Etiket: Çelebizade Sait Tevfik

  • Onları Tanımak Fenerbahçe Tarihini Bilmek Demek : Müessisler

    1932 yılında Fenerbahçe Spor Kulübü tarafından yayınlanan bir kitapçıkta Fenerbahçe’nin müessisleri, yani kurucuları tanıtılmış. O yıllarda toplam 62 kişi olan bu isimler alfabetik sırayla yazılmış. Çok önemli bir belge…

    * * * * * *

    1) Ahmet Nuri Bey (İbnirefik)
    Kulübe ilk senelerinde intisap etmiş ve hizmetlerde bulunmuştur. Muharrir ve müelliftir.

    2) Alaattin Esat Bey
    Ankara’da Yün-İş muhasebesinde memurdur. Küçük takımlarda yetişmiş, birinci takımlarda yetişmiş, birinci takımda senelerce oynamıştır. “Futbol Artisti” olmakla maruftur. Buraya gelen ecnebi takımlarının ve Avrupa turnesinde kendisini seyreden bütün halkın derhal nazarı dikkatini celbeden bir avcı hakimiyetine maliktir. On dört defa beynelmileldir.

    3) Ali Muhiddin Bey (Hacı Bekir Zade)
    Müessis âzâdan olan Ali Muhiddin Bey kulübün mâlî işlerinde çok çalışan ve kulübe büyük yardımlarda bulunanlardandır.

    4) Ali Naci Bey;
    Senelerce Türk matbuatında gazete sahipliği, başmuharrir sıfatıyla hizmet etmiş, Fenerbahçe’nin lehinde yaptığı neşriyatla esasen halk kütleleri arasında çok sevilen Sarı-Lacivertlilerin muhabbetlerini kalplerde kökleştirmiştir. Şimdi Anadolu Ajansı’nın Balkan mümessilidir.

    5) Arif Rıza Bey
    Küçük takımlarda futbola başlamış, sırasıyla birinci takıma kadar geçmiştir. Geçirdiği bir hastalık yüzünden istifade edilecek bir yaşta futbolu terk etmiştir. Liman şirketinde memurdur.

    6) Asaf Bey
    Deniz inşaat mühendislerinden olan bu zat kulübü ilk kuranlardan biridir.

    7) Bedri Hakkı Bey
    Küçük takımlardan başlayarak birinci takımda ve milli futbol ekibimizde oynamıştır. Kadıköyü’nde Altıyolağzı’nda diş doktoru.

    8) Cafer Ali Bey
    Senelerce birinci takım müdafaasında sarı lacivert forma için çok çalışmıştır. Milli takımda yer almış kıymetli futbolcularımızdandır. Eczacıdır.

    9) Celal Bey
    Kulübe bilahare intisap etmiş olmakla beraber çok hizmetleri görülmüştür. Elektrik şirketi memurin müdürüdür.

    10) Emin Ahmet Bey
    Seyrisefain sabık memurlarından

    11) Enver Bey
    Kulübü ilk kuranlardandır. Senelerce ecnebi mekteplerde Türkçe okutmuş, rüsumat müfettişliği yapmıştır.

    12) Enver Cemal Bey
    Büyükdere belediye muhasebecisidir.

    13) Fahir Bey
    Darülfünun kimya şubesinde asistandır. Üçüncü takımdan başlamış, birinci futbol takımında beş sene sol muavin oynamıştır.

    14) Fuat Hüsnü Bey
    Mütekait bahriye kaymakamı ve sabık üssübahri kumandanı. İlk Türk futbolcusu olmakla maruftur.

    15) Galip Bey
    Senelerce Fenerbahçe’de oynamış, emektar bir futbolcudur. Bütün gençler için numune olmaya layık bir spor adamıdır. Şimdi Fenerbahçe Stadı’nın müdürlüğü vazifesini kabul etmiştir.

    16) Hakkı Saffet Bey
    Kulübü ilk kuranlardan biridir. Emlak ve Eytam Bankası umumi müdürüdür.

    17) Hakkı Şinasi Paşa
    İstanbul mebusu. Kulübe çok hizmet etmiştir.

    18) Hamdi “Nebizade” Bey
    Kulübe değerli himmetleri dokunmuştur. Trabzon mebusudur.

    19) Hamit Hüsnü Bey
    Kulübün ilk inkişaf devrelerinde senelerce başta bulunmuştur. Doktordur.

    20) Hasan Kamil Bey
    Fenerbahçe’nin ilk takımlarında oynamıştır. Amerika’dan dönüşte uzun müddet Fenerbahçe’nin ve milli takımın kaptanlığını yapmış. “Dalgakıran” lakabıyla şöhret kazanmıştır. Standart Oil şirketinde memurdur.

    21) Hayri Celal Bey
    İdare heyetinde senelerce çalışmıştır ve umumi katiptir. Muhtelit mübadele komisyonunda memurdur.

    22) Hikmet Agah Bey
    İlk takımlarda sol açık oynamış ve bu mevkide senelerce rakipsiz kalmıştır. Rıhtım şirketinde memurdur.

    23) Hulki Bey
    Kulübün futbol ve hokey takımlarında uzun müddet çalışmış, denizcilikte himmeti görülmüştür. Emlak sahiplerindendir.

    24) Hulki Bey
    Ticaretle meşguldür.

    25) Hüseyin Hüsnü Bey
    Kulübe ilk intisap edenlerden olup şimdi Girit’tedir.

    26) Hüseyin Sami Bey
    Küçük takımları çalıştırmak suretiyle kulübün son yıldızlarını bizzat yetiştirenlerden ve kulübe büyük hizmetleri dokunanlardan biridir. İş bankası umumi müfettişidir.

    27) Hüsnü Bey
    Çok eski bir sporcu olan Hüsnü Bey kulübe cidden değerli hizmetler ifa etmiştir. Geyve kaymakamıdır.

    28) İsmet Salih Bey
    Futbol, teniz, denizcilik ve boks şubelerinde çalışmıştır. Zamanının en iyi futbolcularındandı. Senelerce Fenerbahçe’de ve milli takımda merkez muavin oynamıştır. Adana askeri hastanesi göz mütehassisidir.

    29) Kadri Celal Bey
    Küçük takımlardan başlayarak birinci takımda senelerce muavin ve müdafi oynamıştır. On bir defa beynelmileldir. Tütün inhisarı memurlarındandır.

    30) Kemal Aşkı Bey
    Kulübe ilk senelerinde girmiştir. İlk kulüp binasını Fenerbahçelilere tahsis etmiştir. Mühendistir.

    31) Kemal Cenap Bey
    Yeni, fakat çok yardım etmiş müessislerdendir. Memleketin en kıymetli profesör ve doktorlarındandır.

    32) Kenan Hasan Bey
    Çok çalışkan bir Fenerbahçelidir. Mütehassis röntgencidir. Yalnız Fenerbahçelilere değil, bütün sporculara yaptığı tıbbi yardımlar minnetle kaydedilecek kadar büyüktür.

    33) Lütfü Cemal Bey
    Futbol ve hokey takımlarında uzun müddet muvaffakiyetle oynamıştır. Devlet Demiryolları şeflerindendir.

    34) Mahmut Celalettin Bey
    Kulübe hizmeti çok dokunanlardandır. Sigorta işleriyle meşguldür. Neşe verici sohbetleri maruftur.

    35) Mazhar Bey
    Eski Fenerbahçelilerdendir. Bankacıdır.

    36) Mehmet Reşat Bey
    Futbol ve teniste çok çalışmıştır. İdare heyetinde muhasebecidir. Devlet Demiryolları şeflerindendir.

    37) Muhsin Yeğen Bey
    Mısır prenslerindendir. Futbol ve tenis şubesinde çalışmış, her sporda muvaffakiyet gösterenlerdendir.

    38) Mustafa Bey (Elkatipzade)
    Kulübün ilk kuruluş devirlerinde en fazla çalışanlardan biridir. Yalnız Fener’in değil, belki bütün Türkiye’nin en maruf futbolcularını yetiştirmiştir. Zeki, Bekir, Alaattin, Cemil, Haydar ve daha yüzlerce futbolcu onun teşvik ve himmetiyle yükselmiştir.

    39) Muvaffak Rıfat Bey
    Kulübe bir çok değerli hizmetler yapmıştır. Senelerce futbol ve bisiklet federasyonlarının başında çalışmış, halis ve eski bir sporcudur. Anadolu Ajansı Umumi Müdürüdür.

    40) Müfit Şevket Bey
    Bursa’da Doç otomobil şirketi acentasıdır.

    41) Nasuhi Esat Bey
    Kulübü ilk kuranlar meyanındadır. Senelerce İstanbul mıntıkasının başında ve futbol federasyonunda çalışmıştır. Ankara’da Emlak Bankası umumi katip muavinidir.

    42) Necip Bey
    Kulübü ilk kuranlar arasındadır.

    43) Ömer Nazıma Bey
    Almanya’da ticaretle meşguldür.

    44) Ragıp Bey
    Fenerbahçe’nin üçüncü, ikinci ve birinci takımlarında uzun müddet oynamıştır. Adana’da Ziraat mektebi mütehassıslarındandır.

    45) Sabih Fani Bey
    Hokey, birinci futbol takımlarında ve tenis ekibinde çalışmış eski bir sporcudur. Teknik bilgisiyle maruftur. Dört defa beynelmileldir. Milas Osmanlı Bankası muhasebecisidir.

    46) Sabri Bey
    Sabık Ziraat Vekili. Mebus. Kulübe en çok hizmeti dokunanlardan biridir. İlk teşekkül devirlerinde ve en müşkül zamanlarında kulübe yardım etmiş. Fenerbahçe’nin bugünkü kuvvetli halinde fiilen en büyük amil olmuştur. Her Fenerbahçeli onu daima minnetle yad eder. Bunun içindir ki Sabri Bey daima kulübün umumi reisidir.

    47) Saip Şevket Bey
    Sporda nazari ihtisasıyla tanınmıştır. Selanik Bankası hukuk müşaviridir.

    48) Sadi Hayri Bey
    Birinci futbol takımının orta muavinliğinde senelerce çalışmıştır. Müteahhittir.

    49) Sait Selahattin Bey
    Kulübün ilk takımlarından itibaren senelerce sol iç ve orta muhacim oynamıştır. Tenis ve avcılıkta şöhreti vardır. Orta Afrika’da avlanan yegane Türk sporcusudur. Deniz Ticaret Mektebi idman muallimidir.

    50) Sait Tevfik Bey (Çelebizade)
    Kulübe büyük hizmetleri dokunan, umumi harp senelerinde herkesin ümitsizliğe düştüğü fena şerait içinde en çok çalışan bir idarecidir. Otomobil ve radyo komisyonculuk ve ticaretle meşguldür.

    51) Selahattin Manço Bey
    İzmir’de memuriyetle iştigal etmektedir.

    52) Servet Bey
    İstanbul belediye mühendislerindendir.

    53) Süreyya Salih Bey
    İş Bankası levazım şefidir.

    54) Şakir Bey (Beşe Zade)
    Eski futbolculardandır. Kulübe fiilen hizmet edenlerdendir. Ticaretle meşguldür.

    55) Şefkati Bey
    Kulübü ilk kuranlardandır. İzmir’de emlak sahibidir.

    56) Şekip Mustafa Bey
    Kulübün küçük takımlarından yetişmiş bir futbolcusu ve birinci takımın eski kalecisidir. Zonguldak Madem Mühendis Mektebi muallimlerindendir.

    57) Tevfik Haccar Bey
    Eski ve kıymetli bir sporcudur. Tenis, futbol ve hokey şubelerinde, denizcilikte çalışmıştır. Atletizm federasyonu tenis komitesi reisidir. Kibrit şirketi emtia şefidir.

    58) Vasıf Bey
    Kulübe çok hizmeti görülen müessislerdendir. Roma sefirimizdir.

    59) Yahya Berki Bey
    İlk intisap edenlerden biridir. İdare işlerinde hizmeti görülmüştür. Ticaret ve zahire borsası memurudur.

    60) Zeki Rıza Bey
    Fenerbahçe’nin ve milli takımın senelerden beri kaptanıdır. En maruf futbolcularımızdandır. İyi bir tenisçidir. Milli Spor Mağazası’nın sahibidir.

    61) Zeki Mazlum Bey
    Sanayi Maden Bankası memuru.

    62) Ziya Bey
    Kulübün bir numaralı âzâsı ve ilk kuranların başında bulunan müessisidir. Böyle olduğu halde alfabe sırasıyla yazılan müessislerin en sonuna düşüyor.

  • Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli

    Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli

    Bugün 27 Nisan, bir müthiş Fenerbahçelinin, Münir Nurettin Selçuk’un vefat yıl dönümü… Mustafa Kemal Paşa’nın Fenerbahçe’yi ziyaretinde bizzat orada olan ve bu hatırasına sitemizde yer verdiğimiz o olağanüstü insanı, fotoğraflar ve anılar eşliğinde yâdedelim istedik. Şaheserler yaratan Fenerbahçeli sıfatı nasıl da yakışıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yukarıdaki evrak kendisinin Fenerbahçe üye kaydını gösteren kimlik belgesi. Sevgili Barış Kenaroğlu transkripsiyonu yaptı. Yoğurtçu Caddesi’nde oturan, 15 yaşındaki talebenin fotoğrafının altında “Hüviyeti balada muharrer Münir Bey’in kulübümüz azasından olduğu tasdik olunur” yazıyor.

    Kısa bir süre sonra Münir Nurettin’i Fenerbahçe ikinci takımında görüyoruz. Alaaddin Baydar, Şekip Kulaksızoğlu ve Çelebizade Sait Tevfik gibi meşhur isimlerin de bulunduğu bu fotoğrafta en alt sırada soldan ikinci kendisi.

    Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli

    Aşağıda ise önce Bedri Gürsoy’un kendisi hakkında yazdıkları, son olarak da Sait Selahattin Cihanoğlu ile beraber meşhur Kuşdili Lokali’nde çekilmiş bir fotoğrafları göreceksiniz.

    “Fenerbahçe’yi sevmezse gönül, aşkı ne anlar?” diyerek bir kez daha, nur içinde yat üstat…

    Bedri Gürsoy Anlatıyor

    “Maçlarda pek enerjik değildi. Sol ayağı zayıftı. Deplasmanı yoktu. Kafa vuruşları noksandı. Hele sıkı gelen toplara kabil değil kafa ile vurmazdı. Bunun sebebini soranlara şu esprili cevabı verirdi :

    “Sert gelen toplara kafa vurmanın iki mahzuru ve benim için tehlikesi vardır. Bir kere tabiidir ki, sıkı sademe ile dimağ sarsılır, dolayısıyla hançerem titrer, oradaki ses tellerim bozulabilir. Sonra da sıkı gelen şutlara kafa vuruşu yapılırsa insanın saçları çabuk dökülürmüş”

    Bugün Münir Nurettin’in sesinin hiç bozulmadığına ve hâlâ başında parlak siyah saçlarının mevcut olduğuna bakılırsa bu kanaatinde, bu eski sporcumuzun tamamıyla hakkı varmış.

    Münir Nurettin kulübünü çok severdi ve bugün de çok sever. Koyu ve candan bir Fenerbahçelidir. Eski kulüp arkadaşlarına karşı sarsılmaz bir samimiyet ve muhabbet gösterir.

    Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için daima iftihar eder. Fenerbahçeliler Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için övünürler. Halk da bu kıymetli musiki sanatkarımızın aynı zamanda sporcu olduğunu öğrenerek onu bir kat daha takdir etsin.”

    Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli
    Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli

  • Şaheserler Yaratan Fenerbahçeli, Münir Nurettin Selçuk

    Bugün 27 Nisan, bir müthiş Fenerbahçelinin, Münir Nurettin Selçuk’un vefat yıl dönümü… Mustafa Kemal Paşa’nın Fenerbahçe’yi ziyaretinde bizzat orada olan ve bu hatırasına sitemizde yer verdiğimiz o olağanüstü insanı, fotoğraflar ve anılar eşliğinde yâdedelim istedik.

    Yukarıdaki evrak kendisinin Fenerbahçe üye kaydını gösteren kimlik belgesi. Sevgili Barış Kenaroğlu transkripsiyonu yaptı. Yoğurtçu Caddesi’nde oturan, 15 yaşındaki talebenin fotoğrafının altında “Hüviyeti balada muharrer Münir Bey’in kulübümüz azasından olduğu tasdik olunur” yazıyor.

    Kısa bir süre sonra Münir Nurettin’i Fenerbahçe ikinci takımında görüyoruz. Alaaddin Baydar, Şekip Kulaksızoğlu ve Çelebizade Sait Tevfik gibi meşhur isimlerin de bulunduğu bu fotoğrafta en alt sırada soldan ikinci kendisi.

    Aşağıda ise önce Bedri Gürsoy’un kendisi hakkında yazdıkları, son olarak da Sait Selahattin Cihanoğlu ile beraber meşhur Kuşdili Lokali’nde çekilmiş bir fotoğrafları göreceksiniz.

    “Fenerbahçe’yi sevmezse gönül, aşkı ne anlar?” diyerek bir kez daha, nur içinde yat üstat…

    Söz Bedri Gürsoy’da…

    “Maçlarda pek enerjik değildi. Sol ayağı zayıftı. Deplasmanı yoktu. Kafa vuruşları noksandı. Hele sıkı gelen toplara kabil değil kafa ile vurmazdı. Bunun sebebini soranlara şu esprili cevabı verirdi :

    “Sert gelen toplara kafa vurmanın iki mahzuru ve benim için tehlikesi vardır. Bir kere tabiidir ki, sıkı sademe ile dimağ sarsılır, dolayısıyla hançerem titrer, oradaki ses tellerim bozulabilir. Sonra da sıkı gelen şutlara kafa vuruşu yapılırsa insanın saçları çabuk dökülürmüş”

    Bugün Münir Nurettin’in sesinin hiç bozulmadığına ve hâlâ başında parlak siyah saçlarının mevcut olduğuna bakılırsa bu kanaatinde, bu eski sporcumuzun tamamıyla hakkı varmış.

    Münir Nurettin kulübünü çok severdi ve bugün de çok sever. Koyu ve candan bir Fenerbahçelidir. Eski kulüp arkadaşlarına karşı sarsılmaz bir samimiyet ve muhabbet gösterir.

    Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için daima iftihar eder. Fenerbahçeliler Münir Nurettin Fenerbahçeli olduğu için övünürler. Halk da bu kıymetli musiki sanatkarımızın aynı zamanda sporcu olduğunu öğrenerek onu bir kat daha takdir etsin.”

  • Yavuz İsmet Uluğ Anlatıyor

    Çevirilere devam ediyoruz. Hatalarımız affola… Mayıs 1924 tarihli “Resimli Ay” dergisinde, Çelebizade Sait Tevfik, sözü Yavuz İsmet Uluğ’a bırakıyor. 1962-1966 yılları arasında Fenerbahçe’de başkanlık koltuğunda da görülecek olan bu meşhur sporcu, futbol hatıralarını şöyle anlatıyor:

    * * * * * *

    Geniş göğsü, cakalı yürüyüşü, fiyakalı selamlarıyla her hafta spor çayırlarında gördüğümüz bu sevimli sporcumuzun olimpiyada gideceği şu haftalarda hatıratını dinlemek herhalde karilerimizi fazla alakadar edecektir.

    İsmet Bey hatıratını şu suretle naklediyor :

    Çocukluk ve gençlik devirlerinde, bilerek bilmeyerek, spor namını verdiğimiz şeyler peşinde koşmak ve uğraşmakla dolu hayatımızı birkaç sahnede ihtisar şüphesiz benim için çok güç olacak.

    Şimdiye kadar sporlardan memleketimizde yapılması mümkün ve hatta müşkül olanların bile, hemen hepsiyle uğraştım. Bunlardan futbol, hokey, tenis, boks, güreş sporlarıyla ve nihayet denizcilik ile meşgul oldum. Fakat bugün benden yalnız futbol hatıratım isteniyor. Futbol ki sevdiğim sporların ikincisi sayılabilir.

    1326 (1910) senesinde henüz dokuz yaşında iken bu sporun ne olduğunu bilmeyerek başlamış, fakat bir sene sonra Osmanlı İttihat Mektepleri’nde bunun peşinde epeyce yürümüş idim. O vakit ben ne oynadığını bilmeyen bir zümrenin namdar kalecisi bulunuyordum.

    O zamanki oynadığımız futbolun kaidesi alîl, cılız, neşv ü neması ikmal etmemiş vücutlarımızı biraz daha hırpalamak, biraz daha ezmekten ibaretti. Ve buna futbol ismini vermek bir hata oluyordu. Nitekim bunu bir sene sonra Fenerbahçeli Mustafa Bey’in hakemliğiyle oynadığımız bir oyunda anlamıştık. Mustafa Bey mütemadiyen düdüğünü öttürüyor (Faul) (Ofsayt) gibi kelimelerle “Taç” ve “Aut”tan başka bir şey bilmeyen bizleri bizar ediyordu. İşte ben futbola on iki sene evvel böyle başlamıştım.

    Kadıköy Numune Mektebi’ne esna-i naklimde orada kıymetli futbolcu bulmuştum ve hemen mektebin ikinci timinde müdafii mevkiine ithal edildim. Bir kere de Fener’e karşı yaptığımız bir maçta -beğenildiğimden olacak- ağabeyimin arkadaşlarından Mustafa Bey’in delaletiyle Galatasaray’a kaydedilerek üçüncü ve dördüncü timlerinde oynamaya başladım. Şimdiye kadar oynadığımız oyunlarda futbolu spor olarak yapmadığımız tabii idi. Çünkü küçücük boyumuz, incecik boynumuz ile her gün güneşin en hararetli zamanlarından pek çok saatlerimizi top peşinde geçiriyorduk.

    Bu fena itiyad beni o hale koymuştu ki herkes teverrüm ederek vefat eden pederime benim de iltihak edeceğimde müttefik idiler. Mamafih bu esnada ben bu alîl vücudumla futbol sahasında mütemadiyen terakki ediyordum. O kadar ki meşhur Oberle, Celal’lerle aynı timde oynamaya başlamıştım. Bu vaziyet spor sahasında yegane küçük bir çocuk olan bana büyük bir zevk ve gurur veriyordu.

    Beni tanıyanlar pek ala bilirler ki 1331 (1915) senesinde birinci timlere dahil olduğum zaman ancak 14 yaşında bulunuyordum.

    (25) kiloluk sikletim, (66) santimlik göğsümle ilk oyuna girdiğim gün Oberle şaşırmış, timin kaptanını çağırarak “Bu küçücük çocuğun ne maksatla time ithal edildiğini” sormuştu. Fakat maçın akabinde hayretle yanıma sokularak daima benim için kullandığı (le petit) ünvanıyla sırtımı okşamış, bana her zaman neşv ü nema için verdiği nasihatlerine başlamıştı.

    O sene ben bu küçücük vücudumla çok terakki etmiştim. Sene sonunda şampiyon çıkan Altınordu’ya karşı ben kulübün yaptığı muhtelit time bizden de Oberle ve timin kaptanıyla ben dahil oluyordum. Hatta küçüklere itiraz eden Anadolu kulübü time oyuncu vermemişti. O zaman maça girerken, eski oyuncu olan bir rakibin kenardan (Ben İsmet’in topa vurduğu kadar maça girdim) dediğini ben işitmiştim. Hiç şüphe yok ki bu benim yerini zaptettiğim bir muavindi, belki hakkı da vardı. Fakat kuvvetli bir genç olan o zamanki Altınordu’nun sol açığı karşısında zayıf vücudumla oynadığım oyun herkesin nazar-ı takdirini celp etmişti. Halbuki bu kadar yorgunluğa vücudumun zaafiyeti de tahammül edemiyordu. Nitekim ertesi sene adım atamayacak bir hale geldim. O zaman böyle olmakla beraber bu çıkmaz yoldan dönemiyordum. Bu esnada Kadıköy Sultanisi’nde zaafım dolayısıyla futboldan men edilmiş ve müdüriyetce de beni kontrol için tenbihat-ı lazımada bulunmuştu.

    Filvaki müdürün bunda hakkı vardı. Çünkü ben deri ve kemikten mürekkep bir ucube kalmıştım. O esnadaki ebadımı şuraya kaydedeyim :

    Sene 332 – yaş 15 – siklet 42 kilo. Boy 148, boyun 30, göğüs 66, kol 19, pazu 21, bel 56, baldır 32 santimdi.

    Her sene kaydettiğim ebat cetvelinin 332 Teşrinievvelindeki sahnesi işte bu suretle kapanmıştı. Üç sene her gün böyle biraz daha azalarak kaybederek geçti. Bu esnada Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’ye kabul edilmiştim. Muayene-i Sıhhiyede azamın tamamen mükemmel olduğu sabit oldu. Bununla beraber 49 kilo sikletli, 76 santim göğüslü, 23 santim kollu, zayıf, kavruk bir  çocuktum. Bazı kimselere olduğu gibi, asker ocağı bana da yaradı. Ananeye fevkalade riayetkar olan bu mektepte bilhassa o zamanlarda hak daima sınıf arkadaşları arasında kuvvette görülüyordu. Tabiatın bana verdiği asabi, hadîd ve haşin etvârım neticesi bu mektepte çok belalara maruz kalıyor ve eziliyordum. Artık çocukluktan çıkmış, Darülfünun talebesi olmuştum. Spor hakkında bir fikir edinmeye başladığımdan çalışmanın tarzını değiştirerek muntazam bir şekle soktum. 46 kiloluk sikletimle jimnastik yaptığım gün herkes (karga kadar vücutla jimnastik yapıyor) diye benimle istihza ediyordu. Çünkü orada jimnastik yapmaya hakkı olanlar kuvvetli, iri vücutlulardı. Buna rağmen ben azimkarane tam iki sene çalıştım.

    İki sene sonra etrafında alaylar, istihzalar yerine hayretler, takdirler görünmeye başladı. Bu zamana kadar ağabeyimin o kulüpte bulunması dolayısıyla Galatasaray’da oynuyordum. Bu kulübü cidden severdim. Harp senelerinde Galatasaray’ın şayan-ı hürmet azaları vatanı müdafaaya koştuğundan kulüp bir takım spor ruhu taşımayan şahsiyetlerin elinde kalmıştı. Ve nihayet sporculuğun kıymettar bir uzvu olan muhterem reisi Ali Sami Bey bile gücendirilerek istifa ettirildiğinden kulüp bütün bütün çığrından çıkmıştı.

    Bu hal karşısında biraderim istifa ettiği gibi ben de kulüple olan alakamı kıta ederek ilk defa ve resmen Fenerbahçe kulübüne dahil oldum. Bu esnalarda sporu daha iyi anlamaya ve daha esaslı çalışmaya başladım. Oyunlardan sonra suistimallerden kaçındım. Gıdanın derece-i ehemmiyetini idrak ettiğimden terli terli dört bardak su ve iki lokma ekmeğin o zamana kadar bendeki tesir-i tahripkarisini hissediyordum. Ne çare ki pek geçti.

    Vücudum kuvvetlendikçe futbola da lazım olan malumat ve sürat hassalarını kazanmaya başlıyordum. Fakat bu esnada boks daha ziyade inhimakımı mucip oldu ve futbolda benim için bir devre-i tevakkuf başladı. Birkaç sene evvel Galatasaray’ın Avrupa turnesine iştirakım futbolun terakki ettiği bu memleketlerde ne suretle çalıştığını daha yakından görmeye sebep olduğundan futbolu daha iyi anlamaya başladım. O zaman fikrim şu noktada toplanmıştı : Futbola esaslı olarak çalışılırsa iyi, samimi ve güzel bir spor… Yoksa vücudu bilhassa gençleri tahrip etmek için pek fena bir yol ve en müthiş bir vasıta.

    O zamandan beri İstanbul’da bir çok ecnebi takımlar ile çarpıştık. Ve bunlar bize çok istifadeler bahşetti. Şimdi artık muktedir bir muallimin idaresinde milletimizi temsil etmek üzere Paris Olimpiyatı’na hazırlanıyoruz.

    Ümit ederiz ki Türkler Paris’teki Kolomb Stadı’nda dünyanın şampiyonluğuna namzet Çekoslovaklara karşşı mağlup olsa bile büyük bir muvafakıyyet temin edecektir. Ve bütün gayem orada milletim için iyi bir oyun oynamaktır.

  • Yavuz İsmet Anlatıyor

    Yavuz İsmet Anlatıyor

    Mayıs 1924 tarihli “Resimli Ay” dergisinde, Çelebizade Sait Tevfik, serisine devam ediyor. 1962-1966 yılları arasında Fenerbahçe’de başkanlık koltuğunda da görülecek olan meşhur sporcu, Yavuz İsmet anlatıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çelebizade’nin Peşrevi

    Geniş göğsü, cakalı yürüyüşü, fiyakalı selamlarıyla her hafta spor çayırlarında gördüğümüz bu sevimli sporcumuzun olimpiyada gideceği şu haftalarda hatıratını dinlemek herhalde karilerimizi fazla alakadar edecektir.

    İsmet Bey hatıratını şu suretle naklediyor :

    Yavuz İsmet Anlatıyor

    Çocukluk ve gençlik devirlerinde, bilerek bilmeyerek, spor namını verdiğimiz şeyler peşinde koşmak ve uğraşmakla dolu hayatımızı birkaç sahnede ihtisar şüphesiz benim için çok güç olacak.

    Şimdiye kadar sporlardan memleketimizde yapılması mümkün ve hatta müşkül olanların bile, hemen hepsiyle uğraştım. Bunlardan futbol, hokey, tenis, boks, güreş sporlarıyla ve nihayet denizcilik ile meşgul oldum. Fakat bugün benden yalnız futbol hatıratım isteniyor. Futbol ki sevdiğim sporların ikincisi sayılabilir.

    9 Yaşında…

    1326 (1910) senesinde henüz dokuz yaşında iken bu sporun ne olduğunu bilmeyerek başlamış, fakat bir sene sonra Osmanlı İttihat Mektepleri’nde bunun peşinde epeyce yürümüş idim. O vakit ben ne oynadığını bilmeyen bir zümrenin namdar kalecisi bulunuyordum.

    O zamanki oynadığımız futbolun kaidesi alîl, cılız, neşv ü neması ikmal etmemiş vücutlarımızı biraz daha hırpalamak, biraz daha ezmekten ibaretti. Ve buna futbol ismini vermek bir hata oluyordu. Nitekim bunu bir sene sonra Fenerbahçeli Mustafa Bey’in hakemliğiyle oynadığımız bir oyunda anlamıştık. Mustafa Bey mütemadiyen düdüğünü öttürüyor (Faul) (Ofsayt) gibi kelimelerle “Taç” ve “Aut”tan başka bir şey bilmeyen bizleri bizar ediyordu. İşte ben futbola on iki sene evvel böyle başlamıştım.

    Kadıköy Numune Mektebi’ne esna-i naklimde orada kıymetli futbolcu bulmuştum ve hemen mektebin ikinci timinde müdafii mevkiine ithal edildim. Bir kere de Fener’e karşı yaptığımız bir maçta -beğenildiğimden olacak- ağabeyimin arkadaşlarından Mustafa Bey’in delaletiyle Galatasaray’a kaydedilerek üçüncü ve dördüncü timlerinde oynamaya başladım. Şimdiye kadar oynadığımız oyunlarda futbolu spor olarak yapmadığımız tabii idi. Çünkü küçücük boyumuz, incecik boynumuz ile her gün güneşin en hararetli zamanlarından pek çok saatlerimizi top peşinde geçiriyorduk.

    Bu fena itiyad beni o hale koymuştu ki herkes teverrüm ederek vefat eden pederime benim de iltihak edeceğimde müttefik idiler. Mamafih bu esnada ben bu alîl vücudumla futbol sahasında mütemadiyen terakki ediyordum. O kadar ki meşhur Oberle, Celal’lerle aynı timde oynamaya başlamıştım. Bu vaziyet spor sahasında yegane küçük bir çocuk olan bana büyük bir zevk ve gurur veriyordu.

    14 Yaşımda Birinci Takımda

    Beni tanıyanlar pek ala bilirler ki 1331 (1915) senesinde birinci timlere dahil olduğum zaman ancak 14 yaşında bulunuyordum.

    (25) kiloluk sikletim, (66) santimlik göğsümle ilk oyuna girdiğim gün Oberle şaşırmış, timin kaptanını çağırarak “Bu küçücük çocuğun ne maksatla time ithal edildiğini” sormuştu. Fakat maçın akabinde hayretle yanıma sokularak daima benim için kullandığı (le petit) ünvanıyla sırtımı okşamış, bana her zaman neşv ü nema için verdiği nasihatlerine başlamıştı.

    O sene ben bu küçücük vücudumla çok terakki etmiştim. Sene sonunda şampiyon çıkan Altınordu’ya karşı ben kulübün yaptığı muhtelit time bizden de Oberle ve timin kaptanıyla ben dahil oluyordum. Hatta küçüklere itiraz eden Anadolu kulübü time oyuncu vermemişti. O zaman maça girerken, eski oyuncu olan bir rakibin kenardan (Ben İsmet’in topa vurduğu kadar maça girdim) dediğini ben işitmiştim. Hiç şüphe yok ki bu benim yerini zaptettiğim bir muavindi, belki hakkı da vardı. Fakat kuvvetli bir genç olan o zamanki Altınordu’nun sol açığı karşısında zayıf vücudumla oynadığım oyun herkesin nazar-ı takdirini celp etmişti. Halbuki bu kadar yorgunluğa vücudumun zaafiyeti de tahammül edemiyordu. Nitekim ertesi sene adım atamayacak bir hale geldim. O zaman böyle olmakla beraber bu çıkmaz yoldan dönemiyordum. Bu esnada Kadıköy Sultanisi’nde zaafım dolayısıyla futboldan men edilmiş ve müdüriyetce de beni kontrol için tenbihat-ı lazımada bulunmuştu.

    Filvaki müdürün bunda hakkı vardı. Çünkü ben deri ve kemikten mürekkep bir ucube kalmıştım. O esnadaki ebadımı şuraya kaydedeyim :

    Sene 332 – yaş 15 – siklet 42 kilo. Boy 148, boyun 30, göğüs 66, kol 19, pazu 21, bel 56, baldır 32 santimdi.

    Cetvel

    Her sene kaydettiğim ebat cetvelinin 332 Teşrinievvelindeki sahnesi işte bu suretle kapanmıştı. Üç sene her gün böyle biraz daha azalarak kaybederek geçti. Bu esnada Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’ye kabul edilmiştim. Muayene-i Sıhhiyede azamın tamamen mükemmel olduğu sabit oldu. Bununla beraber 49 kilo sikletli, 76 santim göğüslü, 23 santim kollu, zayıf, kavruk bir  çocuktum. Bazı kimselere olduğu gibi, asker ocağı bana da yaradı. Ananeye fevkalade riayetkar olan bu mektepte bilhassa o zamanlarda hak daima sınıf arkadaşları arasında kuvvette görülüyordu. Tabiatın bana verdiği asabi, hadîd ve haşin etvârım neticesi bu mektepte çok belalara maruz kalıyor ve eziliyordum.

    Artık çocukluktan çıkmış, Darülfünun talebesi olmuştum. Spor hakkında bir fikir edinmeye başladığımdan çalışmanın tarzını değiştirerek muntazam bir şekle soktum. 46 kiloluk sikletimle jimnastik yaptığım gün herkes (karga kadar vücutla jimnastik yapıyor) diye benimle istihza ediyordu. Çünkü orada jimnastik yapmaya hakkı olanlar kuvvetli, iri vücutlulardı. Buna rağmen ben azimkarane tam iki sene çalıştım.

    İki sene sonra etrafında alaylar, istihzalar yerine hayretler, takdirler görünmeye başladı. Bu zamana kadar ağabeyimin o kulüpte bulunması dolayısıyla Galatasaray’da oynuyordum. Bu kulübü cidden severdim. Harp senelerinde Galatasaray’ın şayan-ı hürmet azaları vatanı müdafaaya koştuğundan kulüp bir takım spor ruhu taşımayan şahsiyetlerin elinde kalmıştı. Ve nihayet sporculuğun kıymettar bir uzvu olan muhterem reisi Ali Sami Bey bile gücendirilerek istifa ettirildiğinden kulüp bütün bütün çığrından çıkmıştı.

    Fenerbahçe’ye Geliyorum

    Bu hal karşısında biraderim istifa ettiği gibi ben de kulüple olan alakamı kıta ederek ilk defa ve resmen Fenerbahçe kulübüne dahil oldum. Bu esnalarda sporu daha iyi anlamaya ve daha esaslı çalışmaya başladım. Oyunlardan sonra suistimallerden kaçındım. Gıdanın derece-i ehemmiyetini idrak ettiğimden terli terli dört bardak su ve iki lokma ekmeğin o zamana kadar bendeki tesir-i tahripkarisini hissediyordum. Ne çare ki pek geçti.

    Vücudum kuvvetlendikçe futbola da lazım olan malumat ve sürat hassalarını kazanmaya başlıyordum. Fakat bu esnada boks daha ziyade inhimakımı mucip oldu ve futbolda benim için bir devre-i tevakkuf başladı. Birkaç sene evvel Galatasaray’ın Avrupa turnesine iştirakım futbolun terakki ettiği bu memleketlerde ne suretle çalıştığını daha yakından görmeye sebep olduğundan futbolu daha iyi anlamaya başladım. O zaman fikrim şu noktada toplanmıştı : Futbola esaslı olarak çalışılırsa iyi, samimi ve güzel bir spor… Yoksa vücudu bilhassa gençleri tahrip etmek için pek fena bir yol ve en müthiş bir vasıta.

    O zamandan beri İstanbul’da bir çok ecnebi takımlar ile çarpıştık. Ve bunlar bize çok istifadeler bahşetti. Şimdi artık muktedir bir muallimin idaresinde milletimizi temsil etmek üzere Paris Olimpiyatı’na hazırlanıyoruz.

    Ümit ederiz ki Türkler Paris’teki Kolomb Stadı’nda dünyanın şampiyonluğuna namzet Çekoslovaklara karşşı mağlup olsa bile büyük bir muvafakıyyet temin edecektir. Ve bütün gayem orada milletim için iyi bir oyun oynamaktır.

    Yavuz İsmet Anlatıyor


    Not : Bu yazının yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk sene sonra, 46. ölüm yıl dönümü olan 26 Ağustos 2021 tarihinde İsmet Bey merhumun torunu Mete Uluğ beyefendi ile temasa geçtik. Kendisi, sağ olsun, hem İsmet Bey’in “Ahmet” olan ön ismi ile beraber, 1 Temmuz 1901 olan doğum tarihini bildirdi, hem de aşağıdaki birbirinden güzel fotoğrafları Fenerbahçe tarihine armağan etti. Sonsuz teşekkürlerimizle…

  • En Büyük Futbolcumuz Hayatını Anlatıyor

    Zeki Rıza Sporel ve Alaaddin Baydar… Fenerbahçe’nin ve Türk futbolunun en büyük iki golcüsü… 1924 tarihli Resimli Ay dergisinde Çelebizade Sait Tevfik Bey, başka sporcuları da tanıtacağı köşesine bu iki isimle başlıyor. Önce Zeki Rıza Sporel…

    * * * * * *

    Zeki Bey’i çok küçükten tanıdığım için idmancıların spor hayatını yazmaya kendisinden başladım. Daha ufak yaştan itibaren kuvvetli şutlarıyla, kıymetli, mahir çalışmalarıyla, seri kurtuluşlarıyla herkesin nazar-ı dikkatini celp eden bu pek ufak cüsse, kendisine mukabil iri rakipleri arasında daima iyi bir numara alır. Hatta gerek Fenerbahçe’nin ve gerek milli takımımızın yaptığı sayıları tetkik edersek hemen kısm-ı azamının bu küçük vücudun küçük ayağı tarafından yapıldığını görürüz. Son olaylarda sakatlanan bu kıymetli oyuncumuza afiyet temenni ederken kendisinin de pek meraklı menakıbını hususi kelamından dinlemek isteriz :

    “On dört on beş sene oluyor, Kadıköy’den Kuşdili çayırlarına henüz taşınmıştık. Bir akşam kısa pantolonlu, lisanlarını anlamadığım birkaç ecnebinin, o garip kıyafetleriyle, yuvarlak büyük bir top peşinde mütemadiyen koştuklarını, bazen kafalarıyla ve bazen ayaklarıyla topu birbirlerine attıklarını gördüm. Bilmem neden o günden itibaren topa karşı garip, meraklı bir heves duydum. Artık gezmeden ve eğlenmekten ibaret sade programıma bir de top oyunu temaşası karışmıştı. Akşam muayyen vaktinde gider, o ecnebileri adeta bir zevk-i taabbüdle seyrederdim.

    Öyle bir gün hulul etti ki yalnız seyretmek, futbola karşı olan merakımı teskin edememeye başladı. Ben de bir top tedarik ettim ve ağabeyim, küçük kardeşim Arif hep bir arada oynamaya başladık. O zaman Galatasaray’a devam eden ve bize nazaran futbolu daha iyi anlamış olan ağabeyim Hasan Kamil tahsil günlerinde bizi karşısına alır ve topa nasıl vurulacağını, nasıl tutulacağını öğretirdi.

    Üç dört ay sonra Kurbağalıdere’ye taşınmıştık. Oranın vasi’ meydanları futbol için daha müsaitti. Esasen bunlarda bütün meydanlarda sabahtan akşama kadar çocuktan büyüğe kadar bir çok gruplar mütemadiyen top oynuyorlardı. Biz de bunların arasına karıştık. İki üç ay sonra güya ben de iyi futbol oynayanlar arasında bulunuyordum, futbolun ruhumdaki boşluğu imla eden bir hususiyeti bir mevcudiyeti var sanılırdı. İstidad ve hevese makrun olan her şey gibi, futbol da arzu ve hevesime ram olmuş gibiydi. Bu hal iki sene kadar devam etti.

    Futbolda kazandığımız meleke bizi muhitimiz hariciyle boy ölçüşmeye sevk ediyordu. Kurbağalıdere Kulübü namıyla arkadaşlardan bir kulüp yaptık. Az zaman zarfında emellerimiz tahakkuk ve tetevvüc etti. Çünkü o zamanlar kulübümüzde ağabeyim, Arap Feyzi (merhum), Mazhar (merhum), Kamil gibi maruf ve iyi oyuncular da vardı. İşte bugün ismi silinen bu kulüple yaptığımız ilk müsabaka esasında şimdi beraber oynadığımız sağ iç muhacim Alaaddin ile tanıştık. O zamandan Alaaddin’in ani ve anlaşılamaz çalımlarını, hakim oyunlarını çok takdir eder ve severdik. Şimdiki Alaaddin için hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü Alaaddin’i herkes görüyor ve biliyor…

    Günün birinde talih bizi Bursa Mekteb-i askeriyesine sevk etti. Tabii burada futbol yoktu. Alıştığım, hemen hemen müptelası olduğum topu artık derin bir hasretle yad etmekten, akşamları efkarla gözlerimi dikerek yüksek şahikaların öbür tarafında, o dakikalarda topla uğraşan arkadaşlarımı hatırlamaktan başka bir zevk duyamıyordum. İstanbul’dan top getirtmek hususundaki birkaç teşebbüsüm maatteessüf  zabitlerimizin inat ve ısrarı önünde önünde fayda vermedi. Maahaza büsbütün nevmid olmadım. Arkadaşlarımızı bilhassa İstanbul’dan gelenleri tahrik ederek zabitlerimiz nezdinde umumi bir teşebbüste bulunduk, yalvardık, rica ettik. En nihayet bir  lütf-ü aliyül ala olmak üzere irade-i müdüriyetpenahi şerefsadr oldu; müsaade verildi. Artık sevince had ve payan yoktu. Nihayet çok sevdiğim topa kavuşmuştum.

    İki sene sonra İstanbul’a avdetimde diğer rüfeka kısmen tebdil-i mekan etmiş ancak pek azları kalmıştı. Bu sıralarda arkadaşlarımdan Cafer ve Haydar Bey ile beni Fenerbahçe Kulübü’ne davet ettiler. İşte o günkü oyunda ilk defa olarak Sarı-Lacivert formayı giymiştim. İhtimaldir ki Fenerbahçe’ye bizi büyük bir samimiyetle bağlayan minnettar hislerimi o günün gurûr muvaffakiyetinden topladım.

    Bizi çalıştırmaya memur edilen Mustafa  Bey’in tarz-ı mesaisindeki intizam ve vukuf dolayısıyla çok yardımını gördüm. O zaman dördüncü ve üçüncü takımları teşkil eden çocukların pek az istisnalarıyla bugün spor aleminin  belli başlı futbolcularından olması Mustafa Bey’in bu husustaki ihtisasının en bariz bir delilidir.

    Sırasıyla dördüncü ve üçüncü takımlarda  oynadım. Kuvvet ve oyun nokta-i nazarından bize tekabül eden Galatasaray timleriyle başlayan  müsabakalarımız güzel ve heyecanlı oluyordu. Bir gün Anadolu Hisarı’nda galiba İdman Yurdu ile birinci takımın bir müsabakasını seyre gitmiştim ve takımın eksik olması küçük olmamıza rağmen Alaadin’le benim maça iştirakimize sebep oldu. O gün her ikimiz de muvaffak  olmuştuk. Fakat yine muntazaman birinci takımın oyunlarına dahil olamıyorduk. Bilahare Nuri  Bey’lerin ve Hikmet Beylerin istifaları ile hasıl olan boşlukları Alaaddin ile beraber doldurmuştuk.

    Hiç unutmam ilk maçımızı Anadolu ile yapmıştık. Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin add-i mevcudiyetiyle açılan rahneyi Fenerbahçe’nin nasıl dolduracağını halk münakaşa ediyor ve etrafta müteaddit rivayetler dolaşıyordu. En nihayet ahalinin meraklı nazarları altında yeni şahsiyetler olarak biz gösterildik. Kabiliyet ve muvaffakıyet ihtimallerinden şüpheye düşen bir çok kimselerin dudak büktüğünü halen hatırlarım. O oyunda ezilmemekliğimiz için, Mustafa Bey’in rey ve tensibiyle ben sol  açık Alaaddin de sağ açık oynamıştı. O gün ben üç gol yapmıştım. Etraftaki  dudak bükenlerin istihfafı hayrete inkılap etmişti. Ve ilk oyunun böyle zaferle neticelenmesi istikbalim hakkında bana güzel ümitler veriyordu.

    Hiçbir zaman hudperest değilim ve olmadım. Boyum uzadıkça yavaş yavaş sol iç ve nihayet asıl mevkiim olan merkez muhacim olarak oynamaya başladım. Takımımız yine eski mevkiini kazandı. O zaman en kavmi rakibimiz bizden aldığı aza ile kuvvetlenen Altınordu idi. Fakat şurasını da kaydedeyim ki aramızdaki müthiş rekabete rağmen maçlarımız daima büyük bir samimiyetle cereyan eder ve yensek de yenilsek de yalnız oyunda, maharetle kazanmak arzusu sinirlerimize tahakküm ederdi. Yoksa hiçbir taraftan galebede hasmı hakir görmek aklımızdan geçmezdi.

    Futbol hayatımda müteaddit defalar muhtelit takımda merkez muhacimi olarak oynadım. Ve en memnun olduğum maç da Slavya’ya karşı olmuştur. Son seneler tenis ile fazla meşgul oluyordum. Bu oyunda  futbol kadar meraklı ve uzun seneler çalışmakla elde edilen güç bir spordur. En ziyade sevdiğim spor denizciliktir”

    İşte hayatının kısa bir tarihine tarihçesini yaptığımız bu sevimli arkadaşımız Kuleli İdadisini ikmal  etmiş ve boyunun kısa bulunmasından dolayı askeri baytar mektebine nakledilmiştir. Harb-ı umumi  senelerini Haydarpaşa’daki Karacaahmet mezarlığına dayanan küçük binada geçirerek bilahare  baytar zabiti olarak mektepten neş’et etmiştir.

    Çelebizade Sait Tevfik Bey

  • En Büyük Futbolcumuz

    En Büyük Futbolcumuz

    Zeki Rıza Sporel ve Alaaddin Baydar… Fenerbahçe’nin ve Türk futbolunun en büyük iki golcüsü… 1924 tarihli Resimli Ay dergisinde Çelebizade Sait Tevfik Bey, başka sporcuları da tanıtacağı köşesine bu iki isimle başlıyor. Önce Zeki Rıza Sporel… En büyük futbolcumuz!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    En Büyük Futbolcumuz Hayatını Anlatıyor

    Zeki Bey’i çok küçükten tanıdığım için idmancıların spor hayatını yazmaya kendisinden başladım. Daha ufak yaştan itibaren kuvvetli şutlarıyla, kıymetli, mahir çalışmalarıyla, seri kurtuluşlarıyla herkesin nazar-ı dikkatini celp eden bu pek ufak cüsse, kendisine mukabil iri rakipleri arasında daima iyi bir numara alır. Hatta gerek Fenerbahçe’nin ve gerek milli takımımızın yaptığı sayıları tetkik edersek hemen kısm-ı azamının bu küçük vücudun küçük ayağı tarafından yapıldığını görürüz. Son olaylarda sakatlanan bu kıymetli oyuncumuza afiyet temenni ederken kendisinin de pek meraklı menakıbını hususi kelamından dinlemek isteriz :

    Söz Zeki Rıza Sporel’de

    “On dört on beş sene oluyor, Kadıköy’den Kuşdili çayırlarına henüz taşınmıştık. Bir akşam kısa pantolonlu, lisanlarını anlamadığım birkaç ecnebinin, o garip kıyafetleriyle, yuvarlak büyük bir top peşinde mütemadiyen koştuklarını, bazen kafalarıyla ve bazen ayaklarıyla topu birbirlerine attıklarını gördüm. Bilmem neden o günden itibaren topa karşı garip, meraklı bir heves duydum. Artık gezmeden ve eğlenmekten ibaret sade programıma bir de top oyunu temaşası karışmıştı. Akşam muayyen vaktinde gider, o ecnebileri adeta bir zevk-i taabbüdle seyrederdim.

    Öyle bir gün hulul etti ki yalnız seyretmek, futbola karşı olan merakımı teskin edememeye başladı. Ben de bir top tedarik ettim ve ağabeyim, küçük kardeşim Arif hep bir arada oynamaya başladık. O zaman Galatasaray’a devam eden ve bize nazaran futbolu daha iyi anlamış olan ağabeyim Hasan Kamil tahsil günlerinde bizi karşısına alır ve topa nasıl vurulacağını, nasıl tutulacağını öğretirdi.

    Üç dört ay sonra Kurbağalıdere’ye taşınmıştık. Oranın vasi’ meydanları futbol için daha müsaitti. Esasen bunlarda bütün meydanlarda sabahtan akşama kadar çocuktan büyüğe kadar bir çok gruplar mütemadiyen top oynuyorlardı. Biz de bunların arasına karıştık. İki üç ay sonra güya ben de iyi futbol oynayanlar arasında bulunuyordum, futbolun ruhumdaki boşluğu imla eden bir hususiyeti bir mevcudiyeti var sanılırdı. İstidad ve hevese makrun olan her şey gibi, futbol da arzu ve hevesime ram olmuş gibiydi. Bu hal iki sene kadar devam etti.

    Futbolda kazandığımız meleke bizi muhitimiz hariciyle boy ölçüşmeye sevk ediyordu. Kurbağalıdere Kulübü namıyla arkadaşlardan bir kulüp yaptık. Az zaman zarfında emellerimiz tahakkuk ve tetevvüc etti. Çünkü o zamanlar kulübümüzde ağabeyim, Arap Feyzi (merhum), Mazhar (merhum), Kamil gibi maruf ve iyi oyuncular da vardı. İşte bugün ismi silinen bu kulüple yaptığımız ilk müsabaka esasında şimdi beraber oynadığımız sağ iç muhacim Alaaddin ile tanıştık. O zamandan Alaaddin’in ani ve anlaşılamaz çalımlarını, hakim oyunlarını çok takdir eder ve severdik. Şimdiki Alaaddin için hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü Alaaddin’i herkes görüyor ve biliyor…

    Askerî Okulda

    Günün birinde talih bizi Bursa Mekteb-i askeriyesine sevk etti. Tabii burada futbol yoktu. Alıştığım, hemen hemen müptelası olduğum topu artık derin bir hasretle yad etmekten, akşamları efkarla gözlerimi dikerek yüksek şahikaların öbür tarafında, o dakikalarda topla uğraşan arkadaşlarımı hatırlamaktan başka bir zevk duyamıyordum. İstanbul’dan top getirtmek hususundaki birkaç teşebbüsüm maatteessüf  zabitlerimizin inat ve ısrarı önünde önünde fayda vermedi. Maahaza büsbütün nevmid olmadım. Arkadaşlarımızı bilhassa İstanbul’dan gelenleri tahrik ederek zabitlerimiz nezdinde umumi bir teşebbüste bulunduk, yalvardık, rica ettik. En nihayet bir  lütf-ü aliyül ala olmak üzere irade-i müdüriyetpenahi şerefsadr oldu; müsaade verildi. Artık sevince had ve payan yoktu. Nihayet çok sevdiğim topa kavuşmuştum.

    İki sene sonra İstanbul’a avdetimde diğer rüfeka kısmen tebdil-i mekan etmiş ancak pek azları kalmıştı. Bu sıralarda arkadaşlarımdan Cafer ve Haydar Bey ile beni Fenerbahçe Kulübü’ne davet ettiler. İşte o günkü oyunda ilk defa olarak Sarı-Lacivert formayı giymiştim. İhtimaldir ki Fenerbahçe’ye bizi büyük bir samimiyetle bağlayan minnettar hislerimi o günün gurûr muvaffakiyetinden topladım.

    Bizi çalıştırmaya memur edilen Mustafa  Bey’in tarz-ı mesaisindeki intizam ve vukuf dolayısıyla çok yardımını gördüm. O zaman dördüncü ve üçüncü takımları teşkil eden çocukların pek az istisnalarıyla bugün spor aleminin  belli başlı futbolcularından olması Mustafa Bey’in bu husustaki ihtisasının en bariz bir delilidir.

    Sırasıyla dördüncü ve üçüncü takımlarda  oynadım. Kuvvet ve oyun nokta-i nazarından bize tekabül eden Galatasaray timleriyle başlayan  müsabakalarımız güzel ve heyecanlı oluyordu. Bir gün Anadolu Hisarı’nda galiba İdman Yurdu ile birinci takımın bir müsabakasını seyre gitmiştim ve takımın eksik olması küçük olmamıza rağmen Alaadin’le benim maça iştirakimize sebep oldu. O gün her ikimiz de muvaffak  olmuştuk. Fakat yine muntazaman birinci takımın oyunlarına dahil olamıyorduk. Bilahare Nuri  Bey’lerin ve Hikmet Beylerin istifaları ile hasıl olan boşlukları Alaaddin ile beraber doldurmuştuk.

    A Takımda İlk Maç

    Hiç unutmam ilk maçımızı Anadolu ile yapmıştık. Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin add-i mevcudiyetiyle açılan rahneyi Fenerbahçe’nin nasıl dolduracağını halk münakaşa ediyor ve etrafta müteaddit rivayetler dolaşıyordu. En nihayet ahalinin meraklı nazarları altında yeni şahsiyetler olarak biz gösterildik. Kabiliyet ve muvaffakıyet ihtimallerinden şüpheye düşen bir çok kimselerin dudak büktüğünü halen hatırlarım. O oyunda ezilmemekliğimiz için, Mustafa Bey’in rey ve tensibiyle ben sol  açık Alaaddin de sağ açık oynamıştı. O gün ben üç gol yapmıştım. Etraftaki  dudak bükenlerin istihfafı hayrete inkılap etmişti. Ve ilk oyunun böyle zaferle neticelenmesi istikbalim hakkında bana güzel ümitler veriyordu.

    Hiçbir zaman hudperest değilim ve olmadım. Boyum uzadıkça yavaş yavaş sol iç ve nihayet asıl mevkiim olan merkez muhacim olarak oynamaya başladım. Takımımız yine eski mevkiini kazandı. O zaman en kavmi rakibimiz bizden aldığı aza ile kuvvetlenen Altınordu idi. Fakat şurasını da kaydedeyim ki aramızdaki müthiş rekabete rağmen maçlarımız daima büyük bir samimiyetle cereyan eder ve yensek de yenilsek de yalnız oyunda, maharetle kazanmak arzusu sinirlerimize tahakküm ederdi. Yoksa hiçbir taraftan galebede hasmı hakir görmek aklımızdan geçmezdi.

    Futbol hayatımda müteaddit defalar muhtelit takımda merkez muhacimi olarak oynadım. Ve en memnun olduğum maç da Slavya’ya karşı olmuştur. Son seneler tenis ile fazla meşgul oluyordum. Bu oyunda  futbol kadar meraklı ve uzun seneler çalışmakla elde edilen güç bir spordur. En ziyade sevdiğim spor denizciliktir”

    İşte hayatının kısa bir tarihine tarihçesini yaptığımız bu sevimli arkadaşımız Kuleli İdadisini ikmal  etmiş ve boyunun kısa bulunmasından dolayı askeri baytar mektebine nakledilmiştir. Harb-ı umumi  senelerini Haydarpaşa’daki Karacaahmet mezarlığına dayanan küçük binada geçirerek bilahare  baytar zabiti olarak mektepten neş’et etmiştir.

    Çelebizade Sait Tevfik Bey / En Büyük Futbolcumuz Hayatını Anlatıyor

  • Sarı Lacivert Mikrofon

    Sarı Lacivert Mikrofon

    Bu toprakların ilk maç ve spor spikeridir Çelebizade Sait Tevfik Bey. Spor yazarlığını meslek haline getiren “Sarı Lacivert Mikrofon” Sait Çelebi, dünyaya gözlerini, 1897’de İstanbul’da açmıştı.

    Askeri Tıbbiye’de okurken her genç gibi top peşinde koşmuş, ama kalben yaptığı iş, 1913-14 şampiyonluğuna giden Fenerbahçe takımını Union-Club sahasının ufacık tribünlerine Fenerbahçe için gelmiş taraftarları heveslendirmek ve takımları lehine tezahürat yapmalarını sağlayabilmek olmuştu. Ezcümle, sarı lacivertli takımın ilk amigosu, Tıbbiye öğrencisi Fenerbahçeli Sait idi. Dağlaroğlu’nun, açık boz renk kaput, koyu boz kalpaklı ve yakışıklı genç tıbbiyeli diye resmettiği Sait Çelebi, 1914 yılının ilkbaharında, Elkatipzade Mustafa Bey’e başvurarak gönül verdiği renklere ıslak imzayla kaydolur. Said Çelebi, Dünya Harbi yıllarında hep, meftun olduğu kulübüne gelir getirecek organizasyonların içinde olacaktır

    Çelebi Fenerbahçe’de

    Tıbbiyeli gencin, 1914 yılından sonraki mektup adresi artık Anadoluhisarı’ndaki yalıları değil Fenerbahçe Kulübü oluyordu. İki aşk arasında kalan Sait Çelebi, 1918 yılında tercihini yapacak; Tıbbiye’nin son sınıfından ayrılıp, Kuşdili’ne doğru yola çıkacaktı. Çelebizade Sait Tevfik Bey için, gönülden bağlılık anlaşmasının ilk maddesinde Fenerbahçe yazmaya çoktan başlamıştı bile.

    Sait Çelebi bir süre Fenerbahçe forması giydi, hatta hokey de oynadı ama aktif sporculuk hayatı, hokeyin misak-ı milli sınırlarımız içindeki ömrü gibi kısa olmuştu.

    Sait Çelebi, devrisi yıllarda işadamlığına soyunmuş, Topçu Kışlası avlusunu uluslararası organizasyonlar için kiralamıştı. 1922 yılında, Taksim Stadı’nda, resmi olmayan ama serdüzenleyicisi olduğu, şehirde yaşayan farklı milletleri spor sahasında buluşturan “İstanbul Olimpiyat Oyunları” organizasyonu, Sait Çelebi’nin üzerinden hiç çıkartmayacağı gurur ceketi olmuştur. Sait Bey bu gösterileri, kendine has, son derece tatlı, bilgili üslubuyla sporseverlere aktarırdı. Sporla uzaktan yakından ilgisi bulunmayanlar bile onu radyolarının başında ilgiyle dinlerdi. Maç anlatımını hoş hikâyelerle bezeyen, bu arada saha içi kadar, tribünlerle de ilgilenip, rastladığı tanıdık simalardan ve onlarla ilgili hoş anılardan bahseden Sait Çelebi’yi herkes dudaklarından eksik olmayan bir tebessümle dinlerdi. Sevimli spiker, devre aralarında futbolcuları, müsabakalardan önce ve ya sonra güreşçileri, boksörleri, atletleri yaka mikrofonunun başına çağırır ve kendileriyle sohbet ederdi. Ona arkadaşları, çok konuşmasından kelli “Traşçı Sait” deseler de, ona bu lakabı verenler, yine de kulaklarını Sait’ten ayıramazlardı.

    Güreş sporunu halka ısındıran zat-ı alileridir. Milli Piyango çekilişlerini radyodan öyle ballandıra ballandıra anlatır(mış)dı ki, yetmişinde büyük ikramiyeyi bulan Salih Dede’nin ünlü spikeri dinledikten sonra soluğu bayide aldığı ve o günden sonra ayın sonu dokuzla biten günlerini iple çektiği rivayet olunurdu…

    Gözyaşları ve Spor Alemi’ne Attığı İmza

    Refikası, Keçecizade Ailesi’nden, bir dönem BJK başkanlığı yapmış Sait Keçeci’nin kardeşi Güzide Hanım, onu sadece bir defa ağlarken görmüştü: Atatürk’ün” Kendin küçüksün ama memleket için çok büyük iş yaptın. Artık ismin Türk Spor Tarihine geçti. Çok yaşa Yaşar” telgrafına mazhar olan güreşçi Yaşar Erkan, Berlin’de olimpiyat şampiyonu olup, kürsüye çıktığı gün Sait Bey gözyaşlarına engel olamamıştı. Türkiye’nin ilk spor dergisi “Spor Âlemi’’nin (1919-29) altında onun imzası vardı. Sait Çelebi, 1919 yılından sonra on yıl neşrettiği dergisiyle Türk sporu ve Fenerbahçe için önemli hizmetlerde bulunmuştu.

    Sait Çelebi, 1936’ya doğru Ankara’ya yerleşti. Maç ve güreş yayınları için bu kez adresi 19 Mayıs Stadı’ydı. Bu arada Cumhuriyet Bayramı geçit törenlerini de nakletti. Ankara’nın ilk büyük sinemasını o açtı ve işletti. Başkentin ilk “Sinema Kralı” oldu. 1953 yılının soğuk bir 30 Mart gününde, üstadın hayat sesini kesen, çocukluğundan beri vücudunu gizli gizli kemiren böbrek rahatsızlığı olacaktı. Türkiye radyolarından yükselen ilk spor naklen yayınında “Alo Alo… Burası Taksim Stadyomu, karşınızda Sait Çelebi…” diyen ses susmuştu.

    Ceketinin yakasına ‘teğelli’ portatif ve hep sarı/lacivert renkli olduğunu hayallediği mikrofonuyla, stadın her köşesinde uzun yıllar ‘şakıyan’ Sait Çelebi, fotoğrafta bu kez masada mikrofon başında ve çok sevdiği çocuklar arasında görülüyor.

    Ali Can Küçükcan / Sarı Lacivert Mikrofon – Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Kadri Göktulga

    Kadri Göktulga

    Çelebizade Sait Tevfik tarafından “Resimli Ay” dergisinde Fenerbahçeli sporcularla yapılan söyleşilere devam ediyoruz. 1921-1931 yılları arasında 64 resmî maçta forma giyen, Harington Kupası kahramanlarından Kadri Göktulga, Mart 1925 tarihinde dergiye bir röportaj veriyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çelebizade’den Kadri Göktulga Peşrevi

    Pek küçükten tanırım. Ekseri günler mektepten çıktıktan sonra daimi arkadaşlarından Nusret ve Bedri ile beraber Union Club’ın kalelerinde egzersizlerini yaparlardı. O vakitler Fenerbahçe Kulübü’nün küçük takımlarında oynuyorlar ve daha müptediliklerine rağmen takdir ediliyorlardı. Seneler geçtikçe birbirinden ayrılmayan bu üç oyuncudan biri olan Nusret Anadolu’ya gitti. Bedri ve Kadri ise evvela üçüncü ve pek az farkla ikinci takıma geçtikleri gibi, bu aylar zarfında birinci takıma da dahil oldular. Bedri muhacim hattında çalışırken, Kadri de muavin hattında geçilmez bir uzuv oldu ve bu sayede, pek genç bulunmasına rağmen, orada gösterdiği muvaffakıyet kendisini kulübünde müdafaa mevkiine yerleştirmeye sebep oldu. Şimdiki halde istikbali en parlak bir müdafi oyuncusudur. Birdenbire büyüyen ve aynı günlerde yükselen bu genç oyuncu kendi hatıratına şöyle başlıyor :

    Kadri Göktulga Anlatıyor

    “Pek küçükken sporun ne demek olduğunu bilmezdim. Sekiz, dokuz yaşında Kadıköy Sultanisi’nde bulunduğum zamanlar futbolu merak etmiştim. O zaman Kadıköy Sultanisi müdür ve muallimleri spora ehemmiyet verirlerdi. Her gün öğle teneffüsünde Haydarpaşa Çayırı’na çıkar ve takımlar teşkil ederek birbirimizle maçlar yapardık. O zamanlar mektebin en iyi oyuncuları meyanında bu senenin teferrüd eden idmancıları bulunurdu. Tabii biz çok küçük olduğumuzdan, ağabeylerimizin oyunlarını merakla seyretmekle iktifa ediyorduk.

    Yavaş yavaş her Cuma günleri Kadıköy Spor Kulübü’ne koşmaya başladık. Burası bize futbolun zevk ve şevkini tattırmıştı. Daha o zaman milli takım teşkilatı yoktu. Böyle olmakla beraber o zamanın genç oyuncuları bir çok hususatta daha ziyade ümit ve hevesle futbola çalışıyorlardı. Ben de sporun bu şubesinde yavaş yavaş göze çarpmaya başlıyordum. Mektep takımları arasında yaptığımız maçlarda benim de ismim etraftan “Yaşa” sedalarıyla kulağıma çarpmaya başlıyordu.

    Bu vaziyette birkaç sene daha çalıştıktan sonra ilk defa Fenerbahçe Kulübü’ne intisap ettim. Ve bu sevgili kulübe duhûlüm en tatlı günlerimi bildiriyordu. Bu suretle Fenerbahçe ikinci takımında bir sene müddetle oyun oynadım. O zamanlar etraftaki seyirciler benim pek iyi bir oyuncu olacağımı söylüyorlardı.

    Birinci Takıma Geçiyoruz

    1335 senesi lig maçları Kadıköy’de devam ederken, bir Cuma günü Vefa-Fenerbahçe ikinci takımları maçını icra ediyorduk. Ben o zamanlar pek iyi oynuyordum. Maçtan sonra pek muhterem kaptanım Zeki Bey, Bedri ile bana:

    – “Niçin ikinci takımda oynadınız? Öğleden sonra birinci takımda oynayacaktınız” dedi.

    Bir iki saat heyecanlı istirahatten sonra maç saati yaklaştı. Tekrar soyunarak arkadaşım Bedri ile beraber İttihat Spor Çayırı’na birinci takım ağabeyleri arasına yine beraber olarak dahil olduk. Birkaç dakika sonra da maç başlamıştı. Ben müdafi mevkiinde oynuyordum. O gün iki maç yapmamıza rağmen iki arkadaş da gayet muvaffakıyetle oynadık. Böylece birkaç maçta müdafi olarak oynatıldım. Fakat bundan sonraki maçlarda pek eski olan mevkiimi bırakarak kulüp tarafından sağ muavin olarak oynatılmaya başladım.

    Bu suretle birkaç sene asıl mevkiime pek yabancı kalmıştım. Sağ muavin mevkiinde birkaç sene daha oynadıktan sonra, İstanbul’un pek kıymetli ve muhterem oyuncusu Kamil Bey’in spor hayatından çekilmesiyle, yine kulüp tarafından onun yerine “müdafi” mevkiine geçirildim. Daha ilk maçta mevkimin oyuncusu olduğumu ispat ettim.

    Olimpiyat Meselesi

    Nihayet 1340 senesinde spor hayatımızda olimpiyat meseleleri mevzubahis olmaya başladı. Tabii bu havadis bütün sporcular arasında memnuniyeti mucip olmuştu. Herkes birbirleriyle rekabet ederek olimpiyada gitmek arzusundaydı. İşte benim de kulüp tarafından ismim federasyona verildi. Tabii seçme müsabakaları başlıyordu. İlk seçme müsabakasını yapmak üzere Eskişehir’e gittik. Orada birkaç maç yaptıktan sonra tekrar, seçme müsabakalarına devam etmek üzere Kadıköy Spor Çayırı’nda kurulan kampa dahil olduk. Her gün ve her dakikamız heyecanla geçiyordu. Antrenör Billy Hunter tarafından her gün idmanlarımıza devam ediyorduk. Ve her gün yapılan idmanlarda yavaş yavaş kendimi göstermeye başlıyordum. Biraz açıkça söylemek lazım gelirse, birkaç rakibi atlattıktan sonra mevkimi daha ziyade tersin etmiştim.

    Nihayet Avrupa’ya hareket zamanı yaklaştı. Fakat daha heyecanım ve düşüncem zail olmamıştı. Acaba hakiki müdafi olarak mı yoksa ihtiyat oyuncusu olarak mı gidiyordum? Arkadaşlarımın temin ettiğine ve benim de anladığıma göre takımda bir mevki kazanmıştım. Artık İstanbul’dan hareket günü gelmişti. Sabahleyin bütün istihzaratımızı kamil ederek arkadaşlarımın gözyaşları arasında İstanbul’u terk ediyordum. Beni taşıyan vapur spor muhiblerinin alkışları arasında yola devama başladı.

    Paris’te Geçen Günler

    Uzun bir yolculuktan sonra Paris’e vasıl olduk. Selim Sırrı Bey tarafından istasyonda istikbal edildik. Daha Paris’i göremeden Metropolitan ile Kolomb kamplarına vasıl olmuştuk. Kamp bir çok küçük kaleleri ihtiva ediyordu. İkişer kişi olmak üzere odalara ayrıldık. Büyük maça henüz on beş gün vardı. Bu on beş günü dahi idman ile geçirdik.

    Maçın arifesi akşamı reisimiz Ziya Bey tarafından salona davet edildik. Bütün oyuncular büyük bir heyecan içinde kıvranıyorduk. Ziya Bey bir mukaddimeden sonra hiçbir suretle itiraz edilmemek üzere takımı okumaya başladı. Beni sol muavin mevkinde okudular. O anda dehşetli bir darbe yediğimi anlayarak pek müteessir olmuştum. Son dakikaya kadar müdafi mevkiinde oynatıldığım halde bir gecede takım değiştirilmişti. Ve bu suretle pek meşru olarak takım yenilmişti.

    İşte bu darbe bütün ümitlerimi ve cesaretimi kırdı. Ertesi gün pek nevmid olarak maça çıktım. O gün müthiş bir talihsizlik olarak Çeklere mağlup olduk. Bu suretle ilk ayrılmadan ihraç edildikten sonra bütün takım azası serbest bir halde Paris’i gezmeye başladı. O muhteşem payitahtı bir müddet dolaştıktan sonra turneye çıkmak üzere Paris’i terk etmiştik.

    Bütün bu seyahat esnasında gördüğümüz maçlarda pek büyük istifadeler temin ettim. Ve mevkimin daha ziyade tekniğine dikkat ettim. Bütün bu turnelerde mevkimin üstadları olarak Uruguay’ı ve Çeklerin müdafilerini gördüm.

    Temmuz iptidalarında ise tekrar Paris’ten yola çıkıp, bir çok sıkıntılar çekerek sevgili İstanbul’a kavuştuk. Turne esnasında hakikaten bir çok haksızlık ve idaresizlik olmuştu. Fakat bunlar ilk defa yapılan muntazam teşkilat arasında nazar-ı müsamaha ile görülebilir.

    İstanbul’a vasıl olduktan sonra mevkime daha esaslı bir surette sarılarak çalışmaya başladım. Son zamanlarda federasyon tarafından tekrar imtihan ve turne meselesi çıktı. Ümit ederim bu sefer baştakilerin gadrine ve garezine uğramadan milletimi uzaklarda daha şerefle temsil edebilirim”

    Kadri Göktulga

  • Kadri Göktulga’nın Futbol Hatıraları

    Çelebizade Sait Tevfik tarafından “Resimli Ay” dergisinde Fenerbahçeli sporcularla yapılan söyleşilere devam ediyoruz. 1921-1931 yılları arasında 64 resmî maçta forma giyen, Harington Kupası kahramanlarından Kadri Göktulga’nın Mart 1925 tarihinde verdiği röportaj için şöyle buyurun.

    * * * * * *

    Pek küçükten tanırım. Ekseri günler mektepten çıktıktan sonra daimi arkadaşlarından Nusret ve Bedri ile beraber Union Club’ın kalelerinde egzersizlerini yaparlardı. O vakitler Fenerbahçe Kulübü’nün küçük takımlarında oynuyorlar ve daha müptediliklerine rağmen takdir ediliyorlardı. Seneler geçtikçe birbirinden ayrılmayan bu üç oyuncudan biri olan Nusret Anadolu’ya gitti. Bedri ve Kadri ise evvela üçüncü ve pek az farkla ikinci takıma geçtikleri gibi, bu aylar zarfında birinci takıma da dahil oldular. Bedri muhacim hattında çalışırken, Kadri de muavin hattında geçilmez bir uzuv oldu ve bu sayede, pek genç bulunmasına rağmen, orada gösterdiği muvaffakıyet kendisini kulübünde müdafaa mevkiine yerleştirmeye sebep oldu. Şimdiki halde istikbali en parlak bir müdafi oyuncusudur. Birdenbire büyüyen ve aynı günlerde yükselen bu genç oyuncu kendi hatıratına şöyle başlıyor :

    “Pek küçükken sporun ne demek olduğunu bilmezdim. Sekiz, dokuz yaşında Kadıköy Sultanisi’nde bulunduğum zamanlar futbolu merak etmiştim. O zaman Kadıköy Sultanisi müdür ve muallimleri spora ehemmiyet verirlerdi. Her gün öğle teneffüsünde Haydarpaşa Çayırı’na çıkar ve takımlar teşkil ederek birbirimizle maçlar yapardık. O zamanlar mektebin en iyi oyuncuları meyanında bu senenin teferrüd eden idmancıları bulunurdu. Tabii biz çok küçük olduğumuzdan, ağabeylerimizin oyunlarını merakla seyretmekle iktifa ediyorduk.

    Yavaş yavaş her Cuma günleri Kadıköy Spor Kulübü’ne koşmaya başladık. Burası bize futbolun zevk ve şevkini tattırmıştı. Daha o zaman milli takım teşkilatı yoktu. Böyle olmakla beraber o zamanın genç oyuncuları bir çok hususatta daha ziyade ümit ve hevesle futbola çalışıyorlardı. Ben de sporun bu şubesinde yavaş yavaş göze çarpmaya başlıyordum. Mektep takımları arasında yaptığımız maçlarda benim de ismim etraftan “Yaşa” sedalarıyla kulağıma çarpmaya başlıyordu.

    Bu vaziyette birkaç sene daha çalıştıktan sonra ilk defa Fenerbahçe Kulübü’ne intisap ettim. Ve bu sevgili kulübe duhûlüm en tatlı günlerimi bildiriyordu. Bu suretle Fenerbahçe ikinci takımında bir sene müddetle oyun oynadım. O zamanlar etraftaki seyirciler benim pek iyi bir oyuncu olacağımı söylüyorlardı.

    1335 senesi lig maçları Kadıköy’de devam ederken, bir Cuma günü Vefa-Fenerbahçe ikinci takımları maçını icra ediyorduk. Ben o zamanlar pek iyi oynuyordum. Maçtan sonra pek muhterem kaptanım Zeki Bey, Bedri ile bana:

    – “Niçin ikinci takımda oynadınız? Öğleden sonra birinci takımda oynayacaktınız” dedi.

    Bir iki saat heyecanlı istirahatten sonra maç saati yaklaştı. Tekrar soyunarak arkadaşım Bedri ile beraber İttihat Spor Çayırı’na birinci takım ağabeyleri arasına yine beraber olarak dahil olduk. Birkaç dakika sonra da maç başlamıştı. Ben müdafi mevkiinde oynuyordum. O gün iki maç yapmamıza rağmen iki arkadaş da gayet muvaffakıyetle oynadık. Böylece birkaç maçta müdafi olarak oynatıldım. Fakat bundan sonraki maçlarda pek eski olan mevkiimi bırakarak kulüp tarafından sağ muavin olarak oynatılmaya başladım.

    Bu suretle birkaç sene asıl mevkiime pek yabancı kalmıştım. Sağ muavin mevkiinde birkaç sene daha oynadıktan sonra, İstanbul’un pek kıymetli ve muhterem oyuncusu Kamil Bey’in spor hayatından çekilmesiyle, yine kulüp tarafından onun yerine “müdafi” mevkiine geçirildim. Daha ilk maçta mevkimin oyuncusu olduğumu ispat ettim.

    Nihayet 1340 senesinde spor hayatımızda olimpiyat meseleleri mevzubahis olmaya başladı. Tabii bu havadis bütün sporcular arasında memnuniyeti mucip olmuştu. Herkes birbirleriyle rekabet ederek olimpiyada gitmek arzusundaydı. İşte benim de kulüp tarafından ismim federasyona verildi. Tabii seçme müsabakaları başlıyordu. İlk seçme müsabakasını yapmak üzere Eskişehir’e gittik. Orada birkaç maç yaptıktan sonra tekrar, seçme müsabakalarına devam etmek üzere Kadıköy Spor Çayırı’nda kurulan kampa dahil olduk. Her gün ve her dakikamız heyecanla geçiyordu. Antrenör Billy Hunter tarafından her gün idmanlarımıza devam ediyorduk. Ve her gün yapılan idmanlarda yavaş yavaş kendimi göstermeye başlıyordum. Biraz açıkça söylemek lazım gelirse, birkaç rakibi atlattıktan sonra mevkimi daha ziyade tersin etmiştim.

    Nihayet Avrupa’ya hareket zamanı yaklaştı. Fakat daha heyecanım ve düşüncem zail olmamıştı. Acaba hakiki müdafi olarak mı yoksa ihtiyat oyuncusu olarak mı gidiyordum? Arkadaşlarımın temin ettiğine ve benim de anladığıma göre takımda bir mevki kazanmıştım. Artık İstanbul’dan hareket günü gelmişti. Sabahleyin bütün istihzaratımızı kamil ederek arkadaşlarımın gözyaşları arasında İstanbul’u terk ediyordum. Beni taşıyan vapur spor muhiblerinin alkışları arasında yola devama başladı.

    Uzun bir yolculuktan sonra Paris’e vasıl olduk. Selim Sırrı Bey tarafından istasyonda istikbal edildik. Daha Paris’i göremeden Metropolitan ile Kolomb kamplarına vasıl olmuştuk. Kamp bir çok küçük kaleleri ihtiva ediyordu. İkişer kişi olmak üzere odalara ayrıldık. Büyük maça henüz on beş gün vardı. Bu on beş günü dahi idman ile geçirdik.

    Maçın arifesi akşamı reisimiz Ziya Bey tarafından salona davet edildik. Bütün oyuncular büyük bir heyecan içinde kıvranıyorduk. Ziya Bey bir mukaddimeden sonra hiçbir suretle itiraz edilmemek üzere takımı okumaya başladı. Beni sol muavin mevkinde okudular. O anda dehşetli bir darbe yediğimi anlayarak pek müteessir olmuştum. Son dakikaya kadar müdafi mevkiinde oynatıldığım halde bir gecede takım değiştirilmişti. Ve bu suretle pek meşru olarak takım yenilmişti.

    İşte bu darbe bütün ümitlerimi ve cesaretimi kırdı. Ertesi gün pek nevmid olarak maça çıktım. O gün müthiş bir talihsizlik olarak Çeklere mağlup olduk. Bu suretle ilk ayrılmadan ihraç edildikten sonra bütün takım azası serbest bir halde Paris’i gezmeye başladı. O muhteşem payitahtı bir müddet dolaştıktan sonra turneye çıkmak üzere Paris’i terk etmiştik.

    Bütün bu seyahat esnasında gördüğümüz maçlarda pek büyük istifadeler temin ettim. Ve mevkimin daha ziyade tekniğine dikkat ettim. Bütün bu turnelerde mevkimin üstadları olarak Uruguay’ı ve Çeklerin müdafilerini gördüm.

    Temmuz iptidalarında ise tekrar Paris’ten yola çıkıp, bir çok sıkıntılar çekerek sevgili İstanbul’a kavuştuk. Turne esnasında hakikaten bir çok haksızlık ve idaresizlik olmuştu. Fakat bunlar ilk defa yapılan muntazam teşkilat arasında nazar-ı müsamaha ile görülebilir.

    İstanbul’a vasıl olduktan sonra mevkime daha esaslı bir surette sarılarak çalışmaya başladım. Son zamanlarda federasyon tarafından tekrar imtihan ve turne meselesi çıktı. Ümit ederim bu sefer baştakilerin gadrine ve garezine uğramadan milletimi uzaklarda daha şerefle temsil edebilirim”