Etiket: Cem Atabeyoğlu

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VI

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VI

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VI.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Potalarda da Ezeli Rekabet

    Bu yıllarda Türk basketbolunda da bir Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti başlamış bulunuyordu. Ancak bu, Ezeli Rekabet’in şanına yakışır bir rekabet olmaktan çok ama çok uzaktı. Buna ancak Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti denilebilirdi. 1930’lu yıllardan beri şampiyonluğu elinde tutmakta olan Galatasaray’ın, Türk basketbol tarihine “Yenilmez Armada” adıyla geçen o güçlü takımına, Fenerbahçe’nin alabildiğine cılız imkânlarla oluşturulmuş takımının karşı koymasına imkân olamayacağı muhakkaktı. Buna rağmen Fenerbahçe basketbol takımı, 21 Ocak 1945 gününden beri “Yenilmez Armada” karşısında haysiyetli bir mücadele vermekteydi.

    Sırası gelmişken, Fenerbahçe-Galatasaray maçları tarihinin en farklı sonucunun yaşandığı maça da kısaca değinmek isterim.

    15 Ocak 1950 günü İTÜ Salonu’nda yapılan lig maçında Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi 105-39 yenmesi, bu rekabetin en farklı sonucunu teşkil eder. Bu sonucun altında yatan gerçeklerin bilinmesi lazımdır.

    Bu maçta “Yenilmez Armada”nın o ünlü ve güçlü “Ali Uras, Hüseyin Öztürk, Erdoğan Pertener, Yalçın Granit, Yılmaz Gündüz, Ayhan Öz ve Ertem Göreç’ten kurulu kadrosunun karşısına Fenerbahçe, sadece beş oyuncudan (Ayduk Koray, Enir Günşar, Affan Başak, David Filiba, Silvio Guerson) kurulu bir takımla çıkmak zorunda kalmıştı. Sakatlıklar ve hastalıklar yüzünden altıncı adamı bulup yedek sırasına oturtamamıştık.

    Affan, daha ilk yarı sonuçlanmadan faul sayısını doldurup saf dışı kalmıştı. Oyuna dört kişiyle devam eden Fenerbahçe, ikinci yarının altıncı dakikasında da Filiba’nın faullerini doldurup çıkmasıyla son 14 dakikayı 3 kişiyle oynamak zorunda kalmıştı. Sahadaki 3 Fenerbahçeli, Ayduk Koray, Enis Günşar ve Silvio Guerson, o güçlü rakip karşısında haysiyet dolu, ölümüne mücadele vermişlerdi. Fakat onların beşe karşı üç olarak verdikleri bu amansız mücadele, ağır yenilgiyi önleyememişti. Son nefesine kadar amansız bir savaş verilmiş, ancak kale düşmüştü.

    Ne kadar hazindir ki; bizleri bu büyük yenilginin sorumluları olarak suçlayan ve gözleri futboldan başka bir şey görmeyen o günlerin bazı yöneticileri, Fenerbahçe takımı potalar altında fırtına gibi esmeye başlayınca takımın başında boy göstermeye başlayacaklardı. İçlerinde kendilerinin de eskiden basketbol oynadıklarını söyleyenler de çıkacaktı. Aradan beş yıl geçtikten sonra, bir Türkiye Şampiyonası maçında Galatasaray 40-27 galip durumdayken, oyunun bitmesine 40 saniye kala sebepsiz olarak Fenerbahçe takımını sahadan çekeceklerdi onlar. Bu, Modaspor takımını şampiyon yapmak için başvurulan bir garip haldi. Ancak onu da başaramamışlardı bu yöneticiler (veya yönetici). Fenerbahçe basketbol tarihinin yarım yüzyıllık tarihinde bu olay ilk ve son kara leke idi. Ve bu kara leke, bizleri ağır bir hezimetin suçluları olarak itham edenler tarafından sürülmüştü ne çare…

    Spor yöneticiliğinin bir garip cilvesidir bu gibi olaylar. Aslında belki de bunlara gülüp geçmek gerekir. Ama mümkün mü?

    Üç Büyük Kazancımız

    1951 yılında Fenerbahçe basketbol takımı üç büyük kazanç sağladı. Beykozlu milli basketbolcu Nejat Diyarbakırlı ile Beyoğlusporlu Aleko Morisis Fenerbahçeli oldular.

    Bu arada bir de Amerikalı bulmuştuk. Bu, Karamürsel’deki Amerikan Askeri Yardım Heyeti’nde görevli Astsubay Fredrick Chuck Rozenkronz idi. Chuck, o tarihe kadar Türkiye’ye gelmiş yabancı basketbolcuların hiç kuşkusuz en iyilerinden biriydi. Bu beyaz tenli sarışın başçavuş, o günlerin ölçülerine göre gerçekten “süper” idi. Kendi gibi sarışın eşi Mary de Fenerbahçe basketbol maçlarının en vefalı ve en heyecanlı seyircilerinden biri olmuştu. Artık ilk üç seyircimize bir de bayan seyirci eklenmişti dördüncü olarak.

    Ancak gelgelelim kulüp yönetimi ile basketbol şubesi arasındaki kopukluk sürüp gidiyordu. İlgisizliği kabullenmiştik artık da iş “zarar verici” hale dönüşmekteydi. Biz biraz destek beklerken bilakis gittikçe dozu artan köstekle karşılaşıyorduk. Bu nasıl işti? Bu nasıl kulüpçülüktü?

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yeni Yeni İsimler

    1949 yılında Fenerbahçe’de genç bir kadro oluşturduk. Silvio Guerson, David Filiba, Mordohay Habib, Erdoğan Yalkın, Reştan Aras, Orhan Zeren, Arşalon Arditti gibi genç isimlerin arasına başka gençleri de katmayı başardık.

    Bu arada İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenci olan iki genç basketbolcunun üzerinde ısrarla duruyorduk. Bunlardan Ayduk Koray, İstanbulspor’da oynuyordu. Diğeri ise Enis Günşar’dı. O da İstanbul Erkek Lisesi’nden yetişmişti.

    Önce onların transfer işlerini hallettik. Sonra yine Vefa’ya el attık. Yeşil-Beyaz formalı takımda Affan Başak gibi pırıl pırıl bir genç yetenek vardı. Onu da çekip aldık.

    Bu arada Vitali Benazus gibi bir başka genç yeteneğin transfer işini de hallettik. İşler yoluna giriyordu yavaş yavaş. Fakat içimizde telafisi imkansız bir ukde vardı:

    “Ah bir de Sacit olsaydı…” diyorduk sevgili Muhtar’la.

    Bu Gençlere Bir de Antrenör Gerekiyordu

    Bu genç kadronun iyi bir de antrenöre ihtiyacı vardı. Onlara basketbolun inceliklerini en iyi şekilde öğretebilecek ve onları en iyi biçimde değerlendirebilecek bir antrenöre.

    Rahmetli Muhtar Sencer ile kafamızı bu konuya takmıştık artık. Benim aklıma daha ilk andan itibaren, Türkiye basketbolu en iyi bilen ve bu spora inanılmaz hizmetler vermiş olan Feridun Vasfi Koray’a takılmıştı. Beyni de, yüreği de basketbolla dopdolu bulunan sevgili Feridun Koray, Galatasaray kulübünde basketbolun en büyük mimarlarından biri olmuştu. Ancak Feridun, bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe basketboluna hizmete razı olur muydu?

    Feridun Koray’ın adı Muhtar’a da cazip geliyordu. Ancak bu teklifimizi kabul edebileceğine pek ihtimal vermiyordu. Benim ısrarımla bir kez ağzını aramamızı kabul ettiydi rahmetli arkadaşım. Feridun Koray ile bir sohbetimiz sırasında, aramızda kararlaştırdığımız üzere önce ağzını aradık. Sevgili dostumuz tepeden iner gibi konuştu

    “Fenerbahçe’yi çalıştırmamı mı istiyorsunuz?” diyiverdi birden.

    Bu kez ben en kestirme oldan cevapladım:

    “Evet”

    Muhtar, işin en zor ve sıkıntılı yönüne, lafı ağzında geveleyerek girdi: “Yanız Feridun şunu bilmeni isteriz ki…”

    Rahmetli Feridun Koray, cin gibi zeki bir insandı. Sözü nereye getirmek istediğimizi o anda anlamıştı: “Kes sesini, bayramlık ağzımı açtırma” diye tersledi Muhtar’ı, sonra her zamanki o tatlı ve neşeli haliyle bana döndü “Ne zaman çalışmaya başlıyoruz” diye sordu.

    Türk basketboluna unutulmaz hizmetleri olan ve bu sporun Türkiye’deki en büyük mimarlarından biri bulunan Feridun Koray, eski ve köklü bir Galatasaraylı olduğu halde, sanki doğuştan Fenerbahçeliymiş gibi aramıza katıldı. Dört elle işine ve takıma sarıldı, Fenerbahçe basketboluna şevkle hizmet etti. Hem de tamamen fahri olarak bu işi yaptı.

    Rahmetli Feridun Koray’ın Türk basketboluna ve Galatasaray’a olduğu kadar Fenerbahçe basketboluna da hizmetleri asla unutulamayacak kadar büyüktür. Uzun yılların bu sevgili dostunu da burada sevgiyle ve rahmetle anmak isterim. Nur içinde yatsın.

    Ve artık Fenerbahçe basketbol takımı, o yetenekli gençleri ve değerli hocasıyla iyi bir gelecek vaat etmekteydi.

    Artık Seyircimiz de Var

    Basketbol lig maçları İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu’ndaki salonunda oynanıyordu. Ve ilk seyircilerimiz de bu salonda boy gösterdiler. Onlar sadece iki kişide olsalar, bizim ilk vefakar seyircilerimizdiler. Biri İETT idaresinde tramvay vatmanlığı yapan Vatman Hasan, diğeri de aynı zamanda kulüp üyemiz bulunan Mevlüt. Biri Fenerbahçe uğruna tramvay idaresindeki işini, diğeri ise sağlığını kaybetmiş iki büyük Fenerbahçe aşığı.

    Sonra onlara bir üçüncüsü eklenmişti Mustafa Kevkep… Galatasaraylı bir babanın Fenerbahçe hastası oğlu.

    Vatman Hasan, 1958 yılında idaresindeki tramvaya Beyazıt’tan geçerken, kendisi gibi hasta Fenerbahçeli olan bir taksi şoförü arabasıyla tramvaya yaklaşıyor. Bizimki nispet verircesine sesleniyor: “Bizim takım İngiltere’den dönüyor, onları karşılamaya Yeşilköy’e gidiyorum”

    Fenerbahçe futbol takımı turneye çıktığı İngiltere’den dönüyor. Vatman Hasan hiç durur mu? Ani bir frenle tramvayı durduruyor ve bağlıyor: “Bekle ben de geliyorum” diye sesleniyor. Ve tramvaydan atlayıp arkadaşının taksisine biniyor hemen. Ver elini Yeşilköy.

    Koca tramvay Beyazıt meydanında bağlı kalıyor, yol tıkanıyor, ortalık birbirine giriyor tabii. Ve neticede Vatman Hasan da işinden oluyor tabii.

    Mevlüt, Fenerbahçe basketbol takımının hiçbir maçını kaçırmamıştı. Bunların da arasında elbette Galatasaray ile oynanan maçlar da vardı. Fakat sevimli insan hiçbir Fenerbahçe-Galatasaray maçını seyretmemiş, seyredememişti. Ya koridorlarda sigara üzerine sigara içerek volta atmış, ya da soyunma odasına kendini hapsetmişti. Ancak Fenerbahçe’nin galibiyeti garantilediği maçların son bir iki dakikasında salona girebilmişti Mevlüt. Fenerbahçe aşkıyla dopdolu yüreği, ezeli rekabetin potalar altındaki mücadelesinin heyecanını kaldıramamıştı bir türlü. Sonunda kalbinden hastalanmasında ve önemli bir açık kalp ameliyatı geçirmesinde bu heyecanın etkisinin olduğu da muhakkaktı herhalde. Ameliyattan sonra da basketbol maçlarındaydı Mevlüt. Bir maçta onu rengi kireç gibi bembeyaz halde ve her yanı titrer halde görünce hem üzülmüş hem de telaşlanmıştım. “Gelme artık şu maçlara ve Mevlüt” diyecek olmuştum. Acı acı gülümsemişti.

    “Fenerbahçesiz yaşamaya, yaşama der misin hoca?” diye söylenmişti.

    Fenerbahçe basketbolunun ilk seyircileri, Vatman Hasan, Mevlüt ve Mustafa Kevkep bugün aramızda yoklar. İlk sevinçlerimizi, üzüntülerimizi ve heyecanlarımızı paylaştığımız bu üç insanı da Fenerbahçe basketbolunun 50nci yılında sevgiyle, saygıyla ve rahmetle anıyorum.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IV

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IV

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IV.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Merhaba 1. Lig

    Evet, artık 1. Lig’deydik. Ve işin asıl zor tarafı bundan sonra başlıyordu. 1.Lig’e çıkmaktan çok orada tutunmak ve kalabilmek önemliydi. Tutunamayıp düştüğümüz takdirde, tekrar 1.Lig’e yükselmek bizim için hayal olurdu. Hatta bu belki de Fenerbahçe Kulübü’nde basketbolun sonu dahi olabilirdi. İtiraf etmeliyim ki bu endişelerin rahatsızlığı içindeydim.

    1. Lig’de ne yapabilecektik? Bunu Muhtar Sencer ile oturup günlerce, saatlerce uzun uzun görüştük, tartıştık. 1. Lig’de kalabilmek için öncelikle iyi ve güçlü bir kadroya sahip olmamız gerekiyordu. Ülkede basketbolcu sayısı zaten çok azdı. Hele iyi basketbolcu, çok daha azdı. Ve onlar da birer takımın adeta tapulu malı olmuşlardı. O güzel amatörlüğün doğal tezahürüydü bunlar.

    Üç genç basketbolcumuz Silvio Guerson, David Filiba ve Izak Ventura’ya birinci takımda şans vermekten başka bir şey yapamadık. Zaten yapabilecek güce de sahip değildik maddi açıdan. Rahmetli Muhtar Sencer, Beyoğluspor’da oynamakta olan genç ve yetenekli Avram Barokas’tan Fenerbahçe’ye geleceğine dair yeni bir vaat almıştı. Oysa Barokas daha önce de aynı vaatte bulunmuş, hatta “Trakya Kupası” maçları için Edirne’ye giden kadroda da yer almış ve sonunda Beyoğluspor’dan ayrılmamıştı. Bu kez de aynı çalımı atabilirdi. Rahmetli Muhtar buna, ta ki yeni çalımı yiyene kadar ihtimal dahi vermek istememişti.

    Takımın en tecrübeli oyuncularından biri olan Mişel Gabay, mesleği icabı antrenmanlara doğru dürüst gelemiyor; işlerinin çokluğu, basketbol oynamasını bile engelliyordu. Mişel, zamanın ünlü terzisi İzzet’in makastarı idi. İşleri hakikaten yoğundu. Terzihanenin en zorlu işi onun sırtındaydı. Ve Mişel, artık yaşlandığını ve basketbolu oynarken zorlandığını söylüyordu. “Fenerbahçe’yi de, basketbolu da, sizleri de çok seviyorum. Fakat inanın başka çarem yok. İşim, basketbolumu engelliyor” diyordu. Mişel Gabay samimiydi. Kendisiyle vedalaşmaktan başka çaremiz yoktu.

    Elde kalan eskilerle gençleri bir araya getirip 1. Lig’e öyle girdik. Ve iyi de başladık. Ancak daha ligi ortalamadan bir darbe daha indi takımımıza. En iyi oyuncularımızdan biri olan ve Fenerbahçe’nin milli basketbol takımımıza verdiği ilk eleman bulunan Aron Habib’in askere gitmesiyle takımımız bir anda yarı gücünü yitiriverdi. Jak Habib’in kardeşi olan ve bu nedenle “Küçük Habib” adıyla anılan Aron Habib, uzaktan mükemmel şutları olan ve büyük bir basketbol zekasına sahip oyuncuydu. Sürati de, driplingleri de, asistleri de mükemmeldi. Takım için çok yararlı bir elemandı. Hele bizim takım için. Onun yokluğunu çok hissedecektik.

    Bütün bunlara rağmen Fenerbahçe basketbol takımı o sezon ligi, Galatasaray ve Beyoğluspor gibi en güçlü iki rakibin arkasından üçüncü sırada bitirmeyi başardı. Ve üçüncülüğü kazanmakla da “Federasyon Kupası” maçlarına katılma hakkını elde etti. Bu da önemli bir başarıydı bizim için.

    Terslikler Bitmiyor

    O sene Federasyon Kupası maçları İstanbul’da oynanacaktı. Bu bizim için bir şanstı. Ancak gelgelelim terslikler bir türlü yakamızı bırakmıyordu. Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda oynanan maçlarda Federasyon Kupası’nı kazanmamıza ramak kalmışken bunu elimizden kaçırdık.

    Kupayı elimizden alıp kaçıran da bir Fenerbahçeli oldu ne çare. Askere gönderdiğimiz Milli Basketbolcumuz Küçük Habip vatani görevini hava eri olarak Eskişehir’de yapıyordu. Ve final maçında karşımıza onun da yer aldığı Eskişehir Havagücü takımı çıkmıştı. Ve bizim Küçük Habip, gencecik bir teğmen olan Çelikcan ile birlikte bizi yakmışlardı. Daha sonra Hava Generali olarak tanıyacağımız rahmetli Çelikcan Şişmantürk de unutulmaz bir basketbolcuydu. Ve işin ilginç yanı o da Fenerbahçe’ye büyük sempatisiyle tanınıyordu.

    Maçtan sonra sevgili ve sevimli Küçük Habip, büyük bir mahçubiyet içinde bizden fellik fellik kaçmıştı. Aron Habib ne çare ki bir daha aramıza dönmedi, dönemedi. Askerden terhis olur olmaz İsrail’e gitti ve orada yerleşti. Böylece yalnız Fenerbahçe değil, milli takımımız da en iyi bir oyuncusunu kaybetmiş oldu. Sarı-Lacivert forma altında onun yerini ortanca ağabeyi Mordohay Habib aldı.

    Gedik Üstüne Gedik

    1948 yılında Fenerbahçe basketbol teknesi iki büyük yara daha aldı. Takım kaptanı Şükrü Mete ile antrenör oyuncumuz Jak Habib, kendilerini emekliye ayırdılar. Yerleri kolay dolmayacak iki oyuncumuzu daha kaybetmiştik. İlk kuruluş günlerinden itibaren Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandıran ve Fenerbahçe basketbolunun temelinde alın terleri bulunan bu iki unutulmaz ismi burada sevgiye ve takdirle yâd etmeyi ödenmesi benim için şart olan bir borç bilirim.

    Şükrü Mete ile Jak Habib’in gidişleri takımımız için gerçekten büyük kayıptı. Rahmetli Muhtar Sencer ile paçaları sıvayıp teknemizde açılan bu imi büyük rahneyi kapatabilmek için yeni isimler aramaya koyulduk.

    Üzerinde durduğumuz filiz gibi bir delikanlı vardı: Vefa’da oynamakta olan Sacit Seldüz. Türk voleybolunda olduğu kadar Türk basketbolunda da büyük bir gelecek vadeden bir isimdi Sacit. Kendisiyle konuştuk. Tüm isteği, çalışacağı bir iş bulmamızdı kendisine. Bir iş bulduğumuz takdirde seve seve Fenerbahçe’ye geleceğini söylüyordu. Bu konuda da Raif Dinçkök imdadımıza Hızır gibi yetişmişti. Bu genç basketbolcuya Sultanhamam’daki mağazasında iş vermişti Dinçkök. Gönlü Fenerbahçe sevgisiyle dolu bu upuzun, dal gibi delikanlıyı Fenerbahçe’ye aldık. Bu büyük transferin gerçekleşmesinde Muhtar’ın gösterdiği büyük çaba asla unutulamaz.

    Bu arada Fenerbahçe Kulübü’nün kurucu üyelerinden olan rahmetli Dr. Ömer Seyfeddin Yalkın’ın oğlu Erdoğan Yalkın ile Reştan Aras ve Orhan Zeren gibi üç genç atletimize de Fenerbahçe basketbol takımında yer verdik. Bu çocuklar, atletizme iyi bir kış idmanı olacağı düşüncesiyle aramıza gelmişlerdi. Fakat sonunda atletizmi bırakıp basketbolda karar kılmışlardı.

    Genç, fakat iyi bir kadro oluşturduğumuza inanıyorduk. Artık potalar altında iddialı olabileceğimizi bile düşünmeye başlamıştık. Ancak daha ligler başlamadan tüm hevesimiz bir anda kursağımızda kalıvermişti. Vefa kulübü yöneticileri, transferine muğber oldukları Sacit Seldüz’ü asker kaçağı olarak ilgili makamlara ihbar etmişlerdi.

    Genç basketbolcu bir gece içinde evinden alınıp askeri makamlara teslim edilmiş ve kendisinin derhal Sivas’a sevkine karar alınmıştı. İş öylesine apar topar olmuştu ki; Sacit’i ancak Sirkeci’de sevkiyat yerinde bulup görüşmemiz mümkün olabilmişti. Son derece üzgün ve düşünceliydi o neşe dolu, espri dolu sevimli delikanlı. Kendisiyle ancak birkaç dakika görüşmemize izin vermişlerdi. Onu dilimiz döndüğünce teselli etmeye çalıştık. Sacit’in tek düşüncesi, evde yalnız ve zor bir durumda kalan yaşlı anasıydı. O konuda da yardımcı olacağımızı anlatmaya çalıştık. Ve büyük umutlar beslediğimiz Sacit Seldüz de böylece ve Fenerbahçe formasını sırtına giymeden adeta aramızdan uçup gidivermişti.

    Bu olaya Raif Dinçkök de en az bizler kadar üzülmüştü. Ve yanında topu topu birkaç gün çalışan bu genç basketbolcuya derhal sahip çıkmıştı. İki yıllık askerliği boyunca Sacit’e maaşını göndermiş, terhisinden sonra derhal yanına almış ve ona iyi bir istikbal temin etmek konusunda da yardımcı olmuştu. Raif Dinçkök, Fenerbahçe basketbolunun en zor günlerinde Hızır gibi imdada yetişen bir kişi olmuştu. Onun o büyük katkıları asla ve asla unutulamaz. Nur içinde yatsın.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu III

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu III

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu III.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ve Şampiyonluk

    Amacımız, dileğimiz, 2. Lig’de şampiyon olarak 1. Lig’e yükselmekti. Tüm hesaplarımızı ve çalışmalarımızı bunun üzerine yapıyorduk. Ancak itiraf etmeliyim ki, 1. Lig beni korkutuyordu. Bu ilgisizlik içinde 1. Lig bizim için bir “hüsran girdabı” da olabilirdi. Orada çok daha büyük maddi problemlerle uğraşmak zorunda kalacaktık. Bu muhakkaktı.

    Nur içinde yatsın; Muhtar Sencer, her zaman herkese karşı iyi niyetle düşünen bir yaradılışa sahipti. Takım 1.Lig’e yükseldiği takdirde Yönetim Kurulu’nun da ilgisini ve teveccühünü kazanacağı inancı içindeydi. Bu yüzden içimdeki korkuyu kendime saklayıp en yakın arkadaşım olan Muhtar’a bile açıklayamıyordum. Zaten şampiyonluk arzusu içimdeki o büyük korkuya da üstün geliyordu.

    Basketbolcularımız da şampiyonluk konusunda azimli, hatta kararlı görünüyorlardı. Bu da umut, hatta sevinç verici bir haldi bizler için. Sporda moral kuvvetinin başarı yolunda en büyük etkenlerden biri olduğuna her zaman yürekten inanmışımdır.

    1. Lig bir yana, 2. Lig’de de zorlu maçlar ve güçlü rakipler bizi bekliyordu. Bunu hepimiz çok iyi biliyorduk. Ve takımımız da lige bunun bilinci ve başarılı olmanın inancı içinde girmişti. İşe de iyi başlamıştık. İlk maçlarda aldığımız galibiyetler, takımımızın esasen yüksek olan moralini büsbütün yükseltmişti.

    Şampiyonluk yarışında en büyük rakibimiz Kurtuluş idi. Rakibimiz aynı zamanda şampiyonluğun da en büyük favorisi olarak gösteriliyordu. Ancak basketbolcularımızın moralleri öylesine yüksek, kendilerine güvenleri öylesine büyüktü ki, Kurtuluş’u bile gözlerine kestirmekteydiler: “Kurtuluş’u da yeneceğiz” sözleri ağızlarından düşmüyordu. Bütün takım buna yürekten inanmıştı.

    Ve 2. Lig’de şampiyonluğun düğümü son maça kalmıştı. Fenerbahçe de, Kurtuluş da yenilgi yüzü görmeden son maça gelmişlerdi. 9 Şubat 1947 sabahı Eminönü Halkevi Spor Salonu’nda dananın kuyruğu kopacaktı.

    Maç saat 10’da idi. Saat 8’de Muhtar’ı kapımda buldum. Evim Cağaloğlu’nda ve Eminönü Halkevi’ne birkaç yüz metre uzaklıktaydı.

    “Haydi gidelim” diye heyecan içinde konuşmuştu.

    “Bu saatte daha kapı bile açılmamıştır” diyecek olmuştum.

    “Allah Allah” diye feryat etmişti dostum. “Yahu bu şampiyonluk maçımız. Bu kadar genişlik olur mu?” diye söylenmeye başlamıştı. Rahmetli annemin ısrarıyla bir kahve içecek kadar oturabilmişti. Rahmetli dostum Kocamustafapaşa’daki evinden kim bilir saat kaçta çıkıp yollara düşmüştü?

    O güneşli ve şaşılacak kadar ılık Şubat sabahı Eminönü Halkevi’nde maça takımımız ancak 6 oyuncuyla çıkabilmişti. İki sakatımız vardı. Zaten topu topu sekiz oyuncudan ibaretti kadromuz.

    O gün çocuklar sahada aslanlar gibi mücadele vermişlerdi. Maçın ilk yarısını 18-14 önde kapatmıştık. Gerçi öndeydik ama bu maçın sonucu için bir garanti olmaktan uzak bir skordu. İkinci yarıda, özellikle son yedi dakika içinde takımımız öyle bir oyun çıkarmıştı ki, Kurtuluş’un o güçlü takımını adeta dağıtmıştık. Şükrü Mete’nin ve Hanri Düvenyas’ın uzaktan şutları; Jak Habib ile Mişel Gabay’ın pota altındaki turnikeleri ile takımımız o güçlü rakibini 36-29 yenmeyi başarmıştı.

    Ne büyük heyecan, ne büyük sevinçti o yarabbi. Bütün takım maçtan sonra saha ortasında adeta kenetlenmişti. Gözler sevinç yaşlarıyla buğuluydu. Şükrü Mete, Jak Habib, Aron Habib, Hanri Düvenyas, Mişel Gabay, Moris Meşulam’dan kurulu Fenerbahçe takımı bu unutulmaz galibiyetle 2. Lig’de şampiyonluğu kazanarak İstanbul 1. Ligi’ne yükselmeyi başarmıştı. Çocuklar gibi şendik.

    Rahmetli Muhtar’cığım, nefesleri kesen bu maçın son dakikalarını heyecanından izleyemeyip soyunma odasına kaçmıştı. Hatta yalnız kaçmakla da kalmayıp kapıyı bile arkasından kilitlemişti. Onun bu halini, o heyecan ve mutluluk dolu günün unutulmaz bir anısı olarak hala yaşarım.

    Maçtan sonra bahçede şampiyon takımın fotoğrafını çekerken elim heyecandan hala titriyordu. Nasıl titremesin ki; gerçi ben Muhtar’a takılıyordum ama bütün gece gözüme uyku girmemişti. Hatta kimseye renk vermemiş olmama rağmen günlerden beri bu maçın heyecanını içimde yaşıyordum. O heyecanlı bekleyişten ve bu heyecanlı maçtan ve elde edilen mutlu sonuçtan sona elim deklanşöre basarken titremişse çok mu?

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu II

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu II

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu II.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Forma Alabilecek Paramız da Yoktu

    Fenerbahçe’nin şerefli adını basketbol potaları altında temsil edecek bir takımımız vardı artık. Ancak ne çare ki bu takımın forması bile yoktu. Daha doğrusu takıma forma alabilecek para yoktu.

    İşte bu alabildiğine sıkıntılı günlerde, Sultanhamamı’nda bir büyük rastlantı, iyi olacak hastanın doktorunu ayağına getirivermişti. Kulüp üyelerinden, büyük Fenerbahçeli, fabrikatör Raif Dinçkök karşımıza çıkıvermişti birden. İçimizin sıkıntısını yüzümüzden okumuş olmalıydı ki; “Hayrola, bu ne hal? Karadeniz’de gemileriniz mi battı?” diye bize takılmıştı.

    Boş bulunup, durumu kendisine anlatmıştık. Sıcacık gülümsemişti: “Üzülmenize, sıkılmanıza gerek yok çocuklar” demişti ve hemen arkasından eklemişti, “Siz formalarınızı Zeki Rıza Bey’in mağazasına ısmarlayın, faturasını bana göndersinler”

    Sultanhamam meydanında, o anda sevincimizden göbek atacaktık neredeyse. Ve böylece Fenerbahçe’nin ilk basketbol takımı, ilk formasına kavuşmuştu. Nur içinde yat sevgili Raif Dinçkök ağabeyimiz. Dünyalar bizim olmuştu artık. Fenerbahçe’nin artık formalı bir basketbol takımı vardı.

    Takımımız İstanbul 2. Ligi’ne alınmıştı. Fakat o tarihlerde, lig maçları öncesinde, “Teşvik Turnuvası” adı altında hazırlık maçları yapılırdı. Bu maçlara, küme farklı gözetilmeksizin İstanbul’un tüm basketbol takımları katılırdı. Şans daha ilk turda bizi bulmuştu. Daha doğrusu vurmuştu. Kurada karşımıza yılların şampiyonu ve yenilmez armada Galatasaray çıkmıştı. Ve 21 Ocak 1945 günü, Eminönü Halkevi Spor Salonu’nda, yılların şampiyonu Galatasaray’ın karşısında topu topu birkaç aylık bir geçmişe sahip Fenerbahçe’nin o cılız takımıyla potalar altında ezeli rekabetin ilk tohumunu atmıştık. Sonuç, 48-15 yenilgi olmuştu bizim için.

    İlk Başarılar, İlk Kupamız

    1946 yılı başında, İstanbul Bölge tarafından düzenlenen “Dörtlü Turnuva” bizim için ilk başarı oldu. İstanbul 2. Ligi’nin ilk dört takımı arasında eliminasyon usulüyle yapılan bu maçlarda kazandığımız iki galibiyet bize yalnız şampiyonluk hazzını ilk kez yaşatmakla kalmamış, aynı zamanda Spor Oyunları Federasyonu (o zamanlar basketbol; voleybol ve hentbol ile birlikte bu ad altında toplanan bir federasyona bağlı bulunuyordu) tarafından Edirne’de düzenlenen “Trakya Kupası” maçlarına katılma hakkını da bize bağışlamıştı. Bu, hepimiz için haklı bir sevinç ve hatta gurur kaynağı olmuştu.

    Hele Edirne’deki “Trakya Kupası” bizim için ne büyük heyecan vesilesi olmuştu yarabbi. Uykularımız kaçmıştı heyecandan.

    Birinci takımımızdaki oyuncularımızdan bazıları, işleri nedeniyle İstanbul’dan ayrılamadıklarından, bu seyahate genç bir kadro ile gitmek zorunda kalmıştık. Beyoğluspor’dan ayrılıp bize katılacağını vadeden Avram Barokas da bu seyahate iştirak etmişti. Barokas, büyük bir istikbali olan çok iyi bir genç oyuncuydu. Nitekim daha sonra uzun yıllar Milli Basketbol Takımımızda yer alarak büyük değerini kanıtlayacak, ancak Beyoğluspor’u bırakıp Fenerbahçe’ye gelemeyecekti.

    İkinci mevki tren, kafile tenzilatı da yapılınca çok hesaplı geliyordu. Üstelik yol parası Federasyon tarafından karşılanıyordu. Edirne’de yemek ve yatma masrafları da Edirne Bölgesi’ne ait bulunduğundan, Muhtar’ın Yönetim Kurulu kapısında nöbete girmesine de ihtiyaç göstermemişti çok şükür.

    İlk maçımızda Edirne Lisesi takımını 41-16, ikinci maçımızda da Edirne Karması’nı 32-20 yenerek “Trakya Kupası”nı kazanmıştık. İki güzel oyun ve iki güzel galibiyetle elde ettiğimiz ve Fenerbahçe’ye basketbol sahalarından gelen ilk kupaydı bu. Takım kaptanımız Şükrü Mete bu kupayı Edirne Valisi’nin elinden alırken Muhtar’cık gözyaşlarını tutamamıştı. Fenerbahçeli basketbolcuların kendilerine verilen madalyaları Edirne Karması basketbolcularına hatıra olarak armağan etmeleri de büyük sevgi gösterilerine yol açmıştı. Edirne Lisesi’nde ağırlanan Fenerbahçe basketbol takımı Edirne tren istasyonundan büyük bir kalabalığın sevgi gösterileri ve “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” tezahüratı arasında ayrılmıştı. Sevgili dostum Muhtar Sencer’in, basketbol takımıyla ilgili tüm maddi sorunların hallinde “Sihirli Değnek” olacağını umduğu bu ilk kupa ile kulübe gidişini hiç unutamam. Nur içinde yat koca Muhtar.

    Gelgelelim bu “ilk kupa” da Yönetim Kurulu’nun basketbol şubesine ilgisini ve teveccühünü çekmekten uzak kalmıştı. O günleri yaşayanlar için paha biçilmez bir değeri bulunan bu meşhur Trakya Kupası bugün nerededir acaba? Fenerbahçe Kulübü’nün sorun tüm dallarındaki bin bir şan ve şeref anılarıyla dolu o zengin müzesinin bir köşesinde boynu bükük duruyor mu, yoksa bir kenara atılıp gitti mi? O tarihten bu yana Fenerbahçe Müzesi’nin dört kez taşınıp yer değiştirdiğini düşünecek olursak, kaybolup gitmiş bulunması da bir ihtimaldir. Bu nedenle Fenerbahçe Müzesi’nde bu kupayı aramaktan korkmuşumdur hep. İtiraf etmek gerekir ki; hiç de güzel bir görünüşü yoktu bu teneke kupanın. Fakat hiç kuşkusuz ağırlığınca altından çok değerliydi bizler için.

    Trakya Kupası gerçi yönetim kurulunun ilgisini çekmemişti ama takımımıza bambaşka bir hava, bir azim, bir hırs ve bir güven vermişti. Fenerbahçe takımı bu kupayı kazanmakla, şampiyon bir takım olabileceğini kendine kanıtlamıştı hiç olmazsa. Bu başarı, içinde bulunduğumuz İstanbul 2. Ligi’nde de bal gibi tekrarlanabilirdi.

    “Ne dersin, şampiyon olabilir miyiz?”

    Muhtar Sencer’in ağzından düşürmediği meşhur piposunu dişleri arasında kemire kemir sorduğu bu soruya kim bilir kaç kereler muhatap olmuştum.

    “Neden olmasın? Elbette oluruz” diye karşılık verirdim her seferinde.

    “Allah Allah” diye o meşhur narasını atan sevgili dostum tarifsiz bir heyecan içinde ilave ederi “Seni Allah söyletiyor inşallah”

    Ne günler, ne heyecandı o.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu I

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu I

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu I.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kuruluş

    İdeal ve mücadele arkadaşım, can dostum, büyük Fenerbahçeli, rahmetli Muhtar Sencer, tamamen kişisel çabalarıyla kurup, büyük emeklerle ortaya çıkardığı Fenerbahçe hentbol takımının (o zamanlar salon hentbolu yoktu, futbol sahalarında oynanan Açıkhava hentbolu vardı) namağlup şampiyonluklar kazanmasından sonra bir başka spor dalına daha el atmıştı. Bu spor, o sıralarda (1944), ülkemizde yeni bir aşamanın eşiğinde bulunan basketboldu.

    Aslında Fenerbahçe Kulübü’nde basketbolun çok eski bir geçmişi vardı. Fenerbahçe, basketbola faaliyeti arasında yer veren ilk Türk kulübü olmuştu.

    Daha 1913 yılında Fenerbahçe Kulübü’nün çatısı altında bir basketbol takımı kurulmuş; ancak bu oyunun kuralları hakkında yeterince bilgi toplanamaması nedeniyle, kurulan takım maç bile yapamadan dağılmıştı.

    1919 yılında, bu kez bir Amerikalı öğretmenin nezaretinde Fenerbahçe Kulübü’nde yeniden bir basketbol takımı ortaya çıkarılmıştı. Ancak ne çare ki yurdumuzdaki bu ilk ciddi basketbol girişimi de, maç yapacak başkaca takım bulunamadığından kendiliğinden sönüp gitmişti.

    Ve aradan tam çeyrek yüzyıl geçtikten sonra Muhtar Sencer, Fenerbahçe Kulübü’nün çatısı altında bir basketbol takımı kurmak üzere paçaları sıvamış bulunuyordu. Ve bu yolda el attığı ilk isim de Mehmet Jeba Berkok olmuştu.

    Jeba, sporun her dalında kendini göstermiş; Allah vergisi büyük bir spor yeteneğine sahip gerçek bir sporcuydu. Dekatlon şampiyonu ve rekortmeni bir atlet, zamanın en sert smaçlarıyla tanınmış bir voleybolcusu, hatta öğrenimini yaptığı İstanbul Teknik Üniversitesi futbol takımının da kalecisiydi.

    Ancak bir tek Jeba ile her şey halledilemezdi. Jeba, Teknik Üniversite’den sınıf arkadaşı olan Hüsameddin gibi son derece yetenekli bir basketbolcuyu da alıp getirmişti. Onlara bir de Öjen Read eklenmişti. Onları, idare görevlisi olarak çalıştığı Haydarpaşa Lisesi’nden birkaç delikanlıyla da takviye etmişti.

    Ancak bu girişim daha ilk günlerde Hüsameddin’in ihtisas için Amerika’ya gitmesiyle büyük bir darbe yemişti. Takım daha kurulmadan dağılıyordu. Ancak bu hal Muhtar Sencer’i asla yıldırmamıştı. Fenerbahçe’nin adına ve şanına layık bir takım ortaya çıkarabilmek amacıyla var gücüyle çalışıyordu.

    Eski ve çok sevdiğim bir arkadaşım olan Muhtar Sencer’in bu çalışmalarını yakından takip etmekteydim. Hemen her gün beraberdik onunla. Akşamları mutat buluşmalarımızda o telaşlı haliyle, sanki komutanına tekmil veriyormuşçasına yaptıklarını bir bir anlatmaktan nasıl da zevk duyardı.

    Muhtar Sencer ile El Ele Veriyoruz

    Sevgili dostum, bu telaşlı günlerinde, büyük bir yalnızlık içinde bulunmaktan şikâyetçiydi sadece. Koşuşmaktan, mücadeleden, yorulmaktan en ufak bir yakınması yoktu. Onun tüm aradığı, yanında kendisine destek olacak ve omuz omuza verip mücadeleye girişecekleri bir arkadaştı, bir dosttu sadece…

    Bir akşam, yine o upuzun ve tatlı sohbetimiz sırasında kendisine moral verecek sözlerimi derin bir dikkat ve hazla dinleyen dostum birden bakışlarını gözlerimin derinliklerine dikerek: “Ne olur Cem, beni yalnız bırakma…” demişti birden.

    Öylesine iyi niyetlerle dopdolu bir insanın, gecesini gündüzüne katarak yaptığı bu çalışmalar sırasında yapayalnız olması gerçekten çok zordu. Gözlerimin içine öyle bir bakmış, bu sözleri öylesine söylemişti ki “Üzülme sen… Elele verir, yürütürüz bu işi…” deyiverdim bir anda ve hiç düşünmeden.

    O tertemiz insan, çocuklar gibi sevinmişti bu cevabım karşısında. Heyecan içinde yerinden fırlarken: “Allah… Allah…” diye o meşhur haykırışı bir daha ta içinden fırlayıp çıkmıştı, sonra heyecanla konuşmuştu: “Sahi mi diyorsun?”

    “Fenerbahçe’ye hizmet ve sana yardım olduktan sonra elbette varım…” diye cevaplamıştım eski dostumu. Ve heyecan içinde kucaklaşmıştık onunla. Tarih, 1944 yılının Kasım ayı idi. Ben de artık bu davanın içindeydim ve rahmetli Muhtar Sencer ile el ele, omuz omuza vermiştik.

    Takım Ortaya Çıkıyor

    Aramıza ilk katılan, Şükrü Mete olmuştu. Robert College’de yetişmiş ve uzunca bir süreden beri Galatasaray’da oynamakta olan Şükrü Mete, yürekten bir Fenerbahçeli idi ve Sarı-Lacivert renkler altında oynamak için, şampiyon Galatasaray takımında yer alma hazzını dahi bir yana itmekte tereddüt göstermemişti. Onunla Fenerbahçe, ilk gerçek basketbolcusuna kavuşmuş oluyordu.

    Kısa bir süre önce kapanan, İstanbul Musevilerinin kulübü Karkhoba’nın tüm basketbolcularının Galata Kulübü’nde türlü imkânsızlıklar içinde top koşturmakta olduklarını öğrenmiştik. Bunun başlıca nedeni de takım kaptanı Jak Habib ile kardeşlerinin, Azapkapı’dan Şişhane’ye çıkan yokuşun üzerinde, Galata Kulübü binasına pek yakın bir yerde oturmalarıydı.

    Jak Habib’in Azapkapı Tersanesi üzerinden Haliç’e bakan evine ikinci gidişimizde bu konu halledildi. Bütün takımın oyuncuları Fenerbahçe gibi isim ve Sarı-Lacivert forma altında basketbol oynamayı seve seve kabul etmişlerdi. Jak Habib, ilk Milli Basketbol Takımımızda yer almış ve Ay-Yıldızlı forma altında 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’na katılmış çok iyi bir basketbolcuydu. Onunla birlikte gelenler de gerçekten iyi basketbolculardı:

    Mişel Gabay, Hanri Düvenyas, Moris Meşulam, Izak Ventura, David Filiba, Silvio Guerson ve Jak Habib’in kardeşleri Aron Habib ile Mordohay Habib.

    Önce Amerikan Dershanesi (eski Y.M.C.A.)’nin Sultanahmet’teki salonunda çalışmalar başladı. Takımın antrenörlüğünü, Jak Habib üstlenmişti. Takım kaptanlığına da Şükrü Mete’yi getirmiştik. Oyuncular canla başla çalışıyorlardı. Onların böylesine yürekten bir inanç içinde çalışmaları bize en büyük moral kaynağı oluyordu.

    Fenerbahçe Kulübü, sadece adını vermişti bu takıma. Bu ad, paha biçilmez manevi bir değeri bulunan en büyük hazinemizdi. Ancak gelgelelim parasal yönden halimiz, tam anlamıyla “perişan”dı. Meteliğe kurşun atıyorduk.

    Salı ve Perşembe akşamları Fenerbahçe Stadı’nda (o güzelim ahşap tribünlü stat) bulunan kulüp binasının Müze Salonu’nda yapılan Yönetim kurulu toplantıları sırasında kapının önünde nöbete giren Muhtar Sencer, ancak üçüncü ayın sonunda, antrenman yaptığımız salonun kirasını karşılayabilecek parayı koparabilmeyi başarmıştı. Aslında bu dahi kulübün o günlerde içinde bulunduğu parasal durum bakımından büyük bir başarıydı bizler için. Kulüp için de hiç kuşkusuz fedakârlık.

    En büyük şansımız, çalıştığımız salonla Fenerbahçeli İlhami Polater’in ilgilenmesiydi. Y.M.C.A.’de uzun süre basketbol oynayan ve bu arada Türk basketbolunun ilk büyük hakemlerinden biri olarak tanınan Polater’in yerinde bir başkası olsaydı, kira ödeyemediğimiz o üç ayın içinde çoktan kapının dışına konurduk.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Atabeyoğlu’ndan Muzaffer

    Atabeyoğlu’ndan Muzaffer

    Türk spor tarihi araştırmalarında biyografilerin önemi çok büyük… Yine çok büyük isimlerden biri olan Cem Atabeyoğlu’ndan Muzaffer Çizer’i okuyalım… Nur içinde yatsınlar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bombacı Muzaffer

    Futbol sahalarımızda, bomba gibi şutlarından ötürü “Bombacı Muzaffer” adıyla ün yapmıştı. 1928 yılından sonra Fenerbahçe’nin Sarı-Lacivert forması altında parlamış ve dokuz yıl süre ile futbol sahalarımızda ayaklarını ve bomba gibi şutlarını konuşturmuştu.

    İki ayağı ile de aynı güzellikte, aynı düzgünlükte, aynı isabette ve aynı bombalıkta şutlar atabilmesine rağmen sol ayağını daha rahat kullanırdı. Gözü pek bir futboluydu da. Tekmeden, silleden sertlikten yılar cinsten değildi. Hızı yerindeydi. Fakat en büyük özelliği ve ünü, ceza çizgisi üzerinden savurduğu o insafsız şutlarıydı. Otuz, hatta kırk pastan çektiği o bomba gibi şutlar karşısında dahi devrinin en ünlü kalecilerinin dahi aciz kaldıklarına çok rastlanmıştı.

    Futbolu bıraktıktan yirmi yıl sonra, İnönü Stadı’nda yapılan bir emekliler maçında tekrar sahalarda görünmüştü Bombacı Muzaffer. Ellisine yakın bir yaştaydı. Kramponlu ayakkabılarını rafa kaldıralı yirmi yıla yakın olmuştu. Bu maçta kırk metreden savurduğu şutla attığı şahane gol, İnönü Stadı’nın tribünlerini dolduran on binlerce seyirciyi ayağa kaldırmıştı. Seyirciler, bu güzel golü dakikalarca alkışlamışlardı…

    Muzaffer Çizer, 1928 ile 1937 yılları arasında aralıksız olarak dokuz yıl süre ile Fenerbahçe birinci takımında yer almıştı. Bu sürenin içinde tam 181 maçta santrafor ve soliç mevkilerinde Sarı-Lacivert çubuklu formayı giymişti. Ve bu 181 maçında Fenerbahçe’ye tam 121 gol kazandırmıştı. Bu rakamlar da onun ne denli yaman bir golcü olduğunu göstermektedir…

    Bombacı Muzaffer, başarılı futbol yaşamında iki kez de Ay-Yıldızlı formayı giymişti. Futbol yaşamını en verimli bir çağında kapatıp sessizce sahalarımızdan çekildikten sonra futbolla olan ilişkisini koparmadı. Futbol hakemliğine başladı. Bu dalda da devrinin (1940’ların) en iyi hakemlerinden biri olarak sahalarımızda görünmüş ve futbol alanlarındaki ününü hakem olarak da en iyi şekliyle sürdürmesini bilmişti.

    Muzaffer Çizer, otuz yaşında iken futbolu bırakmıştı. Yani bir futbolcunun en verimli çağında. Ayağındaki sakatlık, onun başarılı futbol yaşamını sürdürmesini engellemişti. Bu da o günlerin a tertemiz amatörlüğünün garip bir cilvesi, hazin bir akıbetiydi hiç kuşkusuz…

    Muzaffer Çizer, genç bir yaşta hastalanarak futbol hakemliğini de bırakmak zorunda kaldı. Rahatsızlık devresi oldukça uzun sürdü.

    Futbol sahalarımızın o bomba gibi bombacısı hızlı bir çöküş içinde tükendi. Ve “Bombacı Muzaffer Çizer”, 1961 yılında, 54 yaşında iken hayata gözlerini yumdu. Hazin bir sondu bu. Nur içinde yatsın…

    Cem Atabeyoğlu

  • Atabeyoğlu’ndan Âlâ

    Atabeyoğlu’ndan Âlâ

    Türk spor tarihi araştırmalarında biyografilerin önemi çok büyük… Yine çok büyük isimlerden biri olan Cem Atabeyoğlu’ndan Âlâ, yani Alaaddin Baydar’ı okuyalım… Nur içinde yatsınlar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Âlâeddin Baydar

    Türk futbolunun ilk “Çalım Kralı” idi Alâeddin Baydar.

    Topu ayağına aldı mı Fenerbahçe tribünü “Kıvır Âlâ” sesleriyle adeta ayağa kalkardı. Ve Âlâeddin ayağına mıknatıs gibi yapışan topla karşısına çıkan rakipleri kıvıra kıvıra geçer, topu en elverişli anda ve yerde takım arkadaşı Zeki Rıza’nın önüne eliyle koymuşçasına bırakıverirdi. Üstad Zeki’ye bu güzel pasla gelen topu düzeltip rakip filelere yollamak düşerdi.

    “Eskiden ferdi futbol varmış, bugün ise kollektif futbol oynanıyor!” diye düşünüp konuşanlara şunu hatırlatmak isterim ki, o zamanki deyimi ile «Zeki-Âlâ Kombinezonu”, kollektif futbolun ta kendisiydi. Hem de günümüzden en az yarım yüzyıl önce tatbik edilen şekliyle…

    Alâeddin Baydar, Fenerbahçe’nin genç takımlarından yetişmiş ve henüz 15 yaşında iken takım arkadaşı Zeki Rıza ile birlikte birinci takım kadrosuna alınmışlar ve ondan sonra da birbirlerinden bir daha hiç ayrılmamışlardı. Futbol yaşamlarını bir arada Fenerbahçe’nin Sarı-Lacivert forması altında sürdürmüşler, yine aynı forma altında Türk futbolunun ölümsüz birer yıldızı olup çıkmışlardı. Milli Futbol Takımımızın Ay-Yıldızlı forması altında da Zeki ile Âlâ yan yana oynamışlardı hep.

    Alâeddin Baydar, kelimenin tam anlamıyla bir futbol cambazıydı. Meşin topa onun kadar hâkim bir futbolcu daha sahÂlârımıza pek ender gelmiştir. İki ayağını da büyük bir ustalıkla kullanmasını becerir ve en zarif hareketlerle seyircilerin göz ve gönüllerini doldururken kendi için değil de takımı için en faydalı eleman olarak vazifesini görürdü Alâeddin.

    “Sabih, Alâeddin. Zeki, Bekir, Bedri” şeklindeki o unutulmaz Fenerbahçe ve milli takım forveti Türk futbol tarihine allın harflerle geçmiştir. Önünde selam durulacak ve karşısında şapka çıkarılacak bir forvet hattıydı bu. Ve Alâeddin Baydar da bu unutulmaz forvet hattının en başarılı bir parçasıydı. Kolektif futbolun dik âlâsını bu forvet hattı sergilerdi. Bugün “Modern futbol” diye ağızlarda gevelenen futbolu bu forvet hattının günümüzden elli küsur yıl önce sergilediğini bilhassa dikkatlerinize sunarım.

    Alâeddin (veya o zamanki seyircilerin deyimiyle kısaca Âlâ) mükemmel bir pasör olduğu kadar mükemmel bir golcü idi de. Herkesin topu Zeki Rıza’ya aktaracağını beklediği ve rakip defansın buna göre tedbir aldığı anlarda tapu noktÂlâma bir şutla rakip kalenin üst köşesinde ağlara yollayıverirdi Âlâ. Ünlü Yunan takımı Olimpiakos’a böyle bir golü vardır ki, aradan elli yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen bir türlü gözlerden ve hatıralardan silinmez…

    Âlâ’nın Fenerbahçe birinci takımında 324 maçta 326 gol attığını söyleyecek olursak onun ne kadar yaman bir golcü olduğu daha iyi anlaşılır herhalde.

    Fenerbahçe Spor Kulübü kurucularından Nasuhi Esat kardeşi olan Alâeddin Baydar Türk Milli Takımında da 16 Baydar’ın maç oynamış ve Ay-Yıldızlı formaya bir de gol kazandırmıştı. Ve ilk milli futbol takımımızda Ay-Yıldızlı formayı giyenlerden biridir. 26 Ekim 1823 günü Taksim Stadında Romanya ile 2-2 berabere kÂlân ilk milli futbol takımımızda yer Âlân 12 elamandan bugün hayatta kÂlân beş kişiden biridir Alâeddin Baydar

    Aynı zamanda mükemmel bir de tenisçi olan bu kıymetli futbolcumuzun eşi de ilk bayan tenisçilerimizdendir.

    Futbolu bıraktıktan sonra Fenerbahçe yönetim kurullarında çeşitli görevler de Âlân Alâeddin Baydar Türk futbolunda “Âlâ” Âlârak ölümsüz bir yer işgal etmektedir.

    Neredeee Âlâ gibi büyük futbolcular, nerde böyle büyük golcüler…

    Cem Atabeyoğlu

  • Eşref Aydın Röportajı

    Eşref Aydın Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Eşref Aydın röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yorulmaz Türk

    Fenerbahçe’de bir tarih yatıyor derken, büyük isimlerden birisi olarak sizinle röportaj yapabilme olanağı bulmak bizim için büyük şeref. Tam 70 sene Fenerbahçe’ye hizmet verdiniz. Ve hala hizmet vermeye devam ediyorsunuz. Kaç doğumlusunuz Eşref Bey? 

    13 Eylül 1919, Çorum doğumluyum. 

    Geçmişe yapacağımız bu uzun yolculuktan önce, nasıl Fenerbahçeli olduğunuzu öğrenebilir miyiz? 

    1927 yıllarıydı. Samsun’da ilkokulumu okuyorum. O zamanlar Samsun’da iki takım ön plandaydı. Biri Fenerbahçe diğeri ise Samsun İdmanyurdu. Biz Fenerbahçe’ye yakındık. Ben sarı laciverdi seviyordum. O yıllarda Fenerbahçe ve Galatasaray daha fazla revaçta idi, Beşiktaş fazla ön planda değildi.

    Spor hayatınız nasıl ve ne zaman başladı? 

    Benim spor hayatım 1935-1936 yıllarında başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O yıllarda güreş yapardım, Kadırga’da da top oynardım.

    Atletizm yarışı vardı. Tesadüfen Cem Atabeyoğlu ile yarışları izliyorduk, birbirimize laf attık “Hadi pehlivan sen de gir bunların arasına” diye, girerdin girmezdin derken girdik, 3 turluk bir yarışmaydı, birinci tur ikinci tur derken, ben koştum ve farkla birinci oldum. Herkes ayağa kalktı. Bana gelip övgüler yağdırdılar; “Sen atlet olmuşsun” dediler. Atletizm ne demek daha onu bilmiyordum o zamanlar.

    “Neden bu kadar büyüttünüz?” diye sordum.

    “Yaa sen milli atleti de geçtin” dediler.

    Meğer orada milli bir atlet varmış. Onu da geçmişim.

    Federasyon başkanı İhsan İpekçi varmış o sırada orada. İhsan Bey “Burada bir çocuk var, kapın bunu” demiş.

    Sinemaya çok merakım vardı. Beyoğlu’na gider 8 saat film izlerdim. Galatasaray bana eğer onlar için yarışırsam bedava sinema kartı vereceklerini söylemişti. Çok sevinmiştim. Fakat kulübe girdiğimde; orada monşerler, Fransızca konuşmalar falan bana çok soğuk geldi. Kendimi uzayda gibi hissettim. Üç ay dayanabildim.

    Bu arada beden hocam rahmetli Neriman Tekil’le de gidip geliyoruz, Fenerbahçe’de atletti. O dönemler Fenerbahçe’nin forma ya da papuç bile alacak parası yok.

    1939’da Neriman Tekil beni aldı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne getirdi, “Aman burada bir yarış var, ona da katıl” dedi.

    “Ama ben atlet değilim, şaka olsun diye koştum” dedim.

    O da “Sen burada koşarsan kazak kazanırsın” dedi.

    O zamanlar da 2. Dünya Savaşı yeni başlamış, hiçbir şey bulunmuyor, yokluk var. Pencereler ve ışıklar kapalı oturuyoruz. Hava saldırısı endişesi var.

    Lise 1 talebesiyim. Yine birinci oldum, söz verdikleri kazağı verdiler bana. Çok mutlu olmuştum. Beyazıt’ta oturuyordum.

    Hocam yine beni aldı ve Taksim Stadı’na götürdü, orada da yarış vardı. O yarıştan sonra bir sene kayboldum ortalıktan, girmedim yarışlara. Hatta o gün, Taksim Stadı’nın önünde resim çektik, “Stat yıkılacak” demişti hocam.

    Daha hiçbir kulübe kayıtlı değildim. Şehirlerarası yarışlara İstanbul’u temsilen katılıyordum.

    1940’ta İstanbul kros yarışması oldu; 4-5 tane milli atlet vardı. Orada 3000 metrede birinci oldum. O zamana kadar koştuğum en uzun mesafe 3000 metre idi. Sonra beni antrenman pistine getirdiler. Devamlı antrenmanlardaydım. 5000 ve 10000 metrede de Türkiye şampiyonu oldum.

    1941’den itibaren iyice tanınmaya başladım atletizm camiasında. O sene de yine Büyük Atatürk Koşusu’na götürdüler. İstanbul’dan Ankara’ya gitmek çok zordu o zamanlar. Ankara’ya ikinci gidişim olacaktı, daha önce bir kere izci olarak gitmiştim. Param da yok o zamanlar, ancak yol parası veriyorlar. “Trene bineceksin” dediler. Orada kalma şansı da yoktu. Yani, akşam binip gideceksin, orada yarışacaksın, sonra da akşam treniyle geri döneceksin, tabii yataklı tren değil pulman koltukların üzerinde!

    Orada Türkiye şampiyonları, Balkan şampiyonları var. Onların arasında esamem okunmuyor haliyle henüz. Aralarına girdim.1941 Büyük Atatürk Koşusu’nu kazandım. Herkes şaşırdı! Artık ondan sonra bütün 3000 m., 5000 m. koşularını kazanıyor, Türkiye rekorları kırıyordum. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne resmi olarak ne zaman başladınız?

    Yıl 1943…  Liseyi bitirdiğimde o zaman Fenerbahçe’den atlet Melih Kotanca vardı. Fenerbahçe Kulübü Başkanı ise Şükrü Saracoğlu idi. Hacı Muhittin de büyük kâtipti.

    Bahçekapı’da onun bürosuna gittik. Artık lisans da çıkarabilirdim. “Gel bakalım Eşref Fenerbahçeliymişsin, artık okul bitti bu kadar zaman bekledik. Senin başını bağlayacağız, lisansını düzeltelim” dedi.

    “Tabii efendim” dedim. Ve ilk imzayı atışım orada oldu.

    1947’ye kadar da tüm Türkiye ve Balkan rekorlarını kırdım. Hem Fenerbahçe hem de milli takım için. Her hafta yarış vardı.

    O yıllarda atletizmde de Fenerbahçe – Galatasaray rekabeti çok revaçta mıydı?

    Tabii ki o zamanlar da oluyordu Fenerbahçe – Galatasaray arasındaki yarış.

    Galatasaraylı bir Balkan şampiyonu vardı, o hep 1500 m. koşularını kazanıyordu; ben de 5000 m.-10.000 m. metre yarışlarını kazanıyordum.

    Neriman Tekil’in ağabeyi Firuzan Tekil (Genel sekreter) çok hizmeti vardır. “Sen 1500 koş hepsini geçersin” derdi. Ben de “İsterseniz 400 m.’de de koşarım, peki” dedim. 1500 m.’de koştum ve kazandım. Daha sonra 1500 m., 800m. ve 400 m. koştum.

    1945’de Mısır’da 400 m’de birinci oldum milli takım adına… 

    Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü adına düzenlenen İnönü koşularında hep birincilikleriniz vardı. 

    İnönü Stadı’nda Cumhurbaşkanı kros birincilikleri yapılıyordu, 6 sene arka arkaya birinci olmuştum.

    947’de Dolmabahçe Stadı yapılıyordu. Daha stat bitmemiş, biz bir kenarda antrenman yapıyorduk.

    Bana, “İsmet İnönü gelecek bir eşofman al ve stada gel” dediler.

    “Peki” dedim.

    Gerçekten de İnönü hayatında hiçbir spor müsabakasına gitmemiş ve hiçbir sporcuya da ödül vermemişti. Bir tek at yarışlarına gidermiş.

    1936 Olimpiyatları’nda ben güreş yapıyordum, arkadaşım, Hitler’in zamanında olimpiyat şampiyonu olmuştu.

    Mustafa Kemal Atatürk çağırmış ve O’na ev hediye etmişti; fakat İnönü 1948 olimpiyatlarıyla hiç ilgilenmemişti. Dolmabahçe Stadı’na o gün antrenman sırasında ilk defa İnönü de gelecek dediklerinde şaşırmıştım; elim ayağım titriyordu.

    Yanına gidilmiyor tabii.

    “Bekle burada” dediler bana ve sonra alıp beni İnönü’ye götürdüler.

    Aklımda kalan tek şey; “Evladım, talim mi yapıyorsun?” diye sormasıydı.

    “İşte paşam, sizin adınıza yapılan koşuları 6 senedir arka arkaya kazanan sporcumuz bu” dediler.

    Bana mükâfatlar verdi. Hediye edilen Zenith marka kol saatime herkes merakla bakıyordu o zamanlar. İnönü ile tanışmak ve konuşmak da nasip oldu bana ne mutlu ki… 

    Ve yıl 1947. 4 Temmuz Normandiya Çıkartması adına düzenlenen Enternasyonal Amerika Şampiyonasına gidişiniz… 

    1945’de Balkan rekorunu kırmıştım.

    1944’de olan “Normandiya Çıkarması” adına Amerika’da 1947’de, yani 3 sene sonra bir atletizm şampiyonası yapıldı. Ön elemeler için Balkanlardan iki kişi çağırdılar. Bizden de olimpiyat üçüncüsü Ruhi Sarıalp vardı. Son seçmelerde Ruhi 3. oldu, ben 1. oldum ve Amerika’ya beni gönderdiler.

    Amerika yolculuğumuz o kadar kolay olmadı. Uçak bekliyoruz gelmedi. Meğer uçak düşmüş ve herkes ölmüş. Uçuşumuz bir hafta sonraya kaldı. O zamanlar haftada bir uçak kalkıyordu. 30 kişilik pırpır uçaklar. Dura kalka gidiyoruz.

    Londra’ya gittiğimizde hayretler içindeydik savaş sonrası her taraf bombalanmış halde, duvarların yarısı var yarısı yok, inanılmazdı. Banklar vardı, oturduk, bekledik. Benzin ala ala devam ediyorduk.

    1945’de Atina’ya, Mısır’a gittiğimizde de aynı savaş izleri öyleydi. Ve 48 saatlik bir zorlu bir yolculuk sürecinden sonra Amerika’ya geldik.

    Oradan yarışmaların yapılacağı Nebraska’ya geçtik. Bizi çiçeklerle karşıladılar. Çelenkler taktılar. Türkiye’den geldi diye şehirde açık arabayla dolaştırdılar. Türkiye’yi bilen yok. Teksas’ın doğusunda mı güneyinde mi diye soruyorlar. Otele yerleştik. Hava 50 dereceydi; klimayı varlığından bile haberim yok. Hasta oldum, yemeklerini de yiyemiyordum. Lisanım yoktu. Çok zorlandım. Dünyanın her tarafından gelmiş atletler vardı. 10.000 metrede koşacaktım fakat rakibim yoktu. Bununla birlikte diğer derecelerde çok iyi atletler vardı. 5000 metre koştum.3. oldum.  

    Amerika’da kalmanızı teklif ettiler mi?

    Yarış bitti, tam döneceğim sırada Amerika’da okuyan bir Türk talebe yanıma geldi. Beni valiye sonra da yarışmayı düzenleyen Nebraska Üniversitesi’nin rektörüne götürdü. 

    Rektörün yanına çıktığımda Türkiye’de ne yaptığımı sordu. Sporumun dışında hukuk öğrenimi sürdürdüğümü ve Haydarpaşa Lisesi’nde beden eğitimi öğretmenliği yaptığımı söyledim.

    Ne kadar kazandığımı sordu, “100 lira alıyorum” dedim.

    Ertesi gün de döneceğimi belirttim Tam kapıdan çıkıyoruz, oturma iznimi verdiler, talebe kaydımı yaptılar.150 dolar teklif ettiler ve onların ülkesinde Nebraska eyaletini temsil etmemi istediler.

    Peki, Fenerbahçe Spor Kulübümüz kalmanıza izin verdi mi?

    O yıllarda bir sporcunun Türkiye’den Amerika’ya gitmesi kulüplerin maddi imkânsızlıkları nedeniyle çok zordu. Milli takımdan Fenerbahçeli bir atlet olarak Amerika’da yarışı kazanmak büyük bir prestijdi. Yer yerinden oynuyordu.

    Daha önce bir boksör arkadaş Amerika’ya gitti, geldiğinde statta yürütmüşlerdi, Amerika’ya gidip gelen birini görsünler diye. Öyle bir zamanda federasyondaki Galatasaraylı üyeler gazetelere düştü; para vardı, yoktu diye.

    O yıllarda Saracoğlu başkanımızdı. Bizim Fenerbahçe yönetim kurulu bastırdı ve her şey tamamlandı. Galatasaraylılar engel olmaya çalıştı ama en sonunda federasyon Fenerbahçe’ye “Paranın yarısını verin gönderelim” dedi.

    Federasyonda Galatasaraylılar çoğunluktaydı. Olimpiyat komitesi başkanı da Galatasaraylıydı. 300 Lira tutuyordu; gidişimin yarısını kulübüm karşıladı ve öyle gönderdiler. Amerika benden kalmamı istediğinde işin federasyon tarafını hiç düşünmedim. Ama Fenerbahçe’ye minnet borçluydum. Oradan bir mektup yazdım. Mektubumda bana orada sundukları tüm eğitim olanaklarından bahsettim. Ayrıca eğitimimi Amerika’da tamamlayıp Fenerbahçe’ye daha iyi hizmet edebileceğimi düşünüyordum; “Onay verirseniz kalacağım, isterseniz de arkama bakmadan dönüp geleceğim” dedim. O mektup gazetelerde çıkmış hatta mektubumun basıldığı gazeteyi bana gönderdiler. Amerika’da kalmam için kulübüm izin verdi, federasyon da istemeye istemeye kabul etti.

    5 sene Amerika’da kaldım. Orada evlendim.1947-1952 yılları arasında orada eğitimimin yanı sıra tabii ki atletizm de yaptım. Yarışmalara katıldım.

    1948’de bir akşam “Olimpiyat ön seçmelerine gidiyorsun” dediler. Okul kapanmak üzereydi, apar topar gittim.

    Kaydım yapıldı, tam başlamadan evvel “Nasıl bir yarış bu?” diye sordum. “Milli takımın olimpiyat seçmesi kazanan ilk üç kampa girecek ve 1948 olimpiyatlarına Londra’ya gidecek orada Amerika’yı milli oyuncu olarak temsil edecek” dediler.

    Şok oldum ve “Ben Türk vatandaşıyım” dedim.

    “O önemli değil, seni Amerikan vatandaşı yaparlar” dediler.

    Benim elim ayağım titredi, 5000 m. koşu için çağırmışlardı. Öylece hayalet gibi duruyorum, lisan da fazla bilmiyorum. Ben bir tur gittim, sonra yarışı bıraktım. Kafam hala ordaydı. Amerikan vatandaşı olarak Londra’ya gideceğim ve olimpiyatlarda Amerika’yı temsil edeceğim. Bu mümkün değildi.

    Tüm hayalim Türk bayrağı altında yarışmak ve başarılı bir Türk sporcusu olmaktı. Bana öl deseler ölürüm bayrağım için, o kafa yapısındaki insan kalkıp da orada Amerikan bayrağı altında yarışabilir mi, bıraktım her şeyi…

    “Çok hastalandım, kramp girdi.” dedim ve oradan kaçtım. 

    Ve Türkiye’ye dönüşünüz… 

    Nebraska sonrası bir süre New York’ta kaldım. Bir çocuk sahibi oldum. Eşim benimle birlikte Türkiye’ye dönmedi. Annem rahatsızdı dönmek zorundaydım.

    Geri geldiğimde artık yarışları bırakmıştım. Önce federasyona bağlı atletizm ajanlığına getirildim. Her gün sahalara gidiyordum. Atletizm eskiden futboldan bile önemliydi. At başı gidiyordu, en iyi atletleri toplamaya çalışırdım. Okulların levhalarına yazı yazardım. Stada toplardım onları 300-600  kişi vardı Kuleli Askeri Lisesi’nden, Deniz Lisesi’nden tüm okullardan gelirlerdi. Hepsinin hayali kazanayım da Fenerbahçe- Galatasaray maçını izleyeyim. Mükafat koymazsanız gelmezlerdi.

    1952-1956 Amerika Milli Takımını olimpiyatlardan evvel bir kuruş parasız Türkiye’ye getirdim. Bunu federasyondaki görevim icabı değil, ajan olarak düzenledim. Onları Dolmabahçe Stadı’nda yarıştırdım. Yunanistan’a da gidiyorlardı, buraya da gelsinler diye düşünmüştüm. Olimpiyatlardan evvel onları buraya getirmek ve yarıştırmak büyük bir şeydi. Oradan oyuncu da çıkardım.

    Sonra Atletizm Şube Başkanlığına getirildim. Bu arada Fenerbahçe üyesi olduğumdan kulüple bağlantımı koparmamıştım. Artık her gün kulüpteydim. 

    Şu an atletizmi Türkiye’de ne düzeyde görüyorsunuz?

    Üzülüyorum bugünkü şartlarda Türkiye’nin atletizmde gelişmesi mümkün değil.

    Atletizm ajanlığı yaptım, 6 ayda milli atletizm takımı çıkardım, yetiştirdim.

    Amerika’dan geldiğim seneler kimse anlayamadı beni; şaşırdılar, engellemeye çalışanlar bile çıktı. Hala yanlış işler yapılıyor. O yıllarda atletizm bana bırakılsaydı bugün Türkiye atletizmde çok farklı ve iyi bir yerde olabilirdi. Kısmet, bırakmadılar işte, ben de futbola döndüm.

    Hizmet verdiğim 70 sene içerisinde Fenerbahçe’nin 10 tane şampiyonluğu varsa ne mutlu ki 9’unda benim de adım vardır. 

    Bir anda kendinizi futbolun içinde buldunuz…

    Atletizm şube başkanlığı yaparken her gün Fenerbahçe sahalarındaydım. Futbol maçları da oluyordu, yakından ilgileniyordum.

    Fenerbahçe kongreleri oluyordu, kulisler yapılıyordu. Kongre üyesiydim, faaliyetler, seçimler başladı. Sokak kongreleri yapıldı, futbol takımının çalışmalarını da izliyordum,

    Amerika’dayken ilk iki sene spor tahsili yapmıştım. İki senenin sonunda ekonomi ve işletme tahsili almaya başladım. Türkiye’ye döndüğümde de sporun tüm şubelerini takip ediyordum özellikle de futbolu. Çalışmalara, antrenmanlara bakıyordum, yeniliklerden doğal olarak haberleri yoktu. Ben de Amerika’ya gittiğimde hiçbir şey bilmiyordum. Dönüp baktığımda yanlış işler yapıldığını gördüm. Ve başladım futbol kitaplarını alıp tercüme etmeye.

    O yıllarda orada koşuma engel olmasın, şişkinlik yapmasın diye su içmiyordum. “Aman tuz koymayalım” diyordum. Bana orada her gün hap veriyorlardı meğer tuz hapıymış. Bu en basitiydi. Burada bir sürü yanlış bilgiyle yetişmişiz.

    Sonrasında kulis faaliyetleri arasında öyle bir noktaya geldik ki 1960-61 yıllarında takımın başında Macar antrenör Lazslo Szekelly vardı. Takımda Canlar, Lefterler, Fikretler var. Yönetimimizde ise başkanımız H. Kamil Sporel, yönetim kurulunda Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Niyazi Sel, Müzdat Yetkiner var. Herkes konuşuyor, üzülüyor.

    8 maçta galibiyet yok. Ligin ilk yarı sonunda bir de Galatasaray maçımızda 5-1’lik bir yenilgi var, diyorlar ki “Bu Galatasaray mağlubiyetinden sonra bizim bu kulüpte yöneticilik yapmamız haramdır.”

    Toplanıp karar veriyorlar kongre yapılacak. Aldığım eğitim sonucu bir futbolcunun en az 5000 metre koşacak nefese sahip olması gerektiğini, dünyanın değiştiğini, yeni kuralları anlatıyorum. “Çalışalım, geçelim ve şapkayı gösterelim onlara” diyordum. Yönetim kurulu karar verdi ve futbol şubesinin sorumluluğunu bana verdiler. “Al sen çalıştır.” dediler. 

    Yıl 1960-61 ve futbol şubesi sorumluluğuna getirildiniz… 

    Sorumluluğumun ilk günü sabah tüm futbol grubunu çağırdık. Herkes merak ediyor.

    O zamanlar takım kaptanı Şeref Has. Bir konuşma yapıp futbolun tüm dünyada değiştiğini, farklı yeni yöntemler olduğunu ve futbolun artık sadece top oynamak olmadığını bir de topsuz oynamak gerektiğini anlattım. Topladım herkesi koşturuyorum, ağırlık çalışmaları yaptırıyordum.

    Yazılı basın geldi. Onlar da ne yapacağımı merak ediyorlar. Bana sorular sormaya başladılar. Düşündüm, futbolcuların koşusunun zayıf olduğunu söylesem ertesi gün basında alay edecekler. Ben de fizik kondisyonundan bahsettim ve bundan sonra takımın fizik kondisyonu ile uğraşacağımı söyledim. Hatta bunları İngilizce ile karışık söyledim. Takımın kondisyonu ne demek diye soramadılar bile, öylece yazdılar söylediklerimi. (Gülüyor) 

    Daha önceki antrenman sistemi nasıldı? 

    Önceleri haftada iki gün salı-perşembe antrenman yapıyorlardı. Hafta sonu da maça geliyorlardı. Diğer günler boş günleriydi.

    Benimle birlikte haftada iki gün futbol diğer günler ise koşu ve kondisyon çalışmalarına başladılar. Ve böylelikle haftada yedi gün çalışmaya başladılar.

    Peki ya oyuncuların bu disiplinli ve yoğun tempoya alışmaları kolay oldu mu? 

    Tabii pek kolay olmadı. Hiç unutmam ikinci hafta oldu. Can Bartu askerden geldi. Ve antrenmana girdi. O aralar hepsi alışmıştı su ısıtılıyor, kazanlar ısıtılıyor ama yetişmiyor, yıkanamıyoruz bahaneleri. Mangalda su ısıttırıyorum, tenekedeki sularla yıkanıyorlar. 

    Bir gün yine Can Bartu’yu koşturuyorum 30 metre geride kalıyor. Genelde kolalı gömlek giyerdim o günde tesadüf üzerimde kolalı gömlek çekmişim, altımda da eşofman ama ben de onlarla beraber koşuyorum.

    Can’ın yanına gidip “Hasta mısın Can, sen hep geride kalıyorsun” dedim.

    “Niye bu kadar koşuyoruz Eşref Ağabey biz atlet miyiz, futbolcu muyuz? Sahada koşacak mıyız yoksa futbol mu oynayacağız?” dedi.

    Ben de “Bak oğlum, ünlü Amerikalı artist Marlyn Monroe var ve her sabah kondisyonunu muhafaza etmek için 3 km koşuyormuş, ben de sizinle beraber koşuyorum, bakın şu kolalı gömleğime terlemedim bile. Siz 90 dakika futbol oynayacaksınız, 90 dakika koşmadan mı futbol oynayacaksınız, artık koşmadan futbol yok, dünyada önde olacaksınız, daha yeni başlıyoruz” dedim.

    Bu kondisyon çalışmaları Türkiye’de ilk Fenerbahçe’de başladı. Sonrasında bir konuşma daha yaptım ve kızarak, “Can, koşamıyorsan çık arkadaşlarının arasından” dedim. Ve takımdan çıkardım onu, arkasından da “başka koşamayacak var mı ?” dedim. Baktım kimseden ses yok, biz antrenmana devam ettik bir süre sonra Can da bize katıldı.

    Ve ikinci devre ilk maçımız Kasımpaşa ile. Onları 3-0 yendik. Arkasından Altınordu, Göztepe 4-0, 3-0 sonuçlarla hepsini ezdik, geçtik. Avrupa çapında takımlardı onlar. Sonra da Beşiktaş, Galatasaray’ı süpürdük geçtik.

    Takım kazanmaya başlayınca Macar antrenörü de geri getirdiler. Birlikte çalışmaya başladık. O sene liglerdeki ilk şampiyonluğumuzdu (1960-1961). Ertesi sene Miroslav Kokotovic (1962-1964) vardı, ben çalışmayı bırakmıştım ama mağlup olunca o kaçtı ve yine beni getirdiler takımın başına. Ve o sene de beni yönetime aldılar, futbol takımımın sorumlusu olarak göreve başladım. Başkanımız İsmet Uluğ ile birlikte çalıştık.

    Yıl 1964-65 Antrenör İngiliz Oscar Hold. Yine tüm görevi beraber üstleniyorduk, benim Amerika’dan getirdiğim kronometrem vardı, onunla futbolcuları çalıştırıyorduk. Hiç unutmam; çocuklar onları koşturmayalım diye kronometreyi yok ettiler.

    Çok zor geliyordu koşmak. Aralarında bir futbolcuyu yok etmek istiyorlarsa 10 metre uzağa top atıyorlardı ki koşsun yorulsun yorulunca da bir daha oynayamasın. 

    Fenerbahçe Müzemize her geçen gün yeni bir kupa, yeni bir madalya ekleniyor. Siz Eski Sporcular Derneği Başkanımız olarak eski sporcularımıza neler öneriyorsunuz? 

    Fenerbahçe’nin büyük bir mazisi ve tarihi var. Tüm eski sporcularımızın ellerinde bulunan madalya, kupa, resim ve evraklarının müze kurulumuza iletilmesi gelecek nesillerimiz açısından çok önemlidir.

    Ailenize bırakacağınız bu objeleri sadece aileniz ve çevreniz görür; fakat müzemize devredilen bu mirası milyonlarca Fenerbahçeli müzeyi her ziyaret ettiğinde görebilir. Müze Fenerbahçe’nin tarih kitabıdır.

    1940 yıllarında kazandığım madalyaları İstanbul Erkek Lisesi’ne götürdüler. Normandiya çıkartması madalyası çok az insanda vardır. Ama bu madalyada asıl hak sahibi Fenerbahçe Spor Kulübü’dür. O Fenerbahçe’ye aittir.

    Bütün yarışlarda madalya veriyorlar ama bu madalyanın özelliği bir kereye mahsus olarak verilmesiydi.

    Bunun dışında Kral Faruk’tan aldığım madalyalar ve diğerleri hepsi şu an müzede sergilenmektedir. Bilhassa onu ve diğer madalyalarımı kulübüme verdim.

    Gördüğünüz gibi evde hiçbir şey kalmadı. Müzede muhafaza ediliyorlar. Bu da benim için ayrı bir onur ve gurur kaynağıdır.

    En beğendiğiniz futbolcular kimlerdi? 

    Ogün Altıparmak, Lefter ve Can Bartu’yu çok beğenirdim.

    Bir iki kaptan sayarsam bunun birisi Can Bartu’dur. Çünkü Can Bartu’yu futbolculuğunun dışında kaptan olarak da çok beğenirdim. Nedeni ise: O hem takıma hâkimdir hem de yurt dışında da futbol oynadığından deneyimli ve yeteneklidir. Hatta basında da çok sevilen bir insandı. Fenerbahçe’den gitmesini çok istemişlerdi. Ben karşı çıktım. 

    Nasıl karşı çıktınız, neler yaşandı? 

    Can Bartu hala bilmez ne olduğunu, o sene Can takım kaptanı ve Can’ın transfer senesiydi. Transferde komite başkanıyım, tek tek çağırıyoruz, konuşuyorum yönetim de karar veriyor. Yalnız bu toplantıdan evvel yönetimde olan Suphi Ergül, Necmi Kurtuluş, Sadun Erdemir, Kemal And benimle bir yemek yemek istediler.

    Caddebostan Yelken Kulübü’nde bir öğlen yemeği yedik. “Kadıköy grubu olarak bir toplantı yaptık, Can Bartu’nun satılmasını istiyoruz” dediler. Tabii benimle de ters düşmek istemiyorlar. Kadıköy Grup Başkanı Semih Bayülken “Eşref’le konuşun ikna edin Can Galatasaray’a gitsin ve Fenerbahçe’den uzak kalsın, ilerde bu bize sorun olacak, Can ne isterse istesin satın” demişler. Bana böyle anlattılar.

    Onlara Can’a ihtiyacımız olduğunu söyledim. Fakat başka çare olmadığını söylediler. Güldüm, antrenman sonrası Can’a “Sen Sirkeci’ye iş yerime gelebilir misin?” dedim.

    Ertesi günü Can geldi. “Gel dediniz geldim, ben ilk defa bir yöneticinin işyerine geliyorum” dedi.

    “Can senden bir şey isteyeceğim, öbür gün transfer için sizleri çağıracağız, kaç lira düşünüyorsun diye soracağız, sen kaç düşünüyorsun” dedim.

    “Öbür oyunculara 70-80 bin dediniz, herhalde bana daha fazla verirsiniz” dedi.

    “Bak sen geleceksin, ben para falan istemiyorum diyeceksin, ben Fenerbahçe’de bu kadar oynamışım seneye jübilemi yapıp futbolla ilişkimi Fenerbahçe’de bitireceğim diyeceksin” dedim.

    “Tamam, Eşref Ağabey sen öyle istiyorsan öyle derim” dedi.

    “Bana bırak” dedim.

    Ertesi gün yönetim kurulunda Rüştü Dağlaroğlu da var. Selim Soydan geldi. Şükrü Birant geldi. Ve sonra sıra Can’a geldi. Faruk Ilgaz’ın yanında oturuyorum.

    Önce ben konuşuyorum; Can’a “Bizim kafamızda var bir rakam ama herkesin fikri olsun senin kafanda ne var” dedim.

    “Ben para istemiyorum” diyerek aynen benim kendisine dediklerimi tekrarladı.

    “Tamam git” dedim, gönderdim.

    Herkes söyleniyor. “Can kalıyor çünkü hiçbir şey istemeyen adamı ben satamam” dedim.

    Dedim demesine ama yüz bini de sonradan Can’a verdim tabii. Sonra bütün mesele anlaşıldı. Semih Bayülken ile Muhittin Burgulu ilk seçimde beni sildiler. Ama o sene Can’ın sayesinde 8 puan önde şampiyon olduk. 

    Fenerbahçe’de oynayan her futbolcunun duruşu davranışları bir Fenerbahçeli gibi olmalıydı. Bunun bilinciyle, onları çalışma saatleri dışında da gözlemliyordunuz… 

    Geceleri bile futbolcuların evlerini dolaşırdım. Selim’in evine gittim. Eşi Hülya Koçyiğit çıktı, evlenmişlerdi. “Hemen Selim nerede” derdim. Hülya çok hanımefendi bir insandı; çaylar, kahveler, ikramlar.

    Hepsinin evine gidiyordum, Yılmaz Şen, Yaşar Mumcuoğlu…

    Oyuncuların özel sorunlarını da paylaşıyordunuz… 

    Tabii ki, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenirdim.

    Kaleci Datcu vardı, bir gün kampa geldi.

    Selim Soydan dedi ki “Datcu ile konuş, morali çok bozuk.”

    “Hayrola” dedim.

    “Yok bir şey, eşimi düşünüyorum, ev sorunu hala çözülmedi” dedi.

    Ertesi gün de maçımız var. “Sen yarınki maçı düşün.” dedim.

    Pazartesi sabahı kulübe saat 10.00’da geldim. Yönetime durumu anlattım.

    “Otelde kalıyorlarmış, perişan durumdalar” dedim.

    “Hayır, evde kalıyorlar” dediler.

    Reşat Dermanver’e “Sen evi biliyorsan, beni götür” dedim.

    Beraberce gittik,  kapıyı başka insanlar açtı. Datcu haklıydı, evi başkasına vermişler. Dönüp sorunu anlattım.

    “Size yarına kadar, tam 24 saat müsaade; yoksa 25. saatte bu kulüpten içeri giremeyeceksiniz” dedim.

    O sorun da öyle çözümlenmişti. 

    5 kupayı aldığımız sene (1968), Ogün Altıparmak geldi

    “Ağabey benim bonservisimi ver, Amerika’ya gideceğim, beni istiyorlar” dedi.

    “Peki, oğlum, yalnız bir şartım var; sana ihtiyacım olursa isteyeceğim ve hemen geleceksin” dedim ve gitti.

    Bize Manchester çıktı. Ogün’ün adresini aldım. Gündeme sundum Ogün’ün çağrılması için. O toplantıda “Manchester’ı mı eleyeceğiz, Ogün’ü çağırmak çok para, boş ver” dediler.

    Ben ısrar etmedim, ama kafama da takıldı, uyuyamadım. Suat Belgin vardı, Büyük Fikret kaza geçirdiği için adresi ondan istedim.

    Ogün’e “Acele çarşamba burada ol, yönetim kurulu parayı çok buldu ama ben bu parayı öderim” dedim. Ve Ogün geldi.

    “Sen nerden çıktın?” demiş herkes.

    “Eşref Ağabey çağırdı” demiş.

    Benim için “Zengin adam, savuruyor” demişler.

    “Doğru kampa git” dedim.

    Ignace Molnar antrenördü. Ona Ogün’ü takıma koy, forvet oynatacağız dedim.

    O maçta bir golü Ogün attı ve maçı 2-1 kazandık. Ogün Amerika’ya bir daha dönmedi, burada kaldı ve hayatı değişti.  

    Amerika’da üniversitede spor, ekonomi ve işletme eğitimi aldınız. Fakat ekonomi eğitiminizde bir ders yüzünden diplomanızı alamadınız. Ve hata olduğu anlaşıldığından diplomanızı 50 sene sonra torununuzla birlikte aldınız… 

    Evet, 50 sene sonra torunum Nate ile beraber gittiğimizde diplomamı verdiler. Torunum Nate de Nebraska Üniversitesi’nde şampiyon bir atlet olarak okuyup, koşmaktaydı.

    Amerika’da iki diploma almam lazımdı. Birini eksik kredim olduğu zannedildiği için vermediler; hâlbuki yokmuş, bir hata olmuş. Durumu tekrar açıkladım kendilerine; bir ders varmış borçlu hukuk dersi, Amerikan hukuku ile ilgili olarak gerekmeyecek diye almamıştım. 50 sene sonra kabul ettiler ve ben de 50 yıllık küçük bir gecikmeyle diplomamı 18 Aralık 1998’de Nebraska Üniversitesi okul yönetiminin düzenlediği özel bir mezuniyet töreniyle aldım. 

    Yaptığım araştırma sonucu 1958 yılında verdiğiniz bir demeçte Fenerbahçe Stadı’nın 100.000 kişilik olması gerektiğini söylemiştiniz. Hâlbuki söylediğiniz yıllarda stat 7.000 kişilik olup 3000-4000 kişilik kapalı tribünü vardı. 100.000 o yıllar için çok iddialı bir sayıydı…

    O zamanlar 3000-4000 kişilik kapalı tribün vardı. Fenerbahçe’nin 100.000 kişilik stada ihtiyacı olduğu o zamanlardan görünüyordu.

    Maçlardan bir gün önce geceleri uyanır bakardım yağmur var mı diye panik yapardım. Prim ödeyeceğiz, kulübe kazanç sağlayacağız ancak böyle ayakta duruyorduk. 50 sene evvel o zaman ki gazete kupürlerinde vardır doğru.

    Taraftarlara mesajınızı alabilir miyiz? 

    70 seneye yakın sporun içindeyim, taraftarlarla da iç içeyim. O günden bugüne kadar taraftarla yakından ilgileniyorum.

    Bir kere şunu söyleyeyim; Fenerbahçe sevgisi o zaman 10 ise şimdi 100! Çok büyük saygı duyuyorum, onur duyuyorum, gururlanıyorum, iftihar ediyorum.

    Biz bu hizmeti yaparken her zaman isterdik ki Fenerbahçe’yi sevsinler, müsabakalara gelsinler, Fenerbahçe’yi alkışlasınlar, amacımız buydu. Şampiyon olalım onları mutlu edelim ve onların mutluluklarından mutluluk duyalım ama bugün çok olumlu ve çok büyük değişiklikler var.

    Ben iki sene evvel bir maç öncesi Kalamış’ta bir restoranda var, oraya gittim. Orada gördüm aynı heyecanı. Amerika’da taa o yıllarda maçlardan evvel aynı bu coşku olurdu. Hatırlıyorum 5 kupayı aldığımızda bir merasim yapmıştık. İlk defa yapılıyordu, basından Erdoğan Arıpınar kutlama organizasyonu teklifiyle Başkanımız Faruk Ilgaz’a gittiğinde Başkan “Böyle bir büyük organizasyon yaparsak camia iyi karşılamaz” demişti. Ve konuyu bana yönlendirdi. Organizasyon gerçekleştiğinde Fenerbahçe camiası Başkan Faruk Ilgaz’ a “Bu kadar sene şampiyon olduk, böyle merasim yapmadık.” demişlerdi. Ben bunu Amerika’da gördüğümden yaptım.

    Bir de kötü söz ve hakaretlere karşıyım o da kaldırılmalı. 1980’e kadar böyle bir şey yoktu taraftar yapmadı bunu. Bu sözlerim tüm Türk futbolu adına.

    Çocukluğumuzda kafamızı havaya diker dört genç havaya bakardık, gelen bakar, giden bakardı. Galata Köprüsü’nde bir yere baktı mı herkes bakıyor birisi bir şey yaptı mı herkes yapıyor. Bu yöneticiler topluluğu bu tarafa bak diyecek bunu toparlamak yine yöneticilere düşer.

    Sibel Kurt – Eşref Aydın Röportajı – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • Erdal Kocaçimen Röportajı

    Erdal Kocaçimen Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Erdal Kocaçimen röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Büyük Kaleci

    “Fenerbahçeli olunmaz, Fenerbahçeli doğulur” deriz her zaman. Siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Erdal Bey?

    1926’da Fındıklı, İstanbul’da doğdum. İlkokul tahsili Nişantaşı 15. İlkokulu’nda yaptım. Tabii ki Fenerbahçeliydim. Çocuklarla mahalle arasında, mektepte hep futbol oynardık. Ayazpaşa’nın dili olsa da söylese.

    Ortaokul yıllarım da hep futbol oynamakla geçti. O zamanlar Taksim Lisesi’nin ortaokul kısmına devam ediyordum.

    1941 İstanbul harp seneleri her yer bomboştu. Merkezi hükümet o zaman Ankara’daydı. Maden Tetkik Arama Enstitüsü başmüfettişi olan babam rahmetli Vedat Kocaçimen’in tayini Ankara’ya çıktı. Hep birlikte Ankara’ya gittik.

    Sonra Ankara’daki yaşamınız başladı…

    Ankara’da Gazi Lisesi’ne kaydoldum. Lacivert-Mavi formayla Gazi Lisesi’nin futbol takımında santrhaf (libero) mevkisinde oynamaya başladım.

    Bir süre sonra takımın merkez mücahim (santrafor) mevkiine geçtim. 1941 yılında Gençlerbirliği takımında oynamaya başladım. 1942 yılından itibaren de kaleci oldum.

    Kaleci olmanız garip bir tesadüfle başladı, anlatır mısınız?

    Bendeki kalecilik cevherini, Orhan Şeref Apak fark etmişti.

    Bir antrenmanda kaleci gecikince beni kaleye geçirmiş ve performansımı izleyerek, kendisinin talimatıyla bu mevkide kalıcı olmuştum.

    1946 yılına kadar Gençlerbirliği takımında oynadım. Gençlerbirliği o zamanlar büyük takımlardan biriydi. 1946 Türk Milli Ligi Şampiyonu oldu.

    II. Dünya Savaşı’nın sonunda askeri takımların da önemi azalmaya başlamıştı. Savaştan sonra dönemin ilk şampiyon takımı Gençlerbirliği oldu. 7’şer takımlı iki grup halinde oynanmaya başlanan 1945/46 sezonunda Gençlerbirliği, beyaz grupta Muhafızgücü’nü averajla geçerek 1. olmasının ardından, iki grupta ilk iki sırada yer alan takımların oynadığı turnuvayı da kazanarak şampiyonluğa ulaşmıştı.

    İstanbul’a dönüş ve Fenerbahçe’ye transferinizi anlatır mısınız?

    1946 yılında üniversite okumak için tekrar İstanbul’a döndüm.

    O zamanlar öyle büyük paralar, transferler yoktu. O sene Galatasaray şampiyon olunca kulüplerden Galatasaray ve Beşiktaş peşimdeydi. Ben hep Fenerbahçe’yi istemiştim. Kısmetimde Fenerbahçe varmış. 60 sene oldu hâlâ içindeyim.

    Ben geldiğimde yedek kaleci olarak gelmiştim. Kalede Cihat Arman vardı. Efsane kalecimiz. “Sarı kanarya” lâkabı onunla başlamıştı. Gelmiş, geçmiş en büyük kaleciydi. Ondan çok şey öğrendim. Efsane kalecimiz Cihat Arman. Onun arkasında durmak kolay değildi.

    O zamanlar, şimdilerde olduğu gibi bir lüks yaşantımız yoktu. Öğle, akşam yemeklerini Kadıköy Altıyol’da lokantada yer, akşamları da kulüpte yatar, kalkardık.

    Ben kaleciyken teknik direktörümüz Molnar’dı, üç sene antrenörlük yapmıştı.

    Hiç unutmam biz tribünlerin üzerinde yatıp kalktığımız bu dönemde Ruhi Sarıalp Londra’daki olimpiyatlarda Dünya üçüncüsü oldu.

    En çok birlikte olduğunuz arkadaşınız kimlerdi?

    Arkadaşlarımız arasında ayırım yoktu. Maçlardan sonra hatta Galatasaraylı, Beşiktaşlı arkadaşlarla beraber Taksim, Beyoğlu’na gider hep birlikte yemek yer, eğlenirdik.

    Fakat benim zamanım en çok Ahmet Erol ile birlikte geçerdi. Ahmet’le daha sonraki yıllarda yöneticilik kadrosunda da yer aldık. Arkadaşlığımız çok uzun senelere dayanır.

     Süleyman Seba ile de hâlâ çok iyi arkadaşız.

    1937 yılında başlayıp en son 1950’de yapılan Milli Küme şampiyonluk maçlarında en son kupayı da sizin de içinde bulunduğu takımımız müzeye götürecekti…

    11 yılda 11 kez düzenlenen bu şampiyonluk maçlarında Fenerbahçe 6, Beşiktaş 3, Güneş ve Galatasaray takımları da birer kez şampiyon olmuşlardı.

    Kadromuzdaysa; Cihat Arman, Süleyman Köprülü, Murat Alyüz, Ahmet Erol, Selahattin Torkal, Kamil Ekin, Müjdat Yetkiner, Hilmi Ardağ, Samim Var, Mehmet Ali Has, Turhan Akra, Niko Knezeviç, Erol Keskin, Rafet Atamer, Nusret Mengü, Cemal Uzkes, Cemal Şikak, Cemal Uludağ, Fikret Kırcan, Halit Deringör, Lefter Küçükandonyadis ve ben vardım.

    Bayağı çekişmeli ve olaylı geçen bu maçta alınan galibiyetten sonra aynı sene Başbakanlık Kupası da Fenerbahçe’nindi.

    Cihat Arman askere gidecek ve siz tamamıyla kaleye geçecektiniz fakat futbolu maalesef bırakmak zorunda kaldınız…

    Yılbaşında kulüpler bir ay tatil olurdu bu arada özel maçlar yapılırdı.

    1950 yılında yılbaşına bir hafta kala üçlü kulüp karması Altay, Beşiktaş, Fenerbahçe, Avusturya takımı Vienna ile oynadık. Bu karşılaşmada burnuma bir tekme yedim. Burnum parçalandı. Yerime Turgay kardeşim kaleye geçti. Benim beyin kanaması nedeniyle Amerikan hastanesinde başucumda beklediler. Olmadık bir şeydi.

    1946–1950 yılları arasında oynadım. Futbol hayatım, tekme olayıyla ve Londra’da estetik ameliyat sonrasında bitti. Londra’ya gidişim çok acıklıydı. Şimdiye kadar yaptığım seyahatler hep takım seyahatleri olduğu için daima kalabalık tarafından ve neşeyle uğurlanmaya alışık olduğumdan İstanbul’dan ayrılışım benim için gerçekten üzüntülü oldu.

    Estetik ameliyat için Londra’ya geldiğimde ameliyat başarıyla sonuçlandı. Ankara Vapuru ile İstanbul’a döndüm. Rıhtımda ailem, efradım ve gazeteciler tarafından Cihat Arman ile Halit Kıvanç tarafından karşılandım. Yüzüm eski haline kavuşmuştu. Londra’da İngiliz sporculardan ve tıp adamlarından çok iyi muamele gördüm. Sarı lacivert formaları tekrar giymek en büyük özlemimdi.

    Gençlik yıllarınızdan itibaren diğer spor branşlarında da başarılarınız vardı… Hatta “Lodosu bıçak gibi kesen” diyorlardı…

    “Komple sporcu” da derlerdi.

    Voleybol, basketbol, hentbol oynadım. Atletizm de kısa ve orta mesafe koşuda Ankara ikinciliklerim oldu.

    12 yaşımda yüzme şampiyonu oldum.

    1941 yılında 58 kişiden 8. oldum. 15 yaşımda boğazı geçtim Bebek’te, resmi müsabakaydı.

    Halit Kıvanç, Cem Atabeyoğlu hep “Büyük Erdal” derlerdi. Her sporu yapardım. Sırık bile atladım.

    Milli takımda da oynadınız…

    1948 yılında savaş nedeniyle milli maç yoktu. Milli takım formasını ancak bir defa giydim. Suriye’ye karşı o da 7–0 bitmişti. Ankara’da oynandı.

    Biraz da Fenerbahçe’deki yöneticilik dönemizden söz edebilir misiniz?

    1950’den sonra 3 defa yöneticilik yaptım. Hepsinde de şampiyon olduk.

    1965 yılında Faruk Ilgaz’la çalıştım. Uzun süre başkanlık yaptı.

    İsmet Uluğ ile de çalıştım. Kulüpte yetişmiş, ciddi, askerde de boksörlük yapmış biriydi.

    O zamanlar idareciler Karaköy’de Merkez Yağcılar Hali’nde Yağcı Ali’nin yerinde toplantı yapar, takım kurardı.

    Kadıköy Grubu’nu kurduk. Muhittin Bulgurlu, Semih Bayülgen, Turgut Hayrullah vardı.

    Hacı Bekir de yöneticilik yapmıştı.

    Ziya Şengül ve Şükrü Birand’ın, Yaşar’ın, Nedim Doğan’ın, Cemil Turan’ın transferlerinde rolüm olmuştu. Şükrü Birand ve Ziya Şengül’ü PTT’den takımımıza transfer ettik. Tabii bu pek kolay olmadı. O zamanlar transferlerde futbolcular onların onayıyla kaçırılır ve bir yerde saklanırdı. Şükrü ile Ziya’yı Pendik’te bir otele saklamıştık. Bunu yönetimden bile sadece birkaç kişi biliyordu. Saklama nedeni transfer gerçekleşene kadar gazetelerin duymamasını sağlamak istememizdi. İki gün sonra bir baktık ki Hürriyet Gazetesi’nde manşet haberde; Şükrü ile Ziya’nın kaçırılıp Pendik’te bir otelde saklandığı yazılmıştı. Toplantıya geldiğimizde herkes ters ters birbirine bakıyor, “İhanet bu!” diye birbirini suçluyordu…

    Bir dönemde basketbol takımı sorumlusu oldum. Fransa’nın Lyon takımıyla oynadık. Burada yendik. Orada yenildik ama o sene şampiyon olduk. 1965–1968 üç dönem şampiyon olduk. O sene Faruk Ilgaz başkandı. 5 kupa aldık.

    Kamplarınız nasıl geçerdi?

    Oynadığımız dönemde kamplar iyiydi ama arada bir kaçanlar olurdu tabii. Hocamızın haberi olmazdı, idare ederdik.

    Yöneticilik dönemindeyse; akşamları evleri gezer, futbolcuların evde olup, olmadığını kontrol ederdik. Eşref Aydın’la da aynı dönemde yöneticilik yaptık.

    Sizin döneminizde Erdal ismi bayağı yaygınlaşmıştı…

    Ankara Gazi Lisesi’ndeyken Atatürk Lisesi ile maç oynuyoruz. Her iki takımda da Erdal ismi vardı. Bir takımda İsmet Paşa’nın oğlu Erdal İnönü diğeriyse Erdal Kocaçimen. Ondan sonra her doğan çocuğa Erdal ismi takılırdı… Tabii Fenerbahçeli olduğumuzdan dolayı… Sonradan çoğaldı bu isim…

    Bugüne geldiğimizde nasıl bir Fenerbahçe görüyorsunuz?

    O yıllarda Fenerbahçe’de gece bekçisi yoktu, tesisin hortumundan su içiyorlardı. Şimdi çok büyük bir çağ atladı. O zamanlar çivi bile çakan olmadı. Şimdi yüzlerce insan çalışıyor. Yalnız şimdilerde seyircilerden bazıları, grup liderleri çok yanlışlar yapıyorlar. Bunlar düzelmeli, Fenerbahçe formasını taşımak da kolay değil, taraftarı olmak da…

    Halit Deringör Anlatıyor

    Erdal Bey’e “En çapkın futbolculardan biriydiniz…” dediğimde, yakınımızda oturan efsane sporcumuz Sayın Halit Deringör de birkaç cümle söylemek gereği duruyor…

    “Erdal takımın en yakışıklılarındandı. Tabii çok da çapkındı. O şansız sakatlığı gerçekleşmeseydi, Cihat Arman’dan sonra kaleyi aldığında ne kadar yetenekli bir kaleci olacağını daha fazla seyredecektiniz…

    Vücut kabiliyeti çok üstündü. Ayaklarıyla, zekâsını birleştirebilen bir futbolcuydu. Ancak şanssızdı önünde Cihat diye bir kaleci vardı, efsane hatta dünya modeli bir kaleciydi. Cihat, onun arkası olmak kolay değil.

    Çamurlu bir saha Avusturya takımıyla bir maçımız vardı. Props’la karşı karşıya kaldı, onu kurtarmak için Hilmi diye bir futbolcu vardı araya girdi, fizik tarafı güçlü ama futbolu zayıf olan bir oyuncuydu. Sanırım burnuna yanlışlıkla o vurdu.

    Eşref Aydın anlatıyor…

    “İsmet Uluğ’un başkanlık dönemiydi, benim de amatör şube direktörü olduğum yıl. O sene basketbolda hem lig hem de Türkiye Kupası’nı kazandık ve atletizmde Türkiye şampiyonu olduk.

    Amatör sporun başarılı olmasının yanı sıra futbolda da başarılı olduk ve Avrupa Şampiyon Kulüplere girme hakkı elde ettik.

    O dönemlerde Fenerbahçe’ye fazla üyelik isteği olmazdı. Toplantılarda arada bir 5 veya 6 üyelik talebi gelirdi. Üyelik aidatı da alınmaz, üyelerin de büyük bir çoğunluğu sporculardan oluşurdu.

    Başkanımız İsmet Uluğ, yine bir yönetim kurulu toplantısı sonunda sırayla üyelik müracaatlarına bakıyor, “Bu olur, bu olmaz!” diyerek ayırt ediyordu.

    “Olmaz!” dediği üyelerden birisi fabrikatördü. Reddettiği kişiyi tanımıyordu. O gün bitti. Bir sonraki toplantıdan evvel bazı arkadaşlarım, benim yanıma gelerek “İsmet Ağabey, geçen toplantıda bir üyeyi reddetmişti. Hâlbuki bu kişiden Romanya’ya gidecek basketbol takımımız için yardım alacağız. Sen devreye gir, İsmet Ağabey seni reddetmez, bu arkadaşı da üye yapalım.” dediler.

    Sonradan öğrendim ki benimle temasa geçen arkadaşlar İstanbul Sanayi Odası’nda çalışan Fenerbahçeli üye arkadaşlardan Müzdat Yetkiner, Eyüp Karadayı ve Erdal Kocaçimen’in de desteğini almış. Ben de sevdiğim bu arkadaşlarımın isteğini kıramadım ve “Peki” dedim.

    Ertesi toplantıda, sıra yine üye müracaatlarına geldiğinde, müracaatları tek tek kontrol eden başkanımız İsmet Uluğ ters bir ifadeyle “Burada bir tanesi gözüme takıldı.” dedi. Bu kişinin daha evvel getirildiğini ve kendisinin iade ettiğini söyledi.

    İsmet Uluğ tekrar “Ben Fenerbahçe’ye paralı, zengin kişi istemiyorum.” dedi. İsmet Uluğ milli mücadeleci. Fenerbahçe’yi idare edecek kişilerin sporcu unvanlarının da bulunmasını isterdi. Fakat işin açıkçası sporcularda da para bulunmazdı.

    Ben devreye girdim. Aslında o kişiyi tanımıyor, bilmiyordum da. Ama arkadaşlarım rica ettiler diye, “Bu kişi futbola karışmayacak, basketbola yardım edecek, destek verecek.” dedim. Ve üyelik girişinin kabulüne İsmet Uluğ’u razı ettim. O üye fabrikatör Emin Cankurtaran’dı. Ve ileride 1974–1976 yılları arasında Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığını yapacaktı…”

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı