Etiket: Celal Esat Arseven

  • Fotoğrafçı Ferit İbrahim

    Fotoğrafçı Ferit İbrahim

    Türk sporunun efsane dergileri İdman ve Spor Alemi’nde bol bol fotoğrafına denk geldiğimiz Fotoğrafçı Ferit İbrahim Bey ile ilgili teferruatlı bir Taha Toros yazısı. Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fotoğrafçı Ferit İbrahim

    Batıdan bize gelen fotoğrafın öyküsü, hayli değişik.

    “Gâvur icadı” dışlaması ile bu mesleğe Müslümanların pek yaklaşamaması yüzünden, ilk dönemlerde, üç ayaklı sehpa, gayrimüslimlerin elinde kaldı. Hatta objektifin karşısına çıkmakta bile Müslüman kökenliler, gayrimüslimlere göre azınlıktaydılar.

    Ne zamandan beri, fotoğrafın Türkiye’ye gelişiyle ilgili bir tarihçe hazırlamayı kurardım. Hatta geçtiğimiz yıllarda, bunun başlığını bile şöyle tasarlıyordum: Fotoğrafçılık Tarihimize Giriş

    Fotoğrafın Türkiye’ye nasıl girdiğini, daha sonra Abdullah Frerler ailesine nasıl geçtiğini yansıtarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun eski vilayet merkezlerindeki ilk fotoğrafçıları -tespit edebildiğim kadarıyla- eserlerinden de örnekler vererek, kitaplaştıracağım.

    Ne var ki, diğer kültür, sanat ve tarih konularındaki araştırmalarımız, son yıllarda, çok ağır bastı. Bu sebeple konu ikinci, hatta üçüncü plana itildi.

    Bu alanda araştırma yapan ve yayınlarını sergileyenleri gördükçe, önemli bir boşluğun doldurulma gayretlerine, seviniyorum. Örnek olarak, titiz bir çalışma ürünü olan, Engin Çizgen’in Photography in The Ottoman Empire adlı kitabı bunlar arasında bulunuyor. Her ne kadar kitapta ilk taşra fotoğrafhanelerinin tamamı yer almış olmasa bile, bu kadarıyla da konunun yansıtılması yeterlidir. Bu bakımdan Çizgen’in eseri dört başı mamur denilebilecek niteliktedir.

    Fotoğrafçılık sanatı bugün, televizyon gibi, renkliliği, değişikliği ile dünyayı sarmış durumdadır. Ülkemiz, bu ilerlemede milletlerarası şöhretlere de sahiptir. Türkiye’yi batıda, batı ve doğuyu Türkiye’de bütün yönleriyle yansıtan üstün nitelikli fotoğraf sanatçılarımız var. Objektifte çağın gerisinde değiliz.

    Sözü uzatmadan, “Türk Fotoğrafçılık Tarihine Giriş” adlı notlarım arasından seçtiğim Ferit İbrahim’i tanıtarak, hatırasını canlandırmaya çalışacağım.

    Ferit İbrahim’i şu açıdan seçmiş bulunuyorum. O, ülkemizde ilk Türk fotoğrafhanesini açanlar arasında yer alması, Meşrutiyet yıllarının ilk Türk fotomuhabiri olması ve ilk sinema operatörlüğünü üstlenmesiyle, fotoğrafçılık tarihimizin unutulmaz bir simgesi ve simasıdır.

    Bundan önceki fotoğrafhanelerin hepsi gayrimüslimlerin elindeydi. Fotoğrafçılık mesleği âdeta, onlara tahsis edilmişti. Bu inanışı ilk kıran Kandiyeli Bahaeddin, ardından Ferit İbrahim oldu. Ferit İbrahim, Beyoğlu’nda ilk fotoğrafhane açan Türk’tür.

    Ferit İbrahim’den Önceki Fotoğraf Dostları

    19. asrın sonlarına doğru, fotoğraf makinelerini kullanan, evlerinde karanlık odalar kuran hayli kişiler olduğu gibi, fotoğrafçılık yapmayıp da kalemleriyle bu mesleğin tanıtılmasına ve geliştirilmesine hizmet etmiş bazı aydın kişiler vardır. Mehmet Arif, Kadri, Aziz Hüdai bunlar arasındadır. Bu türden yayınlara Ali Sami Bey de katılmıştır. Ancak Ali Sami Bey, uzunca bir dönemin ünlü fotoğrafçısı olarak tanınmıştır.

    Ali Sami Bey, sarayın fotoğrafçısıydı. Sultan Abdülhamid’in hem yaveri, hem fotoğrafçısıydı. Binbaşılık rütbesinden albaylığa kadar sarayda çalıştı. Dönemin tüm meşhurlarının fotoğraflarını çekti. Bahriye Nezaretinin, Darülacezenin fotoğrafçılığını, Harbiye mektebinin fotoğraf hocalığını yaptı. Meşrutiyet sonrası rütbesi Binbaşılığa indirildi. Ali Sami Beyin gazeteciliği de vardır. Balıkesir’de “Adalet” adında bir gazete yayınlamıştır. Millî Mücadelenin sonunda İzmir’de Divan-ı Harb’e verilmiştir.

    Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz Ali Sami’den başka Yıldız Sarayında fotoğrafçı olarak bir Türk daha vardır. Aynı zamanda ressam olan Ahmet Rıfat Bey, mühendisti. Albay rütbesiyle bu görevde bulunduğunu eski kaynaklardan öğreniyoruz. Ahmet Rıfat Bey, 1890 yıllarında bu görevdeydi.

    Yıldız Sarayı’nın müdavimlerinden ve gayrimüslimlerden ressam bir fotoğrafçıya da eski kayıtlarda rastlıyoruz. Bordi adında, muhtemelen, bir levantendir. 1894 yılının Mayıs ve Haziran aylarında, Yıldız Sarayı ziyaretçileri arasında bulunuyor. Ama bugün elimizde ne bir fotoğrafı, ne de biyografisi vardır.

    Eski Devlet Adamlarında Fotoğraf Tutkusu

    Sultan Hamit döneminin kültür ve sanata eğilimli sadrazamlarından olan Cevat Paşa (1850-1900) -öyle sanıyorum ki- devlet adamları içerisinde, fotoğrafçılık tutkusu önde gelen bir kişidir. Cevat Paşa’nın güzel sanatlara ve tarihimize büyük ölçüde hizmeti dokunmuştur. Vilayet binasının arkasındaki eski arşiv, onun eseri olduğu gibi, bugünkü arkeoloji müzesinin geçmişteki gelişmesinde de büyük himmeti olmuştur. Hatta bu müzenin kütüphanesindeki değerli kitaplık ve bunların içerisinde bulunan kitaplar ile dergilerin çoğu Cevat Paşa’nın armağanıdır. O, Yıldız’daki Çini fabrikasının da kurucusu sayılır. Geniş sanat ve tarih kültürü ile yaşamış olan Cevat Paşa’nın bu alanda yayınlanmış eserleri de bulunmaktadır.

    Cevat Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağında fotoğraf atölyesini gören ve İstanbul’u bütün yönleri ile geçmişte, yansıtmış bulunan merhum yazarımız Sermet Muhtar Bey, onun büyük laboratuvarında ve atölyesinde bulunan 15 çeşit fotoğraf makinesinden söz eder. Bütün raflarda bulunan aletleri ve fotoğrafların banyosunda kullanılan şişeler dolusu ilaçları agrandisman fotoğrafların duvardaki asılı görüntülerini, tatlı üslubu ile anlatır.

    Bu devlet adamından başka, Nâfia Nâzırlığı’na kadar yükselmiş İstanbul Şehreminliği’ni (Belediye Başkanlığını) yapmış ve bugünkü duruma göre, Teknik Üniversite Rektörlüğüne denk sayılabilecek olan Mühendis Mektebi müdürlüğünde bulunmuş olan Yusuf Râzi Bey’de, çeşitli fotoğraf makinaları kullanan, evinde karanlık odası bulunan, Avrupa’nın büyük dergilerinin foto muhabirliğini yapan ilkler arasındadır. Yusuf Râzi Bey’in eskimiş bazı negatif camları ile Sabah Juvalye’nin pörsümüş camları, vaktiyle, iki sandık içerisinde, benim arşivime intikal etmişse de zaman aşımı yüzünden, hiçbirinin kullanılmasında, müspet sonuç alınamamıştır. Ancak Yusuf Râzi Bey’in rahmetli kızı Leylâ Hanım bana, babasının çekmiş olduğu İstanbul’a ait bazı manzaraları hediye etmiştir.

    Bu arada ünlü edebiyatçımız Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in de ressamlığı ve fotoğrafçılığı bilinmektedir. Mahmut Ekrem Bey’de evinde küçük bir fotoğraf laboratuvarı kurmuştur.

    Hariciye nezareti müdürlerinden Neyir Bey ile Nuri Bey’de fotoğraf makinesi kullanan ilk diplomatlarımızdandır. Çocukluğundan beri fırçası ile birlikte fotoğraf makinesini kullanan ve 95 yaşına kadar kültür ve sanat çalışmaları içerisinde ömrünü sürdürmüş bulunan Celal Esat Bey de bu mesleğin aşıkları arasında yer alır. Ne var ki, bu konuda, küçük bir broşür hazırlamakla yetinmiştir.

    Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında içişleri Bakanlığı yapan Mehmet Cemil (Uybadın) de, yakın tarihimizde, fotoğrafçılığını ölümüne kadar sürdürmüş olan bir devlet adamıdır. Ama fotoğrafçılığı meslek olarak üstlenip 1908 Meşrutiyetinin hür havası ve heyecanı ile yaşamış bulunan ve kamuya yönelik fotoğrafhaneler açan Türkler arasında Bahattin Rami Bey ile Ferit İbrahim Özgürar ilkler arasında bulunmaktadır. Ferit İbrahim Bey 71 yıllık ömrünün 53 yılını fotoğrafçılığa harcayan tek Türk sanatkârı olarak fotoğrafçılık tarihimizde bir rekor kırmıştır.

    Ferit İbrahim’den Önce Bir Fotoğrafçı Aile

    Osmanlı imparatorluğu döneminde Türk fotoğrafhaneleri Selanik, İzmir gibi büyük şehirlerde açıldı.

    İstanbul’da Ferit İbrahim’den önce, Girit’ten gelen ve oradaki “Kandiye” fotoğrafhanesini kuran bir fotoğrafçı aile bulunuyor. Girit’te fotoğrafçılık yaptığı sırada da “Bahattin Baritaki” olan Bahattin Bey, önce İzmir’de fotoğrafçılığa başladı. Daha sonra “Resne Fotoğrafhanesi” aynı aileden Hamza Rüstem Bey’e devrederek İstanbul’a geldi, ilk fotoğrafhanesini “Bahattin Rahmizade” adı altında, Cağaloğlu yokuşunda 59 numarada açtı. Birkaç yıl sonra atölyesini, Bâb-ı Âli caddesinde 15 numaraya nakletti. Burada “Rahmizade Bahattin” olarak mesleğini sürdürdü. Soyadı kanunundan sonra “Bahattin Nezir”e dönüşen bu ad, fotoğrafçılık tarihimizin önemli temel taşlarından biridir.

    Bu aileden yetişenler, yıllarca Türkiye’nin değişik yerlerinde mesleklerini sürdürdüler. Son yıllarda mesleğinden emekli olan ve ailenin en kıdemlilerinden bulunan Necati Bey, babasından kalan ve yıllarca yönettiği Kandiye Fotoğrafhanesi’ni, oğlu Şükrü Bey’e devretmiştir.

    İlk Kadın Fotoğrafçılarımız

    İlk kadın şairlerimiz (1934), ilk kadın ressamlarımız (1988) gibi, edebiyat ve sanat ağırlıklı kitaplarımı ve yıllar öncesi televizyondaki “Mesleklerinde ilk Kadınlarla” ilgili metni benim hazırladığımı bilenler -rastladıkça- “İlk kadın fotoğrafçılarımız var mıdır?” diye sormaktadır.

    Tespitlerimize göre -Saltanat döneminin son yıllarına doğru- “Türk hanımlar fotoğrafhanesi” sahibi Naciye Hanımı, ilk kadın fotoğrafçımız olarak kabul edebiliriz.

    Kadınların, erkekler tarafından fotoğraflarının çekilmesini hoş görmeyenlerin çoğunlukta olduğu bir dönemde buna bir alternatif sağlayan Naciye Hanım’ın zekâsını takdir etmeliyiz.

    Diğer bir kadın fotoğrafçımız Adviye Hanım’dır. Kandiye şehrinden İzmir’e, oradan İstanbul’a, bir kolu da Bodrum, Fethiye, hatta İzmit ve Adapazarı’na kadar yayılan ünlü bir fotoğrafçı aileye mensup olan Adviye Hanım da ilk kadın fotoğrafçılarımız arasında yer almaktadır. Ancak, bunlardan önceliğin hangisinde olduğunu, henüz belirlemiş değiliz.

    Ferit İbrahim’in Kısa Biyografisi

    Ferit İbrahim Bey, asker kökenli tarihî bir ailenin soyundan geliyor. Babası Ayaşlı Miralay (Albay) İbrahim Bey’dir. Bu İbrahim Bey, Arnavutluktaki “Bar” kalesinin fâtihi ve kumandanı olarak, askerlik tarihimizde yer almış bir gazi.

    Ferit İbrahim’in annesi Asiye Hanım, İstanbul’un tanınmış bir ailesine mensup. Ferit İbrahim, 1882 yılında, Üsküdar’da doğdu. Babası İbrahim Bey’in Şam askerî ve mülkî kaymakamı iken erken ölümü üzerine, küçük yaşta yetim kaldı.

    Üsküdar idadisini bitirdikten sonra bir müddet Mülkiye’ye devam etti. Sonra hukuk eğitimi gördü. Hatta hukuktan doktora tezi hazırladı.

    Ferit İbrahim’in ilk resmî görevi Şuraı Devlet (Danıştay) âzâ mülazimliği (Üye yardımcılığıdır. Ne var ki fırçaya olan tutkusu, fotoğrafa olan sevgisi, musikiye olan aşkı onu devlet kapısından kopardı. Gönlünde taht kuran, güzel sanatların çekiciliği çocuk yaşta annesinin armağanı ile hayatının yönünü değiştirdi.

    Fotoğrafçılığa İlk Adım

    Ferit İbrahim’in fotoğraf sanatına yönelişine annesi Asiye Hanım etken oldu. Babasız olarak onu büyüten bu aydın kadın, oğlunun okuldaki başarısını satın aldığı bir fotoğraf makinası ile ödüllendirdi. Ferit İbrahim bu aletle 16 yaşında iken, 1898 yılında, düşlediği bir ortama karıştı.

    Bu sihirli mesleğin modern akışını yakından izlemek, bilgilerini güçlendirmek amacı ile yabancı ülkelerden dergiler ve kitaplar getirtti. Fotoğrafçılıkta çağa ayak uydurmaya çalıştı. Batı anlamında fotoğraflar çekti. Çektiği fotoğraflar Meşrutiyet döneminin ünlü kültür dergilerinde Şehbal, Resimli Kitap, Yeni Gazete de yayınlandı. Hatta bazı fotoğrafları Avrupa dergilerinde yer aldı. Bu açıdan, ülkemizde, ilk Türk foto muhabiri olarak tanındı.

    Meşrutiyet yıllarının ilk Türk fotoğrafçısı, sinema operatörü ve foto muhabirliği ile siyaset ve kültür çevrelerinde ün yapan Ferit İbrahim, önemli bir boşluğu doldurmak ve yanlış bir inanışı kökünden kazımak için bir Türk olarak, mesleğini atölye açmak suretiyle sürdürmek istedi. Bu amaçla evindeki atölyesini, şehrin göbeğindeki bir semte taşıyıp, herkese açık, bir fotoğrafhane kurdu.

    Trablusgarp ve Balkan savaşları sona ererken Ferit İbrahim Bey, Sirkeci’de Büyük Postane karşısında, ilk fotoğrafhanesini açtı. Yalnız Ferit İbrahim’den evvel Cağaloğlu yokuşunda 59 Numarada Bahattin Rahmizade’nin fotoğrafhanesi mevcuttu. Onun atölyesinde çalışanların çoğu azınlıklardan oluşuyordu. Ama bu fotoğrafhane, İstanbul semtinin -Girit’in Kandiye şehrinden gelen- bir Türk ailesinin kuruluşu idi.

    Ferit İbrahim Bey’den sonradır ki, İstanbul semtinde birer ikişer Türk fotoğrafhaneleri açıldı. Bunların en fazla tanınanı 1. Dünya savaşının son yıllarında “Ahmet Necati Fotoğrafhanesi” idi.

    Ferit İbrahim Bey yukarıda sözünü ettiğimiz, Büyük Postane karşısındaki fotoğrafhanesini -Galiçya savaşına katılmak üzere ve orada ordu fotoğrafçılığı yapmak için bulunduğu dönemde- kapattı. 1919 senesinde, tüm fotoğrafhanelerin gayrimüslimler elinde bulunduğu, Beyoğlu’na nakletti. Aslında Ferit İbrahim, Beyoğlu’nda ilk Türk fotoğrafhanesini açmakla kendisine iyi bir isim yapmış oldu. Beyoğlu’ndaki ilk fotoğrafhanesi, bugünkü “Olgunlaşma”nın bulunduğu bina idi. Sonradan atölyesini, caddenin karşı tarafındaki, Lâle sinemasının üstüne nakletti.

    Bu arada Ferit İbrahim Bey, Beyoğlu’ndaki atölyesini -bir müddet için- kapalı tuttu; çünkü 1925 yılında Ankara’ya çağrılmış ve Çankaya’nın fotoğrafçısı olmuştur. Ankara’da geçirdiği bir yılı aşan hizmeti sonunda, tekrar Beyoğlu’na döndü ve fotoğrafhanesini yönetmeye başladı.

    Lale sineması sitesinde yıllarca sürdürdüğü fotoğrafçılığını, yaşlılığının verdiği yorgunlukla, Kadıköy semtinde sürdürdü. Ferit İbrahim, Kadıköy’deki atölyesini sürdürdüğü sırada vefat etti. Yarım asırlık arşivi, özellikle Atatürk’ün yanında bulunduğu günlerde ürettiği yüzlerce negatif ve tarihî camlar, büyük bir öksüzlük içerisinde, geçmişle ilişkilerini kestiler.

    4. ve son eşi, Rum asıllı Fifi bunları tasfiye ederek Türkiye’den ayrıldı ve Yunanistan’a gitti.

    Ferit İbrahim Bey’in Kurduğu Fotoğraf Kulübü

    Ferit İbrahim Bey, toplumcu bir adamdır. Fotoğrafçılığın Türkiye’de gelişmesini sağlamak için, bazı arkadaşları ile ve 1908 Meşrutiyetinin ülkeye getirdiği taptaze bir hava içinde, bir dernek kurulmasına ön ayak oldu.

    Şark gazetesinin 4 Eylül 1908 tarihli sayısında yayınlanan bir davetle, 9 Eylül 1908 günü Sirkeci’deki istasyon birahanesinde bir toplantı yapıldı. Türkiye’de ilk defa bir Fotoğraf kulübü kuruldu.

    Bu kulüp, Osmanlı ülkesinde kurulan, ikinci fotoğrafçılar derneğidir. Bunun ilki, 1895 yılında Selanik’te kurulmuş olan, fotoğrafçılık ve ressamlığın ülkede gelişmesini sağlamak amacı ile kurulan ilk dernektir.

    Ferit İbrahim’in Ressamlığı

    Fotoğrafçılıkla, ressamlık geçmişte âdeta akraba sayılırdı. Fotoğrafçılıkla uğraşanlardan bazıları resim de yaparlardı. Ferit İbrahim’in bu türden kişiler arasında, belirli bir yeri, başarılı bir fırçası vardı.

    Ferit İbrahim, ünlü ressam Hoca Ali Rıza Bey’den resim dersi almış, yağlıboya ve suluboya tablolar yapmıştır. Ne yazık ki, bunlar muhafaza edilememiş ve bugün izleri tamamen yitirilmiştir.

    Ferit İbrahim’in Müzisyenliği

    Ferit İbrahim’in musiki ile güçlü bir dostluğu vardı. 1908-1910 yıllarında nağmelerle canlı günler yaşayan Üsküdar’da Zöhre-i Musiki Cemiyetini o kurmuştur. Ayrıca Kadıköy’de açılan Şark Musiki Cemiyetinin kurucuları arasında yer almıştır.

    Ferit İbrahim’in Sinema Operatörlüğü

    Ferit İbrahim Sinema Operatörlüğüne, mütareke yıllarında başladı. Cumhuriyet’in ilanı ile bu mesleği de fotoğrafçılığına ek bir meslek haline getirdi. Atatürk’ün ilk yurt gezilerinde bazı filmler gerçekleştirdi.

    Ferit İbrahim’in Savaş Fotoğrafçılığı

    1914 yılında, Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Türkiye, zorunlu olarak Almanya’nın yanında yer almıştı. Bu büyük savaş ülkemizin çevresini sarmıştı. Bu yıllarda Ferit İbrahim, Sirkeci’deki fotoğrafhanesini bırakarak, Galiçya cephesine gitti. Ordunun fotoğrafçılığını üstlendi. Ne yazık ki, elimizde, Ferit İbrahim’in o yıllardaki objektifinin ürünleri bulunmuyor.

    Ferit İbrahim, Çankaya’da

    Atatürk’ün Selanik’ten ve Harbi- ye’den yakın arkadaşı olan Cemil Bey (Uybadın), Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Parlamentoya girdi, içişleri Bakanlığı ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği gibi önemli hizmetlerde bulunmuş ve Atatürk ile daima beraber olmuştur.

    Bu Cemil Bey’in, Güzel Sanatlara, resme, hata ve fotoğrafa karşı büyük tutkusu vardı. Hele onun fotoğrafçılığı, normal bir hobinin çok ilerisinde, çekici bir aşka dayanıyordu. Doğanın, hayvanların, çocukların fotoğraflarını çeker, kendi evinde yaptırdığı karanlık odada banyolarını ve baskılarını yapardı.

    Cemil Uybadın, ünlü fotoğrafçımız Ferit İbrahim Bey ile çağdaştılar. Fotoğraf, resim ve musiki konularında da, kalpleri beraber atardı. Cemil Bey, İçişleri Bakanlığı sırasında sinema dokümantasyonu yaptırmak amacı ile Fransa’dan Ankara’ya bir uzman bile getirtmişti. Öte yandan Çankaya için, bir uzman fotoğrafçıya ihtiyaç bulunduğunu savunuyordu. Bu görüşle Atatürk’e, Meşrutiyet ilanından önce bu mesleğe başlamış bulunan, Ferit İbrahim Bey’i önerdi, işte Ferit İbrahim, bu amaçla Ankara’ya davet edildi. Çankaya, Ferit İbrahim gibi, deneyimli bir Türk Fotoğrafçısına kavuşuyordu.

    Ferit İbrahim, bir yıldan fazla Çankaya’nın fotoğrafçısı oldu. Objektifi ile Atatürk’ün seyahatlerine katıldı ve onun muhtelif pozlarını tespit etti. Hatta Atatürk, Çankaya’da Ferit İbrahim’in çektiği, kendi fotoğraflarından yedisini takdir cümleleri ile Ferit İbrahim için imzaladı.

    Ferit İbrahim Bey, Çankaya’dan ayrılıp Beyoğlu’nda ikinci kere açtığı fotoğrafhanesinin duvarlarını Atatürk’ün imzalı fotoğraflarıyla süsledi.

    Baba Mesleğini Sürdüren Oğlu Naim Gören

    Naim Gören (1904-1977) Ferit İbrahim Bey’in ilk çocuğudur. Ferit İbrahim, Ankara’daki çalışmaları sırasında, oğlu Naim’i yanına getirtti. Naim Bey, Ulus semtindeki ünlü Karpiç lokantasının sırasında fotoğraf malzemeleri satan ve amatör fotoğrafçıların filmlerini banyo eden ve baskılarını yapan bir mağaza açtı. Kendisini çok sevdirdi. Yakışıklılığı kadar, kibarlığı ve sosyete özelliği ile Naim Gören, kısa zamanda bütün Ankaralıların yakından tanıdığı, sevdiği bir fotoğrafçı oldu. Fotoğrafı kadar doğayı da seven Naim Bey Küçükesat semtinde bahçe içerisinde bir ev yaptı. Burada, doğa ile kucak kucağa, yaşamını sürdürdü.

    O yıllarda Küçükesat, bağlar ve bahçeler içerisinde, seyrek evlerden oluşan tenha bir yerdi. Naim Bey’in evi, Belediye otobüslerinin her gün iki veya üç defa uğradığı bu semtin son durağındaydı. Onun için Ankara Belediyesi, bu ünlü fotoğrafçının adını Naim Bey durağı olarak) bu istasyona verdi. Naim Gören, hayatının son yıllarında, Ankara’daki işini İstanbul’a nakletmişti. Burada 17 Ağustos 1977 günü öldü. Zincirlikuyu mezarlığına gömüldü.

    Naim Bey, baba mesleğini -aynı zamanda gazeteci olarak- tıpkı babası gibi 53 yıl sürdürdü.

    Ferit İbrahim’in Soyadı

    Ferit İbrahim Bey, soyadı kanunu üzerine, alacağı adın fotoğrafçılığı ile ilişkili olmasını arzuladı. Oğlu fotoğrafçı Naim Bey ile aynı espride bir soyadı seçmede birleşemediler. Ama her ikisinin aldıkları soyadlarında, mesleklerinin -az da olsa- esintileri bulunuyor. Baba Ferit İbrahim Bey “Özgürar”ı, Oğul Naim Bey “Gören”i kendileri için soyadı olarak seçtiler.

    Ferit İbrahim Bey’in 4 Evliliği

    Ferit İbrahim, 4 kez evlendi, ilk eşi Naciye Hanım, Askerî Tıbbiye hocalarından Binbaşı Doktor, Münir Bey’in kızı idi. Naciye Hanım’dan, fotoğraf sanatçımız Naim Gören ile kızı Müzehher Adoran doğdular.

    Ferit İbrahim Bey’in 2. eşi Rabia Hanım’dan çocuğu olmadı.

    3. eşinden Semha Özden doğdu. Onda da baba mesleğinin bir esintisi olarak fotoğraf tutkusu vardı.

    Ferit İbrahim Bey’in, çocuklarından, torunları da oldu. Bunlardan, Naim Bey’in tek çocuğu olan Yıldız Kanada’ya yerleşmiş bulunuyor.

    Ferit İbrahim Bey’in 4. eşi Fifi adında bir Rum kızıdır. Fifi, Ferit İbrahim’in atölyesinde sekreterlik ve banyo üzerinde yardımcılık yapıyordu. Aralarında büyük yaş farkı bulunmasına rağmen evlendiler. Ferit İbrahim Bey’in Fifi’den çocuğu olmadı.

    Ferit İbrahim Bey, 1953 yılının Ocak ayında vefat etti. Karacaahmet mezarlığına gömüldü. Son eşi Fifi, onun kıymetli arşivini elden çıkartarak, Yunanistan’a gitti ve oraya yerleşti.

    Bu suretle, meşrutiyet döneminin ilk Türk fotomuhabirinin ve Beyoğlu’nda açılan, ilk Türk fotoğrafhanesinin değerli arşivi darmadağın oldu.

    Taha Toros

  • Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe

    Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe

    Marmara Üniversitesi bünyesinde yer alan Taha Toros Arşivi‘nde muhteşem bir belgeye rastladık. Tabii ki “Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe Tarihi” derken kulübümüzün değil, semtin tarihinden bahsediyoruz ama okurken siz de çok keyif alacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tarihte Fenerbahçe

    FENERBAHÇE, adını batı ucunda eskiden beri mevcut olan bir deniz fenerine nisbet almıştı; tarih kaynaklarımızda «Fener Bahçesi», yahut «Fenerli Bahçe» isimleri ile kayıtlıdır.

    Bu yarımada İstanbul’un fethinden XIX. yüzyıl ortalarına kadar padişahlara mahsus mîrî bir bahçe idi; deniz fenerinden başka padişahlara mahsus küçük yazlık bir kasır, havuzlar, çiçek bahçesi, bahçenin muhafızları bostancılar için bir mescid vardı ve küçük bir koru ile bezenmişti. Zamanımızda, millî emlâkten umuma açık bir mesiredir. Kasırdan, havuzlardan, mescidden eser kalmamıştır.

    XVII. yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, civarından bahsederek buranın sadece adını kaydediyor: «Kalamış Burnu teferrücgâhı, Kadıköyü bağları ile Fenerbahçesi arasında bir körfez içre beyaz kumsal bir denizdir. Cümle dilberân ve uşşâkaan-ı sâdıkan orada deniz melekleri gibi yüzerler» diyor.

    Kalamış bir koydur; Fenerbahçesi ismini yazmakla beraber, Evliyâ’nın «Kalamış Burnu» dediği, yer ancak Fenerbahçesi yarımadası olabilir, büyük yazar burada bir târif sürçmesine düşmüştür.

    Evliyâ Çelebi buradaki deniz fenerinden ve kasırlardan bahsetmiyor; fakat çağdaşı Ermeni yazarı Eremya Çelebi Kömürciyan «İstanbul Tarihi» isimli eserinde:

    «Kadıköy’den Fenerlibahçe’ye kadar uzanan saha, gözleri okşayan bağlarla örtülüdür. Burada köşkün önünde denizin içinde atılmış metin bir temel üzerinde yekpare bir heykel gibi yükselen kulenin tepesinde fener yanmaktadır. Bahçe ve köşk yarım günlük mesafeden görülmekte olan bu fenerin adı ile yâd edilir. Çınar ve servilerle dolu olan bu padişah bahçesinin karşısında deniz içinde uzanmış ve her taraftan görülmekte olan güzel bir köşk vardır. Akdeniz’den gelen ve İstanbul’dan giden bütün gemiler, garba nâzır olan bu köşkten temâşâ edilir…» diyor.

    Fenerbahçe, XIX. asır başında, padişahlara mahsus bir bahçe olmaktan çıkmış, Haydarpaşa çayırı ile birlikte, halkın gezip eğlendiği meşhur mesirelerden biri olmuştur:

    Mahfîce dün ağyar ile
    Gezdim Fener’de el ele
    Haydar’da ettiğin hele
    Yazık sana yazık sana
    (Latif Ağa, Hicazkâr Şarkı)

    Fenerbahçe, halka açık bir mesire olarak en parlak devrini, II. Sultan Abdülhamid devrinde yaşadı. İstanbul halkı için hayli uzakça bir yerdi. Kadıköy’den Fenerbahçe’ye araba ile gitmek pahalı, yürümek yorucu olduğundan, ana demiryolu üzerinde «Feneryolu» adiyle hususî bir istasyon yapılmış, buradan da yarımadaya kadar bir ek demiryolu döşenmişti.

    Ahmed İhsan, Tokgöz, sahibi olduğu Servet-i Fünûn mecmuasında bir hafta sohbetinde şunları yazıyor:

    «…Haydarpaşa garından Fenerbahçe’ye hareket etmek üzere olan trenin kalabalığı tasavvurun dışında. Tamamen dolmuş vagonlara birkaç vagon daha ilâve ettiler; yarım saat sonra bir tren daha hareket edecekti… Gar ve rıhtım üstü renkli yaz esvaplarını giymiş halk ile doluydu.

    «Oh! Ne letafet; tren yolu boyu iki yanı papatyalarla donanmış, Fenerbahçesi’ne doğru hafif bir meyil ile ağır ağır inen tren ve keskin düdüklerini etrafa aksettiren trenin penceresinden sarkmış başlar… Bizden evvel gelmiş civar semtler halkı, yarımadanın heybetli ağaçları altında, zümrüt gibi çimenlere çocuk sevinci ile yayılmış…» (Mayıs 1893).

    Civar semtler halkının bir kısmı yaya, bir kısmı da çeşit çeşit arabalarla gelirdi. Yarımadayı fırdolayı dolaşan bir araba yolu yapılmıştı, arabanın bu yolda dolaşmasına «Tur» denilirdi.

    O devrin ünlü muharrirlerinden Ahmed Râsim de Mâlûmat gazetesinde yazdığı mektuplarında Fenerbahçe mesiresinden şöylece bahsetmektedir:

    «Fenerbahçe mesiresinde fakir ve orta tabaka halk, tekerleklerin ve arabalara koşulmuş hayvanların ayaklarının kaldırdığı kesif bir toz bulutu altında çimenlere serilir, hoşça bir gün geçirmeye çalışırdı. Arabalar, Fenerbahçe turunu, durmadan fıldır fıldır dönerlerdi; kibar takımı, birinci turdan sonra dönüp giderdi. Bu araba selinde İstanbul’un her çeşit arabası görünürdü: «Çek çek»lerden tutun da parasol, bağ arabası, payton, brik, kupa, lândon, yarım lândon, tek atlı, çift atlı…

    Kadınlardan çarşaflılara yaşmaklılar ekseriyetle arabalarda yeldirmeliler, parasollarda ve bağ arabalarında bulunurlardı. İkinci kısım halk da ekseriyeti teşkil ederdi. Dolma, helva tabaklarını, yenecek yemiş vesaireyi hâmil olan sepetler, arabada en geride bulunurdu. Onun yanında mama dadı, onun yanında beyaz dadı, onun yanında efendi, ağa, bey, küçük bey, küçük hanım, ondan sonra, çatık çehreli büyük vâlide île küçük anne mevki alırdı»

    Fenerbahçe mesiresinin yanında, yarımadanın güney kıyısında mesîre kadar meşhur deniz hamamları vardı; bu hamamlardan erkek hamamı, yerini Fenerbahçe plajı adı ile bir plaja terk etmiş, zamanımızda kurulmamaktadır. Kadınlar hamamı ise durmaktadır, âdetâ plaja bir ek olmuştur, fakat bir kadınlar deniz hamamı hususiyet ve mahremiyetini kaybetmiştir.

    Yarımada zamanımızda meşhur bir mesiredir. Üzeri yer yer bodur mazılar ve halkın gölgelerinden faydalandığı çitlenbik ağaçları vardır. Bir plaj bulunmasına rağmen, halk, bilhassa çocuklar ve gençler, yarımadanın güneyindeki kayalar üstünde soyunup, açıkta bir plaj ücreti ödemeden denize girer. Ocakları, tezgâhları dört tekerlekli arabalara oturtulmuş bir kahvecileri vardır. Seyyar köfteciler dolaşır.

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe

    Manzara Güzelliği

    Yarımadanın, deniz fenerinin de bulunduğu batı ucunun Marmara’ya nezâreti fevkalâdedir. Kuzey kıyısı Galatasaray ve Fenerbahçe spor kulüplerinin tesisleri ile halka kapanmıştır. Geniş koy, servet erbâbının ve bu spor kulüplerinin tenezzüh motörleri ve yelkenleri ile doludur. Yine o kıyıda, az içerlek bir yerde çok temiz bir kır lokantacığı bulunuyordu.

    Fenerbahçe mesiresi, Kadıköy vapur iskelesine, belediye otobüsleri ve dolmuş usulü ile yolcu taşıyan otomobillerle bağlıdır.

    İstanbul’un bütün mesirelerinde olduğu gibi, burası da geçen asır sonlarındaki hayatına nisbetle çok sönüktür.
    Feneryolu istasyonundan ayrılarak gelen demiryolu, 1935’ten beri metrûk idi, 1969 – 1970 arasında da raylar ve traversler sökülmüş, demiryolu tamamen kaldırılmıştır.

    Fenerbahçe Feneri

    Yarımadanın batıya doğru uzanan burnundadır; XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman zamanında bu mevkide padişahlara mahsus bir bahçe «Fenerbahçesi» adı ile anıldığına göre, bu deniz fenerinin daha o zaman mevcut olduğu aydın olarak bellidir. Muhtemeldir ki, burada ilk deniz feneri, Bizanslılar zamanında yapılmış olsun.

    Celâl Es’ad Bey «Eski İstanbul» adındaki eserinde, Bizans devrinde burada bir kulenin mevcudiyetini kaydediyor, fakat bu kuleyi bir deniz feneri olarak değil, o eski devirlerde ateş ile muhaberede kullanıldığını söylüyor.

    Bugünkü deniz fenerinin kulesinin XVII. yüzyılda IV. Sultan Murad tarafından yapıldığına dair çok sonraları yazılmış kayıtlar vardır. Bizce IV. Sultan Murad bu feneri ancak ihyâ etmiş olabilir; biz sarih bir kayda rastlamadık.

    Kıyı emniyeti bakımından Fenerbahçesi deniz fenerinin her gece ışık vermeye başlaması 1253 (1837 – 1838) te başlamıştır.

    Fener kulesinin kitâbesi yoktur, inşa tarihini tesbit edemedik. Bugünkü kulenin de II. Mahmud devrinde 1837- 1838 arasında yapılmış olması muhtemeldir. 21,80 metre yüksekliğinde kesme taştan yapılmıştır. Her altı saniyede bir beyaz şimşek gösterir; ışığı 10 mil açıktan görülür.

    Feneri ziyaretimiz tarihinde fener memurluğunda, doğma büyüme oralı Bayan Mediha Kara bulunuyordu; nazik, hatır sayar bir İstanbul hanımı idi. Namlı balıkçılardan Mehmed Kara’nın zevcesiydi. Babası Sabri Güler, 1920’de Fenerler İdaresi bir Fransız şirketinin elinde iken, bu fenerin memurluğuna tâyin edilmiş, onun vefatında da kızı aynı vazifeye geçmiştir. Baba-kız, 50 yıl bu fenere bakagelmiştir. Mediha Hanım, bir kız kardeşi, zevci ve iki oğlu Fener kulesi yanındaki lojmanda oturmakta idiler. Fener kulesinin küçücük bahçesi, gönül açıcı şekilde çiçekler ve meyva ağaçlarıyle imar edilmiş bulunuyordu.

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe

    Kaya ve Mendirek Fenerleri

    Kalamış koyunun güney kısmında, Fenerbahçe yarımadası önünde ve spor kulüplerinin malı tenezzüh ve yarış motor ve yelkenlileri yatar, iki yüz tekneye yakındır; onların korunması için 1937 – 1938 arasında, zamanın Başbakanı Celâl Bayar’ın himmetiyle Fenerbahçe yarımadasından körfeze doğru uzanan bir mendirek inşa edilmiş ve mendireğin ucuna da bir fener konmuştur.

    Bu fenerde, Latin asıllı Türk harfleriyle bir kitâbe vardır ki, metni şudur: «Atatürk’ün ve onun Başvekili Celâl Bayar’ın deniz sporlarına gösterdikleri yüksek himayenin yeni bir eseri olan bu kotra mendireği, 1938 senesinde İktisat Vekili Şâkir Kesebir’in emriyle İstanbul Deniz Ticareti Müdürlüğü tarafından yaptırılmıştır».

    Kitâbenin bulunduğu dört köşe mermer sütun üstündeki fenere, sütunun bir yüzüne dayanmış demir merdivenle çıkılır. Yine aynı yıllarda bir küçük deniz feneri de yarımadanın önündeki serpme kayaların «Yılan taşı» yahut «Öreke taşı» denilen en büyüğünün üstüne konmuştur.

    Fenerbahçe Kasrı ve Mescidi

    Yakın geçmişti halka açılmış İstanbul’un çok ünlü bir mesiresi olan Fenerbahçesi, geçen asır başlarına kadar padişahlara mahsus has bahçelerden biriydi; bu bahçede birkaç küçük kasır, muhafızları olan bostancı neferlerinin odaları koğuşu ve yine bostancıların bir büyük mescidi vardı. Bahçesinde çemen sofalar ve iki havuz bulunuyordu. Bu yapıların zamanımızda izleri bile kalmamıştır. Yalnız bir hamam harabesi duruyordu. Padişahların gece yatısına gelmedikleri, bir yaz mevsimi boyunca ancak bir, iki defa uğradıkları bu kasırda, hamama ihtiyaç görülmeyeceğinden, hamamın bahçe ve kasır muhafızları olan bostancılar için yapıldığını sanıyoruz. Harabede soğukluk ve harâre kubbeleri ile bir halvet-sofa kubbeciği duruyordu. Tahminimize göre bu hamam, bir küçük camekân, bir soğukluk, üç sofa ve iki halvetten mürekkep idi.

    Bir de yarımadanın burun tarafına yakın ve güney kıyısında bir sed kalıntısı görülür ki, zamanımızda bir kır kahvesi üzerine birkaç masa ve iskemle atmıştır. Eskiden kalma olup, yapısı, şekli çok değişmiş tek bina, yarımadacığa adını da vermiş olan burnundaki deniz feneridir.

    Mescid dolayısıyle Hadîkat’ül-Cevâmî’de şu mâlûmat verilmektedir:

    «Burası devlet yeri olduğu için, muhtasarca bir saray olup, I. Sultan Mahmud devrine kadar gayet mâmurdu; sonraları rağbetten düştü, hâlen eski binalarından iki havuz ile çemen sofa kalmıştır. Bir de bir bostancı ustası ve neferlerinin kışlaları (odaları) ve bostancılar için bir mescidi vardır; bir de mahsus bir kule vardır ki, gemilerin geceleri gelip geçmesi için tepesinde büyük bir kandil yanar.

    Şu beyit Fennî Efendi’nin Sâhil-nâme’sindendir:
    Fikr-i ruhsârı ile yandı tenim bilmez mi
    Aceb ol mâh Fenerbahçe’sine gelmez mi

    XVIII. yüzyılda Grelot tarafından çizilmiş bir panorama gravürde, Fenerbahçe deniz feneriyle kasırları gösterilmiştir; resim çok uzaktan çizilmiş olmasına rağmen, kasırların ve muhafızları olan bostancıların koğuşların etrafının bir duvarla çevrili olduğu aydın olarak görülmektedir. Bir minare görülmediğine göre, Fenerbahçe bostancılar mescidinin minaresiz, küçük ahşap bir yapı, belki de bir odacıktan ibaret olduğu anlaşılır.

    «Fenerbahçesi», yahut «Fenerlibahçe» kasrının veya kasnaklarının ne zaman yapıldığı bilinmiyor. Tezkiretü’l – Bünyân’da Mimar Sinan’ın yaptığı otuz üç saray arasında buranın adı vardır ve: «Fenerbahçesi Sarayı tecdîden bina olundu» diye kaydedilmiştir. Bu kayıttan, ilk binasının Kanunî Sultan Süleyman’ın ilk zamanlarında, XVI. yüzyıl başında veya XV. yüzyıl sonlarında, II. Sultan Bâyezid devrinde yapılmış olması gerekir.

    XVIII. yüzyılın ilk yarısında asrın büyük şâiri Nedîm, velinimeti Sadrâzam Dâmad Nevşehirli İbrahim Paşa’yı medih yolunda yazdığı kasidelerinden birine «Der Târîf-i Bağçe-î Fener der şehri Üsküdar» serlevhasını koymuştur. 22 beyitlik bir kasidedir. Ünlü şâirin «Üsküdar Şehri» demesinden kasdi, denizin karşı tarafında, Üsküdar şehrinin bulunduğu yakada anlamındadır.

    Kasideden, bu güzel kasrın bir ara ihmal edildiği, İbrahim Paşa zamanında. Lâle devrinde tekrar rağbet gördüğü ve bu kasırdaki havuzun İbrahim Paşa tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. Kasideden son beytini alıyoruz. Bu beyit, bir tarih mısraını ihtivâ ettiğinden çok kıymetlidir:

    Bu mısra’larla Nedimâ dedi tahsîn birle târihin
    «Bu nüzhetgâhı İbrahim Pâşâ eyledi ihya»
    1144-1 = 1143 (M. 1730)

    1 rakamı ile tâmiyeli tarih mısraından anlaşılıyor ki, Fenerbahçesi kasrının ihyâsı ve burada güzel bir havuzun yapılması, 1730 ihtilâlinden az önce, belki birkaç ay, hattâ birkaç hafta evvel tamamlanmıştır.

    1730’da tahta çıkmış olan I. Sultan Mahmud’un sır kâtibi Salâhî Efendi (belki ağa), hizmetinde bulunduğu padişahın emri ile günlük bir hâtıra defteri tutmuştur; çok kıymetli bir vesika olup, üniversite kütüphanesinin Türkçe yazmaları arasındadır. Bu defterdeki iki günlük kayıt, Fenerbahçe üzerindedir:

    «15 Muharrem 1148 (7 haziran 1735) pazartesi. Fenerbahçesi’ne gidilecekti. Biniş-i Hümâyûn ievâzımı ile binişçi kulları Fenerbahçesi’ne gittiler. Fakat padişahın hareketinden evvel deniz kabardı; müthiş bir yağmurla bir fırtına çıktı, padişah, Fenerbahçesi’ne gitmekten vazgeçti, binişçilerin dönmesi ferman olundu. Öğleden sonra hava açıldı, deniz yavaşladı. Padişah yalı köşküne gidip, ikindi namazını orada kıldılar. »

    «25 Muharrem 1148 (17 haziran 1735) perşembe. Sandal ile Fenerbahçesi’ne gidildi. Büyük havuz kenarında kurulan çadırda bir miktar gölgelendiler. Sonra, deryâ tarafındaki tentenin altına gittiler. Denize para atarak, nedimlerin, dilsizlerin ve çavuşların para kapışmak için esvapları ile denize atılmalarını seyrettiler.»

    Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe Tarihi

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe