Fenerbahçe, 21 Eylül 1969 tarihinde başlayıp 6 Haziran 1970’de biten Türkiye Ligi’nde, 30 maçta 17 galibiyet, 10 beraberlik ve 3 yenilgi alarak on beşinci Türkiye Şampiyonluğu’nu kazanmış oldu… Sezonun gol kralı, 26 maçta attığı 7 golle Ogün Altıparmak oldu. Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin on beşinci Türkiye Şampiyonluğu ve emeği geçenler…
Fenerbahçe, 10 Eylül 1967 tarihinde başlayıp 25 Mayıs 1968’de biten Türkiye Ligi’nde, 32 maçta 19 galibiyet, 11 beraberlik ve 2 yenilgi alarak on dördüncü Türkiye Şampiyonluğu’nu kazanmış oldu… Sezonun gol kralı, 26 maçta attığı 8 golle Ogün Altıparmak oldu. Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin on dördüncü Türkiye Şampiyonluğu ve emeği geçenler…
14 Eylül 1997’de bir Fenerbahçe efsanesi, Mehmetçik Basri öldü. İslam Çupi, 16 Eylül 1997 tarihli Milliyet gazetesinde kıymetli dostunun arkasından mükemmel bir yazıya daha imza attı.
Basri Dirimlili ölürken, Fenerbahçe’de ve milli takımda büyük bir futbol uslubu, bir güzel çağ ve yenisi gelmesi mümkün olmayan bir kişilik ve adamlık dönemi kapandı.
Türkiye’yi şimdi Basri’yi seyredenler ve seyretmiyenler diye ikiye ayırmak gerek.
Ben talihliyim çünkü Basri’yi seyredenlerdenim.
Şimdiki futbolcunun iyisini şöyle yazıyorlar…
Mevkii olmayan adam, top ve kendisi sahanın neresinde ise, oranın gerektiği icaplarla futbol oynayan insan…
Basri Dirimlili bundan 40 yıl önce herkesin adından önce mevkii ile anıldığı dönemlerde bu günkü tarzı uygular ve şimdi “modern oyuncu tipini” yarım yüzyıl öncesinden sahalara getirmiş isimdi.
Neden Mehmetçik?
Çok ipinci çok süratli ve yağsız vucuduna çok muhteşem bir teknikle birlikte, büyük bir yürek eklemiş ve sahalardaki korkusuzluğu bu yüzden “mehmetçik” sıfatı ile taçlandırılmıştı.
Futbolcu olarak Fenerbahçe ve milli takımda ne kadar inanılmaz büyüklükte maçları varsa, sosyal yaşamda o kadar sade ve basit yaşamlı bir vatandaştı.
Futbolu bıraktıktan sonra büyük ismi daha fazla para getirecekken, O Fenerbahçesinin içinde kalmaya her ikbale tercih etmiş ve tesisler müdürü olarak Fenerbahçe ve yaşamdaki ömrüne nokta koymuştur.
Son yılları kendisinden sonra emekli olmuş iki Fenerbahçe futbolcusu Ercan Ziya ve Sarı – Lacivertli kulübün insan katalogu denince “hırsız” diye gündeme gelen Semai Şatıroğlu ile küçük bir aile ve küçük bir dünya kurarak, kendi cephesine çekilmiştir.
Buruk Ayrılık
Basri Dirimlili zamanından kalma Türkiye’de en eski yaşayan masörlerden Beşiktaşlı Zeki Er, futbolcunun bir milli maç bittikten sonra sahadan çıkmayıp çimeni dikkatle incelediğini görünce Dirimlili’ye sormuş. Ne arıyorsun diye… Meğer Basri’nin büyük mücadelede oyunun bir dakikasında diş protezi fırlamış ağızından onu arıyormuş.
Beni çok severdi ama, buruk ayrıldı galiba benden…
Bir kitap vardı idealinde… Bunu benim yapmamı istiyordu.
Çok gitti, geldi bana…
Ziya ve Ercan da vardı devrede…
Ben “vaktim yok” diye, bazen doğru bazen yalan hava raporu ile atlattım hep onu.
Tam karar verdik ortaya çıkarmaya kitabı…
Geçen yıl benim beynim karıştı, arkasından kısmı felç… Uzun süre İnternational’de yattım ve çıktım.
Her karşılaşmada sağlığımı sorarken, ben onu “nerde kitabım” diye alıyordum.
Bu erken vefatı acaba bu kitaptan ve benden mi diye düşünüyorum.
Üçlü beni teselli ediyor; Ziya, Ercan ve Semai…
“Tanrı öyle istedi, sen değil…”
İslam Çupi / 16 Eylül 1997 – Milliyet Gazetesi
Not : İslam Çupi yazılarının derlendiği İslamÇupi.org sitesini sizlere tavsiye etmeden geçmeyelim.
30 Mayıs 1968’de büyük bir zafere imza attık… Balkan Şampiyonu Fenerbahçe, futbolda Türkiye’ye uluslararası bir şampiyonluk getiren ilk kulüp oldu. Tapfereritter yazıyor.
1955-56 sezonunda start almıştı Avrupa Kupaları. O sezon ilk kez düzenlenen Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ve Fuar Şehirleri Kupası’nı (1971’de UEFA Kupası’na evrilecekti) 1960-61 sezonunda Avrupa Kupa Galipleri Kupası izlemiş; Avrupa kıtasının “duvar”lar ve “demir perde”lerle bölündüğü 1945 sonrası “Soğuk Savaş” yıllarında toplumlararası ilişkilere kısmen nefes aldıran bir heyecan başlamıştı.
Sonraları çok uzun yıllar Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığı yapacak olan sarı-lacivertli yönetici Faruk Ilgaz’ın öncülüğünü yaptığı Balkan Kupası; bloklara ayrılmış Balkan coğrafyasına yeni bir kültürel etkileşim alanı açacaktı. 1960’lara girildiğinde üç parçaydı Balkanlar: 1952 yılında elele NATO’ya giren Türkiye ve Yunanistan, 1955’te kurulan Varşova Paktı’nın kurucu üyeleri Bulgaristan ve Romanya, sosyalist yönetimlere sahip olmalarına rağmen Varşova Paktı dışında konumlanan Yugoslavya ve (kurucu üyelerden olmasına rağmen 1960’a doğru Pakt’tan hızla uzaklaşan) Arnavutluk.
Avrupa, bu tür bölgesel şampiyonaların yabancısı değildi. Nitekim, Orta Avrupa kulüpleri de iki Dünya Savaşı arasındaki dönemde (1919-1939) Mitropa Kupası adı altında kozlarını paylaşmışlardı (1927-1939). Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nın doğduğu 1955 yılında Mitropa Kupası da lig ikincilerini kapsayacak şekilde canlandırıldı. Kıtanın diğer ucunda ise Fransız, İspanyol, İtalyan ve Portekiz kulüpleri arasında 1949’dan beri Latin Kupası oynanıyordu bile.
Sadece Fenerbahçe
1960-61 sezonunda ilk kez oynanan Balkan Kupası’na basında sıklıkla “Balkan İkincileri Kupası” şeklinde atıfta bulunulmasının da 1955 sonrasındaki Mitropa Kupası gibi bir mantığı vardı. Lig ve Kupa şampiyonları Avrupa Kupalarına gidiyor, Lig ikincisi onca emeğe rağmen resmî dış temastan mahrum kalıyordu. Bu nedenle Balkan Kupası’nın statüsü de “Avrupa Kupalarına katılamayan en başarılı takım”ı gözetecek şekilde hazırlandı. 1960-61’de Fenerbahçe, 1961-63’te Fenerbahçe ve Galatasaray, 1963-64 ve 1964-66’da Beşiktaş ve 1966-67’de Fenerbahçe katılmıştı Balkan Kupası’na.
Katılımcılardan Beşiktaş ve Galatasaray pek bir varlık gösterememiş, buna karşılık Fenerbahçe 1960-61’de şampiyonluğun eşiğinden dönmüştü. Önce AEK deplasmanında, ardından İstanbul’daki maçta Steagul Roşu (Kızılbayrak) Braşov’a karşı öne geçmesine rağmen birer puana razı olan Fenerbahçe (maç fazlasıyla) lider gittiği Braşov deplasmanından puan çıkaramayınca ümidini yitirmişti.
Ancak 1966-67 sezonunda (daha sonradan Eskişehirspor’e altın dönemini yaşatacak olan) Teknik Direktör Abdullah Gegiç’in çalıştırdığı Sarı Kanaryalar grubunda Arnavut Partizani Tirana, Bulgar Çernomore Varna ve Romen UTA Arad’ı geride bırakarak final oynamaya hak kazandı. Diğer finalist ise grubunda Bulgar Lokomotif Sofya, Romen Farul Köstence ve Yugoslav Vardar’ı geride bırakan Yunan AEK Atina idi (o sezon Balkan Kupası şimdiki Şampiyonlar Ligi’nin ilk formatı gibi oynanmıştı).
AEK, Türk futboluna uzak bir kulüp değildi; zira 1924 yılında İstanbul’dan göçen Rumlar tarafından kurulmuş ve Türkiye’den gelen futbolcular da formasını giymişti. Örneğin efsanemiz Lefter Küçükandoniadis de 1964-65’te sakatlanana kadar beş maç sarı-siyahlı formayı sırtına geçirmişti.
Kupadan Önce Kura
Fikstür sıkışıklığı nedeniyle 1967-68 sezonunda sarkan Kupa’da Fenerbahçe 11 Ekim 1967’de Atina’da finalin ilk ayağında AEK karşısına çıkarken başında artık ünlü Macar antrenör Ignac Molnar vardı (AEK’da da bir başka Macar antrenör Gene Çaknadi). 3 gün önce Türkiye Ligi’nde Galatasaray karşısında aldığı 2-0’lık galibiyetin moraliyle sahaya çıkan Fenerbahçe, 11 Ekim 1967’deki bu ilk maçı 2-1 kaybetmişti. 61 kez Yunan milli ve iki kez gol kralı Dimitrios “Mimis” Papayannu’nun frikik golüne Ercan Aktuna karşılık vermiş, ancak ilk yarının bitimine üç dakika kala (1955-58 arasında Beyoğluspor ve Beşiktaş’ta da forma giymiş) Alekos Sofyanidis’in penaltısı skoru tayin etmişti.
26 Ekim’de İstanbul’da oynanan rövanşta şampiyon olacak takıma kupasını vermek üzere FİFA Başkanı İngiliz Stanley Rous da şeref tribününde yerini almıştı. Fenerbahçe maçı Ercan Aktuna’nın 45. dakikadaki penaltı golüyle 1-0 kazanmıştı. Ancak bu skor (deplasmanda atılan gol avantajı uygulanmadığından) kupayı kazanmasına yetmemiş, şampiyonluk üçüncü maça kalmıştı (Fenerbahçe 16, AEK 1 korner kullanmıştı).
“Kupayı” bu maçta kazanamayan Fenerbahçe “kurayı” kazanmıştı. FİFA Başkanı Rous’un uğurlu eli üçüncü maça evsahipliği yapacak takım olarak Fenerbahçe’yi seçmişti. Maçın tarihi 9 Kasım 1967 olarak belirlendi. Maç berabere biterse uzatılacak, eşitlik yine bozulmazsa kupa iki takım arasında paylaşılacaktı.
Ancak kader ağlarını örüyordu. Önce AEK kulübü 9 Kasım’a iki gün kala mazeret öne sürdü: Yunanistan’ın önceki günkü milli maçında oyuncuları sakatlandığından gelmek istemiyorlardı.
Gergin Siyasi İlişkiler
17 Ocak 1968’e ertelenen maç da oynanamadı. Zira Türk-Yunan siyasi ilişkileri bir kez daha geriliyordu. 21 Nisan 1967’de Yunan ordusu içindeki bir cunta, bir askeri darbeyle yönetime el koyarak (1974’ta Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekatı sonucunda devrilecek) bir diktatörlük rejimi kurmuştu. Kıbrıs Barış Harekatından bir hafta sonra Türk futbolunun üç büyükleri arasında oynanan ve Fenerbahçe’nin şampiyonluğuyla biten Türk Silahlı Kuvvetlerine yardım amaçlı turnuva ise ayrı bir yazının konusudur.
1967’de Yunanistan’daki Askerî Cunta, Kıbrıs’ı Yunanistan’la birleştirme (Enosis) hedefine ulaşmak için Keşan ve Dedeağaç görüşmelerinde Türkiye’yle pazarlığa kalkışmış, bundan sonuç alamayınca 15 Kasım’da Kıbrıs’ta Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı saldırılar düzenlenmiş, bu saldırılara Yunan birlikleri de katılmıştı. Türkiye’nin Antlaşmalardan doğan müdahale hakkını kullanacağı yönündeki ihtarı üzerine bu buhran son bulmuş ve Yunanistan, BM gözetimi altında Ada’dan kuvvetlerini çekmek zorunda kalmıştı.
1968 yılında diplomasiye yeniden şans verilirken, futbolda da ortam yumuşamaya başladı. Hatta Balkan Kupası’nda yine Fenerbahçe ile Gençlerbirliği’nin ülkemizi temsil ettikleri 1967-68 sezonu maçları da 1968 Şubat’ında (daha bir önceki sezonun şampiyonu belli olmadan) oynanmaya başlamıştı. Ve hatta, Fenerbahçe ile AEK bu defa aynı gruba düşmüş ve 3 Nisan’da Atina’da oynanan maçı 3-1 AEK kazanmıştı. İstanbul’daki rövanşı ise Fenerbahçe 3-0’la kazanacaktı. 1966-67 sezonunun finalinin ise nihayet 30 Mayıs 1968’de oynanması kararlaştırıldı.
Maçın oynandığı tarih itibarıyla Fenerbahçe Ligi şampiyon kapatmış ve 14. Türkiye şampiyonluğuna ulaşmıştı. Bu sonuçla üçüncü kez düzenlenecek olan Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda ilk kez oynamaya da hak kazanmıştı. Türkiye Kupası’nda ise yarı finale yükselmişti sarı-lacivertliler. Yunan Ligi’nde lider AEK ise 10 Haziran’da resmen şampiyonluğunu ilan edecekti.
Kampa Giriyoruz
Fenerbahçe maç için Moda’da kampa girerken, Yunan futbolcular da Topkapı Sarayı’nı gezmişlerdi. Bulgar Todor Bekirov’un yönettiği İnönü Stadı’ndaki gece maçına Fenerbahçe Yavuz Şimşek, Şükrü Birand, Levent Engineri, Selim Soydan, Ercan Aktuna, Yılmaz Şen, Ogün Altıparmak, Nedim Doğan, Abdullah Çevrim, Ziya Şengül, Yaşar Yiğit onbiriyle çıktı. İki yıldız Can Bartu ve Şeref Has sakatlıkları nedeniyle kadroda değillerdi.
5 gün önce Ligde şampiyonluk turunu atan Fenerbahçe’nin hızına Yunanistan şampiyonu maç boyunca yetişemedi. Daha 2. dakikada Selim Soydan’ın serbest vuruşunu kafayla Manyateas’ın koruduğu kaleye gönderen Ogün Altıparmak gol perdesini açan isimdi. 31. dakikada ise kendine yapılan faulün atışını kullanan yine Selim Soydan’dı. Adeta uçarak topu kafayla filelere “gömen” ise Yılmaz Şen. İlk yarı 2-0 Fenerbahçe’nin üstünlüğüyle biterken AEK 45 dakika boyunca Fenerbahçe kalecisi Yavuz Şimşek’e ulaşan bir akın yapamamıştı.
İkinci yarı AEK kalesine geçen Serafidis ise 69. dakikada Fenerbahçe’nin o sezonki en güzel golünü yedi. Selim Soydan’ın pasını, durduğu yerde sağ ayağıyla havalandıran Ogün Altıparmak sol ayağıyla patlattığı şutla Yunan kalesini bir kez daha düşürmüştü: 3-0. Maçın gerisinde ise oyunu rölantiye alan Fenerbahçe ve bu durumdan istifade ederek tek golünü atan AEK’i izledi İstanbul seyircisi.
Efsanevi Sezon
Bu sadece o sezonun ikinci kupasıydı. 23 Haziran’da Türkiye Kupası’nı, 28 Haziran’da da Cevdet Sunay’ın elinden Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanan Fenerbahçe bir sezonda dört kupa kazanarak benzersiz bir başarı yakalamıştı. Müteakip sezonda da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda “Dünya şampiyonlarının şampiyonu” Manchester City’yi eleyerek zaferlerle dolu yürüyüşünü sürdürecekti.
Balkan Kupası ise, 1971’de UEFA Kupası’nın ihdas edilmesiyle önemini yitirmeye başladı. 1981’e kadar Avrupa Kupalarına kesintisiz katılan Fenerbahçe, 1968’den sonra bu kupaya iştirak etmedi (Beşiktaş 1972-73, Galatasaray ise 1990-91 sezonuna kadar katılmaya devam etti). Bu dönemde Balkan “ikincileri” yerine daha alt sıralardaki takımların, bir süre sonra ise İkinci Lig şampiyonlarının katılması ilgiyi bir hayli azalttı. 1991-92’de Sarıyer ve 1993-94’te Samsunspor da (bir önceki sezonun 2. Lig şampiyonuydu) bu kupayı müzelerine götürdüler. 1995’te UEFA Inter-Toto Kupası’nın ihdasından bir sezon önce de Balkan Kupası tarihe karıştı.
Balkan Kupası bugün Fenerbahçe’nin müzesinde… Peki yıllar sonra bile mutluluktan tebessüm ettiren ne mi kaldı?
Maçın bitimiyle sahaya dolan binlerce Fenerbahçeli taraftarın görüntüleri..
Balkan şampiyonluğu anısına bestesi Rüştü Demirci, güftesi Zeki Tükel’in, “Tükel Plakçılık”tan çıkan “Şampiyon Fenerbahçe” şarkısı ve plağı..
Ve elbette, Fenerbahçe’nin Türkiye’ye uluslararası kupa kazandıran ilk kulüp olmasının gururu…
Hayatımda tanıdığım en iyi Fenerli ile konusu Fenerbahçe olan sohbetimizde saatlerce konuştuk. Olabildiğince hızlı not tutmaya çalıştım sohbet boyunca. Şevkle anlatışını kesmek, yıllara göre kadroları sayarken yaşadığı mutluluğu bölmek istemedim. Anlattıklarını günün birinde yazacağımı, bunun bir sözlü tarih çalışması olduğunu söylediğimde güldü önce. Sonra ekledi: “Maksat Fener’e bi’ şey olmasın” Bugün bu satırlarda babamın “Unutamadığım maç”ının hikayesini aktararak, ona olan Fenerbahçelilik borcumu bir nebze de olsa ödemeye çalıştım. Tamamını ödemenin mümkün olamayacağını bilerek. Tarih : 2 Ekim 1968. Rakip : Manchester City.
“67-68 Sezonunda fırtına gibi esmiş takım. 2 mağlubiyet almışız sadece, Şampiyon olmuşuz. O zamanlar ben de “Küçükyalı Örnekspor”da kaleciyim, yaş 15. Fener maçına gitmek en çok beklediğim şey hayatta. Uykularım kaçardı bir gece önceden, o derece. Şampiyon takım o sene Avrupa kupasında İngiliz şampiyonu City ile eşleşmiş. İngiltere de 66’da ilk kez Dünya Kupası’nı almış, en iyi dönemlerini yaşıyorlar anlayacağın. Eylül’ün ortasında ilk maça çıkmadan kimsede umut yok tabi. İngilizler de işi orada bitirme peşinde. Maç başladı, akın üstüne akın yaptılar. Bizim kaleci Yavuz, ah Yavuz. Beş yıldızlı oynadı o akşam, bizim müdafaa da öyle. Neyse maç 0-0 bitti, iş buraya kaldı. Gün sayıyorum, maça gideceğim. Akşamı sabaha, sabahı akşama ekledim. Çarşamba günüdür o maç. Okula gider gibi çıktım evden. Bizim mahalleden çocuklarla buluştuk, önce minibüse binildi. Doğru Kadıköy’e. Maç Mithatpaşa Stadı’nda. Motorla Dolmabahçe’ye geçilecek. Baktık “Taşkent” yolcu alıyor. Taşkent en hızlı motoru o zamanların. Maçlara giderken ona denk geldik mi bizden mutlusu yoktu. O gün de Şanslıyız, 20 dakikada geçeceğiz karşıya.
Önce bilet kuyruğu tabi, kaç para verdim hatırlamıyorum. Mahşeri bir kalabalık var. Maç akşam 8’de. Kale arkasına aldık biletleri. İtiş kakış girdik içeri. Eskişehir’in amigosu Birol gelmiş maça, tribünleri coşturuyor elinde Türk bayrağı. 50 bine yakın insan var, normalde o stad o kadar adamı almaz. Velhasıl ışıklar yandı, takımlar sahaya çıktı. Fenerin 11’i: Yavuz, Şükrü, Levent, Nunweiller, Ercan, Yılmaz, Ogün, Ziya, Nedim, Fuat, Can. “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” o zamanların meşhur tezahüratı, stad inliyor “Fenerbahçe” diye. Maça biz hızlı başladık. Can aktı gitti, verdi Ogün’e, vurdu gol oldu. Sıçradık havaya ama bayrak kalktı, ofsayt verdi Avusturyalı hakem. Birkaç dakika sonra Ercan’ın kafa pası kısa düştü, araya girip attı İngilizler. Devre bitti öyle. Takım da fena oynamıyor ama neticede moraller bozuk.
İkinci devre. Takım benim olduğum kale arkasına doğru hücum edecek. Abdullah, Fuat’ın yerine girdi. Abdullah Çevrim. Gaga Abdullah. Daha ilk dakika. Ogün bir kaldırdı topu, karambolde Abdullah vurdu. 1-1 oldu. Heyecan dorukta. Golden sonra bastırmaya başladık. Sağlı sollu atak yapıyoruz. Ogün bir tane daha attı, ona da ofsayt verdiler. Yükleniyor takım, dakika 80’de Can’ın ortası, Ogün vurdu, bu defa gol. 2-1. Can ne top oynadı o gün bilsen. Bizim zamanımızın Can Bartu’sunu bugün “futbolseverim” diyen herkesin izlemesi lazımdı. Maç bitti. Rüyada gibiyiz. Alkışlar, “Fener” sesleri.
Maçın bitişiyle benim macera başladı. Söylemiştim Amigo Orhan maçta. Maç bitince sahaya girdi Orhan, tribünleri dolaşıyor pistte. Maç biteli de yarım saati geçmiş, sahanın içi ana baba günü hala. Neyse Orhan benim olduğum kale arkasının önündeyken polisler buna müdahale ettiler. Sert bir şey değildi ama “yeter artık çık sahadan” gibisinden. Benim de kanıma dokundu o anda. Fener galip gelmiş, yer yerinden oynuyor. Bırakın işte adamı, değil mi? Bastım küfürü polislere. Sahada polislerin duyma ihtimalleri yok. Meğersem benim arkamda 3 polis duruyormuş. Bunlar benim üstüme çöktüler. Bizim çocuklar da ellerinden alacak durumda değiller, hepimiz 15 yaşındayız. Kale arkasının altındaki tuvalete götürdüler beni. Bir-iki tokattan sonra ben düştüm yere. Tuvalet neticede leş gibi yer. Kafamı kollarımın arasına alıp, bacaklarımı karnıma çektim, dayanmaya çalışıyorum tekmelere. Beni 10 dakika dövdüler orada. Bayıldım bayılacağım. Birden davudi bir ses duyuldu. Göbekli 50 yaşlarında bir komser gördüm. Ölmüştür şimdi, rahmet olsun. “Ne yapıyorsunuz lan gencecik adama” diye daldı aralarına, dağıttı bunları. Beni kaldırdı yerden, adımı sanımı sordu. Baktı bilincim yerinde, “Hadi bakalım doğru evine” diye yolladı beni tuvaletten. Bizim çocuklar orada. İki büklüm çıktım staddan onların kollarında. Küçükyalı’ya döndük birlikte, geldiğimiz gibi. Evde azar işittik tabi. Sonra soyundum dökündüm, kendimi attım yatağa. “Sabah olsa da gazeteleri alıp okusam” diye hayal ederek uyumuşum”
Babamın gerek skoru ve gerekse sonunda yediği dayak dolayısıyla unutamadığı maç, Fenerbahçe’nin o güne kadar Türk futbol tarihinde aldığı en önemli galibiyetlerinden biriydi. Milliyet’de maç yazısı yazan “Sarı Kanarya” Cihat Arman’ın cümleleriyle, emaneti torunlara teslim etmek üzere satırlarımı sonlandırıyorum. “Fenerbahçe, tarihinin yaprakları arasına 24 ayar altın bir sayfa ekledi. Bu sayfa dünya durdukça babadan oğula, oğuldan toruna emanet edilecek ve altın yaldızlı çerçeve içindeki altın sayfa kalplerin en güzel köşesini süsleyecek.”
1968 yılı Fenerbahçeliler için çok mutlu geçmişti. Ignace Molnar yönetiminde kupa üstüne kupa alınıyor, sevinçler üst üste geliyordu. Barış Kenaroğlu, “ACAB”lı bir sözlü tarih denemesi yapıyor ve babadan oğula anlatılan 1968 Manchester City maçı ile bizi o günlere götürüyor.
Hayatımda tanıdığım en iyi Fenerli ile konusu Fenerbahçe olan sohbetimizde saatlerce konuştuk. Olabildiğince hızlı not tutmaya çalıştım sohbet boyunca. Şevkle anlatışını kesmek, yıllara göre kadroları sayarken yaşadığı mutluluğu bölmek istemedim. Anlattıklarını günün birinde yazacağımı, bunun bir sözlü tarih çalışması olduğunu söylediğimde güldü önce. Sonra ekledi: “Maksat Fener’e bi’ şey olmasın” Bugün bu satırlarda babamın “Unutamadığım maç”ının hikayesini aktararak, ona olan Fenerbahçelilik borcumu bir nebze de olsa ödemeye çalıştım. Tamamını ödemenin mümkün olamayacağını bilerek. Tarih : 2 Ekim 1968. Rakip : Manchester City.
“67-68 Sezonunda fırtına gibi esmiş takım. 2 mağlubiyet almışız sadece, Şampiyon olmuşuz. O zamanlar ben de “Küçükyalı Örnekspor”da kaleciyim, yaş 15. Fener maçına gitmek en çok beklediğim şey hayatta. Uykularım kaçardı bir gece önceden, o derece. Şampiyon takım o sene Avrupa kupasında İngiliz şampiyonu City ile eşleşmiş. İngiltere de 66’da ilk kez Dünya Kupası’nı almış, en iyi dönemlerini yaşıyorlar anlayacağın. Eylül’ün ortasında ilk maça çıkmadan kimsede umut yok tabi. İngilizler de işi orada bitirme peşinde. Maç başladı, akın üstüne akın yaptılar.
Dev Bir Kaleci
Bizim kaleci Yavuz, ah Yavuz. Beş yıldızlı oynadı o akşam, bizim müdafaa da öyle. Neyse maç 0-0 bitti, iş buraya kaldı. Gün sayıyorum, maça gideceğim. Akşamı sabaha, sabahı akşama ekledim. Çarşamba günüdür o maç. Okula gider gibi çıktım evden. Bizim mahalleden çocuklarla buluştuk, önce minibüse binildi. Doğru Kadıköy’e. Maç Mithatpaşa Stadı’nda. Motorla Dolmabahçe’ye geçilecek. Baktık “Taşkent” yolcu alıyor. Taşkent en hızlı motoru o zamanların. Maçlara giderken ona denk geldik mi bizden mutlusu yoktu. O gün de Şanslıyız, 20 dakikada geçeceğiz karşıya.
Önce bilet kuyruğu tabi, kaç para verdim hatırlamıyorum. Mahşeri bir kalabalık var. Maç akşam 8’de. Kale arkasına aldık biletleri. İtiş kakış girdik içeri. Eskişehir’in amigosu Birol gelmiş maça, tribünleri coşturuyor elinde Türk bayrağı. 50 bine yakın insan var, normalde o stad o kadar adamı almaz. Velhasıl ışıklar yandı, takımlar sahaya çıktı. Fenerin 11’i: Yavuz, Şükrü, Levent, Nunweiller, Ercan, Yılmaz, Ogün, Ziya, Nedim, Fuat, Can. “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” o zamanların meşhur tezahüratı, stad inliyor “Fenerbahçe” diye. Maça biz hızlı başladık. Can aktı gitti, verdi Ogün’e, vurdu gol oldu. Sıçradık havaya ama bayrak kalktı, ofsayt verdi Avusturyalı hakem. Birkaç dakika sonra Ercan’ın kafa pası kısa düştü, araya girip attı İngilizler. Devre bitti öyle. Takım da fena oynamıyor ama neticede moraller bozuk.
İkinci devre. Takım benim olduğum kale arkasına doğru hücum edecek. Abdullah, Fuat’ın yerine girdi. Abdullah Çevrim. Gaga Abdullah. Daha ilk dakika. Ogün bir kaldırdı topu, karambolde Abdullah vurdu. 1-1 oldu. Heyecan dorukta. Golden sonra bastırmaya başladık. Sağlı sollu atak yapıyoruz. Ogün bir tane daha attı, ona da ofsayt verdiler. Yükleniyor takım, dakika 80’de Can’ın ortası, Ogün vurdu, bu defa gol. 2-1. Can ne top oynadı o gün bilsen. Bizim zamanımızın Can Bartu’sunu bugün “futbolseverim” diyen herkesin izlemesi lazımdı. Maç bitti. Rüyada gibiyiz. Alkışlar, “Fener” sesleri.
Macera Şimdi Başlıyor
Maçın bitişiyle benim macera başladı. Söylemiştim Amigo Orhan maçta. Maç bitince sahaya girdi Orhan, tribünleri dolaşıyor pistte. Maç biteli de yarım saati geçmiş, sahanın içi ana baba günü hala. Neyse Orhan benim olduğum kale arkasının önündeyken polisler buna müdahale ettiler. Sert bir şey değildi ama “yeter artık çık sahadan” gibisinden. Benim de kanıma dokundu o anda. Fener galip gelmiş, yer yerinden oynuyor. Bırakın işte adamı, değil mi? Bastım küfürü polislere. Sahada polislerin duyma ihtimalleri yok. Meğersem benim arkamda 3 polis duruyormuş. Bunlar benim üstüme çöktüler. Bizim çocuklar da ellerinden alacak durumda değiller, hepimiz 15 yaşındayız. Kale arkasının altındaki tuvalete götürdüler beni. Bir-iki tokattan sonra ben düştüm yere. Tuvalet neticede leş gibi yer. Kafamı kollarımın arasına alıp, bacaklarımı karnıma çektim, dayanmaya çalışıyorum tekmelere. Beni 10 dakika dövdüler orada. Bayıldım bayılacağım.
Birden davudi bir ses duyuldu. Göbekli 50 yaşlarında bir komser gördüm. Ölmüştür şimdi, rahmet olsun. “Ne yapıyorsunuz lan gencecik adama” diye daldı aralarına, dağıttı bunları. Beni kaldırdı yerden, adımı sanımı sordu. Baktı bilincim yerinde, “Hadi bakalım doğru evine” diye yolladı beni tuvaletten. Bizim çocuklar orada. İki büklüm çıktım staddan onların kollarında. Küçükyalı’ya döndük birlikte, geldiğimiz gibi. Evde azar işittik tabi. Sonra soyundum dökündüm, kendimi attım yatağa. “Sabah olsa da gazeteleri alıp okusam” diye hayal ederek uyumuşum”
Babamın gerek skoru ve gerekse sonunda yediği dayak dolayısıyla unutamadığı maç, Fenerbahçe’nin o güne kadar Türk futbol tarihinde aldığı en önemli galibiyetlerinden biriydi. Milliyet’de maç yazısı yazan “Sarı Kanarya” Cihat Arman’ın cümleleriyle, emaneti torunlara teslim etmek üzere satırlarımı sonlandırıyorum. “Fenerbahçe, tarihinin yaprakları arasına 24 ayar altın bir sayfa ekledi. Bu sayfa dünya durdukça babadan oğula, oğuldan toruna emanet edilecek ve altın yaldızlı çerçeve içindeki altın sayfa kalplerin en güzel köşesini süsleyecek.”