Etiket: Fenerbahçe

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XIII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XIII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XIII

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Artık Çekilebilirdim

    Yine o eski yıllara dönelim… Fenerbahçe basketbol takımı artık potalar altında kükremeye başlamıştı. Yine o sıralarda bir maçtan sonra Taksim’e doğru yürürken Muhtar Sencer’e: “Artık bu takıma da bu şubeye de çok kişiler sahip çıkmak isteyecektir. Ucuz Bizans oyunlarıyla ayağımın kaydırılmasını istemiyorum Muhtar. Ben kendimi çekiyorum. Düşüncem ve kararım böyle” demiştim.

    Vefakâr dostum, dinlemek bile istememişti sözlerimi! “Allah Allah! Hiç öyle şey olur mu?” diye naralar atmıştı cadde ortasında. Piposunu kemirmiş, iki eliyle kulaklarını tıkayarak tepinmeye başlamıştı. Sevgili arkadaşımın bu konunun lafını bile dinlemeye tahammülü yoktu.

    Ben artık Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesinin bir “bal teknesi” halini aldığı görüşündeydim. Bu teknenin üzerine çok sinekler üşüşeceklerdi. Yalnız insanlara değil, takımlara da kötü günlerinde kimsecikler başını çevirip bakmak istemez de, iyi günlerinde herkes etrafında pervane olur. Bu yaşadığımız dünyada değişmez bir kuraldır.

    Ucuz Bizans oyunlarına muhatap olmak istemiyordum. Ayağım kaydırılmadan, kendi ayağımla uzaklaşmalıydım. Ancak bu benim için hiç de kolay olmayacaktı. Bunu gayet iyi biliyordum. Fakat iyi günler gelmişti artık. Takımın başında özveriyle çalışanlara ihtiyaç kalmamıştı pek. Fenerbahçe basketbol potaları altında iyi günlerini yaşıyordu artık. Yönetim Kurulu üyeleri maçları izlemeye geliyorlardı. Takımın elde ettiği galibiyetlerden kendine pay çıkarmak isteyen o kadar çok kişi göze çarpıyordu ki.

    5 Aralık 1954 günü Fenerbahçe, Galatasaray, Modaspor ve Yugoslav Beograd S.K. takımları arasında düzenlenen turnuva, Sarı-Lacivertli takımın yeni bir zaferi olmuştu. Fenerbahçe, final maçında Galatasaray’ı da 48-40 yenerek namağlup şampiyonluğu kazanmıştı. İyi günleri daha iyi günler izlemeliydi. Bu nedenle kopmak istememe rağmen bir türlü kopamıyordum.

    Yeni İsimler Yeni Yıldızlar

    Takımı yeni transferlerle güçlendirmek zorundaydık. Bu konuda Yönetim Kurulu da bizimle tamamen hemfikirdi. Şunu da kabul etmek gerekir ki; Fenerbahçe Stadı’na eklenen ve büyük harcamalara yol açan beton açık tribün tamamlanmış ve kulüp parasal bakımdan biraz da olsa düzlüğe çıkmıştı. “Ne gerekiyorsa yapın, kimi istiyorsanız alın” diyordu yönetim kurulu üyeleri.

    Önce Darüşşafakalı genç yetenek Mehmet Baturalp’in işini hallettik. Onu küçücük yaşından beri tanırdım. Basketbola gerçekten gönül vermiş bir çocuktu ve maçlarında izlediğim kadarıyla da büyük gelecek vadeden bir oyuncuydu. Batur’un kopamadıkları bir de arkadaşı vardı: Şevket Taşlıca.

    Onların basketbol yaşamlarında önemli bir yeri bulunan Yalçın Granit iki genç Darüşşafakalıyı da Galatasaray’a götürmek istiyordu. Biz ise Mehmet Baturalp’i Fenerbahçe’ye almak arzusundaydık. Uzun çekişmelerden sonra Galatasaray’ın o zamanki basketbol yöneticisi Osman Solakoğlu’nu ikna ederek Batur’u almayı başarmıştık. Şevket ise Galatasaray’a gitmişti.

    Mülkiyeli ve eski Galatasaraylı Yılmaz Gündüz o sıralarda başkentte, Ankaragücü takımında basketbol yaşamını sürdürmekteydi. Yılmaz aynı zamanda mükemmel bir futbolcuydu da. Yönetim kurulu üyelerini ikna ettik. Yılmaz Gündüz aynı zamanda basketbol oynamak üzere futbolcu olarak Fenerbahçe’ye transfer edildi.

    Batur’u çok kısa bir süre genç takımda oynadıktan sonra birinci takım kadrosuna aldık. Gardda, Yılmaz Gündüz gibi bir ustanın yanında, büyük basketbol yeteneği ile çok çabuk parlayıverdi Batur.

    Yılmaz tam bir maestro idi takımda. Zekâ dolu bir basketbolu vardı. Oynadığı sporu da en yakından tanıyan ve bilen bir insandı. Mükemmel bir play-maker idi. Batur onun yanında, kendisinde çok şey kaptı. Yılmaz’ın kendine özgü buluşları da vardı. Örneğin bir ara “beş-on beş” diye bir şey çıkarmıştı. Topu eline alınca zaman zaman “beş-on beş” diye bağırırdı. Ve rakipleri şaşkına dönerdi. Rakip takımların antrenörlerinin hiçbiri bu “beş-on beş”in nasıl bir oyun düzeni veya oyun sistemi olduğunu asla anlayamamışlardı. Oysa sevgili Yılmaz’ın o meşhur “beş-on beş”i oyunun hızlandırılması komutundan başka bir şey değildi. Çünkü akşamüstü daireden çıkan memurlar, “beş-on beş” vapuruna yetişebilmek için koşarmış da ondan.

    1 numaralı oyun, 2 numaralı oyun, 3 numaralı oyunlar basketbol literatürümüzde vardır. Bu oyunların ne olduğu, birkaç kez tekrarlandığında rakipler tarafından çözülür ve derhal paradı alınır. Ancak Yılmaz Gündüz’ün o meşhur “Beş-on beş”i hiçbir zaman çözülememişti.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sihirli Değnek

    On yıldan beri hasretle yolunu gözlediğimiz peri kızı nihayet ahşap kulüp binasına gelmiş ve elindeki sihirli değnekle yönetim kurulu masasına dokunmuştu.

    Basketbol çevremizde bir bomba gibi patlayan bu maçtan sonra, her şey değişivermişti kulüpte. Basketbol şubesi birden gözde oluvermişti. O kadar ki Yönetim Kurulu, Bölge Tertip Komitesi üyeliği için Genel Sekreter Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nu görevlendirmiş ve basketbol birden öz evlat oluvermişti. Yıllardır basketbol şubesine karşı olan tutumuyla tanınan yönetici bile lise çağlarında nasıl basketbol oynadığını her karşısına gelene heyecan içinde anlatmaya koyulmuştu.

    Bu olup bitenleri Muhtar Sencer ile birlikte hayretle izliyor ve ikimiz de aynı şeyi söylemekten kendimizi alamıyorduk: “Hayırdır inşallah”

    Basketbol şubesine, en kötü günlerinde dahi sıcak nazarlarla bakan tek yönetici olarak tanıdığımız Dr. Rüştü Dağlaroğlu ise Tertip Komitesi’ndeki göreviyle bizim en büyük kazancımız olmuştu hiç kuşkusuz.

    Yenilmez Armada’yı yendiğimiz maç Fenerbahçe basketbolunu hayata getirmişti kısacası. Ancak yine de çok kimseler bu galibiyeti bir rastlantı olarak kabul ediyordu ki, bu hal Fenerbahçe takımının üzerine biraz gölge düşürüyordu. Fakat ne olursa olsun ortada bir gerçek vardı ki balçıkla sıvanamayan güneş gibi apaçıktı. Fenerbahçe basketbol potaları altında Galatasaray gibi güçlü bir rakibi yenmişti. Bu arada Tertip Komitesi aldığı çok yerinde bir kararla önemli basketbol maçlarını Spor ve Sergi Sarayı’nda oynanmasını sağlamıştı. Bunların başında elbette ki Fenerbahçe-Galatasaray maçları geliyordu. Nitekim “Yenilmez Armada”nın yenildiği maç, İTÜ Salonu’nda oynanan son ezeli rekabet maçı olmuştu.

    Rastlantı Diyenler Nasıl Aldandılar?

    6 Mayıs 1954 gününe kadar Fenerbahçe’nin yenilmez armada karşısındaki galibiyetine rastlantı diyenler çoktu basketbol çevrelerimizde. Fenerbahçe basketbol takımı, bunu yalanlamak zorundaydı. Bu nedenle 39 gün sonra oynanacak maç büyük önem taşıyordu. Çeşmemeydanı’ndan davullar, zurnalar ve flamalarla gelen Fenerbahçe taraftarlarının coşkun tezahüratı arasında oynanan bu maçta da Sarı-Lacivertli takım gerçekten fevkalade bir oyun çıkarmıştı. Galatasaray bu maçta 39 gün önceki yenilginin acısını çıkarmak için var gücüyle çalışmıştı. Ama maçın sonunda galip gelen takım yine Fenerbahçe idi. Bu maçta da ezeli rakibini 60-55 yenmeyi başaran Fenerbahçe, ilk maçtaki galibiyetinin rastlantı olmadığını kanıtlamıştı. Bu maçla Galatasaray’ın uzun yıllardan beri Türk basketboluna hükümran olan “Yenilmez Armada”lığı artık kesinlikle son bulmuş oluyordu.

    Sacit Seldüz (Kaptan, 12 sayı), Altan Dinçer (23 sayı), Nejat Diyarbakırlı (6 sayı), Hikmet Vardar (9 sayı), Erdoğan Karabelen (7 sayı), Mete Yalçın (2 sayı), Erol Demiroma (1 sayı) bu maçın kahramanlarıydılar.

    Sırası gelmişken bir anımı daha nakletmek istiyorum:

    Galatasaray kaptanı Dr. Ali Uras o sıralarda ihtisas için Amerika’ya gitmiş bulunuyordu. Ünlü basketbolcu ve değerli hekimimiz “25 Yıldan Arda Kalan Anılar” başlıklı yazısında şunları yazar:

    “… Bir gün Türkiye’den gönderilmiş bir spor dergisinin içinde Fenerbahçe’nin basketbolda Galatasaray’ı yendiğini okudum. Bunu gönderen kişinin kim olduğu bugün dahi meçhulümdür. Bu meçhul dost, Amerika’da bulunduğum iki yıllık zaman içinde Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yendiği her maçtan sonra aynı dergiyi bana göndermeye devam etti. Bu da 25 yıllık rekabetin üzerindeki unutulmaz bir başka anısıdır”

    Allah biliyor ya, Prof. Uras’ın bu yazısını okuduğumda, bu muzipliği yapanın sevgili dostum Muhtar Sencer olabileceğini düşünmüştüm. Bu yazı 1970 yılında yayınlanmıştı. Muhtar o tarihte Almanya’ya yerleşmiş bulunuyordu. Bu nedenle kendisine “Ali’nin yazısında bahsettiği o meçhul şahıs sen miydin?” diye soramamıştım.

    Ali Uras, gerçekten çok sevdiği Muhtar Sencer’e, onu en hassas tarafından yakalamak suretiyle takılmaktan pek hoşlanırdı. Fenerbahçe’ye gelmek istediğini söyler, bizimkini sevincinden havalara zıplatırdı. Sevgili Muhtar’cık kaç gece yarıları evimin kapısına ziller çalarak gelmişti kim bilir. “Ali’yi alıyoruz. Bu kez kati olarak söz verdi.” diye müjdeler yağdırmıştı hep.

    İspanya’da şatolar kurmaya başlayan sevgili arkadaşıma “Ali seni yine işletmiş” dediğimde bana kızardı hep. Allah rahmet eylesin, her sefer Ali’ye inanırdı da bu konuda bana hiç mi hiç inanmazdı nedense.

    Sevgili Muhtar’ın cenaze töreni sırasında Şişli Camii avlusunda sevgili Ali Uras ile kucaklaşırken “Fenerbahçe’ye geliyor musun Ali?” diye titrek bir sesle sorduğumda gözleri dolu dolu olmuştu Uras’ın ve sadece “Ya… Ya… Ya…” diyebilmişti.

    Bu nedenle kendisine yıllarca muziplik yapan Ali Uras’a böyle bir intikam muzipliğini yapacak en kuvvetli isim olarak aklıma hep Muhtar Sencer gelmişti. Yıllar sonra sevgili dostumla Almanya’da buluştuğumuzda zihnimi kurcalayan bu soruyu kendisine sormuştum. Koca dostum, böyle bir muzipliği kendisinin yapmadığını söylemiş, fakat yapmayı akıl edemediği için de hayli hayıflanmıştı.

    Hey gidi o günler.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Kader Değişiyor

    Bu arada takımımızın başına bir de usta antrenör getirmiştik. Bu büyük basketbol ustası Samim Göreç’ti.

    Altan’lı Fenerbahçe, Samim Göreç’in nezaretinde çalışmalara başladı. Samim Göreç yıllarca Galatasaray’da oynamış, Galatasaray’da antrenörlük yapmıştı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi antrenörlerinden biriydi. Fenerbahçe basketbol takımının kaderinin onun usta ellerinde değişeceğine yürekten inanıyorduk.

    Samim Göreç, teknik adam olarak Fenerbahçe takımı için gerçekten büyük bir kazançtı. Türk basketboluna fandımantal çalışmayı sokan kişi de oydu. Ve Samim kısa zamanda öylesine bir kaynaşmıştı ki Fenerbahçe kulübüne üye olmuştu kendiliğinden. Artık Fenerbahçe basketbol takımı Fenerbahçeli Samim Göreç’in usta ellerindeydi.

    Takım onun elinde kısa zamanda hüviyet değiştirmişti adeta. Lige hızla giren Sarı-Lacivertli takım bu arada yılbaşı münasebetiyle İTÜ tarafından düzenlenen “Rektörlük Kupası” maçlarında da yenilmeden şampiyon olmuştu. Galatasaraylı Sadi Gülçelik, Fuad Köseoğlu ve Yüksel Alkan ile Modasporlu Güney Ülmen gibi ünlü oyuncuların yer aldığı Teknik Üniversite takımını da su götürmez bir yenilgiye uğratan Fenerbahçe, o sezon ligde de bir şeyler, hatta çok şeyler yapabileceğini göstermişti.

    Bir saatli bomba vardı bu takımda ve bu bomba vakti, saati gelince patlayacaktı. Buna yürekten inanıyorduk. Ve nihayet 28 Mart 1954 günü gelip çattı.

    O gün İTÜ Salonu’nda Fenerbahçe-Galatasaray maçı vardı. Sarı-Lacivertli takımın çıkardığı güzel oyunlar ve elde ettiği başarılı sonuçlar Fenerbahçe taraftarlarına da büyük umut vermişti besbelli. Olağanüstü bir halle karşılaşılmıştı o gün. Nice yıllardır özlemini çektiğimiz büyük bir seyirci kalabalığı doldurmuştu salonu. Hatta dahası, kapılar, camlar kırılmıştı. Ve Fenerbahçe’nin o görkemli seyircisi artık basketbol takımının da arkasındaydı Bunu görmüştük çok şükür.

    O görkemli seyircinin de desteğiyle fevkalade bir oyun sergilemişti takımımız. Yuda Çerasi ile Osman Kermen hakem ikilisinin yönettikleri maçın daha ilk dakikasından itibaren oyuna ağırlığını koymuştu Fenerbahçe. Ve sahada “Bambaşka bir Fenerbahçe’yi izliyorduk o gün. Fakat yine de zaman zaman, içimizde koca bir 10 yılın kronikleşmiş endişesinin bir rüzgârı esiyordu. Ancak dakikalar ilerledikçe bu endişe, kendimizi zorlasak bile içimize gelmiyordu. Çünkü maçın inisiyatifi tamamen Sarı-Lacivertli takımın elindeydi. Maçın sonu yaklaştıkça sahadaki tezahürat daha da artıyordu.

    Fenerbahçe basketbolunun kaderinde “şeytanın ayağının kırıldığı gün” yaşanıyordu o gün İTÜ Salonu’nda. Ve Galatasaray, uzun yılların “Yenilmez Armada”lığına veda ediyordu. Bu, Türk basketbol tarihinde bir çağın kapanışı ve yeni bir çağın açılışıydı hiç kuşkusuz. Ve işte o 28 Mart 1954 günü Fenerbahçe, ezeli rakibi Galatasaray’ı 71-61 yenerek bu devrimi gerçekleştirmişti.

    Salonda bir ana-baba günü yaşanıyordu maçtan sonra. Sahaya doluşan Fenerbahçeli seyirciler oyuncuları omuzlarına kaldırmışlardı. Bu mutlu gün “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” sloganıyla ortalık çınlatılarak kutlanıyordu. Ve bu büyük mücadeledeki ideal arkadaşım sevgili Muhtar Sencer boynuma sarılmış ağlıyor, bir yandan da hıçkırıyordu:

    “Allah Allah. Bugünleri de gördük. Sana çok şükürler olsun Yarabbi”

    Göz pınarlarımdan taşan sevinç yaşlarını nasıl tutabilirdim?

    Altan Dinçer (28 sayı), Hikmet Vardar (4 Sayı), Sacit Seldüz (Kaptan, 15 sayı), Nejat Diyarbakırlı (8 sayı), Erol Demiroma (2 sayı), Erdoğan Karabelen (14 sayı) ve Mete Yalçın (0 sayı) bu büyük zaferin kahramanları idiler. Başlarında Samim Göreç olduğu halde tabii.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Kaybedilen Şampiyonluk

    Kaybedilen Şampiyonluk

    Yine Haluk Kılıç ağabeyin arşivinden çıkan 1958 tarihli Adam dergisinden, bu defa da bir “Kaybedilen Şampiyonluk” yazısı… Dertli ve “dersli” bir metin…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kaybedilen Şampiyonluk

    Stadyumun içinde en az 20 bin, Radyo başında yüz binlerce Fenerbahçeli, zonklayan şakaklarını ovuştururlarken, on bir Sarı – Lacivertli oyuncu başları önlerine eğik, tribünlere bakmaktan kaçınarak bir an evvel kendilerini atmak istedikleri soyunma odasının yolunu tutuyorlardı.

    Fenerbahçeli idareciler bütün sene denedikleri ve hiçbir fayda elde edemedikleri kampı İstanbulspor maçından evvel de devam ettirmişler ve takımlarından ümitli görünmüşlerdi.

    Adeta Fenerbahçe için, İstanbulspor’u yenememek diye bir mesele yoktu da sadece, bu takıma mümkün olduğu kadar fazla gol atmak meselesi vardı. Onlara göre asıl mesele bu idi. İşte Sarı – Lacivertli takım bu türlü telkin altında sahaya pek fazla iyimser duygularla çıkmıştı.

    Nitekim oyunun ilk devresinde, bu haleti ruhiye ile oynayan takım 14üncü dakikada bir gol yiyince, gafil avlandığını anlamıştı amma iş işten geçmiş, “Atı Alan Üsküdar’ı” bulmuştu. Fenerbahçe ligin sonlarında, İstanbulspor’a 2-0 mağlup olarak yalnız maçı kaybetmekle kalmıyor, şampiyonluğa da veda ediyordu.

    Fenerbahçe’ye ne olmuştu?

    Cumartesi günü Mithatpaşa Stadı’nda saat 15’de başlayarak 16.452de biten maçın akisleri hâlâ sona ermemişti. Herkes birbirine ayni suali sormakta kendisini haklı bulmakta idi. Evet bugün oyuncularına en fazla maç ücreti ve primi ödemekte olan ve futbol şubesine yarım milyona yakın para harcayan bu kulübün oyuncularından elbette ki daha ciddi oynamaları ve kulüplerini daha büyük bir azimle temsil etmeleri beklenirdi. Fakat işte başka hiçbir kulübümüzün bu derece yüksek ücret tediyesini göze alamamasına rağmen Fenerbahçe takımı randıman vermekten uzak kalmıştır. Oyunu birbirini tutmuyor, takım hemen her hafta başka bir telden çalıyordu. Antrenör Molnar, oyuncularla çok uğraşmış ve bunların bir kısmını kifayetsiz bulmuştu.

    Hakikaten Fenerbahçe kulübü transfer ve mukavele yenilenmesi için daha dün denebilecek kısa bir zaman içinde 100.000 lira harcamıştı. Yarın öbür gün Lefter’in mukavelesi yenilenecekti. Ve bu anlayışla Lefter’e asgari bir 30.000 lira verilecekti. Onun arkasından daha kimler çıkacaktı? İşte para meselelerinde ipin ucunu ellerinden kaçıran Fenerbahçeli idareciler taraftarlarına bu yüzden teessür duyurtmakta idiler. Harcanan sadece bir şampiyonluk unvanı değil, fakat onunla beraber savrulan binlerce lira idi.

    Şimdi taraftarlar tamamen dikkat kesilmişler, “Kulüp ne gibi tedbirler alacaktır?” diye birbirlerine sormaktadırlar.

    Bu suallerin cevabını şüphesiz zaman verecektir. Şimdilik mühim olan bir şampiyonluğun bozuk para gibi harcanmasıdır. Fenerbahçeli bu acı hakikatin önünde müteessir ve mütevekkildir. Tatlı başlayan bir hikâyenin hazin sonudur bu…

    6 Mart 1958 – Adam (Haftalık Aktüalite Dergisi)

  • Dertli Fenerbahçe

    Dertli Fenerbahçe

    Haluk Kılıç ağabeyin arşivinden çıkan 1958 tarihli Adam dergisinde bir “Dertli Fenerbahçe” yazısı var. İsimler ve sözleşmeler büyük… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dertli Fenerbahçe

    Bundan iki sene kadar önce bir pazar günü idi. Fenerbahçe kulübünün müdüriyet odasında birinci takımda henüz oynamaya başlamış olan genç ve mahcup bir futbolcu, kulüp müdürünün karşısında ezile, büzüle konuşmaya başlamıştı:

    Beni çağırmıştınız, Fikret ağbi…

    Emektar futbolcu Büyük Fikret;

    – Evet, demişti, seninle biraz konuşacağım.

    Eski ve kurt futbolcu, 17 yaşındaki yeni ve istidatlı oyuncuya uzun, uzun nasihatte bulunduktan sonra, idare heyetinin kendisini beğenmekte olduğunu, tahsili ve sair ihtiyaçları için şimdilik mütevazi bir yardımın yapılacağını, fakat bazı futbolcular gibi, yarın, öbür gün gazetelerde birkaç defa resmi çıkınca, kat’iyen şımarmamasını söylemişti.

    Bu genç futbolcu Can Bartu idi. Kulübünün hakkında gösterdiği alakayı unutamayacağını belirtiyor ve sık sık “Ağabeylerimin bana karşı gösterdikleri bu iyiliğe, minnettarım” diyordu.

    Şu var ki genç oyuncu amatör kalmakta fayda görüyordu, Zira profesyonel olduğu takdirde basketbol oynaması da, imkânsızlaşacak ve Fenerbahçe basketbol takımı yıldız bir oyuncusundan mahrum kalacaktı.

    Aradan çabucak iki sene geçti. Fenerbahçe futbol takımı, yine istikrarsız günler geçiriyordu.

    Takım daha bir kaç hafta öncesine kadar Galatasaray’la puan, puana bulunurken, İstanbulspor’a mağlup olunca, şaşkın bir halde şampiyonluğu kaybetmişti. Fenerbahçe’ye bu akıbeti getiren futbol takımında bazı oyunculara yüz bin lirayı bulan mukavele yenileme ve transfer ücreti ödenmiş, kulüp bu yüzden mali kriz içine girmişti.

    İşte bu sıralarda idareciler yeni mukavele ücreti talepleriyle karşılaşıyorlardı, İki sene önce ezile büzüle, en mütevazı yardıma bile minnettar kalacağını söyleyerek, emektar futbolcu ağabeysinden nasihat alan Can da, artık, profesyonel futbolculuğun tabii vasıfları içinde yirmi bine bile para demiyor, otuz bin lira talep ediyordu. Anlaşılıyordu ki, basketbola olan bağlılığı otuz binden daha değerli değildir.

    Fenerbahçe idarecilerinin canlarını sıkan hâdise, yalnız Can meselesi değildi. Ondan daha mühim olan bir de Lefter hâdisesi vardı.

    Büyük futbolcu Lefter belki de Fenerbahçe’de son senelerini idrak etmekte idi. Çünkü çok defa takım oyunundan ziyade, ferdi hüneriyle ün salmış olan bir virtüöz futbolcunun, eskiden kuvvetli Fenerbahçe on biri içinde şahsi oyun tarzı bugünkünden daha az yararlı olması yanında, bir de yüksek ferdi kabiliyetinin zaman zaman büyük teselliler halinde tecelli eden verimli neticeleri vardı. Oyun içindeki çalışması bugün maalesef eskisi gibi uzun süreli bir tempo ile devam etmiyordu. İşte bunu, kendisi de herkesten iyi bilen Lefter ne alırsa, bu son pazarlıkta alırdı.

    Mukavelesi biten başka oyuncu yok muydu? İki kişi daha vardı: Niyazi ile Avni!

    Niyazi de bir hayli eskimiş oyuncu idi. Onun da bir takım iddiaları vardı. O da en az ücret alan arkadaşları kadar hak sahibi idi. Asgari had 15.000 liradan başladığına göre, Niyazi de (kıdemi dikkate alınarak) idarecilerinden insaflı (!) olmalarını isteyecekti.

    Avni de en azına katlanırdı amma, o az olan miktarda on, on beş bin lira civarı idi.

    İşte Fenerbahçe idarecileri şimdi bu rakamlar karşısında şaşkın vaziyettedirler. Kaybolan şampiyonluğa mı acımalı, bir buçuk yıl evvel sarf ettikleri yüz bin ve belki de yeniden harcamak zorunda kalacakları bir yüz yirmi bine mi, yanmalıydılar? Şu anda ne yapacaklarını, ne edeceklerini kendileri de bilemez haldedirler. Çünkü artık Fenerbahçe’de durum öyle bir özellik gösteriyor ki; oyuncu idareciye değil, idareci oyuncuya tâbidir.

    20 Şubat 1958 – Adam (Haftalık Aktüalite Dergisi)

  • Ergun’dan Mektup Var

    Ergun’dan Mektup Var

    1962 yılında Eyüp Karadayı, “Ergun’dan Mektup Var” başlığının altında Fenerbahçe’nin başarılı ama talihsiz futbolcusu Ergun Öztuna’nın bir mektubunu yayınlamış… Nur içinde yatsınlar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ergun’dan Mektup Var

    Ah Menüsküs

    Halen İtalya’da bulunan ve üçüncü menüsküs ameliyatını takiben gerekli tedavi müddetini doldurmakta olan Fenerbahçe’nin genç fakat talihsiz futbolcusu Ergun Öztuna, arkadaşımız Eyüp Karadayı’ya bir mektup göndermiş ve durumu hakkında bilgi vermiştir.

    Talihsiz futbolcumuzun, gayet dramatik bir ifade ile kaleme almış bulunduğu bu mektubu aynen yayınlıyoruz:

    “Kıymetli Eyüp Ağabeyciğim,

    Senden defalarca özür dilerim, biliyorsun sana yazmakta çok geciktim…

    Sevgili ağabeyciğim, bildiğiniz gibi bu ayın 17’sinde ameliyat oldum. Bugün kendimi çok iyi hissediyorum. Ayağımın üzerine basıp yürüyebiliyorum. Fakat çok yalnızım, derdimden anlayacak, konuşacak kimse yok. Ne verirlerse yemeğe gayret ediyor, ne derlerse yapmağa çalışıyorum…

    Burası Roma’ya 60 Km. uzaklıkta küçük bir kasaba. İsmi Ceccano… Hiç kimse ile irtibatım yok. Allah kısmet ederse bu mektubumu elinize aldığınız günlerde hastaneden çıkmış olacağım. Roma’da bir müddet kaldıktan sonra ayın otuzunda Venedik’ten hareket edecek olan Marmara vapuru ile yurda döneceğim. İnşallah 5 Ekim’de İstanbul’dayım.

    Venedik’te Sinyor Bartu’yu görür, iyi haberler getiririm. Bir tarafta “zaferden zafere koşan” öte yanda “menüsküsten menüsküse koşan” iki futbolcu arkadaşın teşkil edeceği kompozisyon her halde çok hazin olacak değil mi? Neylersin ki kısmetten fazlası olmuyor. Bulunduğum duruma da her zaman şükrediyorum.

    Her şeyin bir sonu var. Kısmette muvaffak olmak, oynamak varsa, zamanı gelir. İnşallah bir gün bütün arzularım tahakkuk eder, doya doya futbol oynarım, siz de benimle iftihar edersiniz…

    Alakana daima teşekkür ederim. Yalnız olduğum zamanlar beni unutmayan, iyi günlerinde de Eyüp ağabeysini unutmayan Ergun’dan sevgiler, hasretler… Ayrıca İhsan Biricik ağabey ve diğer arkadaşlara hürmet ve sevgiler… Hoşça kalın…

    Ergun Öztuna

  • Şeref Has’a İlk Mektup

    Şeref Has’a İlk Mektup

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Şeref Has’a İlk Mektup” başlıklı altıncısı… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şeref Has’a İlk Mektup

    Bir akşamdı, sensiz Fenerbahçe’yi seyrettik.

    Tek tesellimiz, İtalya’daki elçiliğimizin ikileşmesidir.

    Tarabya koyu yine güzeldi Şeref!

    Hani küçük küçük adımlarla ezdiğin o yumuşak asfaltın solundaki kâğıt helvacı yine heykel gibi duruyordu. Tel kadayıfı saçlı kız şimdi bile su kayağı yapıyor, Boğaz, bakıyorum da en güzel laciverti ile boyanmış.

    Dudaklarımın arasında bir ıslak sigara… Bazı kalem meraklıları vardır. Bir kadeh votka içip “Suç veya Ceza”yı yazacağım inadına kapılırlar. En çok “Sigarayı ıslatıyorum ya, o halde varım” cümlesini severler. Ben de o heriflerden biriyim işte! Aklımda bir telefon numarası kalmış. Şöyle düşündüm: “Telefonu mevcuttur ya, o halde kendisi de vardır.” Parmaklarım iki üç gündür belli deliklere gidiyor. 63 53 47… Erkek sesleri, kadın sesleri, kulaklarıma hep aynı cümlenin raksını getiriyorlar:

    “Yok efendim, Şeref”

    Bu cümlenin ötesinde efendi bir merak başlıyor. Soruyorlar: “Kimsiniz beyefendi?” Bir parça dereden tepeden konuşuyorum. Saklıyorum kişiliğimi. Sonra cevabımı taşıyorum Boğaz’a, Yeniköy’e:

    “Sizin evin basın müşaviri.”

    Tanıyorlar. Bir sürü sitemler duman gibi beynimi sarıyor: “Nerdesin”li, “Ne yapıyorsun”lu meraklar. Arkasından: “Şeref acaba başarır mı, başaracak mı?” sorusuna cevap arayan hisler. Tanrı evi haline getirilen telefon telleri.

    Ablaların memnun Şeref!

    “Bir titizden kurtulduk. Canımızı çıkarıyordu, Şimdi rahatız.”

    Şeker oğlan. Hepsi yalan hepsi mizah. Kalpler sen oldun, çarpıyorlar, Başarmanı, İtalya’da kalmanı istiyorlar.

    Bak n’oldu biliyor musun? Senin “Air France”la havalandığının gecesinde Mithatpaşa Stadı’nda Fenerbahçe vardı. 90 dakika oynamayan, ağlatan bir Fenerbahçe, 4-0’dan sonra o yağmur olan, o bora olan, o gök gürültüsü olan taraftarın “Beeşş, Beeşş!” diye seslendiği bir Fenerbahçe.

    Değişen bir şey yok bizim ülkede. Toprak Mithatpaşa’nın dört bir tarafından yükselen pilonların üzerindeki lâmbalardan 20 tanesi söndü. Artık futbol ışıklarını başka yerlerde aramak zorundayız.

    Başarılar Şeref!

    Tekrar göreceğiz, görüşeceğiz seninle. İnşallah pembe ve kahve renkli İtalya’nın her dergi ve gazetesinde SEN de olacaksın.

    Selamlar

    (İmzam aşağıda Şeref…)

    İslam Çupi – 1962 – Akşam Gazetesi

  • Sinyor Venedik’te

    Sinyor Venedik’te

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Sinyor Venedik’te” başlıklı beşincisi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sinyor Venedik’te

    Bir gitarın gece tellerinden çıkıp, kulaklarda müzik olan Venedik… Yüz yıllardan beri su üstünde oturmasına rağmen, bir gün olsun vıcıklaşmamış Venedik… Pencerelerini dünyaya bir darphane çabukluğu ile aralamış Venedik…

    Ve o Venedik’te bir Türk… Daha doğrusu başarılarını Çimene indirmiş bir “ayaklı büyükelçi…” Her çatı penceresine bir ressam paleti yerleştirilmiş bu dev galeride “sanat kavgası” yapacak. Bir tarafta insan zekâsı ve zevkinin yontulup yontulup üst üste konduğu San Marco, öte yanda çimenlerine toprak ve kireç karışmış bir futbol sahası…

    Dünya bir tuhaf… İnsanlar Rönesans’ı yapılardan, tablolardan, heykellerden, kitap satırlarından çıkarıp, getirmiş bir düdük sesine iki “Bravooo!”ya, birkaç gole yığmışlar. En çok yaşayan 90 dakika oksijen yürütüyor; bu köhne yuvarlaktan…

    Bu dehâsı, altında kramponu bulunan kundura olan güç sanatın “Yalnız adam”ısın Can… Tek kalmak, olmamak değildir.

    Ne demiştin, Ege vapuru Tophane rıhtımının karpuz kabuklu lâciverdinden ayrılırken…

    “Bu bir plâsmanın sonucudur. Venedik yükseklik olarak İtalya haritasının beynidir. Klâsman için bundan daha uygun şehir bulamazdım.”

    Gülüyordun. Bütün mizahınla, bütün boş verirliğinle gülüyordun:

    “Futbol topu her yerde 280 gramdır. İnsan bu ağırlığı taşımak gücünü kaybetmediği müddetçe oynar. Buna Birleşmiş Milletler bile mâni olamaz.”

    Senin bu rahatlığına milyonlar verilir Can!… John Charles’in 5 yılda anlatamadığı İtalya futbol endüstrisinin cehennemi sıcaklığına bu kadar kısa bir süre sonra bulduğun vantilâtör için seni kutlamak lâzım.

    Venedik’ten gelen satırlarını okudum, resimlerine baktım. Bir anda yayılıvermişsin; bu kanal şehrine… Şu trafik polisinin tempolu çalan düdüğünde senin ritmin var. Bronzun en güzel tonu ile omuzlara inen yuvarlak güneş, Can’ın İtalya’da 34 hafta dökeceği “Futbol teri”nin suyunu taşıyor. Kibrit ateşi kadar kısa sokakta, bir iskemleye yığılmış mandolinden isimsiz nota halinde fırlayanlar; senin “çalımının senfonisi” olacaktır.

    Bekliyoruz Can! Hem de inanarak bekliyoruz. Türk futbolu ile A. Lamourris’in “kırmızı balon” eseri arasında rezil münasebetler kuran Liret yüksekliğindeki o belli kişilere indireceğin şamarın sesini duymak istiyoruz. Türkiye’den futbolcu alınmak söz konusu olduğu zaman: “Ölüler evine bu kadar para ödenmez, yazıktır” diyen dostlarımızın (!) dillerini keseceğin günü sabırsızlıkla bekliyoruz…

    Yalnız değilsin Can…

    Her futbol lafı eden Türk, kalemlerini haftada bir gün spor toto kolonları üstünde raks ettirenler senden bir şey taşıyorlar. İnananların, bel bağlayanların, sana tapanların türküsüdür; bu… Onlar için Venedik Milva’nın mikrofonundan çıkmış, Maria Allariso’nun kalçalarından fırlamış senin ayakların olmuştur.

    Tanrı o ayakları başarıya koşturmaktan yormasın! Bilirim zaten; başarmak bu kadar güzelken, kaybetmeye yanaşmazsın.

    Kalbimin kadehini o kimseye vermeyeceğin “senin” topunun, şerefine kaldırıyorum.

    İslam Çupi – 1962 – Akşam Gazetesi

  • Yeni İlahi Komedya

    Yeni İlahi Komedya

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Yeni İlahi Komedya” başlıklı dördüncüsü… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yeni İlahi Komedya

    Gitti beyler…

    Koşa koşa, güle oynaya, o Kadıköy’den Akaretler’e kadar uzattığımız “otorite asfaltı”nın üzerine basa basa gitti, Kafalarımızın tepesinde birer telaş meşalesi yakarak kayboldu.

    Özcan Arkoç’un kendisine yeni bir kazak, yeni bir kale bulması önemli değil… Esas önemli olan, bir gidişin arkasından filizlenen his ve düşünce zavallılığıdır. “Bir odanın içindekileri” unutulmaz magazin tipleri yaratan günümüz İnsan fabrikası Pitigrilli bile, bütün dişlerini göstererek seyretmektedir.

    “Önce otorite ve disiplin…” diyorlardı. Satış listesini düzenleyen ilham bu idi. Fenerbahçe her hafta ayağına 6 dolarlık yün çorap giyen aslarından bıkmıştı. “Hususi otomobille- aristokrasisi”ne tesirli bir yumruk aranmıştı,

    Alkışlamıştık, sevmiştik bu inadı… Demek ki Fenerbahçe stadı kursağında viski sızıntısı olan, dudaklarına Pall-Mall sıkıştıran kişilerden çok çeneleri arasında çiklet çiğneyen delikanlıların bahçesi olacaktı.

    Aldanmışız. Meğer yeni idare heyetindeki kişiler, her dükkân duvarına asılmış “Satılan mal geri alınmaz” ibaresinin olgunluğuna bile tırmanamamışlar. Bir futbolcunun satış fiyatını tespit et, piyasaya sür, 21 gün basına “Karardan asla dönülmeyecektir” kelimeli 250 şer gramlık beyanatlar ver, sonra 22. gün oyuncu önüne uzatılan yeni bir mukavele bulunca bas feryadı.

    Birisi: “İnşallah yalandır” niyeti ile rakı kadehlerinin başına otururken, öteki telefona sarılıp bir rakip başkanına dert yanacak:

    “Olur mu beyefendi, olur mu? Niye alıyorsunuz bu şantajcıyı? Dostluğumuz, arkadaşlığımız… İki kulüp arasındaki sarsılmaz bağlar… Bir futbolcu bir kulüpten üstün tutulur mu? Almayacaksınız değil mi? Mahsus oyalıyorsunuz muhakkak?”

    Ama apareyin öbür ucundaki ses bizimki kadar telaşlı ve darmadağınık değildir. Sakin ve hükümlüdür:

    “Satışa çıkarmışsınız aldık. Bu meseleyi fazla konuşmayalım beyefendi.”

    21 gün sürüp 22, gün bir “Rüzgâr bezi” gibi, caart diye yırtılan bu otorite ve disiplin masalını Fenerbahçe camiası uzun yıllar unutmayacaktır, unutamayacaktır.

    Bir an gözlerinizi borç senetlerinden ayırıp Rousseau’ya kadar gidiniz. Ünlü düşünür satırlarında: “Önce öldürdüğüne, sonra oturup ağlayan…” kişileri çok güçlü tarif etmiştir.

    Zaten herkes biliyor.

    Disiplin ve otorite aşığı insanların uzaklaştırışı değildi bu… Özcan’ı, Özcan’a vermek istemedikleri şey para ile vurmaya çalışacaklardı. Fiyat piyasası feci idi. Türkiye’de bir takımın bu parayı vererek bir kaleci transfer edebilmesi için “milli piyango milyoneri” olması gerekirdi.

    Sarsıntısız bir inançları vardı. Tıpış tıpış geri dönecekti. Çünkü kafalarında İtalya başkenti için düzenlenen broşürlerdeki klasik cümle vardı:

    “Her yol Roma’ya gider.”

    Oysa yaşadığımız şehir İstanbul’du ve burada maalesef her yol Fenerbahçe idare heyetinin odasına gitmiyordu.

    Şimdi büyük prensipler unutulmuş, bir futbolcunun yası tutuluyor.

    Biliyor musunuz? «Comedie Français» trubu ellerine Dante’nin «İlâhi Komedya»sını alıp odaya gelse idi ancak bu kadar gülebilirdik.

    İslam Çupi – Temmuz 1962 – Akşam Gazetesi

  • Tahtaperde

    Tahtaperde

    1962 yılı Akşam gazetesi spor sayfalarında göze çarpan kısacık bir röportaj… Türk futbolunun başlangıç yıllarının meşhur siması Tahtaperde Aleko’ya rastlıyoruz… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tahtaperde Aleko

    Türkiye’nin en yaşlı futbolcularından Tahtaperde konuştu

    “Ne kadın… Ne para… Topu hiç birine değişmem…”

    Geçtiğimiz hafta Perşembe günü, Akşam’ın spor servisi kapısında dev gibi iri yapılı bir adam göründü. Bir yandan buram buram ter döküyor, bir yandan da elindeki sigara paketinin arkasına adını yazdığı bizim Mahmut Küçük’ü soruyordu. Beni görünce “Aaaa! Sen da burda misin?” dedi. Sevindi. Çünkü kendisini yakinen tanıyan bir kimse ile karşılaşmıştı.

    Onu şöyle böyle otuz yıldan bu yana tanırım. Yüzünde, vücut yapısında değişen hiç bir tarafı yoktu. Türkçeyi de Rumca şivesiyle konuşuyordu. Yaşı doksanına yaklaşan bu zatın devrinden hayatta kalan tek tük isim var. Adı Aleko lâkabı ise Tahtaperde.

    Tahtaperde lâkabının kendisine hangi maçta takıldığını sordum.

    “Bundan 60 sene önce bir İngiliz filosu İstanbul’a geldi. O vakitler biz Kadıköyspor kulübünde oynuyorduk. İdarecilere rica ettik. Misafir takımla bir maç aldılar. Ben sağ bek oynuyordum.

    Rakip solaçık da ben yapıda, süratli, üstelik çok müthiş şut atan bir adamdı. O gün onu o kadar iyi marke ettim ki tribünlerden bir Musevi vatandaş ‘Şu tahtaperde orada iken İngilizler gol atamaz’ demiş. Bu söz o günden bu yana benimle beraber yaşadı…”

    Genç ihtiyar sigarasını tellendirip kahvesini höpürdetirken sanki eski günlerin heyecanını yaşar gibi oluyordu. Bir ara “Kadın mı, futbol mu?” sualinin şemasını çizdi…

    “Ayda on altın kazanırdım. Fakat top oynarken aldığım zevki ne parada ne kadında buldum. Hele şimdi üstüne para da veriyorlar. Bu iş çifte kavrulmuş olmuş… Bu ara nazlanan gençlere acıyorum. Bir de benim yaşıma gelip futboldan uzak kalsınlar görürüm hallerini…” dedi ve Fenerbahçe ile Galatasaray kulüplerinin cemile olarak kendisine hediye ettikleri iki madalyayı gösterdi…

    İkisi İngiltere’de, biri Yunanistan’da ve biri de Türkiye’de… O devirden dört kişi kalmışlar… Buna rağmen Tahtaperde halâ “Futbol” diyor.

    Orhan Menemencioğlu – 1962 – Akşam Gazetesi