Etiket: Burhan Felek

  • 1936 Berlin Olimpiyatları

    1936 Berlin Olimpiyatları

    Geçende birileri Twitter’da “Türk milli futbol takımı 1936 Berlin olimpiyatları esnasında Nazi selamı veriyor” altyazısıyla bir fotoğraf paylaştı. Türklere “Nazi” atfı yapmayı pek seven (veya bunu çok da sakıncalı görmeyen) başka birileri de üzerine atladılar ve yayıldıkça yayıldı.

    Mikrofonu orada olan birine, Burhan Felek‘e bırakalım ve işin doğrusunu öğrenelim. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    1936 Berlin Olimpiyatları

    Bu yazımda size sporculuk hayatımın en dramatik safhalarını hikâye edeceğim. Ben yazarken hâlâ isyan ediyorum, siz okurken ne hissedersiniz? Bilemem.

    1936 seneleri başlarında Ankara’da toplanan bir “Türk Spor Kurumu” kongresinde bugünkü devletçilik durumunun ilk adımı olarak spor teşkilâtını Halk Partisi’ne kattılar. Frenkçe “Incorporé” ettiler. Böylece en ziyade beni çekemeyen Ankaralı dost ve arkadaşlarımca yüreğim yaralandı. Hemen hemen diğer arkadaşlarımın hepsi Türk Spor Kurumu’ndakı yerlerini muhafaza ettiler, ben seçilemedim.

    Unutmadan söyleyeyim. “Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı” ismini de “Türk Spor Kurumu” olarak bu kongrede değiştirdiler. Böylece her şey, benim rakip dostlarımın istedikleri şekilde gelişti. Hatta bu zatlar, bilmem ne nam ile bu amatör teşkilâttaki vazifelerinden dolayı kendilerine aylık bile bağlattılar.

    Ben 1936 olimpiyatlarına sadece gazeteci olarak ve kendi paramla gittim. Sanırım Tan gazetesi namına gittim. Patronlarından biri merhum Halil Lütfü Bey’di. Ömer Besim merhum da galiba Cumhuriyet adına gazeteci olarak gelmişti. Neyse, ben Berlin Olimpiyatları’nda gazeteci olarak itibar gördüm. Gerçi Milli Olimpiyat Komitesi umumî katipliğine CHP’ce tayin edilmiş olan arkadaşımız bana gazeteci kartı vermek istemedi ama sonradan razı olmuştu.

    Berlin Olimpiyatları, Hitler için Alman ırkının üstünlüğünü ispat maksadı ile tertip edilmiş muazzam bir gösteriydi. Şimdiye kadar 6 olimpiyatta bulundum. Hiç biri 1936 Berlin Olimpiyatları’nın intizam ve azametine erişemez. Belki, sportif neticeler bakımından, müsabaka ve ölçü âletleri, stilleri bakımından daha sonra teknik ilerlemeler oldu ama 110 bin kişinin bir asker gibi muntazam şekilde birleştirildiği bu derece saat gibi işleyen olimpiyata rastlayamadım. Hitler bu olimpiyatlarda büyük hayal kırıklığına uğradı. Düşman olduğu renkli insanlar, yani Zenciler aslan gibi güzel ve kabiliyetli. Alman gençlerini mağlûp ettiler. Bunların başında meşhur sürat koşucusu ve uzun atlayıcı Amerikalı siyahi Owens gelir.

    Gazeteci olarak bizim yerimiz Hitler’in locasının tam arkasındaydı ve olduğumuz yerden Hitler’in bütün harekâtını görebiliyordum. Bir kere bu adama şundan dolayı kızdım: Bildiğiniz gibi olimpiyatları devlet başkanları açar. Beynelmilel olimpiyat komitesi başkanı da yanında bulunur. O zaman bu komitenin başkanı, sanırım Fransız asilzadelerinden Kont Baillot Latour adında bir zattı. Hitler stadyuma bu zatın refakatinde, fakat ayağında çizme, sırtında SS general kılığıyla girdi. Girer girmez önce Alman marşı, sonra adı “Hors Wessel” olan Nazi marşı çalındı. Herkes bu marşları sağ elleri Nazi selamı gibi ileri uzanmış olarak dinledi. Yalnız Türkler ellerini kaldırmadı. Oraya giderken hükümet, Nazi selamı yapmamamızı bizlere sıkı sıkıya tembih etmişti. Almanlar buna belki içerlemişlerdir ama ses çıkaramadılar.

    Müsabakalar hakikatte, Almanlar’la Amerikalılar arasında bir mücadeleydi. Çok kıymetli Alman atletleri vardı. Fakat Amerikalılar da kuvvetliydiler. Ben bu olimpiyatlardan iki müsabakayı hiç unutamam. Birisi uzun atlamaydı. Elene elene finale bir Alman genci ile bir de Amerikalı zenci Owens kalmışlardı. Herkes üç defa atlar ya. Alman üçüncü atlayışında 7.90 metrenin üstünde bir atlayış yaptı. Bu mesafe o gün için fevkalâdeydi. Stadyum kalktı kalktı oturdu Sıra zenciye geldi. Sevimli arap hız alma sahasının başında, namazda rükûa varır gibi ellerini dizine dayayıp koşacağı piste bir baktı, ondan sonra ok gibi fırladı. Atlamayı muntazam yaptı. Ne kadar atladığına bakmadan, Alman rakibinin elini sıktı, çekildi. Hâlâ hatırımdadır 8 metre 3 santim atlamış ve Alman’ı geçmişti. Stadyum alkışlamadı desem yanlış söylemiş olurum. Alman olmayanlar, belki de Almanlar bu siyah adamı alkışladılar.

    İkinci unutamadığım şey, Almanlar’ın 4×100 kız takımının uğradığı felâket olmuştu. Gerçekten bu takım dünya çapında hazırlanmış ve bu müsabakayı kazanması kuvvetle muhtemel bir takımdı. Yarış başladı, Almanlar yarışı Amerikalı kızların önünde götürüyorlardı. Bayrak değişmesinde fevkalâde muntazam bayan Alman takımının üçüncü kızı sol eliyle kendinden evvel koşan arkadaşından aldığı bayrağı sağ eline geçirirken yere düşüvermez mi? Kız düşen bayrağı eğilip aldı, ama Amerikalılar geçip gittiler. Bu kız orada intihar etmediyse hayatından büyük kısmını harcayacak kadar üzüldü, saçlarını yoldu, ağladı. Alıp içeri götürdüler.

    Berlin’den döndük. Ben gazeteci olarak rahatça olan biteni yazabiliyordum. İşin acayip tarafı, bu olimpiyatlara iştirak eden “Türk Spor Kurumu” mensuplarının falsolarını, bazı yakışıksız hareketlerini, bu kurumun ikinci başkanı merhum Necati Bey’in ya eniştesi, ya kayınbiraderi olan Bayezit mebusu Halit Bey bana bildiriyordu. Bu neşriyat bana pahalıya patladı. Bilmiyorum hangi sebep ve salahiyetle beni Türk spor camiasından tardettiler. Ne acayip şey değil mi? Benim Türklüğümü kimse elimden alamaz, sporculuğumu da inkâr edemezdi. Buna rağmen Türk spor camiası denilen mevhum zümreden ben kovuldum.

    Bu kararı bana rahmetli Adnan Menderes, imzasıyla bildirmişti. İtiraz ettim. Bunun manası nedir diye o zaman Yüksek Haysiyet Divanı reisi ve Eskişehir mebusu Atıf Bey’e mektuplar yazdım. Hiçbiri ne yapılanı, ne yapılacağını biliyordu. O devir, kına gecesi gibi dostların yiyip-içip eğlendiği’ bir kapalı devir olarak geçti. Bu ebedî boykot Beden Terbiyesi Kanunu çıkıp da, ilk umum müdür merhum Cemil Taner Paşa beni İstişare Heyeti’ne alıncaya kadar devam etti. Sonradan bunu neden yaptığını merhum Adnan Bey’e sorduğum zaman bana, “Biz seni o zaman iyi tanımıyorduk” diye cevap vermişti. ‘ Unutmayalım ki, bu boykot benim için tek menkûpluk olmadı. Merhum Tevfik İleri Bey zamanında da beni tekrar boykot edip spor camiasından kovdular. Ben kendilerini affettim. Cümlesine rahmet olsun!

    Burhan Felek | Taha Toros Arşivi (1936 Berlin Olimpiyatları)

  • Türkiye Şampiyonu Unvanı

    Türkiye Şampiyonu Unvanı

    1959 Öncesi Şampiyonluklar” konusu her gündeme geldiğinde şöyle bir arşive dalıp çıkıyor ve her defasında daha da fazla şaşırıyoruz… Nedeni belli! Düşünsenize, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti, adı “Türkiye Birinciliği” olan bir organizasyon düzenliyor. Kazanan “Türkiye Şampiyonu Unvanı” ile birlikte “Türkiye Şampiyonluğu Kupası” kazanıyor. Ama on yıllar sonra birileri çıkıyor ve “Bunlar sayılmaz” diyor.

    Bir belgeye dayansalar neyse… Tamamen bilgisizce ve art niyetli youmlar…

    Bin kere söyledik, tekrar söylüyoruz. Kanun, kararname, nizamname, talimatname, ne varsa Fenerbahçe’den ve 1959 yılından önce şampiyon olan takımlardan yana. 1959 öncesini inkar, devleti inkardır!

    11 Eylül 1927 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinden günün maçlarını ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı toplantısını anlatan haberin transkripsiyonu ile sizleri başbaşa bırakalım. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Muhafız Türkiye Şampiyonu Oldu

    Eskişehir-Karesi Üçüncülük Maçı

    Dün Türkiye Futbol Birincilikleri’ne devam edilmiştir.

    Evvela 14.00’de Eskişehir ile Karesi takımları çarpıştı. Bu maçın galibi Türkiye üçüncüsü olacağından maçın oldukça mühim bir kıymeti var idi.

    İlk haftaym Eskişehir’in galibiyeti altında devam ve bire karşı iki sayı yapan Eskişehirlilerin galibiyeti ile hitam bulmuş ise de herkes küçük Karesililerin ince ve gayet kibar oyun tarzlarına meftun ve galibiyetlerini temenni etmekte idi.

    Hakikat hal tezahüratına ikinci haftaym iptidasında gayet mahirane bir akınla küçük ve mahir Karesililer ikinci ve beraberlik sayılarını kaydettiler.

    Bundan sonra Eskişehirliler daha sert oynamakla mukabil tarafın kuvve-i maneviyelerini kırmak istediler ve bu esnada üçüncü sayılarını yaptılarsa da fütur getirmeyen Karesililer üçüncü ve bunu müteakiben dördüncü sayılarını yaparak hakları olan üçüncülüğü aldılar.

    Muhafızgücü-Altınordu Şampiyonluk Maçı

    Bundan sonra galibine Türkiye Birincisi unvanı mev’ud olan pek mühim maç başlamıştır. Bu maç finale kalan Muhafızgücü ile İzmir Altınordu arasında idi.

    İzmirlilerin takımlarını en kuvvetli bir şekilde çıkarmalarına rağmen Muhafız merkez muhacimi ve takımın gözbebeği Kamil Bey’den mahrum idi.

    Oyun tam 16.00’da başladı.. İlk dakikalarda Sudi Bey’den inkişafa başlayan hücum Selahaddin Bey’e ve Selahaddin Bey’in güzel bir ortalayışını müteakip Sedat Bey’in nefis bir şutu… Ağlar sallanıyor. Ve herkes bağırıyordu… Gol… Gol…

    Şimdi İzmirlilerde aşikar bir faaliyet var… Fakat oyunlarında ahenk yok. İncelik yok. Takım adeta ne yapacağını bilmiyor gibi… Bu esnada Sedat Bey ikinci golü kaydediyordu…

    İzmir müdafaasında harikalar yaratan orta muavin Şevki yalnız müdafaada muvaffak olmakla iktifa etmeyip takımına şahane bir şutla ilk ve son sayıyı kaydederken kendisinden çok şeyler ümit edebileceğini gösteriyordu.

    Hakimiyet hep küçük tarafta idi. İkinci haftaym esnasında Şekip Bey üçüncü ve Ali Bey’in kaçırdığı bir penaltıyı telafi için de yine Şekip Bey iki sayı yaparak Muhafızgücü 1’e karşı beş sayı ile İzmir’i mağlup ederek Ankara birincisi, Türkiye birincisine verilecek olan kıymetli kupayı Türkiye Birincisi unvanı ile beraber kazanmıştır. Muhafızgücü’nü takdir ve tebrik ederiz.

    Merkez-i Umumi İçtimaı

    Spor kongresinde intihap edilen merkez-i umumi dün öğleden sonra on dörtte İttifak merkezinde Ali Sami Bey riyasetinde ilk içtimaını akdetti.

    İçtimada Katib-i Umumi Kenan, Muhasip Hadi, Aza Muhsin, Münif Kemal, Ekrem, Futbol Federasyonu’ndan Şerafettin, Atletizm’den Burhanettin, Güreş’ten Ahmet Fikri, Bisiklet’ten Muvaffak, Atıcılık’tan Kemal Bey’ler bulunmuşlardır.

    Dört saat süren içtimayı müteakip ber-vech-i ati mukarrerat ittihaz edilmiştir:

    1 – Gazi ve İsmet Paşa’lar hazeratına kongre kararı mucibince Kongre İkinci Reisi Muvaffak Bey riyasetinde ve merkez-i umumi azasından mürekkep bir heyetle bu hafta zarfında arz-ı tazimata gidilmesine;

    2 – Adana ve Mersin’in birbirinden uzaklığı ve ayrı vilayet olması her ikisinin de ayrı ayrı mühim birer spor inkişaf merkezi olmasına binaen iki mıntıka halinde teşkiline;

    3 – Divan-ı Temyiz’e taalluk edek nizamname maddesinin tadil ve mevki-i meriyete ve vaz’ına kadar geçen seneki divanın aynen ibkasına.

    4 – Olimpiyata gidebilecek idmancıların hazırlanmalarına medar olacak meblağın teşrinlere kadar tedarikine imkan görülemediği takdirde memleketimizin hüsn-i temsiline halel gelmiş olacağı mülahazası ile olimpiyat müsabakalarına adem-i iştirakimize;

    5 – Nizamname tadilatına müteallik takrirler madde-i hale konmak ve bir bir buçuk ay zarfında merkez-i umumiye iade edilmek üzere mütehassıslardan mürekkep bir encümene havalesine;

    6 – Heyet-i Müttehideler Merkezi Müdürlüğü’ne Şeref Bey’in tayinine karar verilmiştir.

  • Türk Futbolunun Dönüm Noktası

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası

    Yaklaşık 10 gün sonra Fenerbahçe ile karşılacak olan Slavia Prag’ın 1923, 1925 ve 1927 yıllarında yaptığı İstanbul seyahatleri, Türk futbolunun dönüm noktası oldu. Milliyet gazetesinden Celal Umut Eren‘in, yazarımız ve Spor Tarihi Araştırmaları Derneği Başkanı (Spor Tarihçisi) Barış Kenaroğlu ile yaptığı (ve 6 Şubat 2022 tarihinde gazetede yayınlanan) röportajın tam metnini sitemizde yayınlayalım istedik.

    Aşağıdaki muhteşem fotoğrafın tarihe armağan edilmesinde büyük emeği olan Suna ve İnan Kıraç Vakfıİstanbul Araştırmaları Enstitüsü‘ne bir kez daha teşekkürlerimizi sunuyoruz.

    Ve her zaman olduğu gibi, bu çalışmada da yol göstericimiz olan sevgili Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin‘e de sonsuz minnetlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    17 Temmuz 1923 tarihinde oynanan maçta Fenerbahçe ve Slavia Prag takımları bir arada. (Suna ve İnan Kıraç Vakfı)

    UEFA Konferans Ligi’nde eşleşen Fenerbahçe ile Slavia Prag arasında tarihi bir süreç var aslında. 1923, 1925 ve 1927 yıllarında 3 maç yapılmıştı. Bu tarihsel süreci okurlarımıza anlatır mısınız?

    Türk takımları yabancı temaslara alışık sayılır. 1910’lu yıllarda, Galatasaray’ın ve Fenerbahçe’nin yurtdışı seyahatleri var. Dünya Savaşı’ndan sonra ise işgal ordusu takımlarıyla maçlar başlıyor. O zaman için gelişi ise çok büyük bir olay. Özellikle 1923 yılındaki ilk seyahat Türk spor çevresinde muazzam ses getiriyor. Dönem futbolcularının hatıralarında “Slavia maçları bizim için birer dönüm noktasıydı” cümlesine sıkça rastlıyoruz. Slavia maçlarının futbolcularımız tarafından “dönüm noktası” olarak kabul edilmesinin esas sebebi Milli takımımızın tarihi ile yakından ilgili. 1922’de Türk sporunun ilk kurumsal bir yapısı olarak kurulan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı (TİCİ) çatısı altında faaliyete başlayan Türkiye Futbol Federasyonu, ilk icraatı olarak FIFA’ya üye oluyor ve 1924 Paris Olimpiyatlarına futbol takımını göndermek için çalışmalara başlıyor. Dönemin yöneticilerinin akıllarına gelen ilk soru, Türk futbolunun uluslararası arenada başarılı olup olamayacağı oluyor. Slavia işte bu soruya cevap bulmak için davet ediliyor.

    Bu tarihsel süreçte 16 Temmuz 1923 tarihinde yapılan karşılaşmanın büyük önemi var. 10-1’lik tarihi bir yenilgi var ama Türk takımlarının şeref golü de var… Çünkü daha önce Altınordu ve Galatasaray’ın da 7-0’lık yenilgileri vardı. Bu maçı bizlere anlatır mısınız?

    Tabii ilk iki maç 7-0 bitince kamuoyunda “Biz bu takımı yenemeyiz” fikri oluşmuş. Fenerbahçe’den ise galibiyet değilse bile, en azından bir gol bekleniyor. Nitekim sarı-lacivertliler de bu temenniyi boşa çıkarmıyor. Dönemin gazeteleri bu maça dair halkın hissiyatını çok güzel ifade etmiş : “Üç günün üç müsabakası esnasında boğazlarda düğümlenip kalan ‘Gol’ kelimesi binlerce sinenin var kuvvetleriyle stadyumu inletti. Fenerbahçe İstanbul futbolculuğunun şerefini kurtarmıştı. Stadyum inledi. Fesler havalarda uçtu.” cümlelerinde hepsi hemfikir.

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    Üstte: Slavia-Galatasaray maçında. Galatasaray kulübü reisi Ziya Bey’in maçtan evvel misafirlere nutku. Ortada: Fenerbahçe-Slavia maçında. Erkân-ı hükümet ve şehzadegân. Altta: Slavia’ya çıkan Altınordu takımı. (Spor Alemi)

    Türk futbolseverleri üzen aslında biraz kıran bir olay yaşanıyor maç öncesinde. Fenerbahçe’nin davetlisi olarak Kalamış’taki eski Belvü Gazinosu’na gelen Slavia Prag kalecisi Hana kibirli bir şekilde bir bahis ortaya koyuyor; Altınordu ve Galatasaray’dan gol yemediğini anımsatıp Fenerbahçe’ye de kalesini kapayacağını iddia ediyor.

    Slavialılar İstanbul’a ayak bastıkları andan itibaren çok güzel ağırlanıyorlar. Galatasaray Lisesi’nde ve Fatih Belediye binasında Slavia onuruna ziyafetler veriliyor. Fenerbahçe’nin Belvü’deki çay daveti ise yine çok keyifli. Kulüpten teknelerle gidiliyor Belvü’ye. Şüphesiz orada bazı latifeler, iddialaşmalar olmuştur. Bununla beraber, Fenerbahçeli ve Slavialı futbolcuların birbirleriyle çektirdikleri hayli neşeli fotoğraflar da var. Hatta Slavialılar hatıra olsun diye resimler alınırken bizimkilerin feslerini giymişler. İstanbul’dan ayrılırken de “Sizden hatıra kalsın” diyerek, uğurlamaya gelenlerden feslerini istiyorlar. Bizimkiler de hediye ediyor.

    Bildiğimiz kadarıyla dönemin güçlü milli takımlarından Çekoslavakya’nın ilk 11’inden 7 futbolcu Slavia Prag’da oynuyordu ve bu nedenle Türk basını da bu maça çok önem veriyordu. O tarihte Türk basınındaki bakış ve heyecan nasıldı maça dair?

    Dönem basınında Slavia’nın Türkiye’ye gelmeden önce Romanya Milli takımını 6-0 yendiği haberleri veriliyor. Aslına bakarsanız o maçı oynayan Çekoslovak Milli takımı. Biraz önce değindiğim gibi Slavia’nın davet edilme sebebi Türk milli takımını oluşturacak futbolcuların güçlü bir ekip karşısında neler yapabileceğini görmek. Spor basınının bu maçlara verdiği önemin altında yatan sebep de bu. Nitekim 26 Ekim 1923’te Milli takımın ilk resmi maçında Romanya karşısına çıkan kadronun Slavia ile maç yapmış 3 takımımızın oyuncularından oluştuğunu görüyoruz. O dönem Türkiye’de çok kuvvetli bir spor basını geleneği var. Fakat Slavia’nın bambaşka bir heyecan getirdiği inkâr edilemez. “Spor Âlemi” ve “Türkiye İdman Mecmuası” gibi dergilerle birlikte, Yusuf Ziya Öniş, Nasuhi Baydar ve Burhan Felek gibi isimler sayesinde bu seyahate dair müthiş bir haber akışı meydana gelmiş. Özellikle Slavia’nın geliş ve gidiş günlerinden sonra kaleme alınan bazı yazılarda şahane tespitler ve özeleştiriler var. Slavia’nın pas oyununu ve takım içi yardımlaşmasını öve öve bitirememiş spor yazarlarımız mesela.

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    Slavialı misafirlerin “Milliyet” için attıkları imzalar. (1927)

    10-1’lik tarihi bir yenilgi var ve bu skor Fenerbahçe’nin kulüp tarihindeki en farklı yenilgisi… Ama Taksim Stadı’nda Ömer Tanyeri’nin attığı şeref golü de var. Bu maçı Fenerbahçe tarihinde nereye koyuyorsunuz? Bir yanda üzüntü var ama bir yanda da şeref golünün getirdiği bir teselli var.

    Gol teselliden de öte, büyük bir sevince yol açmış. Seyircilerin maçtan sonra Alaaddin’i omuzlara alıp stadyum kapısına kadar götürdükleri düşünülecek olursa, goldeki aslan payı onun gibi gözüküyor. Fakat Fenerbahçe tarihini kendinden sonraki nesillere armağan eden Dr. Rüştü Dağlaroğlu “Ömer Tanyeri attı” diyorsa, doğrudur. Zira bunu bizzat kendilerinden dinleyip, öğrenmiştir. Ömer Bey’in (ki lakabı Beleş) “Doğru zamanda, doğru yerde olmak” ile özetlenebilecek gol sezişi düşünüldüğünde hiç de sürpriz değil. Bu arada İstanbul Karması ile Slavya’ya atılan üç golün de sahibi Fenerbahçeliler; Zeki Rıza Sporel ve Alaaddin Baydar!

    1923’teki Fenerbahçe takımı esasında rekorların ve başarıların takımı. 1922-1923 sezonunda 58 gol atıp gol yemeyen namağlup bir takım var. Fenerbahçe’nin o tarihi kadrosunu okurlarımıza tanıtır mısınız?

    Tek kelimeyle “inanılmaz” bir ekip! Şekip Kulaksızoğlu, Hasan Kamil Sporel, Cafer Çağatay, Kadri Göktulga, İsmet Uluğ, Fahir Yeniçay, Sabih Arca, Bedri Gürsoy, Zeki Rıza Sporel, Alaaddin Baydar ve Ömer Tanyeri! Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Elkatipzade Mustafa Bey’in kurduğu altyapı takımlarında yetişen bu sporcular için bizim kullandığımız bir tabir var: “Esir Şehrin Moral Kaynağı”. Fenerbahçe’nin işgal kuvvetlerine karşı kazandığı her maç, büyük bir sevinçle karşılanıyor. O yılları anlatan hatıralarda sahaya girip gol atan oyuncuya sarılmaya koşan seyircilerden bile bahsediliyor.

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    1925 yılındaki maçtan önce Fenerbahçe ve Slavia takımları. (Gol Spor)

    1922-23 sezonundaki yenilgisiz ve gol yemeden şampiyon olan kadronun fahri başkanı Şehzade Ömer Faruk. Şehzade Ömer Faruk, Fenerbahçe tarihinde önemli bir yere sahip. Şehzade Ömer Faruk dönemi nasıl geçmişti Fenerbahçe’de?

    Şüphesiz Ömer Faruk Efendi’nin günümüz başkanlarından farklı bir statüsü vardı. Aktif olarak yönetmese de kulübü 1920-1924 yılları arasında Fahri başkan olarak himaye etmiş. Şehzade’nin Millî Mücadele’ye olan olumlu bakış açısı göz önüne alındığında bu ilişki daha da değer kazanıyor. Ömer Faruk Efendi’nin kulübü birkaç kez ziyaret ettiğini, anı defterini imzaladığını biliyoruz. Özetle Şehzade, işgal güçleriyle sahada mücadele veren kulübünü yalnız bırakmamış. Slavia ile 1923’te yapılan maçtan önce verilen davette Fenerbahçe’yi temsil etmiş. Bu bilgiler ışığında Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe tarihinin zenginliklerinden biri olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum. 

    Şimdi takvimlerimizi 5 Haziran 1927’deki tarihi galibiyete çevirelim isterseniz. Slavia Prag bir kez daha İstanbul’da ama bu kez bambaşka bir sonuç var. 1-0’lık tarihi galibiyet büyük ses getiriyor o günlerde…

    3 Haziran 1927’de Galatasaray Taksim Stadı’nda Slavia ile karşılaşırken, Fenerbahçeliler de Ali Naci Karacan’ın bizzat Almanya’ya gidip getirdiği, Bekir’i karşılamak üzere Sirkeci garına gitmişler. Gazeteler “Milli takımın eşsiz futbolcusu Bekir geldi” haberini birinci sayfadan duyurmuşlar. Bekir de kendisinden bekleneni yapmış ve Fenerbahçe’ye maçı kazandırmış. Gazetelerde maçtan sonra Fenerbahçe’ye, Türkiye’nin dört bir yanından, iki yüzü aşkın tebrik ve takdir telgrafı geldiği haberlerine rastlıyoruz. Slavialılar ise, ilk ziyaretlerinin aksine, herhalde mağlubiyetin moral bozukluğundan olacak, o akşam Fenerbahçelilerin verdiği ziyafete gelmemişler.

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    Bu neticeyi iftiharla alkışlayarak sporcularımızı bihakkın tebrik edebiliriz. Fenerbahçe:1 – Slavia:0 (Milliyet)

    Dediğiniz gibi, bu tarihi galibiyeti getiren Bekir Refet Teker namı diğer Bombacı Bekir’in kafa golü oldu. Bombacı Bekir’in Fenerbahçe tarihinde özel bir yeri var. Futbolseverlere ve Fenerbahçelilere Bombacı Bekir’i anlatır mısınız?

    Fenerbahçe altyapısından, Elkatipzade Mustafa Bey mucizesinin eseri Bekir… Profesyonel anlamda yurtdışına transfer olan ilk Türk futbolcusu… Bugünden o günlere dönüp baktığımızda Bekir’in Karlsruhe’ye transferini, altyapıdan oyuncu yetiştirip ihraç etme hayalinin başlangıcı olarak kabul edebiliriz. Sevecen Tunç’un yakında yayınlanacak olan kitabında Bekir hakkında çok güzel bir bölüm olacağını öğrendik. Bunu da Bekir’in adının yaşatılması adına sevindirici bir haber olarak görüyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasının da bulunduğu kulüp hatıra defterindeki son yazının Bekir tarafından yazılmış olması Fenerbahçe tarihi için güzel bir tesadüf kanımca. 4 Aralık 1951 tarihinde şöyle demiş büyük Fenerbahçeli: “Uzun senelerden sonra kulübümü ziyaretimde idareci ve sporcularının fevkalade gayretlerini müşahede ettim. Bu faaliyetlerin semerelerini pek yakın zamanda toplayacaklarından hiç şüphem yoktur.”

    Prof. Dr. Vahdettin Engin

    Spor Tarihi Araştırmaları Derneği çalışmalarına başladı. Kasım 2021’den bu yana sosyal medyada da çalışmalarınızı paylaşıyorsunuz. Son olarak dernek çalışmalarını ve projelerinizi bizlerle paylaşır mısınız?

    Öncelikle bize yer verdiğiniz için Derneğimiz adına çok teşekkür ederim. Fenerbahçe Tarihi üzerine uzun zamandır çalışmalar yapan bir ekibiz. Fenerbahçe tarihine yaptığımız katkıların gördüğü ilgi üzerine kurumsal bir yapı oluşturmaya karar verdik. Bu konudaki en büyük desteği de sevgili Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin’den gördüğümüzü belirtmek isterim. Spor tarihi üzerinden, belgeye dayanmayan söylemlerle toplumu ayrıştıranların karşısında konumlandırıyoruz kendimizi. Spor tarihi, üzerinde bilimsel çalışmaların az olduğu bir alan. Bu alanda akademik olarak çalışma yapmak isteyen kişilere destek vermek, özel arşiv ve koleksiyonların kamuoyunun hizmetine sunulmasına yardımcı olmak istiyoruz. Hangi renkte olursa olsun, gerçeğin peşinde ve hizmetindeyiz.

    Barış Kenaroğlu Celal Umut Eren (Milliyet – 6 Şubat 2022)

  • 1924 Olimpiyat Hatıraları

    1924 Olimpiyat Hatıraları

    Günümüz Türk spor basınına bakıldığında, aşağıdaki türden bir hatıratın bundan sonra kaleme alınabileceğii düşünmek pek de mümkün değil. İşte Burhan Felek merhumun kaleminden, 1924 Olimpiyat Hatıraları.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not : “1959 Öncesi Şampiyonluklar” hakkında söylediğimiz bir şey var: “1959 öncesini inkar Cumhuriyeti inkardır”

    Burhan Felek, aşağıdaki cümleleriyle bu sözümüzün ne denli doğru olduğunu teyit ediyor. Bu bir kanuni devamlılık meselesidir. Fenerbahçe haklıdır!

    “O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.”


    Geçmiş Zaman Olur Ki

    Olimpiyat Hatıraları

    Bu günlerde dünya spor âleminde konuşulan lâf, Moskova Olimpiyatları’na gidilip gidilmemesidir. Bu satırların sahibi de, bu hususta bir fikir ve oy sahibidir. Ama bu yazılarda onu ifadeyi yersiz bulurum.

    Rusların Afganistan’ı istilâ etmesi, dünya milletleri üzerinde öyle bir tesir yaptı ki, safi bir spor gösterisi olan olimpiyatları bu yolda baskı vasıtası olarak kullanmaya kadar gittiler. Kim gitti diye sorarsanız, cevabı basit. Hükümetler gitti. Bu yolda asıl söz sahibi olan olimpiyat millî ve beynelmilel teşkilâtları henüz bu yolda menfi bir karar almış değillerdir.

    Neyse, bunu bırakalım da, bizim hatıralarımıza gelelim. Türkiye, 1924 8. Paris Olimpiyatları’ndan başlayarak 1928 Amsterdam, 1936 Berlin, 1948 Londra, 1952 Helsinki, 1956 Melburn, 1960 Roma, 1964 Tokyo, 1968 Meksika, 1972 Münih, 1976 Montreal Olimpiyatlarına katılmıştır. Bu tutumunu da, yani olimpiyatlara katılma geleneğim değiştirecek hiçbir şey olmamıştı… dedikten sonra, birinci olimpiyatlara katılışımızın hafızamda kalan anmaya değer noktalarını hikâye edeyim.

    Beden Terbiyesi Kanunu ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı

    O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.

    Burada bu malûmatı keselim de, işin öteki tarafına geçelim.

    Yolculuk Başlıyor

    O devirde, bizim bu teşkilâtın reisi Ali Sami merhumdu. Ali Sami’nin, benim spor çalışmalarıma çok güveni vardı. Ben, teşkilatta hem ikinci başkan, hem de Atletizm Federasyonu Başkanı’ydım. O devirde üç federasyonumuz vardı. Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya merhumdu, Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetkeri Bey merhum ve Atletizmin de bendim. Atletizmi kimse almak istemezdi. Çünkü bizim memlekete göre, en başarısız ve rağbet görmeyen spor dalıydı. Benim elimde o devirde gerçekten amatör atlet olarak sporuna bağlı 5-10 kişi vardı. Bunların başında Semih, Mehmet Ali Aybar, Ömer Besim, yüksek atlayıcı Haydar gibi çocuklar gelirdi. Ben bunları kendi evlâdım gibi severdim, hâlâ da severim. En genci 65’i geçmiş olan bu beylere “çocuklar” diye hitap ederim. Onlar da, bu hitabımı hiç yadırgamazlar.

    Tavuklu Menü

    1924 Olimpiyatlar’ı iki kısımda cereyan etmişti. Birinci kısım mayıs başlarındaki futbol turnuvasıydı. Daha ilk adımda, birinci kafile başkanının seçiminde merhum Yusuf Ziya ve o zaman da Fenerbahçe kulübüne hâkim olan Ali Naci merhum ile, aramızda ihtilâf çıktı. Ali Naci Bey, benim için, “Lisan bilmez” diye yazdı. O, Nasuhî Baydar’ın kafile başkanı olmasını istiyordu. Halbuki, Nasuhi Bey, teşkilâtta bir vazife sahibi değildi. Seyahate ait tertibatı Yusuf Ziya merhum almıştı. Bizi İstanbul’dan Marsilya’ya kadar tam 10 günde götürecek Jak Freresme admda bir büyük şilebe bindirdi. Gemi Varna’dan canlı tavuk yüklemiş ve tavuk kafesleri baş güverteye konmuştu.

    Gemi yürürken tavuk pisliği ve kokusu bütün güverteyi kaplıyordu. Gemi büyük olduğu için Korent Kanalı’ndan geçemeyerek Mataban Burnu’dan dolaştı ve tam 10 günde bizi Marsilya’ya ulaştırdıydı.

    Hâlâ hatırımdadır. Fuat adında Hariciye’de iş sahibi bir arkadaşımız vardı. Onun bir de lâkabı vardı ama pek hatırlayamayacağım. Bizim vapur bilmem ne sebeple Cenova Limanı’na uğrayınca, orada Kançılar olan Fuat, bizi ziyarete geldi. Biz de, mutemet Otomobil Nuri ile Kaleci Nedim’i karaya gönderip tereyağı, reçel, peynir, kakao gibi kahvaltılık yiyecek aldırdık. Çünkü günlerden beri yemekte çiğ baklavayla tuzlu mönü balığı haşlaması yemekten anamız ağlamıştı. Yusuf Ziya merhum, geminin 24 yatağı olan 12 kamarasını tutmuştu. Ama yemek bedelini üçüncü mevkiden ödediği için, biz eğer Bulgar tavuk sahiplerini kandırıp günde birkaç tavuğu yemeseydik açlıktan helâk olacaktık.

    Müshil

    Uzatmayalım, Marsilya’ya sağ-salim vardık. Ha! Gemide idareci olarak kafile başkanı ben, Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya, İkinci Başkan Hamdi Emin, mutemet Altınordulu Otomobil Nuri ve bir de futbol antrenörü Billy Hunter adındaki İskoçyalı mükemmel antrenör vardı. Bu adamı Yusuf Ziya, İsviçre’de tahsili sırasında oranın Servette adındaki bir kulübünde tanımış ve oradan Türkiye’ye almıştı. Gemide güvertede koşu ve kondisyon idmanları yapılıyordu.

    Bu sırada bir hususî vaziyete işaret edeceğim. Bindiğimiz Fransız şilebi İstanbul’dan kalkarken liman idaresi, gemide doktor olmadığı için, limandan ayrılmasına izin vermedi. O sırada merhum Doktor İsmet, mektebi yeni bitirmişti. Kumpanya onu doktor olarak hizmete aldı ve biz o suretle hareket ettiydik. İsmet, hakikatte Millî Futbol Takımının yan haf beki idi. Bu yüzden gemi doktorluğu hizmetine çok ehemmiyet verdi. Bir gün bana, Doktor Sabih’in hastalık bahane ederek idmana çıkmadığını rapor etti. Ben Sabih’e gittim. Çocuğun biraz ateşi vardı. Başı ağrıyordu. Sordum. Üç gündür dışarı çıkmadığını öğrenince, kendisine bir müshil ilacı verdik düzeldi.

    Domuz Eti Olmasın!

    Gemi Marsilya’ya varınca, Vaux Port denilen eski limanda bir yemek istedik. Çocukların hepsi birden:

    — Domuz eti olmasın! diye bağırıyorlardı.

    Bilmiyorlardı ki, domuz eti Avrupa’da lüks bir ettir ve her lokantada bulunmaz. Neyse, hâlâ hatırımdadır, patlıcanlı bir yemek yedik, karnımız doydu. O devirde adı PLM (Paris-Liyon- Marsilya) olan trene akşam üzeri bindik. 14 saat tren yolculuğundan sonra Liyon garına vardık. Bizi orada ataşemiz Mösyö La Croix bekliyordu.

    Aksaray Yangın Yeri

    Liyon Gar’ı kapalı bir gardır. İçinde, “metro” denilen yeraltı trenine inen merdivenler vardı. Kafilemizle hemen metroya bindik ve “Kolombe” stadına giden Porte Champeter Porte denilen Paris’in kapılarından birinden -bizde de Eğri Kapı, Edirnekapı, Mevlânakapı var ya!- bizi ikamet edeceğimiz Olimpiyat Köyü’ne götürecek elektrikli trene bindik. Turnemiz bitmeden evvel çıktığımız kapı Paris’in eski istihkâmlarının enkazının yanındaydı. Kafilede yedek kaleci Hamit:

    — Yahu! 10 gün deniz, 1 gün tren, gene gele gele Aksaray yangın yerine geldik! diye bir espiri yaptı.

    Bu çocuğun bir mecliste bulunuşu, insanı ne kadar neşelendirirdi, tarif edemem.

    Olimpiyat Köyünde

    Bindiğimiz eletrikli tren, bizi Kolomb köyüne götürdü. Oradan da, ilk defa Fransızların icat ettikleri Olimpiyat Köyü’ne gittik. Galiba, tren pek yakınında duruyordu.

    Biz odalarımızı tam köyün kapısına yakın yerde seçtik ve büyük direğe bayrağımızı çektik. Her biri dörde bölünmüş, 4 odadan ibaret kare şeklinde ahşap kulübeler pek konforlu değildi. Hatta ondan sonraki memleketlerin olimpiyat köyleri şöyle dursun, bizim İzmir’deki Akdeniz Oyunları’nda atletleri yatırdığımız binamızdaki konforun onda biri yoktu.

    Bir kere, ayakyolu ve banyolar evlerin dışında idi. Sabahleyin yüzümüzü yıkamak ve ihtiyaçlarımızı defetmek için yağmura ve çamura bakmadan açık havaya çıkacak ve kömür tozundan yapılmış çamurlu yollarda bir hayli gittikten sonra ayakyoluna ve lavaboya varıyorduk.

    Yunanlılar Geldi!

    Yugoslavlar bizden bir gün sonra geldi, bir gece kaldılar, hemen hesabı kestiler ve Paris’te bir otele indiler. Biz kaldık. Zaten paramızı da yatırmıştık. Galiba o günlerde bütün masraf içinde adam başına 55 frang veriyorduk. Bir Türk lirası da 19 frang kadar tutuyordu. (O devirde bir altın 4 kâğıt lira ederdi.)

    Bir gün odamda otururken çocuklar geldiler:

    — Reis Bey! (O zaman başkan sözü icad olunmamıştı) yanımıza Yunanlılar geldiler biz buna dayanamayız, patırdı çıkar.

    — Durun bakalım, nereden anladınız Yunanlıların geldiğini!

    — Bayraklarından. Gelin bakın.

    Gittim baktım, Yunan bayrağına pek benzeyen ve Yunan bayrağındaki istavroz yerine, güneş bulunan bir bayrak. Sonradan anladık ki, Uruguay bayrağıymış. Adamlar o turnuvada olimpiyat şampiyonu olmuşlardı.

    Baron de Coubertin

    Olimpiyat Köyü’ndeki evlerimiz bitişik olduğu halde en yakın komşumuz olan Uruguaylıları biz tanımıyorduk. Bize bunu, Kolombe köyüne geldiğimizin ertesi gün ziyaretine gittiğimiz modern olimpiyatların kurucusu meşhur Baron de Coubertin haber verdi.

    Bu harikulâde temiz yürekli ve kibar bir adam olan ve bütün servetini şu olimpiyat davasına harcayarak son zamanlarda başkalarının yardımına muhtaç hale gelen Baron’u, o zaman Paris’in meşhur Konkord Mey- danı’na bakan bir köşe binadaki Olimpiyat Komitesi Merkezi’nde tanıdık.

    Trende Hadise

    O gün Olimpiyat Köyü’nden Paris’e Baron’u ziyarete giderken elektrikli trende bir hadise oldu. Yanımızda ataşemiz Mösyö La Croix olduğu halde gidiyorduk. Henüz Türkiye’de şapka yayılmamıştı. Bizim çocukların kiminde bildiğimiz kırmızı püsküllü fes, kimisinde de İstiklâl Harbi’nin yadigâri astragan kalpak vardı. Böylece bizim Müslüman bir ülkenin çocukları olduğumuz anlaşılıyordu. Trende biz oturuyorduk. Ortadaki direğe dayanmış bir sarhoş işçi duruyordu. Üstü başı berbat, kirli bir tulum giymişti. Bize baktı baktı, başladı Fransızca söylenmeye:

    — Ben Muhammed’i tanırım. Benim pek iyi dostumdur! dedi.

    O sırada bizim çocuklar pirelendiler. Otomobil Nuri:

    — Ben bu herifi döverim! dedi.

    Ben yatıştırdım. Herif Fransızca söylenip duruyordu:

    — Zaten Paris’te yabancılardan başka kimse kalmadı!

    Bu muhavereler cereyan ederken, bir Fransız yolcu:

    — Bunlar olimpiyatlara gelmiş bizim misafirlerimizdir. Neden rahatsız ediyorsun? diye sarhoş işçiye çıkışınca, başka bir Fransız lafa karıştı:

    — Siz ne karışıyorsunuz mösyö? dedi.

    — Bunlar bizim misafirimizdir. Bu adam onları rahatsız ediyor. ‘

    — Onlar kendilerini müdafaa etsinler. Size ne?

    — Ne demek, siz ne karışıyorsunuz bana? diye ayağa kalktı, öteki de ayağa kalktı, iki Fransız bizim hesabımıza dövüşecek. Derken, bir tünele girdik. Elektrikler söndü. Simsiyah oldu ortalık. Tünelden çıktığımız zaman ikisi de yerlerinde oturuyorlardı.

    Allah Kerim

    Baron de Coubertin ile sohbetimiz uzun sürmedi. Galiba yukarılarda bahsetmiştim. Biz, yoldayken futbol turnuvasında kur’alar çekilmiş, bize o devrin en kuvvetli takımı olan Çekler çıkmıştı. Baron bizi teselli için:

    — Ümitsizliğe düşmeyin. Bakınız, Uruguay diye bir memleketin takımı buraya gelirken her uğradığı yerde maçları kazanarak geldi. Biz bunların adını bile duymamıştık. Allah kerim! falan gibi sözlerle bizi teselli etti.

    Oradan çıktık, gene tıpış tıpış Kolombe köyüne döndük. Komşularımız Uruguaylılar kara kuru insanlardı, içlerinde Habeş teninde olanlar da vardı. Her gün sabahtan Paris’e gider, gece dönerlerdi. Bizim çocuklara da Paris’te eğlendiklerini söylerlerdi. Bizim zavallılar ise, maçtan evvel Paris’e gitmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.

    Nedim Kaleci’nin Kanlı Elleri

    Çeklerle olan maçı, Paris’in en berbat stadlarından biri olan Saint Quint Stadı’nda oynadık. Burası meşhur Sacré Coeur Kilisesi’nin bulunduğu Bute Montnade’de idi ve Paris’in en yüksek (120 metre) semtiydi.

    1924 senesi mayıs başlarında oynanmış olan bu maçı, oynamış veya görmüş olanlardan arkadaşlarımız vardır. Doğrusunu isterseniz, o devrin en büyük ve kuvvetli takımlarından olan Çeklerin önünde biz ufalıyorduk. Adamların en kısası 1.80 boyundaydı. Bu maçta kaleci Nedim, bugünkü kalecilerin yaptığı gibi, gelen oyuncunun ayaklarına atılarak top kurtarmaları yaptı ve o devirde kalecilerin eldiven giymesi âdet olmadığından elleri kan içinde kaldı. Birinci haftayımı (3-0) kapadık.

    İkinci Yarı 2-2 Bitiyor

    Antrenör Billy Hunter psikolog bir hocaydı. Haftayımda bize:

    — Sizin ayakkapların kramponları bozuk. Stadın otları da bozulmuş onun için düşüyorsunuz! dedi ve güya, kramponları birkaç çivi ile takviye etti.

    İkinci haftayımda takım kendini toparladı, biz Çeklere bir gol attık ve tam maçın biteceği dakikada Çekler bir penaltı yaptılar. Bilindiği gibi, penaltı ve kornerde maç bitse de, atış yapılır ve atılmasıyla biter. Penaltıyı Bekir attı, gol oldu. Böylece 1924’de ilk defa iştirak ettiğimiz olimpiyat oyunlarının futbol turnuvasını Çekler’e karşı 5-2 kaybettik. Çünkü, ikinci haftayımda Çekler de, bize iki gol daha atmışlardı. Yani, ikinci ‘haftayımı biz 2-2 sonuçlandırmıştık.

    Bekir’in penaltı atışı, pek meşhur Çek kalecisini aldatmıştı. O devirde Türk futbolcuları içinde ayağının yüzüyle olduğu kadar dış yanıyla da şut atanlar vardı. Avrupa’da böyle bir şey görmedim. Kaleci, sağ ayağı ile vurmaya hazırlanan oyuncunun ayağının yüzüyle kepçeleyerek atacağı şutu, tabiî olarak kendisinin sağında karşılamaya hazırlanıyordu. Halbuki Bekir, sağ ayağının dış kenarıyla şut çekti ve top kalecinin solundan içeri girdiydi. Hiç unutmam, maçı beraberce seyrettiğimiz Hamdi Emin bana:

    — Arpa ektik, darı çıktı! diye, Bekir’in yanlışlıkla topu ters istikamete attığını sanmıştı.

    Kim Demiş?

    Maçı, o civar halkından başka seyreden yokt;u. Bunlar da, sanırım 6-7 bin kişi kadardı. Adamlar bizi değil, Çekleri seyre gelmişlerdi.

    Anlaşılan Fransız gazeteleri “Türkler futbol oynayamazlar” mealinde yazılar yazmış olmalı ki, maçtan sonra dağılan halk arasında, ‘Türkler pekâlâ futbol oynuyorlar. Kim demiş futbol bilmez diye? İşte ikinci haftaymı berabere bitirdiler.” diye konuşuyorlardı.

    Turne

    Maçtan sonra köye döndük.

    Futbol takımımız, evvelden kararlaştırılmış bir program mucibince, bir şimal turnesine çıkacaktı. Bu turneyi İsveç Futbol Federasyonu Reisi ve Yusuf Ziya merhumun şahsî dostu Jonson adındaki biri ayarlamıştı. Hatırımda kaldığına göre, bu Jonson, o devirde futbol âleminin sözü geçen simalarındandı ve bir gözü de takmaydı.

    Çeklere karşı çıkardığımız takımın formasyonunu iyi hatırlamıyorum. Bunları bizim Halûk San arkadaşımız iyi bilir. Ama kalede Nedim vardı. Bekler Ali ile Kadri idi. Haf beklerinin ikisini bilmiyorum. Ortada Aslan Nihat, sağda Yavuz İsmet vardı. Söldakini hatırlayamıyorum. Forvette soldan sağa Alaaddin, Zeki, Bekir, Leblebi Mehmet mi, bilmiyorum ama, Bedri vardı.
    Maçtan sonra takım hemen şimal turnesine çıkacaktı. Yusuf Ziya merhum:

    — Bana para lâzım, başka türlü turneye çıkamam! demez mi?

    Ben, 20’den fazla adamı aylarca nasıl beslerim? Elimde 15 bin Fransız frangı para vardı. Hepsini almadan gitmedi.

    Aman Kaçalım Buradan!

    Kafile gittikten sonra biz, yani Sait Çelebi, Nasuhi Baydar ve ben Paris’e döndük. Benim işim vardı. Asıl olimpiyatların gelecek ikinci kafileyle olimpiyat geçit resmine iştirak için tekrar Paris’e dönecek, Futbol Millî Takımımızı hazırlayacaktık.

    Sait Çelebi’yle Nasuhi Baydar, kendi hesaplarına Paris’te kalıyorlardı. Ama, ara sıra konuşuyorduk. Paris Olimpiyatları’nın birinci kısmının hikâyesini bitirirken, başımızdan geçmiş bir 1 hadiseyi zikredeyim. Bunları o zaman da yazmıştım ama, genç nesiller tabiî okumamışlardır.

    Sait Çelebi meraklı bir çocuktu. Paris’i gezip görmek istiyordu. Bu gayreti sırasında Ahmet isminde bir Cezayirli Arap bulmuştu. Nasıl bulmuş, nerede bulmuş bilmem. Aslında bu Ahmet, Cezayirli Araplaşmış bir Fransız veya Fransızlaşmış bir Araptı. Adı da Ahmet değil, Armand’dı. Ama biz bunları sonra öğrendik.

    Arap dostumuz Ahmet, bizi o lokalden bu lokale gezdirip duruyor ve paralarımızı harcatıyordu. Bu arada bir gece bizi futbol oynadığımız semte, yani Sacré Coeur = Sakre Kör civarında bir yere götürdü. Kapıda, polis gelirse önlemek ve içeriye haber vermek için iki külhanbeyi bekliyordu. Girdik.

    Karanlık denecek kadar loş bir yer. Hafif bir piyano çalıyor. Arkalıksız basık kahve iskemlelerine oturduk, önümüze bir masa, bir de şampanya şişesi getirdiler. Tek konsomasyon şampanya imiş. O zamanki parayla 150 frank. Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra, gördük ki, gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce, işi çaktık. Gerçi bir anormal ve her yerde her zaman görülebilen bir yer değildi. Ama nihayet bizim bu tarakta bezimiz ve böyle bir niyetimiz olmadığı için, bir müddet sonra canımız sıkıldı ve kendimizi de pek emniyette hissetmez olduk. Bu sırada benim aklıma geldi. O gün İstanbul’dan posta havalesiyle bana ilerdeki hazırlıklar için 37 bin frank, gelmişti. Para akşam üstü geldi. Bankaya koymaya vakit bulamadım. Ucuz ve küçük otelimin kasasını da o kadar emniyetli saymadım. Onun için parayı cebime koymuştum. Sait’in kulağına:

    — Benim üstümde 37 bin frank, var! der demez, az kalsın küçük dilini yutuyordu.

    — Aman kaçalım buradan! dedi ve bizi getiren Ahmet’e haber vermeden çıktık ve büyük caddelere kadar yüzlerce ayak merdiveni arkamıza bakmadan koşarak indik. Paris’in büyük ve kalabalık bulvarlarına inince rahat bir nefes aldık.

    Sporcu Ülke Dışına Çıkınca Değişir

    Bu hatıralarımı okuyan idareciler isterlerse bundan çok ders alabilirler. Çünkü, sporcu memleket dışına çıktığı zaman büsbütün başka bir şahıs oluyor ve ona göre idaresi de zorlaşıyor. Bu sözlerimi muhtelif vesilelerle memleket dışına kafile götürmüş idareciler şüphesiz tasdik ederler… dedikten sonra, gelelim Paris Olimpiyatlarımın ikinci ve asıl olimpik safhasına.

    Paris’in güney kapısına yakın yerde kiraladığım yer bir kız pansiyonuydu. Yaz münasebetiyle boş olduğundan kiraya veriliyordu. Yatakları, döşemesi bizi memnun edecek haldeydi. Ne var ki, yatak sayısı 25-30 kadardı. Onun için Otomobil Nuri Bey’in Paris’e getirmesini tellediğim futbol kafilemiz —ki, 20 kişi kadardı— Paris’te çok kalamayacaktı. Zaten işi bitmiş olan bu sporcular ikinci kısmıyla birlikte olimpiyat geçit resmine iştirak ettikten sonra, memlekete dönmeleri lâzımdı.

    Hangisinin daha evvel geldiğini bilmiyorum. Ama, Ali Sami Bey merhumun başkanlığındaki güreşçi, halterci, bisikletçi ve atletlerden mürekkep ikinci kafile de gelince, ikisi birlikte tuttuğumuz pansiyona sığmadılar, bazı odalara ilâve yataklar koyduk. Kafilelerin Paris’te toplanmalarından bir veya iki gün sonra 8. Paris Olimpiyat Oyunları resmen Fransa Cumhurbaşkanı tarafından açılacak ve amatörlük yemini edilecekti.

    Uzatmayayım, 8. Paris Olimpiyatları açılış gününde kafilemiz oldukça temiz ve muntazam bir şekilde bayrağımızı taşıyarak geçit resmine iştirak etti ve yemin esnasında and içme kürsüsünün etrafında dizildi. Birinci gün merasimden başka bir şey yapılmadı ve yerlerimize döndük.

    Ali Sami Bey’in Çocukluğu

    Teşkilât başkanı Ali Sami Bey, futbol kafilesinin vapur beklemeksizin —çünkü bu vasıta her zaman bulunamıyordu— tren yoluyla İstanbul’a avdet etmesini emretti ve kafilenin pasaportlarını galiba Nuri Bey’e vererek onları yolcu etti.

    Fakat kafileden 3 kişi söz dinlemedi. Bunlar Futbol Millî Takımının gözbebekleri Aslan Nihat, Zeki ve Yavuz İsmet beylerdi. Üçü de bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş bu çocukların isyanları Ali Sami Bey’i ve umumiyetle kafile disiplin ruhunu çok sarstı. Çocukları pansiyondan çıkardı ve pasaportlarıyla yol paralarını Paris Başkonkosolosumuza vererek bunların asker olmaları ve Paris’e kendi mesuliyeti altında gönderildikleri için, isyan etmelerine karşı işi hükümete bırakıyordu. Bu hareket şüphesiz çocukluktu. Müsabakaları olmadığı için Paris’te bir müddet eğlenmek istiyorlardı.

    Bu durumların ne kadar sürdürdüklerini bilmiyorum. Ama geceleri gizli gizli pansiyondaki arkadaşlarının odalarına gelip yattıklarını biliyorduk. Bu hadise böylece savuşturulduktan sonra ikinci olimpiyat kafilesinin meseleleri başgösterdi.

    Ömer Besim Yoğurt İstiyor

    O devirde bizim yegâne güvendiğimiz atlet Ömer Besim’di. Renginin koyuluğu, küçücük vücudunun güzelliği ve koşu sisteminin şayan-ı dikkat ritmi (koşu temposu) seyircilerin hemen dikkatini celbediyordu. Pansiyon mutfağı çocuklarımızın alıştığı yemekleri hazırlıyor ve her gün mutlaka bir ızgara et veriyordu. Ömer Besim, günün birinde:

    — Ben yoğurt isterim! dedi.

    O tarihlerde yoğurt , Fransa’da nadir bulunur bir gıdaydı. Hele bizim kaldığımız Porte d’Orlean semtinde adını bilen bile yoktu. Bulamadık yoğurdu. O da et yemedi, bir şeftali yedi, yarışı kazanamadı. Zaten kazanamayacaktı. Ama bunu sebep diye gösterdi.

    Bunları şimdiki idarecilere anlattığımın sebebi, en mazbut sporcuların bile, memleket dışında tamamen şahsiyet değiştirdiklerini göstermektir.

    Fiyaka Pahalıya Mal Oluyor

    Müsabakalar devam ediyordu. Güreş ve halterde iddialıydık. Çoban Mehmet, henüz güreş kafilemize girmediğinden Paris’te yoktu. Hatırımda kaldığıma göre, bizim Üsküdarlı Fuat, Tayyar merhum, galiba Hilmi Bey’le Mazhar’ı getirmişlerdi. Haltere merhum Gülleci Cemal girmişti. Bilhassa bu çocuktan çok ümidimiz vardı. Çünkü kendisi 52 kilo olduğu halde kendi ağırlığının hemen hemen iki mislini kaldırıyordu. Bir kusuru, halter sistemi eski sistemdi. Yani şimdiki gibi halterin altına girip bacaklarıyla yukarı kalkmıyor, halteri yerden ellerinin üstüne kadar kollarıyla kaldırıyordu. Zaten Paris’te muvaffak olamamasının sebeplerinden biri de buydu. Ama daha iyi netice alamamasının başka bir sebebi vardı. O da, fiyaka satmak.

    Bu, nasıl olmuştu?

    Paris’te Cemal’in sırtına kendine göre güzel ve siyah bir mayo almak istedim. Faubourg Montmartre’deki spor malzemesi satan bir mağazaya gittim. Adam bize mayo çıkarırken, Cemal duvarda asılı duran, vaktiyle kuvvet artırma ve gösterme âletlerinden biri olan tam 9 yaylı sandok dediğimiz iki elle açılan âleti eline aldı. Dükkân sahibi bunu görünce, Cemal’e Fransızca:

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, mösyö! dedi.

    Cemal bana:

    — Ne diyor Reis Bey? deyince, ben de boş bulundum.

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, diyor! dedim.

    Bu söz üzerine Cemal, Extenseur = Sandok’u eline aldı ve dükkân sahibinin şaşalamış gözleri önünde 3 defa, hem de ağır ağır açtı ve kapadı. Adam:

    — Formidable! deyip duruyordu.

    O günkü fiyakada kol adalelerini çok zorladığı için müsabakaya kolları ağrıyarak girdi ve ancak 8. olabildi. Bunu yapmamış olsaydı, madalya almasa bile, dördüncü veya beşinci olması muhakkaktı. Çünkü bu çocukta kuvvet vardı, metod yoktu. Metodu da, hemen orada rakiplerinden öğrenebilirdi.

    Tecrübe

    Güreş sporu o devirlerde iki milletin hemen hemen inhisarı altındaydı, İsveçliler ve Macarlar. Hatırladığıma göre, Paris Olimpiyatları’nda Beynelmilel Güreş Federasyonu Başkanı Smith adında bir İsveçli idi. Güreş ve halter müsabakaları Paris’in meşhur kış velodromunda yapılıyordu. Muazzam bir kapalı salon olan burada birçok sporcuları tanımak fırsatını buldum. Bir gece müsabakalar geç bitti. Bizim çocuklar ve diğer kafileler gittiler. Ben nedense sona kalmıştım. O tarihte Ali Sami ve ben, bazı toplantılar dolayısıyla şehirde bulunmak mecburiyetindeydik. O sebeple şehirde Paris-Nice adında bir otele taşınmıştık. Kış Velodromu’ndan çıktıktan sonra otele kadar beni götürecek vasıta aradım. Saat geceyarısını hayli geçtiği için metro dahil hiçbir vasıta yoktu. Ve ben bu mesafeyi tam 1.5 saatte yaya olarak yürüdüm. Otele geldiğim zaman bacaklarım tutmuyordu.

    Nihayet işler bitti. Ben, Ali Sami Bey’le kafilenin hesap-kitaplarını kapamak için Paris’te kalmak üzere kafileyi yola koyacağımız gün bir haber aldık. “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” muhasebecisi, pek emin ve güvenilir, zengin bir adam sandığımız zat, teşkilât kasasından 15 bin lira çalıp, ortadan kaybolmuştu. Paris Olimpiyat hatıralarını, bu kötü haberle kapadık. Bu olimpiyatlarda Türkiye, sadece bir olimpiyat oyunlarının atmosferi, âdetleri, zorluk ve kolaylıkları nedir? Bunun hakkında bir fikir edinmiş oldu. Bu tecrübe, 1928 Dokuzuncu Olimpiyatlarda çok işimize yaradı.

    Burhan Felek

  • İttihat Spor’un Kuruluşu

    İttihat Spor’un Kuruluşu

    Kırmızı-Beyaz dergisinde “Eski Hatıralardan” başlıklı bir hatıra dizisi yayınlayan Refik Osman Top’un 30 Kasım 1944 tarihli yazıdaki konusu, İttihat Spor’un kuruluşu olmuş. Aydınoğlu Raşit Bey hariç, bütün başrol oyuncuları (daha doğrusu kavganın bütün tarafları) Fenerbahçe’nin altyapısından… Elkatipzade Mustafa Bey‘in buluşları… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bekir Evime Niçin Geldi?

    Futbol oynadığım zamanlar böyle yusyuvarlak eski mahalle imamları gibi ensesi kalın ve karnı daima ileride giden bir insan değildim. Zariftim, inceydim, şiirdim, velhasıl zürefadan sayılırdım. Hey gidi günler…

    Bir sabah Valideçesmesi’ndeki evimin bahçesinde sırtımı güneşe çevirip zengin tabiatın hayat veren bol ziyasını alıyor ve o zamanın yegane kuvvetli spor muharriri olan Talat Mithat’ın Tasvir-i Efkar’da çıkan son maçımıza ait yazısını okuyordum…

    Kapı çalındı. Kim gelse beğenirsiniz? Bekir değil mi?

    Bu yağız arkadaşla sarılıp öpüştük. Fakat erken gelmesinde bir fevkaladelik vardı.

    Bekir, yanıma oturdu ve kulübüne futbolcu kandıran kurnaz bir idareci gibi karışık sözlerle beni yoklamaya başladı ve “Refik, sensiz bir şey olmaz, Otomobil Nuri ile darıldık. Başta Aydınoğlu Raşit olmak üzere Altınordu’yu bıraktık. Pazar Ligi yapıp oyunlar hazırlayacağız” dedi.

    Yüzüne bakakaldım ve ona : “Yahu iki kişi ile takım olur mu?” dedim. Güldü ve “İki kişi, iki takımdır” dedi.

    Sahne olsa, haydi bir derece tuluat falan filan olur da oynarız ve yuttururuz da… Lakin…

    Bekir, sözümü keserek : “Beni kırma, darılırım, sonra senin için bir şeyler de düşündük, memnun kalırsın” dedi.

    Sanki münhal bir yer varmış da beni düşünecekler…

    Biraz düşündüm ve Bekir’e dönerek : “Aramızda bir mukavele yapalım, toptan ve perakende alış veriş sakattır” dedim.

    Esasen çamaşır değiştirir gibi kulüp değiştirildiği bu sıralarda bir de Ünyon kulüp olsun, ne çıkardı.

    Nihayet örümcek sineğe yapışır gibi yapıştılar ve beni de kulübe bağladılar.

    Sabah ve akşam çıkan gazetelerde epeyce kalaylandık. Fakat ne olursa olsun kuvvetli bir reklamdı. Hatta dostum Burhan Felek bile bir yazısında “Bu oynak safralarla mücadele etmeliyiz” diye bağırıyordu.

    Küfürlere, hücumlara, ataklara rağmen Pazar Ligi kuruldu ve ilk maçımıza hazırlık için antrenmanlara başladık ve Ünyon kulüp şerefine o gece pokerde beni kuşa çevirdiler.

    Maç günü geldi. Kadıköy sahası ağzına kadar dolu idi. Sahaya lacivert gömlek, lacivert donlarla bir onbir çıktı ve İngiliz takımını 7-1 yendik. Halk neticeden ve güzel oyundan memnun kaldılar. Bizim biricik sirk de icrayı lûbiyata başladı. Başka ne yapabilirdik…

    Neme lazım verimli kulüptü.

    Refik Osman Top / Kırmızı-Beyaz (30 Kasım 1944) – İttihat Spor’un Kuruluşu

    Not : Fotoğraftaki Aydınoğlu Raşit Bey’dir.

  • Mahalleden Futbola

    Mahalleden Futbola

    Taha Toros arşivinde bulunan “Mahalleden Futbola” başlıklı bu yazıda, Şeyh’ül Muharririn Burhan Felek, futbolla nasıl tanıştığını yazmış. Döneme ışık tutması bakımından önemli bir yazı. Keyifli okumalar..

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Geçmiş Zaman Olur ki

    Eski devirde bir mahalle vardı.

    Bugün bu mahalle o zamanki manasıyla mevcut değil. Evvelâ mahallemiz oldukça büyüktü. Sonra mahallenin her sınıftan adamı vardı. Kibarı, zengini, fakiri, kabadayısı, sarhoşu, bakkalı, esnafı, kömürcüsü hatta kireç satanı vardı.

    Ben İstanbul tarafını bilmem, Üsküdarlıyım. Hukuk Mektebi’ne girinceye kadar da İstanbul’a geçmezdim. Üsküdar’da İstanbul’un adı “Karşı” idi. Birini sordukları zaman:

    —-Karşı’ya gitti! dediler mi İstanbul’a gittiği anlaşılırdı.

    Doğrusunu isterseniz nasıl Aksaray bir mahalle değil, fakat bir mahalle gibi geniş bir sahayı ifade ederse, Üsküdar da öyleydi. Ben Soyadı Kanunu çıkıncaya kadar imzamın üstüne “Üsküdarlı” ibaresini yazardım. O benim için bir övünme vesilesi olurdu. Mahallemizde ve genişleterek Üsküdar’da, İstanbul’un meselâ Aksaray gibi meşhur, geniş ve renkli semtlerinin bütün vasıfları vardı.

    Meselâ Aksaray’ın 12’leri meşhurdu. Ben ancak Mahmut Şevket Paşa’nın katli üzerine İttihatçılar, muhalifleri toplayıp Sinop’a sürdükleri zaman bunların üç tanesini vapurda tanımıştım.

    Arap Abdullah o zaman 90’ın üstündeydi. Belinde koca bir kama ile gezerdi, ittihatçılar Arap Abdullah’ı sürgüne gönderecekleri zaman kendisi:

    — Başüstüne, ama kamayı bırakmam! demiş, onlar da müsaade etmişler, koskoca bir kama koltuğunun altında asılı dururdu.

    İkinci tanıdığım. Yorgancı Faik Efendi ismindeki kabadayı idi. Halinden hiç de öyle kırıp-dökücü olduğu anlaşılmazdı. Tıknaz bir adamdı.

    Üçüncüsü 12’lerden midir, değil midir, pek kestiremiyorum. Çerkes Mehmet Pehlivan’dı. Bu Çerkes Mehmet Pehlivan, Arap Abdullah’ın âdeta kölesi gibi ona hizmet ederdi. Arap Abdullah 90’lık, Çerkeş Mehmet Pehlivan ise 70’lik birer genç idiler.

    Bu Çerkeş Mehmet Pehlivan, II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine çıkan aff-ı umumî ile meydana çıkmış bir kanun kaçağı idi. Şöyle ki, saltanat devrinde bir gün cinayet mahkemesinde bir duruşmaya çıkmış, muhakemeden sonra şimdi yanmış olan eski adliyenin büyük merdiveninden eli kelepçeli inerken iki yanındaki jandarmaları kollarıyla itip kurşun gibi aşağı inmiş ve hapishane arabasına atlayarak çala kamçı kaçmış. Nereye gitmiş, nerede saklanmış? Belli olmamış.

    II. Meşrutiyet’in ilânında Çerkeş Mehmet Pehlivan da dağdan inmiş. İşte tanıdığım kabadayılar bunlardır. Fakat bunların da artık kabadayılık halleri kalmamış. Ama eski zırhlılar gibi kelle kulak yerinde, ağır ağır hareket eden birtakım kimselerdi.

    Neyse, lafı saptırdık.Bizim mahallenin de kabadayıları vardı. Ama bunlar kibar kabadayılardı. Bunlar Esvapçıbaşı Ahmet Bey’in oğulları Saadettin ve Alaaddin beylerdi.

    Ben Saadettin Bey’le idadide (lisede) bir sene kadar beraber okudum. O yukarı sınıfta iken ben ikinci sınıfta idim. Mektepte bir cinayet olmuştu. Sezai adında bir çocuk, kendisine yüz vermeyen Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın torunu Muhittin isminde zeki, edip, pek kıymetli bir genci lisenin bahçesinde tabanca ile vurdu. Kurşun bel kemiğine isabet etti. Murdarilik dediğimiz bel kemiği içindeki sinirini kopardı ve Muhittin Bey bütün hayatı boyunca kötürüm kaldı. Zaten genç yaşında da öldü. İşte bu Muhittin Bey’i vurduktan sonra Sezai, Salacak İskelesi’ne doğru kaçmaya başladı. Peşine Esvapçıbaşı’nın oğlu Saadettin Bey düştü ve iskeleye varmadan yakalayıp getirmişti. Biz bunu gözlerimizle görmüştük.

    Alaaddin Bey ise aslan gibi, iri yan bir adamdı. Mahallede edepsizlik edenleri döverek terbiye eder ve başka mahallelerin bizim mahalleye sarkıntılık etmesine mani olurdu. Görüyorsunuz ki, bu mahalle hayatı biraz Ortaçağvarî bir yaşayıştı. Ama biz buna alışmıştık.

    O devirde insanlar ya kendilerinin, ya başkalarının taktığı lâkapla anılırdı. Ben kendime “Üsküdarlı” demiştim. Saadettin ve Alaaddin beyler babalarının adlarıyla meşhur idiler. Esvapçıbaşı’nın Alaaddin Bey denirdi. Bu arada meselâ —bana futbolu tanıtanların anası olan— Sesi Kısık Şadiye Hanım diye bir kadın vardı. Kadının sesi kısıktı ve öyle anılırdı.

    İşte bu Şadiye Hanım kanalıyla asıl konuya giriyorum.

    Mahallemizdeki mâruf aile reislerinin de kendilerine göre lâkapları ve şöhretleri vardı. Meselâ Mühürdar Agâh Bey, Adliye Nazın Abdurrahman Paşa’nın mühürdarıydı.

    Kekeme Tevfik Bey, Serasker Kapısı hûlefasından (kâtiplerinden) idi. Konuşurken kekeler, şarkı söylerken kekelemezdi. Bu Sesi Kısık Şadiye Hanım’ın iki oğlu vardı, ikisi de Serasker Kapısı kâtiplerindendi. Bir gün Çiçekçi Kahvesi’nde otururken Sesi Kısık Şadiye Hanım’ın büyük oğlu Ziya Bey:

    — Yahu! Kuşdili’nde Ingilizler bir top oyunu oynuyorlar. Herkes gidip seyrediyor. Çok heyecanlı bir oyun! dedi.

    Babam merhum da bir gün aldı beni, Kuşdili’ne mi, Papazçayırı’na mı, iyi hatırlamıyorum, bunlardan birine götürdü. Ben şaşırdım. Herkes arabalar tutmuş ve arabaların üstüne çıkmış olarak futbol seyrediyordu. O anda bu oyun beni büyüledi. Bunun hakkında kitaplar aradım, buldum.

    1907 tarihinde Üsküdarlı on-on beş arkadaşla “Anadolu idman Yurdu” adındaki kulübü kurduk. Bu kulübü kuranların içinde şayan-ı dikkat çocuklar vardı. Meselâ meşhur Huzur Uleması’ndan Kaptanpaşalı Hoca Nazif Efendi merhumun iki hafız oğlu vardı. Hafız Nasuhî, Hafız Macid.

    Kulübü kuranların başında Nafia Nezareti (Bayındırlık Bakanlığı) ketebesinden Şecaettin Bey merhum bulunurdu. 30 yaşlarında olan bu zat kulübün reisiydi. Hafız Nasuhî sonradan avukatlık etti ve genç yaşında öldü. Macid ise, maalesef belki de ırsî bir sebeple genç bunama hastalığına tutuldu. Günün birinde kayboldu. Aylardan sonra Mısır’da olduğunu öğrendik. Geri geldi ve bu hastalığın daima sebep olduğu veremden genç yaşında vefat etti.

    İşte ben futbolu bu Sesi Kısık Şadiye Hanım’ın büyük oğlu Ziya Bey’in teşvikiyle gördüm, sevdim ve, onun büyüsüne tutuldum. İtiraf ederim ki, iyi bir futbol kaderini ilgilendirecek pek az spor vardır. Yalnız kendim oynamamış olmama rağmen Amerikalıların icadı olan basketbol, eğitmek bakımından en mükemmel spordur diye bir iddia vardır.

    Burhan Felek (Taha Toros Arşivi)

  • Üsküdar’a Gazel

    Üsküdar’a Gazel

    Twitter’da Fenerbahçe’nin 1900’lerin sonunda yaşadığı (ve Ayetullah Bey tarafından yok olmaktan kurtarıldığı) meşhur birleşme toplantısı hakkında sayın Mehmet Doğan ve sayın Ata Gülercan ile biraz hasbıhal edince Burhan Felek’in “Üsküdar’a Gazel” isimli yazı dizisi aklımıza geldi.

    Merhum Burhan Felek, her ne kadar Fenerbahçe’yi pek sevmese bile, kendisinin “gücü inkar edilemez” kaleminden faydalanmamak doğru olmaz. Bazı tarihsel yanlışları olduğunu gözden kaçırmadan… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Üsküdar’a Gazel

    Anadolu Kulübü, Üsküdar’da kurulmuş bir kulüptü. Ne yeri vardı, ne yurdu. Oyuncuları ve kurucuları Üsküdar’ın iskele civarı olan Rumî Mehmet Paşa Mahallesi’nden Kaptan Paşa ve îhsaniye Mahallesine kadar dağılmış olduğundan maça giderken — tabii yaya olarak— birbirimizi toplayarak giderdik. Takımın formda ve kunduralarım güçlükle tedarik ettik. Kulüp, dediğim gibi 1907’de kuruldu. Kulübe ait işleri görüşmek için bizim îhsaniye’deki evimizin selâmlık kısmında toplanırdık. Kulübün Üsküdar’da idman yapacak sahası yoktu. Onun için Haydarpaşa Çayırının alt kısmında o devirde “Ayrılık Çeşmesi” denilen ve sefere giden orduların İstanbul’dan ayrıldığı yer olarak tanınan yerdeki çayırda idman yapardık. Burada bir Rum kahveci vardı. Bize soğuk havalarda çay hazırlardı.

    Anadolu Kulübü’nün Üsküdar’da o devirde büyük bir taraftar zümresi yoktu. Daha doğrusu, Üsküdar halkı o devirde futbol ve sporla ilgilenecek seviyede olmadığı gibi, saltanat devri de böyle kulüp ve toplantı hareketlerine karşı olduğundan bizim bazılarımızın aileleri değilse de, babalan bu işe karşı idiler. Meselâ takımın en faal oyuncularından olan merhum Hafız Nasuhi ve Hafız Macit adındaki oyuncular, isimleri de gösteriyor, hafız-ı Kur’an idiler. Babaları meşhur Huzur Hocalarından pek muhterem bir zat olan merhum Kaptan Paşa Camii imamı Hafız Nazif Efendi idi. Hafız Nazif Efendi bizim Üsküdar idadisinden hocamızdı. Tabiî böyle futbol falan gibi şeylere karşı idi.

    Bütün bunlara rağmen Üsküdarlı bu 10-15 genç kırdık, sardık, takıma Hereke fabrikasında ince yünden 12 adet yeşil fanila ördürdük ve göğüslerine evlerimizde annelerimize alâmet-i farikaları diktirdik. O devirde yerli futbol ayakkabısı yapılmazdı. İngiltere’den gelen 12 futbol ayakkabısını Beyker adındaki İngiliz mağazasından satın aldık ve bunları koymak için de bir bavul tedarik ettik. Bütün bu takımları o bavula koyardık ve arkadaşlardan daha ziyade kuvvetli olanlar nöbetleşe bu takımları bizim evden alıp sırtlarında maçların yapıldığı Papazın Çayırı veya Kuşdili Çayırına kadar götürürdük. Bu yolculuk ortalama bir buçuk saat sürerdi.

    “Hürriyet” adını verdiğimiz II. Meşrutiyetten [1908] bir yıl önce kurulmuş olan Anadolu Kulübü 1908’de kendini göstermeye ve maçlar yaparak adını duyurmaya muvaffak olmuştu. Ama hâlâ bir yeri yurdu yoktu. Meşrutiyetten hemen sonra, bir gece bizim evde toplanmıştık. Gece yarısından sonra dağılan arkadaşları civarda tertibat almış polisler birer birer yakalayıp karakola götürmüşler. Ben ertesi gün öğrendim. Toplantının mahiyetini sormuşlar. Onlar da Anadolu futbol kulübünün azası olduklarını ve kulüp işlerini görüştüklerini söylemişler. Onun üzerine bana polisten haber gönderdiler ve o âna kadar haberdar olmadığımız Cemiyetler Kanunu’na göre kulübün tescil edilmesini tavsiye ettiler. Biz de 1908 senesinde Anadolu Kulübü nizamnamesini hükümete verdik ve kulübü Cemiyetler Kanunu’na göre tescil ettirdik. Bu sebeple kulübün hakikî kuruluş tarihi 1907 iken, bu tescil tarihinin resmî bir vesika olması sebebiyle 1908 senesi kurulmuş olması kabul edilmiştir.

    Anadolu Kulübü 1907’den 1914 tarihine kadar Türkiye’de bilhassa Kadıköy’de kurulmuş olan yabancı veya Galatasaray ve Fenerbahçe,sonradan adını“Altın- ordu” yapan Progre kulüpleri gibi Türk kulüplerinin oynadıkları ve futbolun asıl hareket sahası olan “Pazar Ligi”ne giremedik. Bütün bu kulüplerin büyük bir kısmı Moda ve Kadıköy, Ingilizlerin sefaret gemisi mürettebatının Bahran, Kadıköylü Rum ve Yunanlıların Helpus Stroglers gibi isimlerle kurdukları takımlar pazar günü oynarlardı. O devirde bütün bankalar ve İktisadî, ticarî teşekküller gayrimüslimlerin elinde olduğundan pazar günleri âdeta resmî tatil gibiydi. Biz ise maçlarımızı cuma günleri yapardık.

    1908 civarlarında Anadolu Kulübü bir ara Fenerbahçe ile birleşme kararı aldı idi. Bu işi ne suretle tanıdığımı hatırlamadığım Fenerbahçe ve Moda kulüpleri başkanlıklarında bulunmuş ve geçen sene bir göz ameliyatı için gittiği Ankara’da oranın basıncına dayanamayarak hayata gözlerini yummuş olan pek aziz dostum ve yaşıtım Tevfik Taşçı Bey’in delaleti ile yaptık. Ama yürümedi. Neden yürümedi? O devirde Üsküdarlı bir genç ile Kadıköylü gencin cemiyet ve toplumdaki vazife ve telakkileri birbirinden ayrı idi. Üsküdarlı genç, Türk mekteplerinde okurdu. Kadıköylü gençlerin büyük bir kısmı oralarda bulunan Fransız mekteplerinde okumuşlardı. Uzatmayalım, olmadı ve ayrıldık.

    Anadolu Kulübü bir mahalle takımından, hâlâ kullanılan deyimle federe bir kulüp oldu. Lâkin hâlâ resmî idare merkezi bizim ev olarak görünüyordu. Gerçekten de paramız olmadığı gibi, ailelerimiz arasında veya kulübü himaye edenler meyanında zengin kişiler de yoktu. Fakir bir kulüpçülüğün ne demek olduğunu siz bana sorun! Anadolu Kulübü II. Meşrutiyetten sonra tescilli bir kulüp olarak gelişirken, İstanbul’un başka semtlerinde de başka Türk kulüpleri teşekkül etti. Aklımda kaldığına göre bunların sayısı sekizdi. Adlarım yazmaya çalışacağım. Anadolu, Nişantaşı, Hilâl [İstanbul Göztepe’sinde], Şehremini, Karagümrük, Beşiktaş (?), Beykoz, Anadolu Hisarı… Bir tane fazla geldi. Hangisi hatırlamıyorum. Bu kulüpler o devirde “Cuma Ligi”ni kurdular ve muntazam bir fikstürle maç yapmaya başladılar. Maçlarımız cuma günleri yapıldığı için yabancıların pazar maçlarım yaptığı sahalardan muayyen şartlar altında biz de istifade etmeye başladık.

    Burhan Felek

  • 1915 Şilt Olayı II – Karartma

    1915 Şilt Olayı II – Karartma

    Fenerbahçe tarihi, büyük bir karartma ile karşı karşıya… Yazar Mehmet Yüce’nin, İletişim yayınlarından çıkan “Osmanlı Melekleri” kitabında 1914-1915 sezonu İstanbul futbolu anlatılırken, Fenerbahçe özelinde şöyle cümleler var :

    (Galatasaray karşısında aldığı) altı gollü mağlubiyet üzerine maneviyatı kırılan Fenerliler o sene lige katılmama kararı alırlar ve bunu Ali Sami Bey’e bildirirler.

    “… önce lige girmeyen sonra kuvvetlenince lige girmek isteyen ve lig başladığı için bu isteği kabul edilemeyen Fenerbahçe…”

    “Fenerbahçe’nin tertip ettiği İstanbul Şampiyonluğu Ligi ise 1915 senesi Bahar ve Yaz mevsimlerinde icra edildi. Nihayetinde Fenerbahçe’nin şampiyon olduğu ligde müsabakalar gayet heyecanlı cereyan etti. Bu ligle ilgili gazetelerde malûmat olmasa da, Fenerbahçe’nin tekmil rakiplerini mağlup ederek şampiyon olduğu haberini İkdam’ın 26 Haziran 1331 yani 9 Temmuz 1915 tarihli nüshasından öğrendim.”

    Sorular

    Sayın Mehmet Yüce’nin bir iddiası var : 26 Ağustos 2014 tarihinde Agos gazetesinin internet sitesinde Fatih Gökhan Diler’e verdiği röportajdaNasıl başladınız, hangi kaynaklara başvurdunuz?” sorusuna “Sonuç itibarıyla bütün külliyatı taradım. Futbolla ilgili Osmanlı’da ne çıktıysa okudum.” şeklinde bir cevap vermiş.

    Şimdi sayın Mehmet Yüce’ye soruyoruz:

    1. Madem her şeyi okudunuz; neden 1915 yılını anlatırken sadece Ali Sami Yen’in yazdıklarını ve tek bir mecmuayı kaynak gösteriyorsunuz?
    2. Neden “taradığınızı belirttiğiniz” gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlanan başka metinleri kitaplarınıza almadınız?
    3. Yoksa her şeyi okumadınız da ilk bulduğunuz kupürlerle mi kitaplar yazdınız?

    Bize göre, soruların cevabı belli… Sayın Mehmet Yüce külliyatı esaslı bir şekilde taramış olabilir. Fakat ne yazık ki kendisini kulüpçülüğe (diğer bir deyişle Fenerbahçe nefretine) kaptırmış ve “Neden?” başlıklı yazımızda değindiğimiz sansür hadisesiyle beraber, bilgi karartma yoluna da gitmiş.

    Sorumlu Tarihçilik

    Aşağıda 26 Ocak 1915 tarihli İkdam gazetesinden bir metin göreceksiniz. “İstanbul Şampiyonluğu Ligi ve Türk İdman Ocağı Katibi Münir” imzalı yazı, 1914-1915 sezonuna dair tartışmada Mehmet Yüce’nin göz ardı ettiği diğer tarafın bakış açısını anlatıyor.

    “Sorumlu” parantezinde “araştırmacılık, yazarlık ve tarihçilik” işimize gelen kaynağı, işimize geldiği kadar kullanıp, beğenmediğimiz kelimeleri atıp, hoşumuza gideni yazarak yapılmaz.

    Fenerbahçe, 1914-1915 sezonu şampiyonu ve şildin sahibidir.

    Ciltler dolusu “Türkiye Futbol Tarihi” yazdığını iddia ederken, belgelerde tahrifat yapmaktan çekinmeyenlerin (tarihi metinleri cımbızlayıp kırparak) aksini iddia ediyor olması gerçeği değiştirmez.

    Bitmedi… Devam edeceğiz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbol Birlikleri Meselesi

    Muhterem gazetenizin 6434 numaralı ve 5 Kanunisani 330 tarihli nüshasında futbol birlikleri hakkında “Burhaneddin” imzasıyla yazılan varakaya cevaptır :

    Bundan takriben dört ay evvel Türk İdman Ocağı da dahil olduğu halde geçen sene birliğinde oynayan kulüpler, lig teşkili için davet olundular. O zaman sair kulüplerle birlikte Fenerbahçe ve Türk İdman Ocağı da bu davete icabet ettiler. Nihayet ahval-i hazıra hasebiyle oyuncuların bir çoğu asker olduğundan lig teşkili kabil olamayacağı mütalaasında bulunarak bu senenin hususi maçlar ve talimlerle geçiştirilmesi tensip olundu.

    Böyle olduğu halde pek tuhaftır ki bir müddet sonra memleketin şampiyonu olan Fenerbahçe ile ikincisi olan İdman Ocağı ve elyevm Cuma Ligi’nde oynayan timlerin bazısından pek fazla kuvvetli olan Darüşşafaka kulüplerinin nisyan ve ihmaliyle bir birlik teşkil olunmuş. On Teşrinisanide birliğe girecek iktidar ve intizamda bulunan kulüplerin Union Kulübü kitabeti tarafından daveti -Fenerbahçe ve Türk İdman Ocağı için- vaki değildir. Bunu bilhassa tekzip edebilirim.

    Birlik teşkili, birkaç kulübün içtimaında kabil olduğuna nazaran meydanda bu kulüpler mevcut değil iken, yeni lig, alakadar uzuvlarıyla bir şahsiyet-i tamme ibraz edememişken mevki-i kitabetin hodbehod “Şu kulüp muntazamdır çağırayım, şu gayrimuntazamdır gelmesin” demesi pek garip olmaz mı? Umumi olması, her kulübün murahhaslarıyla i’tâ-ı karar edebilmesi icap eden birliği teşkil için teşebbüs eden kulüp adi bir vasıtadan başka bir şey olamaz.

    Ber-vech-i bâlâ söylendiği gibi yine tekrar ederiz ki Fenerbahçe ve Türk İdman Ocağı lig teşkili için davet olunmamıştır. Maksat-ı mahsusa tahtında bir lig teşkilinden haberdar edilmeyen kulüpler müddeayamızı arzu olunuyorsa tahriren teyit edebilirler.

    Bilahare Fenerbahçe ve Türk İdman Ocağı kulüpleri meseleden haberdar olup da duhul için müracaat ettikleri zaman “Birinci grup tamam olmuştur. Arzu ederseniz ikinci gruba dahil olun” cevabını aldılar. İstanbul şampiyonluğu ve ikincisi şu cevab-ı keyfi üzerine hakk-ı sarihlerini müdafaa etmek ve lige adem-i duhulümüzle menfaatdar olan bazı kulüplerin kesr-i ümidi maksadına binaen ve şampiyonluk ve ikincilik salahiyetine istinaden malum olan birliği teşkil ettiler. Birliğe dahil olan Fenerbahçe, Türk İdman Ocağı, Darüşşafaka, Darülmuallimin, İstanbul Jimnastik, Erenköy ve Çamlıca kulüpleri arasındaki ilk müsabakada, Kanunisani’nin 16ncı Cuma günü başlayacaktır.

    Şampiyonlukların lig teşkilinde bir salahiyeti olup olamayacağı meselesine gelince :

    Biz hiç şüphe etmiyoruz ki üç senelik şampiyon olan Fenerbahçe ile geçen senenin ikincisi olan Türk İdman Ocağı; mesela Anadolu kulübünden veyahud Hisar İdman Yurdu’ndan bu gibi mesailde daha ziyade salahiyetdardır ve onun alakasıyla vücuda gelecek birlik, bir şahsiyet-i mümtazeye tesâhub eder. Bununla beraber biz; birlik teşkilini taht-ı inhisarımıza almadık ve öyle bir iddiada bulunmadık. Kendi ifadelerinden istinbat olunan şu hakikati tetebbu’ tavsiyesini zaid görürüz. Belki Cuma Birliği muteber gazetenizin “İstanbul Şampiyonluğu Ligi”nin teşkili hakkında gibi ihbarı üzerine tekziplere ve her kulübün birlik teşkil edemeyeceği iddialarına kalkışmasıyla onu; taht-ı inhisarına almak istemiştir.

    Tekrar edelim ki; İstanbul Şampiyonluğu Ligi teşkil olunmuş, nizamnamesi tanzim edilerek heyet-i idaresi intihap edilmiştir.

    Red ve tekzibine lüzum hissettiğimiz diğer bir cihet de Türk İdman Ocağı’nın lige dahil olamamasının sebebi gayrimuktedir ve gayrimuntazam olması iddiasıdır.

    Biz bu iddiayı biraz namünasip gördük. Zira : Türk İdman Ocağı altı senelik bir kulüptür. Bu seneye gelinceye kadar ligde icra-ı müsabakat etmiş ve ikinciliği ihraz eylemiştir. Hususiyle hiçbir kulüp kendisine 14 sayı yapmamıştır. Biz teşrik olunmadık değil, belki iştirak etmedik. Çünkü bize “Birinci grup tamam oldu. İkincide oynayın, aralarında hiçbir fark ve imtiyaz yoktur.” dediler fakat biz; onların şeraitini muvafık görmedik. Şu hal meydanda dururken “Onlar girmediler değil, biz onları kabul etmedik” demek de evvelki garabetlere inzimam eden diğer bir garabettir.

    Fenerbahçe’nin neşriyat-ı vakıada dahli bulunmadığı sözü de doğru değildir. Kitabetin imzasını muhatap addeylemekliğim ise bu derece aleni bedihi olan mesailde Cuma Birliği heyet-i idaresinin zühûlünü kabul etmeyerek bu zühûlü yalnız sahib-i imzaya atıf ve isnat ettiğimden ileri gelmiştir.

    Hususat-ı mesrudatın lütfen ve hakikat-i mesaileyi tavzihen ve tenviren dercini temenni eylerim efendim.

    İstanbul Şampiyonluğu Ligi ve Türk İdman Ocağı Katibi

    Münir


    Futbol Müsabakaları

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nden : Önümüzdeki Cuma günü Kadıköyü’nde Union Kulüp’te Altınordu ve Fenerbahçe Spor Kulüpleri menfaatine bir müsamere tertip olunmuştur. Yevm-i mezkurde Altınordu, Fenerbahçe, Galatasaray, İdman Yurdu, Darülmuallimin ve Darüşşafaka kulüpleri arasında futbol müsabakaları icra olunacaktır. Müsabakalara saat on birde bide olunup dört buçukta nihayet verilecek ve müsamereye bir kıta askeri bandosu dahi iştirak edecektir. Spor hayatı ile alakadar gençlerin yevm-i mezkurde Union Kulüp’te isbat-ı vücut edecekleri tabiidir.


    26 Ocak 1915 tarihli İkdam gazetesi

  • Türkiye’nin İlk Spor Birliği

    Türkiye’nin İlk Spor Birliği

    Yukarıdaki resim ve aşağıdaki transkripsiyon, 15 Ağustos 1338 (1922) tarihli Spor Alemi’nden… Dönemin meşhur mecmuası, Türkiye’nin ilk spor birliği olan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakının kurucu ekibini ve Türkiye tarihinin en büyük spor adamlarından biri olan Selim Sırrı Tarcan’ın mektubunu yayınlıyor.

    Cumhuriyetle beraber yeni statüsüne kavuşmasından yaklaşık bir sene önce bu habere konu olan T.İ.C.İ. ekibinde çok meşhur simalar var. Başkan mı kim? Tabii ki Galatasaray kurucusu Ali Sami Yen beyefendi!

    “1959 öncesini inkar, cumhuriyeti inkardır” demeye devam ediyoruz. Bununla birlikte, bahsi geçen şampiyonlukları görmezden gelmenin, aynı zamanda mirasçısı olduğumuz imparatorluğu ve devlet geleneğini reddetmek anlamına geldiği de çok açık!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türklerin İlk Spor İttifakı (Federasyon) Tesis Etti

    Federasyon hakkında muallim Selim Sırrı beyefendiden mecmuamızın sahibi Sait Tevfik beye gönderilen mektup:

    “Azizim Sait Bey / 8 Ağustos 922
    Sizin ve arkadaşlarınızın mütemadi gayretleriyle vücud bulan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’na kesret-i meşguliyetim hasebiyle fiilen arz-ı hizmet edemeyişime müteessifim. Evvelce arz ettiğim veçhile sporun herhangi bir şubesiyle iştigal eden kulüplerin birleşip gelişerek aralarında bir ittihat tesis etmesi pek hayırlıdır.
    İttifakın haricinde kalan futbol kulüplerinin size iltihakı şimdilik en muvafık bir hareket olur itikadındayım. Memlekette tenis, boks, güreş gibi sporlar da taammüm ettikçe ayrı ayrı kulüpler teşkili zaruridir. Bilahare onların da aralarında federe olduklarını görmek şayan-ı arzudur.
    Sizler gibi mütevazı, halûk ve samimi gençlerin mesaisini takdir eder ve icab ederse sizlere müzaheret etmeyi kendim için bir vazife bilirim.
    İhtiramat-ı faikamın kabulünü rica ederim.
    Selim Sırrı”

    Üstteki Resim; Federasyonumuza intihab olunan spor mütehassısları : Rana, Ahmet İhsan, Cevad Rüştü, Asaf Rüştü Bey’ler. Doktor Hikmet, İskender ve Ali Rıza Seyfi Beylerin resimleri elde edilemediğinden maatteessüf tab edilememiştir.

    Sağdaki Resim; Federasyonumuzun ilk reisi ve reis-i sanileri, sıra ile : Reis-i Sani Seyfi, Reis Ali Sami, Reis-i Sani Burhaneddin Bey’ler.

    Ortadaki Resim; Yeni teşkil eden federasyonumuza muaveneti vaat buyuran Beynelmilel Olimpiyat Cemiyeti Türkiye murahhası Selim Sırrı Beyefendi

    Soldaki Resim; Federasyonumuzun faal azaları : Katib-i Umumi Fethi, Muhasip Nuri, Müfettiş-i Umumi Nasuhi Bey’ler.

    Alttaki Resim; Federasyonumuzun yeni heyet-i idare azaları : Tayyip Servet, Server, Cemal Fars, Cevdet, Ziya, Hamdi, Orhan Bey’ler


    Not: Sitemizde yayınlanan bütün “1959 Öncesi Şampiyonluklar” konulu yazılara buradan ulaşabilirsiniz.

  • Ayetullah Bey : Fenerbahçe Benim!

    Ayetullah Bey : Fenerbahçe Benim!

    Fenerbahçe’nin kurucularından Ayetullah Bey’in Kuruluş yıllarındaki rolü “Fenerbahçe Benim!” sözüyle özetlenebilir. Ayetullah Bey, Nurizade Ziya Bey’in kulüpteki görevlerini bırakmasından sonra yaşanan zor günlerde idareyi ele almış ve sahada alınan başarısız sonuçlarla günden güne kötüye giden kulübü ayakta tutmayı başarmıştır. Başkanlığı ile beraber kulübün renklerinin sarı – lacivert olarak değişmesi de, Kuruluş yıllarına bıraktığı izlerden bir diğeridir. Ayetullah Bey’in başkanlığındaki bu iki önemli meseleyi ele aldıktan sonra, geçtiğimiz aylarda yayınladığımız ailesi hakkındaki bilgileri ve ilk kez sitemizde yayınlanan fotoğrafları tekrar sizlerle buluşturacağız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Değişen Renkler

    Fenerbahçe’nin değişen renklerinden önce, ilk renklerin nasıl seçildiğine ilişkin bilgilere ve varsayımlara göz atalım.

    Fenerbahçe Tarih yazımı; kulübün renklerinin seçilme hikayesini Rüştü Dağlaroğlu’nun 1957 tarihli kitabına dayandırmış, zamanla romantik öğelerle süslenen bu hikayeden bir “papatya” anlatısı yaratılmıştır. Dağlaroğlu’na göre renklerin seçilmesinde temsil ettikleri anlamlar etkili olmuştu:

    “Ayetullah ve Necip’in kıskançlık ve asalet timsali sarı-lacivert’ine karşı Ziya, kıskançlık ve temizlik manasına gelen sarı-beyaz’ı ileri sürdü ve ısrarla savundu”

    Günümüzde Fenerbahçe resmi web sitesinde yer alan “formalarındaki renkleri ise Fenerbahçesi’ndeki ilkbaharın sevimli müjdecisi papatyaların kıskançlık ve temizlik sembolü olan renklerinden yani sarı ile beyazdan alacaklardı” ifadesi ise bahsettiğimiz romantik anlatımı yansıtmaktadır.

    Kuruluş günlerinde Fenerbahçe burnundaki çayırda yapılan idmanlar, Nasuhi Esat Baydar, Sait Cihanoğlu gibi dönemin tanıkları tarafından aktarılsa da bu kişilerin satırlarında ne papatya detayına ne de renklerin nasıl seçildiğine ilişkin bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Kulübün renklerinin nasıl seçildiği üzerine ikinci varsayım ise, Saint Joseph Lisesi’ne dayanmaktadır.

    Defaten belirttiğimiz gibi, Fenerbahçe’nin kuruluşunda Saint Joseph’in önemli bir etkisi vardır. İlk Başkan Nurizade Ziya Bey sözü edilen okuldan mezundur. Okulun renklerinin de sarı – beyaz olması, bu etkiyle beraber düşünüldüğünde; Fenerbahçe’nin renklerinin Saint Joseph’in renklerinden geldiği tezi öne sürülebilir.

    Renklerin değişimi ile ilgili en net bilgimiz Ziya Bey hala kulüpteyken sarı – lacivert ile değiştirildiğidir. Kuruluş renklerinin Saint Joseph’den geldiğini kabul ettiğimiz takdirde şu değerlendirmeyi dikkate alabiliriz: “Yakın bir zamana kadar Saint Joseph Lisesi mezunu olduğunu birçok kaynaktan okuduğumuz Ayetullah Bey’in Moda’nın bir diğer Fransız okulu olan Faure Mektebi’nden mezun olduğunu 2007 yılında yayınlanan Asr-ı Fener kitabındaki belgelerden öğrenmiş bulunuyoruz. Ayetullah Bey’in Saint Josephli olmaması, Meşrutiyet ile beraber ülke siyasetinde İngiliz etkisinin artması ve bir Fransız misyon okulu olan Saint Joseph ile organik bağ kurmanın yükselen milliyetçilik akımı ile ters düşmesi bu renk değişime bir sebep olarak öne sürülebilir.” 

    Renklerin değişimi ile ilgili diğer varsayım ise Gazeteci Selahattin Duman tarafından 1996 yılında Sabah gazetesinde yayınlanan “Fenerbahçe’nin Gizli Tarihi” adlı yazı dizisinde öne sürülmüştür. Büyük maddi hataların yer aldığı bu yazı dizisindeki teze göre yeni forma almak isteyen Fenerbahçe idarecileri, Mösyö Baker’in mağazasında sarı – beyaz forma bulamamışlar ve en yakın renk olarak sarı – lacivert’i tercih etmişlerdir.

    Sarı Lacivert renklerin Musaver Muhit dergisinin 31 Aralık 1908 tarihli sayısında takımın ilk fotoğrafındaki formalarda yer aldığına göre, renklerin değişimi Ziya Bey henüz kulüpten istifa etmeden gerçekleşmiştir. Kurucu Başkanı henüz kulüpteyken, üstelik sahada formalı olarak yer alırken renklerin değişiminin bir zorunluluktan kaynaklandığı varsayımını akıllara getirmektedir. Şüphesiz bu zorunluluk da o dönemde spor malzemelerini bulmanın kolay olmamasından kaynaklanmaktadır. Yazdıklarımızı özetleyecek olursak, Fenerbahçe’nin renkleri 1908 yılında, Ziya Bey hala kulüpteyken, muhtemelen başkanlığı Ayetullah’a Bey’e bırakma aşamasındayken değiştirilmiştir.

    Mühürdar Gazinosu

    Ayetullah Bey başkan olduktan sonra Fenerbahçe tarihinin ilk bunalımını yaşamaya başladı. Takım alınan kötü sonuçlarla dağılma aşamasına gelmişti. Bu aşamada çevredeki diğer kulüplerle birleşmek çözüm olarak düşünüldü. Bu birleşmelerden ilki 1908 yılının sonuna doğru Kadıköy Futbol Kulübü ile gerçekleşti.

    Yukarıda da sözünü ettiğimiz Musavver Muhit Dergisi, 31 Aralık 1908’te yayınladığı Fenerbahçe’nin ilk fotoğrafının altına “Fenerbahçe ve Kadıköy Futbol Kulübü” yazmıştı. O döneme ilişkin bilgilerimizin kısıtlı olması bu birleşmenin hangi şartlarla gerçekleştiğine ilişkin bir değerlendirme yapmamızı olanaksız kılsa da, devam eden dönemde iki kulübün adının yan yana geldiği her hangi bir ifadeye ya da bilgiye en azından şimdilik rastlamamış olmamız bu birleşmenin sadece “bir maçlık” olduğunu düşünmemizi sağlamaktadır.

    Fenerbahçe Tarihinde “birleşme” konu başlığı altında akla ilk gelen olay Ayetullah Bey’in Üsküdar Kulübü ile Mühürdar Gazinosu’nda yaptığı toplantıdır. Bu toplantının tarihi ile ilgili Burhan Felek 1908 tarihini, Rüştü Dağlaroğlu ise 1910 tarihini vermektedir. Miladi takvimin yürürlüğe girmesinden önce kullanılan Hicri ve Rumi takvimler arasındaki farkın bu ikili tarihlendirmeye sebep olduğu açıktır.

    Birleşme ile ilgili en net bilgileri Nasuhi Esat Baydar’ın satırlarından öğreniyoruz. Nasuhi Esat, 1940’lı yıllarda; Öz Fenerbahçe Dergisi ve Türkiye Spor Ansiklopedisi’nde toplantının detaylarını vermiştir. Aşağıda, bu bilgilerin yer aldığı iki yazının parçalarını bir araya getirdik.

    Nasuhi Esat Baydar Anlatıyor

    “İlk günlerin Hasanlı, Hüseyinli, İzzili, (Devrin en meşhur futbolcuları) şatafatlı takımı, lig maçları arifesinde (öncesinde) dağılıvermişti. Ortada Galip ve onun etrafında, futbolculuğu bile henüz belirmemiş biz gençler, kulübün zayıf bünyesini korumaya çabalıyorduk. Gün oluyordu ki on bir kişi bir araya gelip sahaya nasıl çıkacağımızı düşünerek kıvranıyorduk.

    O zamanın muin-i şiarı (destekleyici sloganı) ittihat (birlik) kuvvetiydi. Biz de bu umdeye (prensibe) uyduk. Kuvvetlenmek için bizden daha kudretsizleri, “Pazar Yolu Kulübü” ve “Üsküdar Kulübü” ile birleştik. Artık kalabalıktık. Takımın her hattında bir iki yedeği vardı. Bizimle ittifak eden zevat (kişiler) arasında şimdi Felek namı müstearı altında yüksek mizah yapan Atletizm Federasyonu Reisi Burhaneddin Bey de (Burhan Felek) vardı.

    Lâkin yeni gelenlerle bir türlü bağdaşamıyorduk. Aramızda sebebi ifade edilemeyen bir geçimsizlik devam ediyordu. Belki biz, eski Fenerbahçeliler, biri birimizin çok yakın dostu idik, yenilerle müşterek (ortak) fikirlerimiz ve hislerimiz yoktu, belki ayrı muhitlerde yetişmekte idik. Velhasıl (sonuç olarak) uzlaşamıyor, az çok ayrı bir küme halinde yaşıyorduk. Esasen birleştiğimiz yer de ancak futbol sahası idi. Henüz lokal sahibi değildik. Şurada burada toplanıyor, işlerimizi hep beraber görüyorduk. Daha geniş hükümleri (maddeleri) olan bir nizamnameye (tüzüğe), idare mesuliyetini (yönetici sorumluluğunu) hakkıyla taşıyan bir heyete ihtiyacımız aşikardı.

    Bu yeni arkadaşlarla birlikte birkaç egzersiz yaptık. Bir gün yeni idare heyeti (yönetim kurulu) teşkil etmek (oluşturmak) üzere bir tatil günü sabahı, Mühürdar Gazinosu’nda toplandık. Vaki (Zaten) birleşmenin umumi şeraiti (genel şartları) esas itibariyle takarrür etmişti (kararlaştırılmıştı). Bu şartlarda Üsküdarlı rüfekadan (arkadaşlardan) birkaçını idareci olarak intihap (seçme) ve idare tarzına müteallik (ilişkin) bir takım teferruatı (ayrıntıları) tespit etmekten ibaretti. Fakat daha içtimaya (toplantıya) başlarken Fenerbahçelilerin bir arada, Üsküdarlıların da ayrı bir grup halinde bulunmaları gösterdi ki ittihat (birleşme) planı arzu ediliyor; fakat bu samimi değildir.

    Nihayet, hazırlanan nizamnameyi müzakere ve bir idare heyeti teşkil etmek üzere,. Usule göre bir reis ve iki katip seçerek görüşmelere başladık. İlk madde üzerinde uzun duruldu. Kulübün adı Fenerbahçe mi, Üsküdar Pazaryolu mu, Fenerbahçe-Pazaryolu mu, yahut büsbütün başka mı olacaktı? Nitekim bize iltihak eden (katılan) arkadaşlar evvela kulüp isminin Üsküdar Fenerbahçe olmazsa, Fenerbahçe Üsküdar şekline ifrağını (dönmesini) teklif ettiler. Birleşmek arzusu kendi taraflarından izhar edildiğine (ortaya konulduğuna) göre Fenerbahçe namını tebdile (değiştirmeye) lüzum olmadığı cevabı verildi. O halde isimleri büsbütün değiştirelim dediler ve Kadıköy ile Üsküdar arasında ne kadar marufça (bilinen) semt ismi varsa saydılar ve aynı cevabı verdik. O zaman idare heyeti azasının adedi ile beş veya yedi azadan kaçının Fenerbahçe’den ve kaçının Üsküdar’dan olacağı görüşülmek istenildi.

    En tehlikeli mevzuya temas edilmiş ve pürüzlü mütalaaların (görüşlerin) fena neticeler vermesine imkan bırakmamak zamanı artık gelmişti. Zira bu iki karanlık nokta tenvir edilmezse (aydınlatılmazsa) Üsküdarlılar bizden kalabalık oldukları için öyle bir emrivaki meydana gelirdi ki Fenerbahçe Futbol Kulübü’nün mevcudiyetinden vazgeçerdik. Bizi biz yapan her şeyi kaybedebilirdik. Fakat o küçük mevcudiyeti (varlığı) bir iki seneden beri beslemiş olan kuvvetli kıymet ve dostluk da zail olur (yok olur) giderdi. Binaenaleyh (Bu yüzden) Üsküdarlı arkadaşlardan muratlarının (niyetlerini) ne olduğunu sarahatle (açıklıkla) söylemelerini talep ettik. Maksatları Fenerbahçe’yi yok etmek miydi yahut suret-i haktan görünüp (erdemli görünüp) birleşme arzusunu izhar ettikten (ortaya koyduktan) sonra Üsküdar Kulübü’ne Fener’in birkaç iyi futbolcusunu almak için bir manevra mı çevirmek istiyorlardı.

    Muarızlarımız (bize karşı gelenler) arasında birkaç hukuk talebesi vardı ki hazmedemedikleri hukuk nazariyatının (kavrayamadıkları hukuk teorilerinin) cemiyetlere, içtimalara, müzakere (görüşmelere) ve intihablara dair ne kadar kaideleri (kuralları) varsa bunları serdederek (dile getirerek) haklarını ispat etmek istediler. Fenerbahçe’nin o zamanki reisi Ayetullah Bey’di (en ihtiyarımız, 23-24 yaşlarında, sarışın ve miyop bir delikanlı). Bu zat Fransız mekteplerinde tahsil etmiş ve hep ecnebi muhitlerinde yaşamış olduğu için Türkçe’yi suhuletle (kolaylıkla) söyleyemezdi. Hukukçuların tumturaklı nazariyeleri karşısında bunalıp aynı selasetle (akıcılıkla) cevap vermekten aciz kalınca ayağa kalktı. Ve Fenerbahçe’nin idare heyeti eskisi gibi kalacak, siz de bizlere tabi olacaksınız hükmünü tebliğ etti (bildirdi). “Bizimle birleştiniz, isim değişikliği bahis mevzuu (söz konusu) olamaz!”

    Pazaryolluların Reisi, bir hukukçu cevap verdi :
    – “Hayır sizinle birleşemedik, iki kulüp birleşti. İsim bahse konulmalıdır”
    Sonra bir teklif ile geldi:
    – “Nizamnamenin diğer maddelerine kat’i şekli (son şekli) verelim, yeni idare heyetini de seçtikten sonra isme avdet ederiz (geliriz)”

    Ayetullah, birdenbire, köpürdü:
    – “Nizamnameyi bitirelim, idare heyetini de ekseriyetinizle kuralım, sonra bu idare heyeti, bu ekseriyet Fenerbahçe’nin kuyusunu kazsın, arkadaşlarımızdan dilediğini alıkoyup üst tarafını kapı dışarı etsin. Nerede bu bolluk! Biz Fenerbahçe’yi yalnız futbol oynamak için değil, bundan çok daha yüksek maksatlarla kurmuş ve bugüne kadar yaşatmış olanlardanız. Yolumuzda yürümek isterseniz elbirliğine hazır olduğumuzu söyler, aksi takdirde sizlere (gazinonun kapısını göstererek) buyurun, deriz”
    Pazaryolluların Reisi, bu sert muamele karşısında, sordu :
    – “Siz kim oluyorsunuz da pişmiş aşa su katıyorsunuz?”
    “Fransız kralı XIV. Louis, La loi, c’est moi! dermiş. Ben de Fenerbahçe benimdir diyorum.”

    Bu celadet (yiğitlik) karşısında biz şaşırıp birbirimize bakmaya başladık. Üsküdarlılardan biri “Fenerbahçeli arkadaşlar reylerini (oylarını) beyan etmemişken reis beyin hangi hakka istinaden (dayanarak) idare heyetinin değiştirilmeyeceğini bu kadar kat’iyetle beyana (kesin ifade etmeye) cesaret ettiğini bizlere dönerek ve hususiyetimizden istiane ederek (yardım umarak)” sordu. Fenerbahçe’nin mevcudiyetini (varlığını) bu kadar şiddetle müdafaa eden (savunan) Ayetullah Bey’i hukuk nazariyatına feda edemezdik. Fakat bir de müzakere adabı vardı. Sekiz on kişi fikirlerini söylememişken reisin müstebit (despot) bir hükümdar gibi müzakereyi kesivermesi hiç olmazsa ayıptı. Bizler bu düşünce içinde mütehayyir (şaşkın) ve kararsız iken Üsküdarlılar aynı zemberekle müteharrik imişçesine (hareket edermişçesine) hep birden ayağa kalktılar ve gazinoyu terk ettiler.

    Birleşme akim (sonuçsuz) kaldı. Üsküdarlılar biraz daha sabretselerdi ruhlarımızdaki ani buhrandan istifade ederek (yararlanarak)  belki muratlarına nail olacaklardı (ereceklerdi). “Fenerbahçe benimdir” cevabı, On beşinci Louis’nin meşhur sözü idi, ama Fenerbahçe reisinin uzağı görmesi sayesinde, bir müzakere oyununa gelmemiş, dağılmak vartasından (tehlikesinden)kurtulmuştu.


    Fenerbahçe, kırk yıllık ömründe, yine Ayetullah kıratında (gibi değerli) idarecilerinin uzak görüşleriyle, buna benzer hadiselerden daha kuvvetlenmiş olarak çıkacaktır. Fenerbahçe’yi bu vartadan kurtarmış olan merhum Ayetullah Bey’in hatırasını her Fenerbahçeli rahmetle yad etmelidir.

    Salt Araştırma arşivinden

    “Olmadı ve Ayrıldık”

    Ayetullah Bey’in adeta devleştiği o toplantının bir diğer tanıdığı da Nasuhi Esat’ın satırlarında bahsettiği Burhan Bey’dir. Burhan Felek, yıllar sonra yazdığı bir yazıda o güne ait gözlemlerini şöyle dile getirmiştir:

    “1908 civarlarında Anadolu Kulübü (Üsküdar) bir ara Fenerbahçe ile birleşme kararı aldıydı. Bu işi Tevfik Taşçı Bey’in (Fenerbahçe Kurucu kadrosundan) delaleti ile yaptık. Ama yürümedi. Neden yürümedi? O devirde Üsküdarlı bir genç ile Kadıköylü bir gencin cemiyet ve toplumdaki vazife (görev) ve telakkileri (görüşleri, bakış açıları) birbirinden ayrıydı. Üsküdarlı genç, Türk mekteplerinde okurdu. Kadıköylü gençlerin büyük bir kısmı oralarda bulunan Fransız mekteplerinde okumuşlardı. Uzatmayalım, olmadı ve ayrıldık”

    Burhan Felek’in satırlarında, birleşme toplantısında Haccarzade Tevfik Bey’in de olduğu ayrıntısı göze çarpmaktadır. Bu ayrıntıdan daha önemlisi Burhan Felek’in, Nasuhi Esat’ın dile getirdiği, antrenman yapmak için sahada gerçekleşen birleşmeye rağmen iki kulübün oyuncularının arasında hakim olan “sebebi ifade edilemeyen geçimsizliği” açıklayıcı ifadeleridir.

    Bugüne kadar Kadıköy’ün demografik yapısı üzerine yaptığımız değerlendirmeler bu ifadelerle daha anlaşılır hale gelmiştir. Üzerinde önemle durulması gereken nokta ise, yabancı nüfusunun hakim olduğu ve nüfusun semtte yerleşik Türkleri fazlaca etkilediği bu dönemin; Üsküdar gibi bu etkinin olmadığı semtlerle yapılmaya çalışılan koalisyonlara tanıklık etmesidir. Bunun da altında Fenerbahçe’nin gelişmeye aday bir kulüp olarak günden güne daha fazla sporcuya ihtiyaç duymasıdır.

    Ayetullah Bey’in Ailesi

    Kuruluş döneminde Fenerbahçe’yi yok olmaktan kurtaran bu özel insan hakkında bildiklerimiz sınırlıydı.

    1888 Yılında İstanbul’da doğduğu, Ferik (General) Şevki Paşa’nın oğlu olduğu, Fenerbahçe’nin ilk kadrolarında defans ve savunmada forma giydiği, 1918 yılında henüz 30 yaşındayken İspanyol gribi salgınında hayatını kaybettiği, Rüştü Dağlaroğlu’nun 1957 tarihli kitabında yazılıydı.

    Asr-ı Fener’de ise ailesi özelinde yeni bir bilgi verilmiyordu. Araştırmalarımızı bir diğer kurucu Necip Okaner üzerinde yoğunlaştırdığımız sırada, güzel bir tesadüf eseri Ayetullah Bey’in ailesini bulduk. Önce yukarıda bahsettiğimiz kitapların ayrıldığı noktaya göz atalım.

    İki kitap da Ayetullah Bey’in Piyade Feriki Şevki Paşa’nın oğlu olduğunu yazarken, okuduğu okullar konusunda birbirlerinden ayrılmışlardır. Rüştü Dağlaroğlu, Ayetullah Bey’in St. Joseph Lisesi’ni bitirdiğini söylerken, Asr-ı Fener’in görüşü ise Mekteb-i Sultani’de başlayıp Moda Faure Fransız Lisesi’ni bitirdiği yönündeydi. Asr-ı Fener’in Ayetullah Bey’in Osmanlı Bankası sicil kayıtlarına dayanarak kanıtladığı bu bilgiyi doğru kabul ederek kendi tarih yazımımızda da kullanmaya başladık. Osmanlı Arşivlerinde o dönem için yaptığımız taramalarda Moda’da yer alan okullar arasındaki öğrenci geçişlerinden bahseden belgelere rastladık. Bu belgeler Ayetullah Bey’in sözü edilen her iki okulda da farklı dönemlerde okumuş olma olasılığını da ortaya koydu.

    Ayetullah Bey’in ve ailesinin daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış fotoğraflarının bulunma hikayesi ile devam edelim.

    28 Mayıs 1983 tarihli Milliyet gazetesinde bir ölüm ilanına rastladık. Nilüfer Lüy’ün 26 Mayıs 1983’de vefat ettiğini söyleyen bu ilan , Fenerbahçe tarihi için çok önemli soruların cevaplarını beraberinde getirdi ve heyecan veren yeni soruların ortaya çıkmasını sağladı. İlanda şöyle yazıyordu:

    “Merhum Korgeneral Şevki ve Müveddet Arz’ın kızı, merhum Yüzbaşı Raşit ve İsmet Loğa’nın gelini, Fenerbahçe Kulübü kurucularından Ayetullah’ın kardeşi, Necip Okaner’in yeğeni, merhum Reşat ve Abdi Loğa’nın yengesi, Maskat Sultanı Tarık Alsait’in teyzesi, Celasin-Fahriye Lüy’ün annesi, merhum süvari Rıdvan Lüy’ün eşi, Lüy, Zembilci, Atman, Çakır, Akkeskin, İncesu, Ersev, Oçbe, Big ailelerinin teyzesi, yengesi, halası Nilüfer Lüy, 26 Mayıs 1983 günü vefat etmiştir. 28 Mayıs 1983 günü ikinci namazından sonra Kanlıca Camii’nden ebedi istirahatgahına defnedilecektir”

    İlanda Atman soyadını görünce aklımıza (Fenerbahçe’nin en büyük golcüsü Zeki Rıza Sporel‘in de yakın arkadaşı olan) merhum Ahmet Atman ve onun torunu, sayın Lale Atman geldi. Meydana çıkan yeni sorulara yanıt vermesi ümidiyle kendisine yazdık. Ve ondan, araştırmalarımıza çok yardımcı olacak şu cevapları aldık.

    “Nilüfer Lüy, Rıdvan Lüy ile evliydi. Tek çocukları olmuştu, adı Celasin. O da tenisçiydi ve Fenerbahçe’de oynardı. Hatta 1945 senesinde olaylı bir Fenerbahçe-Galatasaray tenis turnuvası olmuş. Nilüfer Teyze’nin ailesi Maşukiye civarındandı ve Çerkes olduklarını biliyoruz. Dedesi Osmanlı’da katipmiş. Ahmet Atman ve Necmiye Atman’ın (dedemiz ve babaannemiz) çok yakın dostlarıydı. Öyle ki eşi Rıdvan Lüy vefat ettikten sonra gelip birkaç sene bizimle kalmıştı. Sonra halam Esin Zembilci’nin kızı Ela doğunca halamlarda, babaannem ile birlikte kaldı. Vefat edene kadar orada kaldı ve Kanlıca mezarlığında gömülüdür. Fransız okulunda okumuş, son derece kibar, görgü kurallarına riayet eden, disiplinli, ufak tefek, zayıf ve çok hoş bir insandı. Hepimizde emeği çoktur. Babam ona Neylüfer teyze derdi. Ve dediğiniz gibi hepimizin çok sevip saydığı aile büyüğümüzdü. Eşi Rıdvan Lüy (Türkiye Jokey Kulübü) TJK’da bir dönem yanlış hatırlamıyorsak saha komiserliği yapmıştı.”

    Nilüfer Hanım’ın vefat ilanından ve Lale Hanım’ın anlattıklarından yaptığımız çıkarımları şu şekilde sıralayabiliriz:

    -Ayetullah Bey’in babasının adını ve rütbesini biliyoruz ama hangi Şevki Paşa olduğunu bilmiyoruz.

    -Eğer bir “üvey kardeşlik” durumu yoksa, Ayetullah Bey’in annesinin adı Müveddet.

    -Fenerbahçe tüzüğünde ismi geçen beş kurucudan ikisi, Ayetullah Bey ile Necip Okaner “bir şekilde, büyük olasılıkla anneleri tarafından” yeğenler.

    -Fenerbahçe’nin ünlü tenisçilerinden Celasin Lüy, Ayetullah Bey’in kız kardeşinin oğlu.

    Bir ölüm ilanından ortaya çıkan bu bağlantılar, Kuruluş dönemi ile ilgili bilgi ve belgelere ulaşmanın düşünüldüğü kadar zor olmadığını ortaya koyuyor. Eminiz gün yüzüne çıkardığımız bu belgeler, yeni bilgileri ortaya çıkarmak için gösterilen çabaları arttıracaktır. Bu sayede Fenerbahçe camiası olarak sıkışıp kaldığımız kalıplardan da çıkmış olacağız. 

    Ayetullah Bey ve ailesinin daha önce hiç yayınlanmamış fotoğraflarının ortaya çıkmasında teşekkür etmemiz gereken isimler var. Bu isimlerin başında Ayetullah Bey’in resimlerini aile albümünden çıkararak bizimle paylaşan Sayın Mehmet Auf ve Kıymetli Eşleri Ebru İpek Auf geliyor. Bozkurt K. Yılmaz ise Auf Ailesi ile olan arkadaşlığını bu büyük emeğe aracı ederek teşekkürle beraber minnetlerimizi de hakediyor. İstanbul’un ve Kadıköy’ün tarihî simaları olan Ayetullah Bey’i, babası Piyade Feriki Şevki Paşa’yı, kız kardeşi Nilüfer Lüy’ü, kız kardeşinin eşi Rıdvan Lüy’ü ve yeğeni Fenerbahçeli tenisçi Celasin Lüy’ü saygıyla anarak;  sizleri, Ayetullah Bey ve ailesinin tarihi fotoğrafları ile tekrar başbaşa bırakıyoruz.

    Barış Kenaroğlu

    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk
    • Ayetullah Bey'in Ailesini Bulduk