’ya hak verdi.

    Genç futbolcu tekrar geldiği takıma, şampiyon genç takım kadrosuna dönüyordu. Şimdi yılmadan çalışmalı, bir defa daha ve artık hiç çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna girmeliydi.

    Şampiyonluk Golünün Kahramanı

    Fikret genç takımda uzun müddet kalmadı. Takım halinde, olduğu gibi “B” takımına terfi etmişlerdi. O yıl “B” takımları arasında da iki devreli lig maçı yapıldığı için, gençler kendini göstermek fırsatını buldular. Tabii birinci takımda bir kere yer almış Fikret, diğerlerinden daha fazla dikkati çekiyor, idareciler onun ileride “A” takıma yerleşeceğine muhakkak nazariyle bakıyorlardı. Lakin genç sağaçık tekrar birinci takımda oynayıp oynayamayacağını bilmiyor ve bunun için de heyecan çekiyor, her geçen gün daha azimle çalışıyordu.

    Bu arada “B” takımları şampiyonası final maçı geldi çattı. Bir hafta önce Fenerbahçe ile Galatasaray birinci takımları arasındaki maçı Fenerbahçeliler 1-0 kazanmış ve şampiyon olmuşlardı. Şimdi gene iki ezeli rakibin “B” takımları şampiyonluk için karşı karşıya geleceklerdi. Ve tahminlere göre de, içinde Gündüz, Eşfak, Haşim, Bülent, bek Osman gibi elemanlar bulunan Galatasaray’ın kazanma şansı daha yüksekti.

    O zamanlar için çok kalabalık sayılacak bir seyirci kitlesi önünde oynanan maç, bütün çekişmeye rağmen golsüz berabere bitmişti. Şimdi herkes meraktaydı. Temdit devreleri başladı. Daha ilk dakikalarda geriden açılan bir top Fikret’i buldu, karşısındaki beki çalımla geçti. Bu anda kaleci biraz ileri çıkmış, rakibine fırsat vermişti. Fikret pozisyonu kaçırmadı ve topun atına hafifçe dokundu. Top süzülerek ileri çıkmış kalecinin üstünden ağlara takılmıştı: “Gol!”. Böylece genç sağaçık takımına 1-0 galibiyet ve binnetice şampiyonluk teşkil eden pek kıymetli bir gol kaydetmiş, kulüpteki itibarını daha fazla arttırmıştı.

    Hararetli Mektep Maçları

    Fikret ortaokulu bitirince Kadıköy Lisesi’ne devam ediyordu. Fakat az zaman sonra bu lise kapandı ve talebeler Haydarpaşa Lisesi’ne geçtiler. Haydarpaşa bir irfan yuvası olduğu kadar esaslı bir spor ocağı idi. Mektebin futbol takımı şimdiki tek seçici Eşfak Aykaç, antrenör Sabri Kiraz, Fenerbahçe idarecilerinden Sedat Bayur, Orhan Menemencioğlu, Semih Arıcan, haf Hayati gibi elemanlarla cidden kuvvetli bir manzara arzediyordu. Fikret de tabii bu ekibin en tehlikeli futbolcusu idi.

    O tarihlerde lise maçları da kulüp karşılaşmaları kadar iddialı olur, hem oyunlar çetin geçer, hem de – o zamana göre – çok seyirci toplardı. Büyük takımlarda oynayan şöhretlerin çoğu aynı zamanda lise takımlarının elemanı idi.

    Fikret mektep maçlarında oynadığı sırada Fenerbahçe Kulübü’nde de ileri bir adım atmış ve bir daha çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna geçmişti. Gösterdiği kabiliyet ve üstün futbol karşısında bu terakki normal sayılırdı.

    Lise maçlarının tek eliminasyon usulü ile hazırlanan programında Haydarpaşa’nın karşısına önce Hayriye Lisesi çıkmıştı. Haydarpaşa çok canlı oynadı amma golsüz beraberliği önleyemedi. O halde maç tekrarlanacaktı. Bu defa Haydarpaşalılar Taksim Stadı’ndaki maçta rakiplerini 2-0 mağlup ediyorlardı. Golün birini de Haydarpaşa sağaçığı Fikret atmıştı.

    İkinci maç İstanbul Lisesi’ne karşıydı. İstanbulspor’un iki gözde futbolcusu Mükerrem ve Cihat Ergün, lise takımında yer alıyorlar ve Haydarpaşa müdafaası için hakiki birer tehlike arzediyorlardı. Fikret gene bir gol attı ve Haydarpaşa takımı da çetin rakibini 3-1 yendi.

    Cihat’a Attığı Gol

    Üçüncü rakip Boğaziçi Lisesi’ydi. Boğaziçi turnuvanın en kuvvetli addolunan takımıydı. Kadrosunda kaleci Cihat Arman, Necdet, K. Orhan, Galatasaraylı Mustafa, Fenerbahçeli Bülent ve soliç Niyazi gibi şöhretler vardı. Maçın favorisi olarak da Boğaziçi gösteriliyordu.

    Oyun fevkalade heyecanlı ve çekişmeli geçti. Bütün gayretlere rağmen iki taraf da neticeyi lehine çevirecek tek sayıyı kaydedememiş, maç 0-0 berabere bitmişti. Şimdi iki fikir, iki teklif çarpışıyordu: Haydarpaşalılar maçın ertesi hafta tekrarını istiyorlardı. Boğaziçi takımı ise 15’er dakikalık iki devre temdide taraftardı. Neticede Boğaziçi’nin tezi kabul edildi ve maçın temdidine karar verildi.

    Şimdi heyecan tufanı son haddindeydi. Gene gol yoktu ve artık temditler de dahil maçın bitmesine çok az zaman kalmıştı. Haydarpaşa solbeki uzun bir vuruş yaptı, top Fikret’e kadar geldi. Fikret topu stop etti, bir an bekledikten sonra aniden atıldı ve karşısındaki beki geçip kaleye aktı. Boğaziçi kalesini müdafaa eden ünlü kaleci Cihat, tehlikeyi görünce hemen çıkış yapmış, ileri gelmişti. Fikret topla ilerlediği sırada, Cihat onun ayağına doğru plonjon yaptı. İşte bu anda Fikret topa hafifçe dokunuverdi. İki as futbolcu beraber düştükleri sırada, Fikret tozlar arasından topun yuvarlanarak ağlara değdiğini görüyordu. Bu gol Haydarpaşa’yı 1-0 galip getirerek finali oynamak hakkını veriyordu.

    Utanılacak Bir Maç

    Lise maçlarını anlatırken Fikret hiç finale gelmek istemiyor gibi… Acı bir mağlubiyete mi uğradılar yoksa? Hayır bu maç Türk futbolu, Türk hakemliği için pek hatırlanmaya değer bir maç değil gibi.

    Boğaziçi’ni de yenen Haydarpaşa’nın önünde artık bir tek rakip kalmıştır: Işık Lisesi. Tahminler, kuvvetli Haydarpaşa’nın Işık’ı rahatça yeneceği merkezindedir. Fakat ah bu gurur! Ah bu kendini dev aynasında görmek! Haydarpaşaılar da Boğaziçi’ni yendikten sonra Işık’ı “kolay lokma” saymış ve oyuna gayet gevşek başlamışlardır. Nitekim bunun acısı Işıklıların hemen attıkları golle çıkar. Vaziyet tehlikeli olmaya yüz tutmuştur.

    Az sonra Fikret müsait bir pas yakalayınca kendine has stille kaleye iner ve karşısındaki oyuncuyu çalımlamasıyla beraber şutunu çeker. Top ok gibi kaleyi bulmuştur. Gol! Fakat hakem Feridun Kılıç golü verdikten sonra, yan hakem Fikret Kayral (Cici Necdet’in kardeşi, bir oyuncunun yumruğu ile vefat eden talihsiz genç) bayrak sallar ve hakemle konuşur. Neticede hakem Feridun Kılıç kararını değiştirir, golü saymaz ve Haydarpaşa lehine frikik gibi garip bir karar verir.

    Oyun sinirli bir hava içinde devam ederken, top bekleyen Haydarpaşa sağaçığı Fikret birden yere yıkılır. Işıklı bir oyuncu arkasından gelip kendisini tekmeyle devirmiştir. Bu hadise az evvelki sayılmayan golle sinirlenen seyirciler için “bardağı taşıran damla” olur ve bütün talebe sahaya dolar. İşte bundan sonra cereyan eden ve hakemlerin hayli hırpalanması ile son bulan hadise, futbol tarihimizin pek acı sahifelerinden biridir.

    Hem Birinci Hem de Mahalle Takımında

    Fikret artık tanınmış bir futbolcudur. Fenerbahçe birinci takımının takdir edilen bir elemanıdır. Fakat bütün bunlara rağmen ilk sevgilisinden, mahalle takımından ayağını büsbütün çekmiş değildir. Kendi tabiriyle “hayatının en zevkli oyunları”nı mahalle maçlarında oynar.

    Feneryolu’ndan geçen tramvay hattının iki tarafında oturanlar “Aşağı mahalle” ve “Yukarı mahalle” adı altında her hafta Pazar sabahları karşı karşıya gelir, bazen meyvasına, bazen pastasına, bazen dondurmasına maç yaparlar. Mahalle kızları da bu maçları seyre geldiği için, oyunların kalitesi yüksek, heyecanı fazla olur. Fikret sabahları burada 7 kişilik mahalle takımında oynar, öğleden sonra da Fenerbahçe birinci takımında sağaçık mevkiini doldurur. Genç futbolcu bir yıldız olmak yolundadır.

    Fikret birinci takıma geçtiği ve devamlı oynamaya başladığı zaman, Fenerbahçe’nin esas kadrosunda şu elemanlar bulunuyordu: Kaleci: Cihat, Hüsamettin – Bek: Yaşar, Fazıl – Haf: M. Reşat, Ali Rıza, Cevat, Esat, Angelidis – Forvet: Naci, Melih, Namık, Niyazi, Rebii, Basri, Büyük Fikret.

    Genç sağaçık takımda tutunabilmek için haftada iki gün kulüpte antrenman yapmakta, iki gün mektepte çalışmakta, Pazar sabahları da mahallede oynamaktadır. Bu devre Fikret’in en fazla antrenman yaptığı zamandır.

    İlk Yabancı Maçı : Bir Zafer

    Fikret ilk yabancı maçını oynadıktan sonra sahadan omuzlarda çıktı. Zira Fenerbahçe, içinde meşhur Sebes’in de bulunduğu MTK Hungaria takımını 3-2 mağlup etmişti. Macarları yenmek hakikaten zordu ve nitekim diğer takımlarla yapılan maçlar hep misafirlerin galebesiyle bitmişti.

    İşte bu vaziyette Taksim Stadı’na çıkan Fenerbahçe takımının ve hele genç sağaçığı Fikret’in heyecanı çok büyüktü. Sarı-Lacivertliler şöyle bir tertip kurmuşlardı: Cihat – Faruk, Lebib – Ömer, Esat, Hayati – Küçük Fikret, Tarık, Melih, Rebii, Büyük Fikret.

    Macarlar oyun başladıktan az sonra bir gol atmış ve galip duruma geçmişlerdi. Bu golü diğerlerinin takip edeceği şüphesizdi. Fenerbahçeliler hemen bir değişiklik yaptılar ve Naci’yi forvete alıp Büyük Fikret’i geriye, hafa çektiler. Bu değişiklik, bekleneni vermiş, takıma bir hız gelmişti. Nitekim devre sonlarında sağaçık Fikret’in sürüp ortaladığı topu Naci bomba gibi bir şutla kaleye soktu ve devrenin 1-1 bitmesini sağladı.

    İkinci devrede Sarı-Lacivretliler açılmıştı. Büyük Fikret frikikten, Naci de volelerinden biriyle iki gol yapınca zafer kuşu Fenerbahçelilerin omzuna konmuştu. İşte Küçük Fikret (artık ona bu sıfatla hitap ediliyor, kendisinden bu sıfatla bahsediliyordu) ilk ecnebi maçında takımının zaferine şahit ve ortak olmuştu.

    Futbolun Cilveleri Böyledir

    Fikret’in Hungaria’ya karşı oynadığı ilk yabancı maçından bir müddet önce meşhur Güneş Kulübü kapanmış, elemanlarından çoğu – Cihat, Melih, Rebii, Ömer, Rasih – Fenerbahçe’ye girmişlerdi. Bu suretle Fenerbahçe takımı pek kuvvetli bir manzara arzediyordu.

    Liglerden önce Fenerbahçe ile Galatasaray’ın, iki ezeli rakibin karşı karşıya gelmesi bütün sporseverleri heyecana boğmuştu. Fikret bu maçı şöyle anlatıyor:

    “- Takımların kadrolarına bakıp maçı Fenerbahçe’nin rahatça kazanılacağı öne sürülüyor, bize büyük bir şans veriliyordu. Sahaya bu mağrur haleti ruhiye içinde çıktı. Ben de bu gururun esiri olmuş gibiydim. Lakin takımımız “nasıl olursa olsun kazanırız” düşüncesiyle başladığı maçı 4-0 gibi açık bir farkla kaybettiği zaman, hepimizin aklı başına gelmişti. Galatasaray’a yenilmiştik amma ben şahsen bu mağlubiyetten büyük ve kıymetli bir ders almıştım: Futbolda mağrur olmanın sonu hezimetti!

    Futbol Gururu Hiç Affetmez

    Fikret bu “kendine fazla güven” bahsinde bir de Topkapı ile yaptıkları şilt maçını zikrediyor. 1939-40 sezonunda Fenerbahçe ligin tehlikeli takımı, Topkapı ise bütün gayretine rağmen bu kuvvetli rakibe farkla yenilecek bir ekiptir. Fenerbahçe taraftarları takımlarının yeni bir gol rekoru kıracağını seyre gelmişlerdi. Lakin dakikaların ilerlemesine rağmen vaziyet hep 0-0’dır. Topkapı kalesine henüz bir tek gol dahi girmiş değildir. Artık herkesi merak almıştır. Topkapı futbolcuları ise bu büyük başarı karşısında daha da gayrete gelmiş, kudretli rakiplerine fırsat vermemektedirler. İşte maçın bitimine pek az kala, sağaçık Küçük Fikret düzgünce bir top yakalar, karşısındaki müdafii geçer ve topu çizgi üzerinden biraz sürdükten sonra ortalar. Topu çizgiden sürmek, Fikret’in en büyük meziyetidir zaten. Ortaya gelen top Şaban’ın sıkı vuruşu ile Topkapı kalesine girer, stat yerinden oynar. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanmıştır.

    Amma aynı anda saha karışır. Topkapılılar Fikret’in topu dışarıdan çevirdiğini iddia ederler.

    “- Hakikaten dışarıdan mı çevirmiştin?”

    Fikret yıllarca evvelki bir topa vuruşu için yıllarca sonra sorduğum bu suale gülerek cevap verdi:

    “- Vallahi topun büyük kısmı dışardaydı. Eğer hakem gelip bana sorsaydı da böyle söylerdim. Ama tamamı asla çıkmış değildi.”

    Fenerbahçe Topkapı’yı o gün öyle münakaşalı bir golle 1-0 yendikten sonra bu defa ligdeki karşılaşmaya rakibine çok ehemmiyet vererek çıkar. Topkapılılar ise evvelki maçla mağrurdurlar. Netice pek farklı olur: Fenerbahçe: 14 – Topkapı: 0.

    Fikret Birinci Takımın Yıldızı

    1939 – 1940 mevisminden itibaren artık Fikret birinci takımın değişmez elemanlarından biri olmuştur. Daima sağaçık mevkiini işgal etmekte ve her maçta verdiği paslar, yaptığı ortalar, çektiği frikik ve kornerlerle takımın bir çok golünü hazırlamakta veya bizzat yapmaktadır. Birçok seyirci statta otururken “Aman şu tarafa gidelim, Fikret önümüzde oynayacak” demektedir. Fikret’in top sürüşünü seyretmek, hakikaten bir zevktir. Aynı zamanda genç yıldızın “topa en güzel vuran futbolcu”lardan biri olduğu da herkesçe teslim edilmektedir.

    Fenerbahçe 1940’ta Milli Küme şampiyonu olurken kadronun en gözde elemanlarının başında sağaçık Küçük Fikret gelmektedir.

    Fenerbahçe-Galatasaray Muhteliti Mısır’da

    Fikret Kırcan’ın hatıralarının içinde 1940’daki Mısır seyahati geniş yer tutar. Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti şeklinde yapılan bu seyahat tam bir ahenk içinde geçmiş, iştirak edenlerin hafızalarında tatlı günler olarak yerleşmiştir.

    1940 Mayıs’ının ilk haftasında İstanbul’dan İskenderiye’ye müteveccihen hareket eden Romen vapurunda kafile başkanı olarak “eski Fenerbahçe sağaçığı, şimdiki İdare Heyeti azası” Niyazi Sel ve futbolcu olarak da Sarı – Lacivert ve Sarı – Kırmızı renklerin on üç yıldızı bulunuyordu: Fenerbahçe’den Cihat, Esat, Ömer, Naci, Küçük Fikret, Melih, Basri, Galatasaray’dan Osman, Faruk, Adnan, Musa, Gündüz, Boduri.

    Vapur İstanbul’dan ayrılırken hava nefisti. Futbolcular, hele vapurda artist Tahivye Karyoka ve bir diğer Mısırlı dansözün bulunduğunu öğrenince, iyi vakit geçirecekleri ümidine kapılmışlardı. Tabii kafilenin en neşeli siması kaleci Osman’dı. Fakat daha Marmara’ya çıkmasıyla beraber deniz kabarmaya, vapur koca dalgalar arasında oynamaya başlamıştı. Sporcuların çoğunu deniz tutmuş, Hayfa’ya uğranılan saatler müstesna, doğru dürüst yemek bile yiyememişlerdi. Bu arada, denizden müteessir olmayan ve ayakta kalanlardan biri de hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    Kral Faruk’la Karşı Karşıya

    Kral Faruk’un da hazır bulunduğu ilk maç Kahire’de Kahire Muhtelitine karşı oynandı. Kızgın güneş altında ve çölden farksız kum sahada futbol oynamak kolay değildi.

    Hararet gölgede 40 dereceye varıyordu. Bu durumda Fenerbahçe – Galatasaray Muhteliti elemanları top oynamak şöyle dursun, nefes bile almakta güçlük çekiyorlardı. Nitekim ikinci devre ortalarında solbek Adnan topa koşarken birden yere yıkıldı, sıcaktan bayılmıştı. Bu hadise, Mısırlılara galibiyet golü fırsatını da vermişti. İlk devreyi bütün aleyhte şartlara rağmen 1-1 berabere bitirmeye muvaffak olan futbolcularımız, böylece yedikleri ikinci golle sahadan 2-1 mağlup ayrılıyorlardı. İlk devredeki tek golümüz de Küçük Fikret’in verdiği uzun bir pasla Melih vasıtasıyla yapılmıştı.

    Maçtan sonra Kral Faruk sahaya geldi ve Türk futbolcularının teker teker elini sıkarak her birine bir paket hediye etti. Çocuklar üç defa “Sağol” diye bağırdıktan sonra soyunma odasına giderken aldıkları hediyenin ne olacağını münakaşa ediyorlardı. Esat “Herhalde birer saattir” diyordu. Ardından da ilave ediyordu: “Bir kral verdiğine göre de altın olması lazım.”

    Bu düşünce ile paketleri yırtarcasına açtılar: Birer bronz madalya çıkmıştı.

    Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti ikinci maçını İskenderiye’de İskenderiye Muhtelitiyle yaptı ve sahadan 4-2 galip ayrıldı. Bu defa da şiddetli bir rüzgar, zevkli bir futbola müsade etmiyordu. Amma çocuklar yenmeye azmetmişler, bu şevkle canla başla oynuyorlardı. Nitekim ilk devresini 2-0 ileride bitirdikleri maçı 4-2’lik bir galibiyete götürdüler.

    Dönüş, gidiş gibi olmamıştı. Vapur aynı Romen vapuruydu, fakat hava ve deniz gayet mükemmeldi. Hele son gece kaptanın verdiği balo çok neşeli geçti. Ancak bir ara İngiliz harb generallerinin vapuru durdurmaları bir heyecan yarattı.

    Ligler, seyahat ve milli küme müsabakaları üstüste gelince dersler ikinci plana düşer gibi olmuştu. Bu arada garip bir hadise, Fikret’in ilk defa ikmale kalmasına sebebiyet verdi.

    Fikretlerin sınıfına tarih dersine gelen bir hoca vardı. Halim selim bir adamdı. Uslu oturmak ve yazılı imtihanlarda doğru cevap vermek, tarihten geçmek için kafiydi. Hoca talebelerini fazla sıkmazdı amma talebelik bu! Onlara yumuşak muamele etmek, hatta bol not vermek dahi kafi gelmemişti. Bir gün tarih hocasının not defterini ele geçiriverdiler ve defterdeki bütün numaraları 9’a, 10’a yükselttiler. Bu arada Fikret’in notu da arttırılmıştı tabii. Hoca kısa zaman sonra bunun farkına vardı ve bütün sınıfı ikmale bıraktı. Fikret hala: “Yazılıda aldığım notla tarihten geçeceğim muhakkaktı amma ah arkadaşların muzipliği!” diyor.

    O yaz genç futbolcuya zehir oldu. Herkes denize gider, futbol oynarken, o yazın tadını çıkaramıyor, evde oturup ders çalışıyordu. Fakat bu gayretinin semeresini imtihanlarını verip liseden mezun olmakla gördü.

    3-0 Galip Durumda Gevşemenin Cezası

    “- Ne zaman kendimize fazla güvenmişsek, ne zaman rakibi küçümsemişsek, ne zaman oyunun başlarındaki bir iki golle gevşemiş ve işi fanteziye dökmüşsek, daima aleyhimize olmuştur. Bunu futbolu bıraktığım şu sırada, genç futbolcu kardeşlerime en mühim öğüt olarak tekrarlamak isterim.”

    Fikret bu sözleri hakikaten içten söylemektedir. Hemen ardından misalleri de sıralamaktadır. 1940-41 lig maçlarında Fenerbahçe ile Vefa karşı karşıya gelmişlerdir. Fenerbahçe takımı oyuna iyi başlamış ve nitekim devreyi 3-0 gibi rahat bir neticeyle bitirmiştir. Lakin ikinci devrede bu 3-0’ın verdiği gevşeklik, Fenerbahçelilerin fanteziye kaçmalarına sebep olmuştur. İşte bu fırsattan faydalanan ve canla başla oynayan Vefalılar, 3-0’lık maçı 3-3 duruma getirmişlerdir. Kü.ük Fikret maçın son dakikasında ani bir dalış yapmış ve falsolu bir şutla takımına dördüncü golü yani galibiyet golünü kazandırmıştır. Fakat santra yapılırken bir Vefalı, Fikret’i okkalı bir tekmeyle sedyelik etmiştir.

    Fikret bu maçı, attığı golün kıymeti veya sahadan sedyeyle çıkması bakımından değil de doğrudan doğruya lüzumsuz gevşeme yüzünden rahat bir maçın nasıl zorla kazanıldığını göstermesi bakımından daima hatırlamaktadır.

    Kalecisiz Takımı Küçümsemenin Cezası

    Diğer misal daha canlıdır. Aynı sene ligde Beykoz şanssız durumdadır. Fenerbahçe gibi kuvvetli bir rakibe karşı onbir kişilik takım dahi çıkaramayacak haldedir. Filhakika Fenerbahçeliler sahaya çıktıkları zaman karşılarında 9 kişilik bir Beykoz takımı görürler. Üstelik kalecisi de yoktur. İleri oyuncularından biri kaleci kazağını giyip kaleye geçmiştir. Sarı-Lacivertliler pek mütebessimdirler. Hepsinin yüzünde “Bugün bir gol rekoru kıracağız” edası okunmaktadır. Oyuna da bu haleti ruhiye içinde başlarlar. O kadar ki, bekler dahi gol atmak sevdasına düşüp ileri çıkmışlardır.

    Lakin futbol bu. Yuvarlak topa hiç inan olmaz. Nitekim Fenerbahçeliler rakip takımı ve hele kalecisini küçümsedikçe, büsbütün bocalamaya başlarlar. Buna mukabil eksik ve kalecisiz takımla oynayan 9 kişilik Beykoz futbolcuları canlarını dişlerine takmışlardır. İşte bu gayret gururu mağlup eder ve maçın ilk golünü Beykoz yapar. Fenerbahçe devre sonunda Basri’nin şutu ile beraberliği sağlasa da artık ok yaydan çıkmıştır. Beykoz ikinci devrede bir gol daha atmaya muvaffak olur. Böylece gol rekoru umarak rakibi hiç ciddiye almayan Fenerbahçe sahadan 2-1 mağlup ayrılır.

    Fikret şimdi diyor ki: “Meşin topu kovaladığım 22 senede takımımın çok parlak maçları oldu. Fakat bu Beykoz mağlubiyetini hepsinden çok hatırlarım. Çünkü bana gayet iyi bir ders olmuştur. Genç futbolculara da bunu ibret alınacak bir hadise olarak zikrediyorum.”

    Küçük Fikret Santrforda

    1940-41 ligi bitmiş, hususi maçlar yapılıyordu. Bu arada Fenerbahçe ile Beşiktaş karşı karşıya geldiler. Zeki Rıza Sporel, Küçük Fikret’in santrforda da denenmesi arzusunu izhar ediyordu. Hususi bir maç olduğuna göre bu fikrin bu Beşiktaş karşılaşmasında tatbiki düşünüldü ve Fikret santrafora konuldu. Fakat oyun gayet anormal cereyan etmiş, bilhassa bek hattı son derece aksayarak sık sık gedik vermişti. Kaleci Cihat en formda zamanında olmasına rağmen, beklerin bozukluğundan mütemadiyen ileri çıkmak, hatta bazen bek gibi ayakla müdahale etmek zorunda kalıyordu. Maç Beşiktaş’ın 7-1 galibiyeti ile sona erdiği zzaman Küçük Fikret’in santraforluğu da tarihe karışıyordu. Maçın cereyanı ve neticesi, muvaffak sağaçığın ortada nasıl oynadığını tahlil ve tetkike fırsat vermemişti.

    Fenerbahçe bu maçtan sonra Milli Küme için İzmir’e gitti. İlk maçta Altay’a karşı durum 1-1 berabere iken bir penaltı kazanılmıştı. Fikret gelip topu dikti. Fakat tam atacağı sırada Rebii önüne geçmiş: “Sen atamazsın, Esat atacak.” Diyordu. Fikret hiç ses çıkarmadı. Esat’ın vuruşa avuta çıkmıştı. Artık maçın berabere biteceği muhakkak gibiydi. Birden Altay kalesine bir frikik oldu. Fikret meşhur frikiklerinden birini çekmiş ve takımını 2-1 galip getiren golü yapmıştı.

    İzmir’de ikinci maç Fenerbahçeliler hesabına pek talihsiz geçmiş, Sarı-Lacivertliler Altınordu’ya 2-1 yenilmişlerdi. Seyahate Fenerbahçe ile Galatasaray beraber gittiklerinden Galatasaraylılar Fenerbahçelilerle mütemadiyen alay ediyor, Altınordu mağlubiyetini latife mevzusu yapıyorlardı. Bu alay faslı otelde de, vapurda da devam etti. Tesadüf, hemen o hafta Fenerbahçe ile Galatasaray’ı karşı karşıya getirdi. Sarı-Kırmızılıların latifeleri, Fenerbahçeliler’e çok dokunmuştu. Maça çıkarken galip gelmek için yemin ettiler. Bu arada Taka Naci “içime doğuyor, bir gol atacağım” deyip duruyordu. Nitekim maçı 1-0 Fenerbahçe kazandı ve golü de Küçük Fikret’in kornerden ortaladığı topla Naci yaptı. Fikret “bu maç her şeyden evvel azmin bir zaferiydi.”diyor.

    İngiliz Muhtelitine Karşı Başarı

    1941-42 mevsimi Fenerbahçe için pek talihli geçmiş değildir. Milli Küme’de de, ligde de üçüncülükten yukarı çıkamayan sarı lacivertli takım, ancak bu mevsim yaptığı ecnebi maçları ile taraftarlarının – aynı zamanda bütün Türk sporseverlerinin – yüzünü güldürmüştür. 1941 Aralık’ında, içinde McGuire, Fenton, Prayr gibi şöhretlerin bulunduğu İngiliz Orta Şark Muhteliti ile iki defa 2-2 berabere kalmak cidden bir başarı idi. Hele ikinci maçta Fenerbahçelilerin devreyi 2-0 mağlup bitirdikten sonra 2-2’lik neticeye ulaşmaları, İngiliz futbolcularının ustaca oyunu karşısında mühimsenecek bir muvaffakiyetti.

    Küçük Fikret’in hafızaasında yer eden bu iki maçtan sonra aynı sene Admira’ya karşı kazanılan zafer de değerli sporcunun tatlı hatıralarındandır. Hitler tarafından işgale uğrayan Avusturya’nın Admira’sı, 1942 Mayıs’ında bir Alman-Avusturya muteliti kuvvetindeydi. Galatasaray ve Beşiktaş’ı yenen Admira’yı Türkiye’de mağlup etmek şerefi Fenerbahçeliler’e ait olacak, sarı-lacivertliler hem de genç oyunculara yer verdikleri bir tertiple bu büyük kudreti 2-1 yeneceklerdi.

    Fikret’in İki Ortası İki Gol

    Kalede Sabri’yi, santraforda Müzdat’ı, solaçıkta da Halit’i gören seyirciler maçtan ümitlerini kesmişlerdi. Zira bu üç futbolcu birinci takımda ilk defa yer alıyorlardı. Fenerbahçe’nin tertibi şöyle idi: “Sabri – Muammer, Murat – Ali Rıza, Esat, Aydın – Küçük Fikret, Naci, Müzdat, Ömer, Halit.”

    Fenerbahçe tahminler hilafına pek mükemmel bir oyun tutturmuştu. Bilhassa Cihat gibi bir şöhreti seyretmeye alışık halk, aynı kalede oynayan Sabri adlı gencin başarılı kurtarışları karşısında önce hayrete düşmüş, fakat sonradan gayrete gelerek takımı teşçi etmeye başlamıştı. Sarı-lacivertliler fırtına gibi oynuyor, çetin rakiplerine göz açtırmıyorlardı. İşte bu arada Fikret topla kaleye daldı ve müsait anda topu hemen içeri verdi. Admira kalecisi, Müzdat, Ömer üçü beraber topa çıktılar. Lakin hiçbiri vuramadı.

    Üstlerinden aşan topu iyi takip eden Naci, yetişip nefis bir kafa darbesiyle ağlara taktı. Fenerbahçe devreyi 1-0 galip bitirecekti.

    İkinci devreye rüzgar altında başlayan Fenerbahçeliler, aynı azimle oynuyorlardı. Nitekim yine Fikret’in bir ortası, Sarı-Lacivertlilere ikinci gol imkanını yarattı. Kaleciyi aşan topu Halit’le Naci kaleye sokmuşlardı. Şöhretli ve kuvvetli Admira, şeref golünü ancak son dakikalarda yapabildi. Oyunun bitmesiyle halk sahaya hücum etmiş, Fenerbahçeliler’i omuzlara kaldırmıştı. Futbolcular sahadan soyunma odasına ancak yarım saatte gidebildiler.

    Fikret Kaleci mi Oynayacaktı?

    Fikret 1941’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuştu. Fakat ticari hayatta çalışacağını düşündü ve ertesi yıl fakülte değiştirdi, Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okuluna girdi. Bu bahiste de yine bir futbol hatırası Fikret’in aklından çıkmıyor.

    Yüksek okullar arasında yapılan maçlarda Ticaret şampiyon çıkmış, şimdi de Türkiye birinciliği için Gazi Terbiye ile karşılaşması gerekmişti. Arkadaşları, en büyük kuvvet olan Fikret’in oynamasını çok istiyorlardı ama, genç futbolcu 39 derece ateşle hastaydı. Arkadaşları ısrar ettikçe ettiler, nihayet Fikret dayanamadı ve maça geldi. Hasta olduğu için sahaya çıkarken formasının üstüne bir kaleci kazağı giyen Fikret, Gazi Terbiyelilerin dikkatini çekti. Dayanamayarak sordular: “Kaleci mi oynayacaksın?”

    Fikret hiç bozmadan “Evet” cevabını verince, rakip oyuncular, kaptan ve antrenörleri Galatasaraylı Mehmet Ali’ye koşmuş, “Fikret kaleci oynuyor” diye müjde vermek istemişlerdi. Tabii Fikret sağaçık oynadı ve 39 ateşe rağmen 2 de gol atarak takımının şampiyonluğunda hissedar oldu.

    1942-43 sezonunda Fenerbahçe ligde ikincilik elde etmiş, bunun arkasından yapılan ilk Maarif Mükafatı Kupası’nda da şampiyonluğu kazanmıştı. Gerek bu şampiyonada, gerekse 1943-44 İstanbul Lig şampiyonluğunun elde edilmesinde Küçük Fikret büyük rol oynuyordu. Bu sıralar değerli sağaçığın yüksek form gösterdiği devrelerdi. Nitekim Fenerbahçe 1943-44 liginde 18 maçtan 16’sını kazanmış ve forvet hattı da 18 maçta 75 gol atarak güç erişilir bir rekor tesis etmişti. Buna karşılık Fenerbahçe kalesine sadece 5 gol girmişti. Fikret 9-1’lik bir Süleymaniye maçı hariç, 18 müsabakanın 17’sinde takımda yer almıştı.

    1944-45 sezonunda ise Fikret takımda muntazam oynamadı. Bunun en mühim sebebi, futbol dışındaki işleriydi. 1944 aynı zamanda Fikret’in sinema alemimizin tanınmış iş adamı Kadri Cemali’nin kızı Füruzan Cemali ile nişanlandığı yıl oldu.

    Fikret Sol Açık Oynuyor

    Fikret 1945-46 sezonunda lig maçlarına pek katılamadı. Bu arada bazı dedikodular çıkmış, Fikret’in futbol oynamasına karısının mani olduğu söyleniyordu. Sonradan, bizzat Fikret’in de ifade ettiği üzere bu dedikoduların tamamen asılsız olduğu anlaşılacaktı. Nitekim Küçük Fikret’in kanaatince “Bir faal futbolcu evlenirse, hayatını daha iyi tanzim edeceği için daha çok muvaffak olur. Ancak başlangıçta dikkatli davranmalıdır. İlk seneden sonra normal spor hayatına geçmek kabil olur ve futbolcu bekar devresinden daha müstakar oyun çıkarmaya, daha verimli futbol oynamaya başlar. Lakin evlenen genç futbolcuya biraz müsamaha göstermek ve bazı tavsiyelerde bulunmak da idarecilere düşen bir vazifedir.”

    Fikret 1946’da Başbakanlık Kupası’nın kazanıldığı, Gençlerbirliği’nin 4-0 mağlup edildiği maçta oynadı. Fenerbahçe’nin 40. Yıldönümü vesilesiyle davet edilen Mısır’ın Ennadilülehli takımına karşı 1-1’lik maçta bir devre takımda yer aldı. Hususi işlerinden başka, bacağındaki bir arıza da sahada görünmesine imkan vermiyordu.

    1947 yılı, Fenerbahçe’ye antrenör Molnar’ın gelişi demekti. Bu aynı zamanda parlak bir devrenin de başlangıcı sayılırdı. Fakat daha Molnar takımı iyice tanıyamamışken bir Beşiktaş maçı geldi çattı. Bu, Fikret’in hayatındaki enteresan maçlardan biriydi. Zira bir Beşiktaş karşılaşmasında santrafor oynayan Fikret, bu defa da solaçıkta yer alıyordu. Ve ne gariptir ki Fenerbahçe bu maçta da Beşiktaş’a (2-1) mağlup olmaktan kurtulamadı. Fenerbahçe’nin bu maçtaki kadrosu şöyle idi: “Hüsnü – Büyük Halil, Murat – Selahattin, Küçük Halil, Samim – Erol, Naci, Suphi, Müzdat, Küçük Fikret.”

    Fikret’in hafızasında yer eden bir diğer Beşiktaş maçı da 1947 Mayıs’ındaki karşılaşmadı. Beşiktaş’ın şampiyonluğu garantilemiş durumda oynadığı bu müsabakayı fevkalade bir oyun çıkaran Fenerbahçe 4-0 kazanmıştı. Bu maçın kahramanı santrafor Suphi, 4 golden 3’ünü kaydederken, iki golün pasını Fikret’in ortalarından almıştı.

    Nihayet Ay Yıldızlı Forma

    “1948’i uğurlu yıl olarak hatırlarım” diyen Küçük Fikret, bu seneki lig şampiyonluğunda takımın hakikaten güzel oyunlar çıkardığı kanaatindedir.

    Fakat 1948’in “uğurlu yıl” olması daha çok ay-yıldızlı formanın tekrar sahalarda görünmesinden ileri gelmektedir. 12 senelik hasretten sonra nihayet bir milli maç yapılıyordu. Arada nice yıldızlar yetişmiş, fakat bunlar milli formayı giyemeden futbola veda etmişlerdi. Bu bakımdan 1948’de kalburüstünde bulunan futbolcuların, milli maç yapılacağını öğrenmeleri hepsini müstesna heyecana boğmuştu. Bu, memleket futbolunda büyük bir merhale, ileri bir adımdı

    Bu tarihi maç 23 Nisan 1948’de Atina’da Yunan milli takımına karşı oynanacaktı. Seçilen namzet kadro elemanları içinde takıma gireceği en emin olanların başında sağaçık Küçük Fikret geliyordu. Pek rahat olmayan bir uçak yolculuğunu takiben Atina’ya inen Türk kafilesi, gümrükte de müşkülatla karşılaşmıştı. Nihayet otele yerleştiler ve istirahate çekildiler.

    Kaleci ve kaptan Cihat hariç, takımın diğer bütün elemanları ay-yıldızlı formayı ilk defa giyecekleri için çok heyecanlıydılar. Gece gündüz hep maçı düşünüyorlar, yemeği bile zor yiyorlardı.

    Nihayet maç saati geldi çattı. Saat 16’da Minerva otelinde bir odada toplanıldı. Ulvi Yenal ve Vahi Oktay’ın konuşmaları, tavsiyeleri dinlendi. Sonra da otobüsle Panathinaikos Stadı’na hareket edildi. Stad hıncahınç doluydu. Türk futbolcuları polislerin açtığı daracık bir aralıktan geçerek soyunma odasına gidebildiler.

    İdareciler takımı ilan ediyordu: Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Küçük Fikret, Erol, Ahmet, Lefter, Şükrü.

    İtalyan hakemi Dattilo’nun idaresinde oyun başladığı zaman Yunan halkı takımını büyük tezahüratla teşçi etmekteydi. Bu uğultu, milli marşların çalınması, esasen heyecanlı futbolcularımızın heyecanını bir kat daha arttırmıştı. Hoş bir tesadüf, maçın ilk akınını Türk sağaçığı Fikret yaptı, fakat Yunan müdafaası gayet yerinde bir müdahale ile topu uzaklaştırmıştı.

    Yıllarca Sonra İlk Gol

    Maç başlayalı henüz 7 dakika olmuştu ki, Selahattin’in uzattığı topla Fikret ileri fırladı. Sonra aniden içeri kayıp sağiç yerinden kaleye sol bir şut yolladı. Daima sağ ayağı ile nefis goller atan Fikret’in topa kafa ile veya sol ayağı ile vurması seyirciler tarafından garipsenirdi. Zira bu büyük futbolcu, en büyük hünerini topu sağ ayağına geçirdiği anda göstermesiyle şöhret kazanmıştı. Ancak ay-yıldızlı formayı ilk defa giydiği gün Fikret’in sol ayağı ile savurduğu bu şut, Yunan kalecisinin üstünden ağlara takılıyordu. Kaleci plonjon yapmak istedi, nafile! Türk Milli takımının bu tarihi golünü yapmak şerefi Küçük Fikret’e nasip olmuştu.

    Fikret’e az sonra bir fırsat daha geldi. Lakin kendi de açıkça ifade ettiği gibi “biraz heyecan, biraz da acele yüzünden bu fırsatı dışarı attı.” Türk takımı şahlanmıştı. Nitekim Lefter’in attığı ikinci gol, galibiyetin garantisi oldu. İkinci devrede gayrete gelen Yunanlılar bir gol çıkarınca ay-yıldızlı onbir tekrar canlandı. Bu canlılığın semeresi Şükrü’nün attığı üçüncü golle görüldü. Böylece galibiyet yine emniyete alınmıştı.

    Maçın bitmesine dört dakika kala bu devre solaçığa giren Halit’in kale içine doldurduğu ortaya Fikret kafayla çıkış yaptı. Sol şut, Fikret’in mutadı değildi. Atmış, gol olmuştu. Kafa vurmak da mutadı değildi. Bu defa da topa sıkı bir kafa yapıştırıyordu. Yunan kalecisi atlamış ve topu ancak içerden çıkarabilmişti. Bu kaidelere göre bir goldü. Lakin hakem muteber addetmedi ve maç da 3-1 Türk Milli takımının zaferiyle sona erdi.

    Ay Yıldızlı Takımın Başarılı Sağ Açığı

    Fikret 1948 senesinde milli formayı üç defa daha giydi. Hem de başarı ile, şerefle. Yunanistan’dan dönen milli takımımız 30 Mayıs’ta İstanbul’da Avusturya ile karşı karşıya geldi. Avusturya o sıralarda büyük bir şöhret ve kudrete sahip ve mesela İtalyanlar’ı 5-1 gibi açık bir farkla mağlup etmiş bulunuyordu. Buna mukabil yıllarca maç yapmamış takımımızın her şeyden evvel enternasyonal karşılaşmalar bakımından tecrübesi zayıftı. Hasılı, bütün tahminler, maçı Avusturya’nın açık farkla kazanacağı merkezinde toplanmaktaydı.

    Fakat “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Galip, Şükrü, Lefter, Halit” tertibiyle sahaya çıkan Türk milli takımı, üstün rakibiyle başa baş bir oyun çıkarmış ve devreyi golsüz berabere bitirmişti. Maçın ikinci yarısında sağhafa Selahattin’in yerine Naci, forvete de Galip’in yerine Reha girdi. Yine denk bir oyun gösterilirken, devrenin ortalarında Avusturya solaçığı Körner II ani bir atakla maçın tek golünü çıkarıverdi. Takımımız 1-0 mağlup ayrılıyordu. Avusturya kafile başkanı olsun, antrenör ve oyuncular olsun en beğendikleri futbolcuların başında “sağaçık Fikret”i sayıyorlardı.

    Bu maçtan sonra hemen Olimpiyat hazırlıklarına başlandı. Nihayet 1948’in Ağustos ayında Türk milli futbol takımı İngiltere’de Çin’le ilk maçını yapıyordu. Devreyi 1-0 önde bitiren ayyıldızlılar, ikinci kısımda da üç sayı çıkardılar ve maçı 4-0 kazanmış oldular. Çin’e karşı bu neticeyi alan takım “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Erol, Gündüz, Lefter, Şükrü” tertibindeydi.

    İkinci rakibimiz Yugoslavya idi. Yugoslavları olimpiyatta seyreden oyuncu ve hatta idarecilerimiz “Bu takımda iş yok” hükmünü vermekte epey acele etmişlerdi. Zira o Yugoslav takımı bize karşı fevkalade bir oyun gösterecek ve nihayet Olimpiyatların finaline kadar yükselecekti. Nitekim takımımızın pek başarısız bir maç çıkardığı Yugoslav karşılaşması 3-1 aleyhimize bitti. Tertip, sağhafta Selahattin’in yerine Naci olmak üzere Çin’e çıkan takımın aynı idi. Baştan aşağı bocalayan takımda Fikret de fazla bir şey yapamamıştı. Nahoş hadiseler ise futbolumuz hesabına menfi bir not olmuştu.

    1948 senesi Fikret’e uğurlu gelmiş gibiydi. Fakat kasım ayındaki bir lig maçı, değerli futbolcunun başarı yoluna dikilecek bir dikenin tohumunu ekti.

    Ufak Bir Hareket = Dört Ay Ceza

    Fenerbahçe Vefa ile karşılaşıyordu. Fikret, Vefa’nın genç solbeki Rahmi ile sık sık mücadeleye mecbur kalıyor, bu mücadelelerin bazısından Fenerbahçe sağaçığı, bazısından da Vefa solbeki galip çıkıyordu. Ancak bu arada topun taca çıkması, iki oyuncuyu da asabileştirdi. Bu asabiyet, hemen yanlarında duran laynsmenin hareketiyle arttı. Laynsmen vazifesinin hududunu aşmış bir tavır takınınca Fikret kendine hakim olamadı ve elindeki topu taç yerine atarken aynı zamanda laynsmeni de nişanladı. Milli futbolcu sonradan bu kadarcık hatasını da affetmeyecek, “Doğru değildi. Topu taç noktasına koyup çekilmeliydim.” diyecekti. Amma o anda kendini kaybetmişti. Laynsmenin hareketi onu ağır surette tahrik etmişti.

    Fikret o güne kadar hakemlerden ihtar dahi almış bir oyuncu değildi. Ama Ceza Heyeti bu makul noktaları gözönünde tutmadı ve Fikret’e 4 ay boykot verdi. Bu ceza Fikret’in Fenerbahçe’nin Yunanistan seyahatine katılamayışına sebep olacaktı.

    Ancak 1948 yılının Aralık’ında Viyana’nın meşhur Austria takımı en kuvvetli kadrosu ile İstanbul’a geldi ve Galatasaray’ı 2-1, Beşiktaş’ı 6-2 yendikten sonra Fenerbahçe’nin karşısına çıktı. Sarı-lacivertli idareciler bu mühim ve Türk futbolunun şerefi bahis konusu olan maç için müsaade almış ve Fikret’i sağaçığa koymuşlardı. Nitekim muvaffak bir oyun çıkaran takım Austria ile 1-1 berabere kaldı.

    Cezalı Sağ Açığın İki Nefis Golü

    Ertesi hafta Austria ile rövanş maçları yapılacaktı. Ve bu maçlarda Galatasaray 4-3, Beşiktaş 4-2 mağlup olmaktan kurtulamayacaklardı. Futbolumuz adına bir zafer kazanmak, bu şöhretli takımı 3-1 yenen sarı-lacivertlilere nasip olacaktı amma.

    Bölge ilk maçta Fikret’in oynatılmasına şiddetle kızmıştı. Daha doğrusu kulüpçülük hislerine hakim olamayan bir iki kişinin hareket tarzıydı bu. Maçın hakemlerine ve hatta zabıtaya, Fikret’in oynatılmaması emri verilmiş, icap ederse, yani oynarsa sahadan polis kuvvetiyle çıkarılması bildirilmişti.

    Fenerbahçe oyuna Fikretsiz başladı. Fakat üçüncü dakikada sağiç Aydemir sakatlanınca Fikret’in iki yana sallanarak kendine has koşusuyla sahaya girdiği görüldü. Polisler değil fakat hakem Selami Akal müdahale etti. Oyuna giremeyeceğini söyledi. Fenerbahçeli idareciler bütün mesuliyeti üzerlerine aldıklarnı temin ettiler. Uzun müzakereden sonra idareciler bu hususu belirten bir kağıt imzaladılar ve Fikret takımına iltihak etti.

    Kıymetli futbolcunun azmi büyüktü. Bu maça madem bu şekilde girmişti. O halde kendisine düşen vazifeyi, hatta fazlasıyla yapmalıydı. Nitekim yaptı da. 44. Dakikada topla kaleye aktı. Herkes “Goool!” diye yerinden kalktığı sırada Austria beki Fenerbahçe sağaçığını tekmeyle yere devirdi: Gol değil fakat penaltı idi.

    Fikret’in şahane penaltısı maçı 1-1 duruma sokuyordu. Zira Austria oyunun başlamasıyla beraber maçın ilk golünü atmıştı. Devre bu şekilde bitti.

    İkinci devrenin hemen dördüncü dakikasında bu defa nefis bir frikik golü seyredildi. Bunun da kahramanı Küçük Fikret’ti. Nihayet Erol’un golü galibiyeti perçinliyor, Fenerbahçe sahadan 3-1 gibi net bir zaferle ayrılıyordu. Fikret bu maçta bir müddet sakatlanıp saha dışında da kalmıştı.

    1949 başında Umum Müdürlük makul ve nizami düşündü. Fikret’in cezasını tabikten kaldırdı. Yıldız futbolcu da böylece takımında devamlı olarak yer almak ve keza milli formayı tekrar giymek bahtiyarlığına erişti.

    Rakip yine Avusturya idi. Fakat bu defa maç Viyana’da oynanıyordu. Saha ve seyirci avantajına sahip Avusturyalıların bu sefer maçı farklı kazanacağı tahmini ileri sürülüyordu. 20 Mart 1949 günü Viyana’nın Prater stadına “Cihat – Erdoğan, Ahmet – Selahattin, Galip, Hüseyin – Fikret, Erol, Bülent, Muzaffer, Şükrü” kadrosuyla çıkan Türk milli takımı yine mükemmel bir futbol gösterdi. Fakat talih yine Viyanalılara güldü ve yine sahadan bir tek golle galip ayrıldılar. Birinci devrenin son dakikasında frikikten yapılan bir gol, maçın neticesini tayin etmişti.

    Ertesi günü Viyana gazeteleri kendi takımlarını şiddetle tenkit ederken, bizimkileri övüyor ve bilhassa Fikret hakkında pek takdirkar ifadeler kullanıyorlardı.

    Fikret Yedek Subayda

    Fikret 1949 Eylül’ünde yedek subaya gitti. Tank sınıfına ayrılmıştı. Önce Gelibolu’da, sonra Ankara’da bulundu. Nihayet Kartal Maltepe’sinde askerliğini bitirdi. Askerliğin Fikret için en enteresan tarafı, o güne kadar pek itina ettiği bıyığı ile saçlarını kestirmesiydi.

    Askerliğini yaptığı sırada takımının maçlarına geliyor ve sağaçıktaki yerini alıyordu. Hatta bu aradaki İsrail seyahatine de hususi izinle katıldı.

    Fikret Fenerbahçe Birinci Takım Kaptanı

    Artık Fikret Fenerbahçe saflarında en yüksek payeye erişmişti. Bu da, Fenerbahçe birinci takım kaptanlığı idi. Fakat as futbolcu bir merhale daha yükselecek ve milli takıma da kaptan olacaktı.

    1948-49 ligi Sarı-lacivertli takım için başarısız geçmiş ve Fenerbahçe ancak üçüncülük elde etmişti. 1949 Haziran’ındaki Austria maçları da, bu muvaffakiyetsiz sezonun acı sahifelerinden biri oldu. Sahaya eksik takımla çıkan Fenerbahçe, kendi stadındaki maçta Austria’nin fırtınalaşmış kadrosuna 7-0 yeniliyordu. Fikret bütün çırpınmasına rağmen, bu hazin neticeye mani olamayanlardandı. Ertesi haftaki revanşta da Sarı-lacivertli takım 3-2’lik mağlubiyetten kurtulamadı.

    Fikret bu arada askeri forma altında yine bir Viyana takımına karşı oynadı. First Vienna Ankara’da Askeri Güçler Karması’na 3-2 galip gelirken, takımın sağaçık mevkiini Küçük Fikret işgal ediyordu. 1950 yılının 14 Ocak’ındaki bu maç karla kaplı bir sahada oynanmıştı.

    Fikret 1950 Mart’ında Fenerbahçe ile İsrail’e gitti ve takımının oradaki maçlarında yer aldı. Bunlardan Sarı-lacivertlilerin 3-0 kazandığı ilk müsabakada 2 gol, yıldız futbolcunun iki nefis ortası ile yapılmıştı.

    Fikret aynı sene Avrupa’da hususi bir seyahate çıktı. Hatta bu arada kendisinin milli takım kadrosuna seçildiği de hayretle gazetelerde okunmuştu.

    Fikret’in Bütün Futbolculara Tavsiyesi

    1950-51 sezonunda Fikret sahalarda seyrek görüldü. Fakat 1952’de takımda devamlı olarak oynadı ve yüksek form tuttu. 1950-51’de Fikret’in muntazam oynamayışı ve maç kabiliyeti yokken formsuz çıktığı müsabakalarda da esas oyununu gösteremeyişi karşısında gerek Fenerbahçe Kulübü’nün bazı çevreleri, gerekse kulüp dışındaki bazı kimseler bu yıldız sağaçığın artık futbola veda ettiği kanaatini izhara başlamışlardır. Lakin Fikret bu şekilde düşünen ve konuşanları sonradan çok mahcup etti.

    Bugünün büyük futbol şahsiyeti Küçük Fikret diyor ki: “Çok sevdiğim meşin toptan ayrılırken bütün futbolcu arkadaşlarıma kendimi misal göstererek diyeceğim ki azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Benim için ‘artık topa vuramaz’ hükmü verildikten sonra gecemi gündüze katıp çalıştım ve tekrar Fenerbahçe’deki şerefli yerimi aldım. Benim için ‘yaşlandı, oynayamaz’ diyenler, sonradan milli takımda sağaçık mevkiinde seyrettikleri zaman, oyundan sonra gelip elimi sıktılar.”

    “1950’de futbolu bıraktığımı, hatta futbolun beni bıraktığını iddia edenler, 1952’de, 1953’te futbol hayatımın en yüksek formuna ulaştığıma şahit oldular. Futbolcu kardeşlerim, ne söylenirse söylensin, siz kendi çalışmanıza bakın! Futbolu çalışan her yaşta oynar.”

    Fenerbahçe 1951 yılını 23 Aralık’taki Rapid zaferiyle kapamıştı. Fikret’in ortasını çok güzel kullanan sağiç Fahir, ünlü kaleci Zeman’ı, bu suretle takımı da şöhretli Rapid’i mağlup etmiş oluyordu.

    Sarı-lacivertliler 1952’de her geçen gün biraz daha form tuttular ve nihayet “namağlup lig şampiyonu” olan “Küçük Şeytanlar” takımı doğdu. Bu, antrenör Szekely’nin eseriydi. Muvaffak takımın kaptanı da hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    1952 yılı uğurlu başlamıştı zaten. Daha Ocak ayında Arjantin’in Lanus’u 3-2 mağlup edilmiş, Eva Peron Kupası Fenerbahçe müzesine konmuştu. Bunu Haziran’daki (Fransız) Lille’e karşı kazanılan 2-0’lık net galibiyet ve Eylül’deki 3-1’lik Yugoslav Beogradski galibiyetleri takip etti.

    1952-1953’ün Namağlup Fenerbahçesi

    Takım lige çok hızlı başlamıştı. Evvelki yıllarda daha ziyade pasör tanınan Fikret, şimdi aynı zamanda golcü bir eleman vasfını taşıyordu. Mesela 1952 Ekim’indeki 4-0’lık Kasımpaşa galibiyetinde “Küçüğün iki şaheser golü” günlerce dillerde dolaşmıştı. Bu arada 14 Aralık’ta Viyana’nın ünlü Rapid’ine karşı bir başarı daha elde edildi. Rapidliler 1-0’lık mağlubiyetin rövanşını almak için çok hızlı başlamışlar ve devreyi 4-2 önde bitirmişlerdi. Lakin sağaçık Fikret’in nefis ortalarıyla beslenen Fenerbahçe forveti maçı 4-4 bitirmeye muvaffak oldu.

    Ligde mağlubiyet yüzü görmeyen Fenerbahçe, son maçında da Galatasaray’ı 1-0 mağlup edip şampiyonluğa ulaştı. Taraftarların pek çok kupa ve hediye verdiği takım maçtan sonra, önde kaptanı Fikret olduğu halde sahada tur yaparken çok alkışlanmıştı. Bu son maçın en enteresan tarafı, galibiyet golünün Fenerbahçe birinci takımında o gün ilk defa oynayan solaçık Niyazi tarafından yapılmış olmasıydı. Fikret bu ligde forvetin nazım ve yürütücüsü olmuş, o sırada bir gazetede çıkan ifadeyle “Bir ana kırlangıcın yavrularını beslemesi gibi, diğer genç forvetleri öyle beslemişti”.

    Fikret bu mevsim için “Kendimi en iyi hissettiğim devre” diyor ve hemen ardından ilave ediyor: “Bize maddi ve manevi kuvvet veren de antrenörümüz Szekely idi.”

    Türk Milli Takımı Kaptanı Fikret

    Fikret 1952 Mart’ında milli kadroya alınmış, fakat İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde takıma konmamıştı. Bunun ne büyük bir hata olduğu, bir sene sonraki milli maçlarda anlaşıldı. Zira Fikret İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde de formda bulunuyordu.

    Artık kurt bir futbolcu olan Fikret, 1953 Nisan’ında takımıyla Yunanistan’a gitti ve orada çıkardığı mükemmel oyunlarla büyük takdir topladı. Dönüşte Çanakkale Abidesi Kupası şampiyonluğunun kazanıldığı 3-0’lık Beşiktaş galibiyetinde de en büyük hisse, gollük ortaları veren kaptan – sağaçığındı.

    Nihayet 1953 Mayıs ayı geldi çattı. Bizi, kendi toprağımızda 5-1 yenen İsviçre milli takımı ile İsviçre’de oynayacaktık. Takım yola çıkmak üzere uçağa binerken, Yeşilköy’de bir “gümrük hadisesi” yaratıldı. Fikret kaptanları olduğu için kadrodaki Fenerbahçeliler paralarını bir edip ona vermişler, o da bavuluna koymuştu. Fakat bulunduğu resmi mevkii, kulüpçülük hislerine alet eden bir zat, bunu yanlış tefsir ettirdi ve ortaya garip bir suç çıkardı.

    Sonradan adalet makamları meselenin aslını anlayacak ve Fikret’i temize çıkaracaklardı. Lakin hadise, bir milli hizmete giden sporcuların moralini iyice sarstı. Soyadına bakıp küçük dağları yarattığını sanan bu biçare kulüp hastası, yaptığı hareketten ve kırdığı dağdan büyük pottan dolayı mensup olduğu kulüp camiası tarafından da hoş görülmeyecekti. Herkes ona notunu vermişti zaten.

    Bu asap bozucu hadiseye rağmen Türk milli takımı Bern’de şahane bir maç çıkardı ve İsviçre milli takımını 2-1 yenerek rövanşı aldı. Kaptan Fikret galibiyete müessir güzel bir oyun çıkarmıştı.

    Yugoslav Ağlarını Sarsan Müthiş Gol

    İsviçre dönüşü ay-yıldızlı takımı daha çetin bir rakip bekliyordu: Yugoslavya. Yugoslavların beynelmilel futbol piyasasındaki kıymet, bu karşılaşmanın ehemmiyetini arttırıyordu. Yapılan tahminlerin çoğu da rakiplerimizin maçı rahat ve belki de farklı kazanacakları merkezindeydi.

    Fakat bir kere daha evdeki pazar çarşıya uymamış, tahminler boşa çıkmıştı. Daima hücum eden, üstün oynayan Türk takımı idi. 5 Haziran 1953 günü Mithatpaşa Stadı’nda karşı karşıya gelen iki takımdan ay-yıldızlı onbir yediği gole Burhan vasıtasıyla mukabele etmiş, oyun 1-1 duruma girmişti. Bu cereyan ve hatta bu netice dahi Türk futbolu için bir muvaffakiyet sayılırdı. İşte bu sırada Yugoslav kalesine bir frikik oldu. Fikret topu dikti, hafif gerildi ve kendine has frikiklerinden birini çekti.

    Stad alkıştan, “Gooooool!” nidasından inliyordu. Gol, sonradan Yugoslavların da “şahane” diye vasıflandıracakları güzellikteydi. Kaleci topu, ağlardan çıkarırken görebilmişti ancak.

    Türk takımı 2-1 galip durumdaydı. Yugoslavlara karşı kazanılacak bu galibiyet, dünya çapında bir netice olacaktı. Ama ne çare, maçın son dakikasındaki bir hata galibiyeti beraberliğe indirdi. Maç 2-2 bitmişti. Fakat oyundan sonra seyirciler olsun, oyuncular olsun Fikret’in şaheser frikik golünü anlata anlata bitiremiyorlardı. Yugoslavlar gelip kendisini tebrik ettiler. Bu, futbol tarihimizin “altın gol”lerinden biriydi.

    Fenerbahçe İle İngiltere’ye Gidiş

    Fikret İngiltere’ye 1948’de Olimpiyatlar vesilesiyle gitmişti. 1953’te yine futbolcu olarak bu “futbolun beşiği” diyara yollandı. Bu defa seyahati Fenerbahçe le yapıyordu. Ekim ayında İngiltere’de muhtelif maçlar yapan sarı-lacivertli takım ilk müsabakasında Hull City’ye karşı 2-1’lik bir galibiyet kazanmıştı. İngiltere’de maç kazanmanın güçlüğü düşünülürse, Fenerbahçe’nin bu galibiyetinin futbolumuz için bir zafer kıymetini taşıdığı hemen anlaşılırdı.

    Bu tarihi maçın ilk devresi 1-0 kapanmışken, müsabakanın 77. Dakikasında takım kaptanı Fikret 25 metreden fevkalade bir şutla ikinci golü yapmış ve Fenerbahçe’yi 2-0 ileri duruma geçirmişti. İngilizler gayrete geldilerse de, bu çalışma Fenerbahçe’nin azmini yenemedi ve bir şeref sayısı yapmaktan başka netice vermedi. Maç da bu suretle 2-1 sarı-lacivertlilerin galibiyetiyle bitti.

    Fikret için bu seyahatin en hoş tarafı, meşhur sağaçık Stanley Matthews’ü seyretmesiydi. Zira Fikret’in futbol hayatında en hayran olduğu ve kendisini kimseyle mukayeseye kalkışmadığı futbolcu “Stanley Matthews” idi.

    Kaptansız Gemi Karaya Oturuyor

    İngiltere dönüşü 27 Aralık 1953’te, Fenerbahçe kuvvetli bir Brezilya takımı olan Cruzeiro ile karşılaştı. Sarı-lacivertliler baştan sona kadar hakim oynadıkları maçı 5-2 gibi açık farkla galip bitirirlerken, 5 golden 2’si Fikret’in ortalarından Hüsamettin vasıtası ile yapılmıştı. Hüsamettin’in iki kafa golü birbirinden nefisti ama bu golleri doğran ortalar da aynı nefasetteydi.

    1953 yılı biter 1954 başlarken Türkiye – İspanya maçı geldi çattı. Madrid’e gidecek kadro seçilmiş ve takım kaptanı olarak Küçük Fikret kadroya alınmıştı. Lakin İspanya’daki müsabakada Fikret takıma konmadı ve garip tertipli takım da baştan sona kadar bocaladı durdu. Neticede kaptansız gemi karaya oturmuş, milli takımımız sahadan 4-1 gibi farklı bir mağlubiyetle ayrılmıştı. Garip olan cihet, İstanbul’da iken takımda oynaması lüzumlu görülen ve hatta kaptan seçilen Fikret’in Madrid’de takım dışı kalışıydı. Bu arada Madrid radyosunda takım kaptanı olarak Fikret’in konuşturulması ve ardından takımda yer almaması aynı garabetin devamıydı.

    Fikret ay-yıldızlı formayı bundan sonra 1955’te de giyecekti ve kaptan olarak takımı sevki idare edecekti. Fransa B takımı ile 0-0 berabere kaldığımız 3 Nisan 1955 maçında umumiyetle durgun oynamış ve zaman zaman galibiyet ibresini lehimize çevirme fırsatını yakaladığımız halde bundan faydalanamamıştık.

    4-4’lük Maçın Kahramanı

    19 Mayıs 1955 günü Mithatpaşa Stadı’nda heyecan kasırgası çok şiddetliydi. Fenerbahçe ile Beşiktaş “Atatürk Kupası” için karşılaşıyorlardı.

    1954-55 liginde takımda seyrek olarak yer alan Küçük Fikret, buna rağmen iyi form tutmuş ve nitekim Nisan’daki Fransa maçında milli takımın sağaçık mevkisini işgal etmişti. İşte bugün de Beşiktaş’a çıkan sarı-lacivertli onbirin sağaçığı yıldız futbolcu Fikret’ti.

    Ne oluyordu? Netice nereye doğru gidiyordu? Beşiktaş taraftarları sonsuz sevinç içinde, takımlarını alkışlamaktaydılar. Goller birbirini takip ediyor, Beşiktaş devreyi 3-0 galip bitiriyordu.

    Fenerbahçeliler tribünde endişe içindeydiler: “İkinci devrede ne olacak? 3-0, kaç sıfıra kadar yükselecek?” Fenerbahçe devreye pek azimli başlamıştı. İlk devrede aksayan santrafor Burhan, Fikret’in güzel bir ortasını gole çevirince sarı-lacivertlilerde ümit ışığı yandı. Çok geçmemişti, yine Fikret mükemmel ortalarından birini yapıyor ve yine Burhan topu ağlara gönderiyordu.

    3-0’dan 3-2’ye erişen Fenerbahçeliler şimdi beraberlik peşinde koşmaktaydılar. Ve işte o da olmuştu. Topu fevkalade şekilde ortalayan Fikret’ti yine, golü atan da Burhan. Burhan bu devrenin golcüsü olmuştu. Fikret ise esas kahraman olduğunu az sonra ispat edecekti.

    Oyun 3-3 berabere duruma girince Fenerbahçeliler sevinmeye Beşiktaşlılar üzülmeye başlamışlardı. Amma çok geçmedi, yine sevinç sırası siyah-beyazlı taraftarlara geldi. Beşiktaş dördüncü golü de atmıştı ve maçın bitmesine de pek az vakit vardı. Birden meşin top bir futbolcunun ayağına geldi ve oradan da bomba gibi bir voleye takılıp Beşiktaş ağlarını buldu. Maç 4-4 berabere vaziyete girmişti. Bu “şahane” golün kahramanı ise ilk üç golün pasörü Küçük Fikret’ten başkası değildi. Oyun stadı dolduran onbinlerce halkı heyecandan boğan bir tempo içinde geçmiş ve unutulmayacak maçlardan biri olarak futbol tarihimizde yerleşmişti. Maç unutulmayacaktı, bu maçın ası Fikret de unutulmayacaktı.

    Fikret 1955-56 sezonunda artık takımın devamlı bir oyuncusu değildi. Futbolcu bırakmak zamanının geldiğine hükmetmişti. Bir yandan gümrük komisyonculuğu mesleğindeki meşgalesi her geçen gün biraz daha artıyor, onu muntazam idman yapmaktan alıkoyuyordu. Hem Fikret “Çok sevdiği futbolu zamanında, tatlı hatıralarla bırakmak isteğinde” idi.

    Rusya’daki Zafer Golü

    Fenerbahçe takımı 1956 Haziran’ında Rusya’ya hareket ederken de Küçük Fikret’in oyuncu mu yoksa idareci mi olarak gittiği suali soruluyordu. Bazıları ise “turist” deyip işin içinden çıkmışlar, gazeteler “kafileye turist olarak Fikret Kırcan’ın da dahil olduğu” haberini vermişlerdi.

    Moskova’daki ilk antrenmanda Fikret de arkadaşlarının yanında bir futbolcu olarak zevk ve şevkle çalışıyordu. Müteakip idmanlarda aynı gayreti göstermeye devam etti. Bu arada bir fikri zihinlerden geçti: “Fikret oynasın!”

    Küçük Fikret de içten içten böyle bir arzu duyuyordu. Sarı-lacivertli formayı bu çok ehemmiyetli maçların birinde giymek, güzel bir hatıra değerini taşımaz mıydı?

    Ona “oynar mısın?” dediler, Fikret’in cevabı “memnuniyetle” oldu. Fakat ne olursa olsun, takımda 45 dakika bulunacaktı. Diğer devrede gençlerden birinin bu mevkii doldurmasına fırsat vermek istiyordu. Nihayet Fikret’in ikinci maçta yani Leningrad’da Zenit’e karşı ilk devre sağaçık oynaması kararlaştırıldı.

    Oyunun başlamasıyla Zenit’in ilk golü yapması bir olmuştu. Fenerbahçeliler’in hemen bozulması ve müsabakayı açık farkla kaybetmesi, akla gelen en yakın ihtimaldi. Fakat hayır! Başta kaptan Fikret olduğu halde, sarı-lacivertliler şahane bir oyun tutturmuşlardı. Nitekim 12. dakikada kaleci İvanov topu kurtarmak için yumrukla çıkış yaptı. Top sağa, Küçük Fikret’in önüne düşmüştü. Kurt futbolcu meşin yuvarlağı durdurmadan ortaladı ve golü hazırladı. Onsekiz çizgisine yanaşan Mehmet Ali topu hemen yakalamış ve yerden bir şutla ağlara takmıştı.

    Fenerbahçe’nin beraberlik golünü hazırlayan Fikret, 22. dakikada da galibiyet golünü bizzat yapacaktı. Ergun topu ayağına geçirir geçirmez, şöyle bir baktı, en müsait pozisyonda “Fikret ağabey”sini gördü. Şimdi top kısa bir pasla Fikret’e geçmişti. Kısa bir sürüş… Sol bir şut… Ve gol! Fenerbahçe 2-1 galip durumdaydı şimdi.

    Sarı-lacivertli takım Fikretsiz devam ettiği ikinci devrenin son dakikasına kadar bütün varlığı ile oynayacak ve sahadan bu netice ile muzaffer ayrılacaktı.

    “Bu İlk Değil ki…”

    Fakat yukardaki golün hatırası büyüktür. Leningrad’da maça giderken Fikret, bu satırların yazarına “İçime doğuyor, bugün bir gol atacağım. Hem de 2-1 galip geleceğiz” demişti. İşte Fikret’in her iki dediği de çıkmıştı.

    “…Bu ilk değil ki…” Fikret’e Rusya’ya turist olarak gidip de gol kahramanı olarak dönüşünü hatırlattığım zaman böyle dedi ve devam etti.

    “- Bu ilk değil hakikaten… Bir kere de stada seyirci olarak gitmiş ve sonra soyunup sahaya çıkmıştım. 1937-38 mevsimindeydi. Bükreş muhteliti İstanbul’a gelmiş ve yapılan maçı 5-3 İstanbul kazanmıştı. Ertesi gün yedek oyuncuların yer aldığı Bükreş “B” muhteliti İstanbul’un “B” muhteliti ile oynayacaktı. Ben de bu maçı seyretmek üzere stada gittim ve davetiyem olmadığından para verip bilet aldım. İçeri girmiş, hatta tribünde bir yer bulmuş, maçı seyre hazırlanırken bir de ne göreyim? İdareciler beni orada bulmuş, çabuk gelmemi söylüyorlardı. Aşağı indim. Derhal soyunmamı bildirdiler. Soyundum. Sahaya çıktım. Az evvel parayla bilet alıp tribüne giren seyirci, şimdi İstanbul “B” muhteliti oyuncusu olarak sahadaydı. Güzel bir maç çıkarmamıza rağmen 0-0 berabere kalmıştık o gün.”

    Fikret Politik Hayatta

    Fikret’e en sevinçli hatırasını sormuştum. Hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

    “ – Geçen kış bir sabah saat yedi buçukta aldığım telefondur.”

    Evet, bu telefonda şimdiki eşi Nur, kendisine “babasının izdivaçlarına muvafakat ettiği”ni bildirmişti.

    Fikret’in ilk izdivacı 1950’de sona erince, spor alemimizin yakışıklı erkeğinin yeniden evlenip evlenmeyeceği suali hep sorulmuştu. Fikret bu arada politika hayatına atılmayı tercih etti. Demokrat Parti’ye 1950 seçiminden evvel giren as futbolcu, Kızıltoprak Bucak İdare Heyeti azalığından yükselmeye başladı ve nihayet 1955’de İstanbul Vilayet Meclisi’ne aza seçildi. Halen bu mecliste Maarif Encümeni’nde çalışmaktadır.

    7 Mayıs 1956’da, o sırada Ticaret Vekili bulunan Fahrettin Ulaş’ın kızı Nur Ulaş’la evlenen Fikret Kırcan, şimdi Kadıköy’de Çiftehavuzlar’da oturmakta ve İstanbul’da Veli Alemdar handaki yazıhanesinde de gümrük komisyonculuğu ile iştigal etmektedir.

    Nihayet Futbola Veda

    Bir insan evinde birkaç sene beslediği kedisinden ayrılsa üzülür. Kuşunun ölümüne göz yaşı dökenler az değildir. Bunu daha yükseltip bir sevgiliye çıkarır ve hele işin içine yirmi iki uzun yıl katarsanız, Fikret’in şu andaki hüznünü daha iyi anlayabilirsiniz. Fikret şimdi bir sevgiliden ayrılmak üzeredir. Yirmi iki sene hiç ayrılmadığı bir sevgiliden…

    “ – Yine tam ayrılmış sayılmam”, diyor, “muhakkak ki fırsat buldukça antrenman yaparım. Hele seyirci olarak meşin topu hiç değilse uzaktan seyretmeye devam edeceğim.”

    Fikret bunları söyledikten sonra hemen ilave ediyor:

    “ – Belki şimdi tribünden, saha dışından tenkit ettiğim çok şeyler olacak. Zira ben hem oyuncu psikolojisini taşıyacağım, hem de seyirci ruhunu. Fakat ‘oyuncu – seyirci’ olmaktan sadece ‘seyirci’ olmaya geçiş çok zormuş. Bunu şimdi anlıyorum. Sahada gördüğüm bir şeyi tenkit edince, “Çıksam yaparım” diyemeyeceğim artık. İspat imkanım kalkıyor. Ben ‘emekli bir futbolcu’ olacağım. Geçmiştekiler geçmişin malı olmuş. Hem fazla tenkide kalkışırsam, bir genç futbolcunun sinirlenip ‘O senin devrindeydi. Geçti onlar…’ demesi de mümkündür.

    “Hayatımda hiçbir tenkide kızmadım. En haksızını bile nazara aldım. Her birinde, bir nebze olsun hakikat payı bulunabileceğini düşündüm. Hatta birçok tenkitleri dikkatle dinleyip veya okuyup antrenmanlarda denemeye çalıştım.”

    “Bütün futbolcu kardeşlerime de böyle yapmalarını tavsiye ederim. Aleyhlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp kızmasınlar. Nasıl ki lehlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp da kendilerini dev aynasında görmemeleri icap ettiği gibi… Futbolun çok, hem de pek çok nankör olduğunu her futbolcunun her an aklında bulundurması lazımdı. Bir şutunuzu methedenler, o topun kaleye girmediğini görünce sizi hemen kötüleyebilirler. Fakat hiç aldırmadan çalışmak, daima çalışmak gerekir. Ben şahsen böyle yapmakla, ‘artık yaşlandı, futbol onu bıraktı’ dedikleri zamandan sonra çok top oynadım. Hem de milli takıma kadar yükselerek… Fakat bunları dahi beni tenkit edenlere, kusurumu söyleyenlere borçlu olduğumu itiraf ederim.”

    Fikret’in gözleri dolu dolu olmuştu. Çiftehavuzlar’daki evinin misafir odasındaydık. Konuştu konuştu, yukarıdaki sözleri bitirince sustu. Sonra yere uzandı ve futbol hatıraları ile, hediyeler, şiltler, resimler ve gazete küpürleri ile dolu çantayı kapadı. Bu sanki futbol hayatını da kapayışını ifade ediyordu. Bir an baktı, resimlerden biri kenara, halının köşesine kaçmıştı. Uzanıp aldı. Fenerbahçe’nin bir maçında bir gol atarken çekilmiş fotoğrafıydı. Onu bir hayli seyretti ve sonra yavaşça konuştu:

    “ – Hepsi mazinin malı oldu artık…”

    SON – HALİT KIVANÇ

  • Büyük Doğu’da Futbol

    Büyük Doğu’da Futbol

    Arşiv sürprizlerle dolu… Necip Fazıl Kısakürek’in meşhur dergisi Büyük Doğu’da futbol ve Fenerbahçe konulu bir yazıya rastlayacağımızı hiç düşünmezdik. Taraftara dair söylenenler bir yana, 1948 yılında yayınlanan yazıda oldukça ilginç bilgiler var. Fenerbahçe Stadı‘nın yazıda anlatılan bazı hallerini bizler de bilmiyorduk. Bu yazı sayesinde öğrenmiş olduk. Siz de keyifle okuyacaksınız.

    Bu arada, hoş bir tesadüf, yukarıdaki fotoğraf da tam yazının yazıldığı sıralarda çekilmiş ve 22 Mart 1948 tarihli Öz Fenerbahçe dergisinde yayınlanmış. Yazıda bahsi geçen taraftarlar, resimdekiler diyebiliriz… :)

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbol Maçları

    Meraklılarınca, tiryakilerince, hatta hastalarınca hiçbir şeye değişilmeyen bir zevk… Bunu, seyircileri kastederek söylüyorum. Oynayanlar için zaten bu böyledir. Futbol maçı seyretmek bazı kimseler için sigaradan, içkiden, kumardan, morfinden daha müthiş bir iptila halini almıştır. Ve maç seyredenler de yukarıda saydığımız dört iptiladan en az bir ikisine tutkundurlar. Tuhaf, fakat doğru. Çünkü futbol bir spor olduğuna göre, oynasınlar veya oynamasınlar, bunun düşkünlerinin spor terbiyesine ve ahlakına bağlı olması lazım gelir. Vücudu ve ruhu kötü zehirlerden uzak tutmak böyleleri için şarttır. Maç seyreden on bin kişinin en az yedi bininin ağzında, eğer haykırıyorsa elinde, muhakkak sigara vardır. Maç dönüşü akşamları, tutulan takımın kaybetmesi veya kazanmasına bağlı olarak kederden veya sevinçten kafa çekilir. Maçtan evvel, yahut maç esnasında girişilen bahisler de kumardan başka bir şey değildir.

    Bu büyük şehrin ahalisini, en fazla toplu ve kendinden geçmiş bir halde görmek isterseniz, muhakkak ki, bir maça gidiniz. Giderken ve dönerken bile, birçok farkında olmadığınız hususiyetler görecek, hiç bilmediğiniz ve duymadığınız, sizi hayretler içinde bırakacak kelimeler işiteceksiniz.

    Maç, Şeref Stadı’ndaysa tramvayların, Fener Stadı’ndaysa vapurların hali gülmekle ağlamak arzusunu aynı anda verir insana… Tramvaylar oğul haline gelmiş bir arı (koloni)sini, vapurlar karpuz yahut kavunla silme doldurulmuş bir takayı hatırlatır. Giderken heyecanını zaptedenler, dönüşte zıvanadan çıkarlar.

    Maçların en eğlencelisi, daha doğrusu en gürültülüsü, taraftarları çok, yerli takımlarımız arasında olanlarıdır. Yani Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş maçları… Tribünler taraflar arasında taksim edilmiştir. Galatasaray’ı tutan bir seyirci, eğer maç Fenerbahçe-Galatasaray arasında oluyorsa, Fenerbahçe taraftarlarının tribününde yer alamaz. Alsa da susmaya, susmaya da değil, ekseriyete uymaya mecburdur. Uymazsa ne mi olur? Ara sıra oyuncular, bazen oyunculardan bir ikisiyle hakem arasında olan olur : Kavga, gürültü… Seyirciye (boykot) cezası yoktur ama sıhhî sebepler buna onu mecbur edebilir. Bir gol atılınca seyircilerin hepi bir ağızdan:

    • Gol!…..

    diye haykırması çok, çok uzaklardan işitilir. Sakin bir havada, Fenerbahçe Stadı’ndan yükselen ses Caddebostan, Erenköy, hatta Şaşkınbakkal’dan bile duyulmaktadır. Ya o anda stadın içi? Golü atan takımın taraftarları yerlerinde tepinmekte, suratları kıpkırmızı, boyun damarları mosmor oluncaya kadar, avaz avaz haykırmakta, canhıraş feryatlarla düdüklerini öttürmekte, ellerindeki kaynana zırıltılarını çevirerek ortalığı vaveylaya vermektedirler.

    Fenerbahçe maçlarının en büyük hususiyetlerinden biri de borazan çalınmasıdır. Fener muhacimleri, hasım kaleye doğru akına geçtikleri zaman, meşhur Ahırkapılı borazancı, hücum borusu çalar. Akın, kale önlerine geldiği zaman, muhasım kalenin yemek vakti geldi manasına, karavana borusu çalınır. Netice gol olursa, çılgın alkışlar “gol!..” haykırışları arasında borazanın hangi havayı çaldığı anlaşılamaz. Belki, rakiplere karşı, o an yuf borusu çalınmaktadır.

    Stadların devamlı taliplerinden olan seyyar satıcılara gelince: Bin bir türlüsü mevcuttur. En başta çikletçiler gelir. Bunlar mallarını “heyecan ilacı”, “heyecanı teskin ediyor” diye satarlar. Çiklet çiğneyenlerin heyecanları teskin olunacak yerde, hezeyan halini alır. Herkesin tanıdığı şam tatlıcısı ise, kendisine has ses tonuyla asabları gıcırdatacak bir tarzda “Şem!..” diye malını reklam eder. Yenilecek içilecek her şeyi, her şekilde satanlar ayrı ayrı bahse değmez.

    Sarı-Lacivert renkle Sarı-Kırmızı rengin çarpışacağı günler, heyecan barometresi en yüksek noktaya kadar çıkar. Bu renklerin taraftarları çok bağlıdırlar kulüplerine… Sahaya, bağlı oldukları rengin bir oyuncusu, tanınmış bir idarecisi girdiği zaman şiddetle alkışlarlar. Yalnız bir kişi, o da bir kadın, bütün seyirciler tarafından müştereken alkışlanır : Gazete foto muhabirlerinden Eleni!.. Sahanın bir ucundan öteki ucuna kadar, hangi tribün önünden geçse, hemen alkış başlar. Adeta bu, bir anane halini almıştır.

    Maçların en mühim hususiyetlerinden biri de, her sınıf seyircinin, kunduracı çırağından terzi kalfasına, şirket hademesinden devlet memuruna, boş gezenden kalantor tüccarına kadar hepsinin, biraz veya çok fazla, külhanbeyleştiği, hayasızca manilerin, müstehcen türkülerin hep bir ağızdan söylendiğidir. Hem de neler, neler!.. Misal vermeye hicabımız ve Basın Kanunu müsaade etmez. Bunların en hafiflerinden biri, bir gol yiyince diğer tarafı tutanlarından bir ağızdan:

    Çıkarmışlar sahaya.
    Döndürmüşler kovaya, nakaratını tekrarlamalarıdır.

    Maçların da kendine mahsus bir argosu, argo tabiriyle bir raconu vardır.

    Bir bakarsınız; tribünün birinde, seyircilerden biri tarafından yüzlerce lira sarf ederek yaptırılmış, saf ipekten bir bayrak açılır. Bu bayrak sevilen, tutulan, bağlanılan, uğrunda kendinden geçilen takımın renklerini taşır. Hatta üstünde oyuncuların isimleri, resimleri dahi işlenmiştir. Bu da alkışlanır. Sebepli veya sebepsiz, yeri olsun veya olmasın, daima alkış, alkış, alkış…

    Büyük maçları takip eden akşamlar, şehrin her yeri maçın havasıyla doludur. Bilhassa Beyoğlu… Hangi noktaya, hangi birahaneye, hangi meyhaneye, hangi saz salonuna, hangi bara, hangi bilmem neye giderseniz gidiniz; konuşulan, işitilen yalnız maç, maç, maç!..

    Acaba ne zaman, fikir davalarımıza karşı, aynı alakayı duyabileceğiz, aynı heyecanı yaşatacağız?

    Nerede o gün?

    14 Şubat 1948 | Büyük Doğu – Doğan Nail

  • Fenerbahçe’nin Konseri

    Fenerbahçe’nin Konseri

    Öz Fenerbahçe dergisinden muhteşem bir yazı daha… 24 Ağustos 1950 tarihinde, Türkiye Şampiyonu Fenerbahçe için düzenlenen konserde birbirinden ünlü isimler sahne almış ve Fenerbahçeli sanatçılar, sayıca Galatasaraylı ile Beşiktaşlı sanatçıların toplamından daha fazla çıkmış. Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin konseri ve muhteşem hatıralar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin Konserinde Birkaç Saat

    24 Ağustos Perşembe akşamı Açıkhava tiyatrosunda verilen Türk musikisi konseri misafirlere zarif ve zevkli bir gece geçirtti.

    Perşembe gecesi Açıkhava Tiyatrosu’nda Fenerbahçe kulübü yararına tertip edilen konser münasebetiyle 20’ye yakın saz ve ses sanatkarını – tabir caizse- birbirlerinden habersiz yakaladım. Bir taraftan gecenin hatırası olarak saklayabileceğiniz resimlerini çekerken diğer taraftan da, sevdikleri kulüpleri ve oyuncuları sordum.

    Öyle ya, Hamiyet Yüceses’in kilosunu ve boyunu merak eden okuyucular olur da sevdiği futbolcuyu ve tuttuğu kulübü öğrenmek isteyen kimse bulunur mu?

    Doğrusu bunu ben de çok merak ediyordum. Daha pek erken saatte kuliste mecmuamız sahibi Cihat Arman‘la buluştuğumuz zaman ilk önce üstad Münir Nurettin’i gördük. Yüksek sanatkarın hangi kulübü tuttuğu malûm… Tabii Fenerbahçe, üstelik üstad Fenerbahçeli oluşunu teyit eder mahiyette kravatını bile sarı-lacivert intihap etmişti.

    Nasıl da belli oluyor aşırı kulüpçüler diyeceksiniz. İşte Ahmet Üstün baştan aşağı siyah beyaz giyinmişti.

    Sevimli sanatkar sualimiz karşısında şöyle bir etrafa baktı:

    • Vallahi ben bütün kulüpleri severim. Yalnız diğerlerinden farklı olarak biraz Beşiktaş’ı…

    Bu sırada Ahmet Üstün, Münir Nurettin’e “Vay hocam! Nasılsınız?” sualiyle yanımızdan ayrıldı. Elimi öptüğünü gördük. Münir Nurettin de Ahmet Üstün’ün sırtını okşayarak şöyle dedi : “Sen artık görmeyeli büyümüşsün”

    İşte şimdi de kahramanlık türküleri okuyucu Mustafa Çağlar’la karşı karşıyayız. Sualimizi gayet sakin olarak dinledi ve coştu. (Hani o gazellerinde olduğu gibi)

    • Ne diyorsunuz Allah aşkına? Bu ne biçim sual? Benim Fenerbahçeli olduğumu bilmeyen var mı? İsterseniz hüviyetimi göstereyim. Hey gidi günler hey.. Biz Fenerbahçe kulübünde az mı sabahladık?
    • Peki ya sevdiğiniz futbolcular?
    • Hepsi evet tereddütsüz bütün Fenerbahçeliler.

    Daha Mustafa Çağlar’la konuşmamızı bitirmeden bayan Rikkat Uyanık’la karşılaştık. Değerli okuyucumuz diyor ki :

    • Çocuklarım Fenerbahçe hastasıdır, ben de onların hastasıyım! Binaenaleyh Fenerbahçeliyim. Başta Cihat olmak üzere bütün Fenerbahçelileri severim.

    Bakınız sayın okuyucular, biricik fasıl okuyucumuz Can Akşit göğsünü kabartarak “Fenerbahçeliyim” dedikten sonra neler söylüyor:

    • Fenerbahçelileri asaletlerine, temiz karakterli oluşlarına binaen çok sever ve iftihar ederim.

    Yetmez mi, diyeceksiniz? Fakat Can Akşit Fenerbahçelilerin daha bir çok meziyetlerini sayıp döktü, onları burda bu satırlara sığdırmaya imkan yok.

    Zehra Bilir (Ha bu diyar) şarkısını okuyarak aramıza girdi, konuşma arasında mütemadiyen:

    Tiridine bandım
    Bedava mı sandın?
    Para verip aldım
    şarkısını mırıldandı.

    Kıymetli sanatkar:

    • Ah siz gazeteciler insanı hiç boş bırakmazsınız, diye lafa girizgah yaptıktan sonra : Evvelden koyu Fenerbahçeli idim, fakat oğlumu Galatasaray’a yazdırınca, zoraki Galatasaraylı oldum. Kar, fırtına, tipi dinlemem, hiçbir maçı kaçırmam. Futbolculardan Galatasaraylı olmama rağmen, biraz evvel, Osman Nihad’ın takdim ettiği Fenerbahçeli santrfor! Cihat’ı çok beğenirim. Bunu bilhassa böyle yazın.

    Suzan Güven ismini unutabiliriz veya yanlış yazabiliriz telaşına kapılmış:

    • Allah aşkına yazın. Suzan Güven küçükten beri Fenerbahçeli imiş yazın, diyor.

    Bu gece de Hamiyet’i bekleye bekleye bir hal olduk… Bermutad daha soluk almadan ilk önce objektifimizi sonra sualimizi tevcih ettik.

    • Ben futboldan ne anlarım, ne seyrederim. Mamafih bütün kulüpleri severim. Size isim söylesem, söylemediklerimin hatırı kalır…

    Bu sırada konuşmalarımızı dinleyen Cihat Arman’ı Hamiyet’e tanıtmaya kalktılar. Fakat Cihat daha evvel davranarak “Evet, Fenerbahçeli Cihat. 52 kiloda güreşiyorum” dedi.

    Biz gülüşürken Hamiyet:

    • Gerçi ben maçlara gitmem dedim amma, ara sıra tebdili kıyafet eder de giderim ve müsaadenizle kimin ne olduğunu bilirim…

    Biraz sonra da, şirin sanatkar, Mefharet Yıldırım Fenerbahçeli olduğunu söylerken içimden “Garanti biz rekoru kırdık” diyordum. Mefharet Yıldırım ayrıca B.J.K.’dan Faruk’u beğeniyormuş. Çünkü Faruk amcazadesi imiş.

    Müzeyyen Senar geldiği zaman vakit gece yarısını geçiyordu.

    • Durun ayol… Çakır’dan geliyoruz, diyerek arzı endam etti.

    Şahane bir gece elbisesi giymişti.

    • Siz sormadan ben söyleyeyim. Bal gibi Galatasaraylıyım dedi. Maçlara pek seyrek giderim.

    Bu esnada resim çekilirken, Cihat Müzeyyen’e takılıyordu :

    • Com bien plastre

    Müzeyyen de o şakrak sesiyle ve verdiği pozunu bozmamaya uğraşarak :

    • Dur ayol Cihat. Kendini Roma’da mı sandın?

    İşte sayın okuyucular ses ve saz sanatkarlarının bir resmigeçidi diyebileceğimiz bu konser Müzeyyen Senar’ın şarkılarıyla biterken 6 okuyucunun Fenerbahçeli, 3’ünün Galatasaraylı ve birinin Beşiktaşlı olduğunu öğrendik.

    Fenerbahçe 6’ya karşı 4 sayıyla Beşiktaş-Galatasaray muhtelitini ekarte etmiş oldu.

    İsmet Gümüşdere / Öz Fenerbahçe – 28 Ağustos 1950 (Fenerbahçe’nin Konserinde Birkaç Saat)


    Perşembe gecesi Açıkhava tiyatrosundaki Fenerbahçe’nin büyük konserinden muhtelif resimler:

    Can Akşit, Necdet Gezen’e Fenerbahçe’nin asaletinden bahsederken Mualla Yakar da kulak misafiri oluyor. Gecenin en yüksek sanatkarı Zehra Bilir’in hoş bir pozu, Üstad Münir Nurettin arkadaşımız Osman Nihad’la konuşurken Sadi Işılay da istirahat halinde. Müzeyyen Senar Işıl ise saçlarına tuvalet yaptırıyor, öğrendik ki bu resmi model olarak Paris’e gönderecekmiş. Kadınlar tuvaletle meşgul olurken Şerif İçli de ekmek peynire yatarak açlığını gideriyor. Hamiyet Yüceses “Çeşmi siyah”ı mı okuyayım diye düşünürken Osman Nihad’la Suzan Güven ne karar vereceğini bekliyorlar. Kulüp değiştiren Rikkat Uyanık bunun izahını yapmakta. Gecenin en güzel numarası Cihat Arman kulis arasında tambur çalıyor. Ahmet Üstün ve Mefharet Yıldırım’la Suzan Güven’in samimi bir pozları.