Etiket: Billy Hunter

  • 1924 Olimpiyat Hatıraları

    1924 Olimpiyat Hatıraları

    Günümüz Türk spor basınına bakıldığında, aşağıdaki türden bir hatıratın bundan sonra kaleme alınabileceğii düşünmek pek de mümkün değil. İşte Burhan Felek merhumun kaleminden, 1924 Olimpiyat Hatıraları.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not : “1959 Öncesi Şampiyonluklar” hakkında söylediğimiz bir şey var: “1959 öncesini inkar Cumhuriyeti inkardır”

    Burhan Felek, aşağıdaki cümleleriyle bu sözümüzün ne denli doğru olduğunu teyit ediyor. Bu bir kanuni devamlılık meselesidir. Fenerbahçe haklıdır!

    “O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.”


    Geçmiş Zaman Olur Ki

    Olimpiyat Hatıraları

    Bu günlerde dünya spor âleminde konuşulan lâf, Moskova Olimpiyatları’na gidilip gidilmemesidir. Bu satırların sahibi de, bu hususta bir fikir ve oy sahibidir. Ama bu yazılarda onu ifadeyi yersiz bulurum.

    Rusların Afganistan’ı istilâ etmesi, dünya milletleri üzerinde öyle bir tesir yaptı ki, safi bir spor gösterisi olan olimpiyatları bu yolda baskı vasıtası olarak kullanmaya kadar gittiler. Kim gitti diye sorarsanız, cevabı basit. Hükümetler gitti. Bu yolda asıl söz sahibi olan olimpiyat millî ve beynelmilel teşkilâtları henüz bu yolda menfi bir karar almış değillerdir.

    Neyse, bunu bırakalım da, bizim hatıralarımıza gelelim. Türkiye, 1924 8. Paris Olimpiyatları’ndan başlayarak 1928 Amsterdam, 1936 Berlin, 1948 Londra, 1952 Helsinki, 1956 Melburn, 1960 Roma, 1964 Tokyo, 1968 Meksika, 1972 Münih, 1976 Montreal Olimpiyatlarına katılmıştır. Bu tutumunu da, yani olimpiyatlara katılma geleneğim değiştirecek hiçbir şey olmamıştı… dedikten sonra, birinci olimpiyatlara katılışımızın hafızamda kalan anmaya değer noktalarını hikâye edeyim.

    Beden Terbiyesi Kanunu ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı

    O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.

    Burada bu malûmatı keselim de, işin öteki tarafına geçelim.

    Yolculuk Başlıyor

    O devirde, bizim bu teşkilâtın reisi Ali Sami merhumdu. Ali Sami’nin, benim spor çalışmalarıma çok güveni vardı. Ben, teşkilatta hem ikinci başkan, hem de Atletizm Federasyonu Başkanı’ydım. O devirde üç federasyonumuz vardı. Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya merhumdu, Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetkeri Bey merhum ve Atletizmin de bendim. Atletizmi kimse almak istemezdi. Çünkü bizim memlekete göre, en başarısız ve rağbet görmeyen spor dalıydı. Benim elimde o devirde gerçekten amatör atlet olarak sporuna bağlı 5-10 kişi vardı. Bunların başında Semih, Mehmet Ali Aybar, Ömer Besim, yüksek atlayıcı Haydar gibi çocuklar gelirdi. Ben bunları kendi evlâdım gibi severdim, hâlâ da severim. En genci 65’i geçmiş olan bu beylere “çocuklar” diye hitap ederim. Onlar da, bu hitabımı hiç yadırgamazlar.

    Tavuklu Menü

    1924 Olimpiyatlar’ı iki kısımda cereyan etmişti. Birinci kısım mayıs başlarındaki futbol turnuvasıydı. Daha ilk adımda, birinci kafile başkanının seçiminde merhum Yusuf Ziya ve o zaman da Fenerbahçe kulübüne hâkim olan Ali Naci merhum ile, aramızda ihtilâf çıktı. Ali Naci Bey, benim için, “Lisan bilmez” diye yazdı. O, Nasuhî Baydar’ın kafile başkanı olmasını istiyordu. Halbuki, Nasuhi Bey, teşkilâtta bir vazife sahibi değildi. Seyahate ait tertibatı Yusuf Ziya merhum almıştı. Bizi İstanbul’dan Marsilya’ya kadar tam 10 günde götürecek Jak Freresme admda bir büyük şilebe bindirdi. Gemi Varna’dan canlı tavuk yüklemiş ve tavuk kafesleri baş güverteye konmuştu.

    Gemi yürürken tavuk pisliği ve kokusu bütün güverteyi kaplıyordu. Gemi büyük olduğu için Korent Kanalı’ndan geçemeyerek Mataban Burnu’dan dolaştı ve tam 10 günde bizi Marsilya’ya ulaştırdıydı.

    Hâlâ hatırımdadır. Fuat adında Hariciye’de iş sahibi bir arkadaşımız vardı. Onun bir de lâkabı vardı ama pek hatırlayamayacağım. Bizim vapur bilmem ne sebeple Cenova Limanı’na uğrayınca, orada Kançılar olan Fuat, bizi ziyarete geldi. Biz de, mutemet Otomobil Nuri ile Kaleci Nedim’i karaya gönderip tereyağı, reçel, peynir, kakao gibi kahvaltılık yiyecek aldırdık. Çünkü günlerden beri yemekte çiğ baklavayla tuzlu mönü balığı haşlaması yemekten anamız ağlamıştı. Yusuf Ziya merhum, geminin 24 yatağı olan 12 kamarasını tutmuştu. Ama yemek bedelini üçüncü mevkiden ödediği için, biz eğer Bulgar tavuk sahiplerini kandırıp günde birkaç tavuğu yemeseydik açlıktan helâk olacaktık.

    Müshil

    Uzatmayalım, Marsilya’ya sağ-salim vardık. Ha! Gemide idareci olarak kafile başkanı ben, Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya, İkinci Başkan Hamdi Emin, mutemet Altınordulu Otomobil Nuri ve bir de futbol antrenörü Billy Hunter adındaki İskoçyalı mükemmel antrenör vardı. Bu adamı Yusuf Ziya, İsviçre’de tahsili sırasında oranın Servette adındaki bir kulübünde tanımış ve oradan Türkiye’ye almıştı. Gemide güvertede koşu ve kondisyon idmanları yapılıyordu.

    Bu sırada bir hususî vaziyete işaret edeceğim. Bindiğimiz Fransız şilebi İstanbul’dan kalkarken liman idaresi, gemide doktor olmadığı için, limandan ayrılmasına izin vermedi. O sırada merhum Doktor İsmet, mektebi yeni bitirmişti. Kumpanya onu doktor olarak hizmete aldı ve biz o suretle hareket ettiydik. İsmet, hakikatte Millî Futbol Takımının yan haf beki idi. Bu yüzden gemi doktorluğu hizmetine çok ehemmiyet verdi. Bir gün bana, Doktor Sabih’in hastalık bahane ederek idmana çıkmadığını rapor etti. Ben Sabih’e gittim. Çocuğun biraz ateşi vardı. Başı ağrıyordu. Sordum. Üç gündür dışarı çıkmadığını öğrenince, kendisine bir müshil ilacı verdik düzeldi.

    Domuz Eti Olmasın!

    Gemi Marsilya’ya varınca, Vaux Port denilen eski limanda bir yemek istedik. Çocukların hepsi birden:

    — Domuz eti olmasın! diye bağırıyorlardı.

    Bilmiyorlardı ki, domuz eti Avrupa’da lüks bir ettir ve her lokantada bulunmaz. Neyse, hâlâ hatırımdadır, patlıcanlı bir yemek yedik, karnımız doydu. O devirde adı PLM (Paris-Liyon- Marsilya) olan trene akşam üzeri bindik. 14 saat tren yolculuğundan sonra Liyon garına vardık. Bizi orada ataşemiz Mösyö La Croix bekliyordu.

    Aksaray Yangın Yeri

    Liyon Gar’ı kapalı bir gardır. İçinde, “metro” denilen yeraltı trenine inen merdivenler vardı. Kafilemizle hemen metroya bindik ve “Kolombe” stadına giden Porte Champeter Porte denilen Paris’in kapılarından birinden -bizde de Eğri Kapı, Edirnekapı, Mevlânakapı var ya!- bizi ikamet edeceğimiz Olimpiyat Köyü’ne götürecek elektrikli trene bindik. Turnemiz bitmeden evvel çıktığımız kapı Paris’in eski istihkâmlarının enkazının yanındaydı. Kafilede yedek kaleci Hamit:

    — Yahu! 10 gün deniz, 1 gün tren, gene gele gele Aksaray yangın yerine geldik! diye bir espiri yaptı.

    Bu çocuğun bir mecliste bulunuşu, insanı ne kadar neşelendirirdi, tarif edemem.

    Olimpiyat Köyünde

    Bindiğimiz eletrikli tren, bizi Kolomb köyüne götürdü. Oradan da, ilk defa Fransızların icat ettikleri Olimpiyat Köyü’ne gittik. Galiba, tren pek yakınında duruyordu.

    Biz odalarımızı tam köyün kapısına yakın yerde seçtik ve büyük direğe bayrağımızı çektik. Her biri dörde bölünmüş, 4 odadan ibaret kare şeklinde ahşap kulübeler pek konforlu değildi. Hatta ondan sonraki memleketlerin olimpiyat köyleri şöyle dursun, bizim İzmir’deki Akdeniz Oyunları’nda atletleri yatırdığımız binamızdaki konforun onda biri yoktu.

    Bir kere, ayakyolu ve banyolar evlerin dışında idi. Sabahleyin yüzümüzü yıkamak ve ihtiyaçlarımızı defetmek için yağmura ve çamura bakmadan açık havaya çıkacak ve kömür tozundan yapılmış çamurlu yollarda bir hayli gittikten sonra ayakyoluna ve lavaboya varıyorduk.

    Yunanlılar Geldi!

    Yugoslavlar bizden bir gün sonra geldi, bir gece kaldılar, hemen hesabı kestiler ve Paris’te bir otele indiler. Biz kaldık. Zaten paramızı da yatırmıştık. Galiba o günlerde bütün masraf içinde adam başına 55 frang veriyorduk. Bir Türk lirası da 19 frang kadar tutuyordu. (O devirde bir altın 4 kâğıt lira ederdi.)

    Bir gün odamda otururken çocuklar geldiler:

    — Reis Bey! (O zaman başkan sözü icad olunmamıştı) yanımıza Yunanlılar geldiler biz buna dayanamayız, patırdı çıkar.

    — Durun bakalım, nereden anladınız Yunanlıların geldiğini!

    — Bayraklarından. Gelin bakın.

    Gittim baktım, Yunan bayrağına pek benzeyen ve Yunan bayrağındaki istavroz yerine, güneş bulunan bir bayrak. Sonradan anladık ki, Uruguay bayrağıymış. Adamlar o turnuvada olimpiyat şampiyonu olmuşlardı.

    Baron de Coubertin

    Olimpiyat Köyü’ndeki evlerimiz bitişik olduğu halde en yakın komşumuz olan Uruguaylıları biz tanımıyorduk. Bize bunu, Kolombe köyüne geldiğimizin ertesi gün ziyaretine gittiğimiz modern olimpiyatların kurucusu meşhur Baron de Coubertin haber verdi.

    Bu harikulâde temiz yürekli ve kibar bir adam olan ve bütün servetini şu olimpiyat davasına harcayarak son zamanlarda başkalarının yardımına muhtaç hale gelen Baron’u, o zaman Paris’in meşhur Konkord Mey- danı’na bakan bir köşe binadaki Olimpiyat Komitesi Merkezi’nde tanıdık.

    Trende Hadise

    O gün Olimpiyat Köyü’nden Paris’e Baron’u ziyarete giderken elektrikli trende bir hadise oldu. Yanımızda ataşemiz Mösyö La Croix olduğu halde gidiyorduk. Henüz Türkiye’de şapka yayılmamıştı. Bizim çocukların kiminde bildiğimiz kırmızı püsküllü fes, kimisinde de İstiklâl Harbi’nin yadigâri astragan kalpak vardı. Böylece bizim Müslüman bir ülkenin çocukları olduğumuz anlaşılıyordu. Trende biz oturuyorduk. Ortadaki direğe dayanmış bir sarhoş işçi duruyordu. Üstü başı berbat, kirli bir tulum giymişti. Bize baktı baktı, başladı Fransızca söylenmeye:

    — Ben Muhammed’i tanırım. Benim pek iyi dostumdur! dedi.

    O sırada bizim çocuklar pirelendiler. Otomobil Nuri:

    — Ben bu herifi döverim! dedi.

    Ben yatıştırdım. Herif Fransızca söylenip duruyordu:

    — Zaten Paris’te yabancılardan başka kimse kalmadı!

    Bu muhavereler cereyan ederken, bir Fransız yolcu:

    — Bunlar olimpiyatlara gelmiş bizim misafirlerimizdir. Neden rahatsız ediyorsun? diye sarhoş işçiye çıkışınca, başka bir Fransız lafa karıştı:

    — Siz ne karışıyorsunuz mösyö? dedi.

    — Bunlar bizim misafirimizdir. Bu adam onları rahatsız ediyor. ‘

    — Onlar kendilerini müdafaa etsinler. Size ne?

    — Ne demek, siz ne karışıyorsunuz bana? diye ayağa kalktı, öteki de ayağa kalktı, iki Fransız bizim hesabımıza dövüşecek. Derken, bir tünele girdik. Elektrikler söndü. Simsiyah oldu ortalık. Tünelden çıktığımız zaman ikisi de yerlerinde oturuyorlardı.

    Allah Kerim

    Baron de Coubertin ile sohbetimiz uzun sürmedi. Galiba yukarılarda bahsetmiştim. Biz, yoldayken futbol turnuvasında kur’alar çekilmiş, bize o devrin en kuvvetli takımı olan Çekler çıkmıştı. Baron bizi teselli için:

    — Ümitsizliğe düşmeyin. Bakınız, Uruguay diye bir memleketin takımı buraya gelirken her uğradığı yerde maçları kazanarak geldi. Biz bunların adını bile duymamıştık. Allah kerim! falan gibi sözlerle bizi teselli etti.

    Oradan çıktık, gene tıpış tıpış Kolombe köyüne döndük. Komşularımız Uruguaylılar kara kuru insanlardı, içlerinde Habeş teninde olanlar da vardı. Her gün sabahtan Paris’e gider, gece dönerlerdi. Bizim çocuklara da Paris’te eğlendiklerini söylerlerdi. Bizim zavallılar ise, maçtan evvel Paris’e gitmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.

    Nedim Kaleci’nin Kanlı Elleri

    Çeklerle olan maçı, Paris’in en berbat stadlarından biri olan Saint Quint Stadı’nda oynadık. Burası meşhur Sacré Coeur Kilisesi’nin bulunduğu Bute Montnade’de idi ve Paris’in en yüksek (120 metre) semtiydi.

    1924 senesi mayıs başlarında oynanmış olan bu maçı, oynamış veya görmüş olanlardan arkadaşlarımız vardır. Doğrusunu isterseniz, o devrin en büyük ve kuvvetli takımlarından olan Çeklerin önünde biz ufalıyorduk. Adamların en kısası 1.80 boyundaydı. Bu maçta kaleci Nedim, bugünkü kalecilerin yaptığı gibi, gelen oyuncunun ayaklarına atılarak top kurtarmaları yaptı ve o devirde kalecilerin eldiven giymesi âdet olmadığından elleri kan içinde kaldı. Birinci haftayımı (3-0) kapadık.

    İkinci Yarı 2-2 Bitiyor

    Antrenör Billy Hunter psikolog bir hocaydı. Haftayımda bize:

    — Sizin ayakkapların kramponları bozuk. Stadın otları da bozulmuş onun için düşüyorsunuz! dedi ve güya, kramponları birkaç çivi ile takviye etti.

    İkinci haftayımda takım kendini toparladı, biz Çeklere bir gol attık ve tam maçın biteceği dakikada Çekler bir penaltı yaptılar. Bilindiği gibi, penaltı ve kornerde maç bitse de, atış yapılır ve atılmasıyla biter. Penaltıyı Bekir attı, gol oldu. Böylece 1924’de ilk defa iştirak ettiğimiz olimpiyat oyunlarının futbol turnuvasını Çekler’e karşı 5-2 kaybettik. Çünkü, ikinci haftayımda Çekler de, bize iki gol daha atmışlardı. Yani, ikinci ‘haftayımı biz 2-2 sonuçlandırmıştık.

    Bekir’in penaltı atışı, pek meşhur Çek kalecisini aldatmıştı. O devirde Türk futbolcuları içinde ayağının yüzüyle olduğu kadar dış yanıyla da şut atanlar vardı. Avrupa’da böyle bir şey görmedim. Kaleci, sağ ayağı ile vurmaya hazırlanan oyuncunun ayağının yüzüyle kepçeleyerek atacağı şutu, tabiî olarak kendisinin sağında karşılamaya hazırlanıyordu. Halbuki Bekir, sağ ayağının dış kenarıyla şut çekti ve top kalecinin solundan içeri girdiydi. Hiç unutmam, maçı beraberce seyrettiğimiz Hamdi Emin bana:

    — Arpa ektik, darı çıktı! diye, Bekir’in yanlışlıkla topu ters istikamete attığını sanmıştı.

    Kim Demiş?

    Maçı, o civar halkından başka seyreden yokt;u. Bunlar da, sanırım 6-7 bin kişi kadardı. Adamlar bizi değil, Çekleri seyre gelmişlerdi.

    Anlaşılan Fransız gazeteleri “Türkler futbol oynayamazlar” mealinde yazılar yazmış olmalı ki, maçtan sonra dağılan halk arasında, ‘Türkler pekâlâ futbol oynuyorlar. Kim demiş futbol bilmez diye? İşte ikinci haftaymı berabere bitirdiler.” diye konuşuyorlardı.

    Turne

    Maçtan sonra köye döndük.

    Futbol takımımız, evvelden kararlaştırılmış bir program mucibince, bir şimal turnesine çıkacaktı. Bu turneyi İsveç Futbol Federasyonu Reisi ve Yusuf Ziya merhumun şahsî dostu Jonson adındaki biri ayarlamıştı. Hatırımda kaldığına göre, bu Jonson, o devirde futbol âleminin sözü geçen simalarındandı ve bir gözü de takmaydı.

    Çeklere karşı çıkardığımız takımın formasyonunu iyi hatırlamıyorum. Bunları bizim Halûk San arkadaşımız iyi bilir. Ama kalede Nedim vardı. Bekler Ali ile Kadri idi. Haf beklerinin ikisini bilmiyorum. Ortada Aslan Nihat, sağda Yavuz İsmet vardı. Söldakini hatırlayamıyorum. Forvette soldan sağa Alaaddin, Zeki, Bekir, Leblebi Mehmet mi, bilmiyorum ama, Bedri vardı.
    Maçtan sonra takım hemen şimal turnesine çıkacaktı. Yusuf Ziya merhum:

    — Bana para lâzım, başka türlü turneye çıkamam! demez mi?

    Ben, 20’den fazla adamı aylarca nasıl beslerim? Elimde 15 bin Fransız frangı para vardı. Hepsini almadan gitmedi.

    Aman Kaçalım Buradan!

    Kafile gittikten sonra biz, yani Sait Çelebi, Nasuhi Baydar ve ben Paris’e döndük. Benim işim vardı. Asıl olimpiyatların gelecek ikinci kafileyle olimpiyat geçit resmine iştirak için tekrar Paris’e dönecek, Futbol Millî Takımımızı hazırlayacaktık.

    Sait Çelebi’yle Nasuhi Baydar, kendi hesaplarına Paris’te kalıyorlardı. Ama, ara sıra konuşuyorduk. Paris Olimpiyatları’nın birinci kısmının hikâyesini bitirirken, başımızdan geçmiş bir 1 hadiseyi zikredeyim. Bunları o zaman da yazmıştım ama, genç nesiller tabiî okumamışlardır.

    Sait Çelebi meraklı bir çocuktu. Paris’i gezip görmek istiyordu. Bu gayreti sırasında Ahmet isminde bir Cezayirli Arap bulmuştu. Nasıl bulmuş, nerede bulmuş bilmem. Aslında bu Ahmet, Cezayirli Araplaşmış bir Fransız veya Fransızlaşmış bir Araptı. Adı da Ahmet değil, Armand’dı. Ama biz bunları sonra öğrendik.

    Arap dostumuz Ahmet, bizi o lokalden bu lokale gezdirip duruyor ve paralarımızı harcatıyordu. Bu arada bir gece bizi futbol oynadığımız semte, yani Sacré Coeur = Sakre Kör civarında bir yere götürdü. Kapıda, polis gelirse önlemek ve içeriye haber vermek için iki külhanbeyi bekliyordu. Girdik.

    Karanlık denecek kadar loş bir yer. Hafif bir piyano çalıyor. Arkalıksız basık kahve iskemlelerine oturduk, önümüze bir masa, bir de şampanya şişesi getirdiler. Tek konsomasyon şampanya imiş. O zamanki parayla 150 frank. Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra, gördük ki, gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce, işi çaktık. Gerçi bir anormal ve her yerde her zaman görülebilen bir yer değildi. Ama nihayet bizim bu tarakta bezimiz ve böyle bir niyetimiz olmadığı için, bir müddet sonra canımız sıkıldı ve kendimizi de pek emniyette hissetmez olduk. Bu sırada benim aklıma geldi. O gün İstanbul’dan posta havalesiyle bana ilerdeki hazırlıklar için 37 bin frank, gelmişti. Para akşam üstü geldi. Bankaya koymaya vakit bulamadım. Ucuz ve küçük otelimin kasasını da o kadar emniyetli saymadım. Onun için parayı cebime koymuştum. Sait’in kulağına:

    — Benim üstümde 37 bin frank, var! der demez, az kalsın küçük dilini yutuyordu.

    — Aman kaçalım buradan! dedi ve bizi getiren Ahmet’e haber vermeden çıktık ve büyük caddelere kadar yüzlerce ayak merdiveni arkamıza bakmadan koşarak indik. Paris’in büyük ve kalabalık bulvarlarına inince rahat bir nefes aldık.

    Sporcu Ülke Dışına Çıkınca Değişir

    Bu hatıralarımı okuyan idareciler isterlerse bundan çok ders alabilirler. Çünkü, sporcu memleket dışına çıktığı zaman büsbütün başka bir şahıs oluyor ve ona göre idaresi de zorlaşıyor. Bu sözlerimi muhtelif vesilelerle memleket dışına kafile götürmüş idareciler şüphesiz tasdik ederler… dedikten sonra, gelelim Paris Olimpiyatlarımın ikinci ve asıl olimpik safhasına.

    Paris’in güney kapısına yakın yerde kiraladığım yer bir kız pansiyonuydu. Yaz münasebetiyle boş olduğundan kiraya veriliyordu. Yatakları, döşemesi bizi memnun edecek haldeydi. Ne var ki, yatak sayısı 25-30 kadardı. Onun için Otomobil Nuri Bey’in Paris’e getirmesini tellediğim futbol kafilemiz —ki, 20 kişi kadardı— Paris’te çok kalamayacaktı. Zaten işi bitmiş olan bu sporcular ikinci kısmıyla birlikte olimpiyat geçit resmine iştirak ettikten sonra, memlekete dönmeleri lâzımdı.

    Hangisinin daha evvel geldiğini bilmiyorum. Ama, Ali Sami Bey merhumun başkanlığındaki güreşçi, halterci, bisikletçi ve atletlerden mürekkep ikinci kafile de gelince, ikisi birlikte tuttuğumuz pansiyona sığmadılar, bazı odalara ilâve yataklar koyduk. Kafilelerin Paris’te toplanmalarından bir veya iki gün sonra 8. Paris Olimpiyat Oyunları resmen Fransa Cumhurbaşkanı tarafından açılacak ve amatörlük yemini edilecekti.

    Uzatmayayım, 8. Paris Olimpiyatları açılış gününde kafilemiz oldukça temiz ve muntazam bir şekilde bayrağımızı taşıyarak geçit resmine iştirak etti ve yemin esnasında and içme kürsüsünün etrafında dizildi. Birinci gün merasimden başka bir şey yapılmadı ve yerlerimize döndük.

    Ali Sami Bey’in Çocukluğu

    Teşkilât başkanı Ali Sami Bey, futbol kafilesinin vapur beklemeksizin —çünkü bu vasıta her zaman bulunamıyordu— tren yoluyla İstanbul’a avdet etmesini emretti ve kafilenin pasaportlarını galiba Nuri Bey’e vererek onları yolcu etti.

    Fakat kafileden 3 kişi söz dinlemedi. Bunlar Futbol Millî Takımının gözbebekleri Aslan Nihat, Zeki ve Yavuz İsmet beylerdi. Üçü de bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş bu çocukların isyanları Ali Sami Bey’i ve umumiyetle kafile disiplin ruhunu çok sarstı. Çocukları pansiyondan çıkardı ve pasaportlarıyla yol paralarını Paris Başkonkosolosumuza vererek bunların asker olmaları ve Paris’e kendi mesuliyeti altında gönderildikleri için, isyan etmelerine karşı işi hükümete bırakıyordu. Bu hareket şüphesiz çocukluktu. Müsabakaları olmadığı için Paris’te bir müddet eğlenmek istiyorlardı.

    Bu durumların ne kadar sürdürdüklerini bilmiyorum. Ama geceleri gizli gizli pansiyondaki arkadaşlarının odalarına gelip yattıklarını biliyorduk. Bu hadise böylece savuşturulduktan sonra ikinci olimpiyat kafilesinin meseleleri başgösterdi.

    Ömer Besim Yoğurt İstiyor

    O devirde bizim yegâne güvendiğimiz atlet Ömer Besim’di. Renginin koyuluğu, küçücük vücudunun güzelliği ve koşu sisteminin şayan-ı dikkat ritmi (koşu temposu) seyircilerin hemen dikkatini celbediyordu. Pansiyon mutfağı çocuklarımızın alıştığı yemekleri hazırlıyor ve her gün mutlaka bir ızgara et veriyordu. Ömer Besim, günün birinde:

    — Ben yoğurt isterim! dedi.

    O tarihlerde yoğurt , Fransa’da nadir bulunur bir gıdaydı. Hele bizim kaldığımız Porte d’Orlean semtinde adını bilen bile yoktu. Bulamadık yoğurdu. O da et yemedi, bir şeftali yedi, yarışı kazanamadı. Zaten kazanamayacaktı. Ama bunu sebep diye gösterdi.

    Bunları şimdiki idarecilere anlattığımın sebebi, en mazbut sporcuların bile, memleket dışında tamamen şahsiyet değiştirdiklerini göstermektir.

    Fiyaka Pahalıya Mal Oluyor

    Müsabakalar devam ediyordu. Güreş ve halterde iddialıydık. Çoban Mehmet, henüz güreş kafilemize girmediğinden Paris’te yoktu. Hatırımda kaldığıma göre, bizim Üsküdarlı Fuat, Tayyar merhum, galiba Hilmi Bey’le Mazhar’ı getirmişlerdi. Haltere merhum Gülleci Cemal girmişti. Bilhassa bu çocuktan çok ümidimiz vardı. Çünkü kendisi 52 kilo olduğu halde kendi ağırlığının hemen hemen iki mislini kaldırıyordu. Bir kusuru, halter sistemi eski sistemdi. Yani şimdiki gibi halterin altına girip bacaklarıyla yukarı kalkmıyor, halteri yerden ellerinin üstüne kadar kollarıyla kaldırıyordu. Zaten Paris’te muvaffak olamamasının sebeplerinden biri de buydu. Ama daha iyi netice alamamasının başka bir sebebi vardı. O da, fiyaka satmak.

    Bu, nasıl olmuştu?

    Paris’te Cemal’in sırtına kendine göre güzel ve siyah bir mayo almak istedim. Faubourg Montmartre’deki spor malzemesi satan bir mağazaya gittim. Adam bize mayo çıkarırken, Cemal duvarda asılı duran, vaktiyle kuvvet artırma ve gösterme âletlerinden biri olan tam 9 yaylı sandok dediğimiz iki elle açılan âleti eline aldı. Dükkân sahibi bunu görünce, Cemal’e Fransızca:

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, mösyö! dedi.

    Cemal bana:

    — Ne diyor Reis Bey? deyince, ben de boş bulundum.

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, diyor! dedim.

    Bu söz üzerine Cemal, Extenseur = Sandok’u eline aldı ve dükkân sahibinin şaşalamış gözleri önünde 3 defa, hem de ağır ağır açtı ve kapadı. Adam:

    — Formidable! deyip duruyordu.

    O günkü fiyakada kol adalelerini çok zorladığı için müsabakaya kolları ağrıyarak girdi ve ancak 8. olabildi. Bunu yapmamış olsaydı, madalya almasa bile, dördüncü veya beşinci olması muhakkaktı. Çünkü bu çocukta kuvvet vardı, metod yoktu. Metodu da, hemen orada rakiplerinden öğrenebilirdi.

    Tecrübe

    Güreş sporu o devirlerde iki milletin hemen hemen inhisarı altındaydı, İsveçliler ve Macarlar. Hatırladığıma göre, Paris Olimpiyatları’nda Beynelmilel Güreş Federasyonu Başkanı Smith adında bir İsveçli idi. Güreş ve halter müsabakaları Paris’in meşhur kış velodromunda yapılıyordu. Muazzam bir kapalı salon olan burada birçok sporcuları tanımak fırsatını buldum. Bir gece müsabakalar geç bitti. Bizim çocuklar ve diğer kafileler gittiler. Ben nedense sona kalmıştım. O tarihte Ali Sami ve ben, bazı toplantılar dolayısıyla şehirde bulunmak mecburiyetindeydik. O sebeple şehirde Paris-Nice adında bir otele taşınmıştık. Kış Velodromu’ndan çıktıktan sonra otele kadar beni götürecek vasıta aradım. Saat geceyarısını hayli geçtiği için metro dahil hiçbir vasıta yoktu. Ve ben bu mesafeyi tam 1.5 saatte yaya olarak yürüdüm. Otele geldiğim zaman bacaklarım tutmuyordu.

    Nihayet işler bitti. Ben, Ali Sami Bey’le kafilenin hesap-kitaplarını kapamak için Paris’te kalmak üzere kafileyi yola koyacağımız gün bir haber aldık. “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” muhasebecisi, pek emin ve güvenilir, zengin bir adam sandığımız zat, teşkilât kasasından 15 bin lira çalıp, ortadan kaybolmuştu. Paris Olimpiyat hatıralarını, bu kötü haberle kapadık. Bu olimpiyatlarda Türkiye, sadece bir olimpiyat oyunlarının atmosferi, âdetleri, zorluk ve kolaylıkları nedir? Bunun hakkında bir fikir edinmiş oldu. Bu tecrübe, 1928 Dokuzuncu Olimpiyatlarda çok işimize yaradı.

    Burhan Felek

  • Bedri Gürsoy

    Bedri Gürsoy

    “Ceylan” lakaplı Bedri Gürsoy, Fenerbahçe’nin işgal yıllarındaki müthiş takımında senelerce forma giymesi bir yana, tarihimize müthiş yazılar armağan etti. Bu defa onun portresini, Muvakkar Ekrem Talu kaleme almış. Tuncay Yavuz‘un aktardığı yazıyı keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Milli Takımın İtila Devrine Kıvrak Bir Sol Açık

    Her milletin futbolünde bir yükselme devri – tabir caizse – bir Vundertim sıralayabilecekleri parlak günler vardır. Bizim bu zamanımız 1924 Paris olimpiyatları sonralarına raslar. Şimal milletlerini, Slavyaları, daha birçok ünlü rakipleri haki mağlubiyete serdiğimiz yaman silsile.

    Bu altın maçların üstad muzafferleri arasında, muvaffakiyetlerin biraz da esaslı amili sayılan hücum hattında, hepsi de ayrı ayrı birer “fevkalade” içinde L. Mehmet, Alaeddin, Zeki, Sabih, Bekir’den başka da bir yıldız vardı ki bu, sol açık Bedri idi.

    Birinci takıma girer girmez muvaffak olup tutunan pek az futbolcu vardır. Bunlardan biri de Bedri’dir.

    1922 senesinde Fenerbahçe birinci takımında oynamaya başlayan bu kıvrak futbolcu senelerce yerini muhafaza edebildi. Hem de şöyle aklıma gelebilen Nevzat, Seyfi gibi bugün mumla değil projektörle arayacağımız elemanlarına rekabetina rağmen… Ve nasıl bir Fenerbahçe kadrosu içinde.

    Fenerbahçe’nin mütemadiyen şampiyon çıkan takımlarında büyük bir muvaffakiyetle oynarken sırası ile Romanya, Çekoslovakya, Estonya, Litvanya, Polonya, Bulgaristan, Yugoslavya milli takımlarına karşı oynayarak 12 defa beynelmilel olmuştur.

    Meziyetler, Oyun Tarzı ve Hususiyetleri

    Bedri’de fizik karakterlerinin panoraması şöyledir: Zamanın modasına göre alabros taranmış kumral saçların çevrelediği yüz altın sarısıdır. Yakışıklıdan ileri bir güzelliktedir. Gök rengindeki gözlerinden her an müstesna zeka kıvılcımları taşımaktadır. Boy kısa, bünye zayıftır. Formayı o zamanın teamülü aksine pantolonun içine koyar. Kalın yün çorapların örttüğü ince bacaklarında tekmelik hiç yok, dizlik arada, bileklik daima mevcuttur.

    İlk maçlarında beyaz, sonraları sarı kunduraları meşhurdur.

    Bedri’nin o tarihin mizahına mevzu olan “limon yerken” çıkarttığı resim pek meşhur olduğu gibi asıl şöhretine sebep teşkil eden iki hususiyeti, süratli ve kendi icadı bir vuruştur. Bu öyle nev’i şahsına mahsus bir icattır ki satırlarda tarifi biraz güçtür.

    Sürer veya dururken topun önünde bacaklarını geride çaprazlayıp çengel halinde öyle bir vurur ki darbenin isabeti ve şiddetine şaşmamak mümkün değildir. Bugün biraz Küçük Fikret’te gördüğümüz müthiş bir eşapeli süratinden ötürü de halk kendisine “Ceylan” lakabını takmıştır.

    Bedri’nin çabukluğundan başka vücut ve bilek çalımı mükemmeldir. Sağının da solu kadar olduğu muhakkaktır. Bir tarihte gerek muhtelitte, gerek kendi takımında “sağ açık” olarak tecrübe edilmiştir. Sade Türkiye’ye gelenler arasında değil, dünyanın en iyi antrenörlerinden Billy Hunter, Bedri’yi pek beğenirdi. Zira bu müstesna futbolcu yüksek oyunu kadar disipline olan bağlılığı ile de idarecilerini memnun etmiştir.

    “Ceylan” Bedri Gürsoy

    Kendisiyle kulüp ve antrenman arkadaşlığı ettim. Bugün hiçbir futbolcumuzun çalışmak tenezzülünde (!) bulunmadığı bazı faydalı sistemler arasında bir direkler pasajı talimi vardı ki Bedri bunda pek usta idi. Zaten meşhur çalakisini biraz da buna medyundur sanırım.

    Bu derece yükselmiş, enternasyonel, birinci sınıf bir elemanda mutlaka kusur, kusur değil de zaaf aramak lazımsa işaret etmek isterim ki Bedri’de demirden şütler, çivi nevinden kafalar, tank gibi ezip biçmeler yoktu. Bir de – kendi bu tabiyeyi hala beğeniyor ama – daima çizgi imtidadınca sürüşler yapıp korner köşesinden ortalamaları doğru bulmasını ben doğru bulmam. Fakat onun zamanında bu bir meziyetti.

    Bedri’nin en beğendiğim tarafı da ahlak dürüstlüğü, centilmenliği, renklerini hayatı kadar sevdiği halde “kulüpçü” görünmemesidir. Bu son saydığım sporcu karakterindeki asaleti ne yazık ki bazı müfrit muhitlerde suizanla karşılanmış ve – burada tekrarından yüzüm kızarıyor – bütün bir gençliğini vakfettiği kulübünden, sarı laciverdinden uzaklaştırılmak istenmişti.

    Bugün mümtaz bir diş tabibi olan Bedri’nin içtimai olgunluğuna en bariz misal de “gavura kızıp oruç bozmamak”, yani muhatap tutulduğu menfi ve acaip mülahazaya rağmen “Fenerbahçeli” kalışıdır.

    Muvakkar Ekrem Talu / Bedri Gürsoy

  • Nedim Kaleci

    Nedim Kaleci

    Arkadaşımız Tuncay Yavuz, Bedri Gürsoy‘un 1940’lı yıllarda yazdığı muazzam futbolcu portrelerini aktarmaya devam ediyor. Sırada Türk futbolunun muhteşem kalecisi Fenerbahçeli Nedim Kaleci var.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbol Merakı Bugün Bile Eksilmemiş Olan Nedim Kaleci

    924 Paris olimpiyadı. Muhtelif milletlerin seçme futbol takımları dünya birinciliği için üç stadda durmadan çarpışmaktadır.

    Malum ya, bizim takıma kurada Çekoslovakya çıkıyor. Bu takımın da salahiyet sahibi beynelmilel futbol mütehassıslarının tahminine göre olimpiyat şampiyonu olması pek mümkün.

    Türk milli takımı oyuncuları, Kolomb’da barakaların birinde toplanmış, kuranın neticesini öğrendikten sonra hararetli hararetli konuşuyorlar. Münakaşa ediyorlar. Her kafadan bir ses:
    – “Korkmayın çocuklar, bir de bakarsınız kazanırız. Biz adamakıllı çalıştık ve hazırlandık.”
    – “Öyle ya biz hazırlandık da adamlar armut devşirdi. Atma beyim atma, burası Taksim stadyumu değil. On taneden aşağı yersek yine şükredelim.”
    – “Bence tam bir müdafaa oyunu tatbik etmeliyiz.”
    – “Takımımız paniğe uğramasın da ne olursa olsun.”
    – “Lakin, hani bizde de şans varmış ha, ya kurayı çeken mübarek ele ne buyrulur?”

    Maç günü, stadyumun tribünleri tıklım tıklım dolmuş, Türklerin oyununu merak edip görmeye gelen her milletten binlerce kişi…

    Çek Maçı

    İşte Çek milli takımı, Türk milli takım oyuncuları sahaya çıkmaya başladılar. Tamam, milli marşlar çalındı. Oyuncular toplu bir halde resimlerini çıkartıyorlar.

    Aman Allahım! Zayfert, Ştapel, Çapek, Kolonati. Hepsi oynuyorlar. Allah bizim takıma imdad eyliye.

    Oyundan evvel Bekir’in bir iki bomba gibi patlattığı gösteriş şutu biraz olsun moralimizi okşadı.

    Maç başladı. Ne aksi, bizim kaleye doğru sıkı bir rüzgar esmekte. Çekler gibi en kuvvetli bir takıma düştüğümüz elvermiyormuş gibi, bir de semavi afetle de mi mücadele edeceğiz? Bu ne talihsizlik?

    Haydi! İşte sıkışmaya başlıyoruz. Çapek uzaktan kalemizin köşesine ilk tehlikeli ve sıkı şutunu gönderdi bile. Aman, topun gidişi fena. Girecek galiba Hayır, kalecimiz mükemmel bir sıçrama ile golü kurtarıp topu kornere savurdu:

    “- Yaşa Nedim!”

    Yerden sağ zaviyeden enfes bir şut daha, bunu da lastik top gibi bir çeviklikle fırlayarak, şayanı hayret derecede isabetli bir plonjonla kalecimiz yine kurtardı:

    “- Varol Nedim!”

    Arkasında biraz sonra, kalecimiz Çeklerin sağ içinin kaleye doğru seri bir driplingle dört adım sokulan bir hücumunu, ayaklarına yatarak kesiyor ve muhakkak bir golü daha kurtarmış oluyor:

    “- Dayan Nedim!”

    Bir buçuk saatlik maç esnasında, bizim kale uzaktan, yakından, sağdan soldan, havadan yerden, mitralyöz ateşi gibi şuta maruz kalıyor. Lakin dünyanın en yaman futbolcularının attıkları bu şutların birçoğunu kıymetli kalecimiz Nedim tam bir soğukkanlılıkla, muvaffak bir oyun göstererek gol olmaktan kurtarıyor ve haklı olarak da – Çekler dahil – herkes tarafından takdir edilip alkışlanıyor.

    Nedim ve Hamit

    Futbolda – geçende Hamit’in portresi yazısında da söylediğim gibi – bizim o devirde iki meşhur kalecimiz vardı. Nedim ve Hamit. Bu iki oyuncu rakip oldukları halde kardeş gibi candan sevişirlerdi. Katiyyen kıskançlık ve husumet nedir bilmezlerdi. Her muvaffakiyetli oyunlarından sonra birbirlerini kucaklayıp tebrik ederlerdi. Lakin bu arada Hamit Nedim’i, Nedim Hamit’i kızdırmak için ne latifeler, ne muziplikler bulurlardı.

    924 Paris olimpiyadına iştirak eden ve oradan da şimal turnesine çıkan milli futbol kafilemizin birbirinden kıymetli bu iki seçme elemanının biz futbolcular çok mükemmel oyunlarına şahit olmuşuzdur. Nedim Paris’te, yukarıda anlattığım gibi Çekler’e karşı cidden emsalsiz bir oyun çıkarmıştır. Hamit ise şimal turnemizin en esaslı karşılaşmalarında yüzümüzü güldürmüş, bir kahraman kesilmiştir.

    İşte Hamit ve Nedim’in bu şekilde birlikte geçen futbolculuk hayatlarında oyuncular arasında pek meşhur olan hatıraları vardır. O zamanki futbolcular arasındaki tam bir samimiyeti, tesanüdü, sporcu zihniyetini ve nasıl candan birbirlerini sevdiklerini göstermesi itibariyle enteresan bulduğum bu hatıralardan birkaçını yazayım:

    Hamit Nedim’i daima şu şekilde çağırırdı: “Yaşşşşaaaağ üstad Nadim, Malllli kaleci!”. Paris’te Çekler’le yaptığımız olimpiyat maçının ertesi günü bütün futbolcular bir arada istirahat ediyoruz. Kaleci Hamit’in sesi yükseliyor: “Yaşşa Nadim. Nedir o koltuğundaki bir yığın gazete? Yoksa İstanbul’dan falan mı geldi? Ne havadis var bakalım?”

    Hamit bu suali bermutad herkesin içinde bir muziplik olsun diye sormuştur. Zira bunlar maçtan sonra Paris’te çıkan ve Nedim’i baştan aşağı metheden gazetelerdir.

    Nedim’in cevabı: “Alayı bırak evladım. Beğenemedin mi? Al tercüme ettir de gözün kaleci görsün. Siz ne anlarsınız? Sen dursaydın da on beş gol yerdin!”

    Şimal turnemizde pek parlak oyunlar oynadığı için tercihen ekser defa Hamit kaleye konulurdu.

    Hamit’in anlattığına nazaran ne hikmetse bu esnalarda, Nedim’in sağ eli daima sargıyla sarılı bulunurmuş. Bunun sebebi de şuymuş. Nedim temasa geldiği ecnebi gazetecilere, mihmandarlara, maçtan evvel konuştuğu ecnebi takımı oyuncularına gösterip: “Ben asıl milli takım kalecisiyim. Lakin elim sakat, yarın benim ihtiyatım oynayacak!” diye izahat verirmiş.

    Hamit, artık hiç unutmam hepimizin içinde dayanamamış, bir gün Nedim’e haykırmıştı: “Allahaşkına, üstad, şu elini röntgene bir göster de içinde ne dert var anlayalım. İçim parçalanıyor vallahi.” demişti.

    Futbolu Hiç Bırakmadı Desek Yeridir

    Futbolu uzun müddet oynamıştır. Bizden evvelki devirlerden başlamış, bizimle devam ettirmiş ve bizlerle bırakmıştır. Beynelmilel oyuncularımızdandır. Birçok seyahatlerimize iştirak etmiştir. Her futbolcu, her tanıyan onu sever, iyi kalpli, iyiliği seven, kibirsiz, şakayı kaldıran bir arkadaştır.

    Seyahatlerimizde hepimizi peşine takarak en enteresan yerleri bize gösterir ve gezdirirdi! Sonra da “aman kendinizi sakın üşütmeyiniz çocuklar” diye tertibat alır, soğuk almak korkusuyla hastalığımızı önlerdi.

    Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, ipek gibi sarı saçlı sülün gibi mütenasip endamlıdır. Sahaya tertemiz bir kıyafetle çıkar. O uzun boyu, sevimli yüzüyle kalenin önünde bir heykel azametiyle durur. Ne yalan söyleyeyim, cakayı çok sever. Hatta kaleci Hamit bu yüzden Nedim’e “Mecmua oyuncusu” ismini taktığı meşhurdur. Yine Hamit’in söylediğine nazaran güya Nedim, kale civarında gazete fotoğrafçıları resim çıkartırlarken topa plonjon yaptığı zaman resmin tam alınması için nezaket icabı yerde fazla kalırmış.

    Nedim’in kalecilik hayaıtnda birçok muvaffakiyetli oyunları olmuştur. Paris’teki meşhur oyunu ise en başta gelir. Bunu antrenör Hunter de daima söylerdi.

    O gün Çekler’in karşısında panik olmamamıza ve olimpiyat futbol turnuvasında mağluplar arasında en iyi dereceyi almamızda Nedim’in büyük hissesi vardır.

    İlk kulübü Altınordu’dur. Sonra Fenerbahçe’ye girmiştir. Futbola, kaleciliğine aşıktır. Nitekim soyadını bile “Kaleci” koymuştur. Nedim’den bugün dahi futbol merakı bir parça olsun eksilmemiştir. Statların en ateşli, en meraklı müdavimlerindendir. Seyirciler arasında daima onun sert sesini duyarsınız. Genç futbolcu arkadaşlarını bir erkanı harp kumandan gibi tribünden bağırarak idare eder. Tenkit eder, kızar, bağırır, yükseltir, alkışlar:

    “- Haydi bakalım evlatlarım. Gösterin kendinizi”

    “- Şut… Şut diyorum sana!”

    “- Aferin çocuğum ha şöyle pas!”

    “- Ne yaptın? Berbat ettin, çalımın sırası mı şimdi?”

    ***

    Yaşa Nedim!

    Bedri GÜRSOY / Futbol Merakı Bugün Bile Eksilmemiş Olan Nedim Kaleci

  • Kadri Göktulga’nın Futbol Hatıraları

    Çelebizade Sait Tevfik tarafından “Resimli Ay” dergisinde Fenerbahçeli sporcularla yapılan söyleşilere devam ediyoruz. 1921-1931 yılları arasında 64 resmî maçta forma giyen, Harington Kupası kahramanlarından Kadri Göktulga’nın Mart 1925 tarihinde verdiği röportaj için şöyle buyurun.

    * * * * * *

    Pek küçükten tanırım. Ekseri günler mektepten çıktıktan sonra daimi arkadaşlarından Nusret ve Bedri ile beraber Union Club’ın kalelerinde egzersizlerini yaparlardı. O vakitler Fenerbahçe Kulübü’nün küçük takımlarında oynuyorlar ve daha müptediliklerine rağmen takdir ediliyorlardı. Seneler geçtikçe birbirinden ayrılmayan bu üç oyuncudan biri olan Nusret Anadolu’ya gitti. Bedri ve Kadri ise evvela üçüncü ve pek az farkla ikinci takıma geçtikleri gibi, bu aylar zarfında birinci takıma da dahil oldular. Bedri muhacim hattında çalışırken, Kadri de muavin hattında geçilmez bir uzuv oldu ve bu sayede, pek genç bulunmasına rağmen, orada gösterdiği muvaffakıyet kendisini kulübünde müdafaa mevkiine yerleştirmeye sebep oldu. Şimdiki halde istikbali en parlak bir müdafi oyuncusudur. Birdenbire büyüyen ve aynı günlerde yükselen bu genç oyuncu kendi hatıratına şöyle başlıyor :

    “Pek küçükken sporun ne demek olduğunu bilmezdim. Sekiz, dokuz yaşında Kadıköy Sultanisi’nde bulunduğum zamanlar futbolu merak etmiştim. O zaman Kadıköy Sultanisi müdür ve muallimleri spora ehemmiyet verirlerdi. Her gün öğle teneffüsünde Haydarpaşa Çayırı’na çıkar ve takımlar teşkil ederek birbirimizle maçlar yapardık. O zamanlar mektebin en iyi oyuncuları meyanında bu senenin teferrüd eden idmancıları bulunurdu. Tabii biz çok küçük olduğumuzdan, ağabeylerimizin oyunlarını merakla seyretmekle iktifa ediyorduk.

    Yavaş yavaş her Cuma günleri Kadıköy Spor Kulübü’ne koşmaya başladık. Burası bize futbolun zevk ve şevkini tattırmıştı. Daha o zaman milli takım teşkilatı yoktu. Böyle olmakla beraber o zamanın genç oyuncuları bir çok hususatta daha ziyade ümit ve hevesle futbola çalışıyorlardı. Ben de sporun bu şubesinde yavaş yavaş göze çarpmaya başlıyordum. Mektep takımları arasında yaptığımız maçlarda benim de ismim etraftan “Yaşa” sedalarıyla kulağıma çarpmaya başlıyordu.

    Bu vaziyette birkaç sene daha çalıştıktan sonra ilk defa Fenerbahçe Kulübü’ne intisap ettim. Ve bu sevgili kulübe duhûlüm en tatlı günlerimi bildiriyordu. Bu suretle Fenerbahçe ikinci takımında bir sene müddetle oyun oynadım. O zamanlar etraftaki seyirciler benim pek iyi bir oyuncu olacağımı söylüyorlardı.

    1335 senesi lig maçları Kadıköy’de devam ederken, bir Cuma günü Vefa-Fenerbahçe ikinci takımları maçını icra ediyorduk. Ben o zamanlar pek iyi oynuyordum. Maçtan sonra pek muhterem kaptanım Zeki Bey, Bedri ile bana:

    – “Niçin ikinci takımda oynadınız? Öğleden sonra birinci takımda oynayacaktınız” dedi.

    Bir iki saat heyecanlı istirahatten sonra maç saati yaklaştı. Tekrar soyunarak arkadaşım Bedri ile beraber İttihat Spor Çayırı’na birinci takım ağabeyleri arasına yine beraber olarak dahil olduk. Birkaç dakika sonra da maç başlamıştı. Ben müdafi mevkiinde oynuyordum. O gün iki maç yapmamıza rağmen iki arkadaş da gayet muvaffakıyetle oynadık. Böylece birkaç maçta müdafi olarak oynatıldım. Fakat bundan sonraki maçlarda pek eski olan mevkiimi bırakarak kulüp tarafından sağ muavin olarak oynatılmaya başladım.

    Bu suretle birkaç sene asıl mevkiime pek yabancı kalmıştım. Sağ muavin mevkiinde birkaç sene daha oynadıktan sonra, İstanbul’un pek kıymetli ve muhterem oyuncusu Kamil Bey’in spor hayatından çekilmesiyle, yine kulüp tarafından onun yerine “müdafi” mevkiine geçirildim. Daha ilk maçta mevkimin oyuncusu olduğumu ispat ettim.

    Nihayet 1340 senesinde spor hayatımızda olimpiyat meseleleri mevzubahis olmaya başladı. Tabii bu havadis bütün sporcular arasında memnuniyeti mucip olmuştu. Herkes birbirleriyle rekabet ederek olimpiyada gitmek arzusundaydı. İşte benim de kulüp tarafından ismim federasyona verildi. Tabii seçme müsabakaları başlıyordu. İlk seçme müsabakasını yapmak üzere Eskişehir’e gittik. Orada birkaç maç yaptıktan sonra tekrar, seçme müsabakalarına devam etmek üzere Kadıköy Spor Çayırı’nda kurulan kampa dahil olduk. Her gün ve her dakikamız heyecanla geçiyordu. Antrenör Billy Hunter tarafından her gün idmanlarımıza devam ediyorduk. Ve her gün yapılan idmanlarda yavaş yavaş kendimi göstermeye başlıyordum. Biraz açıkça söylemek lazım gelirse, birkaç rakibi atlattıktan sonra mevkimi daha ziyade tersin etmiştim.

    Nihayet Avrupa’ya hareket zamanı yaklaştı. Fakat daha heyecanım ve düşüncem zail olmamıştı. Acaba hakiki müdafi olarak mı yoksa ihtiyat oyuncusu olarak mı gidiyordum? Arkadaşlarımın temin ettiğine ve benim de anladığıma göre takımda bir mevki kazanmıştım. Artık İstanbul’dan hareket günü gelmişti. Sabahleyin bütün istihzaratımızı kamil ederek arkadaşlarımın gözyaşları arasında İstanbul’u terk ediyordum. Beni taşıyan vapur spor muhiblerinin alkışları arasında yola devama başladı.

    Uzun bir yolculuktan sonra Paris’e vasıl olduk. Selim Sırrı Bey tarafından istasyonda istikbal edildik. Daha Paris’i göremeden Metropolitan ile Kolomb kamplarına vasıl olmuştuk. Kamp bir çok küçük kaleleri ihtiva ediyordu. İkişer kişi olmak üzere odalara ayrıldık. Büyük maça henüz on beş gün vardı. Bu on beş günü dahi idman ile geçirdik.

    Maçın arifesi akşamı reisimiz Ziya Bey tarafından salona davet edildik. Bütün oyuncular büyük bir heyecan içinde kıvranıyorduk. Ziya Bey bir mukaddimeden sonra hiçbir suretle itiraz edilmemek üzere takımı okumaya başladı. Beni sol muavin mevkinde okudular. O anda dehşetli bir darbe yediğimi anlayarak pek müteessir olmuştum. Son dakikaya kadar müdafi mevkiinde oynatıldığım halde bir gecede takım değiştirilmişti. Ve bu suretle pek meşru olarak takım yenilmişti.

    İşte bu darbe bütün ümitlerimi ve cesaretimi kırdı. Ertesi gün pek nevmid olarak maça çıktım. O gün müthiş bir talihsizlik olarak Çeklere mağlup olduk. Bu suretle ilk ayrılmadan ihraç edildikten sonra bütün takım azası serbest bir halde Paris’i gezmeye başladı. O muhteşem payitahtı bir müddet dolaştıktan sonra turneye çıkmak üzere Paris’i terk etmiştik.

    Bütün bu seyahat esnasında gördüğümüz maçlarda pek büyük istifadeler temin ettim. Ve mevkimin daha ziyade tekniğine dikkat ettim. Bütün bu turnelerde mevkimin üstadları olarak Uruguay’ı ve Çeklerin müdafilerini gördüm.Temmuz iptidalarında ise tekrar Paris’ten yola çıkıp, bir çok sıkıntılar çekerek sevgili İstanbul’a kavuştuk. Turne esnasında hakikaten bir çok haksızlık ve idaresizlik olmuştu. Fakat bunlar ilk defa yapılan muntazam teşkilat arasında nazar-ı müsamaha ile görülebilir.

    İstanbul’a vasıl olduktan sonra mevkime daha esaslı bir surette sarılarak çalışmaya başladım. Son zamanlarda federasyon tarafından tekrar imtihan ve turne meselesi çıktı. Ümit ederim bu sefer baştakilerin gadrine ve garezine uğramadan milletimi uzaklarda daha şerefle temsil edebilirim”

  • Fenerbahçe Sol Açığı Bedri Bey

    1920’li yılların “Resimli Ay” mecmuasında Çelebizade Sait Tevfik tarafından yapılan sporcu söyleşilerine devam ediyoruz. İşgal yıllarındaki Fenerbahçe’nin sembol oyuncularından “Ceylan” lakaplı Bedri Gürsoy ile yapılan söyleşiyi Barış Kenaroğlu çevirdi. Keyifli okumalar…

    * * * * * *

    Avrupa turnesinde yüzümüzü güldüren bu mahir oyuncumuz henüz yirmi yaşında bir gençtir. Türkiye’nin hem de yegane sol açığı olan Bedri Bey, spora nasıl intisab etmiş, nasıl muvaffak olmuştur.

    Bu küçük sevimli oyuncumuzu bilmeyiz ki idman aleminde sevmeyen var mıdır? Küçük boyu, zarif vücudu, güzel yüzü ile daima etrafına ve bilhassa kulübü taraftarlarına kendini fazlaca alkışlattıran Bedri’nin hatıratını almak için kendisini sevgili kulübünde görmüştüm. Ona mazisini sorduğum zaman düşündü. Nasıl düşünmesin ki, küçük yaşında milli takımın hakiki oyuncusu olduğu halde daha spor tarihi pek yenidir. Bende çok iyi hatırlarım ki birkaç seneler evvel bu küçük oyuncuyu üçüncü takımlar arasında çapraz vuruşlarıyla sevmiş ve tebrik etmiştim. Aradan birkaç sene geçmeden bu oyuncu birbiri arkasına iki büyük mevkiye sahip olmuştur. Bunlardan birincisi Fenerbahçe birinci takımına girmesi, ikincisi de bir çok garazkârların arasında milli takıma dâhil olmasıdır. Henüz daha darülfünun sıralarında tahsil gören bu oyuncumuzun yaşı yirmiyi geçmediğine nazaran kendisinden Türk milli takımı için daha pek çok hizmetler beklenebilir.

    İşte pek küçükken tanıdığım bu oyuncu kulübün soyunma odasında etrafına sıralanmış elbise dolaplarına dayanarak hatıratını bakınız nasıl anlattı:

    Futbola olan çıldırasıya aşkım 1327 senesinden başlar. Şimdi yirmi yaşında olduğuma nazaran demek ki o zaman sekiz yaşında imişim. Şayet on iki sene evvelki Bedri’yi muhayyilemde canlandırarak ortaya çıkaracak olursam şu neticeyi bulurum: her dakika koşmak, oynamak, sıçramak, atlamak isteyen ele avuca sığmayan lastikten bir makine… İşte Bedri… O vakitler biz – şimdiki küçük bahtiyar futbolcular gibi – bir usul ve nizam dairesinde futbol oynamazdık. Biz o zamanlar futbol oynuyoruz diye beş on kişi toplanır ve bir yuvarlak paçavra parçasının arkasından güneş doğarken başlayarak, batarken bitirmek üzere mütemadiyen koşar, gözümüz ne yemek ne içmek görürdü.

    İşte birkaç sene ben mini mini vücudu bu usul ile yaktım ve zehirledim. Bir gün mektebin taşlık bahçesinde bir duvar bir kale diğer duvar bir kale, bir tarafta on-on beş, diğer tarafta yirmi kişi, ortada bir taş parçası “futbol maçı” yapıyorduk. Oyuncular içinde ben en ufakları, lakin en fedaileri idim. Öyle ki taş parçasının arkasından ona buna çalım yapıp pire gibi sıçrayarak taşlığın üstünde, çocukların ensesinde parende atıyor ve karşı duvara arka arkaya gol atıyordum.

    Bir gün ne oldu bilmiyorum başım hızla duvara çarptı. Gözümü açtığım zaman kendimi eczahanede buldum. Başım tehlikeli surette yarılmıştı, sarıyorlardı. Evde bir hafta kadar yattım. Başımdan geçen bu kazadan sonra artık evden futbol oynamama kat’iyen müsaade etmiyorlardı. O zaman İttihad Spor Kulübü’nün tam karşısındaki evi satın almıştık. Futbolun her Cuma ve Pazar önüme kıskandırıcı bir ziyafetini koyan bu güzel sahanın karşısında ben ciğer görmüş kedi gibi, bakar bakar yutkunurdum. Kendimi büyük maçları kıymetli oyuncuları görmekle teselli ediyor ve avutuyordum. O zamanlar bir Galip’i bir Hikmet’i bie Arif’i görünce kalbim çarpmaya başlardı. Sevincimden çıldırıyordum.

    Birkaç ay kadar geçti. İyiden iyiye yine başladım. Lakin bu defa  – çok maç seyrettiğimden olacak – az çok futbolun usul ve nizamını öğrenir gibi olmuştum. Arkadaşlarım çantalarını ve feslerini çıkarıp Kuşdili çayırına iki kale yapıp oyuncu almak için ayak yaptıkları zaman beni almak için çalışırlardı. Artık mektebde maharetim söyleniyordu: “Bedri Bey’in bir çalımı var ki, beş altı kişiyi yutturuyor, pire gibi kaçıyor”

    1333 senesinde Kadıköy sultanisi dahilinde iki kulüp vardı: Hilal ve Küçük Ocak. Ben Hilal’in kalecisi idim. Mektep, futboldaki kabiliyetimi inkişaf ettirdi. 1334 senesinde Alaaddin Bey oyunumu beğenmiş ve beni Fenerbahçe’ye yazdırmıştı. Artık hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. Bir zaman geldi ki Fenerbahçe üçüncü takımında oynamaya başladım. Mektepte de maçlar yapardık. Galatasaray, İstanbul Sultanisi, Aşiyan Mektepleri ile yaptığımız maçlar ekserisinde galip gelirdik. Bu galibiyetlerde büyük hisselerim olurdu.

    1335 senesinde Fenerbahçe ikinci timinde sağ iç olarak oynamaya başladım. Çok güzel oynuyordum, çabuk terakki ediyordum. Bilhassa futbolda hiç kimsenin vuramadığı bir vuruş icat etmiştim. Şayan-ı hayret bir çeviklik ile bu vuruşu yaptığım zaman çok takdir olunurdum.

    Bir gün Galatasaray ikinci takımı ile Fenerbahçe ikinci takımı maç yapıyorduk. Ben sağ iç, Zeki Bey’in kardeşi Arif orta muhacim idi. Oyun başladıktan pek az zaman sonra Galatasaray’dan Arif bize bir gol yaptı. Top ortaya geldi. Arif bana bir pas verdi. Ben topu santra çizgisinden biraz açtım ve bir iki kişiye çalım yaptıktan sonra kaleye kırk yarddan bir şut çektim. Top havalandı, döndü dolaştı, rüzgarla beraber kalenin zaviyesinden içeri girdi.

    1336 senesinde ilk defa olarak Beylerbeyi’ne karşı birinci timde – takımın diğer azaları natamam olduğundan – sol açık mevkiinde oynadım. O gün güzel oynadım. Ve bir gol attım. Sonra Vefa’ya Selimiye’ye karşı oynadım ve hepsinde muvaffak oldum.

    1337’de Altınordu – Fenerbahçe maçında sağ açıkta cidden güzel bir oyun oynadım. O gün Cafer’i çalımla geçip Nedim’e bir gol  atınca kendimi dünyanın definesine gark etmişler sandım. Bu oyundan sonra hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. En büyük kusurum futbolun ilk heveskar mübtedileri gibi, çok fazla çalım yapmak ve gol heveslisi olmaklığım idi. Daha sonra İngilizlerle olan maçlarımız gelir… İngilizlerle hemen her hafta Taksim’de ve İttihad Spor kulübünde gayet müntezim ve heyecanlı maçlar yapardık. Ben sol açık veya sol iç oynuyordum.

    Bir gün futboldaki maharetine prestij ettiğim biri bana dedi ki: “görüyorsun ki İstanbul’da şimdi iki halde iyi bir sol açık var.. işte senin için rakipsiz olarak serbestçe yürüyebilip muvaffak olacağın yegane saha… çalış memleketin en iyi sol açığı olacaksın..”

    Filhakika pek çok çalıştım. Sol ayağımla hiç vuramazken az zaman sonra sol vuruşlarımda, ortalayışlarımda mühim farklar görmeye başladım.

    İngilizlerle yaptığımız maçlardan ben çok istifade ettim. Çalımsız seyir geliştirdim. Şahsi oyundan vazgeçtim. Oyunumda seri ve bariz bir terakki mevcuttu. Bilhassa süratim ve çevikliğim hasmın önünden sıyrılıp uzun ….kalmaya sevk olup ortaya içlere isabetli pas verişlerim başlıca meziyetimi teşkil ediyordu. İngilizlerle olan maçların ekserisinde çok muvaffak olurdum. Bir gün geldi ki artık İstanbul muhtelit takımında yer tutmaya başladım.

    Artık İngilizler gitmişti. Lakin hariçten takım getiriliyordu. (Slavya – İstanbul Muhtelit Takımı) maçında futbol hayatımın parlak bir yıldızı saydığım fevkalade bir oyun oynadım. O gün karşımda enternasyonal bir muavin olan – bu defa olimpiyatta bize karşı oynatılmayıp daha kuvvetli bir hasma saklanılan – meşhur oyuncu tamamiyle acz göstermiş ve futbolun bütün hilelerine müracaat etmişti. Arkamdan tekme vuruyor, çelme takıyor, eteğimi çekiyordu. Lakin bütün bunlara rağmen ben bir lastik top gibi sıçrıyor, yıldırım gibi onun kalesine akıyordum. O günkü gollerin ikisinde de büyük bir hissem vardı.

    Slavya’yı, Romanya Milli Takımı takip etti. O gün fevkalade bir surette hazırlandığım maçı maatteessüf feci bir surette sakatlanarak başlangıcında terk etmeye mecbur kaldım. Hastanede iki aya yakın yattım. Futbolun apansız geliveren bu menfus hediyesi beni bu uğurdaki aşkımla hayatıma veda ettirecek diye çok korktum. Lakin çok şükür iyileştim ve maşukuma yine kavuştum. Sakatlandıktan sonra yaptığım maçlarda bacağımda ufak bir arıza kaldığından tabii olarak muvaffak olamadım. Lakin birkaç ay sonra eski oyunumu yeniden iktisab ettim.

    Türklerin de 1924 olimpiyatlarına iştirak etmeleri tekerrür etmiş ve bir Türk futbol grubu ihzar edip milli takımı meydana çıkarması için bir antrenöre ihtiyaç hissedilmişti. Çok geçmeden günün birinde Mister Hunter namında bir İngiliz futbol antrenörü Eskişehir’de seçme müsabakalarında hazır bulundu. Hunter’ın ilk nazarında takdirini celb edip beğendiği oyuncular meyanında ben de vardım.

    Bir zaman geldi ki Paris olimpiyatlarına iştirak etmek üzere yola çıkan Türk futbolcuları meyanında ben de bulunuyordum. Paris’te Çekoslavaklara karşı çıkan Türk timinde sol açık olarak oynadım. O gün diğer ekser arkadaşlarım gibi beklenilen oyunumu oynayamadım. O gün zaten bir iki kişi müstesna kimse muvaffak olamadı. Bunun en büyük sebebi ise aylar geçtiği halde büyük ve heyecanlı bir maçtan uzak ve yabancı kalmamızdı. Yoksa o gün karşımıza ihtiyat oyuncusu ile çıkan Çek takımı mağlup etmemiz pek de uzak bir hayal değildi.

    Futbol Avrupa turnesine çıkarak İsveçlilere karşı, “Reval”de Estonya milli takımına karşı, “Krakow”da “Lodic” “Prezemişil” de Lehlilere karşı olan oyunlarda muvaffak oldum. Bilhassa Estonya milli takımına karşı oynarken tam zamanında üç kişiyi atlayarak yapmış olduğum golün galibiyet üzerine iyi bir tesiri oldu. İşte şimdi Avrupa’dan pek çok istifade ederek avdet ettim. Kulübümde idmanlarıma muntazaman devam ediyorum. 1328’den 1340’a kadar olan hatıratımın muhayyilemde canlanan bazı aksamı bundan ibaret.

    Şimdi hal-i hazırda yirmi yaşındayım. Fenerbahçe kulübünün ve milli takımın sol açığı bulunuyorum. Türkiye’nin en iyi sol açığı olduğuma kaniyim. Bu kanaatim azmimin kolları arasında daima yaşayacaktır. Daha yaşım küçük olduğundan futboldaki bu muvaffakiyetimi bir mani zuhur etmediği takdirde muhafaza ve terakki ettirebilirim. Bunun için çalışacağım daima çalışacağım. Futbolu zeka, cesaret, azim, sebat, nezaket, münakaat gibi evsaf ve mezayatı kolları arasına alan bu güzel oyunu daha pek çok ilerleteceğim. En iyi oyunum iki sene sonra olacaktır.”

  • Sol Açık Bedri

    Sol Açık Bedri

    1920’li yılların “Resimli Ay” mecmuasında Çelebizade Sait Tevfik tarafından yapılan sporcu söyleşilerine devam ediyoruz. İşgal yıllarındaki Fenerbahçe’nin sembol oyuncularından “Ceylan” lakaplı sol açık Bedri Gürsoy ile yapılan söyleşiyi Barış Kenaroğlu çevirdi. Keyifli okumalar..

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    * * * * * *

    Ceylan Bedri

    Avrupa turnesinde yüzümüzü güldüren bu mahir oyuncumuz henüz yirmi yaşında bir gençtir. Türkiye’nin hem de yegane sol açığı olan Bedri Bey, spora nasıl intisab etmiş, nasıl muvaffak olmuştur.

    Bu küçük sevimli oyuncumuzu bilmeyiz ki idman aleminde sevmeyen var mıdır? Küçük boyu, zarif vücudu, güzel yüzü ile daima etrafına ve bilhassa kulübü taraftarlarına kendini fazlaca alkışlattıran Bedri’nin hatıratını almak için kendisini sevgili kulübünde görmüştüm. Ona mazisini sorduğum zaman düşündü. Nasıl düşünmesin ki, küçük yaşında milli takımın hakiki oyuncusu olduğu halde daha spor tarihi pek yenidir. Bende çok iyi hatırlarım ki birkaç seneler evvel bu küçük oyuncuyu üçüncü takımlar arasında çapraz vuruşlarıyla sevmiş ve tebrik etmiştim. Aradan birkaç sene geçmeden bu oyuncu birbiri arkasına iki büyük mevkiye sahip olmuştur. Bunlardan birincisi Fenerbahçe birinci takımına girmesi, ikincisi de bir çok garazkârların arasında milli takıma dâhil olmasıdır. Henüz daha darülfünun sıralarında tahsil gören bu oyuncumuzun yaşı yirmiyi geçmediğine nazaran kendisinden Türk milli takımı için daha pek çok hizmetler beklenebilir.

    İşte pek küçükken tanıdığım bu oyuncu kulübün soyunma odasında etrafına sıralanmış elbise dolaplarına dayanarak hatıratını bakınız nasıl anlattı:

    Çocukluk Yılları

    Futbola olan çıldırasıya aşkım 1327 senesinden başlar. Şimdi yirmi yaşında olduğuma nazaran demek ki o zaman sekiz yaşında imişim. Şayet on iki sene evvelki Bedri’yi muhayyilemde canlandırarak ortaya çıkaracak olursam şu neticeyi bulurum: her dakika koşmak, oynamak, sıçramak, atlamak isteyen ele avuca sığmayan lastikten bir makine… İşte Bedri… O vakitler biz – şimdiki küçük bahtiyar futbolcular gibi – bir usul ve nizam dairesinde futbol oynamazdık. Biz o zamanlar futbol oynuyoruz diye beş on kişi toplanır ve bir yuvarlak paçavra parçasının arkasından güneş doğarken başlayarak, batarken bitirmek üzere mütemadiyen koşar, gözümüz ne yemek ne içmek görürdü.

    İşte birkaç sene ben mini mini vücudu bu usul ile yaktım ve zehirledim. Bir gün mektebin taşlık bahçesinde bir duvar bir kale diğer duvar bir kale, bir tarafta on-on beş, diğer tarafta yirmi kişi, ortada bir taş parçası “futbol maçı” yapıyorduk. Oyuncular içinde ben en ufakları, lakin en fedaileri idim. Öyle ki taş parçasının arkasından ona buna çalım yapıp pire gibi sıçrayarak taşlığın üstünde, çocukların ensesinde parende atıyor ve karşı duvara arka arkaya gol atıyordum.

    Bir gün ne oldu bilmiyorum başım hızla duvara çarptı. Gözümü açtığım zaman kendimi eczahanede buldum. Başım tehlikeli surette yarılmıştı, sarıyorlardı. Evde bir hafta kadar yattım. Başımdan geçen bu kazadan sonra artık evden futbol oynamama kat’iyen müsaade etmiyorlardı. O zaman İttihad Spor Kulübü’nün tam karşısındaki evi satın almıştık. Futbolun her Cuma ve Pazar önüme kıskandırıcı bir ziyafetini koyan bu güzel sahanın karşısında ben ciğer görmüş kedi gibi, bakar bakar yutkunurdum. Kendimi büyük maçları kıymetli oyuncuları görmekle teselli ediyor ve avutuyordum. O zamanlar bir Galip’i bir Hikmet’i bie Arif’i görünce kalbim çarpmaya başlardı. Sevincimden çıldırıyordum.

    Sol Açık Bedri

    Birkaç ay kadar geçti. İyiden iyiye yine başladım. Lakin bu defa  – çok maç seyrettiğimden olacak – az çok futbolun usul ve nizamını öğrenir gibi olmuştum. Arkadaşlarım çantalarını ve feslerini çıkarıp Kuşdili çayırına iki kale yapıp oyuncu almak için ayak yaptıkları zaman beni almak için çalışırlardı. Artık mektebde maharetim söyleniyordu: “Bedri Bey’in bir çalımı var ki, beş altı kişiyi yutturuyor, pire gibi kaçıyor”

    1333 senesinde Kadıköy sultanisi dahilinde iki kulüp vardı: Hilal ve Küçük Ocak. Ben Hilal’in kalecisi idim. Mektep, futboldaki kabiliyetimi inkişaf ettirdi. 1334 senesinde Alaaddin Bey oyunumu beğenmiş ve beni Fenerbahçe’ye yazdırmıştı. Artık hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. Bir zaman geldi ki Fenerbahçe üçüncü takımında oynamaya başladım. Mektepte de maçlar yapardık. Galatasaray, İstanbul Sultanisi, Aşiyan Mektepleri ile yaptığımız maçlar ekserisinde galip gelirdik. Bu galibiyetlerde büyük hisselerim olurdu.

    1335 senesinde Fenerbahçe ikinci timinde sağ iç olarak oynamaya başladım. Çok güzel oynuyordum, çabuk terakki ediyordum. Bilhassa futbolda hiç kimsenin vuramadığı bir vuruş icat etmiştim. Şayan-ı hayret bir çeviklik ile bu vuruşu yaptığım zaman çok takdir olunurdum.

    Bir gün Galatasaray ikinci takımı ile Fenerbahçe ikinci takımı maç yapıyorduk. Ben sağ iç, Zeki Bey’in kardeşi Arif orta muhacim idi. Oyun başladıktan pek az zaman sonra Galatasaray’dan Arif bize bir gol yaptı. Top ortaya geldi. Arif bana bir pas verdi. Ben topu santra çizgisinden biraz açtım ve bir iki kişiye çalım yaptıktan sonra kaleye kırk yarddan bir şut çektim. Top havalandı, döndü dolaştı, rüzgarla beraber kalenin zaviyesinden içeri girdi.

    İlk Takımdayım

    1336 senesinde ilk defa olarak Beylerbeyi’ne karşı birinci timde – takımın diğer azaları natamam olduğundan – sol açık mevkiinde oynadım. O gün güzel oynadım. Ve bir gol attım. Sonra Vefa’ya Selimiye’ye karşı oynadım ve hepsinde muvaffak oldum.

    1337’de Altınordu – Fenerbahçe maçında sağ açıkta cidden güzel bir oyun oynadım. O gün Cafer’i çalımla geçip Nedim’e bir gol  atınca kendimi dünyanın definesine gark etmişler sandım. Bu oyundan sonra hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. En büyük kusurum futbolun ilk heveskar mübtedileri gibi, çok fazla çalım yapmak ve gol heveslisi olmaklığım idi. Daha sonra İngilizlerle olan maçlarımız gelir… İngilizlerle hemen her hafta Taksim’de ve İttihad Spor kulübünde gayet müntezim ve heyecanlı maçlar yapardık. Ben sol açık veya sol iç oynuyordum.

    Bir gün futboldaki maharetine prestij ettiğim biri bana dedi ki: “görüyorsun ki İstanbul’da şimdi iki halde iyi bir sol açık var.. işte senin için rakipsiz olarak serbestçe yürüyebilip muvaffak olacağın yegane saha… çalış memleketin en iyi sol açığı olacaksın..”

    Filhakika pek çok çalıştım. Sol ayağımla hiç vuramazken az zaman sonra sol vuruşlarımda, ortalayışlarımda mühim farklar görmeye başladım.

    İngilizlerle yaptığımız maçlardan ben çok istifade ettim. Çalımsız seyir geliştirdim. Şahsi oyundan vazgeçtim. Oyunumda seri ve bariz bir terakki mevcuttu. Bilhassa süratim ve çevikliğim hasmın önünden sıyrılıp uzun ….kalmaya sevk olup ortaya içlere isabetli pas verişlerim başlıca meziyetimi teşkil ediyordu. İngilizlerle olan maçların ekserisinde çok muvaffak olurdum. Bir gün geldi ki artık İstanbul muhtelit takımında yer tutmaya başladım.

    Dış Temaslar Başlıyor

    Artık İngilizler gitmişti. Lakin hariçten takım getiriliyordu. (Slavya – İstanbul Muhtelit Takımı) maçında futbol hayatımın parlak bir yıldızı saydığım fevkalade bir oyun oynadım. O gün karşımda enternasyonal bir muavin olan – bu defa olimpiyatta bize karşı oynatılmayıp daha kuvvetli bir hasma saklanılan – meşhur oyuncu tamamiyle acz göstermiş ve futbolun bütün hilelerine müracaat etmişti. Arkamdan tekme vuruyor, çelme takıyor, eteğimi çekiyordu. Lakin bütün bunlara rağmen ben bir lastik top gibi sıçrıyor, yıldırım gibi onun kalesine akıyordum. O günkü gollerin ikisinde de büyük bir hissem vardı.

    Slavya’yı, Romanya Milli Takımı takip etti. O gün fevkalade bir surette hazırlandığım maçı maatteessüf feci bir surette sakatlanarak başlangıcında terk etmeye mecbur kaldım. Hastanede iki aya yakın yattım. Futbolun apansız geliveren bu menfus hediyesi beni bu uğurdaki aşkımla hayatıma veda ettirecek diye çok korktum. Lakin çok şükür iyileştim ve maşukuma yine kavuştum. Sakatlandıktan sonra yaptığım maçlarda bacağımda ufak bir arıza kaldığından tabii olarak muvaffak olamadım. Lakin birkaç ay sonra eski oyunumu yeniden iktisab ettim.

    Türklerin de 1924 olimpiyatlarına iştirak etmeleri tekerrür etmiş ve bir Türk futbol grubu ihzar edip milli takımı meydana çıkarması için bir antrenöre ihtiyaç hissedilmişti. Çok geçmeden günün birinde Mister Hunter namında bir İngiliz futbol antrenörü Eskişehir’de seçme müsabakalarında hazır bulundu. Hunter’ın ilk nazarında takdirini celb edip beğendiği oyuncular meyanında ben de vardım.

    Paris Olimpiyatları

    Bir zaman geldi ki Paris olimpiyatlarına iştirak etmek üzere yola çıkan Türk futbolcuları meyanında ben de bulunuyordum. Paris’te Çekoslavaklara karşı çıkan Türk timinde sol açık olarak oynadım. O gün diğer ekser arkadaşlarım gibi beklenilen oyunumu oynayamadım. O gün zaten bir iki kişi müstesna kimse muvaffak olamadı. Bunun en büyük sebebi ise aylar geçtiği halde büyük ve heyecanlı bir maçtan uzak ve yabancı kalmamızdı. Yoksa o gün karşımıza ihtiyat oyuncusu ile çıkan Çek takımı mağlup etmemiz pek de uzak bir hayal değildi.

    Futbol Avrupa turnesine çıkarak İsveçlilere karşı, “Reval”de Estonya milli takımına karşı, “Krakow”da “Lodic” “Prezemişil” de Lehlilere karşı olan oyunlarda muvaffak oldum. Bilhassa Estonya milli takımına karşı oynarken tam zamanında üç kişiyi atlayarak yapmış olduğum golün galibiyet üzerine iyi bir tesiri oldu. İşte şimdi Avrupa’dan pek çok istifade ederek avdet ettim. Kulübümde idmanlarıma muntazaman devam ediyorum. 1328’den 1340’a kadar olan hatıratımın muhayyilemde canlanan bazı aksamı bundan ibaret.

    Şimdi hal-i hazırda yirmi yaşındayım. Fenerbahçe kulübünün ve milli takımın sol açığı bulunuyorum. Türkiye’nin en iyi sol açığı olduğuma kaniyim. Bu kanaatim azmimin kolları arasında daima yaşayacaktır. Daha yaşım küçük olduğundan futboldaki bu muvaffakiyetimi bir mani zuhur etmediği takdirde muhafaza ve terakki ettirebilirim. Bunun için çalışacağım daima çalışacağım. Futbolu zeka, cesaret, azim, sebat, nezaket, münakaat gibi evsaf ve mezayatı kolları arasına alan bu güzel oyunu daha pek çok ilerleteceğim. En iyi oyunum iki sene sonra olacaktır.”