Fenerbahçe’nin 4 Türkiye Şampiyonluğu sahibi, büyük golcüsü Yüksel Gündüz’ün birbirinden güzel fotoğrafları ihtiva eden arşivi, kıymetli oğlu Mehmet Ali Gündüz Beyefendi sayesinde Fenerbahçe tarihi ile buluşuyor… Sonsuz teşekkürlerimizle…
Fenerbahçe için 2023-2024 sezonu; 26 Temmuz 2023 tarihinde Fenerbahçe futbol takımının iç sahada oynadığı (UEFA Konferans Ligi) Zimbru Chisinau maçıyla başladı ve 12 Haziran 2024 tarihinde erkek basketbol takımının (Anadolu Efes’e karşı) kazandığı Türkiye Şampiyonluğu ile son buldu. İşte detaylar…
Türkiye’de Kadınların Spor Sahalarında Görünmesi ve Ayten Salih Berkalp
Barış Eymen, Barış Kenaroğlu
Modern Sporların Ülkemize Girişi
Türk kadınının spor sahalarında görünmesi Osmanlı döneninden itibaren başlamış bir süreçtir. Özellikle modern sporların yapılmaya başlanmasından bir süre sonra kadınların da söz konusu sporların bazılarıyla ilgilenmeye başladıklarını görürüz. Ülkemize modern sporların girişi genellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve sonrasına rastlar. Modern sporlar denince, öncelikle jimnastik, futbol, atletizm, grekoromen güreş, boks, bisiklet, yüzme, tenis, hokey, kriket, basketbol, voleybol, kayık ve yelken yarışları vs. gibi branşlar gelir.
Öncelikle modern olan nedir; ona bir bakmak lazım. 18. Yüzyıl sonları ve 19 yüzyıl başlarında Osmanlı Türkiye’sinde birçok müessesenin tıkandığını işlevini yitirdiğini görüyoruz. Artık birçok alanda Avrupa’dan geri kalınmıştır. Bu durumda devlet adamları çözüm arayışına girmişlerdir. Neticede gelinen nokta şu olmuştur:
“Avrupa ülkeleri ile rekabet edeceksek kendi insanımızı en donanımlı şekilde yetiştirmeliyiz. Bu da çağın gereği gibi eğitim veren okullar açmakla olur. O zaman model Avrupa olacaktır.”
Bu anlamda bir örnek verelim. Mesela Fransız eğitim sistemini model alan ve müfredatı da Fransız okullarına uygun bir yöntem kullanacaksınız. Fen bilimleri ağırlıklı müfredatı birebir aldığınızda ülkenizde bir Fransız Okulu kurmuş olursunuz. Buna karşılık o müfredata Türkçe, Türk Tarihi, Arapça, Farsça, Din Dersi ilave ettiğinizde artık bu müfredat çerçevesinde bir Fransız okulu olmaktan çıkıyor. Yerli motifler işin içine giriyor. Böyle olduğunda gençler yerli kültürden de uzaklaşmamış oluyorlar. İşte model birebir alındığında buna batılılaşma diyoruz. Yerli motifler katıldığında ise modernleşme diyoruz.
Modern sporlar açısından buradan çıkaracağımız sonuç şudur: Modern eğitim alarak yetişen gençler modern spor dallarıyla tanıştıklarında ilgi gösteriyorlar, kolayca benimsiyorlar ve uygulamada da başarılı olabiliyorlar. Modern sporların ilk yapıldığı şehirler olarak İstanbul, İzmir, Selanik’i gösterebiliriz.
Öncelikle yabancıların durumuna bir bakalım. Kapitülasyonların sağladığı imtiyazlardan yararlanarak koloni halinde yaşayan aileler sık sık çayırlara ve mesire yerlerine giderek kendi aralarında çeşitli spor dallarını icra ediyorlar. Bunlara ilave olarak Osmanlı limanlarını ziyaret eden İngiliz savaş gemileri personelinin şehirde bulundukları zaman diliminde spor müsabakalarına katılıyorlar. Özellikle takım oyunlarında yeterli sayıda sporcu bulamayan aileler gayrimüslimleri de oyunlarına ortak ediyorlar.
Zamanla Türkler de bu spor dallarıyla ilgileniyor. Türk gençleri sporu bir eğlenceden öte sağlıklı bir vücuda sahip olmanın aracı olarak da görüyorlar. Nitekim idmancı ve idmancılık kavramı sık sık kullanılıyor ve giderek yaygınlaşıyor. II. Abdülhamid döneminden itibaren gençlerin hem zihin hem de beden sağlığı için spor yapmanın yararları gazete sütunlarında yer alıyor. Yapılan sporlar gençler arasında ilgi gördüğü gibi halk da seyir amaçlı olarak ilgi gösteriyor.
İlk Kadın Sporcularımız
II. Meşrutiyetle beraber idmancılık hem zihin hem de beden sağlığı yanında aynı zamanda savaşa her zaman hazırlıklı olmanın gereği olarak da önemsenecektir. Ayrıca spor etkinlikleri artacaktır. Spor bayramı adıyla düzenlenen organizasyonlarda her dalda sporcular birbirleriyle rekabet edecektir. Bu bağlamda 1911 yılı spor bayramında Türk kadın sporcuların da yer aldığını görüyoruz. Kadınlar arası sürat yarışlarına katılan Besime Hanım birinci, Macide Hanım ikinci olmuştur. Besime ve Macide Hanımları ilk Türk kadın atletler olarak tanımlayabiliriz.
Türk spor tarihi yazımına büyük katkılar sunan İdman mecmuası, 3 Temmuz 1330 (1914) tarihli 35. sayısı ile yayın hayatına veda etti. Derginin 5 numaralı nüshasında “Anadolu Hisarı İnas Mektebi talebâtı İdman Yurdu koşu müsabakasında” altyazılı bir fotoğrafta kız öğrencilerin Union Club sahasındaki yarışı görülüyordu.
Takip eden senelerde Birinci Dünya Savaşı kaybedildi. Millî Mücadele kazanıldı. Ve Osmanlı İmparatorluğu, yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı. Genellikle İstanbul merkezli olarak düzenlenen sportif faaliyetler olduğu gibi Cumhuriyet’e intikal etmiş ve kulüpler, diğerlerinin de katılımıyla Osmanlı döneminde başlayan rekabetlerini Cumhuriyet döneminde de sürdürmüşlerdir. Bu defa sporun ülke geneline yayılması da önemsenecektir.
İdman’daki fotoğrafın yayınlanmasından 13 sene sonra, Türk futbolunun “Şiir” lakaplı, kulüp gezgini, meşhur siması Refik Osman (Top) Bey’in “Heyet-i Tahririye Müdürü” olduğu “Gol” dergisinin 19-20 numaralı nüshasındaki bir fotoğrafın altyazısında ise şu cümle göze çarpıyordu:
“Genç kızlarımız spor âlemine atılırken; ilk şayan-ı takdir adım”
Bu adım 12 Şubat 1926 günü, 1913 yarışı ile aynı yerde, Kadıköy’deki (bugünkü Fenerbahçe Stadyumu) İttihat Spor Kulübü Sahası’nda yapılan “Cumhuriyetin ilk kadın atletizm koşuları” idi. Dönem gazeteleri derlendiğinde günün öyküsü okuyanların gözünde şöyle canlanıyordu:
O gün saat on buçuktan itibaren seyirciler gelmeye başlamışlardı. Genç hanımların koştuklarını görmek hususi bir zevk uyandıracağı için olacak ki şimdiye kadar hiçbir atletizm müsabakasında görülmeyen bir kalabalık vardı.
Saat on bire doğru, sporcu hanımlar yanlarında Ömer Besim (Koşalay) Bey bulunduğu halde göründüler. Ömer Besim Bey, daha önce bu tip yarışlarda emsaline rastlanmamış kalabalığı görünce, yarı şaka, yarı ciddi ‘Anlaşıldı’ dedi, ‘Bir daha atletizm müsabakaları tertip edildiği zaman mutlaka hanımların da teşrik edilmesi lazım!’
Müsabaka kalabalığın gösterdiği alaka ve heyecanı tamamıyla tatmin edecek bir cereyan almakta gecikmedi. Zira birkaç günden beri koşuya iştirak edeceklerinden bahsedilen yirmi kadar hanımın soyunma odalarına girip de hazırlanmaları lazım geldiği zaman hanımlar arasında bir telaş, bir heyecan hâsıl oldu. Oraya buraya dağıldıkları, ötede, beride heyecanlı heyecanlı koşuştukları görüldü. Anlaşılan hanımlardan bazıları spor eşyalarını evde unutmuşlardı.
Bu arada Ömer Besim Bey de İttihat Kulübü’nün bir ucundan diğerine koşuyor, hanımları toplamaya ve müsabakaya sokmaya çalışıyordu. Bütün bu faaliyete rağmen, koşuya iştirak etmeleri lazım gelen yirmi hanımdan ancak yedisi meydana çıkabilmişti.
İttihat Spor Kulübü’nün küçük binasının kapısından çıkan hanımlar fotoğrafçıların hücumuna maruz kaldılar. İkdam gazetesi muhabiri saha içinde ve hanımların etrafında gerek amatör, gerekse profesyonel on dört objektif saymıştı. Tribündekilerle beraber bu sayı yirmiyi geçiyordu. Besim Ömer Bey’in ‘Haydi!’si sporcuları fotoğrafçılardan kurtardı. Hanımlar, meydana çıktılar, sıralandılar, herkes dikkatle bekliyordu.
İki koşu yapılacaktı. Biri 60 metrelik sürat, diğeriyse 300 metrelik mukavemet koşusu… Sürat koşusuna üç atlet katıldı: Nermin Hanım, Emine Hanım ve Safiye Hanım.
Unvan Bey’in el çırpmak suretiyle verdiği işareti müteakip üç hanım fırladılar. Başlangıçta birinciliği temin eden Nermin Tahsin Hanım altmış metre müsabakayı 11.10’da koşarak birinciliği muhafaza etti. Bir metre farkla Emine Hanım ikinciliği ve Safiye Hanım da üçüncülüğü kazandılar. Nermin Hanım’a niçin birinci geldiği sorulduğu zaman : ‘Çalıştım, bir haftadan beri antrenman yapıyordum’ dedi.
Biraz sonra 300 metrelik mukavemet koşusu yapıldı. Bu koşuya beş atlet katıldı: Mübeccel Hanım, Yeliz Hanım, Nermin Hanım, Minnoş Hanım ve Mürüvvet Hanım.
Bu müsabakada birinciliği Mübeccel (Argun) Hanım iyi bir koşudan sonra kazandı. İkinciliği yine Nermin Tahsin Hanım aldı. Mübeccel Hanım hakiki bir sporcu idi. Ne gibi sporlarla meşgul olduğu sorulduğunda ‘Çok eskiden koşardım, şimdi British School spor asistanıyım. Her spordan bir parça yaparım. Hokey oynarım. En ziyade istidadım hokey oynamaktadır’ dedi.
Atletizm Federasyonu Başkanı Unvan Bey’in verdiği madalyalardan başka ‘bütün idmancıların kalbinde hürmetle yaşayan idmancılar şeyhi Faik (Üstünidman) Hoca tarafından birinci gelenlere verilmek üzere gönderilen’ ödüller de sporculara takdim edildi. Gazeteler “Büyük bir haz ile kaydedeceğimiz nokta, 12 Şubat 926’nın Türk sporculuğu tarihinde sayılı ve kıymetli bir tarih olduğudur” derken, Türk atletizm sahasının yeni sporcularına takılmayı da ihmal etmemişlerdi: “Herhalde hanımlarımız arasında böyle müsabakalar yapılması hiç de fena değildir. Ancak hanımlarımız da gelecek koşularda spor pantolonlarını veyahut ayakkabılarını evde unutmamayı şimdiden hatırlatmayı da faydasız bulmuyoruz.”
Üç sene sonra, gazete sütunlarında “belki de dünya spor tarihinde bir ilk”in haberi yayınlandı. İstanbul voleybol şampiyonasını konu alan metinde, Fenerbahçe erkek voleybol takımının kadın sporcusu Sabiha Rıfat (Ecebilge Gürayman) Hanım’dan da bahsediliyordu:“(…) Fenerbahçe takımı, geçen turnuvaya ‘Ateş’ namı altında iştirak ederek bütün rakiplerini büyük farklarla yenen oyunculardan müteşekkil olduğu için, birincilik maçlarında da şampiyonanın en kuvvetli namzetlerindendir. Fenerbahçe takımının hususiyetlerinden biri de oyuncuları arasında Sabiha Rıfat Hanım’ın bulunmasıdır. Sabiha Hanım, erkeklerle birlikte cemi ve resmi sporlara iştirak eden ilk hanım olduğu için, Fenerbahçe’nin bu yeniliği, spor tarihimizde başlı başına bir inkılap teşkil etmektedir. Sabiha Hanım, şampiyon arkadaşları arasında oynamaya layık olduğunu gösteren bir nüfuzu nazar göstermektedir.”
Bu fevkalade önemli olayı kayda geçiren bir resim, Milliyet gazetesinde yayınlandı. O gün erkek takım arkadaşlarının kollarına girerek fotoğraf çektiren Sabiha Hanım, yaklaşık yarım asır sonra, 1973 yılında aynı gazetede Güngör Gönültaş’a uzun bir röportaj verecek ve o günleri şöyle anlatacaktı: “Okulda 350 erkek öğrencinin arasında iki kız talebe idik. Melek ve ben. Önceleri merakla izleniyorduk. Ama giderek her şey değişti. Artık erkek arkadaşlarımla spor yapabiliyordum. O yıllar Galatasaray ile Fenerbahçe takımları vardı. Birinci yılın sonunda okulun voleybol takımına seçildim. Sonra Fenerbahçe Kulübü’ne kaydedildim. İlk maçımızı Kabataş’la yapmıştık. Kaybedeceğiz ve sorumlu olacağız diye ödüm kopmuştu. Çok şükür kazandım. Sonra birçok resmî maçta oynadım.”
1945 yılı Aralık ayında Anıtkabir Kontrol Şefliği görevine getirilen Gürayman, Bayındırlık Bakanı Sırrı Day’ın kendisine söylediği “Biliyor musunuz Sabiha Hanım? Atatürk başını kaldırıp da baksa idi. Türk kadınına açtığı yoldan yürüyerek buraya kadar gelmiş olan sizi görerek kim bilir ne kadar memnun olacaktı.” sözünü hiç unutmadı.
Kıbrıslı Türk Kadın Sporcumuz: Ayten Salih Berkalp
Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakledildikten tam bir sene sonra, Türk kadın sporları tarihi, yine Fenerbahçe Spor Kulübü sayesinde bir inkılaba daha sahne oldu. Bu defa başrolde Kıbrıslı Türk Dr. Ayten Salih Berkalp vardı.
Ayten Salih Berkalp, polis komutanı Salih Karamehmet ile ev hanımı Melek Hacı Hasan’ın dördüncü kızı olarak 1934 yılında Gazimağusa’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Kıbrıs’ta tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek Çamlıca Kız Lisesi’ne devam etti. 1954 Haziran ayında okulunu birincilikle bitirerek girdiği İstanbul Tıp Fakültesi’nden de başarıyla mezun olan Ayten Salih, 6 Aralık 1960 tarihinde mesleğini icra etmek üzere, memleketi Kıbrıs’a geri döndü.
Dr. Ayten Salih, 21 Aralık 1963 hadiseleri başladığında EOKA’cılar tarafından işgal edilen hastanede, Türk hastaları korumaya çalıştıysa da bazı hastabakıcı ve hastaların kurşunlanarak öldürülmesinden sonra, personeliyle birlikte hemşire lojmanına hapsedildi. O ve çalışma arkadaşları, yapılan yoğun baskılar sonrasında, beşinci günün gecesinde Makarios tarafından önce Piskoposhane’ye, oradan İngiliz elçiliğine ve en sonunda Türk bölgesine gönderildiler. 1967 Eylül ayında İngiltere’de anestezi ihtisasını tamamladıktan sonra Kıbrıs’a dönünce, bu defa Limasol’daki Türk Hastanesine atandı. Dr. Ayten Salih, burada önce anestezi uzmanı, 1970’de ise başhekim olarak görev yaptı. 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı esnasında, Limasol Türk bölgesinin düştüğü haberi gelince, Dr. Ayten Salih bir yıl süre ile hastanedeki çalışma odasında yaşadı ve işgal altındaki şehirde doktor, yönetici ve mücahit komutanı olarak görev yaptı. Eylül 1975’den itibaren Sağlık Bakanlığı bünyesinde çeşitli vazifeler alan Dr. Ayten Salih, 1991’de kendi isteği ile müsteşarlıktan emekliye ayrıldı ve 1995-2004 yılları arasında 9 yıl süre ile kamu hizmeti komisyonunda üye olarak görev yapmaya devam etti.
Bugün 90 yaşında olan Dr. Ayten Salih Berkalp, Kıbrıs’ın Türk millî mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olmakla birlikte, bundan tam 70 sene önce “Türk sporunun ilk kadın basketbol/voleybol kulüp takımları”nın kuruluşuna da öncülük etti.
Belge, bilgi, fotoğraf ve hatıralarını Spor Tarihçisi Barış Kenaroğlu ile Barış Eymen’e emanet eden Dr. Ayten Salih’e dair çalışmalarda Çamlıca Kız Lisesi Tarih Öğretmeni Murat Mutluer’in de kıymetli katkıları oldu.
Aşağıdaki metin Dr. Ayten Salih Berkalp’in spor hayatına odaklanırken, Kıbrıs’ta geçen çocukluğu, ailesi, Çamlıca Kız Lisesi ve Fenerbahçe yıllarına dair “birinci ağızdan” enstantaneler içeriyor. Onlarcasını muhafaza etmeyi başardığı belge ve fotoğraflardan da bir “seçki” sunmaya çalıştık.
Ayten Salih Berkalp Sporculuk Hayatını Anlatıyor
Türkiye’de “kulüpler bazında” kadın takım sporlarının kuruluşunu sağlayan ve 1954-1960 yılları arasında yapılan resmî turnuvaların neredeyse tamamını kazanan Dr. Ayten Salih Berkalp anlatıyor:
“Benim gibi esmer olan babam Salih Karamehmet’in kökleri Afrika’ya dayanıyordu. Babaannemi hiç görmedim ama yaşamının son yılını bizim evde geçiren dedemi çok iyi hatırlıyorum.
Annem Anadolu kökenliydi. Babası bir Hac dönüşünde yolda vefat ettikten sonra ninem Havva Hanım üç kız çocukla (Cemiye, Huriye ve annem Melek) Lefkoşe’de kalakalmış… Havva Hanım’ı, Rauf Denktaş Bey’in dedesi Rauf Efendi nikâhına almış. Tam o zamanlar babam da Lefkoşe’ye gelip Rauf Efendi’nin evinde misafirken anneme gönlünü kaptırınca, ilk fırsatta evlenmişler.
Ben doğduğumda, polis komutanı olan babamın rütbesi ‘Teğmen’ imiş. Kardeşim Ayhan doğduğu zaman üsteğmen oldu. En küçüğümüz Üner dünyaya geldiğinde ise yüzbaşılığa terfi etti ve ‘Kriminal Şube’nin başına geçti. EOKA terörünün başladığı ve adeta bir yangın gibi adaya yayıldığı yıllarda çok zorluklar yaşadı. Son İngiliz amiri, yıllar sonra İngiliz Askeri Üsler Bölgesi Komutanı olarak göreve başlayınca, kendisini arayıp buldu ve babam (emekli olduktan 5 sene sonra) 60 yaşında tekrar müfettiş olarak göreve geri döndü. Fakat ne yazık ki hemen ardından kansere yakalanıp dokuz ay içinde vefat etti. Ondan tam on yıl sonra da 1971 yılında da annemi kaybettik.
İlkokul yıllarım İkinci Dünya Savaşı’na denk gelir… Mesela 1942 – 1943 ders yılını Magosa sur içinde yeni inşa edilmiş bir okulda geçirdik. Sıra arkadaşlarımdan biri Vural Türkmen’di. İlerleyen yıllarda elektrik mühendisi olan Türkmen’i, 1963 çarpışmalarında Severis Un Fabrikası baskını sırasında yaralanıp Türkiye’ye gönderilmeden önce, Adiloğlu Kliniği’nde gördüm. Kıbrıs Türk halkının direnişinden ilk fotoğraflar, onun bedenindeki sargı bezlerinin arasına saklanarak Türk basınına ulaştırıldı. Bu fikrin babası, ünlü gazeteci Ömer Sami Coşar’dı. Rumların kontrolündeki havaalanında yapılan çok sıkı aramalardan saklanabilen fotoğraflar arasında, dünya çapında yankı uyandıran ‘Kumsal Katliamı’ görüntüleri de vardı.
Orta üçe geçtiğimde beni bir yol ayrımı bekliyordu. Üniversiteye gidebilmek için ya Erkek Lisesi’ni bitirecektim ya da liseyi okumak için Türkiye’ye gidecektim. Hocam Seniha Hanım, kendi okulu Çamlıca Kız Lisesi’nde okumamı önerdi: “Orası Marmara Denizi ile Adaları görür” demişti.
Kıbrıs’tan Çamlıca Kız Lisesi’ne yolculuğum duygu yüklü bir döneme denk geldi… Zira o sıralarda, Rumlar tekrar ‘Enosis’ çığırtkanlığına başlamıştı. T.B.M.M. Milletvekili Hasene Ilgaz’ın da katıldığı bir toplantıda Limasol Türk Spor Kulübü Başkanı, eniştem Ziya Rızkı Bey bir konuşma yapmış ve adanın eski sahibi Türkiye’ye verilmesi için sonuna kadar savaşacaklarını vurgulamıştı. Sözlerini “Ya istiklal, ya ölüm” diye tamamladığında hepimiz ağlıyorduk. Hayatımın en heyecanlı günüydü.
1949 Haziran ayı sonunda Limasol’dan kalkan ‘Güneysu’ vapuruna bindik. Yolun sonlarına doğru sol tarafta, sisler arasında önce iki, sonra dört, sonra on Türk bayrağı göründü. Sonra ince, uzun minareler… Muhteşem iki cami: Ayasofya ve Sultan Ahmet… Sağda beyaz yalılar, karşılıklı yemyeşil iki sahil… Sabahın sisleri dağılırken Boğaziçi… Gidip gelen yolcu gemileri ile liman civarında tüm motorlu gemilerin ve sandalların arka taraflarında yüzlerce bayrak dalgalanıyor. Türk bayrağına hasretle büyüyen biz Kıbrıslılar için bu manzara harikulâde idi. Ablamla ben o kadar heyecanlandık ki nerdeyse secdeye varacaktık.
Çamlıca’da bütün sporları yapmaya başladım… Basketbol, voleybol, atletizm… O yıllarda sporcu kızlar, müsabakalarda paçaları lastikli uzun şortlar giyerdi. Çoğu kez dizin üstünde olan şort boyunu, lastikleri yukarı çekerek kısaltmaya çalışırdık. Bir gün İstanbul Lisesi orta son takımı ile oynuyorduk. İlk devre bayağı yorulmuş, devre arası yerlere serilmiştik. Benim bacaklarıma Deniz (Aydıncı Gürfırat) başını koymuş, onun dizlerine de Ayla (Keskin) uzanmıştı. Ertesi gün gazeteler ‘Maçı kazanan Çamlıcalı kızlar sere serpe yere uzanmış yatıyorlar’ alt yazısı ile fotoğraflarımızı yayınlanmışlar. Şehime Hoca tedbirsizliğimizden dolayı bizi bir güzel azarlamıştı. Ama sonra şampiyon olunca bizi yine bozacıya götürüp ikramda bulunmuştu. Bu bir gelenekti; voleybol ve basketbol şampiyonluklarımızı Vefa’da bir bardak leblebili boza ile kutluyorduk. Kupalar ise Fenerbahçe Stadı’ndaki 19 Mayıs törenleri esnasında, Vali ya da eğitim müdürleri tarafından veriliyordu.
Erenköy Kız Lisesi Beden Eğitimi Öğretmeni Fahamet (Humbaracı) Hanım bir gün İnönü Stadyumu’ndaki bir kupa töreni esnasında yanımıza gelip “Sana birincilikle gireceğin bir üniversite ve çok parlak bir tahsil hayatı diliyorum kızım” dedi. Ben hocalarımla beraber şaşkın bir halde bakarken şu gülümseten espriyi yaptı: “Eh, senden başka türlü kurtulma olanağı yok. Dört yıldır bütün müsabakalarda canımıza okudun”
1954 yılında Çamlıca Kız Lisesi’nden mezun oldum. Bizler için harikulade bir diploma töreni tertip edilmişti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katıldığı törende, kürsüden yılsonu konuşmasını ben yaptım. Müdire Hanım beni Sayın Cumhurbaşkanı’na “Okulumuzun en iyi öğrencisi, Kıbrıslı Ayten” diyerek takdim etti. Merhum Celal Bayar da içten tebessümüyle “Lütfen Kıbrıslı soydaşlarımıza selam ve sevgilerimi iletin” dedi.
Üniversitede düzenli spor imkânı olarak, sadece 5-6 hafta süren bir “Fakülteler Arası Voleybol Turnuvası” olduğunu duydum. İyi de ben bir yılı, bilemediniz dokuz ayı spor yapmadan nasıl geçireceğim, diye düşündüm. Bütün ailem Fenerbahçeliydi. Ben de birden Fenerbahçe kulübüne başvurmaya karar verdim! Peki, ama Fenerbahçe kulübüne kiminle nasıl gidecektim?
Arkadaşım İnci’de (Önen Bayburtluoğlu) kaldığım bir akşam, Kadıköy Halk Eğitim Spor Salonu’nda Fenerbahçe – Moda basketbol maçını izlemeye gitmiştik. Fenerbahçe maçı kazandıktan sonra yanlarına yaklaştık ve antrenör Samim Göreç’e Fenerbahçe’de bir kız basketbol takımını kurmak istediğimizi söyleyerek, bizi çalıştırmasını istedik.
Samim Bey “Ben aynı zamanda Milli Takım’ın da antrenörüyüm. Ne yazık ki hiç vaktim yok” diyerek bizi nazikçe reddetti.
Üzüldüğümüzü gören Fenerbahçeli basketbolcu Altan Dinçer “Benim vaktim bol! Bir hafta sonra antrenmanlara başlayabiliriz” deyince, keyfimiz yerine geldi. Fakat ben yaz tatilinde Kıbrıs’a gideceğimi söyleyince “Öyleyse 1 Eylül 1954 günü arkadaşlarınla beraber Kadıköy Spor Salonu’nda hazır olursanız antrenmanlara başlayabiliriz” dedi.
Ertesi gün ilk iş, Çamlıcalı sporcu kardeşler Güneş Çapa ve Oya Çapa’nın evinde, babaları Dr. Selim Çapa ile görüştüm… Selim Bey, Fenerbahçe’nin en muteber simalarından birisiydi. Kendisine “Siz lütfen gerekli başvuruyu yapıp, Fenerbahçe’nin bizi kabul etmesini sağlayın; ben de Çamlıca’nın şampiyon basketbol ve voleybol kız takımını tümüyle Fenerbahçe Kız Takımı’na aktarayım. Erenköy Lisesi’nden de koyu Fenerbahçeli Seta ve diğer isteklileri takviye alabiliriz” dedim.
Bir parantez açarak Güneş Çapa isminin üzerinde bilhassa durmak istiyorum. Ben Kıbrıs’a döndükten sonra Fenerbahçe takımlarının kaptanlığını sevgili Güneş devraldı… Sporculuğu yanına aynı derecede başarılı yöneticiliği de eklenince, sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk kadın voleybol tarihinin kuruluş ve büyüme dönemindeki en önemli ismi Güneş Çapa olmuştur, diyebiliriz.
Biz o günlere dönelim… Dr. Selim Çapa sadece iki ayda bütün kulüp içi prosedürleri yerine getirdi ve 1 Eylül 1954 günü Çamlıca’dan ben, Güneş Çapa – Oya Çapa kardeşler, İnci (Önen Bayburtluoğlu), Deniz (Aydıncı Gürfırat) ve Ayla (Keskin); Erenköy’den de Seta (Yağcıoğlu), Mahiru (Akdağ) ve İlgi (Yener) ile çoğunun anne – babaları beraber, Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda hazırdık. Böylece Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin ilk kız basketbol kulüp takımı kurulmuş oldu. Ertesi sabah da Beyoğlu’ndaki İstanbul Bölge Spor Müdürlüğü’ne kuruluşumuzu resmileştirdik.
O yıl, 1 Kasım’da başlayacak üniversite için Ağustos’un son haftalarında Türkiye’ye dönmeye babamı zor ikna etmiştim. Ama Fenerbahçe işini duyunca hemen biletimi alıp beni İstanbul’a gönderdi.
İkinci önemli konu ise hâlâ lise talebesi olan, Güneş, Oya, Bercis (Türkoğlu) gibi diğer sporculara müdire hanımdan izin almaktı. Kendisine Fenerbahçe Spor Kulübü’nden resmi bir talep yazısı ile başvurdum. O yıl yardımcı öğretmen olarak Çamlıca’da kalıp, eğitim ve spor işlerine katkıda bulunmam şartıyla izni verdi. Kuruluşumuzdan sonra, yaptığı hizmetlerden ötürü Fenerbahçe Spor Kulübü, müdire hanım Nuriye Hekimoğlu’nu kıymetli bir plaketle ödüllendirmişti. Sevgili hocamız daha sonra Ankara Kız Teknik Sanat Okulu müdürlüğüne atandı. Maçlar için her Ankara’ya gittiğimizde bizi kendi okulunda misafir ederdi. Her gece elimize birer bardak süt vererek, saat 9’da bizleri yatmaya gönderiyordu. Şampiyonluk ödülümüz ise tiyatro, opera, ya da bale olurdu.
Bir süre sonra İstanbul Bölgesi Spor Teşkilatı, kız takımları için bir “Voleybol Teşvik Turnuvası” ilan etti. Fakat biz basketbol takımı olarak kurulmuş ve bu sporun idmanlarına başlamıştık. Antrenörümüz Altan Dinçer’i bu maçlara çıkmak için ikna ettik. Dr. Selim Çapa da kulüp yöneticilerini ikna etti. Ve biz tekrar topluca Taksim civarındaki Spor Dairesi’ne giderek voleybol kaydımızı yaptırdık.
Voleybol sayesinde yurtdışı yolculuklarına da çıktık. Almanya seyahatimizin son gününde Alman yöneticiler bana bir öneri yaptılar. Tıp Fakültesi’ne Almanya’da devam etmemi ve takımlarında antrenör/oyuncu olarak kalmamı istediler. Hatta bunun gerçekleşmesi için babamı bile aradılar. Ama ben önerilerini reddettim.
Atletizm branşına dair en ilginç hatıram ise bir Atatürk Kır Koşusu’na aittir… Bir gün gazetede Şişli’de, Atatürk’ün müze olarak kullanılan evi önünden başlayan yarışın ilanını gördüm. Haberde Şişli ve Kurtuluş kulüplerinin çok iyi hazırlandığı ve Marika ve Mariya Hamlacı kardeşlerin bir yıl önceki gibi favori olduğu yazılıydı. Hemen voleybol takımındaki koşucu kızlara haber saldım ve ertesi gün beş kişilik bir ekip olarak yarışa kaydolduk.
Günlerden 27 Aralık… Haliyle çok soğuk bir gün… Basketbol antrenörümüz Önder Dai ve bir diğer çalıştırıcımız Muammer Bey ile Şişli’ye gittik. Erimeye yüz tutsa da hâlâ yerlerde kar vardı. Mehmetçikler araçlarını kenara çekmiş, yolları temizliyordu.
Koşu başladıktan bir süre sonra, tam askeri araçların önünde geçerken bir Mehmetçik “Abla sen nasılsa sondan birincisin. Koşmak için zahmet etme” demesin mi? Koşu antrenmanım yoktu ama haftada en az iki voleybol, iki de basketbol antrenmanı yapıyor, üstüne iki de maç oynuyordum. Hırslandım ve hızlandım!
Şimdi hangisi olduğunu anımsamıyorum; önümdeki Maria veya Marika Şişli Camii’nden dönüş esnasında biraz duraklar gibi olunca birinciliğe geçtim. Sağımdaki apartmanların pencerelerinden kadınlar ve çocuklar sarkarak “Koş, koş!” diye beni teşvik ediyor, alkışlıyordu. Fakat yorulmaya başladığımı da hissediyordum. Bir yandan da “24 yaşına geldin, akranların çoluk çocuğa karıştı, sen hâlâ sokaklarda koşuyorsun” diye kendimi azarlıyordum.
İpi göğüslememe 100 – 150 metre kalmıştı. Daha önce bana seslenen Mehmetçiğin sesini tekrar duydum: “Yaşa be abla! Ben sondan birincisin demiştim ama sen önden birinci olmuşsun” deyince beni bir gülme tuttu ve tüm gücümü kaybettim. Adeta yürüyüşe geçmiştim. Kendimi toplayıp son bir gayretle hızlandım ve ipi göğüsledim.
Meğer arkamda, Hamlacı kardeşlerden birisi, ikincilik için bizim Çiğdem’le çekişiyormuş. Kollarımı açarak “Haydi Çiğdem!” diye bağırdım. Çiğdem son bir hamle ile fırlayıp ikinciliği kazanarak kucağıma düştü. Seta da dereceye girince, biz hem ferdi, hem de takım birinciliğini kazanmış olduk. Civardaki evlerin birinden bir şişe viski ile bir kutu çikolata göndermişlerdi. Viskiyi iki antrenörümüz paylaşırken, biz sporcular da çikolataları yiyorduk.
Bir de kürek maceramız var. Orada da şampiyonluk yaşadık. Hikâyesi bir hayli enteresandır:
İstanbul ve Türkiye voleybol ve basketbol birinci ligleri erken bittiği için, Haziran ayındaki sınavlara kadar boş oturmaktan, spor yapamamaktan sıkılıyordum. Yılın bahar aylarını nasıl değerlendireceğimi düşünürken, kürek çekmeye karar verdim. Arkadaşlarım İnci ve Canel’i (Konvur) alarak, Fenerbahçe kürek şubesinin bulunduğu İstinye’ye gittim. Fenerbahçeli yönetici ve sporcular, bizi çok iyi karşıladılar. Hemen anlaşıp antrenmanlara başladık.
Boğaz’da kürek çekmek muhteşem bir duyguydu. Akşamları deniz trafiği azalıyordu. Bu sakin saatlerde sular menekşelenirdi. Yakamozlar büyülü gözükürdü. Sahildeki şirin yalıların pencereleri alev alev olurdu. Gökyüzü gurubun kızıllığına bürünürken, kıyıdan müzik sesleri gelirdi. Bütün bu güzellikler bizim antrenmanın son 20-30 dakikasına rastlardı fakat biz yine de saatlerce denizde üzerinde kalmak, hiç karaya ayak basmamak isterdik.
Yarışmalar 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nda, karşı sahil Beykoz’da başladı. Bizim takımı izlemeye çok az kişi gelmişti. Ailelerimizden başka, yönetici olarak bir tek Sedat (Bayur) Bey ile İstinyede’ki kulüp sorumlumuz ve birkaç kürekçi arkadaşımız vardı.
Galatasaray ise tüm yönetici ve sporcuları ile orada idi. Tek çiftte, yıllarca başarılı olan Lale Oraloğlu’nun çevresi ise dolu idi. İki kameraman devamlı onu izleyip, film çekiyorlardı. Dönemin ünlü sinema/tiyatro sanatçılarından biri olduğu için, Lale Hanım tam bir ilgi odağıydı.
Derken bir mucize oldu: Biz dört tekte yarışın başlamasını beklerken, sağ tarafta, Beykoz yamaçlarındaki hastanede, iki hastanın ellerindeki sarı – lacivert battaniyeler bayrak gibi dalgalanmaya başladı… O coşkuyla yarışın başında ileri atıldık. Yolun yarısından fazla bir bölümünü henüz bitirmiştik ki futamız sallanmaya başladı. Hemen önümde oturan İnci’nin oturduğu yuvarlak tahta yerinden çıkmıştı. O tahtayı tuttuğu gibi denize fırlattı; kendini toparladı ve raylar üzerinde pozisyon alarak yeniden kürek çekmeye başladı. Fakat işte o birkaç saniye içinde Galatasaraylılar yanımızdan geçerek, yarım futa farkı ile birinci olmuşlardı.
İnci’nin metal raylardan şortu yırtılmış, bacakları yara, bere ve kanlar içinde kalmıştı. Üzüntüden ağlamaya başlayınca önce boynuna sarılıp onu teselli ettim, sonra da yaralarını temizleyip ilaçladım. Tüm bu olaylar bizi kazanmak hırsı ile kamçıladı. Sekiz tekte rakibimiz Galatasaray’ı 2 – 3 futa boyu farkla geçerek, daha ilk yılımızda şampiyonluğu kazandık.
Aynı sene voleybol, basketbol, atletizm ve kürek yarışlarında gösterdiğimiz başarılardan dolayı “Cumhuriyet” gazetesi tarafından “Yılın kız sporcusu” seçilmiştim. Hâlbuki başarı hepimizindi.
Ayten Salih Berkalp Spora Veda Ediyor
Dr. Ayten Salih Berkalp, Türk spor tarihine silinmez bir iz bıraktıktan sonra, 6 Aralık 1960 tarihinde, Kadeş vapuruna bindi ve Kıbrıs’a döndü. O gün onu uğurlamaya gelenlerin bu ayrılıktan duyduğu üzüntü, fotoğraflara bakınca bile anlaşılıyor
İstanbul’a veda etmeden birkaç ay önce İzmit’te düzenlenen Türkiye Voleybol Şampiyonası’nda, maç 2-2 iken final seti için Galatasaray karşısına çıkan takım arkadaşlarına son kez şöyle seslenmişti, Ayten Salih:
“Bu akşam Fenerbahçe’deki son maçım. Eylül’de kalan sınavlarımı da verip, Kıbrıs’a dönüyorum. Ablanıza son bir ödül vermek istemez misiniz? Şimdi sahaya çıkıp fırtına gibi eselim, bu son seti hep beraber alalım ve kupaya sahip olalım. Hadi kızlarım, göreyim sizi!”
Sahaya çıktılar. Rüzgâr gibi estiler. Maçı ve kupayı kazandılar. Bugün başarıdan başarıya koşan Türk kadın millî voleybol takımı, doğuşunu Dr. Ayten Salih Berkalp ve takım arkadaşları nezdinde Fenerbahçe Spor Kulübü’ne borçludur.
KAYNAKÇA
Tanin – 18 Nisan 1911
İdman – 1 Ağustos 1913
Gol – 25 Şubat 1926
İkdam – 30 Ocak 1929
Milliyet – 22 Şubat 1929
Milliyet – 20 Aralık 1973
Dr. Ayten’in Romanı – 2015 (Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği Yayını)
Tarih boyunca Fenerbahçe ile rakipleri arasında mücadelede haksızlıklar ve hezeyanların devreye girişi hiç bu kadar net anlatılmamıştı. Rauf Ulukut’un zabıtalık mücadele tabiri, müthiş yerinde… Fenerbahçe’nin 1953 şampiyonluğu sonrası yazılmış, adeta manifesto niteliğinde bir yazı…
Sporda yenilip, yenmenin her zaman için varid olabileceğini düşünemeyecek kadar “körü körüne” inanıcıların taassubuna kızmaktan ziyade insanın böylelerine acıyası geliyor.
Bunların kafalarında çöreklenen “her ne bahasına olursa galibiyet” mefhumu, bizim anlayışımıza göre; sporun dışında “zabıtalık” bir mücadeledir. Böyleleriyle konuşulmaz, böylelerine bu mevzuda selam dahi verilmez.
Bu seneki lig şampiyonluğumuzun kendi düşünce çerçevemiz dışında kalan gürültülü akisleri, bu kabil hazımsızların kopardıkları vaveyladan başka bir şey değildir!
Sanki babalarından tevarüs eyledikleri şampiyonluk tapusunu zorla ellerinden kaptırıyorlarmış gibi, edep dışı kelime ve hareketlerle taşkınlık yapan bu zavallıların, acaba yakınlık duydukları renklere karşı, ayrıca ne gibi faydalar temin ettiklerini de merak eder dururuz?
Böyleleri olsa olsa, taraftarı bulundukları renklerden, birçok kimseleri soğutarak, kendi saflarında muazzam gedikler açarlar.
Bir kulübün en büyük kazancı gelecek nesilleri kendisine bağlamasıyla başlar ve o kulübe gelecek nesillerin bağlanışını hazırlamak için de yalnız galip gelerek değil, temiz örnekler verebilmek lazımdır. Aynı zamanda bu şekil bağlanışların, sakar galibiyetlerden daha köklü taraftarlar topladığı görülmüştür.
Dolayısıyla daha ilk adımında “galibiyet – mağlubiyet” diye bir davaya kendini kaptırmayan herhangi bir taraftar, “güzel”e âşık olur. “hakkı tanıyan”, “haksızlığı tutmayan” biri olarak spora “kendi”ni verir.
İşte bu, ideal bir seyirci numunesidir ki, bunların, yekûnu çoğaldıkça memlekette spor anlayışının, spor terbiyesinin kökleşmesine yol açar.
Taraftarından kötü tahrikler görmeyen, iyi hareketleri benimsenerek alkışlanan bir sporcu da sırtını dayadığı bu necip kütleye layık olmağa çalışır. Zincirleme olarak birbirini tamamlayan bu düşüncelerin muhassalasını alacak olursak, böylece top yekûn; memleket sporu kalkındırılmış olur.
Bu sene Fenerbahçe’nin kazandığı zaferde, bazı taşkın seyircilerin tahriklerine kendini kaptırmayan futbolcularımız büyük ve hayati rol oynamışlar ve bazı ahvalde futbolcuların da, seyircilerine örnek bir hareket tarzı hazırladıklarını ispat etmişlerdir.
Onun için 1952-1953 şampiyonluğumuzun hatıralardan silinmeyecek en güzel taraflarından birisi de bu olacaktır.
Milli bir atlet olan Haluk Reman, basketbol sahasında da ay-yıldızlı formanın en büyük namzetlerindendir.
Spor için yaratılmış insanlar vardır. Bunlar sporun hangi sahasına el atarlarsa, aynı büyük muvaffakiyeti gösterirler. Vücudu ve ruhlarındaki emsalsiz kabiliyet onları en kısa bir zamanda bir yıldız olarak karşımıza çıkarır. İşte Fenerbahçe atletizm ve basketbol takımlarının sempatik elemanı Haluk Reman da bu müstesna kabiliyetlerden biridir. Pistlerde fırtınalar yaratan Haluk, basketbol sahasında da henüz pek kısa mazisine rağmen ortalığı allak bullak eden bir eleman olarak temayüz etmektedir.
Ufak tefek yapısının içinde engin bir enerji taşıyan bu genç elemanımız, basketbol potasının dibinde bir senelik bir çalışma neticesinde, bu sporda da hemen yıldızlar arasına duhul etti. Haluk gerek atletizmde ve gerekse basketboldaki bu muvaffakiyetlerini vücudunun müstesna kabiliyetine olduğu kadar, devamlı ve sıkı çalışmasına da medyundur.
Onu bundan sekiz sene önce tanıdığım zaman, henüz 16 – 17 yaşında bir lise talebesi idi. Elinde çantası ile hemen her gün Fenerbahçe stadına gelerek atletizme çalışıyordu. Pist kenarından onun çalışmalarını takip ederken, Fenerbahçe atletizm takımının fedakâr elemanı Kâmuran Tekil’in bu gencin üzerinde büyük bir ısrarla durduğu da gözümden kaçmamıştı. Bir gün bunu Kâmuran’a da söyledim. Sadece: “Büyük bir kabiliyet… Bu şekilde çalışırsa, pek kısa bir zaman içinde fevkalade bir sprinter olacak” demekle iktifa etti. Kâmuran o gün, bu büyük kabiliyetin Şişli Terakki Lisesi’nde talebe ve isminin de Haluk Reman olduğunu söylemişti.
Burada Haluk’un bir meziyeti daha meydana çıkıyor. O da kendisine güvenenleri asla mahcup etmemesi… Dün pistte Kâmuran onun hakkındaki kanaatinde ne kadar isabet gösterdi ise, bugün de basketbolda Samim’in kendisi hakkındaki ümitlerinin ne kadar yerinde olduğunu görüyoruz. Bu iki çalıştırıcı da Haluk’tan ümitli idiler. Haluk da bu ümitlerine layık olduğunu gösterdi…
Atlet Haluk Reman önce üçüncü kategoride parladı, 1945 senesinde 17.8; 1946’da da 17.4 ile 110 metre engelli yarışın Türkiye şampiyonluklarını kazandı. Bu onun pistteki ilk büyük başarılarıdır.
1947 de onu birinci kategoride görüyoruz. Haluk Reman, o sene Fenerbahçe’nin meşhur Balkan Bayrak takımında da dördüncü adam olarak yer aldı ve Adnan, Doğan, Kemal ve Haluk’tan mürekkep Fenerbahçe takımı o sene 3.23.7 ile bir Türkiye rekoru tesis etti.
Haluk hemen ertesi yıl milli takıma terfi etti. Doğu Akdeniz müsabakalarında çok güzel yarışlar çıkaran bu büyük kabiliyet, 1948 Londra Olimpiyatlarında ilk darbeyi yedi. Büyük bir form üzerinde bulunan ve Türkiye rekoruna doğru giden Reman, Olimpiyat takımından atlatıldı. Fakat bu haksızlık onun kulübüne ve atletizme olan sevgisini asla azaltmadı. Yine pistteki çalışmalarına devam etti, Haluk Reman gerek sürat koşularında ve gerekse atlamalarda birçok başarılar kazandı.
Haluk, geçen sene basketbola da heves etti. Fenerbahçe takımında basketbol çalışmalarına başlayan Reman, önceleri büyük bir sabırla yedek olarak saha kenarında bekledi. Fakat onun spor anlayışı ve renge olan bağlılığı kendisini asla kırmadı. Fenerbahçe takımı Samim Göreç’in eline geçtiği zaman bu kıymetli hoca, ondaki büyük kabiliyeti derhal keşfederek üzerinde ısrarla durmağa başladı. Haluk, kendisi gibi genç takım arkadaşlarıyla birlikte bütün bir sezon durup dinlenmeden çalıştı. Nihayet bu sene bu fasılasız yaz çalışmalarının semeresini gördü. Lig maçlarının başlamasıyla beraber gayet güzel oyunlar çıkarmaya başlayan Haluk Reman, derhal bütün nazarları üzerinde topladı. Bütün basketbol idarecileri kendisinden sitayişle bahsetmeğe başladılar ve her geçen hafta biraz daha artan basketbol tekniği ile Haluk, bu kısa zaman zarfında memleketin en iyi basketbolcuları arasına katıldı. Bu ciddi çalışması şüphesiz ki onu bugünkü seviyesinin çok daha üzerine çıkaracaktır.
Haluk Reman, hâlen Tıp Fakültesi’nde talebe bulunmaktadır. Gerek spor sahasındaki ve gerekse hususi hayatındaki efendiliği ile kendisini pek geniş bir muhite haklı olarak sevdirmiştir.
Sene 1953… Öz Fenerbahçe dergisinde yıllar boyunca yayınlanan şiirleri okurken hem tebessüm ediyoruz, hem de sahiplerini yâd ediyoruz. Yaşıyorlarsa Allah sağlıklı bir ömür versin, kaybettiklerimiz nur içinde yatsın… Sen her şeyi yenersin!
İlk Pazartesini sabırsızlıkla beklerim 30’un üzerine 20 daha eklerim. Değil seni 50’ye, 100 kuruş olsan alırım, Seni almadığım günler ruhen hasta kalırım.
Seni aldığım hafta neşelenir coşarım. Seni okumak için hızla eve koşarım. 16 nefis sahife içinde yazılar, maçlar, İyice tetkik et, oku, karar ver.
50 kuruş çok mu vatandaşlar? Seni bütün yurt zevkle okuyor, Kalplerine Fenerin sevgisini sokuyor. Seni bütün yurt okuyor, hatta başka memleketler bile,
O kadar çok kapışmayın alması sıra ile. Haberlerin doğrudur, sapmazsın hiç bir zaman yalana Her hafta Pazartesi Ne mutlu “ÖZ FENERBAHÇE” alana…
Nuri Güren – İstanbul – Üsküdar
Fenerbahçe’ye
Duyarım şanını yurdun dört bucağında, Zafer, müjdeleriyle büyüdüm anne kucağında. Nice Arslanlar yetişmiş bu irfan ocağında. Gönüllerde yaşıyor ölmez adı FENERBAHÇE’NİN…
Mağlubiyetinle gururlanmasın bir kaç rakibin. Meydandadır zaferlerle süslü altın tarihin. Yedisinden, yetmişinde yer etmiş sevgin. Gönüllerde yaşıyor ölmez adı FENERBAHÇE’NİN…
Ne büyük sevgidir sana beslenen… Üzülme şansızlıktır sen hep yenen. Ebedidir sevgin sönmez asla rengin. Gönüllerde yaşıyor ölmez adı FENERBAHÇE’NİN…
Mehmet Erkal – Mersin
Yenersin (Fenerbahçe’me)
Spor ufuklarında parlayan bir «Fener»din. Müstevlileri bozguna uğratır yenerdin! Eyvâh ki «Bahçe»mizde dikenler dolaşırdı, Fakat uğurlu elin onlara ulaşırdı.
Tutar da sen birer birer, çalardın yerlere, Şanlı bir destan oldu ta o zaman dillere. Şimdi dikensiz “Bahçe”, parlayan bir «Fener»sin, Azminle, iradenle, sen her şeyi yenersin!.
Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XVI
Bugün Fenerbahçe kulübünde bir basketbol şubesi varsa ve bu şube Sarı-Lacivert renkleri dorukta dalgalandırıyorsa, bunu Muhtar Sencer’e borçlu olduğumuzu daima hatırlamalıyız. O yalnız Fenerbahçe Kulübü’nde değil, Türk basketbol tarihinde de anıtlaşmış bir isim olarak daima yaşamalıdır ve yaşayacaktır da.
Bu candan arkadaşımın, bu idealist insanın, bu büyük Fenerbahçelinin aziz hatırasını, bu davada daha ilk günlerden itibaren onunla omuz omuza çalışmış ve çarpışmış bir arkadaşı olmanın hazzı ve gururu içinde saygıyla anıyorum. Ve ona şu satırlarımla seslenmek istiyorum:
“Büyük eserin Fenerbahçe basketbolu bugün doruklardadır, tertemiz adın Fenerbahçe’nin modern spor salonunda, aziz hatıran gönüllerimizde yaşamaktadır. Rumelihisarı’ndaki kabrinde nur içinde yat, huzur içinde uyu sevgili Muhtar”
Birkaç yıl peş peşe, Fenerbahçe basketbol takımı sezonu, onun kabrini ziyaret ederek açmıştı. Ne güzel bir olaydı bu. Onun kabri başında, bugünkü Fenerbahçeli basketbolculara Muhtar Sencer’i anlatmak ve tanıtmak şerefi de bana düşmüştü. Ne büyük bir hazla ve heyecanla yerine getirmiştim bu görevi. Onu, bugünün basketbolcularına, ilk takımlarımızla uğraşırken birlikte duyduğumuz heyecan içinde anlatmaya çalışmıştım hep. Ve onu Fenerbahçeli basketbolcularla birlikte kabri başında anarken sevgili Muhtar Sencer’in o tertemiz ruhunun nasıl şad olduğunu izaha gerek var mıdır acaba?
Biz’den Sonrası
Kişiler fanidir, kuruluşlar ve eserleri ise ebedi.
Benden kısa bir süre sonra Muhtar Sencer de koptu, kendi eliyle kurup, yoktan var ettiği basketbol şubesinin başından. Sonsuza doğru giden ve varış ipi bulunmayan bu bayrak yarışında stafet, elden ele geçirilecekti.
Bizler, bu kutsal stafeti kimseden teslim almamıştık. “İlk adamlar” olarak başlamıştık yarışa. Onu, zamanı gelince başka ellere teslim etmiştik. Sonra yarışı onlar sürdürmüşler ve zamanı geldiğinde onlar da başka ellere aktarmışlardı.
Muhtar, kırgın ve hatta küskün olarak gitti. Almanya’ya yerleşti, orada senelerce kaldı. Ben, şeklen Fenerbahçe basketbolunun dışındaydım ama her zaman en yakınında hatta ta içindeydim. Fenerbahçe basketbolunun başarılarını mektuplarıma ona yazıyordum. Başarısız yıllarda ise bu konuda ona karşı suskun kalmayı yeğliyordum.
Bizlerden sonra Enis Sine’ler, Sedat Bayur’lar, Bülent Büyükyüksel’ler, Emin Cankurtaran’lar, Nejat Ekit’ler, Ali Şen’ler, Erol Demiroma’lar, Saffet Aktarı’lar, Güner Yalçıner’ler, Hüseyin Kozluca’lar, Altan Dinçer’ler, Erdal Poyrazoğlu’lar, Engin Berker’ler, Mete Yalçın’lar, Mesut Dizdar’lar, Ferhan Baras’lar bu stafeti taşıdılar, şerefle ve fedakârlıkla.
Aralarından basketbol yöneticiliği ile başlayıp Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı’na kadar yükselenler oldu. Emin Cankurtaran ve Ali Şen kardeşlerim gibi.
Fenerbahçe basketboluna hizmet eden bu isimleri burada sevgiyle, takdirle ve saygıyla anmak isterim. Himmetleriyle var olsunlar.
Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XV
Yine bu yıllarda ortaya çıkan Fenerbahçe Kız Basketbol Takımı bu şubeye ayrı bir renk kattı. Çamlıca Kız Lisesi Ekibi tüm kadrosuyla Fenerbahçe’ye gelmiş, hem basketbolda hem voleybolda Sarı-Lacivertli ekibi oluşturmuştu. 1954’ten 1959’a kadar yenilgi yüzü görmeyen bu takım İstanbul ve Türkiye Şampiyonluklarını da elinden bırakmamıştı. Bu takımla da Önder Dai meşgul olmuştu. Fenerbahçe basketbolunun bu büyük gönüllüsü gençler ve yıldızlarda olduğu gibi kızlarda da büyük başarılara imzasını atmıştı.
Halen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı bulunan Dr. Ayten Salih’in kaptanlığını yaptığı bu takımda, kulüp üyelerinden Dr. Selim Çapa’nın kızları Güneş Çapa ile Oya Çapa, eski futbolcularımızdan Püsant’ın kızı Seta Yağcı, İnci, Süeda, Mahiru ve Seçkin gibi yetenekli kızlar vardı bu şampiyon takımda. Yaman kızlardı onlar. Böylesine yetenekli kızların bir araya gelmeleri, itiraf etmeliyim ki gerçekten büyük bir şanstı. Bu kızlar yalnız basketbolda ve voleybolda değil, atletizm ve kürek dallarında da Fenerbahçe’ye şampiyonluklar kazandırmışlardı. Onları da burada takdirle anmak isterim.
1954-1959 arasının şampiyon kızları bugün Fenerbahçe Kulübü’nün kongre, hatta Yüksek Divan Kurulu üyeleri. Onlarla Yüksek Divan Kurulu toplantılarında karşılaşmak da ayrıca gurur veriyor insana.
Bu şampiyon kızlarınızdan Seçkin’in Fenerbahçe basketbolunun unutulmaz isimlerinden biri olan eşi Altan’dan dünyaya getirdiği oğlu Kemal Dinçer ise uzun yıllar şerefle ve başarıyla sırtında formasını taşıdığı Fenerbahçe basketbol takımının başında menajerlik yapıyor bugün.
Güzel, hem de ne kadar güzel şeyler bunlar.
Altın Yıllar
Fenerbahçe, basketbol potaları altında en şanslı dönemini yaşıyordu kuşkusuz. Birinci takım, Genç Takım, Yıldız Takım, Kız Takımı İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanırken kulübün müzesi basketboldan gelen kupalarla doluyordu. Ve artık kulüpte kimsecikler basketbol şubesine toz kondurmuyordu.
Biraz himmetle Fenerbahçe, basketbol potaları altında en büyük patlamayı yapmıştı. Ve doruk noktaya ulaşmıştı. Bizler, tam 10 yıl süreyle bin bir zorluklar içinde mücadele ederken “Biraz ilgi” diye yakınmıştık hep. Ve ancak 10 yıl sonra uyandırabilmiştik ilgi beklediklerimizi. İşte bu “biraz ilgi” ile Fenerbahçe, basketbolda iki yıl içinde doruk noktasına ulaşmıştı.
Demek ki rahmetli Muhtar Sencer ile inancımızda da, güvencemizde de, ısrarlarımızda da ve isteklerimizde de haksız değildik asla. Bunu anlamış olmak dahi gururların ve hazzın en yücesini veriyordu bizlere. Ve tabii ki boşa giden koskoca 10 yıla da büsbütün yanıyorduk. O boşa giden yıllara rağmen Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesini kurmak, yaşatmak ve mutlu sona ulaşmanın hazzını ve gururunu ömrüm olduğum müddetçe yaşayacağım. Unutulmuş olmak veya olmamak ayrı bir konudur. Takdir edilip edilmemek de ayrı bir konu. Gönüller, yaptıkları bir işi, ona inandıkları ve gönül verdikleri için yaparlar. Karşılığında hiçbir şey, hatta bir teşekkür bile beklemeden. Bunu yaşayabilmek ve duyabilmek onlar için armağanların en yücesidir.
Fenerbahçe tarihi çok müstesna insanların yazdığı bir tarih… Bu insanlardan biri de basketbolcu Beklan Algan… “Basketbolcu mu?” dediğinizi duyar gibiyiz. Evet, 2010 yılında kaybettiğimiz aktör Beklan Algan, Fenerbahçe basketbol takımının kıymetli bir rüknü idi. Nicedir aradığımız mufassal bir belge, 1953 tarihli bir Öz Fenerbahçe dergisi nüshasından çıktı. Kendisini ve kıymetli eşi Ayla Hanım’ı saygıyla anıyoruz…
Fenerbahçe’nin meşhur genç takımından bugüne kalan tek basketbolcu Algan, en yakın bir istikbalin yıldızı olmağa namzettir.
Bundan üç sene evvel; Fenerbahçe’nin fevkalade bir genç basketbol takımı vardı. Tamamen Robert Kolej talebelerinden müteşekkil bu genç takım, çıkardığı fevkalâde oyunlarla, bütün basketbol meraklılarımın pek haklı takdirlerine mazhar olmakta idi. 15-16 yaşlarındaki bu genç sarı-lâcivertliler, yaşlarının katbekat üzerinde bir “basketbol” oynuyorlardı.
Bu şubenin fedakâr müessisi Muhtar Sencer, bu gençlere büyük bir ümitle bakmakta idi. Onun tasavvuru, bu fevkalade genç takımı olduğu gibi birinci takım hâline getirmekti. Fakat umulan çıkmadı. Herkesin büyük ümitler bağladığı o genç takım iki sene içinde tamamen dağıldı. Kimisi basketbolu bıraktı, kimisi Amerika’ya döndü, kimisi hastalığı esnasında uzaklaştığı basketbol sahasına iyileştikten sonra dönmedi.
Küçüklerin o büyük kadrosundan bugüne yalnız bir kişi kaldı: Mehmet Algan… Bugün Fenerbahçe birinci takımında çok güzel oyunlarını seyrettiğimiz Mehmet, o genç kadroya bağlanan ümitlerin ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir.
Henüz genç takımımızda oynadığı sıralarda Milli takımımıza çağrılan Mehmet Algan, birinci takım kadrosuna terfi edeli bir sene içinde, çok büyük bir terakki gösterdi. Samim Göreç gibi kıymetli bir hocanın elinde, bu genç basketbolcumuz muhakkak ki en yakın bir istikbâlin yıldızı olacaktır.
Mehmet Algan, 1933 senesinde Kadıköyü’nde dünyaya geldi. Fenerbahçe birinci takımının eski futbolcularından Nihat Algan’ın oğludur. Fenerbahçeli ve sporcu bir babanın oğlu da pek tabii ki kendisine çekecektir. Mehmet, henüz Kadıköy 6ncı İlkokul’a devam ettiği sıralarda kalbini sarı-lacivert renklere kaptırdı.
İlkokulu bitirdikten sonra, Robert Kolej’e devama başladı, Mehmet’in mektebe girdiği sene, kolejde büyük bir sportif faaliyet göze çarpmakta idi. Mektebin hocalarından Mr. Habsburg, Yunanistan maçına hazırlanan milli basketbol takımımızın antrenörlüğünü yapıyordu. Boğaziçi Lisesi’nde kampa çekilen millî basketbolcularımız, her gün muntazaman kolej salonunda çalışıyorlardı.
Mektebin leyli talebesi olan Mehmet, bu antrenmanları büyük bir hayranlıkla takip etmekte idi. Antrenmanlardan sonra, gazozcu Andrea’nın yanında toplanan milli basketbolcularımızı hayran, hayran seyreden küçük Algan’a kamp idarecisi Muhtar Sencer “Basketbolcu ol da seni Fenerbahçe’ye alalım!” diye takılırdı. Milli takım antrenmanları ve Muhtar’ın o sözleri Mehmet’in üzerinde büyük bir tesir uyandırmıştı: O da basketbolcu olacaktı! Nitekim hemen basketbola başladı.
Üç sene geçmeden, Fenerbahçe’nin genç basketbolcuları arasına katıldı. Muhtarın o zamanlar latife olarak söylediği sözler hakikat olmuştu… Mehmet ve kendisi gibi Kolejli olan 7-8 arkadaşından kurulu Fenerbahçe genç takımı daha ilk maçından itibaren kendisini ve hakiki kıymetini gösterdi… Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi; bu fevkalade takımın ömrü pek az oldu ve o canım takım iki sezon içinde dağıldı gitti.
Mehmet Algan, hâlen Robert Kolej’in son sınıfında talebedir. İyi bir basketbolcu olduğu kadar, mektebinin çalışkan bir talebesidir de. Gayet munis ve sempatik bir yaradılıştadır. On dokuz yaşının çok üstünde bir ağırbaşlılık içindedir. Gayet muntazam bir hayat sürer. Ömrü, evi-mektebi ve takımı arasında geçer. Sigara ve alkol nedir bilmez. Derslerinden ve antrenmanlarından fırsat bulursa sinemaya gitmekten hoşlanır. Okumak da en hoşlandığı bir şeydir. Caz müziğini çok sever. Ailesine, mektebine, arkadaşlarına, takımına ve renklerine çok bağlıdır. Basketbolda ay-yıldızlı formayı giymek en büyük emelidir. Bu emeline de en kısa bir zamanda erişeceğine inanıyoruz.
Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XIV
Bu sıralarda Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda genç bir idealist ortaya çıkmıştı. Önder Dai idi adı. Daha delikanlı çağındayken Kadıköy’den ve Haydarpaşa Lisesi’nden topladığı gençlerle bir genç takım ve bir de yıldız takım ortaya çıkarmıştı. Önder Dai, Fenerbahçe basketbolu için gerçekten de pek büyük bir kazanç olmuştu. Onun tamamen kişisel çabalarıyla ortaya çıkardığı yıldız takımı kısa zamanda Teşvik Turnuvası birincisi ve lig ikincisi olurken, Genç takım daha ilk yılında İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanmıştı.
İşte bu genç takımın doğuşu günlerinde sevgili Önder Dai bir gün evime kadar gelerek, beni genç takımın bir maçına çağırmıştı. Bu arada şunu da eklemişti: “Hele bir gencim var, bilhassa onu görmenizi çok isterim ağabey” demişti.
Ona inancım sonsuzdu. Hemen o hafta Genç takımın maçına gittim Kadıköy’e. Takımda, dal gibi, bir solak çocuk vardı. Boyundan da, yaşından da büyük şeyler yapıyordu sahada. Önder’e sormaktan kendimi alamadım: “Kim bu dal gibi solak çocuk?” dedim.
Gülümseyerek baktı yüzüme: “Size bahsettiğim çocuk o ağabey” diye konuştu ve bilgi verdi. “Adı Can. Büyük bir yetenek”
Önder’in sırtını okşayıp şöyle konuştuğumu hatırlıyorum: “Allah bu çocuğa basketbolcu olması için her şeyi vermiş. Üstelik seni de vermiş. Aman ona dikkat et. Allah nazardan saklasın”
Önder Dai’nin elinde, o dal gibi vücutlu küçük solak fakat büyük yetenek, kısa zamanda koskoca bir Can Bartu olarak ortaya çıkacaktı.
Can Bartu, Gündüz Erkan, Ertan Trak, Fahrettin Gökmenoğlu, Eldebran Ülserin gibi genç değerlerin yer aldıkları genç takımın ardından gelen yılız takımında da iki büyük yıldız adayı göze çarpıyordu. Hüseyin Kozluca ve Birol Pekel.
İlginçtir, Önder Dai’nin usta ellerinden geçen bu çocukların hemen hepsi milli takıma kadar yükselecekler, aralarından ikisi, basketbol potaları altında başlayan başarılarını daha sonra futbol alanlarına da taşıyacaklar ve yıldız birer futbolcu olarak da parlayacaklardı. Bunlar, Can Bartu ile Birol Pekel idiler.
Can Bartu, bir süre basketbolunu futbolla birlikte götürmüştü Fenerbahçe’de. Futbol maçından çıkıp basketbol maçına yetiştiği çok olmuştu. Bir Vefa maçında attığı iki golle takımını galibiyete götürdükten sonra kramponları ayakkabılarını İnönü Stadı’nda çıkarıp koşa koşa Spor ve Sergi Sarayı’na gelmiş ve orada ketslerini giyip yine Sarı-Lacivert forma altında sahaya fırlamıştı. Ve bu maçta da Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yenmesinde en büyük etken olmuştu.
Her zaman söylerim, yine tekrar edeyim; Can Bartu, futbolda Avrupa çapında bir üne ve klasa erişmiştir, şayet basketbola ısrar etseydi dünya çapında bir basketbolcu olurdu.
Can Bartu uzak mesafelerden attığı jump-shoot’lardaki büyük isabetiyle de müthişti. Bugünkü “üç sayı”lar o günlerde de geçerli olsaydı, onun sayı rekorlarını kimse kıramazdı. Ne yazık ki Can, basketbolun gerçekten çok şanssız bir döneminde potaların altına geldi. Futbolda ise para ve dolayısıyla istikbal vardı. Ekonomik koşular onu potalardan yeşil sahalara çekti. Fenerbahçe kulübü ile profesyonel futbolcu olarak mukavele imzalarken basketboldan koptu maalesef. Basketbol ve basketbolcu bugünkü maddi imkânlara sahip olsaydı, onu çok sevdiğini gayet iyi bildiğim basketboldan hiçbir kuvvet ayıramazdı.
Önder Dai’nin yetiştirdiği, 1954-1955 İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanan o namağlup genç takımı kadar güzel basketbol oynayan bir takımı, yarım yüz yılı aşkın basketbol yaşamım içinde pek az gördüğümü söylesem, hiç de mübalağa etmiş olmam. İzlerken insana estetik bir zevk veren bir takımdı o. Estetik güzellik ile büyük basketbol hırsını o gencecik bünyesi içinde nasıl adapte edebilmişti bu genç takım. Anlaşılır gibi değil. O takımı hatırlamak bile insana büyük zevk veriyor bugün.
Sevgili Önder Dai, bugün bembeyaz olmuş saçlarıyla tanınmış bir hekim. Mesleğinde de başarılı. Basketbol maçlarının sürekli takipçisi bugün de. Fakat benim gözümde hala o unutulmaz genç takımın filiz gibi antrenörüdür Önder. Mesleği olan hekimlikteki başarısı muhakkak. Fakat onun basketboldaki başarılarını asla unutamıyorum ben. Hele Fenerbahçe’ye hizmetlerini asla.