Etiket: Fenerbahçe Stadyumu

  • Siyah Tosbağa

    Siyah Tosbağa

    Fenerbahçe’nin 18. Türkiye Şampiyonluğu’na sahne olan 1977-1978 sezonu, Alican Küçükcan‘ın muhteşem kalemiyle karşınıza geliyor. Sezonun sembolü haline gelen başrol oyuncusu siyah tosbağa ile birlikte, mutlu sonla biten bir film şeridi gibi keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Giden Şampiyonluk, Gelen Sezon

    1976-77 sezonu şampiyonluğuna havlu attığımız günlerde, ilkokul ders kitaplarına girebilecek kadar yalın dilli, çağdaş ozan, işgal günlerinin İstanbul’unda, henüz yirmili yaşlarındaki bir onbaşı olarak üniforma kuşanan ‘’Jacques Prevert’’ in ölüm haberi gazetelere düşüyordu.

    Eşek, kral ve ben
    Sabaha sağ çıkamayacağız
    Eşek açlıktan
    Kral iç sıkıntısından
    Bense aşk ateşinden
    Aylardan mayıs

    Can Yücel’in lezzetli çevirisinden damlayan dizelerin sahibi Prevert, 1977 yılının Nisan ayında uzaklaştı bu dünyadan. Fenerbahçe de, aynı günlerde Beşiktaş beraberliğiyle el salladı şampiyonluğa.

    Aylardan nisan…

    Trabzonspor birkaç hafta sonra ikinci şampiyonluğunu kutlamaya hazırlanırken biz de yeni sezonu düşünüyorduk. İstatistikler Fenerbahçe’nin yumuşak karnının galibiyeti koruyamaması olduğunu söylüyordu.  Düzeltilmesi gereken saha içi sorunlarından sadece biriydi bu, belki de en önemlisi…

    Haziran ayı sonunda 14 futbolcunun mukaveleleri sonlandı. Bunların arasında Cemil, Alparslan, Ender, Engin, Ömer, Nevruz, Sabahattin ve Ersoy da vardı. Bu futbolcuların Fenerbahçe’ye verdiği hizmetler yadsınamazdı. Fakat kamuoyu ve basın yönetimi rahat bırakmıyor, yeni bir takım kurulması gerektiğini, Fenerbahçe’nin kabuk değiştirmeye ihtiyacı olduğunu yüksek sesle ifade ediyordu. Yönetim yaz sıcaklarından çok, transfer baskısı altında terliyordu.

    Cesaretli bir kararla, Cemil, Alparslan ve Engin hariç, diğerleri için satış kararı alındı. Yönetim Kurulu büyük bir riski üstleniyor ve dinamizmi arttırmak, yeni hava getirmek adına gençlerle harmanlanmış bir takım kuruyordu.

    Yaz Günü Yağan Kar

    Çiçeği burnunda Teknik Direktör Kaleperoviç’in isteği üzerine sezon öncesi hazırlığı için Yugoslavya’nın Pirot şehri tercih edildi. Ve lig benim de ilk kez sarı-lacivert renkleri tribünden görmemi sağlayan İstanbul’daki Samsun maçıyla başladı. Takım sahaya çıktığında başlayan konfeti sağanağını yeni açığın en üst katında yaşamıştım. Yaz günü üzerime kar taneleri iniyordu. Maçı Coşkun ve Aydın’ın golleriyle 2-1 kazandık ve sezona 2 puanla başladık. Tribünleri saran, takım aşkının bezde vücut bulduğu pankartları o güne ait unutamadığım hatıra parçaları olarak söyleyebilirim.

    Maç günlerinde, stadın çekim alanına girmeden önce, İstanbul sokaklarında babamla beraber yaptığımız gezintilerinde dikkatimi en çok çeken şey duvar yazıları olurdu. O yaşlarda anlamlandıramadığım, içeriğinden pek de bir şey anlamadığım farklı renklerdeki bu yazıların olduğu duvarların önünde durur ve okuma yazmayı çoktan çözmüş öğrenci güveniyle, hecelenmemiş ‘’slogan’’ bırakmazdım. Bu yazıların arasına tek tük de olsa karışan, yan yana duran ‘’FB’’ harfleri beni çok mutlu ederdi. Duvarlara yazı yazanların ve afiş asanların zaman zaman yapılan güvenlik aramalarında gözaltına alındıklarını yıllar sonra, göz gezdirdiğim eski gazete kupürlerinden öğrenecektim.

    Ertesi hafta yine İstanbul’da Mersin İdmanyurdu’nu gole boğduk: 5-2. Üçüncü hafta ise deplasmandaydık ve ilk puanlarımızı Ankaragücü’ne kaybettik: 1-2

    Ankara dönüşü üzüntü çok büyüktü. Kaleperoviç, UEFA Kupasındaki rakibimiz Aston Villa’yı izlemek üzere İngiltere’ye gitmişti. Sabri Kiraz kazanılacak maçı verdiğimizi söylüyordu. Avrupa kupası maçı öncesi moraller bozulmasın diye futbolculara eleştirel tek laf edilmedi yönetim kanadından. İngiltere’den 4-0’lık mağlubiyet ve Alparslan’ın sakatlığıyla döndük. Villa Park Stadı tribünlerini sarı lacivert bayraklarla donatıp, Fenerbahçe’ye moral vermek isteyen 5 bine yakın Türk seyircisi stadı üzüntüyle terk ediyordu. Önümüze, Ordu, Galatasaray ve Altay maçlarının belirsizliği dikilmişti.

    3 Maç 3 Galibiyet

    Ordu maçını 2-1’lik skor Cemil ve Şevki’nin golleriyle geçtik. Ama hiç ummadığımız bir yerden darbe almıştık: İvançeviç’e yoğun eleşitri vardı. Ülkeye ve takıma uyumu zaman alıyordu file bekçimizin. Galatasaray maçından alınacak iyi bir sonuç yönetim kadar İvançeviç’i de rahatlatacaktı. Yönetim Kurulu uzun tartışmaların yaşandığı toplantıda, sene başında aldığı prensip kararını bozmadı ve Galatasaray maçı için takımı kampa almadı. Maç gecesi yöneticiler bazı futbolcuların evlerine derbi maçının önemini son kez anlatmak için ziyaretler yaptılar. İvançeviç’in eşi Genel Sekreter Yüksel Günay’a tercüman aracılığıyla:

     ‘’Bizleri buraya siz getirdiniz. Bu maç eşimi olduğu kadar, sizleri de kurtaracak. Yarın biz Yugoslavya’ya Fenerbahçe’nin gözbebeği olarak döneceğiz, buna inanıyorum. Bu maça eşimle beraber hazırlandık, korkmuyoruz’’  dedi. İvançeviç ertesi gün Fenerbahçe kazağıyla en iyi maçını oynadı. 1980 yılının devre arasına kadar sürecek -GS maçlarında mağlubiyet görmeme serisinin- ilk adımı 2 Ekim 1977’de atılıyordu. Cemil ve Tuna maçın skorunu belirlediler: Fenerbahçe-2 Galatasaray-0

    Deplasman Maratonu İçin İşaret Fişeği

    Takımın moralleri yerine gelmişti. Fenerbahçe kırk bir bin seyirci önünde ve rakip Altay’dı. Şevki golü attı. Arkasından Cemil’in verilmeyen golü ve penaltısı geldi. Maçın tansiyonu daha ilk devrede artmıştı.  Yeteneksiz ve kötü niyetli hakemin son düdüğünden sonra sahaya giren bir seyircinin hakeme attığı yumrukla başlayan olaylar, polisin tribüne çıkıp seyircileri coplamasıyla büyüdü ve stad dışına taştı. Birçok araç büyük hasar görürken, polis arabaları devrildi ve yakılmaya teşebbüs edildi. Ters yüz edilen bir polis aracını hatırlıyorum: Siyah tosbağa. Kapımızın önünde onun beyaz olanı dururdu. Bagajı öndeydi ve neredeyse benzin istasyonuna sokmazdı bizi. Tosbağanın beyaz olanına beni İstanbul’un uzak semtlerdeki akrabalarımızla buluşturduğu, şoför koltuğunda oturduğum ilk araba olması sebebiyle ne kadar sempati duyuyorsam, imgemde sırtının üzerinde durduğu hali asılı siyah tosbağaya ise Fenerbahçe’yi gurbete yolladığı için o kadar kızacaktım.   

    Üsküdar’dan vapurla Beşiktaş’a geçip, yeni moda biletçisiz otobüslerlerde, şöförün hemen yanındaki kumbaraya biletimizi attıktan sonra babamla Taksim’e çıkmamız ve Beyoğlu’nda gezdikten sonra Gümüşsuyu üzerinden Dolmabahçe’ye inip maça gitme ritüelimizin iki maçlığına arızaya uğradığını zannetmiştim. Oysaki, devre arasını da hesaba katarsak âşık olduğum renkleri yeni takvim yılının Mart ayına kadar göremeyecektim.   

    Evliya Çelebi Misali

    Olaylı maçın yankıları arasında bir gün önceden gittiğimiz Adana’da ev sahibi takımı, Yenal, Cemil, Önder’in golleriyle 3-0’la bozguna uğrattık. Adana dönüşü Beşiktaş’la oynayacaktık. Uzun ayrılık öncesi son kez İnönü’nün çimlerine çıkacak ve bu maçla beraber İstanbul seyircisine dört aylığına veda edecektik. Maça camianın güvendiği, tecrübeli hakem Hilmi Ok atandı. Beşiktaş maçını kaptan Cemil’in golüyle 1-0 kazandık. Cemil, maçtan iki gün sonra, tüm Fenerbahçelileri rahatlatacak bir demeç verdi:

    ‘’-Dışarıda daha iyi oynuyoruz ve hiç korkumuz yok’’ diyordu Kaptan. Bu anlayış ve beraberlik içinde yolculuk başladı.

    Deplasmandaki Diyarbakır maçından sonra(2-2) ilk cezalı maçımız Ankara’da Bursaspor’laydı. Puan haricinde Federasyon’a verilecek cevabımız vardı. Bu cevap kâğıt üzerinde değil, yeşil sahalarda olacaktı. Federasyon cevabını aldı:  Bursa ve Zonguldak maçları galibiyetle bitti. 24 Aralık günü yine cezalı maç için Ankara yollarındaydık. Bu kez rakip Eskişehir’di. Önder ve Cemil’le Eskişehir’i de geçtik.

    İstanbul son 20 yıldaki en yağışlı yılbaşını yaşarken, takım Bolu maçı için yılın son günü rotayı aşçıların diyarına kırdı. Yönetim Federasyona tüm maçların ertelenmesi için başvurmuş ancak ret cevabı almıştı. Futbolcular saat 22.45’de Koru Motel’deki odalarına çekilip, erkenden uyudular. Bolu maçı hem yeni senenin ilk maçı hem de bir hafta sonra Trabzon’da oynayacağımız müsabaka için moral olması açısından büyük öneme sahipti. Evdeki hesap çarşıya uymadı. İkinci yarının hemen başında Antiç’in kırmızı kart görmesi tüm hesapları bozdu. İki puan ev sahibi Bolu’nundu. Soyunma odasındaki sessizlik derindi. Pazartesi günü, yönetim kurulunda maçın kritiği yapıldı. Kaleperoviç hafta sonundaki Trabzon maçını final havasına sokmaya çalışıyordu. Peşimizdeki rakipler aldığımız yenilgiyle ümitlenmişlerdi. Takımın morali yerindeydi. Trabzon deplasmanına galibiyet için gideceklerini söylüyorlardı. Lider, Karadeniz’den puan tablosunun en tepesindeki yerini koruyarak döndü. İvançeviç, Fenerbahçe camiasının güvenini tam olarak kazanmıştı: TS-0 FB-0

    Toma’nın Kehaneti

    1978’in ilk günleri hayli soğuk geçmişti. Ülkede yakıt tüketimi çok artınca fuel-oil satışının soğuklar geçene kadar durdurulduğu haberlerini ve bu yüzden evimize minik, sadece kendi çevresini ısıtabilen elektrikli petek alındığını hatırlıyorum. İşte bu Trabzon maçını radyodan o peteğe yapışmış vaziyette dinlemiştim. O gün içimi ısıtan şeyin peteğin sıcaklığı mı  yoksa İvançeviç’in her tuttuğu topta bana verdiği güvenin sıcaklığı mıydı, hala düşünürüm…

    Takımın kurmayları Kaleperoviç, Sabri Kiraz ve Yüksel Günay devre arasında takımın yurt dışında ve ya Antalya’da kamp yapması gerektiğini Yönetim Kurulu’na ilettiler. Yönetim, aksi görüşler olsa da, oy çokluğuyla ikinci yarı hazırlıklarının Dereağzı’nda yapılması kararını aldı. Toma, haliyle isteğinin reddedilmesine üzülmüştü. Hoca, kamp olmadığı takdirde takımın kondüsyonunun son haftalarda düşmesinden korktuğunu yönetim kuruluna söyledi. Kaleperoviç artık bu kozu her yönetim kurulunda kendi lehine kullanmaya başlayacaktı…

    Bu arada, Kasım ve Aralık aylarında Evliya Çelebi gibi dolaşan takımın kaptanı ve etkili oyuncuları kafalarını dinleyecek bir tatil için bastırıyorlardı. Dedikleri oldu. Toma da olur verince, takım karların içindeki bir dünyaya, Uludağ’a hareket etti. Cemil ve Alparslan hariç, tatile gidenlerden iyi haber gelmiyordu. Özellikle Cem Sultan, lakabına yakışır bir hareketlilik içindeydi. Hazırlık çalışmalarıyla beraber, kongre koşuşturması da start aldı.

    İkinci Yarı Başlıyor

    İkinci yarının ilk maçında Samsun’da hem maçı hem de liderliği kaybettik. Peşimizdeki takımların iştahları kabarmıştı. Gıyabımızda yeni hesaplar yapılmaya başlandı. Mersin deplasmanından 1 puanla döndükten sonraki maç başkent temsilcisiyleydi. Ankaragücü maçına çıkan onbir,  vefakâr seyircisini elinde iki buket golle selamladı. Meşinden çiçeklerin üzerindeki kartlarda iki isim yazıyordu: Cemil ve Tuna. 

     1972 Temmuzunda Fenerbahçe Kulübü, Cemil için vazgeçilmez bir inatla İstanbulspor’un kapısını aşındırıyordu. Her seferinde cevap aynıydı:

    ‘’Bizim verilecek futbolcumuz yok, lütfen bu sevdadan vazgeçin. Üstelik Cemil’in kulübümüzle 3 yıllık sözleşmesi var’’ Peşinden, Galatasaray devreye giriyor ve zamanın İstanbulspor Başkanı Nurin Şahingiray bunaldıkça bunalıyordu. Fenerbahçe ve İstanbulspor 3 ay boyunca gırtlak gırtlağa geliyorlardı. Uzatmalı transfer uğruna tabancalar çekiliyor, devrin Federasyon Başkanı Hasan Polat arabulucu olmaya çalışıyordu. Ve bütün ümitlerin tükendiği sırada eski Kasımpaşa Kulübü başkanlarından Sultan Demircan sahneye çıktı. Basın toplantısında söylediği sözler meydan okumanın en üst perdeden icrasıydı:

    ‘’Cemil Fenerbahçeli olmazsa bileklerimi keserim’’

    Cemilizm Doktrini

    Aralık ayının üçünde Cemil, Fenerbahçe formasını ilk kez bir Galatasaray maçında giyerek Sultan Demircan’ı haklı çıkartmıştı. Büyük Fenerbahçeli’nin doğum günü, kendisini sarı lacivertlilere renklere bağlayan 25 Kasım olarak belirlendi. Takımın yıldızı Cemil, Didi’yle birçok kupa kaldırdı. 1977-78 sezonunda ise Cemil’e güvenme sırası Kaleperoviç’e gelmişti.

    Gündüz Kılıç Cemil’i unutulmaz bir cümleyle anlatacaktı:

     ‘’Kim ne derse desin futbolumuzda Cemilizm diye bir tür doktrin var’’

    Büyük futbolcu için başka tarif gereksizdi. Bu doktrin, rakiplerin her türlü önlemini, markaj hilelerini çözen bir rehber niteliğindeydi. Cemil, ceza alanına girdiğinde, rakibin elinde ne tür silah olursa olsun,  yok edilmesi imkânsız bir canavar haline gelirdi. Patlayıcı kuvvetiyle ilk 10 metrede hasmına nal toplatır, sert şutlarıyla kalecileri çaresiz bırakırdı. Bu yakalanamaz oyuncu, onu sahanın bir noktasında kıstırıp da sert faullerle yıldırmaya çalışanlarla muhattap olmayıp, işin ceza kısmını hakemlere havale etmesi, Cemil’in üzerinden hiç çıkartmadığı efendilik smokininin bir parçasıydı adeta.

    Derbi ve Sonrası

    Smokinli futbolcu kritik Galatasaray maçı öncesi soyunma odasındaki son konuşmayı yapan Başkan Ilgaz’ı dinleyip, çıkış tünelinde göründüğünde tarih 19 Mart 1978’di. Tribünlerdeki coşkuya cevap vermek için oradalardı. İlk devrede 2-0 biten maçı hatırladı Kaptan; şampiyonluğun ilk adımı o gün atılmıştı. ‘Bugün’  mağlup olmazlarsa kupanın bir kulpundan tutacaklarını biliyordu. Bu maçı ‘’Camia’’ son engel olarak görüyordu. Oynadığı futbolla, damağımızda hoş bir tat bırakıp İspanya’ya dönen Antiç, son dakikalarına 1-2 mağlup girdiğimiz maçta bize kanla karışık bir beraberlik sunuyordu. Modern orta saha,  sol kanattan ceza alanına şandellenen topa yükselip, kaleci Bahattin’in soluna, direk dibine yaptığı kafa vuruşuyla tabelayı eşitlemişti. Yükseldiğinde yüzüne aldığı darbenin etkisiyle yere kan revan içinde inmiş, zeminden dakikalarca kalkamamıştı Antiç.

    Maç sonrası Toma çok sinirliydi. Gerçi 1 puan iyidir diye hesaplanmıştı ama kötü oyun moralleri az da olsa bozmuştu. Aynı akşam Cemil, Alparslan ve eşleri Yüksel Günay’ın evinde yemekteydiler. Beş gün sonra çıkılacak İzmir deplasmanı konuşuldu. Günay zaman zaman futbolcu ve eşlerini evinde ağırlar, bekâr futbolcuları da alıp yemeğe çıkartırdı. Bu buluşmaların faydasının görüldüğü aşikârdı. Bu tip toplantılarda samimi ve açık konuşmalar yapılıyordu. Takımın ele avuca sığmayan ikilisi Engin ve Cem’di. Şevki ara sıra kurtlansa de genel olarak uslanmıştı.  Bekârlar içindeki iki kanatsız melek ise Yenal ve Fuat’tı. Toplantılarda, Yenal’a şakalar yapılmadan evlere dönülmezdi. Önder, maç dışında sakin ve efendi görüntü sergilese de saha içindeki netlik ayarı bozuktu, karta yakın oyunuyla kenar yönetimi ve arkadaşlarını telaşlandırırdı.

    Fenerbahçe İzmir deplasmanına yönetim kurulunun yeni üyeleriyle gitti. Ali Dinçkök, Başaran Ulusoy, 2.Başkan Eşref Aydın’ın kafileyle beraber olması futbolcular üzerinde iyi etki yaratmıştı. Şevki’nin golü iki puanı getirdi.

    Beşiktaş Derbisi ve Tura Doğru

    2 Nisan günü karşımızda Adana ve Orhan Cebe vardı. Bolu maçının da hakemi olan Cebe, Adana maçı içinde Cemil’e, ‘’bu maçı dışarda oynasaydınız 3 kişiyi oyun dışı bırakırdım’’ diyordu. Bolu deplasmanından sabıkası olan, Antiç’i oyundan atan, devrisi ilk maçımızda aynı yönetimi sergileyen hakemin tutumu ertesi gün düzenlenen basın toplantısıyla kamuoyuna anlatıldı. Olayın futbolcular üzerindeki etkisi tehlikeli bir hal almıştı. Kapıda Beşiktaş maçı vardı. Hafta içinde futbolcular yöneticiler tarafından rehabilitasyon kampına alındılar adeta. Takipçimizle olan puan farkı azalmıştı. Beşiktaş maçı çok önemliydi. Cemil durumun farkındaydı ve gereğini yaptı… Fenerbahçe:1 Beşiktaş:0

    Ertesi hafta yine İstanbul’da Diyarbakır’la oynadık ve Tuna’nın golleriyle 2-0 kazandık. Sonra da Bursa’yı orada yine Cemil’in tek golüyle alt ettik. Dönüş yolunda taraftarlar kafileyi Kartal meydanına kadar yalnız bırakmadılar. Arabalı vapur Kartal’a yanaştığında binlerce sevgili takımlarını bağırlarına bastı. Bu görülmemiş sevginin futbolcular üzerindeki pozitif etkisi İnönü Stadı’ndaki Adana Demir ve Zonguldak maçlarında görüldü. Gemi okyanusu aşmış, limana girmek için gün sayıyordu. İşin Es es deplasmanında bitmesi isteniyordu. Yazılıp/çizilenin aksine, Fenerbahçe sahaya beraberliğe değil, Eskişehir’i yenmek için çıkacaktı. İkinci yarıda yediğimiz gol şampiyonluk hesaplarını Bolu maçına bıraktı. Dönüşte yalnız Cemil’e kendi arabasıyla dönmesi için izin verildi. Tur Bolu maçına kalmıştı.

    İbrahim İskeçe’nin Seftesi

    Takımda ilk defa şampiyonluk tadacak oyuncular Cem, Bahri, Onur ve Engin’deki heyecanın fazlası daha önce şampiyonluk kupasını kaldırmış oyuncularda da vardı. Her şampiyonluk başkaydı ve Fenerbahçe camiası malzemecisinden Faruk Ilgaz’ına kadar kimsenin, son 100 metresine önde girdikleri lig maratonunda, ipi göğüslemeden dönmeye niyeti yoktu. Altay maçı sonrasında takımın üzerini kaplayan kara bulutlar, tatlı tatlı esen galibiyet rüzgârlarıyla iyice dağılmıştı. Gökyüzü pırıl pırıldı.

    Fenerbahçe’nin Altay maçında aldığı cezanın altında imzası olan İbrahim İskeçe, Haydarpaşa Lisesi forması içinde koştururken yöneticilerin dikkatini çekmiş (1940) birer yıl arayla Fikret Kırcan’la beraber kulübe kazandırılmıştı. İskeçe, 1977 Ağustosunda federasyon başkanı olduğunda üzerindeki çubukluyu geçici olarak katlayıp dolaba kaldırmış ve gerçek bir spor adamı olduğunu görevi boyunca ispat etmişti. Bu İskeçe’den gelme göçmen çocuğu, tatlı Trakya şivesiyle siftaha ‘sefte’ der. Şans mı, golün kokusunu herkesten önce aldığından mı bilinmez, nedense ilk golü çoğunlukla o atar, ‘’sefteyi yaptım gerisi sizden’’ deyince de,  göğsüne çıkartmamacasına lakabını iğneler.

    Anektod bu ya,  B. Fikret (Arıcan) Halit Deringör askere gidince ‘’gel oyna’’ ısrarlarına dayanamaz ve 37 yaşında sahalara döner. Sefte İbrahim’le de iki/üç defa yan yana oynamışlardır. Beşiktaş’la oynanan bir maçta 0-3 mağlup duruma düşünce İbrahim’e dönüp ‘’yahu nerede kaldı senin sefteliğin’’ diye çıkışır saha içinde antrenör-futbolcu Fikret. Neyse maç 3-3’e gelip, hakem bir de Fenerbahçe lehine penaltı verince kıyamet kopar, kavga çıkar. Kargaşanın içinde olmayan, uzakta kalan sadece İbrahim İskeçe olur. Bu beyefendi, kırklı yılların Türkiyesinde Avrupayi futbol oynardı. O günün futbolcuları arasında pek rağbet görmeyen topsuz koşular, boş sahaları kullanma, İskeçe’nin  futbol literatüründe yazılı olan maddelerdi. Önüt olan soyadını değiştirip, doğduğu memleketin adını alan İbrahim İskeçe, futbol federasyonu başkanlığı koltuğunda oturduğu sürece ruhundaki sakinliği korumuş, Batılı bakışını Türk futbolunun gelişmesi için kullanmıştı.  

    Şampiyonluk Geliyor

    Bolu maçında alınacak 1 puan şampiyonluğa yetiyordu. Maç sabahı Bağdat Caddesi ve kulüp civarı taraftarlarca doldurulmuştu. Saat 13.30’da takım kendi otobüsüyle stada hareket etti. Yolculuğa, otobüsü takip eden araçların klaksonları eşlik etti. Futbolcular soyunma odasına girdiklerinde malzemeler henüz gelmemişti. İvançeviç’in ve Antiç’in yarım yamalak Türkçeleriyle yaptıkları espriler heyecanı bir nebze olsun dağıtmıştı. Zaman akıyordu. Önce malzemeler, sonra maç saati ve Şevki’nin golü geldi. Fakat kısa bir süre sonra Bolu karşılığını verdi. Devre arasında herkesi yeniden endişe sarmıştı. İlk yarı skoru şampiyonluğa yetiyordu. Kupayı çok isteyen Fenerbahçe’ye İnönü Stadı’nın ahşap kale direği de yardım etti: Fenerbahçe 1 Bolu 1

    İnönü Stadı’nın arkasındaki Dolmabahçe Saat Kulesi,  Sirkeci Gar saati, İstanbul Üniversitesi’nin anıtsal kapısındaki dev kadran, Taksim meydanında çocuklara tasarruf algısı ‘aşılayan’ kumbara saat, Haydarpaşa Gar Saati… Ezcümle İstanbul’daki tüm saatler 17.20’de hakemin son düdüğüne Sarı Lacivertlilerin şampiyonluğu için eşlik ettiler…

    Totalde 40 hafta süren yarışın galibi Sarı Kanaryalar oldu. Bir sonraki şampiyonluk filminin ana platosu, yenilenmiş haliyle Fenerbahçe Stadı olacak.  Gönüllerimize yazılı o büyük kramponların yeşerdiği Papazın Çayırı’nın hemen yanındaki alanda inşa edilmekte olan 32.500 kişilik stadın, tribünlerinde ‘’Kadıköy’den çıkış yok’’ şarkısının çınlayacağı mabed olmasına henüz 4/5 sene var.

    Daha bir ay öncesinde Fenerbahçeli taraftarların akın ettiği Kartal iskele meydanını, kışı Kadıköy tarafında geçiren ve sezonun başlamasıyla yazı Adalar’da sürdürecek, kiralık büyük motorları bekleyen faytonlar doldurmuştu. Zaman ekspres trenden fenaydı; çok hızlı geçiyordu…

    Siyah tosbağa ise kimbilir hangi hurdalıkta ömür tüketiyordu…

    Alican Küçükcan


    Fotoğraflar

    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
  • Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca

    Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca

    “Fenerbahçe’nin ‘Kuruluş’ hikayesinin, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar süren Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme yılları içerisinde; toplumsal, politik hatta ekonomik olarak incelenmesi gereken özel bir anlamı vardır. Fenerbahçe’nin kuruluşu farklı bir bakış açısıyla değerlendirilip, yeniden yazılması gereken tarihi meseleleri de içerisinde barındırır. Kulübün kurumsal tarih tezi kapsamında kabul ettiği olgulardan birçoğunun bugün ‘mesele’ olarak değerlendirilmesinin sebepleri, döneme ilişkin kaynakların yetersiz olması ve az sayıdaki araştırmacının resmi tarih tezinden ayrılmamak konusunda gösterdikleri bilinçli çabadır. Fenerbahçe’yi kuran ve kuruluşunda pay sahibi olan kişilerin hayat hikayeleri ve kuruluştan sonra geçen yıllardaki faaliyetleri; ‘Fenerbahçe’nin Kuruluşu’nu özel kılan ana unsurlardır. Bu unsurlar, dönem için kalıplaşmış yargıların değişmesi ya da bazı ender durumlarda da desteklenmesi için yeniden yazdığım Fenerbahçe’nin kuruluş tarihinin ana dayanaklarından birisi olacaktır.”

    Bir süredir üzerinde çalıştığımız “Fenerbahçe’nin Kuruluşu” adlı kapsamlı araştırmanın giriş kısmı bu satırlarla başlıyor. Detayları önümüzdeki aylarda araştırma yayınlandığında gün yüzüne çıkacak olan birçok “mesele” var bu dönem ile ilgili. Bugün, Fenerbahçe’nin kuruluş hikayesinin en önemli meselesini bu yazının konusu olarak sunmak istiyoruz: “Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca”

    Kadıköy, Saint Joseph ve Fenerbahçe

    Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşunda oynadığı rol, Saint Joseph Lisesi’nde Türkçe öğretmeni olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Fenerbahçe’nin kuruluşu, 1864 yılından beri Moda’da faaliyet gösteren bu okulun varlığı ile yakından ilgilidir.

    Moda ve Kadıköy, İstanbul’un “Küçük Britanya” diye anılan, yabancı nüfusun çoğunlukta olduğu bir semtlerinin başında gelmekteydi. Kadıköy bu demografik yapısı nedeniyle başkent genelinde hüküm süren Padişah Abdülhamit kaynaklı baskıdan etkilenmemekte; semtte, şehrin geri kalanına göre “Liberal” bir yaşam tarzı hüküm sürmekteydi. Gittikçe zayıflayan devlet mekanizmasının varlığını sürdürebilmesi için yabancı devletlerle kurduğu ilişkilerde “denge” politikasını benimseyen Padişah, genellikle onları kızdırmamak için kendi topraklarında yaşayan yabancıların özgürlüklerine dokunmuyordu.

    Futbol, İstanbul’da, bu koşulların bir araya gelmesiyle Kadıköy’de doğdu. Bu doğumun hangi yıla denk geldiği tartışmalı olsa da İstanbul’da yabancılara yönelik yayın yapan Levant Herald Gazetesi’nin 1 Aralık 1906 tarihli sayısında yer alan şu ifadelerin tartışmayı bitirecek nitelikte olduğu düşünülebilir. “Futbol, çok uzun yıllardır İstanbul’da oynanmasına rağmen, 1895-1897 yılları arasında şehri ziyaret eden İngiliz Kraliyet gemilerinin mürettebatıyla yapılan maçlarla başarılı bir şekilde hayatımıza giriş yapmıştır.”

    Gazetenin değerlendirmesine göre artık Kadıköy’ün genç nesli futboldan başka bir şey düşünmemekte, havanın güneşli ya da yağmurlu olmasını önemsemeyen 5000’e yakın kişi önemli maçları seyretmek için toplanmaktaydı.

    Futbol Sıkı Takip Altında

    Yabancıların özgürce futbol oynadıkları Kadıköy’de Türklerin bu spora ilgi duymamaları düşünülemez. Ancak ülkede yaşayan yabancılara ve Müslüman olmayan vatandaşlara karşı izlenen hoşgörülü politikadan, Türkler faydalanamıyor, Black Stockings örneğinde olduğu gibi en ufak girişim bile cezalandırılıyordu. Özetle, bu dönemde futbol “sıkı takip altındaydı.”

    Türklerin özendikleri yabancılar gibi futbol oynamaya başlamasında iki büyük etken vardır. Bunlar, 1839’da başlayan Tanzimat dönemi ile eğitimde modernleşme kapsamında açılan okullar ve 1902 yılından sonra ülkede siyasi iklimin değişmesidir.

    1854’te Beyoğlu’nda ilk açtığı binasından 1864 yılında Moda’ya geçen ve 1870’de bugünkü yerine geçen Saint Joseph Lisesi ve 1868’de açılan Mekteb-i Sultani, Fransız eğitim sistemine göre dizayn edilmişti.  Arnavutköy’de 1863 yılında açılan Robert Kolej ise Amerikan eğitim sisteminin İstanbul’daki temsilcisi konumundaydı. Bu üç okulun yapısı birbirinden farklı olsa da Türk futbolunun doğuşunda rolleri büyüktür.

    Müslüman olmayan öğrencilerden kurulu Robert Kolej’in futbol takımı İstanbul Futbol Ligi’ne katılmıştı. Kolejin öğretmenlerinden Reşat Danyal, Black Stockings’i kuran kadroda yer almış ve kısa ömürlü bu kulübün başkanlığını yapmıştı.

    Osmanlı Devlet mekanizmasına memur yetiştirmek üzere kurulan Mekteb-i Sultani 1905 yılında bünyesinden Galatasaray Futbol Takımı’nı çıkarmış ve bu takım ilk Türk takımı olarak İstanbul Futbol Ligi’ne katılmıştı.

    Okullar Hafiye Baskısından Kurtuluyor

    Peki Türk gençleri daha birkaç sene önce peşlerindeki hafiyelerin baskısından top oynamaya korkarken nasıl oldu da takım kuracak kadar cesaret buldular?

    Bu sorunun yanıtı gelişen siyasi olaylarda gizlidir. Devlet, bu yıllarda doğuda çıkan ve hızla yayılan vergi isyanları, Balkanlar’daki kaynaşmalar, Ermeni ayaklanmaları, yurtdışına kaçan Jön Türkler’in faaliyetleri ile uğraşıyordu. Bozulan ekonomiyi de hesaba katarsak, Türklerin futbol oynaması bu sayılanların yanında dikkate alınacak bir tehlike değildi. Ki zaten Mekteb-i Sultani, Osmanlı seçkinlerinin çocuklarını devlete memur olarak yetiştiren bir okuldu. Bu sebeple başlayan sportif faaliyetlere engel olunmaması okulun öğrencilerine bürokrasinin tanıdığı bir ayrıcalıktı. Moda’da eğitim veren Saint Joseph ise, tıpkı Robert Kolej gibi yabancı misyonu tarafından kurulmuş, bu özelliği ile Osmanlı Devleti’nin kontrolünde olmadan eğitim veriyordu.

    Kurthan Fişek’in Türkiye Spor Tarihi adlı kitabındaki analizi bu dönemde okulları ile kurulan futbol takımları arasındaki ilişkiyi net bir şekilde açıklamaktadır: “Takımların büyük bölümünün mektepli oluşu, her türlü örgütlenme ve kalabalıklaşmanın yasak olduğu bu dönemde, okul duvarları arkasında ve spor yapılmasının sağladığı güvenceyle açıklanabilir.”

    Her üç okulun öğrenci sayılarını incelediğimizde Müslüman öğrenci sayısının en fazla olduğu okul Mekteb-i Sultani’ydi. Saint Joseph’in Türk futbolunun başlamasına en büyük etkisi Fenerbahçe’nin kuruluşundaki payından birkaç yıl önce Mekteb-i Sultani’nin futbol topu ile tanışmasıyla ortaya çıktı.  Saint Josephli bir öğretmenin Fransa’dan getirdiği futbol topu, bir öğrenci aracılığıyla Mekteb-i Sultani’ye gelmişti. Bu olaydan yıllar sonra Galatasaray’ın kurucusu Ali Sami Yen, 1904 yılında Kadıköy’de izlediği maçtan sonra bir takım oluşturmaya karar verdi. Galatasaray ve Robert Kolej gibi okul takımlarının da içinde olduğu İstanbul Futbol Ligi’nin karşılaşmaları bugün Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yerde oynanıyordu.

    Yabancıların tekelinden çıksa da hakimiyetlerinde oynanan ve çoğu kez de üstünlükleriyle biten lig maçlarının izleyicileri arasında Kadıköylü Türk gençleri de vardı. Bu gençlerin 1907 yılına gelindiğinde Fenerbahçe’yi kuran kadroyu oluşturduklarını açıklıkla söyleyebiliriz. Peki Saint Joseph Türkçe öğretmeni Enver Hoca bu kadronun neresinde yer alıyordu? Enver Hoca bugün neden Fenerbahçe Tarihi’nin bir meselesi olarak değerlendiriliyor?

    Enver Yetiker’in Hayatı

    Basit bir internet aramasında karşımıza çıkan biyografisinin ötesinde bir hayat hikayesi var Enver Yetiker’in. Bu hikaye ile beraber kendisi hakkında daha önce sorulmamış soruları sorup, yanıtlarını bulmaya çalışacağız. Hayatının Fenerbahçe ile kesişen döneminden öncesini aktarmadan önce bir teşekkür ile başlamak istiyorum. Barış Eymen’in saatlerce yaptığı arşiv taramalarından bulduğu vesika olmasaydı, Enver Hoca ile ilgili soruları asla soramayacağımızı bilmenizi isterim. Binlerce sayfalık “Sicill-i Ahval” defterlerinden birinde bulduğu Enver Hoca’nın sicil kaydını transkripte ederken duyduğum heyecanı, umarım satırlarıma da yansıtabilirim.

    Devlet memurlarının resmi faaliyetlerinin kaydının tutulduğu Sicill-i Ahval Defteri’ne göre; Enver Efendi, 1869 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Ayasofya Dersiamlarından Adilcevazlı Abdurrahman Hulusi Efendi’dir. Dersiamlık, zamanın medreselerine özel bir sınavla alınan ve dini ve sosyal alanlarda ders verebilen özel statülü müderrislere verilen isimdi. Bu mesleğin önemi devletin istihdam ettiği dersiamların tüm ülke sınırları içerisinde toplamda 120 kişi olmasıyla açıklanabilir.

    Enver Efendi orta ve lise eğitimini tamamladıktan sonra, Mülkiye Mektebi’ne girdi. Cumhuriyet döneminde Ankara’ya taşınan Mekteb-i Mülkiye, o yıllarda İstanbul’da eğitim veriyordu.  1892 yılında 23 yaşındayken okulu bitiren Enver Efendi, ‘gümrük memuru’ olarak göreve başladı. Kayıtlara göre, Arapça ve Fransızca biliyordu. 1907 yılının Ağustos ayında ‘istatistik kalemi müdür yardımcılığı’na yükseldi. 1909 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu tarihte ‘müfettiş yardımcısı’ oldu ve Bulgaristan sınırına atandı. Enver Efendi’nin sicili kayıtları 1912 yılına kadar geliyor ve gümrük müfettişi olarak yürüttüğü kariyerinin aşamalarını ortaya koyuyor.

    Saint Joseph Lisesi’nde Bir Türkçe Öğretmeni

    Görüldüğü üzere Enver Efendi’nin sicilinde öğretmenlik yaptığı ile ilgili bir kayıt yok. Biz ise Enver Hoca’nın 1904 yılından itibaren  Saint Joseph Lisesi’nde öğretmenlik yaptığını, özel arşivlerde ulaştığımız fotoğraflarından biliyoruz. Peki Saint Joseph ile devletin ilişkileri nasıldı? Bahsedildiği gibi Saint Joseph, Fransa merkezli bir misyon okuluydu. Arşivleri incelediğimizde okul ile ilgili bazı vesikalara rastladık. Zaptiye ve Maarif Bakanlıkları memurlarının hazırladıkları raporların yer aldığı bu vesikalarda, okulda okutulan bazı kitapların İslam dinine hakaret ettiği iddiaları yer alırken, Müslüman ailelerin çocuklarını bu okula göndermesinin engellenmesi istenmekteydi. Bu bilgiler ışığında Enver Hoca’nın hayatının buraya kadar kısmı ile ilgili sormamız gereken bir soru var:

    “Bir devlet memuru olan Enver Efendi, devletin alenen karşısında durduğu bir okulda nasıl öğretmenlik yapabilmektedir ve bu görev sicil kayıtlarında neden yer almamaktadır?”

    Bu soruya yanıt verebilmek için önce Enver Hoca’nın öğretmenlik günlerine dönmemiz gerekiyor. Enver Hoca’nın iki öğrencisinin anlattıkları hem o günlerde Saint Joseph’in yapısı hem de öğretmenleri ile ilgili değerli bilgiler veriyor.

    Öğrencileri Anlatıyor

    Bu öğrencilerden ilki Said Selahattin Cihanoğlu. 1971 yılında “Sporculuk ve Avcılık Hatıralarım” adıyla yayınladığı anılarında o günleri şöyle anlatıyor: “1905 senesinde Kadıköy’ünde Sen Jozef Fransız Mektebi’nde talebe idim. O devirde mektepte Bulgar, Romen, Yunanlı hatta Rusya’dan gelen talebeler vardı. Mekteb-i Sultani’de olduğu gibi talebeler arasında yapılan spor müsabakalarında daima bu ecnebi talebeler birincilik alırlardı. O zamanlar ecnebi talebelerden birincilik koparmak bir mesele idi, buna hep hasret içinde idik.”

    Cihanoğlu’nun anlattıklarından anlıyoruz ki, okulda zaten azınlıkta olan Türk öğrenciler, sportif yarışlarda yabancı arkadaşlarının gerisindeler ve bu durum onları bir hayli rahatsız ediyor. Yüzyılın başından itibaren özellikle Balkanlarda yükselen milliyetçilik akımının, başkent topraklarında da yaygınlaşmaya başladığını, Jön Türkler’in de etkisiyle özellikle genç kuşakta bir uyanış olduğunu da değerlendirmeye almalıyız. Öğrencileri futbol topu ile tanışmış hatta bunu karşı kıyıdaki Mekteb-i Sultani ile de tanıştırmış olsa da bu dönemde Saint Joseph’ten belirli bir düzen içerisinde çıkmış bir futbol takımına rastlamıyoruz.

    Futbolun doğduğu toprakların merkezinde oldukları düşünülürse öğrencilerin bu spora ilgili oldukları yönünde fikir yürütebiliriz. Nitekim bu yolla giden araştırmacılar, Moda’daki bir başka Fransız okulu olan Faure Mektebi’nin Rum oyunculardan oluşan futbol takımını, Saint Joseph futbol takımı ile karıştırmışlar, hatta Mekteb-i Sultani öğrencilerinin futbol takımının ilk maçlarını Saint Joseph ile yaptığını ileri sürmüşlerdir.

    Bugün Faure Mektebi’nin varlığı ve Galatasaray’ın ilk futbol maçını bu okulun takımı ile yaptığı ortaya çıkmasına rağmen, birçok kaynakta ve Fenerbahçe resmi internet sitesinde bu yanlış bilgi yer almaktadır. Saint Josephli Türk öğrencilerin yabancı arkadaşlarına özenerek ve onların gerisinde kaldıkları için rahatsızlık hissederek geçirdikleri günlerde karşılarına Enver Hoca çıkmıştır.

    Bir diğer öğrencisi Nasuhi Esat Baydar, Enver Hoca’yı şöyle tarif ediyor: “Ufak tefek, elmacık kemikleri çıkık, kılığı itinasız, ilk bakışta dikkati çekmeyen bir adamdı. Fakat kara gözlerini gözlerinize diktiği ve söz söylemek için etlice dudaklarını oynattığı anda şahsiyetinin sihrine kapılırdınız. Saint-Joseph Koleji’nde Türkçe hocamız Enver Bey’i, evde ve sokakta sık rastlamadığımız insanlardan olduğu için, çok beğenir ve severdik. Bilgisi genişti. Derhal prensiplere intikal eden bir zekası vardı. Her şeyin ‘Niçin’ini araştırdığı, bulduğu ve kolayca anlattığı için her bilmediğimizi kendisinden öğrenebileceğimizi düşünürdük”

    Belgeler

    Okuldaki Türk öğrencilerin psikolojisini ve Enver Hoca’nın karakteri hakkındaki izlenimlerini gördükten sonra sorduğumuz soruların yanıtlarına geçebiliriz. Bu soruların ortaya çıkma nedeninin Enver Hoca’nın sicil kaydında Saint Joseph’de öğretmen olarak yaptığı görevin yazılı olmaması olduğu söylenmişti. Dikkat çeken bu bilginin üzerine okul hakkında resmi makamlarca yazılan raporların içeriği de eklenince Enver Hoca’nın öğretmenliği hakkında aydınlatılması gereken bir şüphe oluşmuş oldu. Bu şüpheyi girmek için Saint Joseph Lisesi arşiv kayıtlarına bakma yönündeki çabamız sonuçsuz kaldı. Nihayetinde Salt Arşivi’nde karşımıza çıkan bir belge Enver Hoca’nın Saint Joseph’de öğretmenlik yaptığını kanıtlamamızı sağladı. Bu belge, Osmanlı Bankası’na ait bir mevduat cüzdanıydı ve Enver Hoca’nın karşısında “Saint Joseph Koleji Türkçe Öğretmeni” yazıyordu. Bu aşamada devam eden arşiv taramasında karşımıza çıkan bir vesika, oluşan soruların yanıtlarına ulaşmamızı sağladı.

    Vesika 1897 yılına aitti ve Gümrük Nezareti’nden Hariciye Nezareti’ne yazılmış bir raporu konu ediyordu. Raporda, Saint Joseph Lisesi’ne Fransa’dan gelen kitapların içeriklerinin kontrol edilmesi sırasında okul tarafından gönderilen görevli ile çıkan tartışma detaylı şekilde anlatılıyordu.

    Bu rapor Gümrük Nezareti’nin okul ile olan ilişkisini ortaya çıkarması anlamında büyük öneme sahip. Çünkü rapor yazıldıktan birkaç yıl sonra bir gümrük memuru olan Enver Efendi’nin okulda öğretmenliğe başlamasının sebebi bu raporda gizli. Gerek bu bilgiler gerekse o dönemin öğrencilerinin aktardıkları birleşince Enver Efendi’nin Enver Hoca olarak okula girmesinin bir görevlendirme sonucu gerçekleştiği anlaşılıyor.

    Devlet Tarafından Görevlendirilen Bir Memur

    Okulu dışardan kontrol etmenin zorluğuna karşın devlet otoritesinin, içeriye bir kişi sokarak olan biteni öğrenmek istemesi sorunun yanıtıdır. Abdülhamit döneminde istihbarat faaliyetlerine verilen önemi de göz önünde bulundurduğumuzda ortaya attığımız tez böylece bir temele oturmuş oluyordu. Enver Hoca, devlet tarafından görevlendirilen bir memur olarak Saint Joseph’e girmişti. Nitekim Rüştü Dağlaroğlu’nun Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi adlı eserinin 1987 yılındaki genişletilmiş baskısında yer verdiği Enver Hoca’nın şu ifadeleri de tezimizi destekleyecek nitelikteydi. “Rolüm, istibdat içinde kıvranan gençlere hürriyet sevgisi aşılamaktı. Futbol toplantıları bu iş için en uygun zamanlardı.”

    Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşunda oynadığı rol Saint Joseph’de öğretmen olmasıyla başladı. Kulübün tarih yazımında farklı dönemlerde değişik şekillerde değerlendirilen bu rol, günümüze kadar hep tartışıldı.

    Enver Hoca kendi deyimiyle “baskıcı düzen içerisinde ezilen” Türk gençlerine hürriyet düşüncesini aşılamak için futbolu seçmişti. Abdülhamit’in bir memuru olarak görevlendirildiği okulda “Hürriyet” fikrini benimsetmeye çalışması ilk bakışta bir tezat olarak görülebilir. Ancak mezun olduğu Mülkiye’nin Jön Türk fikirlerinin yaygınlaştığı bir okul olması bu durumu biraz da olsa açıklığa kavuşturmaktadır.

    Enver Hoca’nın 1913 yılında dönemin İttihatçı Maliye Bakanı Cavit Bey döneminde İngiliz Crawford isimli bir gümrük uzmanına hazırlatılan sınavı kazanarak müfettiş olan üç kişiden biri olduğu da düşünülürse fikren Abdülhamit ideolojisinden uzak olduğu ortaya çıkmaktadır.

    Kendisini baskı altında hisseden öğrencilerinden Nasuhi Esat Baydar, Enver Hoca ile bir derste yaşadığı diyaloğu şöyle aktarıyor. “Bir gün derste arkadaşlardan biri: ‘Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin başlarını kesenler bunları birbirine atarak oynamışlar; top oyunu da böylece ortaya çıkmış. Bunun için, top oynamak günahmış, doğru mu?’ dedi. Yaman bir psikolog olan, bize daima ölçülü olmamızı tavsiye eden, her fikrini bir ayetle, bir atasözü ile, bir kısa hikaye ile benimsetme yolunu tutmuş olan Enver Bey’in o günkü hiddeti görülecek şeydi: ‘Oyun çocuklarla gençlerin başlıca haklarındandır; çocuklarına oyunu yasak edip onların hareket ve faaliyetini haylazlık ve terbiyesizlik sayan milletler ölüme mahkumdur. Medeni dünyanın gençleri top oynuyorlarsa siz de top oynayın, bunun aksi gerilik ve bedeviliktir’”

    Enver Hoca’nın futbol hakkında sorulan soruya verdiği yanıttan, öğrencileri arasında futbolun popüler olduğu, top oynamak istense de sosyal ve dini baskılardan oynanamadığı anlaşılıyor. Şüphesiz Saint Josephli Türk gençleri lig maçlarını takip ediyorlardı. Kurulan takımlardan da haberdardılar.

    Enver Hoca Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Nerede?

    Bu paragraf ile birlikte Enver Yetiker’in Fenerbahçe’nin kuruluşundaki rolü üzerine yapılan tartışmaları ve karşıt görüşleri değerlendireceğiz. Öncelikle belirtmek gerekir ki Enver Hoca’yı Fenerbahçe’nin gerçek kurucusu sayanlar Saint Josephli Türk öğrencileri. Yaptığım alıntılarda da görüldüğü üzere Nasuhi Esat Baydar ve Sait Selahattin Cihanoğlu bu görüşü anılarında aktarıyorlar.

    Karşı tarafta ise kulübün bir diğer kurucusu Necip Okaner’in yazdığı mektup aracılığı ile bu görüşe karşı çıkışı var.

    Nasuhi Esat Baydar Anlatıyor

    Nasuhi Esat Baydar’ın İdman Dergisi’nde 1913’te yazdığı yazıda belirttiği görüşü ile Necip Okaner’in 1952 yılında yazdığı mektup arasında geçen 39 yılda Enver Yetiker’in kuruluştaki rolü kaynaklardaki farklılıklardan da görüleceği üzere hep tartışmalı kalmış.

    İlk görüşü destekler ifadeleri aktararak başlayalım. Kuruluşun 6.yılında, Nasuhi Esat şunları söylüyor: “1907 yılında Saint Joseph Türkçe öğretmeni Enver Bey, eski öğrencilerinden beş altı futbolcu genci bir araya toplayarak bir kulüp kurmak arzusunda bulunduğunu bildirmişti. Bu fikre bütün arkadaşları katılmış ve akşamları Moda çayırında idman yapmaya başlamışlardı. Altı kişilik futbol takımı olmazsa da Enver Bey ve arkadaşları oluşturdukları kadroya bir isim vermeyi unutmamışlar, o zaman hiçbir siyasi fikre mal edilmemesi için Fenerbahçe ismini bulmuşlardı. Fenerbahçe o zamandan itibaren idmanlarına hız verdi, böylece dört beş ay içinde üye sayısı yirmiye ulaştı. Biraz sonra Enver Bey ‘Fahri Başkanlık’ makamından çekildi. Kulübün yönetimi, girişken ve faal olan Nurizade Ziya Bey’e verildi.”  

    Nasuhi Esat Baydar, 1913 yılında anlattığı kuruluş hikayesini 1944 yılında Öz Fenerbahçe Dergisi’ne verdiği röportajda detaylandırıp, son cümlesiyle de bir anlamda tamamlıyor: “Enver Bey güvendiği birkaç talebesine, “Fenerbahçe” adıyla kurulmakta olan futbol kulübüne girmelerini tavsiye etti. Fenerbahçe’ye gidip egzersiz yapmak üzere, Moda İskelesi’nde buluşmaya davet etti. Orada kulüp idare heyeti ile tanıştık. Nurizade Ziya, Hasan, Ayetullah, Bahriyeli Necip, Hintli Asaf Beyler, bize oranla yaşlı başlı adamlardı. Fenerbahçe’de, fenerin önündeki genişlikte, Enver Bey’i bulduk. İngiltere’den yeni getirilmiş olan sarı ve beyaz yollu kulüp formalarımızı Ziya Bey dağıttı. İki takım halinde karşı karşıya dizildiğimiz zaman Enver Bey ortada yer aldı. Ve bize, futbolun toplumsal faydalarından, takım ruhundan, birbirine yardımın her dinde esas olduğundan, yakın zamanlarda yardımlaşma ihtiyacını şiddetle hissedeceğimizden bahsederek topa ilk vuruşu yaptı. Fenerbahçe Kulübü, memlekette yeni bir devir başlamak üzere iken, gençlerin birbirini tutmaları, sevmeleri, kuvvetlenip neşelenmeleri amacıyla Hoca Enver Bey tarafından kurulmuştur.”

    Sait Selahattin Cihanoğlu Anlatıyor

    Said Selahattin Cihanoğlu ise Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşundaki rolünü şöyle anlatıyor: “Türkçe hocamız Enver Bey isminde çok sevdiğimiz ve kendisine büyük bir hürmetle bağlandığımız bir kişi vardı. Enver Bey her cumartesi günleri, öğleden sonra bizi Fenerbahçe’ye futbol oynamaya götürürdü. İki takım yapardı. Birinin ismi Fenerbahçe, diğeri de Sen Jozef olurdu. o devirde Abdülhamit korkusuyla kulüp ismini vermeye kimse cesaret edemezdi. Türk öğrenciler arasına yabancı ve yerli gayrimüslim öğrencileri doldururdu. Yıllar böylece pek çabuk geçmişti. 1907’de Nurizade Ziya Bey, Ayetullah, Bahriyeli Enver (Yazarın Notu: Necip Okaner’in ön adı Enver’di) ve Hakkı Beyler Fenerbahçe Kulübü’nü kurma girişiminde bulundular. Enver Hoca kulübün isminin Fenerbahçe olması konusunda ısrar ediyordu. Özel bir yaratılışta ve Avrupai zihniyette bir kişi olan Ziya Bey Reis oldu. Çok mükemmel İngilizce bilen Ziya Bey Moda’daki İngilizlerle derhal temasa geçerek kulübü geliştirdi.”

    Rüştü Dağlaroğlu Anlatıyor

    İki öğrencisinin aktardığı bilgilerin benzerini 1949 yılında Enver Yetiker ile yaptığı röportajdan sonra Öz Fenerbahçe Dergisi’nde yazdığı uzun yazıda dile getiren Rüştü Dağlaroğlu ise, onun kulübü kuran bir numaralı üye olduğunu ilan etmişti. Yazıda dikkat çeken iki konu vardı. Birincisi Enver Hoca’nın kulübün renkleri olarak kırmızı-beyaz’ı seçmeyi düşünse de bu renklerden “milliyet”i temsil ettiği için vazgeçerek Fenerbahçe çayırındaki papatyalardan esinlenerek sarı-beyaz’da karar kıldığıydı. İkinci konu ise kulübün idare heyeti seçilirken Nurizade Ziya Bey’in başkan olduğu, Enver Hoca’nın resmi bir görev almadığıydı. Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin gerçek kurucusu olduğunu öne süren bu görüşleri 4 madde ile özetleyebiliriz:

    – Saint Joseph’de öğretmenlik yaparken bir futbol kulübü kurma fikri Enver Hoca’ya aitti.

    – Enver Hoca, öğrencileri arasından birçok kişiyi kulübe kazandırmıştı.

    – Kulübün adı ve renkleri Enver Hoca tarafından belirlenmişti.

    – Enver Hoca, kulübün ilk idare heyetinde görev almamış,  sadece Fahri Başkanlık görevini yürütmüştür.

    Karşıt Görüşler ve 1 Numara Kim Sorusu

    Bu görüşlere karşı Necip Okaner’in 1952 yılında Rüştü Dağlaroğlu’na yazdığı mektuptaki ifadeleri koyabiliriz. Okaner mektubunda “Enver Bey’in kulüpte hiçbir zaman resmî olarak görev almadığını, kulübün kuruluşu ile bir alakası olmadığını” belirtmiştir.

    Bu görüşü paylaşanlardan biri de 2007’de yayınlanan Asr-ı Fener’in yayın kuruludur. Kitapta Enver Hoca’nın kurucu olduğunu söyleyen Nasuhi Esat’ın bu iddiasının diğer tanıklarca doğrulanmadığı, Nasuhi Esat’ın bu iddiayı ortaya atmasının sebebi olarak da kendisini Fenerbahçe’ye kazandıran kişinin Enver Hoca olması yazmaktadır. Kitaba göre Enver Hoca’yı Fenerbahçe ile tanıştıran kişi Nurizade Ziya Bey’dir. Rüştü Dağlaroğlu’nun 1949 yılında benimsediği görüşünden vazgeçtiği de kitapta yer alan bir diğer ifadedir.

    Gerçekte Dağlaroğlu, 1949 yılındaki düşüncelerinden Necip Okaner’in 1952 yılında kendisine yazdığı mektuptan hemen sonra vazgeçmemiştir. Bunun en büyük kanıtı Enver Yetiker’in 1955 yılında ölümünün ardından Cumhuriyet Gazetesi’ne yazdığı veda yazısıdır. Bu yazı “Fenerbahçe Kulübü büyük ve muhterem kurucusu ve 1 numaralı üyesini kaybetmiş bulunuyor” diye sonlanmaktadır.

    Fenerbahçe’nin tarihini 1957 yılında kitaplaştıran Dağlaroğlu’nun görüşünü Enver Yetiker’in ölümünden sonra değiştirdiği kesindir. Kapsamlı eserinde Enver Yetiker için “Öğrencilerinin Fenerbahçe’yi kurmasına içten yardımcı olmuş ve kulübün ilk üyeleri arasında yerini almıştır.” ifadesini kullanması görüşünü değiştirdiği tarihi belirlememizi sağlamıştır.

    Kitabını 1987 yılında, o yıla kadar genişleterek yeniden yayınlayan Dağlaroğlu, Bu kez Enver Yetiker’i kurucular sıralamasında 4.sıraya yerleştirmiştir. Yazılanlar ışığında Enver Hoca’nın kurucu olmadığını ileri sürenlerin görüşleri üç maddede özetlenebilir:

    – Enver Hoca’nın kurucu olduğu iddiası öğrencisi Nasuhi Esat Baydar’a aittir ve diğer tanıklarca desteklenmemektedir.

    – Enver Hoca, Fenerbahçe’nin kuruluşunda öğrencilerini takıma kazandırarak kulübe katkı sağlamıştır.

    – Fenerbahçe’yi  iki arkadaşı ile beraber kuran Nurizade Ziya Bey, Enver Hoca’yı Fenerbahçe ile tanıştıran kişidir.

    Kulübün Enver Yetiker’e Bakışı

    Peki Fenerbahçe Spor Kulübü kurumsal olarak Enver Yetiker’e nasıl bakmaktadır? Bu sorunun yanıtı için bakmamız gereken ilk yer şüphesiz kulübün tüzükleri. Fenerbahçe’nin ilk tüzüğü 1913 yılında yazılmış ve içerisinde kurucuların isimlerine yer verilmemiş. 1923’te yazılan ikinci tüzükte ise kurucular kıdemlerine göre şu sırayla yer almıştır:

    1. Nurizade Ziya (Songülen)
    2. Enver Bey (Yetiker)
    3. Galip Bey (Kulaksızoğlu)
    4. Nasuhi Esat Bey (Baydar)
    5. Haccarzade Tevfik Bey (Taşçı)

    Şimdi de 2016 yılında kabul edilen kulübün son tüzüğünün 2.maddesinde yer verilen kurucuları sıralayalım:

    1. Ziya Songülen
    2. Ayetullah Bey
    3. Necip Okaner
    4. Asaf Beşpınar 
    5. Enver Yetiker

    İlk tüzük ile son tüzükte yer alan kurucular listesi arasındaki fark dikkat çekici durumdadır. 1923’te 2.sırada yer verilen Enver Bey, 2016’da 5.sırada kendine yer bulmuş gözüküyor. İki listenin de ortak tarafları Nurizade Ziya Songülen’in kurucular listesinde ilk sırada olması ve sırası değişse de Enver Hoca’nın her iki listede de yer almasıdır.

    Şüphesiz kurucular listelerindeki tutarsızlıklar, yıllara göre silinen ve eklenen isimler bambaşka bir araştırmanın konusu. Asıl konumuza dönecek olursak, Enver Yetiker’in kulüple 1949 yılına kadar kaynaklarda yer alan hiçbir teması olmamıştır. Bu tarihte ise Fenerbahçe Stadı’nın açılışında, açılışı yapan kişilerden biri olarak fotoğraf karelerine girmiştir. Enver Hoca’nın 1955’teki ölümünün ardından kulübün gazetelere verdiği ölüm ilanında kendisinden “Kulübümüzün kurucusu ve 1 numaralı üyesi” diye bahsedilmiştir. Yüksek olasılıkla Rüştü Dağlaroğlu tarafından kaleme alınan bu ilan Fenerbahçe Spor Kulübü’nün kurumsal olarak Enver Yetiker’i son kez anmasıdır.

    Günümüzde resmi internet sitesinde yer alan tarihçede Enver Yetiker’den şu şekilde bahsedilmektedir: “Kulübün ismi, başkanı, amblemi ve formaları seçilmiş, mesele sadece formaları giyerek bu ismi tescil ettirecek 11 Türk gencinin bir araya getirilmesine kalmıştı. Bu konuda da en mühim rolü St. Joseph Mektebi Türkçe Öğretmeni Enver (Yetiker) Bey üstleniyordu.” Bu ifadeden, Fenerbahçe kurumsal tarih tezinin, önceki sayfalarda sözü edilen ikinci görüşe paralel olduğu; Enver Hoca’nın kulüp kuruluşundaki katkısının, takıma oyuncu bulmaktan öteye geçmediği anlaşılmaktadır.

    İstiklal Madalyalı Kurucu

    Enver Hoca’nın hayatının Fenerbahçe ile kesişmeyen yıllarında yaşadıklarını sıralayarak meselenin çözümleme bölümüne geçelim. Enver Bey, 1909 yılında müfettiş yardımcısı olarak Bulgaristan sınırına atandı. 1913 yılında girdiği sınavı kazanarak müfettiş oldu ve sırasıyla Trabzon ve İzmir’de görev aldı. Kurtuluş Savaşı’nın başladığı yılda görev yeri Sirkeci, görevi ise gümrük müdürlüğü idi. Anadolu’ya silah kaçırılmasında aktif görev alması sebebiyle 1938 yılında İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. Ölene kadar Kızıltoprak İstasyon Caddesi’nde yaşadı.

    Enver Hoca için yapılan tartışmalar ve yıllar içerisinde değişen değerlendirmeler böylece sona eriyor. Çalışmanın sonuç kısmında değerlendirmelerimizi aktaracağız.

    Sonuç

    Öncelikle  iki zıt görüşün düşüncelerinin tek ortak noktası Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşunda öğrencilerini takıma kazandırmasıdır. İki yıl önce kurulan ve Galatasaray adını alan Mekteb-i Sultani futbol takımında top oynamaya başlayan Galip (Kulaksızoğlu) onun son sınıftaki öğrencilerindendi. Galip’in Galatasaray’dan ayrılarak yeni kurulan Fenerbahçe’ye gelmesinde Enver Hoca’nın payı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu kuvvetli varsayımın yanında alt sınıflardaki öğrencileri Galip ile temas ettirerek Fenerbahçe için idman yapmalarını sağladığı dönemin iki tanığı tarafından teyit edilmiş bir gerçektir. Galip’in ortaokulu Mekteb-i Sultani’de okuduktan sonra liseye Saint Joseph’de başlaması ve kısa süre Galatasaray’da top oynadıktan sonra Fenerbahçe’ye katılmasını “Fenerbahçe’yi Galatasaraylılar kurdu” şeklinde değerlendirmelere karşı Enver Hoca’nın kişiliği ve Saint Joseph’deki faaliyetleri, öne sürülecek kuvvetli bir olarak argüman olarak elimizdedir.

    Enver Hoca’nın Büyük Rolü

    Enver Hoca’nın gerçek kuruculardan olmadığını öne sürenlerin en etkili söylemi olan Nasuhi Esat Baydar’dan başka tanık olmadığı görüşü de Sait Selahattin Cihanoğlu’nun aktardıklarıyla çürümektedir. Kulübün adı, renkleri gibi daha detaylı araştırma ve farklı kaynaklardan onay gerektiren konular üzerinde olmasa da, takım oluşturma aşamasında Enver Hoca’nın katkısı konusunda şüphe yoktur. Özellikle Sait Selahattin’in ilerleyen yaşına rağmen berrak bir zihne sahip olduğu bilgisi, Enver Hoca’nın rolü hakkında yaptığımız değerlendirmelere dayanak olmuştur.

    Mektup

    Her iki tanığın da Saint Josephli olması sübjektif değerlendirme yaptıkları şüphesini doğursa da, son tüzükte adları sıralanan 5 kurucudan sadece Necip Okaner’in Saint Joseph ile ilgisi yoktur. (Okaner’in 1952’de Rüştü Dağlaroğlu’na yazdığı mektup düşünüldüğünde bu ayrıntı daha da önemli hale gelmektedir. Bugün Dağlaroğlu Ailesi’nde bulunan mektubun deşifre edilmesi konunun açıklığa kavuşması için önemlidir) Dolayısıyla Fenerbahçe’nin, kurulduğu semtin bu en büyük okulu ile inkar edilemez bir bağı vardır. Kulübün kuruluşundan kısa bir süre geçtikten sonra başlayan Meşrutiyet dönemi ve devamında İttihat ve Terakki rejiminin de etkisiyle zayıflatılmaya çalışılan bu bağ şüphesiz okulun Fransız misyonunu temsil etmesinden kaynaklanmaktadır.

    Fenerbahçe Tarihinin En Önemli Noktası

    Meşrutiyet devrinin temellerini atan Jön Türkler’in başat aktörlerinden Mizancı Murat’ın yakın geçmişte verdiği tarih derslerinin etkisinin sürdüğü bir ortamda Mülkiye’den mezun olan Enver Hoca’nın yabancı bir misyon okulunun içinde, devletin görevlendirmesiyle başladığı görev sırasında, üstelik yabancıların çoğunlukla yaşadığı bir semtte, birkaç Müslüman Türk öğrenci ile bir kulübün altyapısını oluşturması Fenerbahçe Tarihi’nde öne çıkarılması gereken en önemli noktadır.

    Enver Hoca’nın bir Türkçe öğretmeni iken beden eğitimine verdiği önem, birlik beraberlik ve yardımlaşma üzerine yaptığı vurgular ve modernist bakış açısı dönemin ruhunu yansıttığı gibi; kulübün fikri altyapısının oluşmasına da etki etmiştir.

    1923 Tüzüğünde sıralanan kurucular listesi şüphesiz hatalıdır. Ancak ilk iki sırada yer alan Nurizade Ziya Bey ve Enver Bey isimleri bu hatalı sıralamanın içerisinde doğru yerleştirilmiş iki isimdir. Kulübün maddi ihtiyaçları, 1903 yılında Saint Joseph’den mezun olduktan sonra eğitimini İngiltere’de tamamlayıp yurda dönen Ziya Bey tarafından sağlanmış, Enver Hoca ise kulübe insan kaynağı bulmuş, öğrencilerini kulübe yönlendirmiştir. Ziya Bey’in gerek maddi gücü gerekse popüler bir kişi olması bu görev dağılımında etkili olmuştur. Kulübün kuruluşunda yer alan bu iki isim, tıpkı diğer kurucu Necip Okaner gibi kuruluştan 1 yıl sonra kulüp yönetiminden ayrılarak bir daha aktif  görev almamışlardır. Bu ayrılışlar ve kulübün girdiği bunalım, tamamlanacak olan çalışmamızın içerisinde detaylarıyla analiz edilecek konu başlıklarından biridir.

    Barış Kenaroğlu


    Fotoğraflar

  • Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-VI

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-VI

    “Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları” serisinde altıncı bölüme geldik. Türk futbolu profesyonelliğe doğru ilerlerken, bazı önemli portreler ile karşılaşıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Birinci Bölüm
    İkinci Bölüm
    Üçüncü Bölüm
    Dördüncü Bölüm
    Beşinci Bölüm


    Takımdan Uzaklaşmak Zorunda Kalanlar

    1940-1941 sezonu Fenerbahçe için stadı bakımından büyük bir şans ve imkan yılı olmuştur. Çünkü Taksim’deki Taksim Stadı yıktırılmış ve yerine Taksim Gezisi ve parkı yapılmış olduğundan bütün maçlar Beşiktaş’taki Şeref Stadı ile Kadıköy’deki Fenerbahçe Stadı’nda oynanmıştır. Bu suretle de bizim maç seyretme şansımız artmıştır. Yalnız o sene başı şanssızlıklar da olmuştur. Mesela Melih Kotanca uzun bir müddet Atletizm Milli Kampına alınmıştır. Yok Balkan Atletizm şampiyonası yarışmaları idi derken Melih sadece 2 maçta oynayabildi. Fenerbahçe en mühim santrforundan mahrum kaldı.

    Ayrıca senelerce emek vererek formunun zirvesine getirdiğimiz Bek Yaşar mühendis mektebini bitirdi ve işi icabı Ankara’ya gitmeye mecbur kaldı ve bu suretle esasen Fazıl abi de sporu bıraktı ve zaten biraz da yaşlanmıştı. Dolayısıyla Lebib Elmas’ın yanına yeni transfer Taci geldiyse de müdafaa biraz zayıflamıştı. Buna rağmen ligin sonunda finale Başiktaş’la başa baş girdik. Ancak 1940 senesi Türkiye şampiyonluğu maçlarına ligin sekizinci haftasında 9 ay boykot alan Melih iştirak edememiştir.

    İkincilikler

    Ayrıca Türkiye şampiyonluğu final maçının Ankara’da oynanacağı tarihle İstanbul’da Beşiktaş’la oynayacağımız tarihle aynı güne rastladığından Fenerbahçe aynı günde iki maç için A ve B takımlarını ikiye bölerek Ankara’da Türkiye şampiyonluğu final maçını İstanbul’da da Beşiktaş’la lig maçını oynamış ve her iki karşılaşmayı da kaybetmiştir. İşte bu yıl Fenerbahçe 1 puan farkla şampiyonluğu da kaybetmiştir. Fakat gene de ikinci olması ve takımın çok iyi futbol oynaması taraftardaki Fenerbahçe sevgisine zerre kadar tesir etmedi. Hele lig maçlarının bitiminden sonra Milli Küme başladı ve Milli Küme İzmir, Anka şehirlerinin de iştirakiyle yapıldığı işçin daha da heyecanlı ve daha büyük bit organizasyon sayıldığından ilgi ve heyecan daha fazla idi.

    Aslen Fenerbahçe 1940 senesi milli küme’de bir yenildi ile Türkiye şampiyonu oldu. Güneş kulübünden gelen Cihat, Melih, Ömer, Rebii’nin katılımından başka sahaların yıldız futbolcusu Küçük Fikret Haydarpaşa Lisesini bitirmiş ve Fenerbahçe takımındaki sağ açık yerini almıştır.

    Fikret Kırcan

    Küçük Fikret’in nasıl futbol oynadığını izah etmek mümkün değildir.

    Uzun boyu o kadar zarifti ki topu sürdüğünün farkına varamazlardı. Orta yapacağını zannettiğimiz an bu namüsait durumda topa vurur ve gol olurdu. Herkesin tek ayak dediği Fikret’in sol ayakla attığı gollerin en meşhuru Atina’da Yunan Milli maçında attığı goldür. Herr Schveng Fikret’i çalıştırırken antrenmanlarda sağ ayağına ayakkabı giydirmez yün çorapla çalıştırırdı. Küçük Fikret de Büyük Fikret de bu unvanları aralarındaki yaş farkından dolayı almışlardır. Yoksa futbol tekniği olarak ikisi de eşit derecede büyük yetenek sahibi birer şaheserdi.

    Küçük Fikret’in gollerini anlatmaya benim değil hiçbir otoritenin gücü yetmez. Hele Dolmabahçe stadında Avusturya takımına aynı yerden attığı iki frikik golünü tarife imkan var mıdır?

    Amatörlük Giderken

    1941 ve 1942 yıllarında Milli Eğitim Kupası şampiyonu olamadık. Fakat takım fevkalade top oynuyor. Kulüp her gün biraz daha gelişiyordu. 1941’de İngilizlerin Ortadoğu karması ile yapılan ve 2-2 berabere biten maçta Fenerbahçe harika bir futbol oynamıştır. Bilhassa kaleci Cihat Arman sahayı İngilizlerin tebrikleri ve takdirleri ile terk etmiştir.

    1941 yılının en enteresan hadisesi Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğünün hazırladığı “Amatörlük Talimatnamesi”dir. Amatörlük talimatnamesi, sporcunun alacağı maaşı, yolluğu vesaireyi belirliyor. Amatörlükte para kazanmak diye bir mefhum olur mu? Bu talimatnameye göre sporcu kulüpten ayda 30 liradan fazla maaş alamaz ve değeri 30 liradan fazla prim, ödül, hediye alamaz maddesi ile konan bu yasağa hiçbir kulüp uymadı. Beden terbiyesi de hiçbir şeye karışamadı. Fakat bu talimatnamenin en acı tarafı gizli profesyonelliği getirdi.

    İkinci Cihan Harbinden sonra nasıl milli koruma ticarette karaborsacılığı getirdi ise amatör yönetmelik de sporda gizli profesyonelliği getirdi. Hatta o senelerde (Cihat benden 4 yaş büyük olduğu halde arkadaşımdı) Cihatla Hacı Bekir’in Beyoğlu’ndaki mağazasına uğrar, bazen 10 bazen 20 lira alarak Abdülhak Hamit Caddesindeki dairesinde hayatını idame ettirmeye çalışırdı. Hacı Bekir o zamanlar kulüpte başkan alfan değildi fakat Cihat’ı çok severdi. Onun için Beyoğlu’ndaki mağazasına özel emir vermişti.

    Artık Görülmeyen İncelikler

    Hacı Bekir zade Ali Muhittin çok bonkördü fakat bu yardımları hiç kimseyi kırmadan hiç kimsenin onurunu zedelemeden tam bir beyefendice yapan bir kişiliği vardı.

    Bir gün Hacı Bekir tahta binanın stadı gören penceresinden maç seyrediyordu. Maç 0-0 bitmek üzere iken son dakikada Taka Naci bir gol attı. Futbolcular sevinç içinde soyunma odalarına koşarken Hacı Bekir de merdivenlerden inmişti. Taka Naci’yi görünce yanına çağırdı ve kendisini tebrik etti ve hiç çaktırmadan cebinden cüzdanı çıkardı ve olduğu gibi verdi. Orada cüzdandan para çıkarıp verse hiç yakışık almayacak bir manzara olacaktı. İşte Hacı Bekir hiçbir zaman böyle yakışıksız bir şey yapmadı.

    Velhasıl tam 10 sene Türkiye spor kulüpleri bu Amatörlük Talimatnamesi ile idare edildi ve hiçbir gün ne denetlendi ne karışan görüşen oldu. Hatta o devirde Beden Terbiyesi’nden görevli olan bazı kulüp mensupları taraftarı olduğu kulübü sporcularını devlet dairelerinde işe aldılar. Fakat onların işe gitmemelerine göz yumarak profesyonelliğe resmen devleti dahi alet ettiler.

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları / Devam Edecek

  • Vizörün içindeki Kuşdili

    Vizörün içindeki Kuşdili

    İstanbul Araştırmaları Enstitüsü (Suna ve İnan Kıraç Vakfı) arşivinden muhteşem bir Kadıköy fotoğrafı çıktı. İlk gördüğümüz andan beri “Vizörün içindeki Kuşdili bize ne anlatıyor?” sorusunu sorduk ve tabii ki en güzel yanıtı Alican Küçükcan ağabeyimizden aldık. Muhteşem bir fotoğraf ve bir o kadar muazzam bir yazı… “Keyifli okumalar” demeden önce belirtmeden geçmeyelim; fotoğrafın bulunduğu İstanbul Araştırmaları Enstitüsü çalışanlarına ve özellikle Furkan Sevim beyefendiye saygılarımızla…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Ressam ve Bir Düş

    Bahariye’de, bir köşkün cihannümasından Kuşdili, Hasanpaşa ve Acıbadem’e baktığımızı düşlüyorum, hani derler ya! uyandığında gerçekmiş hissi veren bir düş. Önümüzde uzanan görüntü hünerli bir ressamın elinden damlamış adeta. Her fırça darbesi bin bir özenle vurulmuş tuvale: 

    Buradan Karacaahmet’e kadar uçsuz bucaksız servi ormanının hışırdadığını biliyoruz. İlerisi göz görebildiği yere kadar hep mezarlık. Kuşdili çayırında eğlenenler hayatla ölümün sınırında olduklarını hiç düşünmüyorlar. Gülüyor, söylüyor, top oynuyorlar. Daha geçen hafta pazar günü Moda Futbol Kulübüyle, İngiliz Bahriyelileri İmogene kıran kırana bir maç yaptılar burada. Bu hızlı gösterinin galibi 1-0’lık sonuçla Moda oldu.. 3000 meraklı, kalesinde nefis plonjonlarla birçok şutu kurtaran Alex Sophiano’yu çılgınca alkışladı. Sophiano,hakemin  düdüğünden sonra omuzlarda taşındı. 

    Solumuzda uzanan ahşap denizinin altındaki Kuşdili çayırında sadece top oynanmadı. O geniş alan,  Kadıköylülerin hava almaya çıktıkları, ağır faytonların, ıhlamur ağacından yapılma geniş landoların cirit attıklarını, çayırda kurulan panayırda, şimdi tarih olmuş şerbetçilerin, kağıt helvacıların, muhallebicilerin, baloncuların ceplerinin şiştiği, yeldirmeli, maşlahlı güzellerin boy gösterdikleri, kısaca Kadıköy havalisinin eğlendiği geniş bir seyran yeri olmuştur. 

    Fenerbahçe Lokali

    Bu resim geçen yüzyılın başlarına ait. Tam da, Üsküdar kumandanı Bedirhani Ali Şamil Paşa, erkekleri Kuşdili’ne, kadınları Yoğurtçu’ya  pay etmeye uğraşıp, feryadını kimseye dinletemediği günler. Çayırın Kurbağlıdere kıyısına Galatalı Hamdi Reis’in çalgılı gazinosu kurulacak. Hamdi, evvelinde Galata’da kumar kahvesi işletmiş, Abdülhamit’in meşhur yaveri Fehim Paşa’nın adamlarından. Bu gazinonun yanında birkaç yıl sonra Fenerbahçenin lokalini göreceğiz. 

    Lokal bahçe içerisinde ve iki katlı olacak. Fotoğrafta yerleri boş ama, dış kapıdan girince sağ tarafındaki açıklığa tenis kortları yapılacak sonrasında. Bina inşa edildiğinde dereye bakan kapısı, köşede piyanosu olan, maroken koltuklu genişçe bir salona açılacaktır. Solda iç içe olan iki soyunma odasında, Zeki Rızalar, Alâlar, Kadriler çubuklu formalarını giyecekler. Suat, karbeyaz pantolununu, tişörtünü giyip, kortta raket sallayacaktır. Üst kattaki müzede kupalar, resimler ve hatıraların çerçevelenmiş halleri duracak. Fenerbahçe Kulübünün minnetsiz idmancısı, sarı lacivert forma altında bütün sporları yapmaya ve yaymaya çalışmış; kayıkhanede sandalları kalafatlayacak, korttaki fileleri eliyle örecek kadar fedakar Fenerbahçeli Galip, 6 Haziran 1932 günü lokal yandığında en çok gözyaşı dökecek olan sporcu olacaktır. 

    Fenerbahçe Lokali, alevlere teslim olmadan önce ulvi bir görev için koluna pazubant takmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya silah ve cephane sevkinin yapıldığı bir istasyon, Cumhuriyet yolunda ise önemli bir ‘yapı’taşı olmuştur. Ulu Önderin lokali ziyareti bu binada yaşanmış önemli dakikalardandır. 1920 yılında Hamit Hüsnü’nün lokalin yanına yaptıracağı kayıkhanede çok sayıda kürekçi filizlenecektir. 

    Fenerbahçe futbol takımı bu fotoğrafın içindeki sahalarda oyununu geliştirdi. Üzerine seneler sonra Dereağzı tesislerinin kondurulacağı Kördere Çayırı, Kurbağlıdere’nin hemen yanındaki Gemici çayırında Fenerbahçe idmancılarının izleri vardır. 

    Papazın Bahçesi

    Resmin sağ gerisinde, fotoğrafçı vizörünü biraz daha çevirseydi Kadıköy’ün ‘ehli diller yatağı’ denilen Papazın Bahçesini görecektik. Orası, doğanın yeşil sessizliğine meftun Ahmet Rasim’in müdavim olacağı, ağaçlar altında bir cennetti. Bahçeye bahar akşamları bülbül dinlemeye gelen çok olurdu. Ahmet Rasim orda etrafına şair Andelip, Eyüplü Neş’e, Muhsin, Borazan Tevfik, Ayı Raşidi toplar, alem yapardı. Papazın Bahçesinde bülbül sesi dinleyenler,  birkaç sene sonra, bahçenin hemen yan parseline yapılacak sahada, Fenerbahçeli sporcuların futbol sahasında icra edecekleri ahenkli sesleri duyacaklardı. Kurbağalıdere’nin doğusunda kalan bu alan vaktiyle Kardinal Andon Hassunyanın uhdesinde olduğu için bu ismi almıştı. 

    Fotoğrafın tarihinin 1905 civarı olduğunu tahmin ediyorum. Aşağıda, Kurbağlıdere yolunda,  bir sene kadar sonra 1906’da Göztepe istasyonunda vurulan Şehremini Rıdvan Paşa’nın katilleri yakalanacak ve apar topar Selimiye kışlasına götürülecekler. 

    Kurbağlıdere çayırında top peşinde koşanlar bu derdestten habersiz birçok maç yaptılar. Eski başkentin ilk futbolcularını şehire tanıtan La Fontaine’in Kadıköy Futbol Kulübü, “Harrier” denizcileriyle bu sahada yaptıkları sıkı gösteri maçı üzerinden yıllar da geçse de hep anılmıştır.

    Kadıköylüler 

    Ünlü besteci, Fenerbahçeli futbolcu Cafer Çağatay’ın babası Ali Rıfat Çağatay Yoğurtçu Köprüsü’nü geçince sol kolda kalan bir eve taşınalı bir sene bile olmamış daha. Köprü, fotoğrafın ortalarında beliren ahşap haliyle karşımızda.. Derenin iki yakasını kavuşturan ilk gerdanlık 30’lu yıllarda betona dönecek. Köprü, üzerindeki parke zemini, tramvay rayları, kendine hiç de yük olmayan, sırtından atladıktan sonra Bostancı’ya dek gidecek motrislerle eşsiz görüntüler verecekti. Kadıköy kumluktan kalkan tramvay arabalarına binip, bu civarda araçtan ineceklerden biri de (Ceylan) Bedri olacaktır. Bedri, sırasıyla Papazın çayırı, Silahtarağa, Union Kulüp, İttihadspor, Fenerbahçe Stadı isimleriyle bilinecek stadın tam karşısında oturacaktır. Futboldan sonra mesleği dişçiliğe dönecek, ilk milli maçımızın sol açığı Bedri’nin muayenehanesi Altıyolağzı’nda eskiden postahane olarak kullanılan sarı bir binadaydı. Binanın mimarı ilk futbolcularımızdan meşhur Hasan’ın babası Mehmet Ağaydı. 

    Fondaki yükselti Çamlıca tepesi.. İrtifa kaybederek yaklaşınca, Acıbadem’deki ortodoks kilisesinin apak halini farkediyoruz..Hemen sağında, pek seçemesek de :)  Kadıköy sularının çıktığı kaynak Üçpınar var. Abdülhamidin Başhafiyesi Ahmet Paşa’nın Peynirci Çiftliği denilen arazisinden geçen üç derecikle kucaklaşıp, Gazhane üzerinden Kadıköy çeşmelerine ulaşıyor bu ‘ab-ı hayat’.

    Bu hayat suyundan içenlerden biri de “Black Stocking” takımının ilk ve tek maçında  on birde kendine yer bulabilmiş  Sinekemani Nuri’dir.. Üstat, Namık Kemal’in küçük kardeşi Naşid Bey’in kızıyla evlidir. Fotoğrafçı, panoramik görüntü için makinesini ayarlarken Nuri belki de, Yoğurtçuçayırı caddesi 40 numaralı evinde, göğüse yaslanması sebebiyle ‘sinekeman’ adını almış kemandan battalca aletini çalıyordur. Ömrünü jimnastiğe ve musikiye  adamış olan Nuri Bey kalben Fenerbahçeliydi. Türk Sanat Musikisi’nde dev bir isim olarak kabul edilen, sarı lacivertlilerin ele avuca sığmaz sağ açığı Münir Nureddin ise Yoğurtçu çayırının karşısındaki evde oturmaktadır. 

    Fotoğrafın kadrajında kanat çırpan, buradayım diye uçuşan epeyi ayrıntı olduğu malum, onları da başka bir Kadıköy klişesi altında yakalar, konuştururuz efendim; sağlıcakla…

    Alican Küçükcan

    Vizörün içindeki Kuşdili
  • Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-V

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları-V

    “Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları” serisinde beşinci bölümdeyiz. 1940’lı yıllar, Fenerbahçe’nin Milli Küme şampiyonluğu ile başladı ve öylece devam etti. Tabii birbirinden ilginç olaylar yaşanmaya devam ediyordu..

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları; önceki bölümler

    Birinci Bölüm
    İkinci Bölüm
    Üçüncü Bölüm
    Dördüncü Bölüm


    Haydarpaşa Lisesi Sahaya İniyor

    1938 senesinde İstanbul’da Liseler Arası Şampiyonası tertip edildi. Çünkü talebelerin kulüplerde oynamaları yasaklanıyordu. Nihayet Haydarpaşa Lisesi bu ligin en kuvvetli takımı olarak finale doğru gidiyordu. Takımda 5 adet Fenerbahçe’li futbolcu vardı. Taksim’deki maça Haydarpaşa Lisesi talebeleri tam kadro gitmiştik.

    Maçın ikinci devresinde Küçük Fikret o zaman Galatasaray’da oynayan Bek Salim’i bir çalımla geçti ve golü attı. Hakem Ahmet Adem golü vermedi ve “orada golden evvel faul var” dedi. Tam o sırada Salim’le Fikret el kol hareketiyle takışıyorlardı. İşte o anda Çamur Şevket lakaplı bir talebe “Haydarpaşa Lisesi sahaya” diye bağırdı ve bütün talebe hakemin üstüne yürüdü. Hakem Ahmet Adem belki 100 kilo gayet mukavim yapılı biri idi. Fakat on dakika içinde hastanelik oldu. Tabi Salim de biraz nasibini aldı.

    Fakat 3 gün sonra müfettişler gazete resimlerinden ve bazı Işık Liselilerin çektiği fotoğraflardan tespit ettikleri talebeleri disiplin kuruluna verdiler. Kavgaya girenlerin pozisyonlarına göre ve hakem ve rakip oyunculara tekme veya yumruk atma şekillerine göre 15 gün ile 3 gün arasında değişen tardı muvakkat ile cezalandırıldılar.

    Benim iki yerde resmim olduğu için bir hafta tardı muvakkat aldım. Fakat hala Küçük Fikret’e “Sen nasıl ceza almadın?” diye sorar dururum.

    Tabi Fikret’in arkasında Haydarpaşa Lisesi Müdürü Saffet Şavlı vardı. Sonradan talebelerini kulüplerde oynama yasağı olan yüzkarası karar kalktı ve Haydarpaşa Lisesinden Fikret Kırcan, Sabri, Tarık, Kuş İrfan gibi talebeler Fenerbahçe kulübünde top oynadılar.

    Saracoğlu’nun İstifası

    1939 yılının Fenerbahçe için çetin hadisesi Kulüp Reisi olan Sayın Şükrü Saracoğlu’nun istifa etmesi olayıdır. O zaman bizim içimizde burnundan kıl aldırmayan ikinci bir Melih daha vardı. Babası Bal Mahmut hem Saracoğlu’nun hem de Celal Bayar’ın çok yakını idi. Kulüp başkanının istifa ettiğini öğrenmiştik. Sonra ne oldu ise Şükrü Saracoğlu tekrar başkan olmuş ve bizim Melih’in babası Mahmut Baler idare heyetine girmişti.

    1939 senesi sonunda kongre olmuş. O zaman evlere mektup falan yazılmazdı. Gazetede kongre ilanı yazısı çıkar ve kulübün ahşap binasının kapısına da ilan asılırdı.

    Kongre olmuş ve yeni idare heyeti seçilmişti. Ama Fenerbahçe ligde 5. olmuştu. Yalnız bizi teselli eden Ankara Demirspor’un şampiyon olması sebebiyle kahvede ve vapurda Galatasaraylıların seslerinin kısılması idi. Hele Kova Osman’a Demirspor’u biz şampiyon yaptık. Siz olamayasınız diye takıldıkça küfürleri bize iltifat gibi gelirdi.

    O sene kadar kötü bir yılı hatırlamıyorum. Talebelerin spor kulüplerinde oynama yasağı Kaleci Hüsam’ın futbolu bıraktı zannettiğimiz 1 aylık boykot cezası. Bek Muzaffer ağabeyimin kaleci oynayarak her maçta gol yemesi, idare heyetinin ikiye bölünmesi yani bir kısmı eski kurucular veya eski ağabeyler bir kısmı da futbolcuları tutanlar.

    Fakat hatırladığıma göre o sıralarda Güneş Kulübü kapandı ve bize Cihat, Boncuk Ömer, Melih Kotanca, Adnan, Rebii gibi yıldızlar transfer oldu. Adnan maalesef çok talihsiz bir şekilde hastalandı. Zannederim ayağı kangren oldu ve vefat etti.

    1940’lı Yıllar Gelip Çattı

    İşte 1940 yılında yepyeni bir Fenerbahçe sahaya çıkıyordu.

    Ayrıca Fenerbahçe atletizmde de harikalar yaratıyordu. Haydarpaşa Lisesi Müdürü Saffet Şavlı’nın fevkalade sportmen birisi olması Türkiye’ye pek çok yıldız futbolcu ve yıldız atletler hatta voleybolcular yetişmesine vesile olmuştur.

    Bir gün okulun dahili radyosunun mikrofonlarından Atletizm yapmak isteyen talebelerin Muallim Muavini Nazmi Tüfekçi’ye isimlerini kaydettirmeleri suretiyle antrenman gün ve saatlerinde izinli sayılacakları ve bu atletlerin Fenerbahçe Spor Kulübü ile yapılan anlaşma gereğince kulübün Atletizm pistinden ve antrenörlerin den yararlanacakları anons edildi. İşte o sene 100 ve 200 metre Türkiye ve Balkan şampiyonu olan Muzaffer Baloğlu ile beraber bir çok şampiyon atletler Türkiye’ye kazanıldı. Tabi bu arada ben de dahil olmak üzere pek çok talebe atletizm yapmak üzere isimlerimizi yazdırıp Fenerbahçe Stadı’na gittik. Ben 1500 metre koşmak istediğimi söyledim ve beni Rıza Maksut’un gurubuna verdiler. Antrenmana başladık. Bu 1500 metre denen mesafe üç gün koşsan bitmeyecek kadar uzun geldi. Sonra 800 derken biz bu işi erbabına bırakarak gene mektebe Fizikçi Sarı Kenan’ın kucağına düştük.

    Şampiyon Fenerbahçe ve Bir Boykot

    Fenerbahçe’ye gelince, 1940 yılı milli lig şampiyonu olduk. Hele her takımın baş belası olan Vefa’yı kavga dövüş 4-3 yendiğimiz maç başımıza büyük bir dert açtı.

    Maçın başında iki sıfır galip durumda iken Vefa’lı bir bek Melih’i öyle bir biçti ki Melih 5 dakika dışarıda tedavi oldu ve sahaya kafası sargılar içinde döndü. Ve bir ara Melih o sargılı kafası ile bir kafa topunda iki Vefalı beki birden sedyelik etti. Maç durdu. Melih maçtan atıldı ama biz dördüncü golü atınca havalara uçtuk.

    Sonra öğrendik ki Melih’e 9 ay boykot vermişler. Biz de Acem’in kahvesinde Boncuk Ömer, Taka Naci, Melih Kotanca karesinde pişpirik çalımlarını ilerletmeye koyulduk. Ancak Melih bütün gücü ile atletizme yöneldi. 100 metreci, 400 metreci, ciritçi derken Dekatloncu bir şampiyon Melih oldu. Dünya 400 metre üçüncüsü Mandikas’ı geçti. Bir günde 5 müsabaka kazanan bir rekortmen oldu.

    Her ne olursa olsun Melih Kotanca’nın yokluğu her maçta belli oluyordu. Aynı zamanda hem asker futbolcular hem talebe olanlar kulüplerde oynayamadıkları için Fenerbahçe’nin kadrosu 22 kişiye düştü ve neticede averajımızın çok iyi olmasına rağmen 1 puan farkla şampiyonluğu Beşiktaş’a kaptırmıştık.

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları / Devam Edecek

  • İki Kupalı Fenerbahçe Futbol Sezonunu Açtı

    İki Kupalı Fenerbahçe Futbol Sezonunu Açtı

    14 Temmuz 1983 tarihinde, iki kupalı Fenerbahçe futbol sezonunu açtı. Ertesi gün İslam Çupi‘nin muhteşem bir yazısı daha Milliyet gazetesini süslüyordu. Keyifle okuyacağınızı umuyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dün Herkes Birşeyler Açarken, İki Kupalı Fenerbahçe Futbol Sezonunu Açtı

    Fenerbahçe sezonu açtı…

    İstanbul’da dün hava açıktı… Dükkanlar, manavlar açıktı… İstanbul güzellerinin bikiniden dolayı göbekleri açıktı…

    Fenerbahçe sezonu açarken, Fenerbahçe vapuru da bir dolu bayram ziyareti garibancısı varsa, Kadıköy’den alıp Karaköy’e doğru açılmıştı…

    Fenerbahçe sezonu Kurbağalıdere’deki idman sahası yerine, Fenerbahçe sarayında açtı. Sarayın tribünlerinde yine iki-üç bin futbol sezonu susamışı taraftar, takım sahada koşarken “Şam-pi-yon… Şam-pi-yon” diye bağırıyordu. Maçlar başlamadan şampiyonluk ilânı… Taraf olmak, taraftar olmak güzel şey…

    Siftahta Engin Verel yoktu. Uçak onu Paris’ten kaçırmayınca, o uçağa inat, uçağı kaçırmıştı… İlyas o kötü olayın tesirini üzerinden atamamış, ayakları yeşil çimende, kafası ise Almanya’da idi…

    Yöneticiler, “Yahu sezon dün gibi bitti, bugün gibi başlıyor” dediler. “Yine savaşa başladık. Ama biz yorgunuz, nasıl savaşacağız” diye mendil yerine beyaz bayrak çıkardılar.

    Yönetim tribünden sahaya tam kadro ile çıkmadı. Selimpaşa aristokratları başkan Ali Şen, asbaşkan Abdullah Acar, genel sekreter Mesut Dizdar, yönetici Eyüp Karadayı denizi bırakıp, kravatlı grantuvalet karaya çıkıp, açılışa teşrif etmişlerdi.

    Geçen yılın iki şampiyonluğunda iki ayak olan asbaşkanlardan ikisi Ali Dinçkök, Mete Has ve futbolcu gibi yönetici Şeref Has, Sardunya adasında begonya sefasında imişler…

    İster misin, şimdi yönetimin arasını bu ada tatili bir kez daha açsın…

    Fenerbahçe’de her sezon açılıp, sezon devam ettikçe, kurban aranır, kurbanlar aranır. Fenerbahçe devletini iyi bilen yöneticiler, insandan kurban olmayacağını kurban uzmanlarına anlatmak için, dün açılışta koçtan bir kurban keserek, anlamlı bir ultimatom verdiler.

    Fenerbahçe’de milyarderler yönetimi var ya… Kurbanın celladı kör kasap Çetin, Frankfurt’tan bıçağı ile atlar uçağa, gelir Fenerbahçe Stadı’nda dakikada işi bitirir.

    Fenerbahçe futbolcuları, dünkü açılış idmanında hep koştular… Bir tur, iki tur, ben on tur… Yani cetvel gibi üç gündür kapalı duran dükkan kepengi açtı. Yoğurtçulu Emine çok sıcak olduğu için balkon kapısını açtı. Emekli Fahri bir duble rakı almak için buzdolabının kapısını açtı… Biri birini yanlış sollayan iki Anadol taksinin şoförleri ağızlarını karşılıklı açtı.

    İki kupalı Fenerbahçe sezonu açtı.. Tüm bu açıklardan sonra, ben kaleci Yaşar’a, Yaşar bana bakarak gülüştük… Ben ne düşündüğümü söylemeden, o benim ne düşündüğümü araklayarak yüzüme haykırmaz mı?

    “Kurduğun idman yazısını nasıl yazacağını biliyorum”

    Kim aşık olur düzlesen, futbolcular Bostancı’dan öteye çaktırmadan gidip geldiler. Başlarında 63 yaşında sekiz silindirli Chevrolet gibi Stankoviç “Ha şimdi duru, şimdi şişer” diye harika beklentiler içine girenlere, Yugoslav teknik direktör, “O futbolda ömür biter, koşu bitmez” gibi Türk lugatlerinde görülmeyen bir kelamla cevap verdi…

    Fenerbahçe sezonu açtı. Fenerbahçe taraftarı, “Şam-pi-yon, şam-pi-yon” teraneleri içinde ağızlarını keyifle açtı. Başkan Ali Şen, Eczacıbaşı’na sulfat acılığında bir demeç açtı.

    Manav Sulhi, “Ne olursa olsun, ben bu yıl kapalıyım abi…”

    Fenerbahçe sezonu dün açtı. Ben kalemi böyle bir yazı ile açtım. Haydi çok sezonlara…

    İslam Çupi / 15 Temmuz 1983 – Milliyet – İki Kupalı Fenerbahçe Futbol Sezonunu Açtı

  • Atatürk ile Son Kuruluş Yıldönümü

    Atatürk ile Son Kuruluş Yıldönümü

    Fenerbahçe, 19 Haziran 1938 tarihinde 30. kuruluş yıldönümü törenlerini yaptı. Yunanistan’dan gelen Panathinaikos-AEK karmasıyla, 10.000 kişinin önünde yapılan maçı Fenerbahçe kazanmış, maçtan önce yapılan merasim 10.000 kişilik seyirci kitlesini yıllardır olduğu gibi coşku içinde bırakıştı. Ama bu merasim aynı zamanda Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile son kuruluş yıldönümü olacak, bundan sonraki törenlere Fenerbahçeliler hep buruk çıkacaklardı. Detayları dönemin gazetelerinden okuyalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Atatürk ile Son Kuruluş Yıldönümü Fotoğrafları

    Atatürk ile Son Kuruluş Yıldönümü
    20 Haziran 1938 tarihli Tan gazetesinden

    Atatürk ile Son Kuruluş Yıldönümü
    20 Haziran 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinden

    Atatürk ile Son Kuruluş Yıldönümü
    20 Haziran 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinden

    Atatürk ile Son Kuruluş Yıldönümü
    20 Haziran 1938 tarihli Yeni Sabah gazetesinden

    20 Haziran 1938 tarihli Son Posta gazetesinden

    20 Haziran 1938 tarihli Tan gazetesinden

    Büyük Merasim ve Mahşerî Kalabalık

    Fenerbahçeliler, otuzuncu yıldönümlerini dün Kadıköyü’ndeki stadlarında büyük bir merasimle kutlulamışlardır.

    Saat 16’ya kadar devam eden mahşerî akın Fener stadını doldurmuştu. Merasimin başlamasına daha yarım saat varken stadda ufak bir yer kalmamıştı. Fenerbahçe Stadı’ndaki dünkü seyirci miktarı on iki bin olarak tahmin edilebilir.

    Saat 16’da geçit resmi yapacak olan 120 genç, önde askeri bando olduğu halde sıra ile denizciler, atletler, birinci futbol takımı ve diğer futbol takımları stadın sol taraftaki kapısından stadı dolduran halkın sürekli alkışları arasında sahaya girdiler. Bandonun arkasında iki gencin taşıdığı muazzam bir çelenk göze çarpıyordu. Kafile muntazam bir yürüyüşle ve on binlerce kişinin devamlı alkışları arasında stadda bir tur yaptıktan sonra sahanın ortasında dizildiler. Buraya konmuş olan kürsünün önünde kulübün müessis azaları toplanmışlardı.

    Bandonun çaldığı İstiklal marşını ayakta dinlerken direğe bayrak çekilmiş, Atatürk’ün büstüne çelenk konmuş ve merasime iştirak eden 120 genç ant içmiştir.

    Bundan sonra Fenerbahçe müessis azalarından Galatasaray Lisesi jimnastik muallimi İbrahim Hakkı kürsüye çıkarak, Fenerbahçe’nin zaferle dolu otuz senelik mazisinden ve bu otuz sene zarfındaki muvaffakiyetli başarılarından bahsetmiş ve verimli başarının her sene daha vâsi bir mikyasta olacağını ilave ettikten sonra Fenerlilerin bu büyük gününde bulunmalarından dolayı kulüp namıma halka teşekkür etmiştir.

    İki dakika sonra sahaya çıkan genç Fenerliler “Sarı” ve “Lacivert” takım olarak iki takım halinde günün ilk müsabakasını yapmışlardır. Halkın büyük bir alaka ile takip ettiği bu maç 3-2 lacivert takımın galibiyetiyle sona ermiştir.


    Ömer Besim Koşalay’ın Yazısı

    Fenerbahçe idare heyeti namına ortaya gelen Hikmet Üstündağ kısa fakat güzel yazılmış aşağıdaki nutku okudu :

    “Büyük Önder : Senin açtığın yolda, senin göstereceğin yolda bizlere emanet ettiğin Cumhuriyeti canımızla, kanımızla koruyacağımızı Türk ruhu, Türk asaleti, Türk sporculuğu ile senin arkandan yürüyeceğimize, gözlerimizi senden ayırmayacağımıza ant içeriz” dedi.

    Bu sözler pek çok alkışlandı.

    İdare heyetinden İbrahim Hakkı da kulübün otuz seneye varan spor hayatından ve parlak mazisinden uzun uzadıya bahsederek bu büyük bayrama iştirak eden halka ve Fenerbahçelilere kulübü namına teşekkür etti.

    Bir gün evvel de yazdığımız gibi spor sahasında otuz sene dile kolaydır.

    O günden bugüne kadar şerefli galibiyetler kazanan, zaferden zafere koşan memleketin en kıymetli bir kulübü olan Fenerbahçe’yi bu vesile ile bir kere daha tebrik etmeyi bir vazife bildiğimizi buraya kaydetmekten zevk duyarız.

    Ömer Besim Koşalay


    Maçın Detayları

    Hakem : Şazi Tezcan

    Fenerbahçe : Hüsamettin Böke, Fazıl Arzık, Yaşar Alpaslan, Esat Kaner, Yorgo Angelidis, Mehmet Reşat Nayır, Fikret Arıcan, Şaban Topkanlı, Yaşar Yalçınpınar, Ali Rıza Tansı, Naci Bastoncu

    Panathinaikos-Enosis Karması : Ripa, Gasparis, Papadopulos, Sirkos, Kondulis, İpofandi, Miyakis, Maropulos, Caneti, Triandafilis, Hristodulo

    Goller : Şaban Topkanlı ve Fikret Arıcan.

  • Fenerbahçe İstanbul’a Düştü

    Fenerbahçe İstanbul’a Düştü

    Fenerbahçe’nin 1988-1989 Şampiyonluğu memleket çapında çok büyük bir yankı buldu. Ertesi gün gazeteleri alanlar herhalde en çok İslam Çupi’nin ne yazacağını merak ediyorlardı. Milliyet’in son sayfasında “Fenerbahçe İstanbul’a Düştü” başlığını görenler, hemen arka sayfayı çevirdiler ve aşağıdaki doyumsuz yazıyı okudular.

    Bir de not… Muazzam bir emek eseri olan islamcupi.org adresini mutlaka ziyaret etmenizi öneririz.


    Fenerbahçe İstanbul’a Düştü

    Müthiş bir şampiyonluk şölenine müthiş bir son maç eklendi.

    Fenerbahçeli taraftarın son günde İstanbul’u görkemli şekilde bir sarı-lacivertli şehir haline getirişi bir futbol partizanlığı için unutulmaz bir ressamlıktı da, bu görülmemiş dekorda Fenerbahçe takımı oynanmamış bir Sarıyer maçına günün mana ve önemine uygun şekilde nasıl bir taç giydirecekti ?

    Fenerbahçe takımı için daha oynanmamış Sarıyer maçı kaybedilse bile, şampiyonluk da, lig de bitmişti, çünkü.

    Şampiyonluğunu ilan etmiş ve ligi matematik olmasa bile mana olarak bitirmiş bir Fenerbahçe’yi Sarıyer’e karşı galibiyet için hangi meşale ateşleyecek, hangi galibiyet meleği sonuç için onları konsantre edip filelere yollayacaktı?

    Devrede Galatasaray vardı, üstelik… Eskişehir’le oynayacağı maçı hiç ciddiye almamış, ayak ve kulakları ile Ali Sami Yen Stadı’ndan çıkıp, sanki bir savcı edası ile postu Fener’in santrasına sermiş bir Galatasaray seyrediyordu; Sarı-Lacivertli ekibi.

    “Dedikodular” hafta başından beri yuvarlanıyordu; asfaltlarda, gazete manşetlerinde.

    Fotoğrafın vesikalığı belli idi.

    “Fenerbahçe yatacak, maçı ve üçüncülüğü kazanacak, Galatasaray ise gelecek yıl Türkiye içinde bir mecburi ikamete tabi tutulacaktı.”

    Sokakların ve basının bir kısmının yazdığı senaryo bu idi; kısaca.

    Maç bittiği zaman basın rotatiflerinde hangi insafın hangi değerlendirmelerin döndüğünü bilmiyorum ama, dar sokaklarda geniş asfaltlarda tekerlekleri dönen bir sürü özel otomobillerde, Fenerbahçe ile Galatasaray bayraklarının müşterek dalgalandıklarını oynaştıklarını gördüm.

    Türk futbolunun başlangıcı bulunan ama bitimi hiç olmayacak olan bu en büyük çekişmesi, biribirlerine hangi kazıkları atmış olursa olsun, biribirlerinden hangi şampiyonlukları çalmış olursa olsun, yine müşterek bir sevgi kulvarı bulup birlikte bir şölenin keyfini sürüyorlardı.

    Aslında Fenerbahçe ve Galatasaray birbirlerinin aptal dostu değil, akıllı birer düşmanı idiler.

    Dün ön penceresinden Fenerbahçe bayrağı arka penceresinden Galatasaray bayrağı çıkan yığınla özel otomobil, dün biten ve kıyasıya dövüşlerle geçen bir ligin sonuna asılmış bir özür dileme tablosu idi.

    Kimin kimden özür dilediğini de, dünkü maçı yazanlar değil, elli yıl sonra Galatasaray, Fenerbahçe tarihini yazan vak’a nüvisler karar verecekti.

    Dün Sarıyer ligin en büyük kâbusu olarak çökmüştü, Fenerbahçe’nin üstüne.

    Fenerbahçe’nin 3-1 öne geçmesi bile Sarı-Lacivertli ekibi rahatlatamamış, Sarıyer’in istediği gibi hükmettiği oyun, bir bombardıman uçağı misali Schumacher’in başına yığınla belanın melanetini taşımıştı.

    Sercan’ın iğne deliklerinden çıkarıp filelere yapıştırdığı iki gol Sarıyer’i beklenmeyen bir beraberliğe yükseltmiş ama Fenerbahçe’nin kalesinde aslan yürekli bir Alman şansölyesi olmasa “3-3″lük beraberlik tarihe karışacak ve Sarı-Lacivertli ekip bir Sarıyer yeniği olarak mahşeri tribünlerden katli vacip bir ferman alacaktı.

    “Ölümlerden ölüm beğen.”

    Yığılacak Galatasaray serzeniş telgrafları da cabası.

    Belki de bu sıkıntıların takımı idi, Fenerbahçe. Sıkıntılar Fenerbahçe’yi biliyor, sıkıntılar Fenerbahçe’yi yaratıcı yapıyordu.

    Yalanması imkânsız, taraflara verilmiş bir sözü vardı, Fenerbahçeli futbolcuların.
    “Sarıyer’i yenip, şampiyonluk turunu öyle atacağız.”

    Sonunda Hasan’a yenildi Sarıyer. Fenerbahçe ile İstanbul’un bir kıyamette buluşması o dakikadan itibaren başlamıştı.

    İstanbul’da hiçbir rakibi kalmamıştı Fenerbahçe’nin.

    Kendisi ile dövüşüyordu, kendisi ile gurur duyuyordu, kendisi ile sevişiyor, kendisi ile deliriyordu Fenerbahçe.

    Yalnız bir en büyüktü Fenerbahçe İstanbul’da. İstanbul’un evlerine sokak ve asfaltlarına Sarı-Lacivertli bayraklar, Fenerbahçe ise İstanbul’un üstüne düşüyordu.

    İslam Çupi / 12 Haziran 1989 – Milliyet Gazetesi

    Fenerbahçe İstanbul'a Düştü

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • 1988-1989 Şampiyonluk Turu

    1988-1989 Şampiyonluk Turu

    Fenerbahçe, 11 Haziran 1989 tarihinde Sarıyer ile Kadıköy’de karşı karşıya geldi ve mücadeleyi 4-3 kazandı. Bu maç aynı zamanda “1988-1989 Şampiyonluk Turu” maçıydı. 12 Haziran 1989 tarihli Cumhuriyet gazetesinden, olanca muhteşemliği ile… Keyifli okumalar!


    Serdar Kızık’tan 1988-1989 Şampiyonluk Turu Haberi

    Dün Fenerbahçe’nin günüydü. Fenerbahçe Stadı‘na akan Sarı-Lacivertli coşku seli, futbolcusu, yöneticisi, yaşlı, genç, kadın, çocuk taraftarıyla güldü, güldürdü, heyecanlandı, kısacası tarihi bir sevinç yaşadı.

    Sabahın ilk saatlerinde stadı dolduran Fenerbahçe’nin saat 14:30’da başlayan kutlama programıyla iç içe yaşamak için sahanın içine giriyoruz. Ve bir de şov denizi içinde işte izlenimlerimiz…

    Süslerle düğün evine benzemiş Fener Stadı. Önce liseliler, maratonda günlerdir hazırladıkları gösteriyi gerçekleştirmek için ellerinde sarı lacivert panolarla taraftarın arasında yer bulmaya çalışıyorlar. Ama zor biraz. Sunucu Mehmet Ali Erbil, öğrencilere yer bulmak için istediği kadar bağırıp dursun. Çaresi yok. Taraftarlar ellerindeki biletleri gösterip Erbil’i protesto ediyorlar. Neyse ki sahaya giysileriyle gelen futbolcular ortamı biraz değiştiriyorlar. İşte daha burada başladı şampiyonluk gününe damgasını vuracak Rıdvan ve Schumacher’in öncelikleri. Dört bir yana koşturdu taraftar bu iki oyuncuyu, alkışlar, alkışlar…

    Basın Dışarı

    Erbil’in “İşte geleceğin Rıdvanları, Aykutları” diye anons ettiği Fenerbahçe Lisesi kız öğrencilerinin gösterilerinden sonra onların daha serpilmiş ablaları sahaya girdiğinde foto muhabirlerine de dört bir yandan “basın dışarı” sloganları atılıyordu. Fener’in amigo kızları diye tanımlanan bu bayanların danslarını bugün gazetelerde görmekten çok o anda izlemek isteyen ancak foto muhabirlerinin dansçı kızları kuşatmasına bozulan taraftarlar, böylece hep bir ağızdan durumu protesto ediyordu. Tabii ki gazetecileri saha dışına çağıran Erbil’in anonslarından da destek alarak…

    Bombalardan çıkan renkli dumanlar içinde paraşütçüler Fener Stadı’nın içine süzülürken az önce stadın üstündeki helikoptere “Helikopter kardeş beni lütfen duyar mısın?” diye bağırıp “Hadi lan çek git” uyarısıyla istediğini elde eden Erbil zafer kutluyordu.

    Ve Tur

    Öpmeye meraklıyız ya, “Kaya, Aşık el ele” deyip bu ikiliyi öpüştüren taraftar daha sonra gerçek şampiyonluk turu atmak için boyunlarında çelenklerle sahaya giren futbolcuları alkışlıyordu. Gök gürlemesini andırır bir ortamda bandonun mehter marşıyla değil ama kahramanlık marşlarıyla gelen Fenerli futbolcular dört bir yana dağılmıştı. Schumacher kale arkasındaki tribünlere yarı beline kadar sarkıp, artık bizden biri gibi sevgi gösterilerine teşekkür ederken omuzlarda taşınan diğer bir oyuncu Rıdvan’dı. Bu arada gösterilerin heyecanıyla tribünlerden kopup gelen bir slogan dört bir yanı inletiyordu : “Kıskananlar çatlasın..”. Bu arada yer yer tribünlerdeki ufak taşkınlıkları önlemeye çalışan polise, artık klasikleşmiş bir yanıtı duyuyorduk :

    “Burası Türkiye, İsrail değil”

    Önceden helikopterle sahaya ineceği duyurulan Başbakan Turgut Özal’ı yeryüzünde en ilginç şovu gerçekleştirecek Başbakan olarak görmeye hazırlandığımız bu anlarda stat anonsunu duyuyorduk, hem de arka arkaya üç kez; “Sayın Başbakanımız buradadır”. Ve az sonra gönlünde Fenerbahçe sevgisi, boynunda Sarı Lacivertli fularıyla Özal, şeref tribününde yerini alıyordu. Helikopteri değil, karayolunu seçmişti. Şöyle bir elini kaldırdı Özal, solundaki tribünlerden alkış alırken beklemediği bir anda sağdan gelen uğultulu protestolarla yerine oturdu. Sonra solundaki 100 binlik stat isteklerine yeniden ayağa kalkarak olumlu yanıt verdi.

    Maçın başlamasıyla birlikte “şampiyon” sloganları gerçi yine gündemdeydi ama bu kez 100. gol her şeydi taraftar için. Ve daha 5. dakikada Fenerlinin bu beklentisi Turan’ın kafa golüyle gerçekleşiyordu. Bu tarihi ana imzasını atan Turan, sevincini arkadaşlarıyla paylaşırken biz, az sonra devre arasında futbolcuların kendi aralarında aldığı bir kararı öğrenecektik. 100. gol nedeniyle araba alan Turan’ın bu ödülü önceden alınan bir karar gereği Samsunspor’a vereceği, Erbil’in anonsundan duyuluyordu. Yani futbolcular karar birliğine varmışlardı. 100. golü kim atarsa atsın ödüller Samsun’a gidecekti.

    Bu arada hükümet adına Bakan İsmet Özarslan, 100 milyonluk çeki Başkan Kaya’ya verirken Erbil’den yeni bir inci duyacaktık :

    “100 milyonluk ödül Tahsin Şahinkaya’ya veriliyor”

    Gol Kralı Aykut

    Fenerbahçe için ulaşılması hedeflenen konulardan birisi de gol kralı çıkartmaktı. 10. dakikada kazanılan penaltı için taraftar bir anda “Toni Toni” diye bağırırken Schumacher orta alana doğru koşuyor ve taraftarlara Aykut’u gösterirken gol krallığı yarışını anımsatıyordu. Ve Schumacher’in başlattığı tezahüratla tribünler bu kez penaltı için topun başına gelen Aykut’a destek veriyordu. Aykut da doksan dakika sonunda Turan gibi çifte sevinç yaşayanların arasında kendisini saha içinde izleyen nişanlısına mutluluğunu dile getirecekti.

    Oal’ın bitiş düdüğüyle futbolcular birden üstündeki formalarını çıkararak olası bir sıkışıklıktan kurtulmayı planlıyorlardı. Daha sonra Fener seyircisi yaklaşık yarım saat tribünleri terketmeyecekti. Ve Rıdvan’la Schumacher, arkadaşları soyunma odasında duşlarını alırken omuzlarda, sevinçlerini taraftarlarla paylaşıyorlardı.

    1988-1989 Şampiyonluk Turu Fotoğrafları’ndan

    1988-1989 Şampiyonluk Turu kupürlerinden... Fenerbahçe Bayramı!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Küçük Dünyada Bir Büyük Ölü

    Küçük Dünyada Bir Büyük Ölü

    “Melih Kotanca’yı bir de ondan dinleyelim” diyerek sözü Fenerbahçe edebiyatının bir numaralı ismine bırakıyoruz. 12 Haziran 1986 tarihli Milliyet gazetesinde İslam Çupi “Küçük Dünyada Bir Büyük Ölü” başlığı ile bir dramı yazıyor.

    Bu dram, Fenerbahçe tarihine emek veren yüzlerce insanın başına geldi. Unutuldular. Mezar yerleri yok oldu. İsimleri silindi. Sadece futbolcular değil, kurucular bile bu kaderden nasibini aldı. Becerebilir miyiz, bilmiyoruz ama nefesimiz yettiği sürece çabalayacağız ve Fenerbahçe’ye yıllarca hizmet eden o büyük insanları, bu küçük dünyada Fenerbahçe ile birlikte anacağız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Küçük Dünyada Bir Büyük Ölü

    Melih Kotanca öldü. Etrafındaki kalabalığı ile değil, etrafındaki yalnızlığına, yalnız baka baka öldü.

    Ben 1940 yılının Haziran’ında büyümüşlüğü tanımamış dokuzunda bir çocuktum. Fakat Melih Kotanca’yı büyümüş olmasam da tanıyordum.

    İstanbul Atletizm Şampiyonası’nda o gün üç yarış kazanmıştı. Rüzgar gibi girip, rüzgar gibi çıkmıştı Fenerbahçe Stadı’ndan. Sonra kayboldu.

    O zamanlar Fenerbahçe’nin ahşap tribünlerinde oturan büyüklerimiz, büyük olan her şeyi bilirlerdi.

    Dediler ki, Fenerbahçe’nin, Şeref Stadı’nda, Vefa ile lig maçı var. Melih, Kadıköy’den Çırağan önlerine bir sürat motoru ile santrfor olmaya gitti. Ertesi günü duyduk ki, Fenerbahçe Vefa’yı 4-0 yenmiş, üç golü de Melih atmış.

    Melih Kotanca, 1940 yılında tüm Balkan ülkelerini ezip, atletizmde üç madalya alırken de, Fenerbahçe’nin santrforu olarak leblebi gibi goller atıp şampiyonluklar kazandırırken de, sadece kuru bir alkıştı… Futbolu ve atletizmi Fenerbahçe’de bırakırken de kuru bir alkıştı.

    Yaşamı süresince çok şeyi değil, hiçbir şeyi olmadı.

    Hayatı da; büyük sporculuğu gibi, amatörcesine geçti. Tek ceketi ile mutlu olan adamdı.

    Tanrı anlaşılan Melih Kotanca’nın yalnızlığını bu büyük şampiyona yakıştıramadı ki; nihayet yanına aldı.

    Ölen Melih Kotanca değil, ölen Fenerbahçe Kulübü… Melih Kotanca’nın ölümü ile ilgili Fenerbahçe’nin verdiği ilana bakın. Soyadı yanlış… İlanın içinde ne Melih’in üç altın madalyalı bir Balkan Atletizm şampiyonu olduğu yazılı, ne de Fenerbahçe’de eşsiz santrforluğu ve gol krallığı… Esas Tanrı’dan rahmeti Kotanca’ya değil, Fenerbahçe Kulübü’ne dilemek gerek… Vah, vah, vah…

    İslam Çupi