Sporcular, yöneticiler, taraftarlar… Arşivde bunların fotoğraflarına bol bol rastlamak mümkün. Peki ya hakemler? Onlara münhasır görseller yok denecek kadar azdı. Bugün bu durum biraz olsun değişiyor. Acar Yıldız ve Gürkan Yıldız ağabeylerimiz sayesinde, “Cemil Yıldız Arşivi” gün yüzüne çıkıyor.
Gerçi resimleri teşhis etme konusunda biraz eksik kaldık ama en azından (ebediyete intikal edenlerden, tarihe bir şeyler intikal ettirerek) bu fotoğrafları yayınlama şerefine nail olduk.
Hayatta olanlara sağlıklı bir ömür, vefat edenlere de rahmet diliyor; Fenerbahçe’nin (ve adı gibi “Acar” bir futbolcu olan Acar Yıldız’ın) tarihinden de fotoğraflar göreceğiniz bu kıymetli arşive keyifle göz gezdireceğinize inanıyoruz.
Acar Yıldız hakkında söylememiz gereken birkaç şey daha var.
Fenerbahçe Tarihi çalışmaları konusunda büyük desteğini her zaman hissettiğimiz “Fenerbahçe Tarihi Meseleleri: 1907-1914” kitabımızın önsözünde de yazdığımız bu değerli koleksiyoner ağabeyimiz, birçok koleksiyoncunun aksine biriktirdiklerini sevdiği ve güvendiği insanlarla sorgusuz sualsiz paylaşır. Hürriyet gazetesindeki röportajında olduğu gibi “rozet koleksiyonu” ile öne çıksa da bu arşivden de görüleceği üzere “tarihî kıymeti haiz” pek çok materyal elinden gelip geçer ve sahibini bulur.
Fenerbahçe Spor Kulübü gibi milyonların sevgisine mazhar olmuş bir camianın “kurumsal hafıza/tarih yazımı” konusunda on yıllardır yaşadığı sıkıntılar hepimizin malumu…
Rüştü Dağlaroğlu‘nun muazzam emeği ile kayıt altına alınmaya başlayan Fenerbahçe tarihi hazinesini, bugün teknoloji sayesinde bilgi ve belgelerle büyütürken en büyük ilham kaynağımızın Müzdat Dağlaroğlu ve Acar Yıldız gibi geçmişin kıymetini bilen büyüklerimiz olduğunu söylememiz gerekir.
Ayrıca vesile bulmuşken “Spor İnsanı nasıl olmalı?” sorusunun yanıtlarından olan, kıymetli ağabeyimiz İlhami Şenyurt’a da Acar ağabey’in koleksiyonuna olan katkıları ve spor tarihi yazımı konusundaki emekleri için teşekkürlerimizi iletmiş olalım.
11 Temmuz 1988 tarihli Milliyet gazetesinde Fenerbahçe taraftarı (3 yıl uzak kaldıkları için gözlerinden ateş saçtıkları için olacak) “Şampiyonluğa Tapanlar” tabiriyle nitelendirilmiş. Huzurlarınızda 1988-1989 sezonu açılışı!
Fenerbahçe, sevgi ve coşku seli içinde sezonu açtı…
35 bine yakın taraftarın çılgınca tezahüratı altında yeni sezonu açan Sarı-Lacivertli takım sanki şampiyonmuşçasına alkış yağmuruna tutuldu…
Fenerbahçe Stadı’nın tribünleri muhteşemdi. Sarı ve laciverte boyanmışçasına rengarenk, denizin dalgaları gibi hareketliydi. Dün sanki Fenerbahçe mabedinde 35 bin mürid vardı. 3 yıldır yakından bile geçmeyen şampiyonluğa tapıyorlardı…
Geçmişe Ziyaret
Fenerbahçeli futbolcu ve yöneticiler sabah saat 09.30’da toplanıp, kulübün kurucularından Galip Kulaksızoğlu ve Sait Selahattin Cihanoğlu’nun kabirlerini ziyaret ettiler. Daha sonra 2 yıl önce vefat eden futbolcu arkadaşları Hüseyin Çakıroğlu’nun da mezarını ziyaret eden Fenerbahçeli futbolcular, buradan Fikirtepe Tesisleri’nin devir-teslim törenine katıldılar.
Fikirtepe, Fenerbahçe’nin
Kadıköy Belediye Başkanı Osman Hızlan tarafından yaptırılan Fikirtepe Tesisleri dün bir törenle 30 yıllığına Fenerbahçe’ye verildi. Tahsin Kaya’nın rahatsızlığını bahane ederek katılmadığı törende kulüp ikinci başkanı Kemal Baytaş ve Osman Hızlan, ortak protokole imza koydular.
Kadıköy Aden Oteli’nde öğle yemeği yiyen Fenerbahçeli futbolcular, daha sonra taraftarlarıyla tanıştılar.
Muhteşem bir tezahürat altında sahaya çıkan Sarı-Lacivertli takımın oyuncuları omuzlardan inmedi. Tüm amatör şubelerin sporcularının da katıldığı sezon açılışında ilginin odak noktasını toplayan oyuncu Schumacher’di…
Tahsin Kaya ise “Büyük başkan” tezahüratı altında 35 bin seyircinin övgüsünü topladı. Bir ara gözlerindeki yaşları tutamayan Kaya, daha sonra fenalaştı ve bir süre sahadaki yedek kulübesinde dinlendi.
Fenerbahçe yönetim kurulu, divan kurulu üyeleri ve eski başkanlar takım sahaya çıkmadan önce sahanın çevresinde bir tur atarak seyirciyle selamlaştılar. Tahsin Kaya, eski başkanlardan Osman Kavrakoğlu ve Ali Şen’in arasında bu turu tamamladı.
Futbolcu Ordusu
Fenerbahçe, açılışı 32 futbolcuyla yaptı. Oğuz ve Turan Ordu Milli Takımı ile Kıbrıs’ta olduğundan, Hakan ise birliğinden izin alınamadığı için açılışa katılamadı.
Mustafa Yücedağ ile Mustafa Kurt forma giymediler. Yücedağ’ın transferi için ise yöneticiler “Tamam” dedi. Macar libero Arpat ile Yugoslav libero Zavko da açılışı kenardan izlediler. İki futbolcu için karar bugünkü antrenmandan sonra verilecek.
En Yaşlılardan Topbaşı
Fenerbahçe’nin gösteri maçı için başlama vuruşunu en eski iki futbolcusu Alaaddin Baydar (78) ve Cafer Çağatay (77) yaptı.
40 dakika süren karşılaşmayı Schumacher’in takımı Şenol ve Birol’un golleriuyle 2-0 kazandı.
Günde Çift İdman
Fenerbahçe 15 Temmuz’a kadar günde iki antrenman ile hazırlıklarını sürdürecek 15 Temmuz’da Almanya’ya gidecek olan Sarı-Lacivertli takım, 28 Temmuz’da İstanbul’a dönecek.
1938 yılında kutlanacak olan Fenerbahçe’nin otuzuncu yıl dönümü için merasim programı Fenerbahçe Spor Kulübü tarafından gazetelere aşağıdaki şekilde bildirilmişti. Sizlerle paylaşmak istedik. Okurken siz de “Keşke her sene aynısı yapılabilse…” diyeceksiniz. Birlik ve beraberliğe giden yolda çok güzel bir adım olur. Keyifli okumalar.
Fenerbahçe Spor Kulübü’nden: Kulübümüzün 30uncu yıl dönümü münasebetiyle 19 Haziran Pazar günü saat 16.00’da başlayıp 20.00’de bitmek üzere fevkalade merasim yapılacak ve Fenerbahçeli gençlerin topluluk ve birliğini gösterecek bir program tatbik edilecektir.
Merasime eski ve yeni Fenerbahçeli bütün sporcuların iştirak edeceği bir resmi geçitle başlanacaktır. Bu resmi geçidi bayrak merasimi, sporcuların and içmesi, Atatürk’ün büstüne çelenk koyma merasimi takip edecektir. Bu merasimi müteakip Fenerbahçeli küçükler arasında bir futbol müsabakası yapılacaktır. Bu müsabakanın hitamını takiben tam saat 17.30’da kulübümüzün Yunanistan’dan 30uncu yıl dönümü münasebetiyle davet edilen Enosis-Panathinaikos muhteliti ile birinci takımımız arasında bir futbol maçı icra edilecektir.
30uncu yıl dönümümüze iştirak edecek zevat Köprü’den 14.30, 15.20, 15.50 ve 17.00’de hareket edecek vapurla merasime, müsabakalara ve maça yetişebilirler.
30 uncu yıl dönümümüz merasimi münasebetiyle Fenerbahçe stadımız dahilinde, gelecekler için, hususi tertibat alınmıştır. Bu tertibata göre kapalı tribünler baştan aşağı numaralıdır. Kapalı tribün fiyatı alelumum bir liradır. Bundan maada bütün açık tribünlerin fiyatı 50 kuruştur. Bu iki mevki haricinde biri Atatürk büstü arasında ve diğeri koşu pisti üzerinde iki hususi yer ayrılmıştır. Bu yerlere üzerinde damga ile murassalı kulüp davetnamesini hamil olanlar girebileceklerdir. Diğer kısım davetiyeler, üzerlerinde yazılı olduğu veçhile, açık tribünlere mahsustur. Gişeler ve kapılar tam ikide açılacaktır.
Fenerbahçe Kulübü, 30uncu yıl merasimine iştirak edecek muhterem halkımızdan yukarıki tertibata itina buyurmalarını bilhassa rica eder.
Fenerbahçe Spor Kulübü’nden: 19/6/938 Pazar günü Kadıköyü’nde kulüp merkezinin bulunduğu Fenerbahçe Stadı’nda 30uncu yıl dönümü merasimi icra edileceğinden kulüp müessislerinin merasime iştirak etmek üzere saat 15.30’da kulübe teşrifleri rica olunur.
20 Haziran 1938 tarihli Son Posta gazetesinden Otuzuncu Yıl Dönümü.20 Haziran 1938 tarihli Tan gazetesinden Otuzuncu Yıl Dönümü.
Bugün Fenerbahçe tarihine dair çok ehemmiyetli çalışmaları olan bir büyüğümüzün yazısı ile sizlerle birlikteyiz. En yakışan ismi ile “Fenerbahçe Stadı”nın nereden nereye geldiğini anlatan “Mabed’in Safahati” huzurlarınızda…
Bugün Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı olarak anılan yerin daha önce, “Papazın Çayırı“, “Papazınbahçesi”, “Union Clup Sahası”, “İttihatspor Sahası” ismiyle yıllarca futbol karşılaşmalarına evsahipliği yaptığını birçok futbolsever çok iyi bilmektedir. Yılların Papazın Çayırı’nın, bir futbol arenası olması, Türk futbolunun adeta mabedi olması, Fenerbahçe’nin şanlı tarihine yeni bir sayfa ekleyip onun dünya kulübü olma yolunda emin adımlarla ilerlediğinin en önemli göstergesidir. İşte bu yüzden Fenerbahçe’ye gönül verenler Şükrü Saracoglu Stadı’na gururla bakmaktadırlar. Dilerseniz; bugün rakiplerinin korkulu rüyası haline gelen, taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanan Şükrü Saracoglu Stadyumu’nun tarihi ve bugüne kadar geçirdiği evrelerle sizi başbaşa bırakalım.
1908 yılı Temmuzunda, Şehremini Operatör Cemil Topuzlu hürriyet kahramanlarına yardım amacıyla verdiği davetin konukları arasında geleceğin Fenerbahçe Başkanı Ziya Songülen ile Maruf Rıfat Beyi aramaktadır. O dönemde yurdumuzda futbolu ilk oynayan ailelerden Reji Whittall’in, İstanbul’a bir futbol sahası yapılması gerekliliği yönündeki konuşmasının ardından hemen bir gün sonra, bu kişiler, Fenerbahçe Başkanı Ziya Songülen, birkaç İngiliz ve maruf Rıfat Bey’le bir toplantı yaparak, saha için en uygun yerin, Hazine’ye ait olan bu çayır olduğuna karar verirler.
Başkâtip Cevat aracılığıyla konu, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’e götürülecektir. Teklifi önce kabul etmeyen sultan daha sonra yıllığı 30 altın kira karşılığında Union Club ile 20 yıllık bir sözleşme yapılmasına karar verir. 3.000 altına mal olan, çayırın tahta perdeyle çevrilmesi ve bir lokal inşaatı sonrasında saha, futbol karşılaşmalarını izleyen kışa kadar hazır hale getirilecektir.
Ancak futbola olan ilginin azlığı, kiranın karşılanamamasına neden oluyordu. Saha 1909 yılında bir yıllığına Fenerbahçe Kulübü’ne kiralandı. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine İngilizler düşman konumuna geçtiler. Dolayısıyla Union Club ile ilgilenmediler. Türk hissedarların da dağılması üzerine sahipsiz kalan Union Club’a, 1915 yılında Kara Kemal tarafından el konuldu ve ismi İttihat Spor Kulübü olarak değiştirildi. Basri Bey isimli bir kişinin işletmeciliğine bırakılan, yeni ismiyle İttihat Spor Sahası, İstanbul’un işgal devri ortalarına kadar tüm sportif faaliyetlerin yeri oldu. 1922 yılında sahanın işletmesi, Basri Bey’in vekili olan Emin Bey’e geçti. Bu kişi de bilinmeyen bir nedenle sahanın işletmesini, Ali Sami, Cevdet ve Tevfik Bey’lerden oluşan bir heyete bıraktı.
Taksim Stadı’nın inşaatı ile birlikte, kendi haline bırakılan saha, 1929 yılında Fenerbahçe tarafından kiralandı ve 25 Ekim 1929 tarihinde yapılan bir spor bayramı ile tekrar hizmete sunuldu. Aynı gün ismi Fenerbahçe Stadı olarak değiştirildi. Bu tarihten itibaren gelişmeler de başladı. 30 Eylül 1931 tarihinde yapılan inşaatla stadın dışarısıyla ilişkisi kesildi. Yapılan birçok değişiklik sonrasında 13 Mayıs 1932 tarihinde, Vali Muhittin Üstündağ’ın katıldığı törenle, Fenerbahçe Stadı’nın açılışı yapıldı. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Kuşdili’nde bulunan lokalinin yanması sonrasında, kiracısı olduğu stadı satın almaya karar vermesi, bugünlerde Maraton tribünün yıkılmaya başlandığı ve kapasitesinin yakın bir gelecekte 52.000 kişiye çıkacağı modern stadyumun temel taşlarını oluşturmuştur. Ülkenin en önemli kulübü olan Fenerbahçe’nin yangın nedeniyle düştüğü bu kötü durum, devlet yöneticilerini de üzmüş ve onları Fenerbahçe’ye yardım etme konusunda ikna etmiştir.
Şükrü Saracoğlu’nun ve Kemal Onan’ın da üstün gayretleriyle, 36.000 metrekarelik bu alan ve içinde bulunan bina, 27 Mayıs 1933 tarihinde, 9.000 TL bedeli 10 ayda ödenmek kaydıyla Fenerbahçe Spor Kulübü’nün malı oldu.
Bununla birlikte Fenerbahçe Türkiye’de stat mülkiyetine sahip ilk kulüp olma özelliğini kazandı.
Bu gurur verici unvan aynı zamanda bazı sorumluluklar da getiriyordu beraberinde. Sorumluluklarının bilincinde olan Fenerbahçe, 14 Temmuz 1933 tarihinde yapılan bir eşya piyangosundan elde edilen 17.000 liralık geliri Fenerbahçe Stadı’na harcadı.
Aynı yıl törenlerle yapılan açılışta, ikinci başkan Hayri Celal Atamer şunları söylüyordu :
“Muhterem hanımefendiler, beyefendiler. Üç senedir yeni bir hamlede ve başarılmış yeni bir işle huzurunuza çıkıyoruz. Üç senelik dar ve kısa bir zamana sıkıştırılmış olan bu işler şunlardır.
25 senelik, canlı ve muvaffakiyetli bir hayatın hatıralarını taşıyan eski kulüp binası, kaderin hain ve kötü bir tamahına kurban olarak yandı. Simsiyah bir gecenin sabahı kendimizi simsiyah bir kömür yığını karşısında bulduk. Elimizde Fenerbahçe isminden başka hiç bir sey kalmamıştı. Yangından çok az zaman evvel fakir bir kiracı olarak girdiğimiz bugünkü Fenerbahçe stadına elimizde kalan enkaz ile sığındık. Bu sene Fenerbahçe 26. yıl dönümünü kutlarken yeni ve büyük bir mazhariyete erdi.
Gazi hazretleri gençliğe ve Fenerbahçe’ye büyük ve kıymet biçilmez bir iltifatta bulundular. Heykellerinin Fenerbahçe stadına dikilmesine müsaade ettiler. Bütün Fenerbahçeliler aczimizle, bu aczi mutlakla buna nasıl teşekkür edeceğimizi bilmiyoruz. Bu heykelle bu saha yıkılmaz ve dağılmaz bir kütle haline gelmiştir. Bu topluluk, bütünlük ve birlik aynı zamanda bütün memleketin bir sembolüdür de. Bu heykel burada azmin ve tesanütün ve disiplinin bir resmi olarak yükseliyor. Bu heykele bakanın kalbi temiz ve yeni bir hamle ile çarpar. Bu heykele bakan bozguncu ve serkeş olamaz bu heykele bakanın kalbi yenilmez ve yenilemez.”
İzleyen tarihlerde, 25’er metrelik 2 kapalı tribün 50’şer metreye uzatıldı. Lokal olarak kullanılan binanın çatısı yenilendi.
Büfe, soyunma odaları ve duşlar eklendi.
Devletin yıllar boyu verdiği sözleri yerine getirmemesi, vaat edilen inşaatın yapılmaması, stadın büyütülmemesi, yüksek masraflarının kulüp üzerinde ağır yük oluşturması sonrasında, 18-21 Ağustos 1982 tarihleri arasında, Başkan Ali Şen önderliğinde ve kongre üyelerinin de onayına sunularak; ne yazık ki, stat Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir.
Pek az kişi bilir ama Halit Kıvanç‘ın Fenerbahçe yazarlığı muhteşemdir. Üstat her hafta kaleme aldığı “Fener Alayı” köşesinin “Bayram Haftası” başlıklı yazısında, Fenerbahçe Stadı’nın 1949 yılındaki açılışını yazmış. Keyifli okumalar.
Allah’ın inayetiyle stadımızı açtık. Lâkin geçen Pazar Kadıköyü’nü bir görmeliydiniz! Doğrusu yarım Üniversite inşaatını, yıllanmış Radyo Sarayı’nı düşününce bu mütevazı stad karşısında iftihar duymamak elde değildi.
Malûmunuz, bu seneki kış gariplik ve şiddette meşhur Ceza Hey’etimizi bile gölgede bıraktı. Bir bakıyorsunuz kar, fırtına, tipi, soğuk, don… Bir de bakıyorsunuz güneş, parlak sema, ılık rüzgâr, bahar güneş! Amma isterseniz bir sokağa çıkın! Mektep çocuklarına bir haftalık kartopu tatili kazandıran modern nezle hazır: Hapşuuu!
Eeee böyle havada da cahil yan hakemi gibi şaşkına dönmemek mümkün değil… (Lafa bakın yani! Sanki hakemin bilgilisi olurmuş da…)
Neyse ki Ulu Tanrı bizleri çok seviyormuş da hemen imdadımıza yetişti. Aman efendim, neydi o hava, neydi o hava? Hani hilafsız söylüyorum, bu kışta o güzel havayı görüp de sandığa koşup mayoyu çıkarmamak elde değildi. (Ne attım ama? Maç tahmini yazıyorum sanki!)
Kısacası yirmi beş kuruşluk roman tabiriyle tam “yazdan kalma” bir gündü.
Stadın önündeki mahşeri kalabalığı yararak ve insana serbest seçimi hatırlatan jandarmaların yanından geçerek içeri girince hepimiz bir “Aaaaa!” çektik. Ne ayıplıyorsunuz canım? İnönü Stadı’nın 21 kademeli tribünlerine: “Amma da yüksek ha?” dedikten sonra Fener Stadı’nın 35 kademeli tribünü karşısında “Aaaa!” değil, alfabenin bütün harflerini sıralasak yine az…
Çok geçmeden Şehir Bandosu marşlara başladı. Ankara radyosunu dinleye dinleye Şopen’le Bethoven’e alışmış olan halk, zeybek havalarını dudak bükerek karşıladı. Nihayet kordela da kesildikten sonra Vali Lütfü Kırdar’ı sahanın ortasında gördük. Topa ilk vuruşu o yapacaktı. Fakat epey durakladıktan sonra yanında bulunan Vildan Aşir’in kulağına eğildi ve : “W mi vurayım?” diye sordu. “Bu hususta hükümetin nokta-i nazarı ne?”
Derken ilk vuruş yapıldı. Böylece sayın valimiz bir sene evvel temel atma ve bir sene sonra da kordela kesme törenlerinde hayli yorulmak suretiyle stadın bu hale gelmesine büyük mikyasta yardım etmiş oldu.
Nihayet oyun başladı. Fenerbahçelilerin bugünün şerefine tertiplemiş oldukları gol müsabakası zevkle seyredildiği sırada hakemin bir kararı tribünü az kalsın Kravçenko davasına çeviriyordu. Neyse ki haftaym imdada yetişti.
Nihayet oyun bittiği zaman İnönü Stadı’nın frigofrik tribünlerinde titremiş tecrübeli seyircilerin verdikleri parayı helal ederek staddan çıktıkları görüldü.
Bu sırada büyüklerden birine sokulup “Efendim” diyecek oldu, “Şu İnönü Stadı’nın duşlarının ısıtılmasını rica…”
Büyüğümüz tebessümle: “Haydi haydi” dedi, “Soğuk duş insanı daha dinçleştirir”
Kendisine artık: “Öyle amma, hasta oluyor çocuklar…” diyemedim.
Muhakkak ki ona da: “Aldırma” cevabını verecekti, “Sporcudur onlar. İki günde iyileşiverirler.”
Halit Kıvanç | 21 Şubat 1949 – Öz Fenerbahçe (Bayram Haftası)
Aşağıdaki uzunca metinde, “Şükrü Saracoğlu ve Dönemi” başlıklı bir kitap serisi derleyen (Şükrü Bey’in oğlu) Yılmaz Saracoğlu’nun kitabından bir aktarımı göreceksiniz.
16 Mart 1950 tarihinden, 15 Ekim 1950’ye kadar, tam 6.057 gün Fenerbahçe Başkanlığı yapan Şükrü Saracoğlu ve onun dönemindeki belli başlı Fenerbahçeliler, Yalçın Doğan’ın meşhur Fenerbahçe Cumhuriyeti kitabında (her ne kadar bazı maddi hatalar bulunsa da) aşağıdaki şekilde anlatılmıştı. İşte o bölüm… Keyifli okumalar…
Top korner noktasına dikildi Taksim Stadı’nda, İstanbul’da.
Maliye Vekili Şükrü Saracoğlu önündeki kağıtlara son bir kez daha göz attı Ankara’da ve kendi kendine “Tamam bu iş” diye düşündü.
İstanbul Taksim Stadı’nda kornere dikilen topa üç-dört Fenerbahçeli birden koştu vuruşu yapmak için.
Ankara’da Maliye Vekili Şükrü Saracoğlu koltuğunda şöyle bir geriye doğru yaslandı. Stadı önce “İttihat Spor”dan almak ve Milli Emlak İdaresi’ne vermek gerekiyordu ki, stad önce devletin eline geçsin. Ama Milli Emlak İdaresi’ne devretmek için de herhalde bir önkoşul bulmak zorunluydu.
Fenerbahçe-İstanbulspor maçının sok dakikaları oynanıyordu Fenerbahçe korneri kazandığında. Topa koşan üç-dört Fenerbahçeli futbolcu arasından Büyük Fikret atıldı, arkadaşlarına “Bana bırakın” diye bağırdı. Taksim Stadı’nda korner noktasına gitti. Topu düzeltti. Vurmak için gerildi.
“Tek maddelik bir yasa çıkartırım, olur biter” diyerek kendi kafasından geçen düşünceyi yeniden kağıda döktü Maliye Vekili Saracoğlu. Kabinede kısa bir sunuşla sorunu çözeceğine yüzde yüz inanıyordu. Sonra da Meclis’ten rahatlıkla geçirebilirdi tek maddelik yasayı. Zaten, o tarihte ne muhalefet vardı, ne de alınan kararlara karşı çıkabilecek bir başka güç.
Fenerbahçe eğer bu son fırsattan yararlanamazsa, artık son dakikaları oynanmakta olan maç 1-1 berabere bitecek, şampiyonluk da elden kaçacaktı. Büyük Fikret geldi ve vurdu. Taksim Stadı’nda bir gürültü koptu. Kornerden gelen top doğrudan doğruya İstanbulspor ağlarına takılmış, Fenerbahçe Büyük Fikret’in vuruşuyla 2-1 öne geçmişti. Hakem maçın bitiş düdüğünü çaldığında, Fenerbahçe’nin de şampiyonluğunu ilan ediyordu İstanbul’da.
Ankara’da Maliye Vekili Saracoğlu için tek maddelik yasayı meclisten geçirmek hiç de güç olmadı. İlk bakışta çok masum görünen bir yasaydı zaten :
“Aynı semtte kurulmuş olan ve faaliyet gösteren spor kulüplerinin sayısı birden fazlaysa o semtte üye sayısı daha fazla olan kulüp faaliyetine devam eder.”
Rövanş
Tek bir madde ile Fenerbahçe yaklaşık on beş yıl sonra Altınordu’dan rövanşı acımasız bir biçimde alıyordu. Fenerbahçe yıllar önce en güç günlerinde Altınordu’ya kaptırdığı futbolcularının ve kaçan iki şampiyonluğunun acısını hiçbir zaman unutmamıştı. Biriktirmişti. İşte, şimdi tam sırasıydı. Bu karar Fenerbahçeliliği ile ünlü Maliye Vekili Şükrü Saracoğlu’nun, daha sonra aralıksız on altı yıl başkanlığını sürdüreceği Fenerbahçe’ye önemli bir armağandı. Tek maddelik karar, sadece Fenerbahçe için yürürlüğe girmişti. Cumhuriyet kurulup ülkede yeni bir devletin temelleri atıldığında, İttihat ve Terakki Fırkası çoktan tarihe karışmıştı. Ama, İttihat ve Terakki’nin kulübü Altınordu’nun izlerine hala rastlamak mümkündü. Raşit Aydınoğlu Bey Altınordu’yu 1921 yılında “İttihat Spor” adı altında yeniden kurmuş ve kulüp faaliyete geçmişti. Gerçi, İttihat Spor’un artık pek gücü kalmamıştı. Ne var ki önemli bir varlığa sahipti : Union Club Sahası… Yani, bugünkü Fenerbahçe Stadı…
Fenerbahçeliler ikide bir Raşit Bey’e gidip “Şu stadı Fenerbahçe’ye sat” önerisinde bulunuyor, Raşit Bey de eski yılların unutturamadığı rekabet içinde “Olmaz” diye direniyordu. Fenerbahçeliler ısrar ediyor, İttihat Spor geri çeviriyordu. Bir, iki, üç… Eeee, artık bu İttihat Spor da fazla olmaya başlamıştı.
Vekiller Heyeti’nde o tarihte Maliye Vekili olarak görev yapan Şükrü Saracoğlu Fenerbahçeliliği ile ünlüydü. Belki o bu işe bir çare bulabilir, İttihat Spor’dan İttihat Spor Sahası’nı satın alabilirdi. Ancak, satın almak için karşı tarafın onayı gerekiyordu. Gelin görün ki, karşı taraf böyle bir onaya hiç de yatkın değildi. Sorunu kestirmek ve çözmekten başka çare kalmıyordu.
Maliye Vekili Saracoğlu formülü bulmuştu. “Aynı semtte faaliyet gösteren” iki kulüp vardı Kadıköy’de. Biri İttihat Spor, diğeri Fenerbahçe. Açıktı ki, Fenerbahçe’nin üye sayısı İttihat Spor’a göre çok fazlaydı. Demek ki, faaliyetini sürdürecek olan Fenerbahçe idi. Demek ki, diğeri, yani, İttihat Spor bu yasadan sonra artık faaliyetini sürdüremezdi.
Nitekim sürdüremedi. İttihat Spor Sahası önce Milli Emlak İdaresi’nin yönetimine bağlandı. 1923 yılında Fenerbahçe Milli Emlak İdaresi’nden sahayı önce kiraladı. Hemen birden olmaz, adım adım ilerlemek gerekiyordu. Kiraladıktan sonra da adını değiştirerek, İttihat Spor Sahası, Fenerbahçe Stadı oldu.
Bu arada Saracoğlu Maliye Vekilliği’nden ayrılıp ekonomik konularda araştırma ve temaslarda bulunmak üzere Amerika’ya gönderilmişti. Türkiye’ye döndükten sonra, önce Osmanlı borçlarının tasfiyesiyle ilgili taksit sorunlarını çözmek üzere kurulan bir komisyonun başkanlığına getirilmiş, kısa süre sonra da, bu kez Adliye Vekili olarak yeniden kabineye girmişti. Kendisi Adliye Vekili iken, Maliye Vekaleti’nden gelen 6 Temmuz 1932 tarih ve 1213 sayılı öneriyle Fenerbahçe Stadı’nın Milli Emlak İdaresi’nden alınıp Fenerbahçe Kulübü’ne satılması bakanlar kurulu tarafından karara bağlandı. Satış işlemleri yaklaşık on ay sürdü.
1933 Mayıs’ında çok eskiden “Silahtar Ağa Sahası”, sonraları bir ara “Papazın Çayırı”, derken “Union Club Sahası” Cumhuriyetten önce “İttihat Spor Sahası”, 1929’da “Fenerbahçe Stadı” artık Fenerbahçe Kulübü’nün malı oldu.
Tam bir Türk Lirası’na… Evet, Fenerbahçe bugünkü stadın mülkiyetini elde ederken Saracoğlu’un araya girmesiyle, Milli Emlak İdaresi’ne, yani devlete sadece bir lira ödedi.
Yan Hakemin Lisansını İptal Etti
Adliye Vekili olarak Fenerbahçe’nin bir maçını izlemek üzere Fenerbahçe Stadı’na geldiğinde Saracoğlu sade bir cümle söylemekle yetinecek ve Fenerbahçeliliğini vurgulayacaktı :
Sol açık Halit orta sahadan kaptığı topla hızla Harbiye ceza sahasına indi. Önüne gelen birkaç kişiyi çalımladı ve sert bir şutla Fenerbahçe’nin ilk golünü attı. Hayır, hayır, yan hakem bayrak kaldırıyor, golü ofsayt gerekçesiyle iptal ediyordu.
Ankara’da oynanan maçı izleyen Başbakan Şükrü Saracoğlu ertesi gün golü iptal eden yan hakemin lisansını iptal etti.
Galatasaray’a karşı oynanan maçın son dakikalarında Taka Naci kornerden gelen topa kafayı vurunca Fenerbahçe 2-1 öne geçti ve maç da biraz sonra bu skorla sona erdi. Saracoğlu ile birlikte maçı izleyen Hacı Bekir Ali Muhiddin doğru soyunma odasına yöneldi. Cebinden çıkardığı cüzdanı olduğu gibi, Fenerbahçe kaptanı Cihat’a verdi. Tüm futbolcuların cüzdandaki parayı paylaşmalarını isteyerek. Cüzdandan çıkan para on bir futbolcu arasında pay edildi. Memur aylığının on sekiz liraya ancak ulaştığı bir dönemde, futbolcu başına o gün 25 lira “prim” düşmüştü.
Aslında gerek Saracoğlu’nun bu davranışı, gerekse ünlü tatlıcı Hacı Bekir’in futbolculara prim dağıtması, yaklaşık on altı-on yedi yıl Fenerbahçe’nin yaşadığı sıradan olaylardandı. Devlette sırtını Başbakan’a dayayan Fenerbahçe, maddi sorunlarını da Hacı Bekir ile çözüyordu.
Büyük Kavga
Taksim Stadı’nda oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçının ikinci yarısında Galatasaray beki Ayı Tevfik bir omuz darbesiyle Fenerbahçeli Leblebi Mehmet’i yere indirince kıyamet koptu. Saha bir anda arenaya döndü. Yumruklar, tekmeler birbirine giriyor, tribünler ayaklanıyor, polis güçlükle daha büyük bir olayı önlemeye çabalıyordu. Fenerbahçe’den dokuz, Galatasaray’dan sekiz futbolcu ceza kuruluna verildi. Fenerbahçe ceza yağdıran kurul kararına itiraz etti. Hatta, bir açıklama yaparak “mahkemeye giderek, tashih-i karara gideceğini” bildirdi. Türk Spor Kurumu Başkanı Beyazıt Milletvekili Halit Bayrak bu açıklamaya şiddetle tepki göstererek “Fenerbahçe Stadı’nı elinden alır, kulübü belli bir süre kapatarak, onlara hadlerini bildiririz” deyince, Fenerbahçeliler önce bir durdu.
Sonra da soluğu Adliye Vekili Şükrü Saracoğlu’nda aldı. Kamuoyunu yakından ilgilendiren, gazetelerin her gün olayla ilgili haberleri birinci sayfaya çıkardığı bir sırada, Adliye Vekili Saracoğlu’nu ziyaret eden Con Kemal başkanlığındaki Fenerbahçe heyeti Şükrü Bey’e “Fenerbahçe üyeliğini” önerdi. Fenerbahçeliliğini zaten stad sorununu çözerken kanıtlamış olan Saracoğlu’na “mutlaka aralarında görmek istediklerini” bildirdi Fenerbahçe yöneticileri.
İstanbul’da Fenerbahçe Kurucular Kurulu toplandı, üç kişiden oluşan yönetim kurulu üye sayısı yediye çıkartılarak bir de “Reislik” makamı kuruldu. Tüzük değişikliği kurucular kurulundan benimsendiği anda, Fenerbahçe Başkanlığına da Adliye Vekili Şükrü Saracoğlu seçildi.
Saracoğlu hemen ilk demecini verdi : “Fenerbahçe gibi memleketin medarı iftiharı, övündüğümüz bir kulübü korumayı en büyük şeref sayarım.”
Saracoğlu ve Hacı Bekir
1934 yılında başlayan Saracoğlu’nun başkanlığı dönemi aralıksız on altı yıl sürdü. 1950 Ekim’inde Saracoğlu kısa bir süre için Ali Muhiddin Hacı Bekir’e bırakarak, sonra da “yeni dönemin yeni kralları” başkanlığa soyunacaktı. Türkiye siyasal yaşamında “Tek Parti” dönemini Fenerbahçe, o dönemin en güçlü adamlarından Şükrü Saracoğlu’nun başkanlık dönemi ile geçirecekti.
Adliye Vekilliği’nden sonra bir ara Dışişleri Vekilliği’ne atanan Saracoğlu 1942’de Başbakan oldu. 1946’ya kadar süren Başbakanlığını 1948’de Meclis Başkanlığı izledi. 1950’den sonra da politikayı bıraktı.
Yıllar yılı büyük bir dayanışma ile Fenerbahçe’yi birlikte yürüten Saracoğlu ile Ali Muhiddin Hacı Bekir arasında nezaket sınırları hiçbir zaman aşılmadı. Hacı Bekir bugün de hala ününü koruyan en önemli şekercilik firmalarının başında geliyordu. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, Ankara’da, İzmir’de ve hatta yurt dışında Kahire ve Londra’da şekerci dükkanları açan Hacı Bekir hem iş dünyasında titizliği ile tanınıyor, hem halk arasında “Hacı Bekir” denildiğinde akla nefis lokumlar, tatlılar, çifte kavrulmuşlar geliyordu. Dolayısıyla bir yandan “halkın içinden biri”, öte yandan zengin bir Fenerbahçe tutkunu ve dönemin ince siyasetinden anlayan bir “partili” idi. Hacı Bekir aslında Fenerbahçe için kolay bulunmaz bir kişiliğe sahipti. Fenerbahçe ne zaman maddi sıkıntıya düşse, elini ilk uzatan Hacı Bekir’di. Futbolcular ne zaman para sıkıntısı çekse, Hacı Bekir onları hiç üzmez, hemen yardımı esirgemezdi.
Fenerbahçe maçlarından sonra, eğer galibiyet gelmişse, Fenerbahçeli futbolcular bilirdi ki, biraz sonra kapı açılacak ve Hacı Bekir soyunma odasında görünecekti. Sadece galibiyetler değil, Fenerbahçe’nin antrenmanları da Hacı Bekir’le renklenirdi futbolcular için. Futbolcular antrenmana çıkınca, Hacı Bekir soyunma odasına girer, hepsinin cebine teker teker zarf içinde on beşer lira bırakırdı. Aydın Bakanoğlu ile Lebip Elmas’ın zarflarından bir gün 17.5 lira çıktığında, her ikisi de anlamıştı ki, eskiyen bornozlarını bu ek iki buçuk lira ile yenileyecekler. Zamanla zarf içindeki on beş liralar, yirmi, otuz liraya yükseldi. Ama, zarflar hiçbir zaman eksilmedi.
Rekor
Hacı Bekir futbolculara ödediği para rekorunu 1941 yılında kırdı. Fenerbahçe 1941’de Başbakanlık Kupası’nı kazanınca, futbolcular şampiyon takımın fotoğrafını çektirerek, büyüttüler fotoğrafı. Fotoğrafın üst köşesine de Hacı Bekir’in resmini monte ettiler. Kaptan Cihat’ın öncülüğünde ellerinde fotoğraf doğru Hacı Bekir’in evine gittiler. On sekiz futbolcu adına kaptan Cihat söz alarak “Efendim, şampiyon biz değiliz, sizsiniz. Siz olmasaydınız, biz şampiyon olamazdık” deyince, Hacı Bekir’in cebinden on sekiz tane yüz liralık çıktı. Futbolcu başına yüz lira!.. Yıl 1941… Yani, o tarihte bir evin yaklaşık bir yıllık kirası…
Hacı Bekir sanki “Noel Baba” idi Fenerbahçeli futbolcular için. Evlerine odun, kömür gönderir, elini öpeni para vermeden yanından ayırmazdı. Fenerbahçe maç için ne zaman Ankara’ya gitse, futbolcuların başına geçer, mutlaka Başbakan Saracoğlu’nu ziyaret ederdi.
Başbakan Saracoğlu, Bakanlar Kurulu’nu bir saat erteledi. Çünkü, maç için Ankara’ya gelmiş olan Fenerbahçe takımını kabul edecekti. Kabul yerinin Meclis binası olduğu duyuruldu Fenerbahçelilere. Otelden yürüyerek meclise doğru giden Fenerbahçeli futbolculardan birisi gömleğinin yakasını ceketinin üstüne çıkarmıştı. Yani, kravatı yoktu. Durumu gören Hacı Bekir hiçbir şey söylemedi. Bir gömlekçi, kravatçı dükkanının önünden geçerken futbolculara dönerek “Haydi size birer kravat alalım” deyip hepsini dükkana soktu. Hepsine birer kravat armağan etti.
Dükkandan çıkarken kravatını takmayan futbolcu yoktu.
Hacı Bekir’in bu bonkörlüğü kendisi aleyhinde Fenerbahçe camiasında söz çıkıncaya dek sürdü. “Kendisini parayla sevdiriyor” dediklerini duyduğunda, bir daha Fenerbahçe’ye adımını atmadı.
Hür Fenerbahçeliler
Rüştü Dağlaroğlu cebinden Yenice sigarasını çıkardı ve sigara paketinin arkasına eski yazıyla o gün sahaya çıkacak on bir Fenerbahçeli futbolcunun adını yazdı. “Yağcı Ali” bir, iki futbolcuya itiraz etti, ama takımın iskeleti yine de bozulmadı. “Kuşçu Ali” de katıldı bu on bire ve takım sahaya öyle çıktı.
1940’larda yine her zaman yaşanan olağan olaylardan biriydi bu. Yağ satan Ali’nin dükkanı Bahçekapı’daydı. Kuşçulukla uğraşan Ali’nin dükkanı da onun biraz ilerisinde. Zaten Hacı Bekir’in de Bahçekapı’da dükkanı vardı. Hacı Bekir Ali Muhiddin’in yanı sıra “Kuşçu Ali” ile “Yağcı Ali” de dışarıdan kulübe uzun süre destek verdi. Dönem bir anlamda “Üç Ali” dönemiydi. Başta üstlendiği göreve göre, ya Adliye Vekili, ya Başvekil ya da Meclis Başkanı olarak Şükrü Saracoğlu, İstanbul’da da “Üç Ali”.
Özellikle Yağcı Ali’nin dükkanı tüm Fenerbahçelilerin uğrak yeriydi. Maçlar bu dükkanda tartışılır, takım bu dükkanda sıralanır, asıl önemlisi Fenerbahçe Kongreleri hazırlığı bu dükkanda yürütülürdü. Hem “Kuşçu Ali”, hem de “Yağcı Ali” kulübü destekler, maddi yardımda bulunur, ama kongrelerde de kendi sözlerinin geçmesini beklerdi.
İşte, bugüne dek sürüp gelen ve hala ister kongre zamanı, ister kongre sonrası Fenerbahçe’yi her zaman çalkalayan “grupçuluk” ilk tohumlarını “Yağcı Ali”nin dükkanında attı. Fenerbahçe’de grupların doğuşu, birbirleriyle kıyasıya mücadele, kavgalar, küfürler, mahkemeler, Bahçekapı’da bu gösterişsiz dükkana kadar iner.
Vatan Gazetesi Yazı İşleri Müdürü eski futbolcu Con Kemal, gümrük komisyoncusu Müslim Bağcılar, Yavuz İzmir Nakliyat’ın sahibi David Nevon, Şark Nakliyat sahibi Ethem Şahinoğlu, “Yağcı Ali”nin dükkanının sürekli müşterileriydi. Onlar da Fenerbahçe yöneticileri arasında yer alır ve Fenerbahçe’yi yönetmek, takım kurmak ateşiyle yanardı. Ama, onların üstünde, yıllar yılı Fenerbahçe kongrelerine egemen üç kişi vardı : Rüştü Dağlaroğlu, Yağcı Ali ve Hayrullah Güvenir. Anılan üçlü 1942’lerden 1950’lerin sonlarına dek, Süreyya Sineması’ndaki kavgalı kongreye dek, Fenerbahçe’ye perde gerisinden dediğini hep yaptırmayı bildi.
Kendilerine bir isim de buldu bu üçlü : “Hür Fenerbahçeliler”
Devir Değişiyor
Rüştü Dağlaroğlu Fenerbahçe’de su sporlarıyla ilgilenen bir sporcuydu. Kürek çekti, su topu takımında yer aldı, yüzme dalıyla ilgilendi. 1944-1974 arasında zaman zaman Fenerbahçe yönetiminde yer aldı. Sonra da Fenerbahçe tarihi ile ilgili derli, toplu ilk kitabı yazdı.
Hayrullah Güvenir, Sümerbank’ta müfettişlik yaptı. Sümerbank 1940’lı yıllarda hep Fenerbahçelilerle doluydu. Örneğin, Büyük Fikret bir ara Sümerbank’ın Eyüp’teki fabrikasında ambar müdürlüğünde bulundu.
Laleli’de makasdarlık yaparken Sümerbank’tan iplik satın alıp piyasaya iplik satan Raif Dinçkök de koyu bir Fenerbahçeliydi. Daha sonra oğlu Ali Dinçkök de birkaç kez Fenerbahçe yönetiminde görev alacaktı. Eyüp’teki fabrika müdürü Ömer Sugan ile o fabrikadan iplik satın alan Raif Dinçkök daha sonraları bugün de kumaş üretimiyle tanınan “Aksu” fabrikasını kuracak, Ömer Sugan, Raif Dinçkök’e ortak olacaktı. Hayrullah Güvenir işte bu sıralarda fabrikayı teftiş etti. Yazdığı temiz rapora rağmen bir süre sonra Ömer Sugan müdürlükten ayrıldı ve Dinçköklerin ortağı oldu.
1940’lara gelindiğinde Fenerbahçe’de gerçi “Noel Baba”lar vardı. Ama, artık yavaş yavaş iş dünyasına da kapılarını açmaya aday görünüyordu. Yavaş yavaş iş dünyasıyla bağlantılarını arttıran Fenerbahçe, kendi içinde de yeni yeni gruplaşmalara yöneliyordu.
Cihat mı, yoksa Esat mı kaptan olacaktı?.. İşte, bu tartışma takımı ikiye böldü. Kongre gruplarının da fiilen doğuşu bu olayla başladı. Zaten var olan gruplaşma takım kaptanlığı tartışmasıyla iyice su yüzüne çıktı.
Sıradan Bir Vatandaş
Elindeki bastonuyla ayağını neredeyse sürüyerek Fenerbahçe Stadı’nın giriş turnikelerine yaklaşan ihtiyar, eli titreyerek biletini uzattı. Başındaki fötr şapkasını hafifçe düzeltti, turnikeyi itmeye gücü ancak yetti, yetmedi. Hem yaşlı, hem de belli ki hastaydı. Arkada biriken birkaç kişi, “Haydi baba, yürüsene ya… Biz de geçelim” diye ihtiyarı şöyle bir omuzladı.
Fenerbahçe Başkanı Faruk Ilgaz önce gözlerine inanamadı. Turnikeyi zorla evirmeye çalışan, ama arkadan birkaç gencin itmesine maruz kalan ihtiyarı tanıyacak gibiydi… Evet, evet, o idi, ta kendisi… Yerinden fırladığı gibi doğru ihtiyarın yanına koşarken, bir yandan da ceketini iliklemeye çabalıyordu.
Elinde biletiyle Fenerbahçe maçını izlemeye gelen ihtiyar, Fenerbahçe’ye stadı kazandıran, ülkenin bakanlık ve başbakanlık koltuklarında oturmuş, Fenerbahçe’ye tam on yedi yıl başkanlık yapmış Şükrü Saracoğlu’ydu. Şimdi “sıradan bir vatandaş” olarak maça geliyordu.
Faruk Ilgaz kolundan tutup, ona merdivenleri çıkması için yardım etti. On yedi yıllık başkanını Şeref Tribünü’ne oturttuğunda, ihtiyarın gözlerinden akan iki damla yaşı görmemek için, başını çevirdi.
Demirkırat Dönemi
Artık, dönem değişmiş, CHP iktidarı kaybetmiş, 14 Mayıs 1950 seçimleriyle birlikte iktidara Demokrat Parti gelmişti. Saracoğlu’nu artık kim tanıyabilir ki, birkaç vefa duygusuna sahip Fenerbahçelinin dışında?..
Gerçi, aradan yıllar geçtikten sonra, Saracoğlu’nun Fenerbahçe’ye hizmetleri hep “şükranla” yad edilecek, Fenerbahçeliler kendisinden söz ederken, asla saygıda kusur etmeyeceklerdi. Ancak, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği bir sırada, ülkedeki moda spora da yansıyacaktı. Bu moda Fenerbahçe’ye iki türlü yansıyordu.
Cihat’ın uzun degajını yakalayan Küçük Fikret aradan Lefter’e bir pas çıkardı. Önündeki iki Göztepeliyi çalımlayan Lefter kaleciyi de geçerek topu Göztepe ağlarına bıraktı. Yirmi altıncı dakikada atılan bu gole Göztepe ikinci yarının ortalarında karşılık verince, maç uzatıldı. Uzatmanın ikinci devresinde bu kez Halit (Deringör) ortasını iyi izleyen Erol kafayla Fenerbahçe’yi 2-1 öne geçirdi.
Ankara’da oynanan Başbakanlık Kupası final maçından sonra Başbakan Adnan Menderes sahaya inerek, büyük tezahürat altında Başbakanlık Kupası’nı Fenerbahçe’ye verdi.
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin bir ayı daha yeni dolmuştu. Göztepe ile oynayacağı final maçı için Ankara’ya gelen Fenerbahçe, doğrı Anıtkabir’e giderek çelenk koydu. Ardından da Çankaya’nın yolunu tuttu. Çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı makamında kutlamak için Fenerbahçeli yöneticiler ve futbolcular Çankaya Köşkü’nde sıraya girdiler. Cumhurbaşkanını kutlayan Fenerbahçe, Göztepe maçına çıkmadan önce Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı ve Fenerbahçeliliği ile tanınan Korgenerel Fevzi Uçaner’e de bir nezaket ziyaretinde bulundu.
Fiilen Başkan
Bu arada Fenerbahçeli yöneticilerden Rüştü Dağlaroğlu’nun aklına, o sırada fiilen Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı’nı yürüten Şükrü Saracoğlu geldi. İktidarın adresi artık değişmişti, ama ortada da bir kulüp başkanı vardı. Dağlaroğlu telefonda “Sizi ziyarete gelmek istiyoruz” deyince, Saracoğlu “Artık ben sizleri ziyaret etmeliyim” demekle yetindi. Göztepe maçına gelmeyen Saracoğlu, aynı akşam Fenerbahçe’nin kaldığı Belvü Palas’a gelerek Başbakanlık Kupası’nı yeni Başbakan Adnan Menderes’in elinden alan Fenerbahçelileri kutladı.
14 Mayıs 1950 seçimlerine Fenerbahçe Yönetim Kurulu üç üye ile katılmıştı. Yedi kişilik yönetim kurulundan Zeki Rıza Sporel ile Osman Kavrakoğlu Rize, Firüzan Tekil de İstanbul Milletvekili olarak Meclis’e girmişti. Tabii ki, üçü de Demokrat Parti listesinden!..
Kavrakoğlu seçimlere giderken Fenerbahçe’deki arkadaşlarını uyarmaya çalışıyor, “Haydi siz de gelin Demokrat Parti’ye girin. Nasıl olsa mebus olacağız, kulübü de böylece daha iyi yönetiriz” diyordu. Yeni siyasal dönem, yeni iktidarını yaratıyor, spor kulüplerinde de buna ayak uyduran olaylar yaşanıyordu.
Demokrat Partili olduğu bilinen Kavrakoğlu 1943 yılından sonra Fenerbahçe’nin yönetimine seçilmiş, yönetimde çeşitli görevler üstlenmişti. Çeşitli il ve ilçelerde yargıçlık ve savcılık, savcı yardımcılıklarında bulunan Kavrakoğlu Rizeliydi. Fenerbahçe’nin popüler adı, bir zamanların gol kıralı Zeki Rıza’yı da Demokrat Parti’den milletvekili seçtirmek istiyordu. Adnan Menderes bu isteği yerinde görmüş ve Zeki Rıza için “Madem o Rizeli, sizin ikinizi Rize’den aday yapalım” demişti. Menderes seçim için Rize’ye geldiğinde, Kavrakoğlu halka dönmüş, “İşte, size ahir zaman peygamberini tanıtıyorum” demişti. Kendi deyimiyle “hayatta Demokrat Parti ile Fenerbahçe’yi sevmiş” olan Kavrakoğlu yeni, dönemde en güçlü başkan adaylarından biriydi Fenerbahçe’ye.
Beni Hatırlamanız Yeter
1950 seçimlerinden sonra “bir Fenerbahçeli olarak” Saracoğlu’nu ziyaret ettiğinde ve kulüp başkanlığı için onun düşüncesini almak istediğinde, Saracoğlu nezaketi elden bırakmamış, “Beni hatırlamanız yeter, artık siz başkan olun Osman Bey” diyerek, yeni iktidar dönemini Fenerbahçe dına da tescil etmişti.
Arşiv sürprizlerle dolu… Necip Fazıl Kısakürek’in meşhur dergisi Büyük Doğu’da futbol ve Fenerbahçe konulu bir yazıya rastlayacağımızı hiç düşünmezdik. Taraftara dair söylenenler bir yana, 1948 yılında yayınlanan yazıda oldukça ilginç bilgiler var. Fenerbahçe Stadı‘nın yazıda anlatılan bazı hallerini bizler de bilmiyorduk. Bu yazı sayesinde öğrenmiş olduk. Siz de keyifle okuyacaksınız.
Bu arada, hoş bir tesadüf, yukarıdaki fotoğraf da tam yazının yazıldığı sıralarda çekilmiş ve 22 Mart 1948 tarihli Öz Fenerbahçe dergisinde yayınlanmış. Yazıda bahsi geçen taraftarlar, resimdekiler diyebiliriz… :)
Meraklılarınca, tiryakilerince, hatta hastalarınca hiçbir şeye değişilmeyen bir zevk… Bunu, seyircileri kastederek söylüyorum. Oynayanlar için zaten bu böyledir. Futbol maçı seyretmek bazı kimseler için sigaradan, içkiden, kumardan, morfinden daha müthiş bir iptila halini almıştır. Ve maç seyredenler de yukarıda saydığımız dört iptiladan en az bir ikisine tutkundurlar. Tuhaf, fakat doğru. Çünkü futbol bir spor olduğuna göre, oynasınlar veya oynamasınlar, bunun düşkünlerinin spor terbiyesine ve ahlakına bağlı olması lazım gelir. Vücudu ve ruhu kötü zehirlerden uzak tutmak böyleleri için şarttır. Maç seyreden on bin kişinin en az yedi bininin ağzında, eğer haykırıyorsa elinde, muhakkak sigara vardır. Maç dönüşü akşamları, tutulan takımın kaybetmesi veya kazanmasına bağlı olarak kederden veya sevinçten kafa çekilir. Maçtan evvel, yahut maç esnasında girişilen bahisler de kumardan başka bir şey değildir.
Bu büyük şehrin ahalisini, en fazla toplu ve kendinden geçmiş bir halde görmek isterseniz, muhakkak ki, bir maça gidiniz. Giderken ve dönerken bile, birçok farkında olmadığınız hususiyetler görecek, hiç bilmediğiniz ve duymadığınız, sizi hayretler içinde bırakacak kelimeler işiteceksiniz.
Maç, Şeref Stadı’ndaysa tramvayların, Fener Stadı’ndaysa vapurların hali gülmekle ağlamak arzusunu aynı anda verir insana… Tramvaylar oğul haline gelmiş bir arı (koloni)sini, vapurlar karpuz yahut kavunla silme doldurulmuş bir takayı hatırlatır. Giderken heyecanını zaptedenler, dönüşte zıvanadan çıkarlar.
Maçların en eğlencelisi, daha doğrusu en gürültülüsü, taraftarları çok, yerli takımlarımız arasında olanlarıdır. Yani Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş maçları… Tribünler taraflar arasında taksim edilmiştir. Galatasaray’ı tutan bir seyirci, eğer maç Fenerbahçe-Galatasaray arasında oluyorsa, Fenerbahçe taraftarlarının tribününde yer alamaz. Alsa da susmaya, susmaya da değil, ekseriyete uymaya mecburdur. Uymazsa ne mi olur? Ara sıra oyuncular, bazen oyunculardan bir ikisiyle hakem arasında olan olur : Kavga, gürültü… Seyirciye (boykot) cezası yoktur ama sıhhî sebepler buna onu mecbur edebilir. Bir gol atılınca seyircilerin hepi bir ağızdan:
Gol!…..
diye haykırması çok, çok uzaklardan işitilir. Sakin bir havada, Fenerbahçe Stadı’ndan yükselen ses Caddebostan, Erenköy, hatta Şaşkınbakkal’dan bile duyulmaktadır. Ya o anda stadın içi? Golü atan takımın taraftarları yerlerinde tepinmekte, suratları kıpkırmızı, boyun damarları mosmor oluncaya kadar, avaz avaz haykırmakta, canhıraş feryatlarla düdüklerini öttürmekte, ellerindeki kaynana zırıltılarını çevirerek ortalığı vaveylaya vermektedirler.
Fenerbahçe maçlarının en büyük hususiyetlerinden biri de borazan çalınmasıdır. Fener muhacimleri, hasım kaleye doğru akına geçtikleri zaman, meşhur Ahırkapılı borazancı, hücum borusu çalar. Akın, kale önlerine geldiği zaman, muhasım kalenin yemek vakti geldi manasına, karavana borusu çalınır. Netice gol olursa, çılgın alkışlar “gol!..” haykırışları arasında borazanın hangi havayı çaldığı anlaşılamaz. Belki, rakiplere karşı, o an yuf borusu çalınmaktadır.
Stadların devamlı taliplerinden olan seyyar satıcılara gelince: Bin bir türlüsü mevcuttur. En başta çikletçiler gelir. Bunlar mallarını “heyecan ilacı”, “heyecanı teskin ediyor” diye satarlar. Çiklet çiğneyenlerin heyecanları teskin olunacak yerde, hezeyan halini alır. Herkesin tanıdığı şam tatlıcısı ise, kendisine has ses tonuyla asabları gıcırdatacak bir tarzda “Şem!..” diye malını reklam eder. Yenilecek içilecek her şeyi, her şekilde satanlar ayrı ayrı bahse değmez.
Sarı-Lacivert renkle Sarı-Kırmızı rengin çarpışacağı günler, heyecan barometresi en yüksek noktaya kadar çıkar. Bu renklerin taraftarları çok bağlıdırlar kulüplerine… Sahaya, bağlı oldukları rengin bir oyuncusu, tanınmış bir idarecisi girdiği zaman şiddetle alkışlarlar. Yalnız bir kişi, o da bir kadın, bütün seyirciler tarafından müştereken alkışlanır : Gazete foto muhabirlerinden Eleni!.. Sahanın bir ucundan öteki ucuna kadar, hangi tribün önünden geçse, hemen alkış başlar. Adeta bu, bir anane halini almıştır.
Maçların en mühim hususiyetlerinden biri de, her sınıf seyircinin, kunduracı çırağından terzi kalfasına, şirket hademesinden devlet memuruna, boş gezenden kalantor tüccarına kadar hepsinin, biraz veya çok fazla, külhanbeyleştiği, hayasızca manilerin, müstehcen türkülerin hep bir ağızdan söylendiğidir. Hem de neler, neler!.. Misal vermeye hicabımız ve Basın Kanunu müsaade etmez. Bunların en hafiflerinden biri, bir gol yiyince diğer tarafı tutanlarından bir ağızdan:
Maçların da kendine mahsus bir argosu, argo tabiriyle bir raconu vardır.
Bir bakarsınız; tribünün birinde, seyircilerden biri tarafından yüzlerce lira sarf ederek yaptırılmış, saf ipekten bir bayrak açılır. Bu bayrak sevilen, tutulan, bağlanılan, uğrunda kendinden geçilen takımın renklerini taşır. Hatta üstünde oyuncuların isimleri, resimleri dahi işlenmiştir. Bu da alkışlanır. Sebepli veya sebepsiz, yeri olsun veya olmasın, daima alkış, alkış, alkış…
Büyük maçları takip eden akşamlar, şehrin her yeri maçın havasıyla doludur. Bilhassa Beyoğlu… Hangi noktaya, hangi birahaneye, hangi meyhaneye, hangi saz salonuna, hangi bara, hangi bilmem neye giderseniz gidiniz; konuşulan, işitilen yalnız maç, maç, maç!..
Acaba ne zaman, fikir davalarımıza karşı, aynı alakayı duyabileceğiz, aynı heyecanı yaşatacağız?
Artık Fenerbahçe tribün tarihini de yazmaya başlıyoruz. Daha doğrusu yazılmazına vesile olmaya… İlk konuğumuz gençlikten orta yaş kuşaklarına doğru giden bir arkadaşımız : Dededen ve babadan fanatik, kongre üyesi Can Turgut.
Vazgeçilmez klasiklerden başlayalım. Nasıl Fenerbahçeli oldun? Gittiğin ilk maç hangisi? Hatırda kalan “sence” mühim detaylarıyla tabii.
Röportaja “klasik” bir cevapla başlayacağım. Dededen ve babadan fanatik Fenerbahçeli olarak doğunca bana başka bir şans kalmıyordu.
İlk hatırladığım maç Toni Schumacher’in İnönü’deki jübilesi. Babamla Yeni Açık’a gitmiştik, Atletico Madrid’le 3-3 berabere bitmişti ve hatta elektrikler kesilmişti. Bileti hala durur. Maça gitmenin keyfi kanıma öyle girdi.
Babam (Ayhan Turgut) beni evde sarı-lacivert giydirirdi. Hatta 6 yaşımda çektirdiğimiz fotoğraflardan birini de sırtıma dövme yaptırdım.
Daha sonra Uche’nin 90’da attığı Beşiktaş maçı da ilk ağladığım maç olarak kayıtlara geçirirsek, bir canavarın doğumunu resmileştirebiliriz bu dönem.
Bu cevaptan sonra bir zaman atlaması yapmak farz oldu. Rahmetli babanın en az senin kadar renkli biri olduğunu biliyorum. Biraz anlatır mısın, mesleğini ve muhakkak duyduğun bir-iki enteresan hikayesini? Bir de dede faktörü varmış ki onu ben de bilmiyordum. Kim bilir onda da ne cevherler vardır?
Babam film yapımcısıydı, Beyoğlu’nda yazıhanesi vardı. Öyle çok ahım şahım işlerle haşır neşir değildi ama, o dünyadandı. Gerçi son dönemlerinde Emrah ve Hülya Avşar’ın çoğu işinde vardı. Ben çocukken ananemin evinde Ali Avaz’ın “Alaman Avrat Kırk Bin Mark” filminin çekildiğini hatırlıyorum. Bir de klipte oynamıştım, Nilüfer Örer diye bir kızın “Şımarık” şarkısı. :)
Film dünyasında gece gündüz kavramı olmadığı için, babamla geçirilen vakitte maça gitmek çok değerliydi. 2001 şampiyonluğu sonrası bayrağı arabaya asıp havaalanına gitmiştik, yolda da Galatasaray takım otobüsü denk gelmişti. Fatih Akyel ve Okan’la falan bayağı bir el kol, küfürleşmeler derken… “Kaptan orta kapı” deyip cama vuruyordu daha sonra bizde oynayacak kişi. Güzel anı : )
Her deplasman öncesi “Oğlum gitme” deyip, arkadaşlarının yanında bizimki de hafta sonu Samsun’daydı diye övünen babalardan :)
Dedem (Ulvi Turgut) eski ağır ceza hakimi. Pandemiden önce vefat etti. 90 küsür yaşında hala bizle şarap içiyordu : ) Bayramlaşmalarda hep kendisine aldığım sarı lacivert kravatı takardı. Mekanı cennet olsun.
İkisi de nur içinde yatsın… Biraz da tahsil zamanlarından bahsedelim. 1985 doğumlusun. Şöyle bir ilkokuldan üniversiteye doğru bakınca, sen de “30 kişiden 20’si Fenerbahçeliydi” dönemlerine yetiştin, diyebiliriz. Biraz anlatır mısın okul durumlarını?
Teşekkürler… İlkokul Şair Nedim, ortaokul ve lise Cağaloğlu Anadolu.
Çocuklukta en fazla şampiyon olan takım biz olduğumuz için zaten sayıca üstünlük çok normal bir şeydi. Mesela ben Beşiktaşlı’yla girdiğim bir laf dalaşı hatırlamam hiç. Burdan da aslında “Ne kupa büyüklüğü ne şampiyonluk” sözünün tersine daha çok inandığımı belirtmek isterim.
Cağaloğlu ise gerçekten Fener’in kalesi durumundaydı. Hep hızlı tribüncüler yetiştirmiştir. 6-0’lık maça İstanbul Erkek’le birleşip kortej halinde yokuştan bağıra çağıra inmiş, vapurun üst katını kapatmıştık : )
Rahmetli İslam Çupi’nin o sözü, o şekilde kullanılması için söylemediği çok açık. Büyük ihtimalle sana hak verirdi. :) Giden şampiyonluklardan başlayalım o zaman. Denizli maçı denince aklına ne geliyor?
Deplasman tribünündeydim. Aslında İstanbul’dan elinde Denizli tarafı bileti olan bir tayfa olarak yola çıkmıştık ama son dakika ben bizim tribüne bilet bulunca sattım bizimkileri : )
Gerçi ondan önce yine Denizli’de şampiyonluğu kazandığımız maçta da vardım, dolayısıyla uğurlu geleceğini düşünüyorduk şehrin. Maalesef olmadı, golü de yedikten sonra Denizli tribünündeki Galatasaraylılarla cebelleşerek sinir krizleri altında bitirdik maçı. Bilet politikasındaki adaletsizlikten iyi tribün de yoktu.
Dönüş yolu azap olmuştu, hatta o sırada askerde olan bir arkadaşım arayıp neden koltukları kırıp maçı iptal ettirmiyorsunuz diye veryansın etmişti : )
Tarihin en haklı ama imkansız veryansınlarından biri olabilir :) Uğurlu şehir demişken, sözlü tarih derslerinde kullanılabilecek bir Kayseri röportajın var malûm. Şöyle bir yurt içi deplasman sıralaması rica etsek, iyiden kötüye doğru.
Sami Yen ve İnönü’leri kategori dışı bırakırsak, pek tabii ki Trabzon uzak ara birinci sıradadır. Polisler tarafından tribün dışına taşınırken gazetede fotomun olması sebebiyle de anısı vardır : )
Hem günübirlik olması hem rakip tribünün sağlamlığı açısından, Bursa her zaman temiz ve net deplasman olmuştur. Hafta içi kupa maçları dahil kaçırılması abestir.
Üçüncü sıra için İzmir ve Rize kapışır.
Maça gitmeyip sadece Kordon, Alsancak takılsak aslında nefis ama o iğrenç devasa statta tribün yapmak puan kırıyor.
Rize sanki daha bir 3. sıra adayı… Hiç saymasam 6-7 kere gitmişimdir. Her seferinde hafta sonluk; hep başka bir tarafını keşfetme, tribün ahalisinin de kalabalık geldiği şehirlerden olunca vakit su gibi akıyor. Faili meçhul silahlı saldırı sırasında da çok yakınındaydık takım otobüsünün, umarız devran dönünce bir şeyler açığa çıkar.
Son dönemlerde eski tadı olmasa da, Ankara 19 Mayıs da hep iyi deplasman yaptığımız stat olmuştur. Oradaki dostlarımızın varlığı yeter de artar zaten.
Bütün şehirleri yazıp sıkıcı hale getirmek istemiyorum.
Sakarya-Kocaeli aynı kasa her gittiğimizde arşivlik videolar çıkarttık Fener tribünü olarak.
Antalya’ya her sene gideriz, en az 4 farklı stadında maç izlemişimdir şehrin. İlginç bir istatistik, 7 Mehmet’te yemek yemeye gidilir sırf zaten. Türkiye’nin en iyi restoranı demişti Vedat Milör, katılıyorum.
Gırtlaktan açtık madem, Antep’i ekleyip bitirelim. sabah erkenden şehre inip beyrana koşuş, eski stadyum zamanı maç saati dev bir izdiham ki bir maç girememiştik, LİG TV röportaj yapmıştı karakolda bizimle. Karakol amiri şikayet için gittiğimizde “Nerden bileyim ben sizin maça girmediğinizi?” demişti maç oynandığı esnada. Şebelek!
Bir çırpıda sayabildiklerim bunlar, vilayet kusacağım.
Adeta bir valinin seyir defteri :) Yurtiçinden bahsetmişken beynelmilel deplasmanları saymamak olmaz. Tadı damakta kalan, “Bu ne güzel deplase olmaktır” dedirten uluslararası temaslar hangileri?
Sonu kötü ama gidişi ve şehri istila edişimizle Benfica deplasmanını 1 numaraya koyarım. 2 gün boyunca liman kafelerinde oturup tezahürat etmiştik. Tabii Euro 2 civarıydı iç içebildiğin kadar : )
İkinci sıraya Bükreş’e 3 otobüsle gittiğimiz deplasmanı koyarız. Hem yeni dönemde otobüsle yurt dışı daha önce yapılmamış bir şeydi, hem de çekirdek kadroyla otobüs içi makaraların üst düzey olduğu bir yolculuktu. Tribünde meşaleyle beraber maçı da almıştık.
Üçe herhangi bir Hollanda deplasmanını koyabiliriz… Hadi en kalabalık olan Ajax’ı seçelim. Meydanda atlarla çatışma çıkmıştı : )) Tribünün baca gibi tüttüğü şiirsel bir orkestraydı. Vondelpark’ı Yıldız Parkımız yapmıştık adeta.
Ben tabii ki kendi gittiklerimden yola çıkıyorum; yoksa bir başkası Marsilya’yı da anlatır Prag’ı da.
Spesifik garip deplasman olarak Moldova Sheriff Tiraspol’u ekleyebilirim, Transdinyeper özerk bölgesine geçmiştik. Ülkeception! Tanımlanamayan çeşitli para birimleri cepte maç sırasında büfeden bira alma keyfi.
Son olarak, Eurolig Final 4’ların hepsinde vardık, Madrid daha bi eğlenceliydi sanırım kalabalıklık ve meydan performansı açısından : “Var bir hayalim herkes dinlesin..”
Tribüne gitmeye 2000’lerden önce başlayan insanların, bu tarih sonrasında kendilerini gittikçe daralan bir alanda buldukları tartışılmaz bir gerçek. Bu anlamda gidilen her yurt dışı deplasmanı, o “özlenen” özgürlüğü insanlara yeniden tattırıyor olsa gerek. Her fırsatta YouTube’da nostalji videolarına daldığımız bu pandemi döneminde şöyle bir geçmişten bugüne bakınca taraftarın tribünde “iyi ki artık yok” veya “keşke bugün de olsa…” dediği neler var?
Valla maça 10 saat evvel girmemek iyi ki artık yok : ) Tabi dönem ve yaş gereği zevkli olsa da, bir gece önceden bilete sabahlamak iyi ki yok.
Bugün de olsa dediklerimiz artık 6222’ye giriyor, en son meşaleyi Anderlecht deplasmanında yakmıştık çok özlediğimizi fark ettik.
Kadıköy’deki Galatasaray maçlarında rakip oyuncuyu daha maç öncesi ısınmada bezdirmeyi özledim.
Büyüklerimizin Telegol, bizim TSYD baskını gibi spontane eylemleri özledim.
Hayat gibi tribün pratikleri de değişiyor, evriliyor. Uyum sağlayıp keyif almaya ve destek olmaya devam edeceğiz.
Spontane eylemlerin Fenerbahçe taraftarının hayatında önemli yer kapladığı dönem, hayli yakın bir geçmişte. Caferağa, Burhan Felek, Abdi İpekçi gibi spor salonları da bunlardan nasibini bolca almıştı. Bu salonları (ve çevresindeki kayıntı mekanlarını) özlüyor muyuz biraz? Yeni salonlar iyi hoş da mekanik bir tadı mı var? Yönlendirmeli gibi soru oldu ama…
Yok deyip yönlenmiyormuşum bilerek :))
Ya İpekçi deyince Safa Meyhanesi geliyor akla, ama biz o dönem genelde otoparkta bira, votka takılıyorduk.
Burhan Felek öncesi o cadde üstündeki Turanlar Balıkçısı’nı mesken bellemiştik beraber. Pirana gibi bir dönem kullandık sonra mendil gibi kenara attık sanki; adamlara uğramıyoruz artık. Ayıp bize.
Caferağa sosislisi demezsek sanki sinkaf edeceklermiş bizi (editörün yumuşatması) hissine kapıldım ama yine demeyeceğim. Ben o salona “Terleyerek kilo verilir”i deneyimlemek için gidiyordum.
Yeni salonlara pek ayak uyduramadık dürüst olmak gerekirse… Ataşehir’e tek tük gittik tiyatro atmosferinden dolayı. Cevap evet, çok mekanik : ) Yönlendim.
Caferağa sosislisinin imtiyaz sahipleri sonrasında diğer salonlara da geldiler ama demek ki olay mekanmış. Yeri gelmişken Kadıköy’ün İstanbul beyefendisi kazı Rodi’yi rahmetle yad edip, aynı isimli kısa ömürlü mekanı da anmış olalım. Bu cevap, bir başka soruya orta açmış olsun. Stadyum çevresinde maç öncesinde zaman geçirme ritüellerinden bahsedelim biraz. Sizinkiler nelerdi? Halkımız merak ediyor desek biraz mübalağa olur ama tarihe not hep bunlar, değeri sonradan anlaşılacak :)
Üniversiteye girdiğimiz zamanlar, forumdan Unifeb’e üye olmuştum gruba girme motivasyonuyla. Dediler ilk maç, fasılda buluşacağız. Ulan cumartesi öğlen saat 1, ne fasılı dedim neyse gittik : ) Mekanın adıymış. Bir 9-10 senemizi rahat vermişizdir.
Genelde kalabalık ortam, bitmeyen biralar ve hep bir beste yapma içgüdüsüyle şimdiye dek sürdürdüğümüz dostlukların ilk yeriydi. Özeldir bizim için.
Daha sonraları değiştirdiğimiz mekanlar oldu. Maçın önemine ve saatine göre içki tercihleri değişti. Nazlı’nın arka sokaklarına maalesef uzun yıllar teşaşür eyledik (editörün tebdili), yöre halkından özür diliyoruz.
Maç öncesi ne yaparsak yapalım, bira kesinlikle soğuk olacak, o gündeme özel bir slogan veya melodi dillerde olacak.
Bunların dışında benim şahsi olarak maça karşıdan gelen biri olarak, ille de vapur sevdam vardır. Metrobüs dislike.
Bir kez daha 1990’lara dönelim. Herkesin sorulmadan anlattığı bir safahat vardır : “Şu tribünde başladım, şuraya geçtim” ya da “Ben hep şuradaydım” diye… TRT tarzı soru : Stadyum inşaatından önce ve sonra Can Turgut’un yolculuğu hangi tribünlere oldu? En çok hangisini sevdi? Hangisini pek de özlemiyor?
Can Turgut’un yolculuğu babasıyla beraber Numaralı’da başladı, ama gözümüz hep maratondaydı.
Babadan kurtulup lisede birkaç arkadaşla maratona gitmeye başladık, fakat son dönemlerine denk geldik ve üniversiteyle beraber uzun yıllar Lise Açık’ta Unifeb çatısı altında konuşlandık.
Sonra ikinci ve bu sefer daha aktif bir maratonun köşesi dönemi. Tribünsel muhalefeti de körüklediğimiz, herkesin birbirini tanıyıp sevdiği B blok. Those were the days!
Son birkaç senedir, Fenerium üstteyiz, eskisi kadar tad alamasak da ayaklarımız geri geri gitmiyor hala.
Tribünlerin yönetim yüzünden bomboş olduğu, keyfekeder uygulamaların yapıldığı dönemi hiç mi hiç özlemiyoruz. İyi direnç göstersek de ne gerek vardı yani? Gençlik enerjimizi böyle bir saçmalıkla mücadele ederek geçti. Neyse güzele dönelim.
Tribün tarihini yazmaya çalışırken tribün gruplarını irdelememek olmaz. Kurulduğundan bugüne bir ÜNİFEB değerlendirmesini başından beri bir şekilde içinde olan birinden istememek de öyle… Bir gün kendisi iken, ertesi gün mezunları olan üyeleri, uzaktan bakılınca “geldiler” dedirten t-shirtleri ve bir dönem meşhur bayrakları ile biraz da ÜNİFEB’den konuşalım. Biz derken, sen konuş, biz dinleyelim ve ikinci soruyu da ekleyelim. Şöyle geçmişe bir bakınca, tribün için son 25 senenin “en uzun süren mutlu günleri” hangileridir sence?
Aslında sorunun muhatabı ben mi olmalıyım emin değilim Unifeb konusunda, çünkü dernek işlerine hep mesafeli yaklaştım adımımı attığımdan beri.
Arkadaş grubu özelinde Fener’i desteklemek daha romantik, daha özgür ve daha şatafata meyilli geldi.
Ha 2. jenerasyon olarak girdik, şimdi en yakın dostlarımızı, abilerimizi ve kardeşlerimizi Unifeb’in kuruluşuna borçluyuz. 18 yaşındayken, o bayraklarla oluşturdukları havadan etkilenip girmiştik.
Şimdiki 18 yaşında gençler için maalesef tribün görselliği konusu eksik kalıyor. İlgiyi tribünden başka yere kaydırıcı çok fazla şey var ülkede ve dünyada.
Unifeb’in Fenerbahçe tribününe kattıklarını dışardan birilerinin anlatması daha keyifli olabilir bu arada, ben de sizi yönlendireyim : )
En uzun süren mutlu günler, tribünün sağlamlığıysa konu 90’ların ikinci yarısından 2000’lerin ilk yarısına kadarki Fenerbahçe tribünü iç saha, görsellik, çoğulluk, derbi deplasmanlarındaki üst düzey motivasyon bence Türk tribünlerinde zirveydi.
Son dönem en fazla birlik bütünlük gösterdiğimiz dönemse, bahsetmeden geçilemeyecek 3 Temmuz’daki sokak mücadelesi dönemidir. Selam olsun herkese.
3 Temmuz tam yerine rast geldi, manzara koyalım :) Şöyle bir her anlatışta tebessüm ettiren anılar demeti alabilir miyiz? Gerçekten de sokak hallerinin kitabı yazılması gereken şenlikli zamanlardı.
Valla tebessümlük anı olarak da bakabiliriz, İstiklal Caddesi’nde yapılan gövde gösterisinin bitişine doğru polis cebimizde limon buldu diye gözaltına alınmıştık : ) Dışarda arkadaşlarımız Fener diye bağırarak destek oluyorlardı. Duygusala geçiş.
Beşiktaş DGM’de geçirdiğimiz saatler çok özeldi. Sagopa’nın son şarkısına verdiği isim gibi tam “saldırground” günlerdi. Bir gece Çağlayan’da dava sonucunu bekliyoruz, neyse hurra murra gaza boğuldu her yer. Ekip canını ezilmekten kurtarmış, tekrar toplandık bi baktık herkesin bira elinde haha kimse atmamış, namusu gibi korumuş : ) Doğru tabi, ziyan.
TSYD lokaline yaptığımız baskın da güzeldi, sahte rezervasyonlarla en az 50 kişi gidip şeklimizi koymuştuk. Hesapları önden ödemiştik gaspçı demesinler diye.
Son olarak bir sabaha karşı da TFF binasının önüne viledalar, deterjanlarla gidip temizlik yapmıştık pissiniz hesabı, sonra da ligden düşürün pankartı açmıştık : ))
Konulan eylemlerin hemen hepsinde bir sanat kokusu, emeği var :) Demişken, biraz da başka bir tutkudan konuşalım. Bir sinefil olarak, pandemide YouTube’du, platformlardı, online gösterimlerdi derken, kendimizi “Evde Sanat” gibi bir sürekli etkinlik içinde bulduk. Sizde durumlar nasıl gidiyor, 14-15 saatlik ekran sürelerine de bakacak olursak :)
Evet, geçen telefon bildirim gönderdi gün içinde 15 saat telefonu kullanmışım aktif olarak. Laf soktu galiba?
Ofise artık gitmiyoruz, alıştık ve artık gideceğimi de sanmıyorum. Borsacıyım, bütün gün masada ekran başındayım zaten. Sadece boş zamanlarda değil, gün içinde arka fonda da hep bir şeyler açık. İçerik manyağı olduk çıktık gerçekten, devamlı bi’ film-dizi listesi hazırlıyorum, hepsi de hemen tüketilmiyor tabi. Birikiyor da birikiyor. Neyse illa vakti gelir.
En güzel neyi tükettin dersen; kıyıda köşede kalmış Türk filmlerini bitirdim. Kurtlar Vadisi’nin bir tur daha üzerinden geçtim. Poyraz Karayel izlememiştim, güzeldi. Line of Duty ve Gangs of London da yabancı dizi önerisi olsun.
Salonda sinema izlemeyi çok özledim. Tam kapanmalar öncesi Tenet’e gittiydik de hayal kırıklığı oldu film.
Online festival işiyse hiç olmadı, ruhuna aykırı bir kere.
En güzelini sona sakladım; absürd severlere gerçek hazine Exxen’deki “Gibi”.
Film, dizi konuşursak çıkamayız. Bitirelim : )
Pandemi alışkanlıklarının sonrası için peşrev oldu bir önceki soru. Bizim bağlama gelecek olursak, aşılarımız tamamlanıp (tövbe estağfurullah) seyirciler tribüne geri döndüğünde bizi neler bekliyor olacak? Biraz eve alıştık, rahatladık mı? Yoksa huylu huyuna kaldığı yerden sahip çıkar mı?
Huylu huyuna “ayı yavrusunu severken öldürürmüş” misali sahip çıkacak bu çok net. İnsanlar deplasmanda bastırırken atılacak kornere serçe parmaklarını feda etmeye hazır.
Hayır yeri geliyor protesto yapmak istiyoruz ki maalesef son yıllarda devamlı yeri geliyor, twitter pek kesmiyor.
Orada olmak lazım, olacağız.
Röportajın sonlarına yaklaşırken biraz da tarihe iz bırakan bestelerden konuşalım. Maalesef Can Kozanoğlu’nun müthiş kitabı “Bu Maçı Alıcaz” pek çok alanda olduğu gibi tezahürat tarihi konusunda da yalnız. Oysa bu konuda oldukça üretken bir topluluk sizinki. Şöyle kolayda ise geçmişten bugüne birkaç kuple alabilir miyiz linklerden? Kolayda değilse de bendeniz Twitter timelineından, YouTube’dan arayıp bulacağım artık, ne yapalım :)
Teveccühünüz… Şöyle ortaya karışık birkaç link bırakıyorum.
Büyük hizmet. Var ol.. Bir klasikle başladık, diğer bir klasikle bitirelim. Kişisel taraftarlık tarihinin en iyi 11’ini sayar mısın, teknik direktörüyle birlikte?
En zor soru da buymuş ya. Gerçi başlayınca geçer ama her mevkiye bir adam koyamayız. O zaman vefa duygusunu silmiş oluruz.
Madem ilk maçımız Toni, kaleye de o geçsin. Eski maçları seyrediyorum, çok hatalı gol de yemiş ama canı sağ olsun : )
Defansa Uche‘yi “Sen Allahın Bir Lütfusun” şarkısı eşliğinde koyalım.
Yanına Luciano mu Lugano mu gelsin? Hadi Luciano olsun. Högh de kusura bakmasın.
Sol bek Halil İbrahim olmayacak tabii ki, Roberto Carlos.
Okocha–Alex–PVH ön tarafın değişilmez 3’lüsü ve Moşe.
Sağ Bek almayacağım kadroya.
Çapamız Appiah.
Valla kaossa kaos kardeşim, taktiği bıraktım; Rıdvan ve Rap Rap Rapaic‘le kapıyorum.
Bu kadroya Daum yakışır, yaşlandım benim işim olmaz derse de Ersun Yanal.
Demokrat Partili Fenerbahçe Başkanlarının Sonuncusu
Medeni Berk; Başbakan Yardımcısı ve İmar Bakanı, Fenerbahçe’nin Demokrat Partili son başkanı. Kısa sürecek başkanlığına stadın inşası görevini yerine getirmek için atanan, 27 Mayıs ile bunu yerine getiremeden sahneden çekilmek zorunda kalan bir “teknokrat”. Agah Erozan ile başlayan “Fenerbahçe’nin Demokrat Partili Başkanları” serimize Medeni Berk ile devam ediyoruz. Okul yıllarında başlayan cemiyetçilik serüveni, ilerleyen yaşında bile vazgeçmediği mesleği, tenise olan tutkusu, günümüzde halen varlığını sürdüren bir holdingin gelişmesinde oynadığı rol, siyasi tarihimizde silinmez izler bırakmış kişilerle tesadüfen kesişen yolu… Medeni Berk’in, Fenerbahçe’nin 24. Başkanının hayatı.
Mehmet Medeni Berk, asker bir babanın dört çocuğundan biri olarak 1913 yılında Medine’de dünyaya geldi. O yıllarda Arabistan topraklarında görev yapan bir Osmanlı Subayı olan Hamza Bey, oğlunun doğduğu şehrin Müslümanlarca kutsal olarak addedilmesinden etkilenerek ona “Medeni” ismini verdi.s
Aslen Niğde’nin Çimeli köyü kökenli olan Hamza Bey ailesinin Medine’den sonraki durağı İzmir oldu. Medeni Berk; ilk, orta ve lise öğrenimini bu şehirde tamamladıktan sonra İstanbul’da İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde (İİTİA) üniversite hayatına başladı. Berk’in faal ve başarılı bir öğrenci olduğu, son sınıftayken, okulun “Talebe Cemiyeti Başkanı” seçilmesinden anlaşılmaktadır.
Medeni Berk, mezun olduktan sonra da cemiyet faaliyetlerine devam edecek; bu defa da merkezi Ankara’da bulunan “İktisat ve Ticaret Mektebi Mezunlar Cemiyeti”nin yeni açılacak İstanbul şubesinde, “Daimi Temas ve Bağlılık Kolu” yöneticisi olarak görevlendirilecekti. Üyeler arası iletişimi ve koordinasyonu sağlamanın esas olduğu bu iki görev, Berk’in hayatının sonuna kadar çeşitli cemiyetlerde alacağı görevlerin nüvesidir.
“Benim Asıl Mesleğim Bankacılıktır”
Medeni Berk’in 1936 yılında mezun olduktan sonraki ilk işi, Tekel İdaresi’nde muhasebe memurluğu oldu. Bir süre bu görevi yürüttükten sonra, “asıl mesleğim” diyeceği ve her ne kadar siyasi hayatı dolayısıyla ara verecek olsa da zirvede tamamlayacağı bankacılık kariyerine Ziraat Bankası’nda müfettiş olarak adım attı. Bankanın Mersin ve İzmir şubelerinde müdür olarak görev yaptı. İzmir’de görevliyken, DP’nin 1950 yılında iktidara gelişi ise kaderini değiştirdi. Başarılı bir bankacı ve faal bir idareci olarak, iktidara gelen yeni partinin dikkatini çekti ve Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne (TARİŞ) genel müdür vekili olarak atandı.
DP iktidarının ilk beş yılında tarımsal üretim kayda değer şekilde artış göstermişti. Hükümetin, dış kaynaklı kredilerden ayırdığı pay ile birlikte, sektöre yapılan yapısal yatırımlar ve iklim şartlarının olağanüstü etkisiyle açıklanabilecek bu üretim fazlalığı göz önüne alındığında, TARİŞ’in bu dönemde önemli bir işlevinin olduğu söylenebilir.
Medeni Berk, kurumun üst yönetiminde bir yıl görev yaptı. Bu onun büyük çaplı bir devlet kurumunda genel müdürlük seviyesindeki ilk deneyimiydi. 10 Haziran 1951 yılında ise asıl mesleği olan bankacılığa yükseldiği pozisyonda geri döndü. Türkiye Emlak ve Kredi Bankası’nın (TEKB) genel müdürü oldu. 1957 Yılına kadar sürdürdüğü bu görev, kariyer yaptığı bankacılık ile birlikte, ülke ekonomisinin sonraki dönemlerde etkin bir faktörü olacak, inşaat sektörü üzerinde de uzmanlaşmasını sağlayacak; ona İmar ve İskan Bakanlığı ve sonrasında Fenerbahçe Başkanlığının yolunu açacaktır. Bankanın temel görevi ülkede planlı imar çalışmaları yapmak, gerektiğinde bunlara kredi sağlamak ve finansmanını planlamaktı. Bu bağlamda Berk ilk etapta İstanbul Kalamış ve Levent’te konut inşaatlarına başlanacağını duyurdu.
Sözü edildiği gibi inşaat sektörü ülke için yeni bir sektördü. İktidara yeni gelen DP, elde ettiği kamuoyu desteğini kaybetmemek için kalıcı propagandatif unsurlar yaratmak istiyor, bunu da imar çalışmalarına başlayarak sağlamayı planlıyordu. Bu bağlamda Berk’in pozisyonu hayati bir önem kazandı.
Medeni Berk’in yönettiği TEKB’nin en büyük projesi 1954 yılında eski adı “Baruthane” olan bölgeyi satın almasıyla başladı. Sonradan bölge halkı arasında yapılan oylama ile “Ataköy” adını alacak bölgedeki konutların temeli seçimlerden hemen önce 1957 yılında atılacaktı. Berk, sektördeki gelişmeleri izlemek ve gerekli bağlantıları kurmak için 1954 yılında Almanya seyahatine çıktı. Burada yaptığı temaslar onu, devletler nezdinde Bonn ve Berlin’de yürütülen Türk-Alman ticari görüşmelerinde Türk heyetinin teknokrat bir üyesi haline getirdi. Berk’in Almanya ile inşaat sektörü üzerinden kurduğu bağlantı DP’nin iktidarının ikinci yarısında 1956 yılında büyük miktarda bir kredi anlaşması ile sonuçlandı. Almanya’dan 75 milyon liralık yapı malzemesi ithalatı için gerekli kredi, Almanya’ya giden Berk tarafından sağlandı. Berk’in yedi yıllık iş hayatındaki bu hızlı yükselişi ve başarısı ona yeni görevler verilmesine neden oldu. Cemiyetçilikteki tecrübesi de göz önüne alınarak Kızılay Yönetim Kurulu üyeliği için önerildi ve seçildi. Aynı zamanda Berk, ilginç bir halef-selef hikayesini de içerisinde barındıran, Türkiye Tenis Federasyonu (TTF) Başkanlığı görevini de yürütüyordu.
Oyun – Set – Maç
Medeni Berk’in hayatında tenis sporunun özel bir yerinin olduğu açıktır. Berk, 1955-1975 yılları arasında tenis camiasının içerisinde sevilen bir kişilik olarak yer almakla kalmamış, çeşitli tenis kulüplerinin başkanlığını da yapmıştır. Bu dalda kariyerinin zirvesine TTF Başkanı olarak ulaşmıştır.
Şüphesiz İmar Bakanı olması ve kulübün Menderes’e stadın inşası için yaptığı talep, Berk’in Fenerbahçe Başkanı olmasındaki en önemli etkendir. Bununla beraber, Berk’in cemiyetçiliğini spor yönetimi ile bir potada erittiği tenis yöneticiliğinin, Fenerbahçe Başkanlığına zemin hazırladığı söylenebilir.
TEKB’in Genel Müdürü Berk’in Tenis Federasyonu başkanlığına getirileceğine ilişkin haberler 1955 Haziran ayında basında yer almaya başladı. “Tenis camiasındaki olumlu çalışmalarıyla tanınan” Berk, o zamanki yönetmelikler gereği Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından kendisine teklif edilen görevi kabul ederek görevine başladı. Berk’in bu göreve gelmesi federasyonun işleyişi için önemli bir değişikliği de beraberinde getirmiş, uzun yıllardır İstanbul’da olan TTF’nin merkezi Ankara’ya taşınmıştır. Bu taşınmanın ardından Berk, bir görev daha aldı ve Ankara Tenis Kulübü’nün yönetim kurulu üyeliğine seçildi. 1957 yılında Federasyon’da önemli yapısal bir değişik oldu ve Masa Tenisi Federasyonu, TTF’den ayrılarak özerk bir yapıya kavuştu. Berk, bu yeni federasyonun da başkanı olmuştu.
Medeni Berk’in federasyon başkanlığı parlamentoya girmesiyle sona erse de, tenis sporundaki yöneticilikleri sona ermedi. Aynı zamanda Fenerbahçe Başkanı olarak görev yaptığı 25 Nisan 1960 yılında Tenis Eskrim ve Dağcılık (TED) Kulübü’nün fahri başkanı oldu. Berk’in 27 Mayıs’tan sonra cezaevinden çıkışıyla yeniden başlayan yoğun iş hayatı, tenis yöneticiliğine on yıla yakın bir süre ara vermesine neden olacak, fahri başkanı olduğu TED’e 1974 yılında başkan seçilecekti. TED’in 1946’dan beri aralıksız düzenlediği İstanbul Tenis Turnuvası 1975 yılında uluslararası bir kimliğe kavuşacak ve onun döneminde ilk defa uluslararası puanlı bir turnuva haline gelecekti.
Halef – Selef
Fenerbahçe ve Galatasaray’ın kuruldukları yıllarda başlayan rekabeti bugün yüz on yaşına ulaşmış durumda. Bu rekabet tarihinin içerisinde birçok ilginç hikaye ile olduğu da bir gerçektir. Bunlardan bir tanesi de iki arkadaş olan Medeni Berk ile Ulvi Yenal’ın 1957 yılındaki görev devir teslim hikayesidir.
1908 yılında doğan Ulvi Yenal, Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra İİTİA’da öğrenim hayatına devam etmiştir. Medeni Berk ile tanışıklığı aynı okulda okumaları dolayısıyla üniversite yıllarına dayanmaktadır. Yenal, Galatasaray ve Milli Futbol Takımı’nın başarılı bir sporcusu olarak spor hayatının içerisinde yer almış; 1953 yılında Galatasaray Spor Kulübü’nde başkanlık yapmıştı.
İkilinin halef-selef olarak yollarının kesişmesine Medeni Berk’in 1957 seçimleri ile parlamentoya girişi neden olmuştur. TEKB Genel Müdürü olan Berk, yasa gereği devlet memurluğundan istifa edince yerine atanan isim okul arkadaşı Ulvi Yenal’dır. Bu atamayı konumuz kapsamına alacak kadar ilginç yapan ise peşi sıra gerçekleşen ikinci atama olmuştur. Berk’in milletvekili olmasıyla boşalan TTF’ye başkan olarak atanan isim yine Ulvi Yenal olacaktır. Gerçekleşen bu iki atamada Medeni Berk’in etkisi olduğuna dair bir bilgiye rastlanmasa da, ikilinin okul yıllarına dayanan geçmişlerinin bu olasılığı kuvvetlendirdiğini söyleyebiliriz.
Emrivaki
DP, 1957 seçimlerine üzerindeki iktidar yorgunluğunu hissederek ve 1954 seçimlerinde Türk siyasi tarihinde alınan en yüksek oy oranına bir daha yaklaşamayacağını bilerek girdi. Parti puan kaybediyor, muhalif unsurlar ve ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) toplum üzerindeki etkisini arttırıyordu. Şüphesiz bu durumun farkında olan Adnan Menderes’in, yaklaşan seçimlere yeni bir planla girmesi normaldi. Bu plan seçimlerden sonra oluşturmayı planladığı İmar ve İskan Bakanlığına, politikadan gelen bir bakan yerine teknokrat bir ismi getirmekti.
Bu doğrultuda, hem finans hem de inşaat sektöründe faaliyet gösteren devlet bankası TEKB’nin Genel Müdürü Berk, kendi deyimi ile bir “emrivaki” sonucu milletvekili adayı yapıldı:
“Siyasi hayata atılışım da çok ani olmuştur. Siyasi hayata atılmadan önce de hiçbir partiye mensup olarak çalışmamışımdır. Kaldı ki benim formasyonum da politikacı değildir. Mesleğim hep ağır basmıştır. 1957 senesinin bir gece yarısı Adnan Menderes’in emrivakisi ile siyasete girdim. O güne kadar partiye kayıtlı bile değildim. İtiraz edecek oldum, ‘listeler seçim kuruluna verildi’ dediler. İdarecilik mesleğim nedeniyle halk beni Halk Partili zannediyordu”
Her ne kadar Berk tarafsız bir devlet memuru olarak gözükse de, görevi ve konumu gereği doğrudan Hükümetin emrinde çalışıyor ve verilen direktiflerle hareket ediyordu. Nitekim 1989 yılında kendisi ile yapılan bir röportajda şöyle diyecektir :
“Dönemin Başbakanı rahmetli Menderes, Türkiye Emlak Kredi Bankası’nın halkı konut sahibi yapması için devletin ve devlet kuruluşlarının büyük arsaları satın almasını emretmişti. Benim genel müdürlüğüm sırasında Ataköy’deki 4 milyon metrekarelik araziyi 60 milyon liraya satın almıştık.”
Hiçbir partiye üye olmama/olamama durumunu, 1988 yılında yaptığı açıklamada tarafsızlığını kanıtlamak için ortaya koymuş olsa da; bu durumun isteğe bağlı olmayıp, yasa gereği bir zorunluluk olduğu ortadadır. Nitekim Berk, 27 Ekim’de yapılacak seçimlerden kısa bir süre önce görevinden istifa etmiş ve Niğde’den milletvekili adayı olarak girdiği seçimi kazanarak XI. dönem milletvekilleri arasında yerini almıştır. Seçimler sonucunda, önceden tahmin edildiği gibi, 1954 seçimleri sonrasında iki başat parti arasında açılan makas daralmış, DP’nin %47,87’lik oy oranını, CHP’nin aldığı %41,09’luk oy oranı izlemiştir.
Menderes’in Yakın Çalışma Ekibinde
Hükümet kurma çalışmalarına başlayan Menderes’in bu dönemde yanından ayırmadığı isim Medeni Berk’tir. Berk artık Menderes’in yakın çalışma ekibi içerisindeydi. Seçimden sonra başlayan hükümeti kurma çalışmalarının tamamlanmasının ardından, 23. Cumhuriyet Hükümeti, Başbakan Menderes tarafından 25 Kasım 1957’de kuruldu. Planlandığı gibi Medeni Berk İmar ve İskan Bakanı olmuştu. TBMM’de hükümet programını okuyan Menderes’in, “Memleketimiz yollar, köprüler, limanlar, sulama tesisleri, enerji santralleri, havalimanları gibi sanayinin, tarımın, kısacası vatan savunmasının yüzde yüz ihtiyaç duyduğu temel yatırımlarla donatılmıştır. (….) Daha birçok tesis ve eserler ya bitmek üzeredir ya da bitmeye çok yaklaşmıştır. Bunların da hizmete girmesi halinde hissedilecek ferahlığın derecesini tahmin etmek zor olmasa gerektir.” ifadesi, onun imar çalışmalarını ülke savunması ile eşdeğer görecek kadar önemsediğini ortaya koymuştur.
Berk’in başında olduğu bakanlık bu dönemde henüz resmen kurulmamıştı. Bu tezat, bir ayı aşkın bir süre daha devam edecek, 27 Aralık 1957’de bakanlığın teşkilat kanunu hazırlanacak ve 1958 yılının ilk günlerinde ise resmi kuruluş gerçekleşecekti.
Berk’in başında olduğu bakanlık; Bursa, İzmir, Erzurum, İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerin imar planları üzerinde yeni düzenlemeler yapmak için çalışmaya başladı. Bu arada Berk, Başbakan’ın yakın çalışma ekibindeki yerini koruyor ve Ege Bölgesi’ne yapılan gezide Menderes’in yanında yer alıyordu. Subaylar için yapılan 432 hanelik lojmanın teslim töreninde bizzat yer alan Berk, “Ucuz konut davasının yakın zamanda gerçekleşeceğini” de söylüyordu.
Menderes’in imar faaliyetleri içerisinde en önemsediği şüphesiz İstanbul Boğazına yapılacak köprüydü. Bu inşaatın planlanması için Berk’ten brifingler alıyor, aynı zamanda otel inşaatlarının hızlandırılması için direktif veriyordu. Boğaz Köprüsü’ne Menderes’in verdiği önemi hatırlatan Berk, 1980 yılında şu açıklamayı yapacaktır:
“Yazık oldu Menderes’e! Her zaman ağzından Boğaz Köprüsü’nün yapıldığını görmeden Allah canımı almasın dileğini eksik etmezdi.”
İmar
DP’nin son üç yılında ülkede inşaat üzerinden bir propaganda yürütüldüğü ortadadır. O kadar ki, Başbakan Menderes ve İmar Bakanı Berk Adana’yı ziyaretlerinde Mimar Sinan’ın kastedildiği “Koca Sinan’ın Halefi Menderes” pankartıyla karşılanacaktır. Gerileyen ekonomik değerler, partideki iktidar yorgunluğu ile birleşince muhalif unsurlara baskıların artmasına neden olmuş; parti, kamuoyundan destek bulmak için imar faaliyetlerini propaganda öğesi olarak kullanmaya başlamıştır. Bu görüş muhalefet tarafından da birkaç platformda dile getirilmiştir. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen ‘İmar ve İskan Haftası Konferansı’nda İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Feyyaz Köksal, “İmarın günlük siyasete alet edildiğini” söyledikten sonra Medeni Berk ile aralarında kısa süreli bir tartışma bile yaşanmıştır.
TBMM’de de hükümetin yürüttüğü bu faaliyetler zaman zaman eleştirilmiş, bu eleştirilere karşılık Berk’in cevabı “İmara moda olsun diye girişilmemiştir. İmar gelişen şartların doğal bir neticesidir” olmuştur. Muhalefetin eleştirilerinin temelinde imar çalışmalarının köyler yerine şehirlerde başlamasıydı. Nitekim uzun vadede muhalefet eleştirilerinde haklı çıkacak; plansız imar, büyükşehirlere göçe neden olacak, tarımsal üretim zayıflayacak ve ekonomik gelişim yalnızca inşaat sektörüne endekslenecekti.
Politik Zirve
Medeni Berk, genel müdürlük yaptığı yıllarda olduğu gibi bakanlığı döneminde de yurtdışı ile olan temaslarını sürdürdü. Berk, bakan olarak ilk yurtdışı seyahatini Londra’ya yaptı. Londra’da inşa edilen yeni mahallelerin planlarını inceleyen Berk, kısa süre sonra Batı Almanya’nın başkenti Bonn’a gitti ve Ekonomi Bakanı Ludwig Erhard ile bir dizi görüşme yaptı. Alman Bakanın iade-i ziyareti ise İzmir Enternasyonel Fuarı’nın açılışında gerçekleşti. Berk, bu dönemde Menderes tarafından kurulan Ekonomik Koordinasyon Kurulu’nun da üyesiydi. Başbakan, onun ekonomi bilgisinden de yararlanmak istiyor; hükümet, tüm gücüyle, bozulan ekonomiyi düze çıkarmak için çareler arıyordu. Berk, Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın toplantılarına, Merkez Bankası ve Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin (KİT) genel müdürleri ile birlikte katılıyordu.
Berk’in politik yaşamının zirvesine 11 Aralık 1959 yılında yapılan kabine değişikliği ile ulaştı. Menderes, yakın çalışma grubundaki İmar Bakanını ikinci adamı yapmaya karar verdi. 27 Mayıs’a kadar taşıyacağı bu unvan ile Berk’in verdiği siyasi hayatının ilk ve tek politik demeci ülke gündemine bomba gibi düşecek, bu demeç aylar sonra Yassıada’da yargılanırken avukatları tarafından savunmasına bile eklenecektir.
Medeni Berk, 27 Mayıs’tan tam iki ay önce, ülke artık darbe zemininde ilerlerken İzmir’e bir seyahat gerçekleştirdi. Çeşitli kurum ve kuruluşlarının müdürleri görüşmeler yaparak, iş adamlarından partisi için destek istedi. Bu ziyaret sonrasında Berk’in “Seçim İlkbaharda, seçimin yaklaştığı açıkça görülmektedir. Artık elle tutulur hale gelmiştir” açıklaması gündemi sarstı.
Her ne kadar sonraki gün açıklamasının yanlış anlaşıldığını ileri sürse de, bu durum, siyasiden çok bir teknokrat olan Berk’in üzerinde toplumsal bir baskı olduğunun açık bir göstergesiydi. Bir anlamda Berk’in siyasi hayatı Yassıada öncesinde bu demeçle fiilen bitmiştir. Sırada ajandasında yer alan bir diğer konuyla, Fenerbahçe ve onun inşa edilmesi gereken stadıyla ilgilenmek vardı.
Fenerbahçe Stadı
Medeni Berk’in Fenerbahçe başkanlığına atanması ile sonuçlanan olaylar 1959-1960 futbol sezonunun ikinci yarısı ile başladı. Kulübün neredeyse tüm branşlarda elde ettiği 9 şampiyonluğa, futbol takımının Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda tur atlamasına rağmen; aynı turnuvada üçüncü maçta kaçan ikinci tur şansı ve sonrasında ligde sergilediği inişli-çıkışlı grafik, kulüp içerisinde muhalefetin sesini yükseltmesine neden oldu. Fenerbahçe, tarihinin en başarılı sportif dönemlerinden birini yaşamış olsa da, muhalif gruplar daha 1959 kongresinde, mevcut başkan aynı zamanda TBMM Başkanvekili Agah Erozan’a eleştirilerinin merkezine “çok para harcanıyor” önermesini koymuşlardı.
Muhalifler, sahada işlerin kötüye gitmesiyle de Agah Erozan’ın yerine yeni bir DP’li başkan adayı aramaya başladılar. Yıllardır yılan hikayesine dönen stadın inşası konusu çözülmesi gereken en büyük sorundu. O güne kadar birçok başkan adayının bir numaralı seçim vaadi artık gerçek kılınmalıydı. Rüştü Dağlaroğlu’na göre stat sorunu öyle bir hale gelmişti ki, artan inşaat maliyetleri dolayısıyla stadın yapımı artık kulübü yönetmeye talip olanların vaatleri arasında bile değildi.
Politik görüşleri farklılık gösteriyor olsa da kulübün sağlayacağı faydayı göz önünde bulunduran muhalif gruplar, Başbakan Menderes’in kapısını çalmadan önce birkaç DP’li milletvekilini başkan adayı olarak ortaya atıp adeta nabız yokladılar. Basında haber olan bu milletvekillerinin Fenerbahçe’nin stat sorununu çözemeyeceği ortadaydı.
Bu aşamada kulüp içindeki muhalefet dinamiklerini hızlandıran bir gelişme daha oldu. Önceleri söylenti olarak başlayan ve toplantılarda dile getirildiğinde kimsenin inanmadığı , Galatasaray’ın Fenerbahçe Burnu’nda bir arazi alarak buraya bir tesis yapacağı haberinin gerçek olduğunun anlaşılması ile muhalefet grubu Ankara’yı ziyaret kararı aldı. Galatasaray Başkanı DP’li Sadık Giz’in yalnızca bir milletvekili olmasına rağmen kulübüne Fenerbahçe semtinde bir tesis kazandırması, Fenerbahçe Stadı’nın inşa edilmesini kulüp için bir zorunluluk haline getirmişti.
Fenerbahçe heyeti 23 Ocak 1960’da Başbakan Menderes’i makamında ziyaret etti. Toplantıda yer alanlardan biri de Başbakan Yardımcısı Medeni Berk’ti. Fenerbahçe heyeti stat sorununun çözmek için Menderes’in yardımına ihtiyaç duyduğu kadar, projenin teknik bir kişi tarafından yönlendirilmesi gerektiğinin de farkındaydı. Bu bağlamda TEKB Genel Müdürlüğü ve İmar Bakanlığı geçmişi dolayısıyla Berk’in başkan olması için Başbakandan “izin istendi” Medeni Berk böylece Fenerbahçe’nin başkanlığına atanmış oldu.
Fenerbahçe heyetinin ziyareti, ertesi günün gazetelerinde Menderes’in ağzından “Stad işinizi olmuş sayın, Fenerbahçeliler müsterih olsunlar” demeciyle duyuruldu. Başkan adayı olarak Medeni Berk ismi ise ziyaretten beş gün sonra gazetelerde yer aldı. Şubat ayında; belediye başkanı, banka müdürleri tarafından kurulan komite stadın inşa maliyetini 6 milyon lira olarak belirlerken , Medeni Berk Fenerbahçe kulübüne üyelik için resmi başvurusunu yapıyordu.
Ve Kongre
Kongre tarihi olarak seçilen 6 Mart yaklaşırken muhalefet grubu, aday olmamaya ikna etmek için Başkan Erozan’ı ziyaret etti. O ziyarette yer alan ve kongrede Medeni Berk’in listesinden seçime girse de seçilemeyecek olan Avukat Sadun Erdemir; Agah Erozan’a stadın bir an evvel yapılması için Medeni Berk’in başkan olması gerektiğini uygun bir dille anlatıp, aday olmamasını istediklerini anlatır. Stat konusunda yapılan açıklamaya ve Menderes’in Medeni Berk ismine yaptığı açık yönlendirmeye rağmen Erozan’ın cevabı olumsuz olur.
Başarısız bu girişim muhalefetin seçimi kazanacaklarına olan inancından bir şey götürmemişti. Muhalif Kadıköy Grubu’nun sözcüsü Semih Bayülken gazetelere şu açıklamayı yaptı: “Kongreyi kazanacağımıza eminiz. Çünkü üç yüz elli azamız var. Esasen bu topluluk bugünkü idare heyetinin tutumunu beğenmediğini fevkalade kongre talebiyle zaten ifade etmiştir.”
Böylece kongrede iki DP’li adayın yarışacağı kesinleşmiş oldu. Kongreye üç gün kala kulisler hareketlendi. Muhalif grubun Menderes’le yaptığı görüşmede sözcülük yapan Rüştü Dağlaroğlu, Erozan tarafına geçerek iktidar listesine girdi. Kongre Kadıköy Süreyya Sineması’nda yapıldı. Erozan’ın, İsmet Uluğ, Raif Dinçkök, Rüştü Dağlaroğlu, Müslim Bağcılar’dan oluşan listesine karşı; kongreye katılan 388 üyenin 379’unun oyunu alan Medeni Berk ve listesi seçildi.
Kongre konuşmasının sonunda partili rakibini onore eden Erozan, “Oylarınızı seve seve Medeni Berk’e verin” demiş , kongre sonrasında da “Fenerbahçe’ye hizmet etmek için idareci veya başkan olmak şart değildir. Her zaman ve her yerde hizmete hazırız. Yeni idare heyetine başarılar diliyorum. Fenerbahçe’ye hizmet etmenin zevki büyüktür.” diyerek rakibini kutlamıştır.
7 Mart’ta toplanan Yönetim Kurulu aralarındaki görev paylaşımını şu şekilde gerçekleştirdi: Medeni Berk – Başkan Hasan Kamil Sporel – İkinci Başkan Fikret Kırcan – Genel Kaptan Faruk Ilgaz – Genel Sekreter Talat Ataman – Muhasebeci Kemal Atakul – Veznedar Fahri Atabey, Bülent Büyükyüksel, Müzdat Yetkiner – Üyeler.
İki Farklı Görüş
Medeni Berk’in seçilir seçilmez ilk işi tahmin edileceği gibi stat inşaatını ele almak oldu. Seçimden sonraki gün yapılan yönetim kurulu toplantısının sonunda Berk, TEKB Genel Müdürüne stat projesi üzerinde çalışması için direktif verdi. Berk, toplantı sonunda Başbakan Menderes’ten de randevu alarak, zaman geçirmeden projeye başlamak için önemli bir hamle yapmıştı.
Fenerbahçe Yönetim Kurulu, Berk başkanlığında 8 Mart’ta Park Otel’de Menderes’i ziyaret etti. Menderes görüşmede 50.000 kişi kapasiteli bir stadın ve kulüp lokalinin inşasına hemen başlanması için talimat verdi. Görüşme, Menderes’in 10 Mart stadı ziyaret etmeye karar vermesiyle sona erdi.
Fenerbahçe yönetim kurulu 9 Mart gününü kulüp merkezinde geçirdi. Menderes’in sonraki gün stadı ziyareti öncesi proje üzerinde çalışmalar yapıldı. Bu arada TEKB’in uzmanlara yaptırdığı incelemenin sonuçları hızla kulübe ulaşmış, stadın mevcut yerinde inşa edilmesi görüşü, arsasının satılarak buradan elde edilecek finansmanla Fikirtepe’de alınacak bir arsaya stat ve spor tesisi yapılması görüşünün gölgesinde kalmıştı. Uzmanlar, Fikirtepe’de yeni bir stat yapılmasını daha uygun görüyor , sonraki yıllarda kulüp başkanı olacak o günün yönetim kurulu üyesi Faruk Ilgaz da bu görüşü destekliyor, hatta projenin sunumunu Medeni Berk’e bizzat yapıyordu.
Stadyum Yerinde Kalıyor
Fenerbahçe’nin heyecanla beklediği Menderes’in stadı ziyareti, Başbakan’ın “çıkan bir işi” dolayısıyla gerçekleşmedi. Kamuoyunun konuya olan ilgisi, Başbakanın gerçekleşmeyen ziyareti sonucunda azalmış olsa da, Fenerbahçe camiası kendi içerisinde ortaya atılan iki görüşü tartışmaya başladı.
27 Mayıs’ın ayak seslerinin duyulmaya başlandığı Nisan ayının 15’inde toplanan Yönetim Kurulu, Kulüp Danışma Kurulu’na konu ile ilgili fikirlerini belirtmelerini isteyen birer mektup göndermeye karar verdi. Bu arada iki görüşün detayları da netleşmişti.
İlk görüş şuydu: “Mevcut Stadın genişletilmesi ve ahşap kapalı tribünün yerine daha fazla seyirciyi alabilecek betonarme bir tribün inşa ettirilmesi.”
Buna karşı öneri sürülen ikinci görüş ise “Fikirtepe’de bütün tesisleri ihtiva eden bir spor sitesi inşa edilerek, mevcut stadın yeni stat inşa edilinceye kadar kullanılması ve müteakiben satılması.”
İki görüşün çarpışmasından ilk görüş galip çıktı. Faruk Ilgaz, yönetim kurulu içerisinde bile ikinci görüşü savunurken yalnız kalmıştı. Ilgaz yıllar sonra konu ile ilgili şu açıklamayı yaptı: “Bu teklif kulüp üyelerince iyi karşılanmadı. Özellikle eski üyeler birçok hatıralarının bulunduğu bu stadın satılması fikrine karşı çıktılar.”
Uzmanların ortaya koyduğu projeye karşın, futbolun İstanbul’a geldiği andan itibaren kesintisiz olarak oynandığı statlarındaki geçmişlerinden vazgeçmek istemeyen üyelerin görüşlerinin öne çıkması, yaklaşan 27 Mayıs öncesi ülkenin içinde bulunduğu kriz günleri stat meselesinin rafa kalkmasına neden olacak; Fenerbahçe, Papazın Çayırı’nda kalacaktı.
İki Başkanlı Sezonun Sonu
1959 – 1960 sezonu fiilen iki başkanlı bir sezondur. Agah Erozan’ın yönetiminde başlayan sezon Medeni Berk’in yönetiminde sona ermiştir.
Stadı inşa etmesi için getirildiği başkanlık görevi sırasında Medeni Berk’in kulübün sportif faaliyetlerine herhangi bir katkısı ya da müdahalesi olmadı. Futbol şubesi karışıklıklar içerisinde girdiği sezonu, 27 Mayıs’ın gerçekleşmesinden iki hafta sonra oynanan ligin son maçında 1-0 yenildiği Beşiktaş’ın ardından 5 puan farkla ikinci sırada tamamladı. Medeni Berk’in başkanlığı altında sezonun kalanında toplamda 12 maç yapan futbol takımı, bu maçlarda; 6 galibiyet, 3 mağlubiyet ve 3 beraberlik aldı. Attığı 22 gole karşılık kalesinde 16 gol gördü. Berk, başkanlığı döneminde derbi galibiyeti göremedi.
Medeni Berk, 9 Mart 1960’da stat projesi için kulüpte yapılan toplantıdan sonra futbol takımıyla tanışmış ve daha önceden Ankara’dan tanıdığı “Mikro” Mustafa Güven ile bir süre sohbet edip, başarılar dilemişti. Bu Berk’in futbol takımı ile olan ilk ve tek teması olarak kayıtlara geçti.
Medeni Berk’in yönetimindeki Fenerbahçe’nin şampiyon olan takımları, Kadınlar Voleybol ve Atletizm takımları oldu. Fenerbahçe’nin kadın voleybolcuları hem İstanbul hem Türkiye şampiyonu olarak sezonu tamamladılar. Basketbol Erkek takımı İstanbul ikincisi olduktan sonra, Federasyon kupasını kazanarak katılmayı hak kazandığı Türkiye şampiyonasını beşinci sırada tamamladı. Basketbol Kadın ve Boks takımları İstanbul şampiyonalarında ikinci oldular.
Kaynaklarda geçen, Medeni Berk’in Fenerbahçe’yi tribünden izlediği tek maç 16 Mart 1960 Dolmabahçe Stadı’nda oynanan İstanbulspor maçıdır. Bir önceki hafta İzmir deplasmanında puan kaybedilmesinin ardından 2-1 galip gelinmesine rağmen, oynanan kötü futbol tribünlerde homurdanmalara sebep olmuştu. Maç çıkışı protokol girişinde Fenerbahçeli taraftarlar ile karşılaşan Medeni Berk, bir taraftarın “Fenerbahçe’yi Vatan Cephesi’ne (VC) benzettiler” sataşması üzerine sözün sahibini bir süre bakışlarıyla aramış, daha sonra stadyumdan ayrılmıştı.
Cephe ve Son Dokunuş
Ülke bu dönemde DP’nin VC’yi hamlesiyle giderek daha da kutuplaşıyordu. Partinin “vatanseverler” kişileri üye olmaya çağırdığı bu sivil toplum örgütlenmesinin gerçekte hiçbir faaliyeti yoktu. Devlet Radyosu’nun haber bültenlerinde cepheye katılan yeni üyelerin isimleri okunuyor, bu eylem çoğu zaman da tutarsızlıklarla dolu oluyordu. DP’nin sokak örgütlenmesi VC, işte bu maçtan sonra sıradan bir Fenerbahçe taraftarı tarafından ironik bir biçimde eleştiriliyordu. VC, Medeni Berk’in Yassıada’da yargılandığı davalardan birinin konusu olacaktı.
DP iktidarının sona yaklaştığı günlerde Medeni Berk’in kulüple zaten az olan ilgisi iyice kesildi. Maçtan beş gün sonra Medeni Berk, 1928–1938 yılları arasında Fenerbahçe kalesini koruyan Necdet Erdem’e futbol takımının menejerliğini teklif etti. Erdem tarafından kabul edilen bu teklif Berk’in Fenerbahçe’ye son dokunuşu oldu.
Darbe ve Kongre
27 Mayıs ile beraber Fenerbahçe bir yönetimsel boşluğun içine düştü. Mevcut başkanının da içinde olduğu 3 başkanı tutuklanmıştı. 1 Haziran’da toplanan Yönetim Kurulu, Medeni Berk’i başkanlıktan azletmedi. Bu şekilde müdahaleye açık bir destek vermek istemiyorlar, yaşanacak gelişmeleri bekliyorlardı. Toplantının sonunda basına yapılan açıklamada “Esasen kendisi idare heyeti toplantılarımıza gelmemekte ve müzakereler İkinci Reis Hasan Kamil Sporel riyasetinde cereyan etmektedir” açıklaması yapıldı. Buna göre Medeni Berk’in başkanlığının akıbetine yönetim kurulu değil kongre karar verecekti.
Yönetim Kurulu 26 Haziran’da kongre yapılmasını kararlaştırdı. Kongreye katılım düşük oldu. Kulübün 1960 yılında kongreye katılmaya hak kazanmış 600 üyesi olmasına rağmen, sadece 290 üye yeni başkanı ve yönetim kurulunu seçmek için oy kullandı. Medeni Berk’in yokluğunda ikinci başkan olarak yönetim kuruluna başkanlık yapan Hasan Kamil Sporel, Fenerbahçe’nin yeni başkanı seçilerek görevi devraldı. Böylece Fenerbahçe’nin siyasetle en sıkı ilişkilerini kurduğu DP’li başkanlar dönemi sona ermiş oldu.
Yassıada’da Bir Teknokrat
Askerler 27 Mayıs gününe başladıklarında Medeni Berk bir arkadaşının evinde ailesiyle birlikte yemek davetindeydi. Sokaktaki hareketlilikten, günlerdir yaklaşmakta olan askerin ayak seslerinin artık kapısının önüne geldiğini anlayınca teslim oldu ve hemen tutuklandı. Diğer partililerle beraber yargılanmalarına kadar geçen süreyi doldurmak için Yassıada’ya gönderildi.
Memuriyetten gelen bir teknokrat olması ve siyasete henüz 2,5 yıl önce atılmış olması Yassıada’da bazı DP’lilerin karşılaştığı kötü muamelelere maruz kalmasını bir anlamda engelledi. Bölümün devamında da görüleceği üzere Medeni Berk bu iki argümanı mahkemedeki savunmasının merkezine oturtacaktır.
Yassıada’daki tutukluluk günlerini eşi Mukadder Hanım ile olan mektuplaşmalarından anlaşıldığı üzere, çalışma hayatının bir prensibi olarak belirlediği, erken kalkarak ve kitap okuyarak geçiriyordu. Medeni Berk’in hapis hayatında eşine yazdığı mektuplardan bazı bölümlerin, hem adadaki yaşamını hem de içinde bulunduğu ruh halini yansıttığı için buraya eklenmesinin uygun olduğu düşüncesindeyiz.
“Hep arkadaşlarımın hanımları yazdı, evlerini aramışlar ve bazı şeyler almışlar. Benim teyp bantlarımın ehemmiyeti yok. Gül (kızı) üzülmüştür, ehemmiyet vermesin, yine iyisi olur… Burada nisbi bir sükûna girdik. Her gün okuyor ve okuyoruz”
“Dostlar, hakiki dostlar ve iyi gün dostları kim bilir nasıl belli olmuştur? Hiçbirine aldırma, sen yine çalışma zevkiyle bana güven. Artık sade senin ve kızım için çalışacağım. Enayi gibi tatillerimi, dinlenme günlerimizi harcamışız. Şimdi seni ve kendimi çam ağaçlarının altında veya kızgın bir denizin ortasında görüyorum. Bir hayal bile olsa ümit ediyorum. İyi dostlarımızı iyi tanı da, biz de hakiki insanları unutmayalım
“Çok erken kalkıyorum, yatağımdan, kalkmadan biraz vakit geçiriyorum. Sen daima erken kalkıp çalışmaya başlamamdan şikayetçisin. Hakikaten durabilir miyim, çalışmayabilir miyim, zannetmiyorum.”
“İşler inşallah düzelecek, ben her geçen gün daha ümitliyim. Gazeteler bile bana bir çamur sıçratmamaya gayret ve itina ediyor. Olsa idi çoktan ipliğimiz pazara çıkardı”
İddialar
Medeni Berk mektuplarında her ne kadar gazetelerde kendisi hakkında suçlayıcı haber ya da yorumlar çıkmadığından bahsetmiş olsa da Yüksek Adalet Divanı (YAD) önüne çıkacağı tarih yaklaştıkça ismi sütunlarda yer almaya başladı.
27 Mayıs taraftarı gençlerin yaptığı gösterilerde “Medeni Berk, dolarları etti terk” pankartının yer alması gazetelere haber oldu. Sonraki günlerde “yüz binlerce lira” maliyetle döşenmiş makam odasının ihtişamından bahsedildi.
Ege Bölgesi’nde faaliyet sürdüren bazı işadamlarını zorla VC’ye kaydettirdiği, buna karşı çıkanları da ekonomik olarak baskı aldığına ilişkin iddialar sözü edilen işadamlarıyla röportajlar gazetelerde yer aldı. Altan Öymen 2013 yılında piyasaya çıkan anılar serisinin 4.kitabı “Ve İhtilal”de, İş insanı Vehbi Koç’a Medeni Berk tarafından yapılan “CHP’den istifa et ve DP’ye katıl” baskısını dile getirdi.
Medeni Berk aynı zamanda devlet bankalarından VC’ye zorla bağış istemekle suçlanıyordu. Nitekim Berk, yargılaması sırasında bağış istediğini kabul edecek ancak bunu “kurumlarının iç tüzüğü izin veriyorsa” yapmalarını istediğini söyleyecektir.
Bazılarının gerçekliği tartışılabilir olan bu haber ve yorumların en dikkat çekici olanı ise CHP lideri İsmet İnönü’nün öldürülmesi ve gösteri yapan öğrencilere daha fazla şiddet uygulanması için verdiği talimatın kaydedildiği ses bantlarının ele geçirildiğine ilişkin olanıydı. Medeni Berk, duruşmalar başladıktan sonra mahkemede dinlenen bu ses kayıtlarının kendisine ait olmadığı iddia etti. Mahkeme kararlarında bantlarda yer alan konuşmalarla ilgili bir hükme rastlanılmaması Berk’in iddiasının doğruluğunu kanıtlayacaktır.
Mahkeme
Medeni Berk, YAD’da, “İpar”, “Gemi” , “Vatan Cephesi” “Arsa-İstimlak” ve son olarak da “Anayasayı İhlal” davalarında yargılandı. İpar, Arsa-İstimlak ve Vatan Cephesi davalarında suçlu bulundu ve toplamda 15 yıl hapse çarptırıldı.
Berk bu davalarda yaptığı savunmalarda kendisine verilen görevleri Adnan Menderes’in emirleri doğrultusunda yaptığını ısrarla vurguladı. Anayasa’yı İhlal Davası’nda ise kendisine itham edilen suç “Adnan Menderes’in dikta politikalarına hükümet üyesi derecesinde iştirak etmiş olmak”tı. Üç numaraları sanık olarak yargılandığı bu son davada hakkında verilen hüküm ise müebbet hapis oldu. Karar açıklandığında derin bir nefes alıp vermesi ise mahkemeyi izleyenlerin dikkatinden kaçmadı.
Medeni Berk’in Yassıada’da avukatlığını yapan iki isimden biri sonraki yıllarda Türk siyasetinde önemli rol oynayacak, parti başkanlığı, TBMM Başkanlığı gibi görevler yürütecek olan Hüsamettin Cindoruk’tu. Cindoruk’un yaptığı savunmanın giriş kısmı; Berk hakkında yaptığımız değerlendirmelerin bir özeti niteliğindedir.
“Medeni Berk, Başvekil Yardımcılığı’na uzun yıllar süren politik hayatının sonunda varmamıştır. Bu mevki devlet hizmetinin çeşitli kademelerinde başarılı bir idarecilik hayatından sonra 2,5 yıl içerisinde geldiği bir mevkidir. Üç numaralı sanık olması davanın protokol sırasına göre açıldığının göstergesidir. Diğer sanıklara meclisteki konuşmaları ve faaliyetleri üzerinden suçlama yapılırken aynı durum müvekkilim için geçerli değildir. 1957 Yılında seçime girdiğinde Demokrat Parti üyesi bile değildir. Seçildikten sonra da meslek hayatının devamı niteliğinde teknik bir bakanlığa atanmıştır. (…..) Medeni Berk, siyasi tansiyonun gergin hale geldiği bir tarihte Mart 1960’da İzmir’de seçimlerin ilkbaharda yapılacağı müjdesini gazetelere vermiştir. Bu onun 2,5 yıllık siyasi hayatının tek siyasi demecidir. Bu demeç içerik itibariyle haber verme amacı taşısa da aynı zamanda bir seçim temennisi niteliğindedir. Seçim isteyen ve müjdeleyen bir politikacının diktaya gidişin faili olacağını kabul etmek imkansızdır.”
Medeni Berk kendisine verilen ömür boyu hapis cezasını tamamlamak için arkadaşlarıyla beraber Kayseri Cezaevi’ne gönderildi. Berk’in hayatının, sağlık sebepleri tahliye edilmesine kadar sürecek, Yassıada davalarına dahil edilmeyen çeşitli davalarla yargılandığı bir dönem başladı.
Kayseri’de Beraat Yılları
Medeni Berk, Kayseri Cezaevi’ndeyken Yassıada’da sonuca bağlanmayan “Görevi Kötüye Kullanma” ve “Sebepsiz Zenginleşme” davalarına İstanbul’da devam edildi.
Berk, TEKB Genel Müdürü iken bankaya bağlı şirketlerden DP’ye usulsüz para toplama yoluyla partiye çıkar sağlamakla da suçlandı. Başbakan Yardımcısı iken devlet kurumlarından bağış topladığı iddiaları bu duruşmalarda karşısına çıktı. Bu suçlamaya karşı Berk; Başbakan Menderes’ten seçimler için gerekli paranın temini için emir aldıktan sonra bazı banka ve işletme genel müdürlerini davet edip kimlerden ne nispette para isteyeceklerine dair liste verdiğini itiraf etmiş, fakat paranın alınması için baskıda bulunmadığını, ayrıca bu müesseselerin CHP’ye de yardım ettiğini söylemiştir. Berk, 28 Aralık 1962’de “Sebepsiz Zenginleşme” ve 18 Mart 1963’te “Görevi Kötüye Kullanma” davalarından beraat etti.
Başlarında Celal Bayar olmak üzere hüküm giyen tüm DP’lilerin yaşadığı Kayseri Cezaevi’nde; devrik iktidar partisi üyelerinin belli bir hiyerarşi içerisinde günlerini geçirdikleri kaynaklara yansımıştır. Devlet Arşivleri’nde karşımıza çıkan ve Kayseri Cezaevine getirilen bir miktar paranın konu edinildiği belge bu hiyerarşinin bir kanıtıdır.
Cezaevi’nden İçişleri Bakanlığı’na yazılan bir raporda şu ifadeler yer almaktadır:
“Yassıada eski hükümlülerinden olup tahliye edilen İzmir eski Milletvekili Enver Dündar Başer’in iki ay önce Kayseri Cezaevi’ne gelerek hükümlü düşük bakanlardan Medeni Berk’e 20.000 lira verdiği Cezaevi Muhafız Jandarma Komutanı Yüzbaşı Yılmaz Erkekoğlu tarafından haber alınmıştır. Medeni Berk ve Necmettin Önder ve Samet Ağaoğlu’nun cezaevindeki hükümlülerin güya temsilci idarecileri olarak bu tür yardımları ister ve alır oldukları derlenen bilgiler arasındadır”
Celal Bayar’ın liderlik ettiği bu hiyerarşide Medeni Berk’e düşen görev bu rapora göre temsilci idarecilikti. Bu görev gereği de partili mahkumların masraflarını karşılamak için dışarıdan para toplanıyordu. Berk’in asıl mesleği olan bankacılığa yeniden ısınmaya başladığı, tahliye edilmeden sekiz ay öncesine ait bu raporda da yer aldığı üzere, cezaevindeki para işlerini kontrol etmesinden anlaşılmaktadır. Nitekim Berk, 27 Ekim 1964’te tahliye edilmesinden sonra, asıl mesleğine geri dönecek ve tekrardan zirveye çıkacaktır.
Sabancı – TOBB – Tütünbank
Medeni Berk, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından sağlık sebepleri dolayısıyla affedildikten sonra zaman kaybetmeden meslek hayatına geri döndü. Kendi anlatımıyla gelen bir telefon ile Akbank’ın genel müdürlük görevini devraldı. Telefonun karşısında Sakıp Sabancı vardı.
Medeni Berk, 1964 yılında başladığı bu görevi 1980 Temmuz ayına kadar yürüttü. Bu süre zarfında holdingin üst düzey bir yöneticisi olmaktan daha öteye geçti. Aile ile kurduğu yakın ilişkiler üçüncü nesil Sabancıların hatıralarına bile girdi. 2004 yılında verdiği röportajda Akbank yöneticisi Suzan Sabancı Dinçer, Berk’ten şöyle bahsetmektedir:
“Çocukluk yıllarımda bankaya gider dönemin Genel Müdürü Medeni Berk’in evraklarını taşırdım. Berk, her zaman ‘iyi bir bankacı olmak için iyi matematik bilmek gerekir’ deyip, bana matematik çalıştırırdı.”
Medeni Berk, genel müdürlüğünün üçüncü yılının sonunda bankanın yeni girişimi olarak kurulan Akçimento’nun ortaklarından biri oldu. Artık sadece bir yönetici değil aynı zamanda büyük bir şirketin de hissedarıydı. Yaptığı bu atılım ile 1967 yılının kişiler bazındaki İstanbul Vergi Rekortmenleri Listesi’ne giren Berk, artık Tarabya’da Sümer Palas Korusu’nda yaşamaya başlamıştı.
Berk’in Sabancı Holding ile beraber yükselişi Lassa Lastik Sanayi’nin yönetim kurulunda yer almasıyla sürdü. Kendisi ile beraber bu kurulda yer alan Turgut Özal, sonraki yıllarda Türk siyasetinde zirveye çıkacak, ülkenin Cumhurbaşkanı olacaktı.
Medeni Berk’in cezaevinden çıktıktan çok kısa bir süre Sabancı Holding bünyesindeki Akbank’ın genel müdürü olması, onun aile ile ilişkilerinin geçmişe dayandığını gösterir. Nitekim bu ilişkiler, Yassıada duruşmaları başlamadan önce kurulan Yüksek Soruşturma Kurulu’nun Berk hakkında sunduğu “Gayrı Meşru Servet” raporuna da konu olacaktı. Sözü geçen rapor yer alan iddiaların basına yansıma şöyleydi:
“Medeni Berk, Adanalı milyoner Hacı Ömer’e 1953 yılında 5 milyon liralık usulsüz kredi sağlamıştır. Bu 1,7 milyon dolar tutan ve sabık Demokrat Parti iktidarı zamanında bir şahsa verilen en yüksek döviz kredisidir. Berk, Hacı Ömer’e 30 Nisan 1955’de 1 milyon dolarlık bir kredi tahsisi de yapmıştır. Bu miktar o zaman piyasa ihtiyacına ayrılan dolar kotasının tamamıdır”
Medeni Berk, görevlerine devam ederken Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Necmettin Erbakan’ın Başbakan Süleyman Demirel ile anlaşmazlığa düşmesi sonucunda yeniden bürokrasiye döndü. 1969 Yılında, Banka Kredileri Tanzim Komitesi’nde görev alan Berk’in yeni görevi, 30 Mayıs 1971’e kadar sürdüreceği TOBB başkanlığıydı. Erbakan’ın delege listelerinin usulsüz şekilde yapıldığını öne sürerek noter yoluyla protesto ettiği seçim sonucunda Berk, başkan seçilmişti. Erbakan döneminde yatırım kotalarını dağıtma yetkisini TOBB’un elinden alan Başbakan Demirel’in, Berk’in seçilmesinden sonraki ilk işi bu yetkiyi tekrar birliğe vermek oldu. Hükümetin kendisine açık desteğine rağmen TOBB başkanı olduğu dönemde ekonomik eleştirilerini açıklamaktan çekinmedi. Dış kaynaklı kredilerin gelişmeye yetmeyeceği , piyasadaki para darlığı , yeni vergilerin enflasyona sebep olacağına ilişkin görüşlerini hükümete yönelik eleştirilerin merkezine oturttu.
Medeni Berk, 1974 yılında siyasi yasağının kaldırılmasına rağmen tıpkı kendisinden önceki Fenerbahçe Başkanı Agah Erozan gibi politika ile ilgilenmedi. “Büyük meclislerin (meclis ve senato) bu kararını şükranla karşılamaktan başka bir şey düşünmedim. Kendimi mesleğime vermiş durumdayım.” açıklamasıyla yasamaya teşekkür etmekle yetindi.
Berk, 1980 yılında Akbank’taki görevinden ayrıldı. Meslek hayatının son durağı olan Tütünbank’taki üstlendiği görev yönetim kurulu başkanlığıydı. 1924 Yılında Ege Bölgesi’nde yerel bir banka olarak kurulan Tütünbank, 1980 yılında Yaşar Holding tarafından satın alındı ve yönetimin başına Medeni Berk getirildi. Berk’in bankanın gelişimine yaptığı iki büyük katkı, İstanbul şubesini açmak ve banka hisselerini halka açmak oldu.
Emeklilik yıllarını İstanbul’da geçiren Medeni Berk, 16 Mart 1994’te vefat etti. 81 yaşında hayatını kaybeden Berk, Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verildi.
1992 yılında TBMM KİT komisyonunda TEKB’nin hesapları incelenirken kendisinin bankanın herhangi bir projesinden bir ev sahibi bile olmadığının ortaya çıkması üzerine kendisini ziyaret eden gazetecilere verdiği, “Biz hesabımızı Yassıada’da verdik, eğer açığımız olsaydı orada ortaya çıkardı” son demeci oldu.
Bir Devir için Son Söz
Futbol, Türkiye’de oynanmaya başladığı günden itibaren siyasi iktidarların dikkatini üzerine çeken bir olgu oldu.
Fenerbahçe, 114 yıllık tarihiyle hala bu olgunun en büyük aktörüdür ve olmaya da devam edeceği su götürmez bir gerçektir. İttihat ve Terakki döneminde, Meşrutiyet Devrimi’nden hemen sonra 1909 yılında çıkan dernekler kanunu ile 1913 yılında tescil edilen Fenerbahçe’nin; 1957-1960 yılları arasındaki üç yılı, çok partili demokrasimizde futbol – siyaset ilişkilerinin bir laboratuvarı niteliğindedir.
27 Mayıs ile zorunlu olarak biten bu ilişki, bir siyasi iktidarın bir spor kulübüne verdiği önem açısından benzersizdir. Agah Erozan’ın başkanlığı ile sportif olarak çok başarılarla başlayan bu süreç; stadyum inşaatı için göreve gelen Medeni Berk’in daha Kadıköy’ün havasına alışamadan gerçekleşen askeri müdahale ile sona ermiştir.
Medeni Berk, görevi devraldığı Agah Erozan’ın aksine, başkanlığı sona erdikten sonra Fenerbahçe ile yakın ilişkilere girmemeyi tercih etmiştir.
Bankacılık mesleği, geç yaşlarda adım attığı emekliliğine kadar hayatının merkezinde olmuştur. “Stadyumun taşınması” tartışmaları onun döneminden günümüze uzanan, daha birkaç sene öncesinde bile gündeme gelmiş bir konu olarak Fenerbahçe tarihindeki yerini almıştır.
Tenis camiasında üstlendiği görevler de göz önünde bulundurursa Medeni Berk, bir spor yöneticisi vasfıyla da Fenerbahçe’ye başkan olmuştur. Nitekim Menderes tarafından önerildiğinde başkanlık görevine itiraz ettiğine dair bir bilgiye kaynaklarda rastlanmamıştır.
Berk, kısa süreli başkanlığına rağmen “Fenerbahçe Başkanı” sıfatını ölene kadar taşımış; 1966, 1988 ve ölümünden sadece iki ay önce 1994’te gerçekleşen Fenerbahçe Başkanları toplantısına katılmıştır.
“Fenerbahçe’nin ‘Kuruluş’ hikayesinin, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar süren Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme yılları içerisinde; toplumsal, politik hatta ekonomik olarak incelenmesi gereken özel bir anlamı vardır.” Bu satırlarla başlayan Fenerbahçe’nin Kuruluş yıllarına ait araştırmalarımızın bugünkü konusu Ziya Songülen. Nasıl ilk başkan oldu? Fenerbahçe’nin temelini atanlardan olmasına rağmen neden kulüpten ayrıldı? Union Club’ın kuruluşunda rolü neydi? Milli Mücadele’ye katkısı ne oldu? İşte Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Nurizade Ziya Bey.
Nurizade Ziya Bey hakkında sıraladığımız soruları cevaplamadan önce, Fenerbahçe’nin Kuruluş hikayesine doğrudan etki ettiğini her fırsatta dile getirdiğimiz, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar geçen yıllar ile ilgili değerlendirmeler yapmamın konunun bütünlüğünü sağlamak için yararlı olduğunu düşünüyoruz.
Osmanlı Devleti için 1839 yılında başlayan Tanzimat; 1908’de Meşrutiyet’e, sonrasında da Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen sürede belirleyici bir dönemi ifade eder. Bu yıllarda zayıflayan devlet, ardı ardına tavizler vererek, Batı’nın isteklerine boyun eğmiş ve bir anlamda değişim sürecine girmişti. Tanzimat ile başlayan Batı etkisi, Enver Hoca yazımızda sözü edildiği üzere, yeni okulların açılmasına sebep oldu. Bu okullarda batı felsefesi ile verilen eğitim sonucunda yeni tip bir “Osmanlı Aydın” zümresi meydana geldi. Ve bu zümre kısa sürede toplumun önemli bir parçası oldu. Aldıkları eğitimle “aydınlanma” yaşayan bu kişiler zayıflayan devlet mekanizması içerisinde yer bulmaya ve zamanla Padişah otoritesine karşı bir tehdit unsuru olmaya başladılar. Padişah ile aydınların arasında adeta bir mücadele başlamıştı. Bu mücadelede Osmanlı aydınlarının en büyük destekçisi gördükleri eğitim felsefesinin kaynağı olan “Batı” oldu. Tanzimat döneminde sadrazamlık yapan Keçecizade Fuad Paşa’nın aşağıda yer alan ifadeleri gerek dönemi, gerekse Batı’nın, Osmanlı aydını için ne ifade ettiğini anlamamızı sağlayacaktır.
“Bir devlette iki kuvvet olur, biri yukarıdan biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet oluşturmak imkansızdır. Bunun için bir destek kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvet de sefaretlerdir”
Fuad Paşa’nın kastettiği yukarıdan gelen kuvvet Padişah, ona karşı gelinecek destek kuvvet ise Batılı devletlerin elçilikleriydi. Osmanlı aydını 1839-1908’e hatta 1918’e kadar süren dönemde, ülkelerinde yapmak istedikleri iyi niyetli değişimler için Batı’nın desteğini almaya çalışmışlardır. Batılı devletler ise elçilikleri aracılığı ile “aynı dili konuştukları” bu kişilerle ilişkide olmayı tercih etmişlerdir. Bu dönem Osmanlı aydınları arasında “Batılı güçlerden hangisinin desteğini alalım?” sorusunun hayli popüler olduğunu söyleyebiliriz. Padişahlık kurumu ise bir yandan aydınların yapmak istedikleri değişimi kontrol altında tutmaya çalışırken, diğer yandan da Batılı devletlerden sürekli borç almış, böylece devletin ekonomik bağımsızlığı da büyük ölçüde tehlikeye girmişti. 1881 yılına gelindiğinde borçlarını tahsil edemeyen Batılı devletler, Duyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluşuna ön ayak olmuşlardı. Bu kurumun, devletin borçlarının denetlenmesi ve tahsil edilmesi gibi işlevleri vardı. Kısacası artık Osmanlı Devleti bir yarı-sömürge devletti.
Mehmed Ziya
Mehmed Ziya Bey, Osmanlı Devleti bu şartlar altında çözülmeye doğru giderken 1886 yılında İstanbul’da doğdu. Anne tarafından Osmanlı hanedanına mensup zengin ve köklü bir aileye sahipti. Aile üyeleri yüzyılı aşkın süredir devlet yönetiminde Sadrazam, Kaptan Paşa, Vali, Belediye Başkanı, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı, Büyükelçilik gibi önemli görevleri yürütmüşlerdi. Ziya Bey’in soyadı kanununa kadar isminin önünde kullandığı “Nurizade” sıfatı ise Tanzimat’ın Dışişleri Bakanlarından Mehmed Nuri Paşa’ya dayanmaktaydı. Ziya Bey’in dedesinin babası olan Mehmed Nuri Paşa, Dışişleri Bakanlığından sonra Londra ve Paris’te büyükelçilik görevini yürütmüştü. Ziya Bey’in ailesi, giriş kısmında sözü edilen Osmanlı aydınların yetiştiği bir aileydi. Bu bilgilere dayanarak ailenin batı felsefesini benimsediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim, 2008 yılında verdiği röportajda Nazan Songülen Karakaş, dedesi Ziya Bey’in Osmanlı kimliğinden kopmadan ancak “İngiliz mürebbiyelerden Avrupai bir eğitim” aldığını da belirtmiştir.
Saint Joseph’ten Londra’ya
Nurizade Ziya’nın liseye kadar hangi okullarda okuduğunu bilmiyoruz. Torununun anlattıkları dikkate alındığında evde ailesinin tuttuğu öğretmenlerden eğitim almış olması da muhtemel. Liseyi ise Saint Joseph’te okuduğundan eminiz. Yine torununun anlattıklarından okulda kendisine uzun boyundan dolayı “Fil Ziya” lakabının takılmış olduğundan da haberdarız. Bu bilgi ışığında okulda popüler bir öğrenci olduğunu söyleyebiliriz. Ziya Bey 1903’te 17 yaşındayken okuldan mezun olup İngiltere’ye gitmiş, İngiltere’de İnşaat Mühendisliği eğitimi aldıktan sonra muhtemelen 1906 yılında ülkeye dönüp Duyun-u Umumiye’de memur olarak iş hayatına girmiştir. Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’yi kuran kadronun başında yer alacağı süreci anlatmaya başlamadan önce buraya kadar yazılanları maddeler halinde özetlemenin yararlı olacağını düşünüyoruz.
Nurizade Ziya Bey, Tanzimat dönemi ile toplumun etkin zümresi olan Osmanlı aydınlarını yetiştiren zengin ve köklü ailelerden birinin üyesiydi.
Nuri Paşa ile beraber aile Batı felsefesi ile tanışmış, diğer Tanzimat dönemi aydınları gibi devletin geleceğinin kurtulmasını batı felsefesinin geçerli kılınmasında görmüştü.
Ziya Bey, İngilizceyi liseye başlamadan aile evinde, Fransızcayı ise Saint Joseph lisesinde “ana dili” seviyesinde öğrenmişti.
Üniversite eğitimini Londra’da almış, yurda döndükten sonra da Batı etkisinin en çok hissedildiği kurum olan Duyun-u Umumiye’de çalışmaya başlamıştı.
Jön Türkler
Nurizade Ziya Bey’in futbola olan ilgisini Moda’da büyümesi ile ilişkilendirebiliriz. O dönem futbolun doğduğu topraklarda büyüyen her çocuk gibi bu spora merak sarmış, yapılan maçların izleyicisi olmuştu. Çoğunluğu gayrimüslim olan sınıf arkadaşları ile okul ortamında yaşanan olası sportif rekabet ve sonrasında oluşan hırsı, ilk gençlik yıllarına etki eden olaylardı. Fenerbahçe’nin kuruluşunda yer almış diğer Saint Joseph Liseli öğrencilerde de aynı duyguların oluştuğunu biliyoruz. Nurizade Ziya Bey’in, Londra’da futbolun nasıl bir spor olduğunu ve gerçek anlamda nasıl oynanması gerektiğini gördüğünü de söyleyebiliriz.
Fenerbahçe’nin doğuşunun anlık alınmış basit bir karar olmadığı, bir felsefeye dayandığı üzerinde ısrarla durduğumuz noktalardan bir tanesi. Bu aşamada 1900’lerin başından itibaren etkinliğini arttıran Jön Türkler hareketi ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapmanın yerinde olduğunu düşünüyoruz. Tanzimat’ta batı etkisi ile başlayan aydınlanma sonrasında oluşan Osmanlı aydınları, devlet yıkılmaya doğru gittikçe aralarında organize olmaya, Keçecizade Fuad Paşa’nın yazımızın başında aktardığımız sözlerine atıfla halkı da alttan gelen bir kuvvet olarak organize etmeye çalıştılar. Jön Türkler gerek yaptıkları yayınlarla gerekse yurt içi ve yurt dışı temaslarla Padişah Abdülhamit’in en büyük muhalifi oldular.
Fener’in Bahçesi’ndeki Koalisyon
Jön Türk hareketi zamanla İttihat ve Terakki Partisi’ne evrilecek, 1908 yılında ilan edilen Meşrutiyet’in de mimarı olacaktı. Devlet kadrolarında çok sayıda destekçileri vardı. Bunlardan bazıları zamanla yurtdışına kaçtı, sürgün edildi veya tutuklandı. Bu hareketin Fenerbahçe ve Nurizade Ziya Bey ile ilişkisi Jön Türklerin kendi aralarında yaşadıkları fikir ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Jön Türkler’in devletin kurtuluşu için öne sürdükleri fikirlerden ikisi Batıcılık ve Türkçülük’tü. Bu iki fikir, aynı amaca hizmet etmek için doğmuş ve Jön Türk hareketinin içindeki dinamizmi sağlamıştı. Zamanla ise bir koalisyona dönüşmüştür. İttihat ve Terakki ile başlayan bu koalisyon, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna da etki etmiş, “Türk kimliğine sahip ancak Batı felsefesini de benimsemiş bir devlet anlayışı” genç Türkiye’nin rehberi olmuştu.
Peki bu koalisyonun Fenerbahçe’nin kuruluşu ile ilgisi neydi? Enver Hoca araştırmasında ortaya koyduğumuz bilgileri tazeleyerek soruyu cevaplamaya başlayalım. Ortaya attığımız tezde “Saint Joseph Lisesi’nin Türk ve Müslüman öğrencilerinin, yabancı bir misyonun üyesi olan okulda, devlet tarafından görevlendirilen bir öğretmen tarafından bir araya getirilerek Fenerbahçe’ye insan kaynağı sağlandığını” söylemiştik. Bu öğretmen Enver Hoca’ydı. Enver Hoca zamanın ruhuna uygun fikirlere sahipti. Nitekim, yarı sömürgelikten, sömürge olmaya giden ve parçalanan devletin kurtuluşu için okulda öğrencilerine “Türklük ve Müslümanlık” paydasından çıkmadan “hürriyet” duygusunu aşılamaya çalışmıştı. Öğrenciler okulda bu fikirle donanırken, dışarıda ise okuldan mezun ağabeyleri Nurizade Ziya Bey ve arkadaşları bir futbol kulübü kurmaya hazırlanıyorlardı. İşte Fenerbahçe, Enver Hoca’nın “Türkçü” söyleminin, Nurizade Ziya Bey’in “Batıcı” fikirlerle şekillenen felsefesinin birleşmesinden doğdu.
Fenerbahçe’nin İlk Başkanı
Nurizade Ziya Bey ve arkadaşları Ayetullah, Necip ve Asaf Beylerin ortak özellikleri sadece yaşadıkları semt değildi. Bu dört arkadaş da yabancı dil bilen, batı felsefesini benimsemiş kişilerdi. Asaf Bey tıpkı Nurizade Ziya Bey gibi İngiltere’de eğitim alıp İstanbul’a dönmüştü. Ayetullah Bey, Moda’nın bir diğer Fransız okulu olan Faure Mektebi’nde okumuş bir Osmanlı aydınıydı. (Daha önceden Rüştü Dağlaroğlu’nun Fenerbahçe Tarihi’ne dayanarak Ayetullah Bey’in Saint Joseph mezunu olduğunu kabul ediyorduk. Ancak Araştırmacı Cem Argun’un Saint Joseph öğrenci listelerinde Ayetullah Bey’in kaydına rastlamadığını bize iletmesinden sonra bu bilgiyi güncellemiş bulunmaktayız.) İlerleyen yıllarda kulübün düştüğü sıkıntılı dönemde Üsküdar ile yapılan birleşme toplantısında sinirlendiği anda “Fenerbahçe benim” cümlesini Fransızca söyleyecek kadar da bu dile hakimdi. Fenerbahçe’nin kurulduğu yıl 16 yaşında olan Necip Bey ise Osmanlı modernleşmesinin başladığı okullardan biri olan Deniz Harp Okulu’nda öğrenciydi.
Nurizade Ziya Bey bu kadronun lideri konumundaydı. Rüştü Dağlaroğlu’nun onun için yazdığı şu tanımlama, bu liderliğin kaynağını açıklamakla birlikte, yukarıda yaptığımız “Batı” vurgusunu da destekler niteliktedir. “Mükemmel mali durumu ve İngiltere’de tahsil etmiş olmasının verdiği görgü ve spor aşkıyla dört başı mamur bir hüviyetteydi”
“Işık Saçan Fener”
Klasik Fenerbahçe tarih yazımında Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’nin kurucuları arasından sıyrılıp liderliği ele almasının sebebi olarak mali durumundan dolayı takımın ilk formalarını alıp, masrafları üstlenmesi ön plana çıkarılmıştır. Bu durum göreceli olarak doğru olmakla birlikte, Nurizade Ziya Bey’in kulübün insan kaynağını sağlayan Saint Joseph Lisesi’nin bir mezunu olarak okul kadrosu ile ilişkileri yürütmesi de bu liderlikte etkilidir. Nitekim, futbolcu Hasan Basri’yi Fenerbahçe’de oynamaya ikna etmeye giden heyette o ve Enver Hoca vardır.
Fenerbahçe’nin ilk amblemi olarak ‘Işık saçan Fener’in seçilmesi dönemin ruhunu yansıtan bir başka öğedir. Enver Hoca’nın yönlendirdiği öğrencilerle birlikte Nurizade Ziya Bey ve arkadaşları Fenerbahçe burnundaki deniz fenerinin yakınlarında antrenman yapmaya başladıklarını biliyoruz. Nurizade Ziya Bey ve arkadaşlarından hangisinin feneri amblem olarak önerdiğini bilmesek de, Jön Türklerin benimsediği ‘Pozitivizm’ akımına gönderme yaptığı açıktır. Kulübün ambleminden sonra ismi de ilk antrenmanların yapıldığı yere atıfla “Fenerbahçe” olarak seçilecektir. Liderliği ile arkadaşları arasından sıyrılıp Fenerbahçe’nin ilk başkanı olan Nurizade Ziya Bey’in kulübün liglere katılması için ilk temasına da öncülük etmiştir. Rüştü Dağlaroğlu’nun anlatımıyla forma ve malzeme satın aldıktan sonra ligi organize eden James LaFontaine ile karşılaşan Fenerbahçe heyeti, ondan lige katılım sözü almıştır. Bu hikayenin iki aktörünün hayatı yakın gelecekte bir kere daha kesişecek ve kuruluş yıllarının bir başka meselesinde karşımıza çıkacaktır.
Görevi Bırakış
Nurizade Ziya Bey’in bir yılı biraz aşkın başkanlık döneminde Fenerbahçe, ilk kez katıldığı ligde başarılı olamadı. Takım futbolcu bulmakta zorlanıyor, Fuat Hüsnü gibi başarılı oyuncular futbol takımının zayıf olmasından dolayı Fenerbahçe’ye katılmak istemiyorlardı. Bu durum kulüpte moralleri bozuyor, başarısız saha sonuçlarını tersine çevirecek motivasyonun sağlanmasını engelliyordu. Nurizade Ziya Bey, ilk takımın savunmasında forma giyiyordu. Kaynaklarda başarılı bir futbolcu olduğuna dair kayıtlara rastlamıyoruz. Ancak, Rüştü Dağlaroğlu, sert şut çektiğine dair bir bilgi aktarmaktadır. Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe forması ile günümüze ulaşmış tek fotoğraf var. 1908 yılının son günü yayınlanan Musavver Muhit dergisinde yer alan bu fotoğraf, Nurizade Ziya Bey’in kulüpteki aktif görevlerini bıraktığı günlere rastlıyor.
Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe ile ilişkilerini kesmesi aşamalı olarak gerçekleşmiştir. 1909 yılı içerisinde başkanlık görevini bırakmış, 1910 yılında ise kulüpten istifa ederek ayrılmıştır. Öncelikle bilinmesi gereken, o dönem kulübü kuran gençlerin aslında birer sporcu olmasıdır. Hepsi, günümüzün “amatörlük” tanımı içerisinde değerlendirmelidirler. Günümüzün aidiyet anlayışını temel alarak o dönem insanlarını eleştirmek şüphesiz haksızlık olacaktır. Sürekli alınan yenilgilerin, kulüp için yaptığı maddi fedakarlıklar ile birleşmesiyle Nurizade Ziya Bey’in başkanlığı bırakmasının iki nedeni ortaya çıkmıştır. Bu noktada karşımıza bir başka neden olarak değerlendirilebilecek “Union Club” meselesi çıkmaktadır. Bu mesele, Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’den kopuşundaki etkisi diğer iki nedenin de çok ötesinde anlamlar içermektedir.
Bir Türk – İngiliz Kulübü: Union / İttihat
Nurizade Ziya Bey’in Başkanlığı bırakmasının Union Club’ın kuruluşunda yer almak istemesi ile yakından ilgisi vardır. Fenerbahçe’ye yaptığı maddi desteğinin karşılığını sahada alamayan Nurizade Ziya Bey, spor yöneticiliği kimliğini, siyasi kimliği ile birleştireceği bu kuruluşta yer almak için Fenerbahçe başkanlığını bırakmış ve dönem tanıklarının aktardığı üzere kulübü ihmal etmeye başlamıştı. Rüştü Dağlaroğlu’na göre Nurizade Ziya Bey’in Union Club’ın kurucuları arasında yer alması onun “büyük davalara girişmek istemesi” ile ilgiliydi. Dağlaroğlu’nun bu muhteşem tespitini ilerleyen satırlarda açıklayacak ve bir anlamda ileriye taşımış olacağız. Belirtmekte yarar olan bir diğer husus da Nurizade Ziya Bey’in kulüpteki aktif görevlerini bırakmasının Nisan 1909’da başlayan ve “31 Mart Vakası” diye anılan olaylar sonrasında gerçekleşmesidir. 31 Mart Vakası’nın en önemli sonucu Ülkede 30 yıldır süren istibdat rejiminin hükümdarı İkinci Abdülhamit’in tahttan indirilmesidir. Bu tarihten sonra Meşrutiyet’in mimari İttihatçılık hareketi, ülkedeki etkisini arttırmaya başlamıştır.
Öncelikle Kadıköy’ün İstanbul’da futbolun doğduğu topraklar olduğunu yinelemekte yarar vardır. Kadıköy’ün en popüler futbol alanı ise bugün Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yerdi. Kuşdili Çayırı, Papazın Çayırı ile birlikte bu alan futbol oynamak ve izlemek isteyenlerin ilk aklına gelen yerlerden biriydi. Burhan Felek’in anlatımına göre 1906 yılında Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yerde manzara şöyleydi:
“Birkaç bin izleyici var. Ne giriş parası var ne bilet. Yalnız halkın oyun sahasına girmemesi için futbol sahası ölçülerinden ikişer metre kadar geniş köşelere yuvaları evvelden hazırlanmış demir kazıklara gerilen çelik halat tel gerilmiş.”
Lig maçları bu amatör koşullarda oynanırken, Nurizade Ziya Bey, beş kişi ile beraber, İstanbul’da futbol organizasyonunun profesyonelleşmesi için ilk adımı attılar. Bu o dönem için gerçekten de büyük bir davaydı. Union Club, dönemin ruhuna uygun olan ismiyle 1908 yılının son günlerinde kuruldu. Meşrutiyet’in ilanından sonra kurulan bu kulüp İttihat ve Terakki Partisinin “İttihat” ismini kendisine isim olarak seçmişti. Şimdi bu kulübün diğer kurucularından kısaca bahsedelim.
Whittal ve LaFontaine
Osmanlı arşivine baktığımızda futbol ile ilgili olan belgelerin tarihi 1890’lere kadar iner. Bu tarihlerde, dönemin zabıtaları tarafından futbol oynandığına dair yazılan raporlarda dikkat çeken bir isim vardır: Bay Whittal. “Kadıköy Moda’da ikamet eden Mösyö Whittal’in oğullarının öncülüğünde İstanbul’da oturan 25 kadar genç Kuşdili Çayırında toplanarak her Cumartesi top oynamaktadırlar.” İstanbul’da futbolun öncülerinden olan Bay Whittal, Union Club’ın kuruluşunda yer alan iki İngiliz’den biridir. Diğeri ise İstanbul futbolunun erken dönemi ile ilgilenenlerin yakından tanıdığı James LaFontaine’dir. Fenerbahçe kurucu heyetinin kuruluştan hemen sonra liglere katılmak için söz aldıklarını yukarıda belirttiğimiz, İstanbul Futbol Ligi’ni yöneten kişi olarak Bay James LaFontaine, Bay Whittal ile birlikte Union Club’ın kurucuları olmuşlardır.
“İngiliz” Mehmed Rıfat
Kulübün, dört Türk kurucusundan ikincisi Mehmed Rıfat Bey’dir. “İngiliz” lakabıyla tanınan Mehmet Rıfat Bey, o tarihlerde Londra Büyükelçiliği görevini tamamlayıp İstanbul’a dönmüştü. Meşrutiyetten sonra devlet yönetiminde etkili olmaya başlayan İttihat ve Terakki Partisi, kendisini Dışişleri Bakanı olarak görevlendirmek istiyor ancak o bunu kabul etmemekte direniyordu. İttihat ve Terakki’nin bu görevlendirmede ısrar etmesinin nedeni, parti için oluşan “İngiliz Karşıtı” algısının önüne geçmekti. Nitekim Mehmed Rıfat, ısrarlara dayanamayacak ve 1909 yılının Şubat ayında Dışişleri Bakanı olacaktır. Bir İttihatçı olduğunu bildiğimiz Nurizade Ziya Bey’in ikna aşamasının bir parçası olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dağlaroğlu’nun kastettiği ‘büyük davalar’dan biri de şüphesiz budur.
Mareşal Cemil Topuzlu
Günümüzde Mareşal olarak bilinen “Müşirlik” rütbesi ile Padişah Abdülhamit’in doktorluğunu yapan Cemil Topuzlu Paşa, anılarında bize Union Club’ın kuruluşu hakkında en net bilgileri veren kişidir. Union Club’ın dört Türk kurucusundan biri olan Cemil Paşa, İttihatçı kadroya katılmasından sonra 1909 yılında çıkan tasfiye kanunu ile askerlikten ayrılmıştır. Union Club’ın kuruluş dönemi bu kanunun çıktığı günlere denk gelmektedir. Cemil Topuzlu anılarında Union Club’ın kuruluşunda maddi destek verenlerden biri olarak Arif Hikmet Paşa ismini yazar. Meşrutiyetten sonra Bahriye Nazırı olan Arif Hikmet Paşa, 31 Mart Olayı’ndan sonra Abdülhamit’e tahttan indirildiğini söylemeye giden heyetin üyelerinden biridir. Union Club’ın, sadece adıyla değil Türk kurucuları ve maddi destekçileri ile birlikte bir “İttihatçı” kulüp olduğunu söyleyebiliriz.
Union Club Nasıl Bir Kulüptü?
Nurizade Ziya Bey’den başlayarak kurucularının siyasi ve toplumsal rollerini açıkladığımız Union Club, takımlar kurup, diğer kulüpler ile mücadele eden bir spor kulübü kimliğine sahip değildi. Ticari ve özel bir işletmeydi. Detaylarını belgeleriyle aşağıda aktaracağımız bu oluşum aynı zamanda İstanbul’da futbolun profesyonelleşmesi için atılan en büyük adımdı. Kulübün faaliyete geçmesiyle, bir anlamda spor kulüplerinin bir federasyon çatısı altında toplanmasının da provası yapılmış oluyordu. Union Club’ın kurulma fikri Cemil Topuzlu’nun daha önceden sitemizde detaylarıyla yayınladığımız anılarına göre Bay Whittal’den çıktı. Bay Whittal, Cemil Paşa’nın evinde verdiği davette kendisine şunları söylemişti:
“Paşa, çok şükür, hürriyete kavuştunuz, bundan sonra gençlerinizin toplanması daha kolay olur. Görüyorum ki sizde futbol merakı henüz başlamak üzere, halbuki bu spor İngiltere’de umumi ve milli bir oyun halini almıştır. Futbolun, ırkın ve gençliğin tekamülü için de büyük faydaları vardır. Türkiye’de de futbolun gençlik arasında ilerlemesini arzu ediyorum. Bu itibarla Kadıköy cihetinde bir stadyum kuralım, hem halka futbolu sevdirmiş, hem de bu oyunu ilerletmiş oluruz, ve kulübün müessisleri, yani bizler maddeten istifade ederiz”
Görüldüğü üzere yukarıda yaptığımız “profesyonelleşme” ve “ticari işletme” vurgusu bu satırlarla doğrulanmaktadır. Bay Whittal ile Cemil Paşa’nın bu sohbetine tanıklık eden; Nurizade Ziya Bey, Arif Hikmet Paşa, Mehmed Rıfat Bey ve James LaFontaine, davetin ertesi günü tekrar bir araya gelip kulübün kuruluşunun maddi esaslarını görüştüler.
1908’de Osmanlı Para Sistemi
Union Club kurucularının karara bağladıkları maddi esaslara geçmeden önce dönemin Osmanlı Para Sistemi hakkında genel bilgilere yer vereceğiz. Şüphesiz bu bilgileri vermekteki amacımız, okuyucunun konuyu daha iyi anlamasını sağlamak olduğu kadar, genel tarih yazıcılığında yer alan sebepsiz yüceltme ve alçaltmalara da karşı çıkmak olacak. 1900’lerin başında Osmanlı’da kullanılan paralar ve birbirine oranları şöyleydi. Temel birim olan 1 lira; 5 mecidiye / 100 kuruş / 4000 paraya eşitti. Union Club’ın kurulduğu yıl Cemil Topuzlu’nun maaşı 250 – 500 lira arasındaydı. Cemil Topuzlu’nun maddi kazançları üzerinden örnek vermek gerekirse, Osmanlı arşivinde karşımıza çıkan bir belgede 1903 yılında devletin Cemil Paşa’ya ait bir maden arazisini 3.500 lira bedelle satın aldığını biliyoruz.
Union Club Kuruluyor
Cemil Paşa anılarında, kurucular toplantısında kulübü kuracakları yer olarak bugünkü Fenerbahçe Stadının olduğu yeri belirlediklerini ve Ülkedeki diğer tüm araziler gibi Padişaha ait olan bu arazinin alınması için bizzat devreye girdiğini söyler. Aynı toplantıda kulübü kurmak için 3000 liraya ihtiyaç olduğunu da belirlediklerini söyler. Bu rakamı kendi aralarında toplamışlardır. Kendisinin ve Arif Hikmet Paşa’nın 250’şer lira verdiğini, Nurizade Ziya Bey ve Mehmed Rıfat Bey’in ne kadar verdiğini hatırlamadığını, geri kalan paranın da iki İngiliz üye tarafından tamamlandığını belirtir. Bu “tamamlama” ifadesinden İngilizlerin Türklerden daha fazla para verdiklerini anlıyoruz.
Cemil Paşa ertesi gün sarayın kapısını çalmıştır. Kendi deyimiyle “O sıralarda Sultan Hamit, mevkii sarsıldığı için, her talebi kabul ediyordu. Bu sebepten, Hünkârın, tarlayı vereceğine emindim.” Ancak işler planlandığı gibi yürümemiştir. Cemil Paşa gibi düşünen çok kişi olduğundan bu dönemde kendisine gelen devlet arazilerinin satın alınmasına yönelik istekler karşısında bir denge sağlamaya çalışan Padişah stat arazisini vermek yerine uzun süreli kiralanmasına izin vermiştir. Hatırlanacağı üzere, Fenerbahçe Tarihi’nde bu olaya ait belgeler ilk kez sitemizde yayınlanmıştı. Padişah Abdülhamit ile Cemil Paşa, arazinin yıllık kiralama bedeli olarak 30 altın üzerinde anlaşmışlardı. Böylece, kulüp için gerekli arazi ve inşaat için gereken para temin edilmiş oluyordu. Union Club Kuruluş Nizamnamesi 7 Ağustos 1909 tarihli The Levant Herald & Eastern Express Gazetesi’nde yayınlandı. Bu belge ile kulübün yapısı ve üyelik sistemi ile ilgili detaylara ulaşmış oluyoruz.
Union Club Kuruluş Nizamnamesi
UNION CLUB Tesis tarihi: 1908 Komite: Başkan: Mr.Whittal Kasadar: James LaFontaine İdare heyeti: Nurizade Ziya, Cemil Paşa, Rıfat Bey, James LaFontaine
Union Club, atletik ve spor oyunlarının bütün çeşitlerinin gelişimi ve tanıtımı için ve bu sportif cereyanları icra etmek için uygun bir mecra sağlamak üzere Türk ve İngiliz centilmenleri tarafından tesis edilmiştir. Kulüp saha bina ve müştemilatı, Kadıköy Papaz Bahçesi’ne yerleştirilmiştir ve şunları içerir:
1) 500 metrelik At yarışı ve Bisiklet parkuru 2) Kriket, Futbol, Rugby, Hokey ve diğer sporlar için çim saha 3) 1000 kişilik tribün 4) Resepsiyon, özel balkonlar, restoran, bar, kart oyunları odası, özel soyunma odaları ve kulüp binası 5) Tenis kortu 6) Patenli hokey pisti 7) Güreş platformu
Kulüp, Eylül ayında bütün eksik işleri tamamlanarak kesin olarak açılacaktır. Şu anda devam eden çalışmalar açılış tarihine kadar bitirilecektir.
Üyelik: A) Tam Üyelik: 2 lira giriş (ilk yıl için), 4 lira üyelik sözleşmesi – kulüp evi, tribünler ve saha kenarı için B) Normal Üyelik: 1 lira (ilk yıl için), 2 lira üyelik sözleşmesi – tribünler ve saha kenarı için C) Saha kenarı üyeliği sadece 1 lira
Bütün sorularınız için icra ve idare komitesi sekreteri James LaFontaine’e başvurunuz.
Görüldüğü üzere Union Club, sadece futbola değil, tüm spor dallarında faaliyet göstermek için kurulan ticari bir işletmeydi. Kulübe üç tip üyelikle giriş yapılabiliyordu. Günümüzün sağlık ve sosyal kulüplerinin üyelik sistemine çok benzeyen bu sistem, Union Club’ı dönemin diğer kulüplerinden ayıran en önemli unsurdur.
7 Ağustos 1909 tarihli The Levant Herald and Eastern Express gazetesinden
Saha Kiralanıyor
Yazımızın başında belirttiğimiz gibi Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’den kopuş süreci ikiye ayrılır.
İlkinde, yaptığı maddi katkının karşılığını sahada başarı olarak alamaması belirlemiş, Başkanlığı bırakmış ve Union Club’ın kuruluşunda mesai harcamaya başlamıştır. Bu süreç 1910 yılına kadar devam etmiştir.
Peki 1910 yılına kadar geçen sürede Başkan olmadığı yıllarda Nurizade Ziya Bey ile Fenerbahçe Kulübü arasındaki ilişki nasıldı?
Bu süreçte Ziya Bey’in Fenerbahçe ile ilişkisini kesmediğinden eminiz. Ancak kulüp içerisinde aktif görev almadığı da bir gerçektir. Kendisinin başkanlığı bırakmasından sonra antrenman yapacak yer bulmakta zorlanan takımın, malzeme ve ekipman tedarikinde de sıkıntı çektiği kaynaklara yansımıştır.
Kulüp üyeleri, Fenerbahçe’deki üyeliği devam eden Nurizade Ziya Bey’den yardım talep etmişlerdir. Bu yardım talebini karşılıksız bırakmayan Nurizade Ziya Bey, oyuncuların Union Club sahasında antrenman yapmaları için gereken meblağı, kurucusu olduğu Union Club’a ödemiştir. Bu meblağ Dağlaroğlu’na göre 17 lira, Nurizade Ziya Bey’in torunu Nazan Songülen Karakaş’a göre 20 liradır. Esat Nasuhi Baydar’ın 1913 yılındaki ifadesine göre, Fenerbahçe takımı bu sahada idman yapmaya başladıktan sonra İstanbul Futbol Ligi’ne katılmıştır.
Fenerbahçe’den İstifa
Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’den istifa tarihi olarak Dağlaroğlu, 1910 yılını verir. Bu tarih Fenerbahçe’nin katıldığı İstanbul Futbol Ligi’ndeki 2. sezonuna işaret etmektedir. İlk sezonda aldığı 5.likten sonra, bu sezonda da takım başarısızlığını sürdürmiş, kötüleşen durum ile birlikte de Nurizade Ziya Bey, kulüpten istifa etmiştir.
“Kötüleşen durum” ifadesinin altında yatan nedenleri maddiyata bağlamanın yanlış olmayacağı düşüncesindeyiz. Union Club’ın kurucularından biri ve aktif yöneticisi olarak Nurizade Ziya Bey’in bu dönemde Fenerbahçe’deki arkadaşlarının taleplerine maruz kaldığını söyleyebiliriz. Nitekim Nazan Songülen Karakaş’ın, “Ziya Bey’i darıltıyorlar ve Ziya Bey kulüpten ayrılıyor” ifadesi bu yargımızı desteklemektedir.
İstifa edip kulüple ilişkisi kesildikten sonra kulübün içine düştüğü maddi sıkıntılar, Nasuhi Esat Baydar’ın anılarında yer verdiği şu satırlarda gizlidir:
“Fenerbahçe Spor Kulübü birkaç sene, yersiz ve yurtsuz kaldı. Beş kuruş aylık taahhütlerimiz ile top satın alarak maçlarımızı yapar, toplantılarımıza da (evlerimizin) misafir odalarımızı tahsis ederdik. Arkadaşlardan birine ait olduğu halde hemen her gece evden eve taşındığı için müşterek malımız haline gelen bir semaverimiz vardı. Şeker ve gevrek tedarik eder, semaveri yakar, o buram buram tüterken etrafına dizilir, hülyalara dalardık.”
Nurizade Ziya Bey’in başkanlıktan istifa etmesinden sonra Fenerbahçe, Ayetullah Bey başkanlığı altında yönetilmeye başlandı. Ayetullah Bey’in kulübü ayakta tutmak için gösterdiği çaba, Üsküdar Kulübü ile birleşme görüşmeleri; Kuruluş araştırmalarımızın sonraki bölümlerinde ele alınacak konulardır.
Şimdi Nurizade Ziya Bey’in hayatının sonraki yıllarına göz atalım. Bu yıllar, siyasi kimliği ve sosyal statüsü hakkındaki önermelerimizi desteklemesi açısından gayet önemlidir.
Fenerbahçe Tarih yazımında Nurizade Ziya Bey’in Union Club’ın açılışından bir kaç yıl sonra Fenerbahçe’ye döndüğü ancak herhangi bir görev almadığı yazılmaktadır. Cemil Paşa’nın Union Club’ın beklenen geliri getirmemesi ve Balkan Savaşı’nın ardından başlayan Birinci Dünya Savaşı ile kulübün el değiştirmesine yönelik ifadeleri bu bilgiyi desteklemektedir. Nitekim Fenerbahçe 1912 yılında ilk şampiyonluğunu almış, ayakları üstünde duran bir kulüp haline gelmişti. Döneme ait herhangi bir kaynakta Nurizade Ziya isminin geçmemesi, 1910 yılında yaşanan kırgınlığın izlerinin sürdüğünün bir göstergesidir.
Nurizade Ziya Bey’in ismine 1910 yılından sonra ilk kez 1918 tarihli bir belgede rastladık. Bu belgede Nurizade Ziya Bey, Almanya’nın Frankfurt şehrine eğitim almak için gittiği belirtiliyordu. Belgede dikkat çekici nokta, Duyun-u Umumiye idaresinde memur olarak göreve başlayan Nurizade Ziya Bey’in artık “müfettiş” olduğuydu.
9 Mart 1921 tarihli Evening Mail gazetesinden
Londra Konferansı’nda
Almanya’dan yurda ne zaman döndüğünü bilmesek de Dağlaroğlu’nun dile getirdiği 1921 yılında gerçekleşen Londra Konferansı’na katıldığı bilgisine sahiptik. Yukarıda göreceğiniz belge ile hem bu bilgiyi doğrulamış, hem de Nurizade Ziya Bey’in birkaç faaliyetini daha gün yüzüne çıkarmış oluyoruz. Evening Mail Gazetesi arşivinden elde ettiğimiz bu belgede, Kurtuluş Savaşı sürerken Londra’da toplanan konferansa Ankara Hükümeti adına katılan heyette yer alan Nurizade Ziya Bey’in bir açıklaması yer alıyor. Bu açıklamada Nurizade Ziya Bey, konferansa gelmeden önce üzerinde tartışma yaşanan bir mesele için Samsun ve Trabzon’a seyahatler yaptığını dile getiriyor. Açıklamasının altındaki imzadan heyetteki görevinin “Secretary” yani “Katiplik” olduğunu anlıyoruz.
Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe Kulübü ile olan ilişkilerinin 1910’dan sonra mesafeli olduğunu ve kulüpte herhangi bir görev almadığını biliyoruz. Bugüne kadar yaptığımız kaynak taramalarında kendisine ait iki fotoğrafa rastladık. İlki Refet Paşa’nın 3 Kasım 1922 tarihinde adı İttihat Spor olarak değişen Union Club Sahasında yaptığı konuşma sırasında çekilen (yukarıdaki) fotoğrafı. Bu fotoğrafın hikayesini geçtiğimiz hafta yayınladığımız “Refet Paşa’nın Fenerbahçe’yi Ziyareti” yazısında yayınlamıştık.
Son olarak 1923 yılındaki Fenerbahçe – Slavya maçı öncesinde çekilmiş bir fotoğrafı paylaşarak araştırmamızın sonuç kısmına geçiyoruz. Bu fotoğrafta “Fenerbahçe Kurucusu” olarak tanımlanan Nurizade Ziya Bey, dönemin Fahri Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi ile görülmektedir.
24 Temmuz 1339 (1923) tarihli Spor Âlemi dergisinden.
Sonuç
Türk Spor Tarihi yazıcılığının en büyük eksikliğinin, ülkede yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmeleri gerektiği gibi dikkate almaması olduğunu düşünüyoruz. Araştırmalarımızı bu eksikliği gidermek üzerine yoğunlaştırmamızın nedeni de erken dönem futbolun siyasetle olan ilişkisinin yadsınamaz boyutta oluşudur. Cumhuriyet döneminde ise bu ilişkinin, kulüpler ve siyasi iktidarlar için, karşılıklı fayda sağlama gibi amaçlar güttüğü ortadadır.
Ancak Fenerbahçe Tarihi özelinde yapılan “Fenerbahçe’nin, İttihat ve Terakki Partisi’ne dayanarak var olduğu” yargısı dayanaksızdır. Çünkü Fenerbahçe’yi kuran kadro, İttihat ve Terakki’yi meydana getiren felsefeden gelmiştir. Araştırmalarımızı Tanzimat dönemine dayandırmamızın sebebi de budur. Zira kurucular yalnızca dönemin şartları gereği bu ilişkiyi kurup, geliştirmemişlerdir. Felsefeleri, Jön Türk hareketinin yarım yüzyıl içerisinde gelişen düşünüşleri ile paraleldir.
Nurizade Ziya Bey’in Batıcılığı ile Enver Hoca’nın Türkçülüğünün, “Jön Türk” ve devamında “İttihatçı” hareket içerisinde karşılığı vardır. Dolayısıyla Fenerbahçe’nin İttihat ve Terakki döneminde desteklenmesinin nedeni, kurucularının felsefesinden kaynaklanmaktadır.
Union Club’ın kuruluşu bu önermemize net bir örnektir. İngiltere ile ilişki kurmak isteyen parti yönetimi Nurizade Ziya Bey aracılığı ile bunu gerçekleştirmeyi amaçlamış, Mehmed Rıfat Bey örneğinde de görüldüğü gibi başarılı da olmuştur. Selim Sırrı Tarcan da Nurizade Ziya Bey’in aktif bir İttihatçı olduğunu söylemektedir. Bu yargılarımız, Nurizade Ziya Bey’in Türk Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında Ankara Hükümeti’ne verdiği diplomatik katkıyla da desteklenmektedir. Henüz belge ve kaynaklar ile doğrulanmasa da; Nurizade Ziya Bey’in Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Ankara’da oturduğu ve Mustafa Kemal Paşa ile yakın ilişkide olduğuna dair ortaya atılan tezler de bulunmaktadır.
Union Club’ın kuruluşu, eksikliğini vurguladığımız tarih yazıcılığının içerisinde değerlendirilebilecek meselelerden birisidir. Genellikle “Nurizade Ziya Bey ve birkaç İngiliz arkadaşıtarafından kurulduğu” yazılan bu işletmenin, ortaya çıkan belgeler ve yeniden değerlendirilen kaynaklardan sonra Türklerin çoğunlukta olduğu bir heyet tarafından kurulup, yönetildiğini bugün ortaya koymuş bulunuyoruz. Sermayesinde Türklerin ve Fenerbahçe kurucularından Nurizade Ziya Bey’in payı olan bu kulübün inşa ettiği stadın, Şükrü Saracoğlu döneminde Fenerbahçe’ye verilmesi, sadece Saraçoğlu’nun Fenerbahçeliliği ya da İttihatçı gelenekten gelmesi ile açıklanamaz.
Fenerbahçe Stadı’nın temelinde kurucusunun sermayesi vardır.