Etiket: Cevat Sayit

  • Büyük Fikret Bölüm IV

    Büyük Fikret Bölüm IV

    Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm IV

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Büyük Fikret

    Büyük Fikret Bölüm IV

    Genç Yaşta Takım Kaptanı Oluyorum

    Daha önce de sözünü ettiğim Galatasaray’la oynadığımız Gazi Büstü maçının son dakikasında geride oynamayı teklif ettiğim zaman kaptanımız Zeki Bey pek yanaşmamıştı buna… Sonradan oynayacağımız bir Beykoz maçının başlaması sırasında bana seslendi… “Git kaleyi al” dedi…

    Ben de oraya gitmeye üşeniyor da gitmiyor diye, “Hangi kaleyi alayım?” diye sordum. Bana ciddi ciddi bakarak, “Kaptansın hangi kaleyi istersen onu al…” dedi.

    Vaziyeti anlar gibi olmuştum. Maçtan sonra beni yanına çağırarak, “Ben yanında bulunurken takımı sevk ve idareye alış… Biz artık yaşlandık” diye konuştuk. Fakat iki yıldan fazla süre takımda Umumi Kaptan olarak yerini aldı… Ben de kaptanlık ettim… Bana, “Hemen hemen hiç müdahalede bulunmadı… Ve ilk nasihati şöyle verdi: “Takımda senden yaşlı ağabeylerin var. Onlar hakkındaki düşüncelerini önce bana söyle. Gerekli değişikliği ben onlara söylerim” dedi. Benden yaşlılar bu duruma itiraz edecek olmuşlar, onlara da, “Elbette bu takımın idaresi bir gün bir gencin eline kalacak. Bu çocuk mesuliyet hissine alışık’ demiş…

    Büyük Fikret Bölüm IV

    Üzücü İki Olay

    Üzücü ve sevindirici olayların hemen hepsi Galatasaray maçlarında olmuştur.

    Bir Galatasaray maçı oynuyorduk. Zeki kaptan bana soyunma odasında, “Sen santrhaf oynayacaksın’ demişti… O kadar hazırlıklı değildim… Oda başıma yıkıldı sandım. O devirde Merkez Muavini denilen santrhaf hem defansa yardım eder hem de forvetin peşinden giderek hücum oynardı.

    Çok sert bir maç oldu. Oyunun başında Kadri ağabeyin bir düşüşte köprücük kemiği kırıldı. Bir süre sonra da Galatasaray beki Mehmet Nazif’in ayağı kırıldı. İki futbolcu da sahayı sedyede terk ettiler… Böyle iki kırıklı bir maç daha görmedim ve oynamadım…

    Yine bir Galatasaray maçıydı ve yine santrhaf oynuyordum. Bu oyunda galip geldiğimiz takdirde şampiyon olacaktık. Beraberlik Galatasaray’ı birinci yapıyordu… Maçın son dakikasına gelmiştik ve durum 1-1 berabere sürüyordu ki, Galatasaray aleyhine bir penaltı oldu. O gün çok yorulmuştum. İlk defa olarak Zeki kaptana, “Ben atmayayım” dedim… Sert sert yüzüme baktı, “Git at…” dedi… Galatasaray kalecisi sanırım Rasim’di. Atışı yaptım. Kaleci topun geleceği yeri anlamıştı yattı ve tuttu. Beynimden vurulmuşa döndüm… Dahası var… Derhal uzun bir degaj yaptı ve soliç Latif de bizim kaleye golü attı… Bu olay cereyan ederken ben daha yerime bile gitmemiştim. Maç bitti. Ben de bitmiştim. Zeki kaptan yanıma geldi, “Aldırma” dedi, “Futboldur bu… Olur böyle şeyler…” O kadarını hatırlıyorum. Gözümü açtığımda yatak odamda iki arkadaşımla, annem vardı. Ne kadar üzüldüğümü tarife imkân olmasa gerektir…

    Karacan’ın Bana İltifatı ve Hediyesi

    İlk oynadığım maçtan sonralarıydı… O zaman İdare Heyetinde bulunan Ali Naci Karacan beni yanına çağırarak parmağındaki çok değerli Fenerbahçe yüzüğünü, “Bu yüzük başarın için sana yakışır…” diye iltifat ederek verdi. Bu anın sevincini hiç unutamam…

    Büyük Fikret Bölüm IV

    Yunanistan Seyahati

    O devirlerde Galatasaray’la birlikte muhtelit kurar, çok maçlar yapardık, seyahatlere çıkardık. Bunlardan biri de bir Türk futbol takımının ilk defa Yunanistan’a gidişi halinde olmuştur…

    Seyahatimiz deniz yoluyla idi… Çok fırtınalı bir havada Kaplora denilen yerde öyle sallandık ki hepimizi deniz tuttu ve arkadaşlarımızın çoğu “Kendimizi denize atıp kurtulalım…” dediler. Neyse ki salimen kıyıya vardık ve oradan Atina’ya gittik.

    Yunanlı idareciler bize çok yakınlık gösteriyorlardı ancak otobüsümüze Türk bayrağını astırmadılar. İlk maçımızı oranın Olimpiakos-Aris karması ile oynadık… Maçı bir Bulgar hakem idare edecekti. Fakat kendisinin bütün ailesi Yunanlı imiş… Sanki Atina muhtelitinin 12’inci oyuncusu olarak oynadı bize karşı… Maçı açık farkla kaybettik. Ancak maçın ortalarına doğru kalecimiz Avni bir çıkış yaptı ve kafasına yediği bir darbe ile baygınlık geçirdi. Hakem bu olayı görmemezlikten geldi. Rakip oyuncu topu kaleye yolladı. Tam gol olurken yedekte bekleyen kaleci Ulvi Yenal çıkarak topu kaptı ve oyuna soktu. Hakem bunu da görmedi. Top kaleye girmediği için gol olmadı.

    Oyunun ikinci devresinde kaptan bana, “Sen solhafa geç…” dedi. Karşımdaki Mihakis diye Yunanistan’da yılın sporcusu seçilen çok süratli biri oynuyordu. Benim de canım sıkılmış ve çok yorulmuştum. Adamı durdurmak güçtü. Sahanın etrafında uzun bir tel örgü ile bir su kanalı vardı… Adamla boğuşurken bıraktım topu ve bir çarptım ona… Balıklama suyun içine uçtu… Az daha boğulacaktı… Bütün halk üstüme geldi…

    İkinci maçımızda hakeme itiraz ettik. Başka bir hakem bulundu. Yunan kalesinde İstanbul’dan gitme şımarık Yamalis adlı bir kaleci vardı. Sahada formasını değiştiriyor, oyunu durdurup acayip şeyler yapıyordu. Derken Zeki Bey kaleye arkası dönük müthiş bir gol yaptı. Bu golü kendisi gibi 20.000 kişi de görmedi. Böylece itibarımız ve hakiki değerimiz yerine geldi ve maç 2-2 berabere sonuçlandı.

    (DEVAM EDECEK)


    Fotoğraf-1) Bir İstanbulspor maçı öncesi… İstanbulspor kaptanı Samih Duransoy ve ben…

    Fotoğraf-2) Bir zamanların ünlü Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak ile Muhtar Uygur’un kafile başkanlığında İzmir muhteliti ile yaptığımız maç öncesi… Ayaktakiler soldan sağa: Orhan Şeref Apak, Sadi, Muhtar Uygur, Halil, Hasan Ekin, Muzaffer, Hüsnü, Rebii, Saim, ben, Burhan. Oturanlar: Mehmet Leblebi, Avni, Hüsamettin, Fahri, Celal Şefik, Reşat.

    Fotoğraf-3) Fenerbahçe, yabancı takımlardan biri ile yaptığı maç öncesinde toplu halde… Soldan sağa ayaktakiler: Ziya, Hüsnü, Muzaffer, Zeki, Cevat, Şaban, Halis, Alaaddin, Nedim, ben, Niyazi, Reşat ve masör Fikret. Oturan: Natık.

    Fotoğraf-4) Sene 1930… Fenerbahçe’nin Olimpiakos ile yaptığı ve 1-0 yendiği maçta iki takım futbolcuları objektife böyle poz verdiler. Bu maçta Yunan takımında Andreyapulos kardeşler de yer almıştı.

  • Hadiseli Türkiye Birinciliği

    Hadiseli Türkiye Birinciliği

    Fenerbahçe’nin efsane futbolcusu “Büyük” Fikret Arıcan, hayatını anlattığı ve “Keşke yeniden basılsa” dediğimiz, müthiş görsellerle süslü kitabında “Hadiseli Türkiye Birinciliği” başlığı ile Fenerbahçe’nin ilk ulusal zaferini nasıl kazandığını yazmış. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: Fotoğrafta “Büyük” Fikret Arıcan (sağda) ve dönemin İstanbulspor kaptanı Samih Duransoy bir arada.


    1933 Türkiye Futbol Birinciliği

    Cumhuriyetin 10. Yılına rastlayan 1932-1933 yılları şampiyon takımları Türkiye Birinciliği için Ankara’da toplanmıştı. O zaman 19 Mayıs Stadı olmadığından maçlar Gazi Terbiye Enstitüsü sahasında yapılıyordu. Biz Trabzonspor’la oynayacak, galip gelirsek İzmirlispor’la final yapacaktık. Trabzonspor hakkında bilgimiz yoktu.

    Kapalı ve sert bir havada maç başladı. Zorlu bir oyun oluyordu. Fakat Zeki Bey’in müthiş frikikleriyle oyunu 3-0 aldık. Ancak işin önemini maç bittikten sonra kavradık. Trabzonspor’dan Salim Galatasaray’a, Taka Naci bize, Hasan Polat Beşiktaş ve Gençlerbirliği’ne, Ali ve Mahmut Polat Ankara Gençlerbirliği’ne girerek yıldız oldular. Halbuki biz Trabzonspor’u hiç önemsememiştik. Doğrusu sonuç Trabzonspor için şanssızlıktı. Maç sırasında bizim hafbek Cevat -ki çok güçlü ve bileği sağlam biriydi- Naci ile takışmışlar. Naci, Cevat’a sataşmış, Cevat biraz saf görünüşlü biriydi. Ben de santrhaf oynuyordum. Cevat bana geldi, “Fikret, şu bir karış herife bak bana kafa tutuyor…” dedi. “Aldırma…” dedim O’na… Ben sanki hadiseyi körüklemişim. Cevat kalktı, “Ben bıçağını alırım ondan…” diyerek Naci’ye saldırdı. Yatıştırana kadar akla karayı seçtim. Zaten Trabzonspor da bu maçtan sonra dağıldı. Oyuncular gerek tahsil, gerekse aile yaşamları nedeniyle çeşitli kentlere dağıldılar.

    Final müsabakamızı İzmirspor’la oynayacaktık. Kemal Halim’in hakemliğinde maça başladık. Bir süre sonra Esat yanlışlıkla kendi kalesine bir gol attı. Bütün gayretimize rağmen beraberliği temin edemiyorduk. Maç elektriklenmişti. Kemal Halim hastalanarak maçı yarım bırakınca iş iyice çığırından çıktı. Federasyonun kararıyla verilen bir başka hakemle oyuna başladık ve bir penaltı kazandık. İzmirsporlular bu penaltıya uzun süre itiraz ettiler. Saha karıştı. Oyun da yarıda kaldı.

    Gece Fenerbahçe ve İzmirspor temsilcilerinin katılmasıyla federasyonda bir toplantı yapıldı. Maçın tekrarı gerekiyordu. İki taraf da buna razıydı. Fakat maç nerede oynanacaktı? Uzun tartışmalar oldu. Zeki Bey’in yanında ben de vardım. Maçı ecnebi bir hakemin yönetiminde İzmir’de oynayabileceğimizi söyledik. İzmirliler de bunu kabul ettiler. Biz vapurla gittik İzmir’e… Maçtan önce İzmir gazeteleri, “Ankara’da yendik… İzmir’de de yeneriz’ diyerek Hüsamettin’in sola yattığı ve topun sağdan girdiği karikatürlerini yayınlıyorlardı. Bunlar bize doping olmuştu. Anlaşmaya göre maç hasılatı İzmirspor Kulübü’ne kalacaktı. Elde edilen 4000 lira ile sonradan milyonlar eden bir stad yeri aldılar ve hiç olmazsa bunu kazandılar.

    Maç sırasında Zeki Bey, benim solaçık oynamamı istemişti. Böylece İzmirsporlular şaşıracak hücum gücümüz artacaktı. Onların kalesinde Sami Ozok, defanslarında Reşat, Nazmi gibi değerli oyuncular vardı. Oyunun ilk on dakikası içinde bir gol attım. Peşinden Zeki Bey, Niyazi ve Muzaffer sıraladılar. Devre 4-0 bitti. İkinci yarıda oyun sertleşti. Zeki ve Niyazi birer gol daha atarak skoru 6-0’a çıkardılar. Bu arada İzmirsporlu oyunculardan biri Zeki Bey’e fena bir tekme attı. Zeki, sesini çıkarmadı. Bana dönerek, “Ben çıkıyorum, kavga gürültü etmeden maçı bitirin…” dedi. Onunla beraber karşımda oynayan İzmirsporlu sağbek Reşat da ağlayarak sahayı terketti. Şampiyon olarak vapurla İstanbul’a dönüşümüzü ve bizi rıhtımda büyük tezahüratla karşılayan kalabalığı hiç unutmam…

    “Büyük” Fikret Arıcan | Hadiseli Türkiye Birinciliği

  • Alaaddin’in Üç Golü

    Alaaddin’in Üç Golü

    Kamuran Tekil’in kurucusu olduğu ve sonrasında Neriman Tekil’in devam ettirdiği muhteşem dergi Fenerbahçe’nin arşivinde tarihin izlerini sürmeye devam ediyoruz. Fenerbahçe’nin efsanevi golcüsü Alaaddin Baydar, kişisel tarihinden unutulmaz hatıraları anlatıyor. Huzurlarınızda Alaaddin’in üç golü… Keyifli okumalar…

    Fenerbaçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Âlâ ve Unutamadığı Üç Gol

    1907 yılında kurulan Fenerbahçe futbol takımı beş sene içinde gelişmiş, adeta bir futbol okulu halini almıştı. Fenerbahçe’nin artık sayısız dördüncü, üçüncü, ikinci ve bir de birinci takımı vardı. Bugün size dillere destan olan altın gollerini anlatacağımız Alaaddin Baydar (meşhur Âlâ) üçüncü takımda sağiç idi.

    1916 senesinde 24 Mart günü Fenerbahçe birinci takımın Anadoluhisarı İdman Yurdu ile bir hususi maçı vardı. Bu maçta takımın menajeri Mustafa Elkatip Bey 15 yaşındaki küçük Alaaddin’i sağ açık oynatmıştı. Doksan dakika içinde Anadoluhisarı’na 2 gol atan Alaaddin Baydar o günden sonra birinci takımın malı oldu.

    Fenerbahçe tarihinde Alaaddin Baydar-Zeki Rıza ikilisinin golleri, çalımları ve başarıları altın harflerle çakılıdır. Biz bu sayımızda sizlere Fenerbahçe takımında 18 sene yer alan 324 maçta 362 gol atan ve 18 defa milli olan çalım kralı Âlâ’nın gollerini anlatıyoruz. Daha doğrusu biz soracağız, Âlâ anlatacak.


    Hayatınızda unutamadığınız golünüz hangisidir, Alaaddin Bey?

    Hayatımda unutamadığım goller verdır. İşte bunlardan biri… Çekoslovakya’nın meşhur Slavya takımının İstanbul’a üçüncü gelişi idi. O zamanki Slavya bugün Real Madrid gibi bir takım olduğundan bütün Avrupa maçın neticesini bekliyordu. İlk maçta Fenerbahçe Slavya’yı 1-0 yenmişti. İkinci maçı nedense Galatasaray ile takviye edilmiş Fenerbahçe’nin oynaması istendi. 5-3 kazandığımız bu maçt forvette Leblebi Mehmet (Galatasaray), Ben, Zeki (Fenerbahçe), Bekir (Fenerbahçe), Bedri (Fenerbahçe) idik. Slavya’ya karşı seri paslarla üçgenler kurarak hücumlarımızı geliştiriyorduk. Oyunun ikinci yarısında birden haf Ploder’i ve arkasından bek Mietel’i çalımlayıp yerden 20 metre mesafeden kalenin sol alt köşesine bir şut çektim. Kaleci Şanel kımıldayamadı. Top attığım köşeden ağları yırtarak dışarı fırlamış, Taksim Stadı’nın duvarına çarpıp geri gelmişti. Kaleci Şanel sanki gol olmamış gibi topu çizgi üzerine koyup avut çekmeye hazırlanırken tribünler gol sesi ile yıkılıyordu.

    Unutamadığınız bir ikinci gol var mı?

    Evet. 1931 yılının Mayıs ayında Yunan başvekili Venizelos’un Elli kruvazörü ile İstanbul’u ziyaretinde Yunanistan şampiyonu Olimpiyakos ile karşılaşıyorduk. Bulgar Federasyonu’ndan Koşef’in hakemliğinde Taksim Stadı’nda yapılan bu maçta seyirci ve hasılat rekoru kırılmıştı. Fenerbahçe maça Natık, Ziya, Hüsnü, Reşat, Sadi, Cevat, Fikret, Muzaffer, Zeki, ben, Niyazi tertibinde çıkmıştı. Güç bir maçtı. Atmosfer gergindi. Gayrimüslim ve Rum vatandaşlarımız arasında sık sık tribünlerde kavgalar çıkıyordu. Taşkınlıklar artmıştı. Hele Yunan kalecisi Gramatapulos’un küstahça hareketleri tribünleri dolduran Türkleri ve Fenerbahçelileri çileden çıkarıyordu. Oyunun 76. dakikasında güzel bir ara pastan istifade ederek, seri bir koşu, ufak bir dripling ve akabinde 25 metreden sert bir şut ile topu kaleye soktum. Öyle hınçlı oynuyorduk ki Büyük Fikret koştu, ağların içindeki topa hırsla bir kere daha vurdu. O anda Yunan kalecisi Büyük Fikret’in gırtlağına sarıldı. Bu arada nereden geldiğini anlamadığım arslan gibi bir subayımızın da Gramatapulos’u bir yumrukla boydan boya yere serdiğini gördüm. Gözlerim yaşarmıştı. Bu gol nasıl unutulur?

    Pekiyi Alaaddin Bey, hani Galatasaray’a attığınız dillere destan bir golünüz varmış, onu da anlatır mısınız?

    Efendim, Galatasaray ile 2 Kasım 1923’de Fenerbahçe Stadı’nda bir lig maçımız vardı. Hava son derece yağmurlu saha da çamurlu idi. Galatasaraylılar bu havada maç yapılmaz diye bize haber yollamışlardı. Zaten Yoğurtçu ve Altıyolağzı civarında oturan bizim çocukların çoğu da maçtan ümidini kestikleri için stada gelmemişlerdi. Oyunun başlamasına yarım saat kala hakemin gelip sahayı kontrol ettiğini ve bizim futbolcuların gelmediğini duyan Galatasaraylıların soyunmaya başladığını öğrendik. Hemen haber salındı. Bedri hariç herkes toplanmıştı. O gün yağmur, çamur bir yana Galatasaray’ı 4-0 gibi bir farkla yendik. Ben bu maçta dördüncü golü attım. Solaçık Nevzat’ın bir ortasını yakalayarak Galatasaray beki Ali’yi bir vücut çalımı ile ekarte ettim. Artık kaleci Nusret’le karşı karşıya idim. Nusret benim sola şut atacağımı sanmış, bir plonjona hazırlanmıştı. Birden durdum, topu soluma geçirdim. Nusret uçarken topu yavaşça sağa bıraktım. Nusret uzun bir süre utancından çamurların içinden kalkamamış, maçtan sonra da “Aşkolsun, beni aldattın” demişti.

  • Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Fenerbahçe forması altında tam 22 sene. Büyük Fikret – Fikret Arıcan’dan devraldığı bayrağı pek fazla onunla birlikte oynamamasına rağmen Küçük Fikret olarak taşıyan bir Fenerbahçe efsanesi. Fikret Kırcan 1955/56 sezonunun sonunda 35 yaşında artık futbolu bırakmaya karar vermiştir. Dönemin acar muhabiri Halit Kıvanç kendisiyle uzun bir röportaj yapar, kendi anıları ve notlarıyla birleştirip 1956 yılının Ağustos ayında Milliyet Gazetesi için 18 günlük bir yazı dizisi hazırlar. 7 Ekim 1956’da oynanan Dinamo Moskova maçıyla futbolu bırakan Fenerbahçe’nin Küçük Fikret’inin futbol hayatını bize tüm detaylarıyla anlatan bu müthiş mirası gazete kupürlerinden çıkarıp Fenerbahçe Tarihi’ne sunuyoruz. Büyük futbolcu Fikret Kırcan ve başarılarla dolu bir futbol hayatının hikayesi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Küçük Fikret Futbolu Bırakıyor

    Onu meşin topa kudretle hükmeder, o yuvarlak deri parçasını çizgi üzerinden adeta santimle ölçüp biçer gibi sürerken seyredenler, bu haber karşısında hemen eski günleri hatırladılar. Demek başlı başına bir stil yaratmış bu “Sağaçıklar Kralı” artık sahalarda görünmeyecekti.

    Fikret Kırcan geçen yıl da futbolu tamamen bırakmaya niyetlenmişti. Fakat hadiseler onu zorladı ve o futbolu bırakmak istediği halde futbol onu bırakmadı. Bir Rusya zaferinin zafer golünü atmak şerefi de, bu işte futbolun haklı olduğunu ispat ediyordu.

    “Faal sporculuktan tatlı hatıralar silinmeden ayrılmak…”

    Fikret bu düstura uydu ve her şeye rağmen artık meşin topa veda zamanının geldiğine hükmetti.

    O aynı zamanda güç erişilir iki rekor da kırmıştı: Birincisi 22 yıl fasılasız futbol oynamak. İkincisi de yine 22 yıl fasılasız aynı renkleri taşımak.

    Küçük Fikret futbola Fenerbahçe’de başladı. Ve işte bir veda maçı ile yine aynı formayı giyecek. Bu arada büyük futbolcunun sırtı milli takım, muhtelit takım veya mektep forması dışında başka hiçbir kulübün renklerini taşımadı. Bu, bilhassa profesyonelliğin ilerlediği devrimizde artık zor, ama pek zor yenilenebilecek bir rekordur.

    Mamafih 22 sene devamlı meşin top kovalama rekoru da aynı derecede mühimsenmeye değer ya.

    Yüksek teknik kudreti yanında efendilik ve sportmenlikle de bir kıymet kazanan Küçük Fikret, bugünün ve yarının nesilleri için “örnek bir sporcu” hüviyetinde görülecek simaların ilk sırasında gelir. Onun için yanında oynayanla karşısında oynayan birbirine yakın sözler sarf eder, takım arkadaşı da rakibi de Küçük Fikret’i “her bakımdan unutulmayacak şöhret” olarak gösterir.

    Fikret’e futbol sahası dışındaki hayatında da mesut günler dileyelim ve Türk futbolunun onun yerini aynı çapta Fikretlerle doldurması temennisinde bulunalım.

    İsmini Niçin Fikret Koymuşlardı?

    Hatıralarını kaleme almaya başlarken: “Fikret”, dedim, “Futbolu bıraktığın şu anda ne hissediyorsun? Futbola veda eden bir oyuncu ne der?”

    Güldü: “Ne diyecek” cevabını verdi, “On yaş daha genç olsaydım der.”

    On yaş daha genç olsaydı, 25 yaşında bulunacaktı. Evet yıllardır büyüyemeyen Küçük Fikret taşıdığı bu “Küçük” sıfatına rağmen şimdi 35 yaşındadır. Nüfusuna bakınca önce 36 yaşında sanırsınız. Fakat bu dünyaya beş gün acele gelmenin talihsizliğidir. Zira Fikret’in doğum tarihi 25 Aralık 1920’dir.

    Futbola Kadıköy’de başlayan, çocukluğu, gençliği Kadıköy’de geçen, şöhretini Kadıköy’de kazanmaya başlayan Fikret, bu tarihte Kadıköy’de doğmuştu. Ve bugün de gene Kadıköy’de oturur.

    Babası Mardin Mutasarrıfı Yusuf Ziya Bey’di. Yusuf Ziya Bey, Şükrü, Sacide ve Meziyet’ten sonra dördüncü çocuğunu eline aldığı zaman ona isim koymakta tereddüt etmedi: “Ali Fikret” dedi. Zira Yusuf Ziya Bey İttihatçılardandı ve iyi arkadaşı Tevfik Fikret’i de çok severdi. İşte oğluna büyük şairin adını veriyordu. Büyük annesi torununa bu ismin verilmesinden ziyadesiyle memnundu ve “İnşallah” diyordu, “o da Tevfik Fikret gibi memlekete faydalı büyük bir adam olsun.”

    Fikret henüz 4 yaşındaydı ki babasını kaybetti. Esasen bu devre sevimli çocuğun kendini ilk hatırladığı zamana isabet eder. Fikret bunu anlatırken: “Hafızamda kalan ilk vaka, üç yaşında kadarken kalabalık içinde babamdan para istediğim için kendisinden bir hayli dayak yediğimdir. Bundan sonra da Midyat’ta bir akşam üstü babamı sedye içerisinde eve getirdiklerini hatırlıyorum. Meğer sekte-i kalpten vefat etmiş.”

    Babasını kaybeden aile İstanbul’a gelmeye mecbur kalmıştı. Neyse ki Mehmet Paşa’nın torunu olan annesi Suphiye Hanım’ın da Ordu’da fındık bahçeleri ve malı mülkü vardı. Bunların iradı, kendilerini geçindirmeye yetecekti.

    Fikret için İstanbul, mektep hayatının başlaması demekti. Bu aynı zamanda arkadaşlar edinmesi ve en mühimi koşmaca oyununda yıldız olması manasına da geliyordu.

    Fikret’in ilk mektebi Madamın Fransız Mektebi oldu. Acar yavru 1927 yılında yazıldığı bu mektebe kapanıncaya kadar yani dört yıl devam etti. Burada koşmaca ve çocukların “anya-manya” dedikleri oyunca Fikret daima bir “as”tı. Onu yakalamak için bütün çocuklar elele tutuşmak ve beraber koşmak zorunda kalırlardı. Çünkü daima vücut çalımları yapan Fikret’i yakalamak imkansız denecek kadar zordu.

    Yıllarca sonra yeşil sahada, meşin top peşinde görülen ustaca vücut çalımlarının menşei, böylece ilk mektepteki “anya-manya” oyununa kadar dayanacaktı. Fikret daha ilk mektep sıralarında iken ilk sportif başarısını kazandı. 23 Nisan’da ilk mektepler arası 100 metre koşusunda ve çember yarışında birinci olmuştu.

    Fransız mektebi kapanınca bu defa altıncı ilk mektebe devama başladı. Burada da evvelki oyunlar devam etmekle beraber, artık Küçük Fikret de her çocuk gibi bir yenilik arıyor, koşmaca nevinden oyunlardan daha çok büyükleri meşgul eden oyunlara geçmek için sabırsızlanıyordu.

    Fikret Futbola Başlıyor

    Orta mektep, Fikret’in hayatında büyük bir değişiklik demekti. Bu çağ, yeni ve karışık derslerle beraber sevimli talebeyi bütün hayatında kendine esir edecek bir sevgiliyi de getiriyordu. Zira Fikret, Kadıköy Erkek Lisesi’nin orta kısmına girmekle futbolla tanışmış oluyordu.

    İlk topları tenis topu idi. Çok geçmeden evlerinin arkasındaki bahçe, daha sonra da bitişiklerindeki büyük arsa, yarının yıldızının ilk futbol sahaları oldu. Fikret’in Fenerli ilk takımı da bu arsada kuruluyordu. Kendi yaşındaki gençlerle bir araya gelen Fikret, artık “Feneryolu takımı”nın elemanı idi. Daima “amatör sporcu” ruh ve hüviyetini taşımış bu delikanlı, futbola başlarken en ileri derecesinde amatördü. O kadar ki, kurdukları mahalle takımının formalarını dahi kendi harçlıkları ile almışlardı.

    Forma da birer kısa kollu beyaz faniladan ibaretti ya… “Feneryolu” takımının kaptanı halen asabiye mütehassısı olan Kenan Tükel’di. Fenerbahçe’nin bugünkü İdare Heyeti azasından Sedat Bayur, bu takımda oynarken, Adalet’in şimdiki klas futbolcusu Erol Keskin de upuzun sarı saçları ile kale arkasında kaçan topları toplayan sevimli bir minimini idi. Fikret o günleri anlatırken “Feneryolu takımı diğer mahalle takımlarını yene yene kısa zamanda şöhret yaparken, ben de futbola gittikçe bağlandığımı hissediyordum” diyor.

    Küçük Fikret Büyük Fikret’le İlk Defa Nasıl Konuştu?

    Bir gün gene meşhur sahaları arsada bir mahalle maçı yaparken topları bitişik bahçeye kaçmıştı. Çocukların bağırması üzerine o bahçeye bakan evin penceresi açıldı ve pencereden… Evet çocukların hepsini heyecana boğan bir baş uzandı. Bu, Fenerbahçe’nin yıldızı, sol açık Fikret’ti.

    “- Ne istiyorsunuz?”

    Fikret’in sualine çocuklar bir ağızdan cevap veriyorlardı:

    “- Bahçeye topumuz kaçtı.”

    Bu defa Fikret ikinci bir sual soruyordu:

    “- Siz hangi takımdansınız bakayım?”

    Bu defa penceredeki büyük futbolcu Fikret’e arsadaki küçük futbolcu Fikret cevap vermişti:

    “- Fenerbahçeliyiz ağabey.”

    “- Hah şöyle… Hadi bakayım, girin de alın topunuzu!”

    Bir gün gelecek, penceredeki yıldızla yerdeki çocuk aynı kulübün elemanı olacaklar ve ikisini kolay ayırmak için penceredekine “Büyük Fikret”, yerdekine de “Küçük Fikret” denecekti.

    Küçük Fikret heyecanla naklettiği bu hatıra sırasında: “O zaman” diyor, “hepimiz o kadar Fenerbahçeliydik ki, top oynarken her birimiz meşhur Fenerbahçelilerden birine benzemeye çalışır, daima onları taklit ederdik. Ama Fenerbahçe’de oynamayı tahayyül dahi edemezdim.”

    Fikret bir yandan mahalle takımında, öte yandan da mektepte futbol oynuyordu. Hatta son ders sınıfın futbol aşıkları için çok zor geçiyor, ders esnasında elden ele giden kağıtlarda dersten sonra Altınordu sahasında çarpışacak iki takımın kadroları okunuyordu. Takımları daha derste kuruyor, zil çalar çalmaz da soluğu sahada alıyorlardı.

    Bir gün Fikret’e bir teklif geldi. Civardaki bir takım, yenildikleri diğer bir takıma karşı, kendilerini takviye etmesini Fikret’ten rica ediyordu. Küçük futbolcu için bu, büyük bir teklifti. Nitekim maçtan önceki geceyi adeta uyumadan, heyecan içinde geçirdi. Nihayet oyun saati gelip çatmıştı. Fikret’i takviye alan takım evvelki mağlubiyetin acısını çıkarmaya ahdetmişti, çok canlı oynuyordu. Fakat rakip de kuvvetliydi. Çekişmeli geçen maç dördünü Fikret’in attığı gollerle 7-3 onu takviye alan takımın galebesiyle son bulduğu zaman, genç futbolcunun sevinci hudutsuzdu.

    Fenerbahçe’ye Gelir misin?

    Fikret futbol hayatının en büyük heyecanının 1933 yılında duydu. Zira kendisine o ana kadar hayalinden bile geçiremediği bir sual soruluyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    Fikret’le aynı mahallede oturan ve Fenerbahçe’nin namağlup genç takımında oynayan kaleci Necdet Erdem’le, soliç Şeref, Fikretlerin takımı ile bir maç istemişlerdi. Bu, bütün mahalle için bir bayram sevinci yaratan hadise idi. İlk defa büyük sahada oynayacaklar, ilk defa büyük bir takımla karşılaşacaklardı. Daha önce tribünlerinden gıpta ile seyrettikleri sahada koşmak, demek onlara da nasip olacaktı.

    Bütün takım derin bir telaş ve heyecan içindeydi. Var kuvvetleriyle oynadılar, çırpındılar. Amma galip gelmek imkansızdı. Fenerbahçe genç takımı hakikaten kuvvetliydi. Nitekim maç 2-0 Fenerbahçe lehine neticelenmişti. Fakat işte bu maç bittiği anda Fikret için yeni bir ufuk açılıyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    O gün çıkardığı oyundan sonra Fikret’e bir teklif demek olan bu sual soruluyordu. Küçük futbol aşığı bir an başının döndüğünü hissetti. Rüya görüp görmediği hususunda tereddüte düştü. Demek antrenör Herr Schweng’in çalıştırdığı takıma, hayallerinin takımı Fenerbahçe’ye girip girmeyeceği soruluyordu.

    Sonradan tarif edemediği hisler içindeki küçük futbolcu, kendisine bunu soranlara sarıldı: Cevabını hareketiyle vermiş, o andan itibaren artık resmen de Fenerbahçeli olmuştu. Amma…

    Annesi Kulübe Girmesine Müsaade Etmiyor

    Amma akşam eve dönünce sevimli küçüğün sevinci birden sonra erdi. Zira onun heyecanla anlattıklarını dinleyen annesi, bu işe razı olmadığını bildirmişti. Fikret belki bu oyunda muvaffak oluyordu, fakat çok zayıf, incecik, naif bir çocuk için ağır bir spordu bu. Kulübe girdiği takdirde büyüklerin arasında ezilme tehlikesi de vardı. Ana kalbi bütün bunların tesirinde muvafakat cevabı veremiyordu.

    Fikret bu defa çok üzüntülü bir gece geçiriyordu. Bir yanda hayallerinin hakikat olması imkanı vardı, öte yanda da annesi. Ne birinciden vazgeçebilirdi, ne de ötekine karşı durabilirdi. Annesinin sözünü dinledi. Mahalle takımında ve mektepte top oynayarak arzusunu dindirmeye çalıştı. Lakin içindeki isteği söküp atamıyordu. Bir ay böyle geçti. İkinci ay birinciyi takip etti. Nihayet üç ay dolmuştu. Artık dayanamayacaktı. Ve dayanamadı da.

    Şimdi Fikret fazlasıyla hürmet ettiği annesine bir şey söylemiyor, lakin bazı akşamlar kaçamak yapıp Fenerbahçe Kulübü’ne gidiyor, antrenmana çıkıyordu. Onu Galip’in genç takımına almışlardı. Sedat, Enis, Muhlis, Nihat, Semih, Muammer, Bülent, Minas, Halit, Melih ve Saim bu takımda bulunuyorlar, yeni arkadaşları Fikret’e çok yakınlık gösteriyorlardı. Fikret bu vaziyetle kulübe daha fazla ısınıyordu. Hem artık yavaş yavaş annesine kulübe gittiğini hissettiriyor, annesi de aynı şekilde yavaş yavaş bu işe rıza göstermeye başlıyordu.

    Galip Bey Kulübün Her Şeyi İdi

    Fikret’in hayatında rahmetli Galip büyük bir yer tutmuştu. Nitekim şimdi eski günleri anlatırken, Galip beyden sık sık bahsediyor ve “Galip bey kulübün her şeyi idi” diyor, “Her çeşit sporla meşgul olmuş, her şeyi öğrenmişti. Sadece Fenerbahçe için çalışır, Sarı-lacivert renkler için canını verirdi. Otoriter olduğu kadar baba bir adamdı da. O zamanlar Fenerbahçe de birçok genç takım kurmuş, her birini eski şöhretlerden birine vererek hazırlatmıştı. Bunlar arasında iddialı maçlar yapılır, Fenerbahçeliler bu genç takımlardan yetişirdi. Kulübün yıldönümlerinde, spor bayramlarında, resmi geçitlere 12 takımın katıldığı çok görülen hallerdendi. Futboldan çok iyi anlayan Galip bey benim yetişmemde olduğu kadar benimle beraber birinci takıma yükselen pek çok gençle de meşgul olmuş, hepimize parlak bir istikbal temin etmiştir.”

    O günleri hasretle yad eden Fikret, rahmetli Galip’i hiçbir zaman unutmadığını ve hiç unutmayacağını da ilave ediyor.

    Tekrar o günlere, 1935 yılına dönelim. Artık Küçük Fikret genç takımın mümtaz elemanlarından biridir. Takımı da İstanbul Genç Takımlar şampiyonu olmuştur. Hatta bütün genç takımların teşkil ettiği muhtelit dahi bu şampiyon ekip önünde 2-0 mağlup olmaktan kurtulamamıştır.

    Fikret Birinci Takımda

    Fikret’in yıldızı birden çok parladı. O kadar ki, henüz 1936 yılında yani henüz 15-16 yaşında iken Fenerbahçe birinci takımında büyük şöhretlerin arasında yer alıverdi. Perşembe günkü antrenmandan çıkılırken Zeki Rıza küçük bir futbolcuyu, genç takımın acar sağacığı Fikret’i yanına çağırmıştı:

    “ – Fikret” dedi, “Pazar günü Ankara’nın Çankaya takımına karşı sağaçık sen oynayacaksın!”

    Şimdi Fikret yeni bir heyecan kasırgasına yakalanmıştı. Birinci takımda oynamak, Fenerbahçe birinci takıımının sağaçık mevkisini işgal etmek. Bu, kolay iş değildi. Şerefi kadar ağır ve mesuliyetli bir vazifeydi. Tecrübesiz futbolcu kalbi hızla ata ata soyunma odasına girdi. Pazar gününü hatırladıkça heyecanı tazeleniyordu. Fakat bir yandan da muvaffakiyet ihtimalini düşünüyor ve tatlı hayallere dalmaktan kendini alıkoyamıyordu.

    Nihayet Pazar geldi çattı. Ankara’nın Çankaya takımı da inadına sert oynuyordu. Fikret bütün heyecanını yenip kendine hakim olmuş ve genç takımdakinden çok daha iyi bir oyun tutturmuştu. Bir ara Çankaya beki Fikret’i biçmeye niyetlendi, fakat teşebbüsü boşa gitti. Ardından bir tekme daha. Fikret gene bir vücut çalımıyla sıyrılmıştı. Rakip bek yeni bir sertliğe hazırlandığı sırada küçük sağaçık, geriden sağhaf Cevad’ın sesini duydu.

    Cevat onu yanına çağırıyordu. Gitti. Cevat: “Sana şimdi bir top atacağım, sen onu geriye doğru, gene bana pas ver” dedi. Fikret bunu anlamamıştı, fakat usta futbolcunun dediğini yaptı. Topu geriye verdiği anda rakip bek çok sert bir çıkışla üstüne gelmiş, lakin bu defa karşısında 15-16 yaşında tecrübesiz bir çocuğu değil de, kurt futbolcu Cevat’ı bulmuştu. Neticede sakatlanıp sahayı terk eden, oyunun başından beri Fikret’i tekmelemeye çalışan Çankaya beki oldu.

    Birin Takımdan Tekrar Genç Takıma

    Fikret çıkardığı oyundan memnundu. Artık birinci takımda oynayabileceği ümit ve sevinci içindeydi. Maçı da güzel bir oyunla 5-0 kazanmışlardı. Herkes genç sağaçığı beğenmişti. Lakin o bir müddet daha tekrar birinci takımın formasını giyemeyecekti.

    Niçin? Kim beğenmemişti? Hoşa gitmeyen bir harekette mi bulunmuştu? Birinci takımdan tekrar genç takıma inmesine sebep olacak ne gibi bir hata yapmıştı. Bunların hiçbiri varid değildi. Bilakis kendisini en çok beğenenlerden biri olmasına rağmen Zeki Rıza: “İyi oynuyor ama onu ezdirmeyelim. Biraz daha gelişsin, takıma o zaman girsin” demişti. Haklıydı da.

    Fikret o an için çok müteessir olmuştu, fakat zaman geçince Zeki Rıza’ya hak verdi.

    Genç futbolcu tekrar geldiği takıma, şampiyon genç takım kadrosuna dönüyordu. Şimdi yılmadan çalışmalı, bir defa daha ve artık hiç çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna girmeliydi.

    Şampiyonluk Golünün Kahramanı

    Fikret genç takımda uzun müddet kalmadı. Takım halinde, olduğu gibi “B” takımına terfi etmişlerdi. O yıl “B” takımları arasında da iki devreli lig maçı yapıldığı için, gençler kendini göstermek fırsatını buldular. Tabii birinci takımda bir kere yer almış Fikret, diğerlerinden daha fazla dikkati çekiyor, idareciler onun ileride “A” takıma yerleşeceğine muhakkak nazariyle bakıyorlardı. Lakin genç sağaçık tekrar birinci takımda oynayıp oynayamayacağını bilmiyor ve bunun için de heyecan çekiyor, her geçen gün daha azimle çalışıyordu.

    Bu arada “B” takımları şampiyonası final maçı geldi çattı. Bir hafta önce Fenerbahçe ile Galatasaray birinci takımları arasındaki maçı Fenerbahçeliler 1-0 kazanmış ve şampiyon olmuşlardı. Şimdi gene iki ezeli rakibin “B” takımları şampiyonluk için karşı karşıya geleceklerdi. Ve tahminlere göre de, içinde Gündüz, Eşfak, Haşim, Bülent, bek Osman gibi elemanlar bulunan Galatasaray’ın kazanma şansı daha yüksekti.

    O zamanlar için çok kalabalık sayılacak bir seyirci kitlesi önünde oynanan maç, bütün çekişmeye rağmen golsüz berabere bitmişti. Şimdi herkes meraktaydı. Temdit devreleri başladı. Daha ilk dakikalarda geriden açılan bir top Fikret’i buldu, karşısındaki beki çalımla geçti. Bu anda kaleci biraz ileri çıkmış, rakibine fırsat vermişti. Fikret pozisyonu kaçırmadı ve topun atına hafifçe dokundu. Top süzülerek ileri çıkmış kalecinin üstünden ağlara takılmıştı: “Gol!”. Böylece genç sağaçık takımına 1-0 galibiyet ve binnetice şampiyonluk teşkil eden pek kıymetli bir gol kaydetmiş, kulüpteki itibarını daha fazla arttırmıştı.

    Hararetli Mektep Maçları

    Fikret ortaokulu bitirince Kadıköy Lisesi’ne devam ediyordu. Fakat az zaman sonra bu lise kapandı ve talebeler Haydarpaşa Lisesi’ne geçtiler. Haydarpaşa bir irfan yuvası olduğu kadar esaslı bir spor ocağı idi. Mektebin futbol takımı şimdiki tek seçici Eşfak Aykaç, antrenör Sabri Kiraz, Fenerbahçe idarecilerinden Sedat Bayur, Orhan Menemencioğlu, Semih Arıcan, haf Hayati gibi elemanlarla cidden kuvvetli bir manzara arzediyordu. Fikret de tabii bu ekibin en tehlikeli futbolcusu idi.

    O tarihlerde lise maçları da kulüp karşılaşmaları kadar iddialı olur, hem oyunlar çetin geçer, hem de – o zamana göre – çok seyirci toplardı. Büyük takımlarda oynayan şöhretlerin çoğu aynı zamanda lise takımlarının elemanı idi.

    Fikret mektep maçlarında oynadığı sırada Fenerbahçe Kulübü’nde de ileri bir adım atmış ve bir daha çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna geçmişti. Gösterdiği kabiliyet ve üstün futbol karşısında bu terakki normal sayılırdı.

    Lise maçlarının tek eliminasyon usulü ile hazırlanan programında Haydarpaşa’nın karşısına önce Hayriye Lisesi çıkmıştı. Haydarpaşa çok canlı oynadı amma golsüz beraberliği önleyemedi. O halde maç tekrarlanacaktı. Bu defa Haydarpaşalılar Taksim Stadı’ndaki maçta rakiplerini 2-0 mağlup ediyorlardı. Golün birini de Haydarpaşa sağaçığı Fikret atmıştı.

    İkinci maç İstanbul Lisesi’ne karşıydı. İstanbulspor’un iki gözde futbolcusu Mükerrem ve Cihat Ergün, lise takımında yer alıyorlar ve Haydarpaşa müdafaası için hakiki birer tehlike arzediyorlardı. Fikret gene bir gol attı ve Haydarpaşa takımı da çetin rakibini 3-1 yendi.

    Cihat’a Attığı Gol

    Üçüncü rakip Boğaziçi Lisesi’ydi. Boğaziçi turnuvanın en kuvvetli addolunan takımıydı. Kadrosunda kaleci Cihat Arman, Necdet, K. Orhan, Galatasaraylı Mustafa, Fenerbahçeli Bülent ve soliç Niyazi gibi şöhretler vardı. Maçın favorisi olarak da Boğaziçi gösteriliyordu.

    Oyun fevkalade heyecanlı ve çekişmeli geçti. Bütün gayretlere rağmen iki taraf da neticeyi lehine çevirecek tek sayıyı kaydedememiş, maç 0-0 berabere bitmişti. Şimdi iki fikir, iki teklif çarpışıyordu: Haydarpaşalılar maçın ertesi hafta tekrarını istiyorlardı. Boğaziçi takımı ise 15’er dakikalık iki devre temdide taraftardı. Neticede Boğaziçi’nin tezi kabul edildi ve maçın temdidine karar verildi.

    Şimdi heyecan tufanı son haddindeydi. Gene gol yoktu ve artık temditler de dahil maçın bitmesine çok az zaman kalmıştı. Haydarpaşa solbeki uzun bir vuruş yaptı, top Fikret’e kadar geldi. Fikret topu stop etti, bir an bekledikten sonra aniden atıldı ve karşısındaki beki geçip kaleye aktı. Boğaziçi kalesini müdafaa eden ünlü kaleci Cihat, tehlikeyi görünce hemen çıkış yapmış, ileri gelmişti. Fikret topla ilerlediği sırada, Cihat onun ayağına doğru plonjon yaptı. İşte bu anda Fikret topa hafifçe dokunuverdi. İki as futbolcu beraber düştükleri sırada, Fikret tozlar arasından topun yuvarlanarak ağlara değdiğini görüyordu. Bu gol Haydarpaşa’yı 1-0 galip getirerek finali oynamak hakkını veriyordu.

    Utanılacak Bir Maç

    Lise maçlarını anlatırken Fikret hiç finale gelmek istemiyor gibi… Acı bir mağlubiyete mi uğradılar yoksa? Hayır bu maç Türk futbolu, Türk hakemliği için pek hatırlanmaya değer bir maç değil gibi.

    Boğaziçi’ni de yenen Haydarpaşa’nın önünde artık bir tek rakip kalmıştır: Işık Lisesi. Tahminler, kuvvetli Haydarpaşa’nın Işık’ı rahatça yeneceği merkezindedir. Fakat ah bu gurur! Ah bu kendini dev aynasında görmek! Haydarpaşaılar da Boğaziçi’ni yendikten sonra Işık’ı “kolay lokma” saymış ve oyuna gayet gevşek başlamışlardır. Nitekim bunun acısı Işıklıların hemen attıkları golle çıkar. Vaziyet tehlikeli olmaya yüz tutmuştur.

    Az sonra Fikret müsait bir pas yakalayınca kendine has stille kaleye iner ve karşısındaki oyuncuyu çalımlamasıyla beraber şutunu çeker. Top ok gibi kaleyi bulmuştur. Gol! Fakat hakem Feridun Kılıç golü verdikten sonra, yan hakem Fikret Kayral (Cici Necdet’in kardeşi, bir oyuncunun yumruğu ile vefat eden talihsiz genç) bayrak sallar ve hakemle konuşur. Neticede hakem Feridun Kılıç kararını değiştirir, golü saymaz ve Haydarpaşa lehine frikik gibi garip bir karar verir.

    Oyun sinirli bir hava içinde devam ederken, top bekleyen Haydarpaşa sağaçığı Fikret birden yere yıkılır. Işıklı bir oyuncu arkasından gelip kendisini tekmeyle devirmiştir. Bu hadise az evvelki sayılmayan golle sinirlenen seyirciler için “bardağı taşıran damla” olur ve bütün talebe sahaya dolar. İşte bundan sonra cereyan eden ve hakemlerin hayli hırpalanması ile son bulan hadise, futbol tarihimizin pek acı sahifelerinden biridir.

    Hem Birinci Hem de Mahalle Takımında

    Fikret artık tanınmış bir futbolcudur. Fenerbahçe birinci takımının takdir edilen bir elemanıdır. Fakat bütün bunlara rağmen ilk sevgilisinden, mahalle takımından ayağını büsbütün çekmiş değildir. Kendi tabiriyle “hayatının en zevkli oyunları”nı mahalle maçlarında oynar.

    Feneryolu’ndan geçen tramvay hattının iki tarafında oturanlar “Aşağı mahalle” ve “Yukarı mahalle” adı altında her hafta Pazar sabahları karşı karşıya gelir, bazen meyvasına, bazen pastasına, bazen dondurmasına maç yaparlar. Mahalle kızları da bu maçları seyre geldiği için, oyunların kalitesi yüksek, heyecanı fazla olur. Fikret sabahları burada 7 kişilik mahalle takımında oynar, öğleden sonra da Fenerbahçe birinci takımında sağaçık mevkiini doldurur. Genç futbolcu bir yıldız olmak yolundadır.

    Fikret birinci takıma geçtiği ve devamlı oynamaya başladığı zaman, Fenerbahçe’nin esas kadrosunda şu elemanlar bulunuyordu: Kaleci: Cihat, Hüsamettin – Bek: Yaşar, Fazıl – Haf: M. Reşat, Ali Rıza, Cevat, Esat, Angelidis – Forvet: Naci, Melih, Namık, Niyazi, Rebii, Basri, Büyük Fikret.

    Genç sağaçık takımda tutunabilmek için haftada iki gün kulüpte antrenman yapmakta, iki gün mektepte çalışmakta, Pazar sabahları da mahallede oynamaktadır. Bu devre Fikret’in en fazla antrenman yaptığı zamandır.

    İlk Yabancı Maçı : Bir Zafer

    Fikret ilk yabancı maçını oynadıktan sonra sahadan omuzlarda çıktı. Zira Fenerbahçe, içinde meşhur Sebes’in de bulunduğu MTK Hungaria takımını 3-2 mağlup etmişti. Macarları yenmek hakikaten zordu ve nitekim diğer takımlarla yapılan maçlar hep misafirlerin galebesiyle bitmişti.

    İşte bu vaziyette Taksim Stadı’na çıkan Fenerbahçe takımının ve hele genç sağaçığı Fikret’in heyecanı çok büyüktü. Sarı-Lacivertliler şöyle bir tertip kurmuşlardı: Cihat – Faruk, Lebib – Ömer, Esat, Hayati – Küçük Fikret, Tarık, Melih, Rebii, Büyük Fikret.

    Macarlar oyun başladıktan az sonra bir gol atmış ve galip duruma geçmişlerdi. Bu golü diğerlerinin takip edeceği şüphesizdi. Fenerbahçeliler hemen bir değişiklik yaptılar ve Naci’yi forvete alıp Büyük Fikret’i geriye, hafa çektiler. Bu değişiklik, bekleneni vermiş, takıma bir hız gelmişti. Nitekim devre sonlarında sağaçık Fikret’in sürüp ortaladığı topu Naci bomba gibi bir şutla kaleye soktu ve devrenin 1-1 bitmesini sağladı.

    İkinci devrede Sarı-Lacivretliler açılmıştı. Büyük Fikret frikikten, Naci de volelerinden biriyle iki gol yapınca zafer kuşu Fenerbahçelilerin omzuna konmuştu. İşte Küçük Fikret (artık ona bu sıfatla hitap ediliyor, kendisinden bu sıfatla bahsediliyordu) ilk ecnebi maçında takımının zaferine şahit ve ortak olmuştu.

    Futbolun Cilveleri Böyledir

    Fikret’in Hungaria’ya karşı oynadığı ilk yabancı maçından bir müddet önce meşhur Güneş Kulübü kapanmış, elemanlarından çoğu – Cihat, Melih, Rebii, Ömer, Rasih – Fenerbahçe’ye girmişlerdi. Bu suretle Fenerbahçe takımı pek kuvvetli bir manzara arzediyordu.

    Liglerden önce Fenerbahçe ile Galatasaray’ın, iki ezeli rakibin karşı karşıya gelmesi bütün sporseverleri heyecana boğmuştu. Fikret bu maçı şöyle anlatıyor:

    “- Takımların kadrolarına bakıp maçı Fenerbahçe’nin rahatça kazanılacağı öne sürülüyor, bize büyük bir şans veriliyordu. Sahaya bu mağrur haleti ruhiye içinde çıktı. Ben de bu gururun esiri olmuş gibiydim. Lakin takımımız “nasıl olursa olsun kazanırız” düşüncesiyle başladığı maçı 4-0 gibi açık bir farkla kaybettiği zaman, hepimizin aklı başına gelmişti. Galatasaray’a yenilmiştik amma ben şahsen bu mağlubiyetten büyük ve kıymetli bir ders almıştım: Futbolda mağrur olmanın sonu hezimetti!

    Futbol Gururu Hiç Affetmez

    Fikret bu “kendine fazla güven” bahsinde bir de Topkapı ile yaptıkları şilt maçını zikrediyor. 1939-40 sezonunda Fenerbahçe ligin tehlikeli takımı, Topkapı ise bütün gayretine rağmen bu kuvvetli rakibe farkla yenilecek bir ekiptir. Fenerbahçe taraftarları takımlarının yeni bir gol rekoru kıracağını seyre gelmişlerdi. Lakin dakikaların ilerlemesine rağmen vaziyet hep 0-0’dır. Topkapı kalesine henüz bir tek gol dahi girmiş değildir. Artık herkesi merak almıştır. Topkapı futbolcuları ise bu büyük başarı karşısında daha da gayrete gelmiş, kudretli rakiplerine fırsat vermemektedirler. İşte maçın bitimine pek az kala, sağaçık Küçük Fikret düzgünce bir top yakalar, karşısındaki müdafii geçer ve topu çizgi üzerinden biraz sürdükten sonra ortalar. Topu çizgiden sürmek, Fikret’in en büyük meziyetidir zaten. Ortaya gelen top Şaban’ın sıkı vuruşu ile Topkapı kalesine girer, stat yerinden oynar. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanmıştır.

    Amma aynı anda saha karışır. Topkapılılar Fikret’in topu dışarıdan çevirdiğini iddia ederler.

    “- Hakikaten dışarıdan mı çevirmiştin?”

    Fikret yıllarca evvelki bir topa vuruşu için yıllarca sonra sorduğum bu suale gülerek cevap verdi:

    “- Vallahi topun büyük kısmı dışardaydı. Eğer hakem gelip bana sorsaydı da böyle söylerdim. Ama tamamı asla çıkmış değildi.”

    Fenerbahçe Topkapı’yı o gün öyle münakaşalı bir golle 1-0 yendikten sonra bu defa ligdeki karşılaşmaya rakibine çok ehemmiyet vererek çıkar. Topkapılılar ise evvelki maçla mağrurdurlar. Netice pek farklı olur: Fenerbahçe: 14 – Topkapı: 0.

    Fikret Birinci Takımın Yıldızı

    1939 – 1940 mevisminden itibaren artık Fikret birinci takımın değişmez elemanlarından biri olmuştur. Daima sağaçık mevkiini işgal etmekte ve her maçta verdiği paslar, yaptığı ortalar, çektiği frikik ve kornerlerle takımın bir çok golünü hazırlamakta veya bizzat yapmaktadır. Birçok seyirci statta otururken “Aman şu tarafa gidelim, Fikret önümüzde oynayacak” demektedir. Fikret’in top sürüşünü seyretmek, hakikaten bir zevktir. Aynı zamanda genç yıldızın “topa en güzel vuran futbolcu”lardan biri olduğu da herkesçe teslim edilmektedir.

    Fenerbahçe 1940’ta Milli Küme şampiyonu olurken kadronun en gözde elemanlarının başında sağaçık Küçük Fikret gelmektedir.

    Fenerbahçe-Galatasaray Muhteliti Mısır’da

    Fikret Kırcan’ın hatıralarının içinde 1940’daki Mısır seyahati geniş yer tutar. Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti şeklinde yapılan bu seyahat tam bir ahenk içinde geçmiş, iştirak edenlerin hafızalarında tatlı günler olarak yerleşmiştir.

    1940 Mayıs’ının ilk haftasında İstanbul’dan İskenderiye’ye müteveccihen hareket eden Romen vapurunda kafile başkanı olarak “eski Fenerbahçe sağaçığı, şimdiki İdare Heyeti azası” Niyazi Sel ve futbolcu olarak da Sarı – Lacivert ve Sarı – Kırmızı renklerin on üç yıldızı bulunuyordu: Fenerbahçe’den Cihat, Esat, Ömer, Naci, Küçük Fikret, Melih, Basri, Galatasaray’dan Osman, Faruk, Adnan, Musa, Gündüz, Boduri.

    Vapur İstanbul’dan ayrılırken hava nefisti. Futbolcular, hele vapurda artist Tahivye Karyoka ve bir diğer Mısırlı dansözün bulunduğunu öğrenince, iyi vakit geçirecekleri ümidine kapılmışlardı. Tabii kafilenin en neşeli siması kaleci Osman’dı. Fakat daha Marmara’ya çıkmasıyla beraber deniz kabarmaya, vapur koca dalgalar arasında oynamaya başlamıştı. Sporcuların çoğunu deniz tutmuş, Hayfa’ya uğranılan saatler müstesna, doğru dürüst yemek bile yiyememişlerdi. Bu arada, denizden müteessir olmayan ve ayakta kalanlardan biri de hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    Kral Faruk’la Karşı Karşıya

    Kral Faruk’un da hazır bulunduğu ilk maç Kahire’de Kahire Muhtelitine karşı oynandı. Kızgın güneş altında ve çölden farksız kum sahada futbol oynamak kolay değildi.

    Hararet gölgede 40 dereceye varıyordu. Bu durumda Fenerbahçe – Galatasaray Muhteliti elemanları top oynamak şöyle dursun, nefes bile almakta güçlük çekiyorlardı. Nitekim ikinci devre ortalarında solbek Adnan topa koşarken birden yere yıkıldı, sıcaktan bayılmıştı. Bu hadise, Mısırlılara galibiyet golü fırsatını da vermişti. İlk devreyi bütün aleyhte şartlara rağmen 1-1 berabere bitirmeye muvaffak olan futbolcularımız, böylece yedikleri ikinci golle sahadan 2-1 mağlup ayrılıyorlardı. İlk devredeki tek golümüz de Küçük Fikret’in verdiği uzun bir pasla Melih vasıtasıyla yapılmıştı.

    Maçtan sonra Kral Faruk sahaya geldi ve Türk futbolcularının teker teker elini sıkarak her birine bir paket hediye etti. Çocuklar üç defa “Sağol” diye bağırdıktan sonra soyunma odasına giderken aldıkları hediyenin ne olacağını münakaşa ediyorlardı. Esat “Herhalde birer saattir” diyordu. Ardından da ilave ediyordu: “Bir kral verdiğine göre de altın olması lazım.”

    Bu düşünce ile paketleri yırtarcasına açtılar: Birer bronz madalya çıkmıştı.

    Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti ikinci maçını İskenderiye’de İskenderiye Muhtelitiyle yaptı ve sahadan 4-2 galip ayrıldı. Bu defa da şiddetli bir rüzgar, zevkli bir futbola müsade etmiyordu. Amma çocuklar yenmeye azmetmişler, bu şevkle canla başla oynuyorlardı. Nitekim ilk devresini 2-0 ileride bitirdikleri maçı 4-2’lik bir galibiyete götürdüler.

    Dönüş, gidiş gibi olmamıştı. Vapur aynı Romen vapuruydu, fakat hava ve deniz gayet mükemmeldi. Hele son gece kaptanın verdiği balo çok neşeli geçti. Ancak bir ara İngiliz harb generallerinin vapuru durdurmaları bir heyecan yarattı.

    Ligler, seyahat ve milli küme müsabakaları üstüste gelince dersler ikinci plana düşer gibi olmuştu. Bu arada garip bir hadise, Fikret’in ilk defa ikmale kalmasına sebebiyet verdi.

    Fikretlerin sınıfına tarih dersine gelen bir hoca vardı. Halim selim bir adamdı. Uslu oturmak ve yazılı imtihanlarda doğru cevap vermek, tarihten geçmek için kafiydi. Hoca talebelerini fazla sıkmazdı amma talebelik bu! Onlara yumuşak muamele etmek, hatta bol not vermek dahi kafi gelmemişti. Bir gün tarih hocasının not defterini ele geçiriverdiler ve defterdeki bütün numaraları 9’a, 10’a yükselttiler. Bu arada Fikret’in notu da arttırılmıştı tabii. Hoca kısa zaman sonra bunun farkına vardı ve bütün sınıfı ikmale bıraktı. Fikret hala: “Yazılıda aldığım notla tarihten geçeceğim muhakkaktı amma ah arkadaşların muzipliği!” diyor.

    O yaz genç futbolcuya zehir oldu. Herkes denize gider, futbol oynarken, o yazın tadını çıkaramıyor, evde oturup ders çalışıyordu. Fakat bu gayretinin semeresini imtihanlarını verip liseden mezun olmakla gördü.

    3-0 Galip Durumda Gevşemenin Cezası

    “- Ne zaman kendimize fazla güvenmişsek, ne zaman rakibi küçümsemişsek, ne zaman oyunun başlarındaki bir iki golle gevşemiş ve işi fanteziye dökmüşsek, daima aleyhimize olmuştur. Bunu futbolu bıraktığım şu sırada, genç futbolcu kardeşlerime en mühim öğüt olarak tekrarlamak isterim.”

    Fikret bu sözleri hakikaten içten söylemektedir. Hemen ardından misalleri de sıralamaktadır. 1940-41 lig maçlarında Fenerbahçe ile Vefa karşı karşıya gelmişlerdir. Fenerbahçe takımı oyuna iyi başlamış ve nitekim devreyi 3-0 gibi rahat bir neticeyle bitirmiştir. Lakin ikinci devrede bu 3-0’ın verdiği gevşeklik, Fenerbahçelilerin fanteziye kaçmalarına sebep olmuştur. İşte bu fırsattan faydalanan ve canla başla oynayan Vefalılar, 3-0’lık maçı 3-3 duruma getirmişlerdir. Kü.ük Fikret maçın son dakikasında ani bir dalış yapmış ve falsolu bir şutla takımına dördüncü golü yani galibiyet golünü kazandırmıştır. Fakat santra yapılırken bir Vefalı, Fikret’i okkalı bir tekmeyle sedyelik etmiştir.

    Fikret bu maçı, attığı golün kıymeti veya sahadan sedyeyle çıkması bakımından değil de doğrudan doğruya lüzumsuz gevşeme yüzünden rahat bir maçın nasıl zorla kazanıldığını göstermesi bakımından daima hatırlamaktadır.

    Kalecisiz Takımı Küçümsemenin Cezası

    Diğer misal daha canlıdır. Aynı sene ligde Beykoz şanssız durumdadır. Fenerbahçe gibi kuvvetli bir rakibe karşı onbir kişilik takım dahi çıkaramayacak haldedir. Filhakika Fenerbahçeliler sahaya çıktıkları zaman karşılarında 9 kişilik bir Beykoz takımı görürler. Üstelik kalecisi de yoktur. İleri oyuncularından biri kaleci kazağını giyip kaleye geçmiştir. Sarı-Lacivertliler pek mütebessimdirler. Hepsinin yüzünde “Bugün bir gol rekoru kıracağız” edası okunmaktadır. Oyuna da bu haleti ruhiye içinde başlarlar. O kadar ki, bekler dahi gol atmak sevdasına düşüp ileri çıkmışlardır.

    Lakin futbol bu. Yuvarlak topa hiç inan olmaz. Nitekim Fenerbahçeliler rakip takımı ve hele kalecisini küçümsedikçe, büsbütün bocalamaya başlarlar. Buna mukabil eksik ve kalecisiz takımla oynayan 9 kişilik Beykoz futbolcuları canlarını dişlerine takmışlardır. İşte bu gayret gururu mağlup eder ve maçın ilk golünü Beykoz yapar. Fenerbahçe devre sonunda Basri’nin şutu ile beraberliği sağlasa da artık ok yaydan çıkmıştır. Beykoz ikinci devrede bir gol daha atmaya muvaffak olur. Böylece gol rekoru umarak rakibi hiç ciddiye almayan Fenerbahçe sahadan 2-1 mağlup ayrılır.

    Fikret şimdi diyor ki: “Meşin topu kovaladığım 22 senede takımımın çok parlak maçları oldu. Fakat bu Beykoz mağlubiyetini hepsinden çok hatırlarım. Çünkü bana gayet iyi bir ders olmuştur. Genç futbolculara da bunu ibret alınacak bir hadise olarak zikrediyorum.”

    Küçük Fikret Santrforda

    1940-41 ligi bitmiş, hususi maçlar yapılıyordu. Bu arada Fenerbahçe ile Beşiktaş karşı karşıya geldiler. Zeki Rıza Sporel, Küçük Fikret’in santrforda da denenmesi arzusunu izhar ediyordu. Hususi bir maç olduğuna göre bu fikrin bu Beşiktaş karşılaşmasında tatbiki düşünüldü ve Fikret santrafora konuldu. Fakat oyun gayet anormal cereyan etmiş, bilhassa bek hattı son derece aksayarak sık sık gedik vermişti. Kaleci Cihat en formda zamanında olmasına rağmen, beklerin bozukluğundan mütemadiyen ileri çıkmak, hatta bazen bek gibi ayakla müdahale etmek zorunda kalıyordu. Maç Beşiktaş’ın 7-1 galibiyeti ile sona erdiği zzaman Küçük Fikret’in santraforluğu da tarihe karışıyordu. Maçın cereyanı ve neticesi, muvaffak sağaçığın ortada nasıl oynadığını tahlil ve tetkike fırsat vermemişti.

    Fenerbahçe bu maçtan sonra Milli Küme için İzmir’e gitti. İlk maçta Altay’a karşı durum 1-1 berabere iken bir penaltı kazanılmıştı. Fikret gelip topu dikti. Fakat tam atacağı sırada Rebii önüne geçmiş: “Sen atamazsın, Esat atacak.” Diyordu. Fikret hiç ses çıkarmadı. Esat’ın vuruşa avuta çıkmıştı. Artık maçın berabere biteceği muhakkak gibiydi. Birden Altay kalesine bir frikik oldu. Fikret meşhur frikiklerinden birini çekmiş ve takımını 2-1 galip getiren golü yapmıştı.

    İzmir’de ikinci maç Fenerbahçeliler hesabına pek talihsiz geçmiş, Sarı-Lacivertliler Altınordu’ya 2-1 yenilmişlerdi. Seyahate Fenerbahçe ile Galatasaray beraber gittiklerinden Galatasaraylılar Fenerbahçelilerle mütemadiyen alay ediyor, Altınordu mağlubiyetini latife mevzusu yapıyorlardı. Bu alay faslı otelde de, vapurda da devam etti. Tesadüf, hemen o hafta Fenerbahçe ile Galatasaray’ı karşı karşıya getirdi. Sarı-Kırmızılıların latifeleri, Fenerbahçeliler’e çok dokunmuştu. Maça çıkarken galip gelmek için yemin ettiler. Bu arada Taka Naci “içime doğuyor, bir gol atacağım” deyip duruyordu. Nitekim maçı 1-0 Fenerbahçe kazandı ve golü de Küçük Fikret’in kornerden ortaladığı topla Naci yaptı. Fikret “bu maç her şeyden evvel azmin bir zaferiydi.”diyor.

    İngiliz Muhtelitine Karşı Başarı

    1941-42 mevsimi Fenerbahçe için pek talihli geçmiş değildir. Milli Küme’de de, ligde de üçüncülükten yukarı çıkamayan sarı lacivertli takım, ancak bu mevsim yaptığı ecnebi maçları ile taraftarlarının – aynı zamanda bütün Türk sporseverlerinin – yüzünü güldürmüştür. 1941 Aralık’ında, içinde McGuire, Fenton, Prayr gibi şöhretlerin bulunduğu İngiliz Orta Şark Muhteliti ile iki defa 2-2 berabere kalmak cidden bir başarı idi. Hele ikinci maçta Fenerbahçelilerin devreyi 2-0 mağlup bitirdikten sonra 2-2’lik neticeye ulaşmaları, İngiliz futbolcularının ustaca oyunu karşısında mühimsenecek bir muvaffakiyetti.

    Küçük Fikret’in hafızaasında yer eden bu iki maçtan sonra aynı sene Admira’ya karşı kazanılan zafer de değerli sporcunun tatlı hatıralarındandır. Hitler tarafından işgale uğrayan Avusturya’nın Admira’sı, 1942 Mayıs’ında bir Alman-Avusturya muteliti kuvvetindeydi. Galatasaray ve Beşiktaş’ı yenen Admira’yı Türkiye’de mağlup etmek şerefi Fenerbahçeliler’e ait olacak, sarı-lacivertliler hem de genç oyunculara yer verdikleri bir tertiple bu büyük kudreti 2-1 yeneceklerdi.

    Fikret’in İki Ortası İki Gol

    Kalede Sabri’yi, santraforda Müzdat’ı, solaçıkta da Halit’i gören seyirciler maçtan ümitlerini kesmişlerdi. Zira bu üç futbolcu birinci takımda ilk defa yer alıyorlardı. Fenerbahçe’nin tertibi şöyle idi: “Sabri – Muammer, Murat – Ali Rıza, Esat, Aydın – Küçük Fikret, Naci, Müzdat, Ömer, Halit.”

    Fenerbahçe tahminler hilafına pek mükemmel bir oyun tutturmuştu. Bilhassa Cihat gibi bir şöhreti seyretmeye alışık halk, aynı kalede oynayan Sabri adlı gencin başarılı kurtarışları karşısında önce hayrete düşmüş, fakat sonradan gayrete gelerek takımı teşçi etmeye başlamıştı. Sarı-lacivertliler fırtına gibi oynuyor, çetin rakiplerine göz açtırmıyorlardı. İşte bu arada Fikret topla kaleye daldı ve müsait anda topu hemen içeri verdi. Admira kalecisi, Müzdat, Ömer üçü beraber topa çıktılar. Lakin hiçbiri vuramadı.

    Üstlerinden aşan topu iyi takip eden Naci, yetişip nefis bir kafa darbesiyle ağlara taktı. Fenerbahçe devreyi 1-0 galip bitirecekti.

    İkinci devreye rüzgar altında başlayan Fenerbahçeliler, aynı azimle oynuyorlardı. Nitekim yine Fikret’in bir ortası, Sarı-Lacivertlilere ikinci gol imkanını yarattı. Kaleciyi aşan topu Halit’le Naci kaleye sokmuşlardı. Şöhretli ve kuvvetli Admira, şeref golünü ancak son dakikalarda yapabildi. Oyunun bitmesiyle halk sahaya hücum etmiş, Fenerbahçeliler’i omuzlara kaldırmıştı. Futbolcular sahadan soyunma odasına ancak yarım saatte gidebildiler.

    Fikret Kaleci mi Oynayacaktı?

    Fikret 1941’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuştu. Fakat ticari hayatta çalışacağını düşündü ve ertesi yıl fakülte değiştirdi, Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okuluna girdi. Bu bahiste de yine bir futbol hatırası Fikret’in aklından çıkmıyor.

    Yüksek okullar arasında yapılan maçlarda Ticaret şampiyon çıkmış, şimdi de Türkiye birinciliği için Gazi Terbiye ile karşılaşması gerekmişti. Arkadaşları, en büyük kuvvet olan Fikret’in oynamasını çok istiyorlardı ama, genç futbolcu 39 derece ateşle hastaydı. Arkadaşları ısrar ettikçe ettiler, nihayet Fikret dayanamadı ve maça geldi. Hasta olduğu için sahaya çıkarken formasının üstüne bir kaleci kazağı giyen Fikret, Gazi Terbiyelilerin dikkatini çekti. Dayanamayarak sordular: “Kaleci mi oynayacaksın?”

    Fikret hiç bozmadan “Evet” cevabını verince, rakip oyuncular, kaptan ve antrenörleri Galatasaraylı Mehmet Ali’ye koşmuş, “Fikret kaleci oynuyor” diye müjde vermek istemişlerdi. Tabii Fikret sağaçık oynadı ve 39 ateşe rağmen 2 de gol atarak takımının şampiyonluğunda hissedar oldu.

    1942-43 sezonunda Fenerbahçe ligde ikincilik elde etmiş, bunun arkasından yapılan ilk Maarif Mükafatı Kupası’nda da şampiyonluğu kazanmıştı. Gerek bu şampiyonada, gerekse 1943-44 İstanbul Lig şampiyonluğunun elde edilmesinde Küçük Fikret büyük rol oynuyordu. Bu sıralar değerli sağaçığın yüksek form gösterdiği devrelerdi. Nitekim Fenerbahçe 1943-44 liginde 18 maçtan 16’sını kazanmış ve forvet hattı da 18 maçta 75 gol atarak güç erişilir bir rekor tesis etmişti. Buna karşılık Fenerbahçe kalesine sadece 5 gol girmişti. Fikret 9-1’lik bir Süleymaniye maçı hariç, 18 müsabakanın 17’sinde takımda yer almıştı.

    1944-45 sezonunda ise Fikret takımda muntazam oynamadı. Bunun en mühim sebebi, futbol dışındaki işleriydi. 1944 aynı zamanda Fikret’in sinema alemimizin tanınmış iş adamı Kadri Cemali’nin kızı Füruzan Cemali ile nişanlandığı yıl oldu.

    Fikret Sol Açık Oynuyor

    Fikret 1945-46 sezonunda lig maçlarına pek katılamadı. Bu arada bazı dedikodular çıkmış, Fikret’in futbol oynamasına karısının mani olduğu söyleniyordu. Sonradan, bizzat Fikret’in de ifade ettiği üzere bu dedikoduların tamamen asılsız olduğu anlaşılacaktı. Nitekim Küçük Fikret’in kanaatince “Bir faal futbolcu evlenirse, hayatını daha iyi tanzim edeceği için daha çok muvaffak olur. Ancak başlangıçta dikkatli davranmalıdır. İlk seneden sonra normal spor hayatına geçmek kabil olur ve futbolcu bekar devresinden daha müstakar oyun çıkarmaya, daha verimli futbol oynamaya başlar. Lakin evlenen genç futbolcuya biraz müsamaha göstermek ve bazı tavsiyelerde bulunmak da idarecilere düşen bir vazifedir.”

    Fikret 1946’da Başbakanlık Kupası’nın kazanıldığı, Gençlerbirliği’nin 4-0 mağlup edildiği maçta oynadı. Fenerbahçe’nin 40. Yıldönümü vesilesiyle davet edilen Mısır’ın Ennadilülehli takımına karşı 1-1’lik maçta bir devre takımda yer aldı. Hususi işlerinden başka, bacağındaki bir arıza da sahada görünmesine imkan vermiyordu.

    1947 yılı, Fenerbahçe’ye antrenör Molnar’ın gelişi demekti. Bu aynı zamanda parlak bir devrenin de başlangıcı sayılırdı. Fakat daha Molnar takımı iyice tanıyamamışken bir Beşiktaş maçı geldi çattı. Bu, Fikret’in hayatındaki enteresan maçlardan biriydi. Zira bir Beşiktaş karşılaşmasında santrafor oynayan Fikret, bu defa da solaçıkta yer alıyordu. Ve ne gariptir ki Fenerbahçe bu maçta da Beşiktaş’a (2-1) mağlup olmaktan kurtulamadı. Fenerbahçe’nin bu maçtaki kadrosu şöyle idi: “Hüsnü – Büyük Halil, Murat – Selahattin, Küçük Halil, Samim – Erol, Naci, Suphi, Müzdat, Küçük Fikret.”

    Fikret’in hafızasında yer eden bir diğer Beşiktaş maçı da 1947 Mayıs’ındaki karşılaşmadı. Beşiktaş’ın şampiyonluğu garantilemiş durumda oynadığı bu müsabakayı fevkalade bir oyun çıkaran Fenerbahçe 4-0 kazanmıştı. Bu maçın kahramanı santrafor Suphi, 4 golden 3’ünü kaydederken, iki golün pasını Fikret’in ortalarından almıştı.

    Nihayet Ay Yıldızlı Forma

    “1948’i uğurlu yıl olarak hatırlarım” diyen Küçük Fikret, bu seneki lig şampiyonluğunda takımın hakikaten güzel oyunlar çıkardığı kanaatindedir.

    Fakat 1948’in “uğurlu yıl” olması daha çok ay-yıldızlı formanın tekrar sahalarda görünmesinden ileri gelmektedir. 12 senelik hasretten sonra nihayet bir milli maç yapılıyordu. Arada nice yıldızlar yetişmiş, fakat bunlar milli formayı giyemeden futbola veda etmişlerdi. Bu bakımdan 1948’de kalburüstünde bulunan futbolcuların, milli maç yapılacağını öğrenmeleri hepsini müstesna heyecana boğmuştu. Bu, memleket futbolunda büyük bir merhale, ileri bir adımdı

    Bu tarihi maç 23 Nisan 1948’de Atina’da Yunan milli takımına karşı oynanacaktı. Seçilen namzet kadro elemanları içinde takıma gireceği en emin olanların başında sağaçık Küçük Fikret geliyordu. Pek rahat olmayan bir uçak yolculuğunu takiben Atina’ya inen Türk kafilesi, gümrükte de müşkülatla karşılaşmıştı. Nihayet otele yerleştiler ve istirahate çekildiler.

    Kaleci ve kaptan Cihat hariç, takımın diğer bütün elemanları ay-yıldızlı formayı ilk defa giyecekleri için çok heyecanlıydılar. Gece gündüz hep maçı düşünüyorlar, yemeği bile zor yiyorlardı.

    Nihayet maç saati geldi çattı. Saat 16’da Minerva otelinde bir odada toplanıldı. Ulvi Yenal ve Vahi Oktay’ın konuşmaları, tavsiyeleri dinlendi. Sonra da otobüsle Panathinaikos Stadı’na hareket edildi. Stad hıncahınç doluydu. Türk futbolcuları polislerin açtığı daracık bir aralıktan geçerek soyunma odasına gidebildiler.

    İdareciler takımı ilan ediyordu: Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Küçük Fikret, Erol, Ahmet, Lefter, Şükrü.

    İtalyan hakemi Dattilo’nun idaresinde oyun başladığı zaman Yunan halkı takımını büyük tezahüratla teşçi etmekteydi. Bu uğultu, milli marşların çalınması, esasen heyecanlı futbolcularımızın heyecanını bir kat daha arttırmıştı. Hoş bir tesadüf, maçın ilk akınını Türk sağaçığı Fikret yaptı, fakat Yunan müdafaası gayet yerinde bir müdahale ile topu uzaklaştırmıştı.

    Yıllarca Sonra İlk Gol

    Maç başlayalı henüz 7 dakika olmuştu ki, Selahattin’in uzattığı topla Fikret ileri fırladı. Sonra aniden içeri kayıp sağiç yerinden kaleye sol bir şut yolladı. Daima sağ ayağı ile nefis goller atan Fikret’in topa kafa ile veya sol ayağı ile vurması seyirciler tarafından garipsenirdi. Zira bu büyük futbolcu, en büyük hünerini topu sağ ayağına geçirdiği anda göstermesiyle şöhret kazanmıştı. Ancak ay-yıldızlı formayı ilk defa giydiği gün Fikret’in sol ayağı ile savurduğu bu şut, Yunan kalecisinin üstünden ağlara takılıyordu. Kaleci plonjon yapmak istedi, nafile! Türk Milli takımının bu tarihi golünü yapmak şerefi Küçük Fikret’e nasip olmuştu.

    Fikret’e az sonra bir fırsat daha geldi. Lakin kendi de açıkça ifade ettiği gibi “biraz heyecan, biraz da acele yüzünden bu fırsatı dışarı attı.” Türk takımı şahlanmıştı. Nitekim Lefter’in attığı ikinci gol, galibiyetin garantisi oldu. İkinci devrede gayrete gelen Yunanlılar bir gol çıkarınca ay-yıldızlı onbir tekrar canlandı. Bu canlılığın semeresi Şükrü’nün attığı üçüncü golle görüldü. Böylece galibiyet yine emniyete alınmıştı.

    Maçın bitmesine dört dakika kala bu devre solaçığa giren Halit’in kale içine doldurduğu ortaya Fikret kafayla çıkış yaptı. Sol şut, Fikret’in mutadı değildi. Atmış, gol olmuştu. Kafa vurmak da mutadı değildi. Bu defa da topa sıkı bir kafa yapıştırıyordu. Yunan kalecisi atlamış ve topu ancak içerden çıkarabilmişti. Bu kaidelere göre bir goldü. Lakin hakem muteber addetmedi ve maç da 3-1 Türk Milli takımının zaferiyle sona erdi.

    Ay Yıldızlı Takımın Başarılı Sağ Açığı

    Fikret 1948 senesinde milli formayı üç defa daha giydi. Hem de başarı ile, şerefle. Yunanistan’dan dönen milli takımımız 30 Mayıs’ta İstanbul’da Avusturya ile karşı karşıya geldi. Avusturya o sıralarda büyük bir şöhret ve kudrete sahip ve mesela İtalyanlar’ı 5-1 gibi açık bir farkla mağlup etmiş bulunuyordu. Buna mukabil yıllarca maç yapmamış takımımızın her şeyden evvel enternasyonal karşılaşmalar bakımından tecrübesi zayıftı. Hasılı, bütün tahminler, maçı Avusturya’nın açık farkla kazanacağı merkezinde toplanmaktaydı.

    Fakat “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Galip, Şükrü, Lefter, Halit” tertibiyle sahaya çıkan Türk milli takımı, üstün rakibiyle başa baş bir oyun çıkarmış ve devreyi golsüz berabere bitirmişti. Maçın ikinci yarısında sağhafa Selahattin’in yerine Naci, forvete de Galip’in yerine Reha girdi. Yine denk bir oyun gösterilirken, devrenin ortalarında Avusturya solaçığı Körner II ani bir atakla maçın tek golünü çıkarıverdi. Takımımız 1-0 mağlup ayrılıyordu. Avusturya kafile başkanı olsun, antrenör ve oyuncular olsun en beğendikleri futbolcuların başında “sağaçık Fikret”i sayıyorlardı.

    Bu maçtan sonra hemen Olimpiyat hazırlıklarına başlandı. Nihayet 1948’in Ağustos ayında Türk milli futbol takımı İngiltere’de Çin’le ilk maçını yapıyordu. Devreyi 1-0 önde bitiren ayyıldızlılar, ikinci kısımda da üç sayı çıkardılar ve maçı 4-0 kazanmış oldular. Çin’e karşı bu neticeyi alan takım “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Erol, Gündüz, Lefter, Şükrü” tertibindeydi.

    İkinci rakibimiz Yugoslavya idi. Yugoslavları olimpiyatta seyreden oyuncu ve hatta idarecilerimiz “Bu takımda iş yok” hükmünü vermekte epey acele etmişlerdi. Zira o Yugoslav takımı bize karşı fevkalade bir oyun gösterecek ve nihayet Olimpiyatların finaline kadar yükselecekti. Nitekim takımımızın pek başarısız bir maç çıkardığı Yugoslav karşılaşması 3-1 aleyhimize bitti. Tertip, sağhafta Selahattin’in yerine Naci olmak üzere Çin’e çıkan takımın aynı idi. Baştan aşağı bocalayan takımda Fikret de fazla bir şey yapamamıştı. Nahoş hadiseler ise futbolumuz hesabına menfi bir not olmuştu.

    1948 senesi Fikret’e uğurlu gelmiş gibiydi. Fakat kasım ayındaki bir lig maçı, değerli futbolcunun başarı yoluna dikilecek bir dikenin tohumunu ekti.

    Ufak Bir Hareket = Dört Ay Ceza

    Fenerbahçe Vefa ile karşılaşıyordu. Fikret, Vefa’nın genç solbeki Rahmi ile sık sık mücadeleye mecbur kalıyor, bu mücadelelerin bazısından Fenerbahçe sağaçığı, bazısından da Vefa solbeki galip çıkıyordu. Ancak bu arada topun taca çıkması, iki oyuncuyu da asabileştirdi. Bu asabiyet, hemen yanlarında duran laynsmenin hareketiyle arttı. Laynsmen vazifesinin hududunu aşmış bir tavır takınınca Fikret kendine hakim olamadı ve elindeki topu taç yerine atarken aynı zamanda laynsmeni de nişanladı. Milli futbolcu sonradan bu kadarcık hatasını da affetmeyecek, “Doğru değildi. Topu taç noktasına koyup çekilmeliydim.” diyecekti. Amma o anda kendini kaybetmişti. Laynsmenin hareketi onu ağır surette tahrik etmişti.

    Fikret o güne kadar hakemlerden ihtar dahi almış bir oyuncu değildi. Ama Ceza Heyeti bu makul noktaları gözönünde tutmadı ve Fikret’e 4 ay boykot verdi. Bu ceza Fikret’in Fenerbahçe’nin Yunanistan seyahatine katılamayışına sebep olacaktı.

    Ancak 1948 yılının Aralık’ında Viyana’nın meşhur Austria takımı en kuvvetli kadrosu ile İstanbul’a geldi ve Galatasaray’ı 2-1, Beşiktaş’ı 6-2 yendikten sonra Fenerbahçe’nin karşısına çıktı. Sarı-lacivertli idareciler bu mühim ve Türk futbolunun şerefi bahis konusu olan maç için müsaade almış ve Fikret’i sağaçığa koymuşlardı. Nitekim muvaffak bir oyun çıkaran takım Austria ile 1-1 berabere kaldı.

    Cezalı Sağ Açığın İki Nefis Golü

    Ertesi hafta Austria ile rövanş maçları yapılacaktı. Ve bu maçlarda Galatasaray 4-3, Beşiktaş 4-2 mağlup olmaktan kurtulamayacaklardı. Futbolumuz adına bir zafer kazanmak, bu şöhretli takımı 3-1 yenen sarı-lacivertlilere nasip olacaktı amma.

    Bölge ilk maçta Fikret’in oynatılmasına şiddetle kızmıştı. Daha doğrusu kulüpçülük hislerine hakim olamayan bir iki kişinin hareket tarzıydı bu. Maçın hakemlerine ve hatta zabıtaya, Fikret’in oynatılmaması emri verilmiş, icap ederse, yani oynarsa sahadan polis kuvvetiyle çıkarılması bildirilmişti.

    Fenerbahçe oyuna Fikretsiz başladı. Fakat üçüncü dakikada sağiç Aydemir sakatlanınca Fikret’in iki yana sallanarak kendine has koşusuyla sahaya girdiği görüldü. Polisler değil fakat hakem Selami Akal müdahale etti. Oyuna giremeyeceğini söyledi. Fenerbahçeli idareciler bütün mesuliyeti üzerlerine aldıklarnı temin ettiler. Uzun müzakereden sonra idareciler bu hususu belirten bir kağıt imzaladılar ve Fikret takımına iltihak etti.

    Kıymetli futbolcunun azmi büyüktü. Bu maça madem bu şekilde girmişti. O halde kendisine düşen vazifeyi, hatta fazlasıyla yapmalıydı. Nitekim yaptı da. 44. Dakikada topla kaleye aktı. Herkes “Goool!” diye yerinden kalktığı sırada Austria beki Fenerbahçe sağaçığını tekmeyle yere devirdi: Gol değil fakat penaltı idi.

    Fikret’in şahane penaltısı maçı 1-1 duruma sokuyordu. Zira Austria oyunun başlamasıyla beraber maçın ilk golünü atmıştı. Devre bu şekilde bitti.

    İkinci devrenin hemen dördüncü dakikasında bu defa nefis bir frikik golü seyredildi. Bunun da kahramanı Küçük Fikret’ti. Nihayet Erol’un golü galibiyeti perçinliyor, Fenerbahçe sahadan 3-1 gibi net bir zaferle ayrılıyordu. Fikret bu maçta bir müddet sakatlanıp saha dışında da kalmıştı.

    1949 başında Umum Müdürlük makul ve nizami düşündü. Fikret’in cezasını tabikten kaldırdı. Yıldız futbolcu da böylece takımında devamlı olarak yer almak ve keza milli formayı tekrar giymek bahtiyarlığına erişti.

    Rakip yine Avusturya idi. Fakat bu defa maç Viyana’da oynanıyordu. Saha ve seyirci avantajına sahip Avusturyalıların bu sefer maçı farklı kazanacağı tahmini ileri sürülüyordu. 20 Mart 1949 günü Viyana’nın Prater stadına “Cihat – Erdoğan, Ahmet – Selahattin, Galip, Hüseyin – Fikret, Erol, Bülent, Muzaffer, Şükrü” kadrosuyla çıkan Türk milli takımı yine mükemmel bir futbol gösterdi. Fakat talih yine Viyanalılara güldü ve yine sahadan bir tek golle galip ayrıldılar. Birinci devrenin son dakikasında frikikten yapılan bir gol, maçın neticesini tayin etmişti.

    Ertesi günü Viyana gazeteleri kendi takımlarını şiddetle tenkit ederken, bizimkileri övüyor ve bilhassa Fikret hakkında pek takdirkar ifadeler kullanıyorlardı.

    Fikret Yedek Subayda

    Fikret 1949 Eylül’ünde yedek subaya gitti. Tank sınıfına ayrılmıştı. Önce Gelibolu’da, sonra Ankara’da bulundu. Nihayet Kartal Maltepe’sinde askerliğini bitirdi. Askerliğin Fikret için en enteresan tarafı, o güne kadar pek itina ettiği bıyığı ile saçlarını kestirmesiydi.

    Askerliğini yaptığı sırada takımının maçlarına geliyor ve sağaçıktaki yerini alıyordu. Hatta bu aradaki İsrail seyahatine de hususi izinle katıldı.

    Fikret Fenerbahçe Birinci Takım Kaptanı

    Artık Fikret Fenerbahçe saflarında en yüksek payeye erişmişti. Bu da, Fenerbahçe birinci takım kaptanlığı idi. Fakat as futbolcu bir merhale daha yükselecek ve milli takıma da kaptan olacaktı.

    1948-49 ligi Sarı-lacivertli takım için başarısız geçmiş ve Fenerbahçe ancak üçüncülük elde etmişti. 1949 Haziran’ındaki Austria maçları da, bu muvaffakiyetsiz sezonun acı sahifelerinden biri oldu. Sahaya eksik takımla çıkan Fenerbahçe, kendi stadındaki maçta Austria’nin fırtınalaşmış kadrosuna 7-0 yeniliyordu. Fikret bütün çırpınmasına rağmen, bu hazin neticeye mani olamayanlardandı. Ertesi haftaki revanşta da Sarı-lacivertli takım 3-2’lik mağlubiyetten kurtulamadı.

    Fikret bu arada askeri forma altında yine bir Viyana takımına karşı oynadı. First Vienna Ankara’da Askeri Güçler Karması’na 3-2 galip gelirken, takımın sağaçık mevkiini Küçük Fikret işgal ediyordu. 1950 yılının 14 Ocak’ındaki bu maç karla kaplı bir sahada oynanmıştı.

    Fikret 1950 Mart’ında Fenerbahçe ile İsrail’e gitti ve takımının oradaki maçlarında yer aldı. Bunlardan Sarı-lacivertlilerin 3-0 kazandığı ilk müsabakada 2 gol, yıldız futbolcunun iki nefis ortası ile yapılmıştı.

    Fikret aynı sene Avrupa’da hususi bir seyahate çıktı. Hatta bu arada kendisinin milli takım kadrosuna seçildiği de hayretle gazetelerde okunmuştu.

    Fikret’in Bütün Futbolculara Tavsiyesi

    1950-51 sezonunda Fikret sahalarda seyrek görüldü. Fakat 1952’de takımda devamlı olarak oynadı ve yüksek form tuttu. 1950-51’de Fikret’in muntazam oynamayışı ve maç kabiliyeti yokken formsuz çıktığı müsabakalarda da esas oyununu gösteremeyişi karşısında gerek Fenerbahçe Kulübü’nün bazı çevreleri, gerekse kulüp dışındaki bazı kimseler bu yıldız sağaçığın artık futbola veda ettiği kanaatini izhara başlamışlardır. Lakin Fikret bu şekilde düşünen ve konuşanları sonradan çok mahcup etti.

    Bugünün büyük futbol şahsiyeti Küçük Fikret diyor ki: “Çok sevdiğim meşin toptan ayrılırken bütün futbolcu arkadaşlarıma kendimi misal göstererek diyeceğim ki azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Benim için ‘artık topa vuramaz’ hükmü verildikten sonra gecemi gündüze katıp çalıştım ve tekrar Fenerbahçe’deki şerefli yerimi aldım. Benim için ‘yaşlandı, oynayamaz’ diyenler, sonradan milli takımda sağaçık mevkiinde seyrettikleri zaman, oyundan sonra gelip elimi sıktılar.”

    “1950’de futbolu bıraktığımı, hatta futbolun beni bıraktığını iddia edenler, 1952’de, 1953’te futbol hayatımın en yüksek formuna ulaştığıma şahit oldular. Futbolcu kardeşlerim, ne söylenirse söylensin, siz kendi çalışmanıza bakın! Futbolu çalışan her yaşta oynar.”

    Fenerbahçe 1951 yılını 23 Aralık’taki Rapid zaferiyle kapamıştı. Fikret’in ortasını çok güzel kullanan sağiç Fahir, ünlü kaleci Zeman’ı, bu suretle takımı da şöhretli Rapid’i mağlup etmiş oluyordu.

    Sarı-lacivertliler 1952’de her geçen gün biraz daha form tuttular ve nihayet “namağlup lig şampiyonu” olan “Küçük Şeytanlar” takımı doğdu. Bu, antrenör Szekely’nin eseriydi. Muvaffak takımın kaptanı da hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    1952 yılı uğurlu başlamıştı zaten. Daha Ocak ayında Arjantin’in Lanus’u 3-2 mağlup edilmiş, Eva Peron Kupası Fenerbahçe müzesine konmuştu. Bunu Haziran’daki (Fransız) Lille’e karşı kazanılan 2-0’lık net galibiyet ve Eylül’deki 3-1’lik Yugoslav Beogradski galibiyetleri takip etti.

    1952-1953’ün Namağlup Fenerbahçesi

    Takım lige çok hızlı başlamıştı. Evvelki yıllarda daha ziyade pasör tanınan Fikret, şimdi aynı zamanda golcü bir eleman vasfını taşıyordu. Mesela 1952 Ekim’indeki 4-0’lık Kasımpaşa galibiyetinde “Küçüğün iki şaheser golü” günlerce dillerde dolaşmıştı. Bu arada 14 Aralık’ta Viyana’nın ünlü Rapid’ine karşı bir başarı daha elde edildi. Rapidliler 1-0’lık mağlubiyetin rövanşını almak için çok hızlı başlamışlar ve devreyi 4-2 önde bitirmişlerdi. Lakin sağaçık Fikret’in nefis ortalarıyla beslenen Fenerbahçe forveti maçı 4-4 bitirmeye muvaffak oldu.

    Ligde mağlubiyet yüzü görmeyen Fenerbahçe, son maçında da Galatasaray’ı 1-0 mağlup edip şampiyonluğa ulaştı. Taraftarların pek çok kupa ve hediye verdiği takım maçtan sonra, önde kaptanı Fikret olduğu halde sahada tur yaparken çok alkışlanmıştı. Bu son maçın en enteresan tarafı, galibiyet golünün Fenerbahçe birinci takımında o gün ilk defa oynayan solaçık Niyazi tarafından yapılmış olmasıydı. Fikret bu ligde forvetin nazım ve yürütücüsü olmuş, o sırada bir gazetede çıkan ifadeyle “Bir ana kırlangıcın yavrularını beslemesi gibi, diğer genç forvetleri öyle beslemişti”.

    Fikret bu mevsim için “Kendimi en iyi hissettiğim devre” diyor ve hemen ardından ilave ediyor: “Bize maddi ve manevi kuvvet veren de antrenörümüz Szekely idi.”

    Türk Milli Takımı Kaptanı Fikret

    Fikret 1952 Mart’ında milli kadroya alınmış, fakat İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde takıma konmamıştı. Bunun ne büyük bir hata olduğu, bir sene sonraki milli maçlarda anlaşıldı. Zira Fikret İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde de formda bulunuyordu.

    Artık kurt bir futbolcu olan Fikret, 1953 Nisan’ında takımıyla Yunanistan’a gitti ve orada çıkardığı mükemmel oyunlarla büyük takdir topladı. Dönüşte Çanakkale Abidesi Kupası şampiyonluğunun kazanıldığı 3-0’lık Beşiktaş galibiyetinde de en büyük hisse, gollük ortaları veren kaptan – sağaçığındı.

    Nihayet 1953 Mayıs ayı geldi çattı. Bizi, kendi toprağımızda 5-1 yenen İsviçre milli takımı ile İsviçre’de oynayacaktık. Takım yola çıkmak üzere uçağa binerken, Yeşilköy’de bir “gümrük hadisesi” yaratıldı. Fikret kaptanları olduğu için kadrodaki Fenerbahçeliler paralarını bir edip ona vermişler, o da bavuluna koymuştu. Fakat bulunduğu resmi mevkii, kulüpçülük hislerine alet eden bir zat, bunu yanlış tefsir ettirdi ve ortaya garip bir suç çıkardı.

    Sonradan adalet makamları meselenin aslını anlayacak ve Fikret’i temize çıkaracaklardı. Lakin hadise, bir milli hizmete giden sporcuların moralini iyice sarstı. Soyadına bakıp küçük dağları yarattığını sanan bu biçare kulüp hastası, yaptığı hareketten ve kırdığı dağdan büyük pottan dolayı mensup olduğu kulüp camiası tarafından da hoş görülmeyecekti. Herkes ona notunu vermişti zaten.

    Bu asap bozucu hadiseye rağmen Türk milli takımı Bern’de şahane bir maç çıkardı ve İsviçre milli takımını 2-1 yenerek rövanşı aldı. Kaptan Fikret galibiyete müessir güzel bir oyun çıkarmıştı.

    Yugoslav Ağlarını Sarsan Müthiş Gol

    İsviçre dönüşü ay-yıldızlı takımı daha çetin bir rakip bekliyordu: Yugoslavya. Yugoslavların beynelmilel futbol piyasasındaki kıymet, bu karşılaşmanın ehemmiyetini arttırıyordu. Yapılan tahminlerin çoğu da rakiplerimizin maçı rahat ve belki de farklı kazanacakları merkezindeydi.

    Fakat bir kere daha evdeki pazar çarşıya uymamış, tahminler boşa çıkmıştı. Daima hücum eden, üstün oynayan Türk takımı idi. 5 Haziran 1953 günü Mithatpaşa Stadı’nda karşı karşıya gelen iki takımdan ay-yıldızlı onbir yediği gole Burhan vasıtasıyla mukabele etmiş, oyun 1-1 duruma girmişti. Bu cereyan ve hatta bu netice dahi Türk futbolu için bir muvaffakiyet sayılırdı. İşte bu sırada Yugoslav kalesine bir frikik oldu. Fikret topu dikti, hafif gerildi ve kendine has frikiklerinden birini çekti.

    Stad alkıştan, “Gooooool!” nidasından inliyordu. Gol, sonradan Yugoslavların da “şahane” diye vasıflandıracakları güzellikteydi. Kaleci topu, ağlardan çıkarırken görebilmişti ancak.

    Türk takımı 2-1 galip durumdaydı. Yugoslavlara karşı kazanılacak bu galibiyet, dünya çapında bir netice olacaktı. Ama ne çare, maçın son dakikasındaki bir hata galibiyeti beraberliğe indirdi. Maç 2-2 bitmişti. Fakat oyundan sonra seyirciler olsun, oyuncular olsun Fikret’in şaheser frikik golünü anlata anlata bitiremiyorlardı. Yugoslavlar gelip kendisini tebrik ettiler. Bu, futbol tarihimizin “altın gol”lerinden biriydi.

    Fenerbahçe İle İngiltere’ye Gidiş

    Fikret İngiltere’ye 1948’de Olimpiyatlar vesilesiyle gitmişti. 1953’te yine futbolcu olarak bu “futbolun beşiği” diyara yollandı. Bu defa seyahati Fenerbahçe le yapıyordu. Ekim ayında İngiltere’de muhtelif maçlar yapan sarı-lacivertli takım ilk müsabakasında Hull City’ye karşı 2-1’lik bir galibiyet kazanmıştı. İngiltere’de maç kazanmanın güçlüğü düşünülürse, Fenerbahçe’nin bu galibiyetinin futbolumuz için bir zafer kıymetini taşıdığı hemen anlaşılırdı.

    Bu tarihi maçın ilk devresi 1-0 kapanmışken, müsabakanın 77. Dakikasında takım kaptanı Fikret 25 metreden fevkalade bir şutla ikinci golü yapmış ve Fenerbahçe’yi 2-0 ileri duruma geçirmişti. İngilizler gayrete geldilerse de, bu çalışma Fenerbahçe’nin azmini yenemedi ve bir şeref sayısı yapmaktan başka netice vermedi. Maç da bu suretle 2-1 sarı-lacivertlilerin galibiyetiyle bitti.

    Fikret için bu seyahatin en hoş tarafı, meşhur sağaçık Stanley Matthews’ü seyretmesiydi. Zira Fikret’in futbol hayatında en hayran olduğu ve kendisini kimseyle mukayeseye kalkışmadığı futbolcu “Stanley Matthews” idi.

    Kaptansız Gemi Karaya Oturuyor

    İngiltere dönüşü 27 Aralık 1953’te, Fenerbahçe kuvvetli bir Brezilya takımı olan Cruzeiro ile karşılaştı. Sarı-lacivertliler baştan sona kadar hakim oynadıkları maçı 5-2 gibi açık farkla galip bitirirlerken, 5 golden 2’si Fikret’in ortalarından Hüsamettin vasıtası ile yapılmıştı. Hüsamettin’in iki kafa golü birbirinden nefisti ama bu golleri doğran ortalar da aynı nefasetteydi.

    1953 yılı biter 1954 başlarken Türkiye – İspanya maçı geldi çattı. Madrid’e gidecek kadro seçilmiş ve takım kaptanı olarak Küçük Fikret kadroya alınmıştı. Lakin İspanya’daki müsabakada Fikret takıma konmadı ve garip tertipli takım da baştan sona kadar bocaladı durdu. Neticede kaptansız gemi karaya oturmuş, milli takımımız sahadan 4-1 gibi farklı bir mağlubiyetle ayrılmıştı. Garip olan cihet, İstanbul’da iken takımda oynaması lüzumlu görülen ve hatta kaptan seçilen Fikret’in Madrid’de takım dışı kalışıydı. Bu arada Madrid radyosunda takım kaptanı olarak Fikret’in konuşturulması ve ardından takımda yer almaması aynı garabetin devamıydı.

    Fikret ay-yıldızlı formayı bundan sonra 1955’te de giyecekti ve kaptan olarak takımı sevki idare edecekti. Fransa B takımı ile 0-0 berabere kaldığımız 3 Nisan 1955 maçında umumiyetle durgun oynamış ve zaman zaman galibiyet ibresini lehimize çevirme fırsatını yakaladığımız halde bundan faydalanamamıştık.

    4-4’lük Maçın Kahramanı

    19 Mayıs 1955 günü Mithatpaşa Stadı’nda heyecan kasırgası çok şiddetliydi. Fenerbahçe ile Beşiktaş “Atatürk Kupası” için karşılaşıyorlardı.

    1954-55 liginde takımda seyrek olarak yer alan Küçük Fikret, buna rağmen iyi form tutmuş ve nitekim Nisan’daki Fransa maçında milli takımın sağaçık mevkisini işgal etmişti. İşte bugün de Beşiktaş’a çıkan sarı-lacivertli onbirin sağaçığı yıldız futbolcu Fikret’ti.

    Ne oluyordu? Netice nereye doğru gidiyordu? Beşiktaş taraftarları sonsuz sevinç içinde, takımlarını alkışlamaktaydılar. Goller birbirini takip ediyor, Beşiktaş devreyi 3-0 galip bitiriyordu.

    Fenerbahçeliler tribünde endişe içindeydiler: “İkinci devrede ne olacak? 3-0, kaç sıfıra kadar yükselecek?” Fenerbahçe devreye pek azimli başlamıştı. İlk devrede aksayan santrafor Burhan, Fikret’in güzel bir ortasını gole çevirince sarı-lacivertlilerde ümit ışığı yandı. Çok geçmemişti, yine Fikret mükemmel ortalarından birini yapıyor ve yine Burhan topu ağlara gönderiyordu.

    3-0’dan 3-2’ye erişen Fenerbahçeliler şimdi beraberlik peşinde koşmaktaydılar. Ve işte o da olmuştu. Topu fevkalade şekilde ortalayan Fikret’ti yine, golü atan da Burhan. Burhan bu devrenin golcüsü olmuştu. Fikret ise esas kahraman olduğunu az sonra ispat edecekti.

    Oyun 3-3 berabere duruma girince Fenerbahçeliler sevinmeye Beşiktaşlılar üzülmeye başlamışlardı. Amma çok geçmedi, yine sevinç sırası siyah-beyazlı taraftarlara geldi. Beşiktaş dördüncü golü de atmıştı ve maçın bitmesine de pek az vakit vardı. Birden meşin top bir futbolcunun ayağına geldi ve oradan da bomba gibi bir voleye takılıp Beşiktaş ağlarını buldu. Maç 4-4 berabere vaziyete girmişti. Bu “şahane” golün kahramanı ise ilk üç golün pasörü Küçük Fikret’ten başkası değildi. Oyun stadı dolduran onbinlerce halkı heyecandan boğan bir tempo içinde geçmiş ve unutulmayacak maçlardan biri olarak futbol tarihimizde yerleşmişti. Maç unutulmayacaktı, bu maçın ası Fikret de unutulmayacaktı.

    Fikret 1955-56 sezonunda artık takımın devamlı bir oyuncusu değildi. Futbolcu bırakmak zamanının geldiğine hükmetmişti. Bir yandan gümrük komisyonculuğu mesleğindeki meşgalesi her geçen gün biraz daha artıyor, onu muntazam idman yapmaktan alıkoyuyordu. Hem Fikret “Çok sevdiği futbolu zamanında, tatlı hatıralarla bırakmak isteğinde” idi.

    Rusya’daki Zafer Golü

    Fenerbahçe takımı 1956 Haziran’ında Rusya’ya hareket ederken de Küçük Fikret’in oyuncu mu yoksa idareci mi olarak gittiği suali soruluyordu. Bazıları ise “turist” deyip işin içinden çıkmışlar, gazeteler “kafileye turist olarak Fikret Kırcan’ın da dahil olduğu” haberini vermişlerdi.

    Moskova’daki ilk antrenmanda Fikret de arkadaşlarının yanında bir futbolcu olarak zevk ve şevkle çalışıyordu. Müteakip idmanlarda aynı gayreti göstermeye devam etti. Bu arada bir fikri zihinlerden geçti: “Fikret oynasın!”

    Küçük Fikret de içten içten böyle bir arzu duyuyordu. Sarı-lacivertli formayı bu çok ehemmiyetli maçların birinde giymek, güzel bir hatıra değerini taşımaz mıydı?

    Ona “oynar mısın?” dediler, Fikret’in cevabı “memnuniyetle” oldu. Fakat ne olursa olsun, takımda 45 dakika bulunacaktı. Diğer devrede gençlerden birinin bu mevkii doldurmasına fırsat vermek istiyordu. Nihayet Fikret’in ikinci maçta yani Leningrad’da Zenit’e karşı ilk devre sağaçık oynaması kararlaştırıldı.

    Oyunun başlamasıyla Zenit’in ilk golü yapması bir olmuştu. Fenerbahçeliler’in hemen bozulması ve müsabakayı açık farkla kaybetmesi, akla gelen en yakın ihtimaldi. Fakat hayır! Başta kaptan Fikret olduğu halde, sarı-lacivertliler şahane bir oyun tutturmuşlardı. Nitekim 12. dakikada kaleci İvanov topu kurtarmak için yumrukla çıkış yaptı. Top sağa, Küçük Fikret’in önüne düşmüştü. Kurt futbolcu meşin yuvarlağı durdurmadan ortaladı ve golü hazırladı. Onsekiz çizgisine yanaşan Mehmet Ali topu hemen yakalamış ve yerden bir şutla ağlara takmıştı.

    Fenerbahçe’nin beraberlik golünü hazırlayan Fikret, 22. dakikada da galibiyet golünü bizzat yapacaktı. Ergun topu ayağına geçirir geçirmez, şöyle bir baktı, en müsait pozisyonda “Fikret ağabey”sini gördü. Şimdi top kısa bir pasla Fikret’e geçmişti. Kısa bir sürüş… Sol bir şut… Ve gol! Fenerbahçe 2-1 galip durumdaydı şimdi.

    Sarı-lacivertli takım Fikretsiz devam ettiği ikinci devrenin son dakikasına kadar bütün varlığı ile oynayacak ve sahadan bu netice ile muzaffer ayrılacaktı.

    “Bu İlk Değil ki…”

    Fakat yukardaki golün hatırası büyüktür. Leningrad’da maça giderken Fikret, bu satırların yazarına “İçime doğuyor, bugün bir gol atacağım. Hem de 2-1 galip geleceğiz” demişti. İşte Fikret’in her iki dediği de çıkmıştı.

    “…Bu ilk değil ki…” Fikret’e Rusya’ya turist olarak gidip de gol kahramanı olarak dönüşünü hatırlattığım zaman böyle dedi ve devam etti.

    “- Bu ilk değil hakikaten… Bir kere de stada seyirci olarak gitmiş ve sonra soyunup sahaya çıkmıştım. 1937-38 mevsimindeydi. Bükreş muhteliti İstanbul’a gelmiş ve yapılan maçı 5-3 İstanbul kazanmıştı. Ertesi gün yedek oyuncuların yer aldığı Bükreş “B” muhteliti İstanbul’un “B” muhteliti ile oynayacaktı. Ben de bu maçı seyretmek üzere stada gittim ve davetiyem olmadığından para verip bilet aldım. İçeri girmiş, hatta tribünde bir yer bulmuş, maçı seyre hazırlanırken bir de ne göreyim? İdareciler beni orada bulmuş, çabuk gelmemi söylüyorlardı. Aşağı indim. Derhal soyunmamı bildirdiler. Soyundum. Sahaya çıktım. Az evvel parayla bilet alıp tribüne giren seyirci, şimdi İstanbul “B” muhteliti oyuncusu olarak sahadaydı. Güzel bir maç çıkarmamıza rağmen 0-0 berabere kalmıştık o gün.”

    Fikret Politik Hayatta

    Fikret’e en sevinçli hatırasını sormuştum. Hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

    “ – Geçen kış bir sabah saat yedi buçukta aldığım telefondur.”

    Evet, bu telefonda şimdiki eşi Nur, kendisine “babasının izdivaçlarına muvafakat ettiği”ni bildirmişti.

    Fikret’in ilk izdivacı 1950’de sona erince, spor alemimizin yakışıklı erkeğinin yeniden evlenip evlenmeyeceği suali hep sorulmuştu. Fikret bu arada politika hayatına atılmayı tercih etti. Demokrat Parti’ye 1950 seçiminden evvel giren as futbolcu, Kızıltoprak Bucak İdare Heyeti azalığından yükselmeye başladı ve nihayet 1955’de İstanbul Vilayet Meclisi’ne aza seçildi. Halen bu mecliste Maarif Encümeni’nde çalışmaktadır.

    7 Mayıs 1956’da, o sırada Ticaret Vekili bulunan Fahrettin Ulaş’ın kızı Nur Ulaş’la evlenen Fikret Kırcan, şimdi Kadıköy’de Çiftehavuzlar’da oturmakta ve İstanbul’da Veli Alemdar handaki yazıhanesinde de gümrük komisyonculuğu ile iştigal etmektedir.

    Nihayet Futbola Veda

    Bir insan evinde birkaç sene beslediği kedisinden ayrılsa üzülür. Kuşunun ölümüne göz yaşı dökenler az değildir. Bunu daha yükseltip bir sevgiliye çıkarır ve hele işin içine yirmi iki uzun yıl katarsanız, Fikret’in şu andaki hüznünü daha iyi anlayabilirsiniz. Fikret şimdi bir sevgiliden ayrılmak üzeredir. Yirmi iki sene hiç ayrılmadığı bir sevgiliden…

    “ – Yine tam ayrılmış sayılmam”, diyor, “muhakkak ki fırsat buldukça antrenman yaparım. Hele seyirci olarak meşin topu hiç değilse uzaktan seyretmeye devam edeceğim.”

    Fikret bunları söyledikten sonra hemen ilave ediyor:

    “ – Belki şimdi tribünden, saha dışından tenkit ettiğim çok şeyler olacak. Zira ben hem oyuncu psikolojisini taşıyacağım, hem de seyirci ruhunu. Fakat ‘oyuncu – seyirci’ olmaktan sadece ‘seyirci’ olmaya geçiş çok zormuş. Bunu şimdi anlıyorum. Sahada gördüğüm bir şeyi tenkit edince, “Çıksam yaparım” diyemeyeceğim artık. İspat imkanım kalkıyor. Ben ‘emekli bir futbolcu’ olacağım. Geçmiştekiler geçmişin malı olmuş. Hem fazla tenkide kalkışırsam, bir genç futbolcunun sinirlenip ‘O senin devrindeydi. Geçti onlar…’ demesi de mümkündür.

    “Hayatımda hiçbir tenkide kızmadım. En haksızını bile nazara aldım. Her birinde, bir nebze olsun hakikat payı bulunabileceğini düşündüm. Hatta birçok tenkitleri dikkatle dinleyip veya okuyup antrenmanlarda denemeye çalıştım.”

    “Bütün futbolcu kardeşlerime de böyle yapmalarını tavsiye ederim. Aleyhlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp kızmasınlar. Nasıl ki lehlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp da kendilerini dev aynasında görmemeleri icap ettiği gibi… Futbolun çok, hem de pek çok nankör olduğunu her futbolcunun her an aklında bulundurması lazımdı. Bir şutunuzu methedenler, o topun kaleye girmediğini görünce sizi hemen kötüleyebilirler. Fakat hiç aldırmadan çalışmak, daima çalışmak gerekir. Ben şahsen böyle yapmakla, ‘artık yaşlandı, futbol onu bıraktı’ dedikleri zamandan sonra çok top oynadım. Hem de milli takıma kadar yükselerek… Fakat bunları dahi beni tenkit edenlere, kusurumu söyleyenlere borçlu olduğumu itiraf ederim.”

    Fikret’in gözleri dolu dolu olmuştu. Çiftehavuzlar’daki evinin misafir odasındaydık. Konuştu konuştu, yukarıdaki sözleri bitirince sustu. Sonra yere uzandı ve futbol hatıraları ile, hediyeler, şiltler, resimler ve gazete küpürleri ile dolu çantayı kapadı. Bu sanki futbol hayatını da kapayışını ifade ediyordu. Bir an baktı, resimlerden biri kenara, halının köşesine kaçmıştı. Uzanıp aldı. Fenerbahçe’nin bir maçında bir gol atarken çekilmiş fotoğrafıydı. Onu bir hayli seyretti ve sonra yavaşça konuştu:

    “ – Hepsi mazinin malı oldu artık…”

    SON – HALİT KIVANÇ

  • Şeref Turnuvasında Derbi Galibiyeti

    Şeref Turnuvasında Derbi Galibiyeti

    1934 yılında düzenlenen Şeref turnuvasında derbi galibiyeti kazanan Fenerbahçe’yi ve ilgili maçı, dönemin meşhur dergisi Olimpiyat’ın 3 Kasım 1934 tarihli sayısından okuyalım…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şeref Turnuvasının İlk Mühim Maçı

    Fenerbahçe 1 – Galatasaray 0

    Fenerbahçe galibiyeti ikinci devre başlar başlamaz yaptığı güzel bir sayı ile aldı

    Cumhuriyetimizin on birinci yıl dönümüne tesadüf eden sevinçli gün : 29 Teşrinievvel Pazartesi

    Beyazıt’tan Taksim’deki Cumhuriyet abidesine kadar uzayan büyük merasim bittikten sonra, merasimi seyre gelenlerden bir kısmı büyük kalabalığı yararak Taksim Stadı’na hücum ediyor.

    Burada da : Fenerbahçe – Galatasaray maçı var…

    Evvelce okuyucularımıza haber vermiştik : Hasılatı Beşiktaşlı merhum Şeref’in çocuklarına tahsis edilmek üzere Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray futbol birinci takımları arasında bir turnuva tertip edilmiştir.

    İşte Taksim Stadı’ndaki Fenerbahçe-Galatasaray maçı bu turnuvanın ilk mühim müsabakasıdır.

    Hatırlardadır ki, 1932/3 şilt şampiyonluğu için Fenerbahçe ile Galatasaray arasında yapılan son bir müsabakada, Galatasaray enerjik bir oyunla o gün çok fena oynayan Fenerbahçe’yi 1-0 yenmişti.

    Aradan birkaç hafta geçmiş, lig maçları başlamış, Fenerbahçe’de ciddi çalışmalarla lig maçlarında önüne ilk çıkan takımları büyük bir farkla mağlup etmişti.

    Bunun için Şeref turnuvasının Galatasaray-Fenerbahçe maçı da büyük bir alaka uyandırmış ve Taksim Stadı’na oldukça büyük bir kalabalık toplanmıştı.

    Saat 15:30’da Fenerbahçe ve Galatasaray takımları alkışlar arasında sahaya çıktı. Atletizm Federasyonu Başkanı Burhan Bey’in merhum Şeref hakkındaki kısa bir hitabesinden ve ölünün hatırasına hürmeten bir dakika sükuttan sonra oyuna başlandı.

    Hakem İstanbulspor’dan Adnan, yan hakemleri Hilal kulübünden Halit ve Mümtaz beylerdi.

    Takımlar şu şekilde idi:

    Fenerbahçe : Bedi, Yaşar, Fazıl, Cevat, Ali Rıza, Esat, Şaban, Fikret, Namık, Muzaffer, Niyazi

    Galatasaray : Avni, Lütfü, Faruk, İbrahim, Nihat, Kadri, Danyal, Fazıl, Rasih, Şemsi, Necdet

    İlk hücumu Fenerbahçe yaptı ve bu akın Galatasaray müdafaasında kırıldı. Bundan sonra Galatasaraylılar mukabil hücuma geçtiler. Ve artık iki taraf arasında karşılıklı akınlar başladı.

    Ancak iki tarafın yaptığı hücumlar neticesiz ve tazyikler tesirsizdi. Galatasaray müdafaasında bilhassa Faruk her tarafa yetişerek Fener muhacimlerinin hareketlerini tesirsiz bırakmakta en mühim amil oluyordu.

    İki tarafın bu tesirsiz akınlarına rağmen, oyun tarzı hayli güzel ve zevk vericiydi. İki taraf da bazen, çoktan beri görmediğimiz güzel paslaşmalar yapıyordu.

    Yirminci dakikada Galatasaray kalesi bir tehlike geçirdi ve Muzaffer’in sıkı bir şutu direği yalayarak autla neticelendi. Bu güzel şutuna rağmen Muzaffer, Fener akınlarının tesirsizliğinde Galatasaray müdafii Faruk kadar rol oyuyordu. Muzaffer çok hareketsizdi.

    Galatasaray da daha fazla sağ açık Necdet vasıtasıyla hücum ediyor ve Fener’in sol müdafii çok kere hafif kalıyordu. Hatta bu müdafiin bir hatası bir gole mal olacaktı. Fazıl, Necdet’in ayağından kaptığı topu yanlış bir hareketle gene Necdet’e verdi, Necdet ortaladı, topu yakalayan Rasih sıkı bir şut çekti, top yan direği yalayarak aut oldu.

    Yirmi beşinci dakikadan sonra oyun daha süratleşti ve iki tarafın hücumlarını da daha müessir bir şekil aldı. Galatasaray kalecisi, Namık’ın, daha sonra Fikret’in; Fener kalecisi de Necdet’in şutlarını müşkülatla kestiler.

    Nihayet ilk devre, sayısız olarak bitti.

    İkinci devre Galatasaray’ın bir akını ile başladı, fakat bu akın müdafaaya inmeden muavin hattında kesildi. Cevat’tan güzel bir pas alan Fener sağ açığı Niyazi ileri fırladı ve aut çizgisi hizasında topu ortaladı. Bu çok güzel bir şandeldi. Bu şandele güzellikle rekabet eden sol iç Fikret’in bir kafa vuruşu oldu. Her zaman görülmeyen bu vuruş, Galatasaray kalecisinin kımıldanmasına meydan bırakmadan Fenerbahçe’ye ilk ve son, aynı zamanda da galibiyet sayısını kazandırdı.

    İlk dakikalarda yapılan bu gol Fener’in hızını arttırdı ve arası çok geçmeden gene çok müsait bir pas alan Niyazi ileri fırladı. Önündeki müdafii atlattı ve Avni ile karşı karşıya kaldı. Biraz becerikli bir hareket Fener’e ikinci sayıyı da kazandıracaktı. Fakat Niyazi topu, üzerine atılan Avni’nin göğsüne attı.

    Bu sırada Lütfü ile Avni çarpıştılar ve Avni fena halde sakatlandı. Yerine ihtiyat kaleci Hızır geçti.

    Avni’nin burun kemiğinin kırıldığını ve hastaneye kaldırıldığını sonradan öğrendik. Bu fedakar kalecimize geçmiş olsun der ve bir an evvel iyileşmesini dileriz.

    Fener’in golü ve Avni’nin sakatlanması Galatasaraylılar, bilhassa Nihat’ı oldukça asabileştirdi. Bu asabiyet hakim oldukça Galatasaray’ın, Fenerbahçe’ye tefevvukuna maddeten imkan yoktu. Binaenaleyh Sarı-Kırmızılılar rastgele vuruşlarla oynamaya başladılar. Hakem de ilk devredeki kadar kolaylıkla idare edemiyor, mütereddit davranıyor, çaldığı kısa düdükler ekseri işitilmiyor ve karışıklıklara yol açıyordu. Bu yüzden ikinci devrenin büyük bir kısmı çok zevksiz oldu.

    Oyunun bitmesine on dakika kala Galatasaray kendisini topladı ve hakimiyeti ele aldı. Beraberliğe yol açacak derecede Fener müdafaasını sıkıştırdı, fakat neticeyi değiştiremeden oyun bitti.

    Fener takımından Muzaffer müstesna olmak üzere diğerleri fena oynamadılar. Galatasaray’a gelince Faruk yirmi iki oyuncunun en muvaffak olanı idi. Nihat silik, sağ muavin hafif, Rasih iyi, diğerleri vasattı.

    Olimpiyat Dergisi / 3 Kasım 1934 – Şeref Turnuvasında Derbi Galibiyeti

    Şeref Turnuvasında Derbi Galibiyeti
  • Şampiyonluk Yüzüğü

    Şampiyonluk Yüzüğü

    1959 öncesi şampiyonluklar konusu, resmi makamlar nezdinde adeta rafa kalktı. Türkiye Futbol Federasyonu, arada sırada “Yakında açıklayacağız” diyor, fakat o yakın nasıl bir yakınsa, bir türlü vakti gelmiyor. Başvuran ve karşı çıkan kulüplerden de ses yok. Bununla beraber, biz konu hakkında araştırmalar yapmaya devam ediyoruz… Bu yazıda 28 şampiyonluğu kazanan 347 futbolcumuzun adı ilk kez bir arada listeleniyor. Yazımızın başlığı “Şampiyonluk Yüzüğü” oldu, çünkü bu zaferleri kazanan insanlara veya ailelerine birer zafer hatırası armağan etmenin, yaşayanlara sonsuz mutluluk vereceğini, vefat edenlerin ise ruhunu şâd edeceğini düşünüyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    28 Şampiyonluk

    Fenerbahçe’nin 28 Türkiye Şampiyonluğu’nu sitemizde tek tek incelemiştik. Aşağıdaki listede okuyacağınız isimleri, kazanılan şampiyonluklara göre ayırdık.

    7 kere şampiyonluk kazanan 2,
    6 kere şampiyonluk kazanan 3,
    5 kere şampiyonluk kazanan 11,
    4 kere şampiyonluk kazanan 17,
    3 kere şampiyonluk kazanan 41,
    2 kere şampiyonluk kazanan 77,
    1 kere şampiyonluk kazanan 196 futbolcumuz var. Lafı fazla uzatmadan listemize geçelim…


    7 Şampiyonluk Kazananlar

    Esat Kaner

    Naci Bastoncu


    6 Şampiyonluk Kazananlar

    Cihat Arman

    Fikret Arıcan

    Fikret Kırcan


    5 Şampiyonluk Kazananlar

    Halit Deringör

    Lebip Elmas

    Melih Kotanca

    Murat Alyüz

    Müzdat Yetkiner

    Ömer Boncuk

    Selçuk Şahin

    Semih Şentürk

    Şeref Has

    Volkan Demirel

    Ziya Şengül


    4 Şampiyonluk Kazananlar

    Ali Rıza Tansı

    Alpaslan Eratlı

    Can Bartu

    Fazıl Arzık

    Hüseyin Yazıcı

    İbrahim İskeçe

    Lefter Küçükandonyadis

    Mehmet Reşat Nayır

    Ogün Altıparmak

    Osman Göktan

    Rüştü Reçber

    Selahattin Torkal

    Serkan Acar

    Şükrü Birand

    Yavuz Şimşek

    Yılmaz Şen

    Yüksel Gündüz


    3 Şampiyonluk Kazananlar

    Alex de Souza

    Ali Filibeli

    Atilla Altaş

    Birol Pekel

    Cem Pamiroğlu

    Cemil Turan

    Cevat Sayit

    Ercan Aktuna

    Ergun Öztuna

    Erol Keskin

    Fuat Saner

    Halil Köksalan

    Hazım Canıtez

    Hüsamettin Böke

    İsmail Kurt

    Kemal Aslan

    Marco Aurelio

    Mehmet Yozgatlı

    Mustafa Güven

    Muzaffer Çizer

    Müjdat Yetkiner

    Nedim Doğan

    Niyazi Gülseven

    Niyazi Sel

    Nuri Pekesen

    Onur Kayador

    Orhan Canpolat

    Önder Çakar

    Özcan Köksoy

    Özer Kanra

    Rebii Erkal

    Samim Var

    Sedat Karaoğlu

    Selim Soydan

    Serhat Akın

    Şaban Topkanlı

    Şevket Demirtepe

    Tuncay Şanlı

    Ümit Özat

    Yaşar Alpaslan

    Yorgo Angelidis


    2 Şampiyonluk Kazananlar

    Abdullah Çevrim

    Adil Eriç

    Adnan Tuncay

    Ahmet Erol

    Akgün Kaçmaz

    Ali Güneş

    Ali İhsan Okçuoğlu

    Arif Kocabıyık

    Avni Kalkavan

    Aydın Bakanoğlu

    Aydın Çelik

    Aydın Yelken

    Aykut Kocaman

    Basri Dirimlili

    Bekir İrtegün

    Bülent Büyükyüksel

    Caner Erkin

    Cristian Baroni

    Deniz Barış

    Diego Lugano

    Emin İlhan

    Emre Belözoğlu

    Ender Konca

    Engin Verel

    Erdoğan Arıca

    Ersoy Sandalcı

    Fabio Luciano

    Fatih Akyel

    Gökhan Gönül

    Halil Özyazıcı

    Hasan Özdemir

    Hayati Öney

    Ilie Datcu

    İsmail Alemdaroğlu

    İsmail Kartal

    Joseph Yobo

    Kemal Atakul

    Levent Engineri

    Mahmut Hanefi Erdoğdu

    Marcio Nobre

    Mehmet Topuz

    Mert Günok

    Murat Hacıoğlu

    Mustafa Kaplakaslan

    Muzaffer Ateşçi

    Naci Erdem

    Namık Erbay

    Necdet Çoruh

    Necdet Dalay

    Nedim Günar

    Numan Okumuş

    Numan Uzun

    Nurettin Yıldız

    Oğuz Çetin

    Olcan Adın

    Orhan Menemencioğlu

    Osman Arpacıoğlu

    Önder Mustafaoğlu

    Önder Turacı

    Özcan Arkoç

    Pierre Van Hooijdonk

    Rıfkı Pekşen

    Sabri Kiraz

    Selahattin Karasu

    Selçuk Yula

    Serkan Balcı

    Servet Çetin

    Süleyman Tekil

    Şenol Birol

    Şenol Çorlu

    Şeref Benibol

    Şükrü Ersoy

    Uche Okechukwu

    Yaşar Duran

    Yaşar Mumcuoğlu

    Yusuf Şimşek

    Zafer Göncüler


    1 Şampiyonluk Kazananlar

    Abdullah Ercan

    Abdullah Sakallı

    Abdülkerim Durmaz

    Ahmet Habiboğlu

    Ali Elgin

    Ali Nail Durmuş

    Alper Akıcı

    Alper Potuk

    Andre Santos

    Argun Nemli

    Aygün Taşkıran

    Bahri Kaya

    Bahtiyar Yorulmaz

    Basri Taşkavak

    Bedii Yazıcı

    Bilal Şar

    Birol Altın

    Bruno Alves

    Burhan Sargın

    Bülent Tanyeri

    Bülent Uygun

    Cahit Zeren

    Can Arat

    Celil Sağır

    Cemal Şıkak

    Cemal Uludağ

    Cemal Uzkes

    Colin Kazım Richards

    Coşkun Demirbakan

    Çetin Aktulgalı

    Dalian Atkinson

    Daniel Guiza

    Deivid de Souza

    Dirk Kuyt

    Durmuş Çolak

    Dusan Pesic

    Edu Dracena

    Egemen Korkmaz

    Elvir Baljic

    Elvir Boliç

    Emmanuel Emenike

    Emre Aşık

    Engin İpekoğlu

    Erdal Kocaçimen

    Erdi Demir

    Erdinç Sandalcı

    Ergin Parlar

    Erhan Albayrak

    Erhan Uyaroğlu

    Erol Bulut

    Eyüp Odabaşı

    Fabiano Lima

    Fabio Bilica

    Fahruddin Zeynelovic

    Faruk Hızer

    Feyyaz Uçar

    Fuat Güngör

    Füruzan Şansal

    Gökay İravul

    Gökhan Ünal

    Günaydın Özyurt

    Güngör Tekin

    Güray Erdener

    Hadi Tarlan

    Haim Revivo

    Hakan Bayraktar

    Hakan Tecimer

    Hakkı Pavli

    Halil İbrahim Kara

    Halil İbrahim Poçar

    Hasan Ali Kaldırım

    Hasan Vezir

    Hasan Yıldızeli

    Hilmi Ardağ

    Hilmi Atakul

    Hilmi Kiremitçi

    Hüseyin Çakıroğlu

    Ion Nunweiller

    Issiar Dia

    Ivailo Petkov

    İbrahim Aydın

    İbrahim Ejder

    İhsan Kavak

    İlhan Eker

    İlker Yağcıoğlu

    İlyas Tüfekçi

    İrfan Denever

    İsmail Güldüren

    İsmail Kurşun

    İsmet Saral

    Jes Högh

    John Moshoeu

    Kadri Aytaç

    Kamil Ekin

    Kamil Güvenal

    Kemalettin Şentürk

    Kennet Andersson

    Kerim Zengin

    Konur Alp Mutlu

    Lütfi Boyer

    Mahmut Aydın

    Mamadou Niang

    Mateja Kezman

    Mehmet Ali Has

    Mehmet Hacıoğlu

    Mehmet Topal

    Mert Meriç

    Michal Kadlec

    Milan Rapajic

    Miroslav Stoch

    Moussa Sow

    Muammer Oraman

    Muhammed Akarslan

    Muhammed İbrahimbegoviç

    Mustafa Arabacıbaşı

    Mustafa Doğan

    Mustafa Özer

    Naci Sarıtaş

    Naim Şukal

    Naki Kinezoğlu

    Nazım Kayar

    Necdet Erdem

    Nezihi Tosuncuk

    Nikola Lazetic

    Nikolas Anelka

    Niyazi Tamakan

    Nusret Özmengü

    Nüzhet

    Ogün Temizkanoğlu

    Oğuz Dağlaroğlu

    Okan Alkan

    Orhan Kapucu

    Osman Denizci

    Ömer Karabacak

    Özcan Kızıltan

    Özer Hurmacı

    Pierre Webo

    Radmilo Ivancevic

    Radomir Antic

    Rafet Atamer

    Rasih Minkari

    Raşit Karasu

    Raul Meireles

    Recep Biler

    Recep Nurcan

    Recep Ölmez

    Rıdvan Dilmen

    Robert Enke

    Sadi Çoban

    Safa Özyurt

    Saffet Akbaş

    Salih Uçan

    Samuel Holmen

    Samuel Johnson

    Sedat Bayur

    Selçuk Hergül

    Semih Arıcan

    Seracettin Kırklar

    Serdar Kesimal

    Serdar Kulbilge

    Serdar Şenkaya

    Sergiy Rebrov

    Serkan Özsoy

    Serkan Reçber

    Sertaç Olcayto

    Srebrenko Repçiç

    Stephen Appiah

    Stjepan Tomas

    Süleyman Köprülü

    Şenol Ustaömer

    Şevki Şenlen

    Tacettin Ergürsel

    Taci Ece

    Tarık Daşgün

    Tayfun Korkut

    Taygun Erdem

    Timuçin Çuğ

    Toni Schumacher

    Tuğrul Duru

    Tuna Güneysu

    Tuncay Becedek

    Turan Akra

    Turan Sofuoğlu

    Turgay Aksu

    Tümer Metin

    Uğur Boral

    Yakup Kordal

    Yaşar Yalçınpınar

    Yenal Kaçıra

    Yıldırım İper

    Zafer Dinçer

    Zeki Rıza Sporel

    Zeki Temizler

    Zihni Kanmaz

    Ziya Atamer

    Zoran Mirkoviç

  • 1959 Öncesi Şampiyonluklar Kimin Eseri?

    1959 Öncesi Şampiyonluklar Kimin Eseri?

    Fenerbahçe’nin 1959 öncesinde kazandığı 9 Türkiye şampiyonluğu var… 1933, 1935, 1937, 1940, 1943, 1944, 1945, 1946 ve 1950 yıllarında kazanılan bu zaferlerde forma giyen futbolcuları tanıyor muyuz? 1959 öncesi şampiyonluklar kimin eseri? Biliyor muyuz? Pek sayılmaz.

    İşte bu yazıda, o 9 kupanın kahramanlarını listeledik.

    Önce şampiyonluk sayısı, sonra da alfabetik olarak dizilen listede, Esat Kaner ile Naci Bastoncu, Fenerbahçe’nin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan isimleri olarak, tarihe geçtiler.

    En çok sahaya çıkan oyuncular yine bu iki isim olurken, onları Cihat Arman, Halit Deringör, Ömer Boncuk ve Murat Alyüz izledi.

    En golcü futbolcumuz ise, uzak ara, Melih Kotanca… Naci Bastoncu, Müzdat Yetkiner, Halit Deringör ve Fikret Arıcan ise bu alanda ilk beş sırayı alan diğer sporcular oldu.

    Tek şampiyonlukta, hatta tek maçta forma giyenler dahi bizim için çok kıymetli. Siz de göreceksiniz, ne muazzam isimler olduğunu! Bugün hiçbiri hayatta değil, fakat biz onların hatıralarını unutturmayacağız. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    FutbolcuŞampiyonlukMaçGol
    Esat Kaner713133
    Naci Bastoncu714784
    Cihat Arman61300
    Fikret Arıcan68735
    Fikret Kırcan68931
    Halit Deringör511438
    Lebip Elmas5750
    Melih Kotanca585128
    Murat Alyüz51063
    Müzdat Yetkiner58256
    Ömer Boncuk511211
    Ali Rıza Tansı47127
    Fazıl Arzık4380
    İbrahim İskeçe46230
    Mehmet Reşat Nayır4646
    Cevat Sayit3440
    Erol Keskin3569
    Halil Köksalan3566
    Hüsamettin Böke3480
    Muzaffer Çizer33123
    Niyazi Sel35221
    Nuri Pekesen390
    Orhan Canpolat384
    Rebii Erkal34112
    Samim Var34011
    Selahattin Torkal3574
    Şaban Topkanlı34017
    Şevket Demirtepe34611
    Yaşar Alpaslan3481
    Yorgo Angelidis3302
    Adnan Tuncay2155
    Ahmet Erol2519
    Aydın Bakanoğlu2331
    Bülent Büyükyüksel2118
    Halil Özyazıcı2305
    Hayati Öney2150
    Kemal Atakul290
    Muzaffer Ateşçi240
    Namık Erbay21518
    Necdet Dalay230
    Numan Uzun280
    Orhan Menemencioğlu2170
    Rıfkı Pekşen230
    Sabri Kiraz2210
    Süleyman Tekil221
    Şeref Benibol240
    Abdullah Sakallı110
    Ali Elgin110
    Argun Nemli151
    Basri Taşkavak12514
    Bedii Yazıcı160
    Cemal Şıkak110
    Cemal Uludağ110
    Cemal Uzkes1157
    Erdal Kocaçimen180
    Faruk Hızer1141
    Füruzan Şansal150
    Günaydın Özyurt110
    Hadi Tarlan140
    Hakkı Pavli110
    Hilmi Ardağ1250
    Hilmi Atakul121
    İrfan Denever120
    Kamil Ekin1286
    Konur Alp Mutlu110
    Lefter Küçükandonyadis12824
    Lütfi Boyer110
    Mehmet Ali Has1196
    Muammer Oraman170
    Naim Şukal110
    Naki Kinezoğlu121
    Nazım Kayar111
    Necdet Erdem140
    Nusret Özmengü190
    Nüzhet ???110
    Rafet Atamer120
    Rasih Minkari112
    Recep Nurcan110
    Sadi Çoban110
    Safa Özyurt110
    Sedat Bayur110
    Semih Arıcan120
    Süleyman Köprülü150
    Taci Ece110
    Turan Akra120
    Yaşar Yalçınpınar12211
    Zeki Rıza Sporel11717
    Zihni Kanmaz110
    Ziya Atamer130
    1959 Öncesi Şampiyonluklar Kimin Eseri?
  • Yüzbaşı Hilmi’nin Yumruğu

    Yüzbaşı Hilmi’nin Yumruğu

    İki Ülke, Bir Olaylı Maç

    Fenerbahçe ile Olympiakos futbol takımlarının karşı karşıya geldikleri ilk maçtı. Tarih: 22 Mayıs 1931… Yer: İstanbul, Taksim Stadı… Seyirci rekorunun kırıldığı bu maç şimdiye kadar Fenerbahçe tarihinde adını duymadığınız bir kişinin sürgün ile biten hikayesinin başlangıcı oldu. Birbiriyle yakın zamanda savaşmış iki ülkenin ilişkilerine ayna tuttu. Bu maç aynı zamanda dünyanın en uzun yaşamış futbolcusunun İstanbul serüveniydi. Yüzbaşı Hilmi’nin yumruğu, tarihe muazzam bir hikaye armağan ediyor.

    Barış Kenaroğlu


    “Hayırlı Olsun”

    Maçın İstanbul’da oynanmasına giden sürecin Yunanistan’da 1928 yılında kurulan hükümetin başına Venizelos’un gelmesi ile başladığını söylemek yanlış olmaz. Anadolu’da 1919 yılında Yunan işgalinin ilk günlerinde hükümetin başında olan Venizelos, kısa süre sonra görevini bırakmış ve ülke idaresinde uzunca bir süre etkili olamamıştı. 1920-1922 yılları arasında yaşanan Türk – Yunan savaşı, topraklarını savunan Türkiye’nin zaferi ile sonuçlanmıştı. 

    Savaşın bitişi;  Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki iki büyük yarımadanın, Yunanistan Krallığı ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, komşuluğunun da başlangıcı oldu. Savaş ile başlayan ilişkiler diplomasi ile gelişerek devam etti. Lozan Antlaşması’nda Ege Adaları’nın paylaşılması, dini kimliğe dayalı karşılıklı nüfus değişiminin gerçekleşmesi, iki ülkenin bu yöndeki ilişkileri olarak tarihteki yerini aldı.

    Yunanistan’ın, 1924 yılında yönetim şeklini “Cumhuriyet” olarak ilan etmesinden sonra, iki ülkenin karşılıklı elçiler göndermesi de, ilişkilerinin sağlam temeller üzerine oturmaya başladığını gösteriyordu.

    Türkiye, içeride toplumsal ve ekonomik hamlelerle kurucusunun “çağdaş medeniyetler seviyesine erişme” hedefine ilerlerken, dışarda ise “Yurtta barış, dünyada barış” politikasına giden süreci başlatmıştı. Türkiye özelinde Batı Dünyası ile ilişkiler gelişiyor, yeni Türk Devleti’nin barışa dayalı bu dış politikası, liderinin karizması ile birlikte tüm dünyada saygı uyandırıyordu.

    Türkiye’nin bu dönemde artan saygınlığının doruk noktalarından biri Venizelos’un 26 Ekim – 1 Kasım 1930 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretidir. 1928 yılında tekrar Başbakan olan Venizelos, çok değil altı yıl önce fethetmek istediği topraklara bu defa misafir olarak geliyor ve Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılıyordu.

    Venizelos’un ziyareti; 30 Ekim günü imzalanan “Ankara Antlaşması” ile sona eriyor, buna göre iki devlet Ege Denizi üzerinde karşılıklı silah kısıtlamasına gitmeyi kabul ediyorlardı. Venizelos antlaşmayı imzaladıktan sonra Türkçe “Hayırlı olsun” diyerek karşılıklı atılan imzaları kutsuyordu. (1)

    28 Ekim 1930 / Milliyet Gazetesi

    Yunanlılarla İlk Maçlar

    İki ülke arasında savaştan sonra gelişen ilişkilerin futbola yansıması, 1930 yılının başlarına dayanır. Diplomasi dili futbola öncülük eder ve İzmir’in Altay kulübü yeni yılın ilk günlerinde sırasıyla Panathinaikos, AEK ve Apollon Smyrni takımları ile maçlar yapar ve galibiyet alamadan ülkeye geri döner. (2)

    Altay’ın Yunanistan ziyareti iki ülke futbolu açısından için bir ilk olma özelliği taşıyordu. Nitekim Olympiyakos’un Fenerbahçe ve Galatasaray ile yapacağı maçlar için İstanbul’a gelen Yunan Futbol Federasyonu Başkanı M.Pauris, maçın bitiminde Altay ile Fenerbahçe takımlarını karşılaştıran bir beyanat verecektir:

    “Fenerbahçe ile Altay mukayese edilemez. Çünkü aralarında mühim farklar vardır. Fener onlardan iki sınıf daha yüksektir.” (3)

    İki ülke futbolunun Türkiye’deki ilk karşılaşması ise Venizelos’un ziyaretinden 2 gün önce gerçekleşmiştir. Aris takımı 24 Ekim 1930’da Fenerbahçe ile karşı karşıya gelmiş ve maç 2-2 berabere bitmiştir. O dönemde yapılan özel maçlardaki Türk rakipler genellikle Fenerbahçe ve Galatasaray’dır ve yabancı takımların İstanbul’da yaptıkları maçlarda önce Fenerbahçe sahne almaktadır. Bu doğrultuda Aris ikinci maçını Galatasaray ile yapmış, yağmurun futbol oynamayı zorlaştırdığı sahadan ev sahibi takım 5-1’lik galibiyetle ayrılmıştır. (4)

    25 Ekim 1930 / Milliyet Gazetesi

    Seyirci Rekoru

    Altay’ın Yunanistan seyahatiyle başlayan, Aris’in İstanbul’a gelişiyle devam eden Türk-Yunan futbol ilişkilerinde sahne alma sırası bu defa, 1925 yılında kurulmuş olan, ülkenin son şampiyonu Olympiakos’a gelmişti. Aris’ten yedi ay sonra İstanbul’a Fenerbahçe ve Galatasaray ile maç yapmak için gelen kafileye sözü edildiği gibi Yunanistan Futbol Federasyonu Başkanı ve görevlileri de eşlik ediyorlardı.

    O güne kadar özel maçlarda Bulgar, Macar, Avusturya, Mısır, Polonya, Çekoslavak, Romen, Yugoslav takımlarını ağırlayan Fenerbahçe’nin bu seferki rakibi Yunanistan Şampiyonu Olympiakos takımıydı. Yunan yazar Milesis’e göre; Olympiyakos takımı İstanbul’a gelmek için çok istekli değildi. Bu seyahat tamamen iki ülke arasında ilişkileri geliştirmek için Venizelos hükümeti tarafından zorla organize edilmişti. (5)

    Yunan Kafilesi’nin yerleştiği otel ve yemek yiyecekleri restaurant Yunanistan bayrakları ile süslenmişti. Başlangıçta maçları bitirip bir an önce ülkelerine dönmek isteyen Yunanlılar gördükleri bu misafirperverlikten etkilenmişlerdi. (6)

    Olympiakos Takımı maç öncesi İstiklal Caddesi’nde

    Taksim Stadı’ndaki maç herkesin beklediğinden çok daha fazla ilgi gördü.  Saat 17.15’te başlayan maçtaki seyirci sayısının 15.000’i aştığı tespit edildi. (7) Bu sayı o güne kadar tespit edilmiş seyirci rekoruydu. Stadyuma girişlerde polis güçleri halkı kontrol etmekte zorlanmış, tabiri yerindeyse kapılar pencereler kırılmıştı.

    Ertesi günün gazetelerine göre bu durum maça gösterilen ilgiye dayanarak yapılan kontrolsüz bilet satışından kaynaklanıyordu:                  

    “Belediye istiabından fazla müşteri alan sinemalara derhal ceza kesiyor. Stadyum idaresi bundan niçin istisna ediliyor? Tribünlerin balkonun kaç kişi alabileceği malumdur. Bundan fazla bilet satılmasını niçin menetmiyor? Stadyumdaki dünkü çirkin vaziyetten stadyum idaresi kadar belediye de mesuldur. Bu çirkin halin tekerrürüne meydan vermemek lazımdır” (8)

    Fenerbahçe maça; Natık, Hüsnü, Ziya, Cevat, Sadi, M.Reşat, Niyazi, Alaattin, Zeki, Muzaffer, Fikret on biri ile başladı. İlk yarısı rüzgarı da arkasına alan rakip takımın hakimiyetinde geçen maçın ikinci yarısında Fenerbahçe üstünlüğü ele aldı ve 83.dakikada Alaattin’in çalımlarla ceza sahasına yaklaşıp 20 metreden çektiği sert şutun ağlarla buluşması ile maçı 1-0 kazandı.

    Güzel futbolun sergilenmediği maça seyirci fazlalığının futbolcuları etkilemesi damga vurdu. Bu durum maçın Bulgar hakemi Kaçef’in dikkatini çekmiş ve maç sonu verdiği beyanatta dile getirilmiştir:

    “Bugün oyunda teknik görmedim. Yunanlılar olsun, Türkler olsun, ahalinin heyecanına kapılarak şahsi oynadılar. Fener bu hataya düşmeseydi belki daha iyi bir netice alabilirdi. Yunanlılar da bu hataya düştüler. Netice itibariyle her iki takım da teknikten ziyade kazanmayı gözettikleri için pek muvaffak olamadılar. Oyunu umumiyet itibariyle pek beğenmedim.” (9)

    22 Mayıs 1931 tarihinde oynanan Fenerbahçe – Olympiakos maçına ilişkin yazılacaklar, birazdan ilk kez göreceğiniz belgenin keşfedilmesine kadar bunlardı. Yaptıkları savaştan sonra rotalarını devlet politikası gereği “barış” olarak çizmiş iki Balkan ülkesinin futbol takımlarının yaptığı maç bitmiş, seyirci rekoru kırılmış, oynanan futbol ise kimseyi memnun etmemişti.


    Yumruk

    Tarihte devleti yöneten akıl ile kamuoyunun düşüncelerinin zıtlaşmasına çoğu kez tanık olunmuştur. Türk-Yunan dostluğu da diplomatik bir “dostluk” çerçevesinde seyrediyorken, kamuoyunun bir kesimi için “Yunan” dendiğinde, 9 sene önce ülkelerini işgal eden askerler, İzmir’de çıkan yangınlar, Batı Anadolu’da işkence edilenler, ölümler, tecavüzler akıllara geliyordu. Nitekim bu zıtlaşma devletin kalbinin attığı yerde su yüzüne çıkıyor;  Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in Selanikli berberi Venizelos’un gelişi dolayısıyla şunları söylüyordu:

    “Paşam, ben sizin yerinizde olsam ne gider, ne de görüşürüm. Çünkü o millet, bizim Selânik’imizi, toprağımızı, yerimizi aldı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Ankara’mızı almaya kalktı. Bütün bunlardan sonra siz onlarla dost gibi konuşacaksınız. Ben olsam yapamam.” (10)

    Her ne kadar alıntı yaptığımız eserin aktardığı diyalogların gerçekliği tartışılır olsa da, kamuoyunun görüşünü yansıttığı için bu yazıda yer almasında bir sakınca görülmemiştir. Berberinin bu çıkışına karşı Mustafa Kemal’in cevabı devlet politikasını üç cümle ile özetler niteliktedir:

    “Bu memleket iyidir. Bu yüzden dost olmağa, dost görünmeğe mecburuz. Hem bunu yapmazsak, tarih bizi affetmez.” (11)

    Bu çerçevede bakıldığında her iki devlet için de bu politika liderlerin yani Venizelos ve Mustafa Kemal’in kişisel çabaları ile devamlılık gösterir nitelikteydi. Yunan basınının bir kısmı bu politikayı eleştirirken, TBMM’de birçok milletvekili, “savaşsa savaş, kana kan” gibi ifadelere konuşmalarında yer vermekten çekinmiyorlardı. (12) Nitekim Olympiakos Kaptanı Dinos Andrianopoulos maçtan sonra ülkesinde verdiği ropörtajda “Venizelos’un dostluk söylemi cesurca olsa da Türklerin bizden nefret ettiklerini gördük. Korkarak oynadık” diyecektir. (13)

    Yunan basınında maçta yaşanan olayı temsil eden karikatür

    Başka Bir Açı

    Maçın yazılmamış hikayesi ise şöyleydi.

    O güne kadar ülkede gerçekleşen en kalabalık spor olayının izleyicilerinden biri; Yunan kalecisi Achilleas Grammatikopoulos’un, Fenerbahçe’nin golüyle birlikte kaleye girip ağlara takılan Alaattin’e vurmasına dayanamadı ve kalenin arkasından sahaya girerek, kaleci yere düşene onu kadar yumrukladı.

    Yunan basınında elinde silahlı temsil edilen kişi bir subaydı. “Silah” detayına tıpkı bu olayın herhangi bir detayı gibi Türk kaynaklarında rastlanmamaktadır. Yunan kalecinin attığı yumruğu, Türk seyircisinin maç öncesindeki misafirperver tavrının değişmesine ve sertleşen maç atmosferine  bağlayan Milesis, maçı izleyenler arasında 3.Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa’nın (14) da olduğunu ancak bunun gelişen olayları engellemeye yetmediğini yazmakta, üstü kapalı olarak kendisini de suçlamaktadır. (15)

    Yunan kaleciyi yere düşüren yumrukların sahibi olaydan sonra sahadan çıkarak kayıplara karıştı. Maç ise bu yumruk olayına rağmen tamamlandı. Bu kişinin adı ertesi günü hiçbir gazetede yer almadı. Yunan kafilesinin başkanının ağzından, maçta herşeyin çok güzel olduğuna ilişkin demeçler uyduruldu ve olay örtbas edildi. (16)

    Akşam ve Milliyet gazeteleri konuya değinmediler. Seyirci fazlalığı ve yetkililerin stadyuma haddinden fazla kişiyi almaları eleştirildi. Maçın hakeminin değerlendirmeleri arasında da yumruk olayı ile ilgili bir açıklama yer almıyordu. Yunan basını hakemin olayı görmediğini yazmış; Yunan yazar Milesis ise Şükrü Naili Paşa’nın stadda olduğu bir maçta, “Fenerbahçe’nin ordunun takımı olduğu unutulmamalıdır” diyerek hakemin baskı altında olduğunu öne sürmüştür. (17)

    Devletin politikalarının basın tarafından desteklendiği, oto-sansürün yaygın kullanıldığı yıllardı. Sözü geçen her iki gazetede Yunan heyetinin beyanatları, hakemin maç ile ilgili değerlendirmeleri yer bulurken, sadece Cumhuriyet Gazetesi’nde Galatasaray kurucularından ve eski başkanlarından Abidin Daver olayı üstü kapalı olarak konu alan bir yazı yazdı.

    “Cuma günü, stadyumda yapılan futbol maçı esnasında, teessüfe şayan bir hâdise oldu. Bu hâdisenin sebebi nedir? Yunanlılara karşı bir husumet eseri göstermek mi? Hayır. Halkımızın büyük bir kısmı, futbol maçlarını büyük bir asabiyetle seyrediyor, müsabaka esnasında kendilerini kaybedenler, ne yaptıklarını bilmeyenler çoktur. Hiç şüphesiz, ki Yunan kalecisine yumruk vuran seyirci de, bu hareketi, o fazla asabiyetin sevkile istemiyerek yapmış ve maç bitip de sinirleri yatıştığı zaman yaptığına da müteessif ve nadim olmuştur. Bu müessif yumruğun kasden vurulmadığına şüphe etmemekle beraber, seyircilerin müsabakalara müdahalesinin fiilî bir şekil alması ve bilhassa ecnebi ve misafir takımların oyuncularına tecavüz suretinde tezahür etmesi hiç doğru ve kat’iyen sportmence bir hareket değildir.” (18)

    Daver’in konuyu ele alış tarzı “holiganizm” çerçevesindeydi ve yazıda devlet politikası olan Türk-Yunan dostluğuna zarar vermemek için adeta yumuşak geçiş yapılıyordu. Cumhuriyet gazetesi diğer iki gazetenin aksine oto sansüre gitmiyor; ancak gazetede yumruk atanın bir subay olduğuna değinilmeyerek, olay “münferit” olarak lanse ediliyordu. Nitekim Atina gazetelerine olayı “münferit” olarak haber geçen muhabirlere edilen teşekkür birkaç gün sonra gazetenin ilk sayfasında yer buluyordu:

    “Yunan takımının evvelki cuma günü Taksim stadyumunda yaptığı maçta seyircilerden biri tarafından Yunan kalecisine bir yumruk vurulduğu yazılmış ve hatta gazetemiz tarafından bu çirkin hadise takbih edilmişti. Son gelen Atina gazeteleri de bu hadiseden bahsetmektedirler. Teşekkür olunur ki Yunanlı muhabirler, hadiseyi münferit bir hadise mahiyetinde –  ki zaten öyle idi – bildirmişlerdir” (19)

    Haberin sonunda yer alan “ki zaten öyle idi” ibaresi gazetenin olayın “münferit” olduğuna yaptığı tekrar vurgusunu ortaya koymaktadır. Yunan basınının olaya ilişkin değerlendirmeleri, Türk basını tarafından maçın üzerinden bir yıl geçtikten sonra bile dikkatle izlendi. Olimpiyat Dergisi’nin 23 Mayıs 1932 tarihli sayısında Yunan Patris Gazetesi’nin olaya ilişkin makalesinde yer alan ifadelere yer verildi ve iyi niyetleri için teşekkür edildi. Yunan Gazetesi, olayın hemen sonlandırıldığını ve sorumlunun Türk Hükümeti tarafından cezalandırıldığını yazıyordu. (20)


    Sürgün

    Bu güne kadar yumruk olayını gerçekleştiren kişinin kim olduğu arşivlerde gizli kalmıştı. Yukarıdan görülen belge (21) ile bu kişinin Gülhane Hastanesi’nde görevli Doktor Yüzbaşı Hilmi Bey olduğu gün yüzüne çıkmış oldu.

    Taraftarlık refleksi ile mi yoksa Yunan husumetinin kendisinde uyandırdığı milliyetçi duygularla mı bu eylemi yaptığı, en azından şimdilik bilinmiyor. Bilinen, Yunan kalecinin maçın golünü atan Alaattin’e vurması sonucunda sinirlerine hakim olamayarak sahaya girip karşılık vermesi.

    Hilmi Bey’in yumruk olayı maçtan sonra, başında Şükrü Naili Paşa’nın olduğu 3.Kolordu Komutanlığınca araştırıldı. Kısa süre sonra, 26 Mayıs 1931’de de kimliği belirlendi. (22) Bu süreci en iyi anlatan satırlar maçta Fenerbahçe forması giyen Büyük Fikret’in (Arıcan) “Fenerbahçe’de 59 Yıl” isimli kitabında yer almaktadır.


    Büyük Fikret Anlatıyor

    “Olay kapandı sanırken bir-iki gün sonra çalıştığım yere bir inzibat askeri gelerek Merkez Komutanlığı’ndan çağrıldığımı söyledi. Beni bir albayın odasına çıkardılar. Kendisi sert bir lisanla kaleciye yumruğu kimin attığını sordu. Görmediğimi söyledim. Albay inanmıyordu. Hakikaten görmemiştim.

    Ertesi gün Zeki Bey ile beni tekrar çağırdılar. Uzun uzun soruşturdular. Görmediğimizi söyledik. Ama albay ısrar ediyordu. Kızgın bir sesle: “Bu bir subay.. onu mutlaka bulacağız. Yoksa hepimiz ya tekaüt olacağız ya da şarka sürüleceğiz. Başvekilin emri var” dedi. Bize adeta yalvarıyordu adam. Kendisine yardımcı olmamızı istiyordu. Hakikaten görmemiştik.

    Bir gün sonra beni tekrar çağırdılar. Albay: “Biz yumruğu vuranın bir doktor yüzbaşı olduğunu tespit ettik. Bunların arasında var mı?” diyerek bana üç tane doktor yüzbaşı gösterdi. “Tanımıyorum” dedim. Öfkeleri gün geçtikçe artıyordu.

    O zaman Gülhane Hastanesi’nde şimdiki Profesör Rasim Adasal, bizde futbol oynayan Selahattin ve Deniz Hastanesi Başhekimi olan İhsan Meriç de doktordu. Bu iş hepimizi dertlendirmişti.

    Fakat yumruğu vuran yüzbaşı sonunda bulundu. Merkez Kumandanlığı rütbesi tespit edilen ne kadar doktor yüzbaşı varsa çağırıp maç günü nerede olduklarını sormaya başlamış. Yumruğu vuran maç hastası Yüzbaşı Hilmi, o gün maça gitmediğini ve öğretmenleriyle vapur gezisine katıldığını söyleyince ondan şüphelenmişler. Öğretmenleri de Merkez Kumandanlığına çağırıp durumu araştırmışlar. Bunun sonuncunda Yüzbaşı Hilmi’nin doğruyu söylemediği ortaya çıkınca yumruğu vuranın o olduğu anlaşılmış.”

    “Büyük” Fikret Arıcan (ortada), Mehmet Reşat Nayır ve Niyazi Sel ile birlikte.

    Ceza

    Hilmi Bey’in kimliğinin belirlendikten sonra yapılan askeri yargılama sonucunda 20 gün oda hapsi ile cezalandırıldı. Bu süre zarfında görev yeri değiştirilmesine karar verildi. Hilmi Bey’in aldığı cezadan sonra gönderildiği yer, Erzincan’dı ve bu yer değişikliği Erzincan’ın İstanbul’a olan uzaklığı dolayısıyla “sürgün” niteliğindeydi. Hilmi Bey’in yumruk olayı Mustafa Kemal tarafından da takip edildi. Cumhurbaşkanı, Hilmi Bey’in yerinin değiştirildiğinden haberdardı. (23-24) Fikret Arıcan’ın aktarımındaki, olayın çözülmesi için askeri makamlara yapılan baskı bu noktada dikkate değerdir.

    Daha stadyum yok baraka gibi eski Taksim Kışlası’nda oynanıyor. Olaylı maç iki gün sonra yenilendi. Yunanlıları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir maçtı Allah için. Bizim çocuklar çok güzel oynadılar. Sağaçık Leblebi Mehmet topu ortalıyor, santrfor Necdet sol vurup topu Yunan kalesine sokuyor. Soldan Rebii ortalıyor, top Yunan ağlarında. Böylece maç 2-0 bitiyor.

    Ankara’ya döndüğümde arkadaşlarla oturmuş maçı yüksek sesle tartışırken, Atatürk sesimizi duymuş. Yanımıza gelip bana: “Maç hadiseli geçmiş, öyle mi?” diye sordu.

    Ballandıra ballandıra anlattım. Milli hislerim ayağa kalkmış, bir subayın Yunan kalecisini nasıl dövdüğünü anlatıyordum.

    “Subayı kimbilir ne yaptılar?” dedi.

    “Hapsetmişler…” diye karşılık verdim.

    “Yerini değiştirmişlerdir” dedi.

    Atatürk’ün yanında serbestçe konuştuğumuz ve O’nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O’nun keyifli halini görünce her şeyi olduğu gibi söylerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de bir coşkunluğuma gelmiş olmalı ki: “Yunanlılar öyle perişan oldu ki, kaç para eder senin Sakarya Harbin” dedim.

    Atatürk gerçi bir şey demedi ama, sonra söylediğime söyleyeceğime bin pişman oldum. İnsan  kendini unutuyor bazen.”

    Yazı içerisinde bu kaynakta yer alan diyalogların gerçekliği ile ilgili değerlendirmeler hatırlanacaktır. Bu doğrultuda metindeki hataları şu şekilde sıralayabiliriz: Fenerbahçe’nin maç yaptığı takım Apollo değil Olympiyakos’tur. Maç iptal olup, yenilenmemiştir. Cemal Granda’nın detaylarıyla aktardığı maç Galatasaray ile Olympiyakos arasındadır.

    Olympiyakos Takımı İstanbul’dan ayrılırken

    Sonra Ne Oldu?

    Ülkeler arası ilişkiler ve  kamuoyu tavrı dikkate alındığında, futbolun sadece futbol olmadığı gerçeğinin, futbolun endüstrileşmeden önce de var olduğunun ortaya çıktığı bu maçtan sonra Olympiakos takımı kaldıkları otelde Türkiye Futbol Federasyonu İkinci Başkanı Şeref Bey tarafından ziyaret edildi. (25)

    Bu ziyaret sonucu ikinci maça çıkmaya ikna oldukları Yunan basınında yer alan Olympiakos (26), 24 Mayıs’taki Galatasaray maçından 2-0 yenik ayrıldı. Bu maçın sonunda da olaylar çıktı. Yunan kafilesi stadyum yakınlarında saldırıya uğradı. Saldırıyı gerçekleştiren grubun etnik kimliği basında tartışma konusu oldu. Cumhuriyet gazetesi saldırıyı İstanbul’da yaşayan bazı Rumların yaptığını yazarken (27), Apoyevmatini gazetesi (28) bu iddiayı reddetti. 

    Bu saldırıya rağmen aynı gazetede Yunan kafilesinin gördükleri misafirperverliğe ilişkin açıklamalarını yayınlanmaktan geri kalmamıştır. Görüldüğü üzere kamuoyunun, kurulmaya çalışılan Türk-Yunan dostluğu konusunda tavrı olumsuza yakınken, resmi politikalar belirlendiği doğrultuda uygulanmaya devam ediyordu.

    Olympiakos takımı yaptığı iki maçın ardından 25 Mayıs’ta önce Büyükada’ya geçerek öğle yemeği yedi. Ardından ise İstanbul Vali Konağı’nda verilen çay davetine katıldıktan sonra, 26 Mayıs 1931’de ülkesine döndü. Yüzbaşı Hilmi Efendi’nin yakalanıp cezalandırıldığı Türk Futbol Federasyonu tarafından Yunanistan Futbol Federasyonu’na bir mektupla bildirildi. (29) Yunan Futbol Federasyonu da Grammatikopoulos’un cezalandırıldığını bildirirerek bir anlamda dostça karşılık vermiş oldu.

    Yüzbaşı Hilmi’nin sürgün macerasının uzun sürmediği, kısa süre sonra İstanbul’daki görevine geri döndüğünü Fikret Arıcan’ın aktardıklarından anlıyoruz. Anılarında bu olaylı maça yer veren Büyük Fikret, olaydan sonra Yüzbaşı Hilmi ile arkadaş olduğunu şu satırlarla anlatmıştır:

    “Fakat Yüzbaşı’nın talihi yaver gitti. Sadece şark’a tayin edilerek cezalandırıldı. O zamanlar fizik tedavi için gerekli aletler yalnız Gülhane Hastanesi’nde vardı. Ben de bu tedaviler için gerektiğinde Gülhane’ye giderdim. Yüzbaşı Hilmi’yi, Rasim Adasal’ı, Selahattin ve İhsan Meriç’i orada tanıdım. Kendileriyle çok yakın arkadaşlık ettim.”

    Kaleci Grammatikopoulos – 1931 ve 2008 yıllarında çekilmiş fotoğraflarıyla.

    Şüphesiz Olympiyakos takımının İstanbul seyahatinin kahramanı, attığı ve yediği yumruklarla kaleci Achilleas Grammatikopoulos’tu. Achilleas, Olympiakos kariyerine 1928 yılında başladı. Ünlü İspanyol Kaleci Ricardo Zamora’dan esinlenerek “Zamora” lakabını aldı. Olympiakos ile 11 şampiyonluk yaşayıp, 5 kez Yunanistan Milli Takım formasını giydi. 1944 yılında futbolu bıraktıktan sonra Yunan liginde hakemlik yaptı. 1967 yılında Olympiakos Futbol Akademisi’ni kurdu ve ölene kadar üyesi olarak kaldı. 2008 yılında öldüğünde tam 100 yaşındaydı. Dünyanın en uzun yaşamış futbolcusu ünvanını elinde bulunduran Achilleas Grammatikopoulos, ölmeden birkaç ay önce Yunanistan Hükümeti tarafından “Örnek Sporcu” ödülünü almıştı. (30)

    Cenaze

    22 Mayıs 1931 yılındaki maçın iki kahramanı Achilleas ile Hilmi  birbirlerini bir daha hiç görmediler. Peki Yüzbaşı Hilmi’nin kısa süren sürgün günlerinden sonra Fenerbahçe ile yolu kesişmiş miydi? Sorunun cevabı: Evet. Maçın üzerinden 44 yıl geçtikten sonra hem de. 28 Ağustos 1975 günü Fenerbahçe’nin simge isimlerinden “Yavuz İsmet” ünvanlı İsmet Uluğ’un hayata veda ettiği gündü. Fenerbahçe’nin hem sporcusu hem yöneticisi hem de başkanı olan İsmet Uluğ’un aynı gün yapılan cenaze töreninde yer alan isimlerden biri Büyük Fikret’ti. Aşağıdaki görsellerde detaylarını okuyacağınız kesişmenin diğer kahramanı ise cenaze için toplanan kalabalığın arasında Büyük Fikret’e yaklaşarak “Fikret evladım, nasılsın? beni tanıdın mı?” diyen Yüzbaşı Hilmi’ydi. Yüzbaşı Hilmi’yi hemen tanıyan Büyük Fikret’in onunla kucaklaşması 40 yılı aşkın bir özlemi gidermişti adeta. Bir arşiv belgesi ile Fenerbahçe tarihine adını yazdığımız, soyadını öğrenip, ailesine ulaşmak için resmi makamlara sayısız başvuru yaptığımız Yüzbaşı Hilmi’nin kulübün sembol isimlerinden birinin cenazesinde ortaya çıkması, kelimelerle tarif edilecek bir mutluluk değil. Fenerbahçe’nin, Fenerbahçeliliğini her şeyin üstünde tutanlarla var olduğunu söylemek de yanlış olmasa gerek.

    Barış Kenaroğlu

    29 Ağustos 1975 Milliyet
    29 Ağustos 1975 Milliyet

    Notlar :

    (1) Cumhuriyet, 30 Teşrinevvel 1930
    (2) Orhan Berent, Alsancak’ın Sakini Altay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s.56
    (3) Akşam, 24 Mayıs 1931
    (4) Milliyet, 27 Ekim 1930
    (5) Stefanos Milesis , Ένα διεθνές παιχνίδι του Ολυμπιακού που διεξήχθη με την απειλή όπλου (http://pireorama.blogspot.com/2014/07/blog-post_23.html)
    (6) Milesis, a.g.m
    (7) Milesis, a.g.m, Olimpiyat Dergisi, maçı izleyen biletli kişi sayısının 7516 kişi olduğunu ve 7030 lira hasılat elde edildiğini yazar. Yazının devamında görüleceği üzere, stadyumda yaşanan izdiham Yunan ve Türk gazetelerinin seyirci sayısı olarak yazdıkları 15.000 sayısını doğrular niteliktedir. Olimpiyat, 30 Mayıs 1931
    (8) Akşam, 24 Mayıs 1931
    (9) Milliyet, 24 Mayıs 1931
    (10) Turhan Gürkan, Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri, İstanbul, Fer Yayınları, 1971, s.106
    (11) Gürkan, a.g.e, s.107
    (12) Berna Baydan, Türk-Yunan İlişkilerinin II. ve III. Dönrm TBMM’ye ve Kamuoyuna Yansımaları (1923-1931), Yüksek Lisans Tezi, Erzincan, 2017
    (13) Milesis, a.g.m
    (14) Kurtuluş Savaşı kumandanlarından olan ve Lozan’ın imzalanmasının ardından ordusuyla birlikte İstanbul’a giren Şükrü Naili Paşa (Gökberk) , kamuoyunda Fenerbahçeliliği ile tanınıyordu. 1927 yılında Kalamış’ta Belvü gazinosunda tertiplenen yaz balosuna o sıralar İstanbul’da olan Mustafa Kemal ile birlikte katılmıştı. / https://www.fenerbahce.org/kulup/ataturk-fenerbahce
    (15) Milesis, a.g.m
    (16) Akşam, Milliyet, 24 Mayıs 1931
    (17) Milesis, a.g.m
    (18) Cumhuriyet, 27 Mayıs 1931
    (19) Cumhuriyet, 30 Mayıs 1931
    (20) Olimpiyat, 23 Mayıs 1932
    (21) Milli Müdafaa Vekaleti
    Zabıt İşleri Dairesi
    Mehakim Şubesi
    Ş.31
    Sayı.489
    Ankara 4.6.1931
    Hülasa – Maç hadisesi hakkında
    Yüksek Başvekalete
    İstanbul’da Yunan Futbol Takımı ile Fenerbahçe arasında yapılan maç esnasında Yunan kalecisine yumruk vurdu-ğu Üçüncü Kolordu ve İstanbul Merkez Kumandanlıklarınca yaptırılan tahkikat ile tespit olunan Gülhane Hasta-nesi Hekim Yüzbaşı Hilmi Efendinin disiplin cezası olarak yirmi gün oda hapsile cezalandırıldığı ve mumaileyhin (adı geçenin) Erzincan’da Üçüncü Fırka Topçu Alayına nakil ve tayin olunduğu maruzdur efendim
    Mili Müdafaa Vekili / Zekai (Apaydın) Bey
    (22) Cumhuriyet, 27 Mayıs 1931
    (23) Gürkan, a.g.e, s.186
    (24) Turhan Gürkan tarafından ilk kez 1959 yılında Şehir Gazetesi’nde yayınlanan “Atatürk’ün Uşağı Cemal Granda’nın Hatıraları”nda Fenerbahçe – Olympiyakos maçı ve yumruk olayı ile ilgili kısmında şunlar yazılı-dır: “İzinli olarak İstanbul’a gelmiştim. O sırada Yunanlıların Apollo takımı gelmiş, Fenerbahçe ile maçları var. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanıyor. Sağ açık Fikret kaleye giren topu çıkarmak isterken, bu yenilişine içerle-yen kaleci, bir yumruk atıyor. Bunun üzerine sahaya atlayan bir subay da kaleciyi dövüyor.
    Dana stadyum yok baraka gibi eski Taksim Kışlası’nda oynanıyor. Olaylı maç iki gün sonra yenilendi. Yunanlı-ları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir maçtı Allah için. Bizim çocuklar çok güzel oynadılar. Sağaçık Leblebi Meh-met topu ortalıyor, santrfor Necdet sol vurup topu Yunan kalesine sokuyor. Soldan Rebii ortalıyor, top Yunan ağlarında. Böylece maç 2-0 bitiyor.
    Ankara’ya döndüğümde arkadaşlarla oturmuş maçı yüksek sesle tartışırken, Atatürk sesimizi duymuş. Yanımıza gelip bana: “Maç hadiseli geçmiş, öyle mi?” diye sordu.
    Ballandıra ballandıra anlattım. Milli hislerim ayağa kalkmış, bir subayın Yunan kalecisini nasıl dövdüğünü anlatıyordum.
    “Subayı kimbilir ne yaptılar?” dedi.
    “Hapsetmişler…” diye karşılık verdim.
    “Yerini değiştirmişler” dedi.
    Atatürk’ün yanında serbestçe konuştuğumuz ve O’nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O’nun keyifli halini görünce herşeyi olduğu gibi söylerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de bir coşkunluğuma gel-miş olmalı ki: “Yunanlılar öyle perişan oldu ki, kaç para eder senin Sakarya Harbin” dedim.
    Atatürk gerçi bir şey demedi ama, sonra söylediğime söyleyeceğime bin pişman oldum. İnsan kendini unutuyor bazen.”
    Dosya içerisinde bu kaynakta yer alan diyalogların gerçekliği ile ilgili değerlendirmeler hatırlanacaktır. Bu doğ-rultuda metindeki hataları şu şekilde sıralayabiliriz: Fenerbahçe’nin maç yaptığı takım Apollo değil Olympiya-kos’tur. Maç iptal olup, yenilenmemiştir. Cemal Granda’nın detaylarıyla aktardığı maç Galatasaray ile Olym-piyakos arasındadır.
    (25) Şeref Bey bilinen bir diğer ismiyle Ahmed Şerafettin Bey (1894 – 13 Haziran 1933[2]), Türk futbolcu, teknik direktör ve futbol hakemi. Beşiktaş’ın futbol şubesinin kurucusu olup, Beşiktaş futbol takımının ilk kaptanı ve teknik direktörüdür. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Şeref_Bey)
    (26) Milesis, a.g.m
    (27) Cumhuriyet, 27 Ekim 1931
    (28) İstanbul’da 1925 yılında Rumca yayınlanmaya başlayan gazete, tirajını 1960’larda 35.000’lere kadar çıkarmış, 2014 yılında ise yayınlarına son vermiştir.
    (29) Milesis, a.g.m
    (30) http://www.sportmyway.eu/2017/12/09/70sportways-40-achilleas-grammatikopoulos-legend-olympiacos/

  • Zamkinos Kapısı

    Zamkinos Kapısı

    Ofsayd Osman’ı tanır mısınız? Hayır, Sadri Alışık’ın beyaz perdede hayat verdiği muhteşem karakterden bahsetmiyoruz. En az o kadar muhteşem başka bir Ofsayd Osman daha var. Bir nevi hakikisi! Aşağıda 13 Mart 1950 tarihli Öz Fenerbahçe‘den Taksim Stadı’ndaki Zamkinos kapısı hikayesini okuyacağınız Ofsayd, Ahmet Rasim’in de torunu olan ünlü müzik adamı Osman Nihat Akın… Eserleri arasında “Bir İhtimal Daha Var O Da Ölmek Mi Dersin”, “Körfezdeki Dalgın Suya Bir Bak Göreceksin”, “Yine Bu Yıl Ada Sensiz İçime Hiç Sinmedi” gibi şaheserlerin de bulunduğu Osman Nihat Akın, 25 Ekim 1959’da aramızdan ayrıldı. Gitmeden önce müthiş bir Fenerbahçelilik ve sayısız güzel spor yazısı bıraktı. İşte onlardan biri…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Zamkinos Kapısı

    Daha önce biz mi Mısır’a gitmiştik? Yoksa onlar mı İstanbul’a gelmeyi düşünmüşlerdi?. Hiçbirinin farkında değilim. Yalnız içlerinde Prenslerin de bulunduğu bir Mısır takımı ile Fenerbahçe’nin maçı var! dediler. Kadıköyü’nde birkaç arkadaş küçük bir kafile halinde yola çıktık. Garibi şu ki; bizim kafilede de züğürtlükten kinaye kendisine “Prens” lakabı taktığımız Mustafa adlı kekeme bir arkadaşımız vardı. Eşek yükü ile dayak yediği halde bedavacılıktan bir türlü vazgeçmeyen Mustafa’yla yolda bir hayli takılmıştık. Taksim Kışlası’nın kalın duvarları önüne gelince hep birlikte kandilli bir selam çakıp :

    • İçeride tekrar buluşmak üzere şimdilik sizi yalnız bıraktığımızdan dolayı özür dileriz. Zatıaliniz Zamkinos kapısından cızz!

    Deyip onu orada bıraktık. Zamkinos kapısı kekeme Mustafa’nın süzüle süzüle girdiği demir bir parmaklıktı. Bu kapı şimdi bir tümen mevcutlu zevatı muhteremin göğsünü gere gere içeriye girdiği bir kapı haline geldi. Medeniyet başka bir şeydir vesselâm!…

    Neyse mesele orada değil ve bizi de alakadar etmez… Biz staddan içeri girdiğimiz zaman maç başlamış, Fenerbahçe Mısır kalesini adeta abluka altına almıştır.

    • Hakimiyet bizde…
    • Baskı altındalar!.
    • Hacıların kazanı kaynıyor!. gibi matraklarla tahta saloşlar üstünde dalga geçerken Prens hazretleri Kadri’yi atlatıp arkasından bomba gibi bir şut çekerek bize gol atmasın ı?

    Hacılardan evvel bizim akıbetimiz belli olmaya başladığı için artık tribün esprileri sona ermiş, onun yerine gırtlağımız paralanıncaya kadar :

    • Haydi Alâaaa!.
    • Koyuver Zeki’ii!.
    • Ortala Bedi’ii!..

    Diye nâralar atmaya başlamıştık. Nitekim Alaaddin bizim sözümüzü yerine getirerek, birinci haftaymın son dakikalarına doğru öyle bir burun çekti ki, Mısır kalecisi Rüstem Paşa hazretleri topun nereden girdiğini dahi fark edemedi. Birinci haftayımı 1-1 berabere bitirdik ama biz de bittik.

    İkinci Yarı

    İkinci haftaym yine aynı sür’atle başladı. Daha henüz birkaç dakika geçmemişti ki, Fenerbahçe’de o gün sağ açık oynayan Haydar, topu kaptığı gibi öyle bir sürüş sürdü ki olur şey değil… Bir kaleden öbür kaleye kadar devam eden bu sürüş esnasında hiç kimseye takılmadı. Fakat şut çekmek için bir zaviye bulamadığı gibi, topu da kaptırmamak gayreti ile güzel bir orta yaptı. Suat bu topu yere indirmeden bir vole..

    • Gol!. Vaziyet 2-1 Fenerbahçe lehinde..

    Bu golden sonra çocuklar müdafaaya çekildiler. Aman yarabbiii!..

    Kadri’nin o günkü hali hiç gözümün önünden gitmiyor. Şimdi tekmeleriyle meşhur olan (Eker-Biçer) o günkü Kadri’nin yanında bir teşrifatçı kadar nazik kalırdı.

    Fenerbahçe’nin 2-1 galibiyeti ile neticelenen bu maçtan sonra, Galatasaray da aynı takımla bir maç yapacaktı. Bundan evvel, Fenerbahçe’yi üst üste iki defa yendikleri için:

    • Adaaam sende!.. Biz Fener’i iki defa yendikten sonra Fener’in yendiği takımı da yeneriz!.

    Diyorlardı. Böyle düşünmekte ve bu şekilde hesap etmekte belki hakları da vardı. Lakin netice ne oldu bilir misiniz?

    Bu neticeyi bugün dahi söylemeye dilim varmıyor! Fakat tarihin bildiğini halden saklamaya ne lüzum var?

    Hacı beyler Galatasaray’a çorap satar gibi yarım düzine gol attılardı!.

    Görüyorsunuz ya ben neler bilirmişim de söylemezmişim.

    Ofsayd / 13 Mart 1950 – Öz Fenerbahçe


    Not : Osman Nihat Akın’ın bahsettiği maç, 20 Ağustos 1926’da Taksim Stadyumu’nda oynanan Fenerbahçe-El İttihat maçı… Fenerbahçe bu maça; Nedim Kaleci, Sabih Arca, Kadri Göktulga, Şevki, Cevat Sayit, Fazıl Eldem, Haydar Aşan, Alaaddin Baydar, Sedat Taylan, Bedri Gürsoy on biriyle çıkmıştı.

  • Fenerbahçe’nin İkinci Türkiye Şampiyonluğu

    Fenerbahçe’nin İkinci Türkiye Şampiyonluğu

    Fenerbahçe, 19 Ekim 1934 tarihinde başlayıp 15 Mart 1935’de biten İstanbul Ligi’ni 14 maçta 10 galibiyet, 2 beraberlik ve 2 mağlubiyetle şampiyon olarak tamamladı. Böylelikle Türkiye Futbol Şampiyonluğu maçlarına katılmaya hak kazanan Fenerbahçe, Balıkesir’de oynanan grup birinciliklerinden sonra İstanbul’da finalleri oynadı ve ilk şampiyonluğunda olduğu gibi, yine bir İzmir takımını, Altınordu’yu 3-1 yenerek Türkiye Şampiyonluğu’nu kazanmış oldu… Sezonun Fenerbahçe adına gol kralı ise bir değil, üç kişiydi. Sonraki yıllarda isminin başına “Büyük” lakabı gelecek olan Fikret Arıcan, Muzaffer Çizer ve Namık Erbay 13’er golle Fenerbahçe’nin en çok gol bulan oyuncuları oldular… Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin ikinci Türkiye Şampiyonluğu ve emeği geçenler…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İstanbul Ligi Maçları

    19.10.1934 / Fenerbahçe 9 – 0 Süleymaniye

    26.10.1934 / Fenerbahçe 10 – 2 Beykoz

    09.11.1934 / Fenerbahçe 4 – 2 İstanbulspor

    16.11.1934 / Fenerbahçe 1 – 2 Vefa

    30.11.1934 / Fenerbahçe 0 – 0 Galatasaray

    14.12.1934 / Fenerbahçe 1 – 0 Beşiktaş

    11.01.1935 / Fenerbahçe 4 – 2 Beşiktaş

    18.01.1935 / Fenerbahçe – Süleymaniye (Hükmen)

    25.01.1935 / Fenerbahçe 9 – 1 Beykoz

    08.02.1935 / Fenerbahçe 5 – 1 İstanbulspor

    15.02.1935 / Fenerbahçe 4 – 1 Vefa

    01.03.1935 / Fenerbahçe 0 – 4 Galatasaray

    08.03.1935 / Fenerbahçe 0 – 0 Galatasaray

    15.03.1935 / Fenerbahçe 1 – 0 Galatasaray


    Türkiye Futbol Birinciliği Maçları

    25.08.1935 / Fenerbahçe 8 – 0 Çanakkale Türkgücü

    29.08.1935 / Fenerbahçe 5 – 1 Balıkesir İdman Yurdu

    04.09.1935 / Fenerbahçe 9 – 0 Adana Torosspor

    08.09.1935 / Fenerbahçe 3 – 1 Altınordu


    En Çok Forma Giyenler

    17 Maç : Ali Rıza Tansı, Esat Kaner, Fikret Arıcan, Niyazi Sel, Yaşar Alpaslan

    16 Maç : Fazıl Arzık

    15 Maç : Şaban Topkanlı

    13 Maç : Muzaffer Çizer

    11 Maç : Hüsamettin Böke, Mehmet Reşat Nayır, Namık Erbay

    9 Maç : Cevat Sayit

    6 Maç : Bedii Yazıcı, Naci Bastoncu

    3 Maç : Lebip Elmas

    1 Maç : Süleyman Tekil


    En Çok Gol Atanlar

    13 Gol : Fikret Arıcan, Muzaffer Çizer, Namık Erbay

    8 Gol : Ali Rıza Tansı

    7 Gol : Naci Bastoncu, Niyazi Sel

    6 Gol : Şaban Topkanlı

    4 Gol : Esat Kaner

    1 Gol : Süleyman Tekil, Yaşar Alpaslan

    Fenerbahçe'nin İkinci Türkiye Şampiyonluğu
    Fenerbahçe’nin İkinci Türkiye Şampiyonluğu