Etiket: Fenerbahçe

  • Dört Futbolcu

    Dört Futbolcu

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Dört Futbolcu” başlıklı üçüncüsü… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dört Futbolcu

    Şükrü dedi ki: “Bırakın bana Fenerbahçemi,,

    Basri konuşma yerini ağlayarak terk etti…

    Fenerbahçe Kulübü, kongreden kongreye iskemleleri sahip değiştiren “İdare Heyeti Odası” değildi. Üstelik o “İdare Heyeti Odası” iki gün önce bırakın diğerlerini, 17 yıllık bir Fenerbahçeli için bu derece hain bir “Darağacı” olmamalı idi.

    Ne demişti, Şükrü Ersoy?

    “Bırakın bana Fenerbahçe’mi… Para istemiyorum. Gerekirse, forma ve top ayakkabılarımı da cebimden alayım. Sadece hayatımın en güzel yıllarını dolduran o çimenlerden beni mahrum etmeyin. İdmana çıkayım Bu sevgiyi İsmet Abi (İsmet Uluğ) çok iyi bilir. Onu koparıp almaya hakkınız yok. Futbolcu olarak belki takıma yaramayabilirim, ama üye Şükrü Ersoy olarak Fenerbahçe’ye hizmet etmek kararındayım.”

    Ve cevap yeryüzünün ilk cinayetini işleyen o malûm “çene kemiği”nden bile çirkindir:

    “Tespit edilen 22 kişilik kadroda yoksun. Antrenmanlara çıkamazsın.”

    Şimdi bir soru:

    “Acaba yasak, sadece Fenerbahçe’nin idman yapacağı saatlere mi, yoksa bütün günlere mi teşmil edilecek?”

    “Ebedi yasak” ise yaşadık. Demek Fenerbahçe’de farkında olmadığımız bir toprak reformu (!) yapılmış. Koca stada yeni bir isim bulunmuş: “Mehmet Ağa”nın bağı…

    Şükrü bir kenara çekilip kendisine şöyle denemez mi idi?

    “Evlât! Bu yuvaya 17 yıllık bir hizmetin var. Ama artık Fenerbahçe ve futbol için çok yaşlandın. Gel senin önümüzdeki futbol mevsimi başında jübileni yapalım.”

    Her halde Fenerbahçe’de 17 yıllık bir emeğe verilecek paslı bir kupanın faturasını ödeyecek cüzdan bulunurdu.

    Fenerbahçe İdare Heyetinin iki gün önce satış listesindekilerle yaptığı konuşmada Artin ve Basri’ye de aynı şey söylenmişti. Artin boynunu bükmüş, Basri ise kapıyı açarak gözyaşları arasında dışarıya fırlamıştı.

    İslam Çupi – 1962 – Akşam Gazetesi

  • Amatör Ruh Takımı

    Amatör Ruh Takımı

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Amatör Ruh Takımı” başlıklı ikincisi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Amatör Ruh Takımı: Fenerbahçe

    Başkana göre “Otuz yıl önceki ruhla şahlanan bir Fenerbahçe” seyredeceğiz. Bunun müjdesini “Amatör isimler”, parasız yapılan transferler veriyor…

    Fenerbahçe’de şöhretin karşılığı; para canlısı, kulis yaparak takımda oynayan her lâfı para isteyip form tutmamak olan bir grafiğin ressamı olmuş… Bıkmışlar. Kaprissiz bir takım yaratmak idealine koşuyorlar.

    Kendi zaviyelerinden hakları var. Ağızları yanık. Ama bir de bugünkü feza devrinde futbolun bile mücadelesinde “paraya ihtiyaç” yok mu?

    Para vereceksin.

    Otuz yıl evvelki ruhu değil, meslek aşkını arayacaksın.

    Para kazanmak için futbolcu oynayacak.

    Futbolu sevdiği ve bu imkânı en iyi şartlarla ona Fenerbahçe temin ettiği için o formayı giyecek.

    Yoksa bugünkü amatörler yarın “Popüler Fenerbahçe’nin formasını giydiği için” şımarmayacak mı?

    Şöhretler istenmiyor… Kabul. Fenerbahçe’nin adı “şöhret” değil mi? Galatasaray’ın tam ters açısından liglere katılıyor Fenerbahçe. Yalnız unutmamalı ki bir takımı kaliteli yapan şöhretlerdir. Bugün Brezilya bile isimleriyle Şili’de şampiyon olduğunu itiraf ediyor. Otorite iyi şey… Ama yıldızsız bir otoritenin takımı Rappa’nın İsviçresi gibi turistik seyahat yapar.

    Hâlbuki Fenerbahçe camiası “şampiyonluk iddiasının kaybolduğu” an daima sarsıntı geçirmiştir. Sahada isim olarak sadece “Fenerbahçe formasını” göreceğiz. Rakiplerin büyük bir kısmı için bu kâfi ise de şampiyonluk sarhoşluğunu yaratacak iksir değildir. Şöhretlerin satılması gerekirdi. Hakları var, çünkü randıman vermiyorlardı. Fakat yeni şöhretler veya hiç olmazsa hazır istidatlar alınsaydı. Yordan (Beykoz), A. İhsan (Kasımpaşa) gibi… Bunlara teşebbüs edildi. Ama bir 60 bin Yordan’a uzatılamadı. Biz böyle düşünüyoruz. Ama arzularız ki sezon Fenerbahçe’ye hak versin.

    Teknik yönden yeni bir antrenör, havasında olmayan bir on bir Sarı-lacivertlileri terleten nokta… Ama rakiplerinin isimsiz Fenerbahçe’yi yakaladık diye yenmek için oynamaları belki de yıllardan beri “Kapalı takıma karşı ne yapılır?” istihfamından teknik adamları kurtarıp puan dağarcıklarını doldururlar. Beşiktaş’ın üç yıl evvel yaptığı gibi isimsiz on bir bir mucize yaratır. Şampiyon olur. Ama takımını “ideal” olarak Fenerbahçelilerin gözüne biraz zor takdim eder.

    Not: Bu yazı dizildiği sırada Galatasaraylı Ergun’un transferi için çalışılıyordu. Son dakikada olan bu transfer Sarı-lacivertli camiada da bizim gibi düşünenlerin bulunduğunu ve zaman zaman harekete geçtiğini göstermektedir.

    İslam Çupi – 1962 – Akşam Gazetesi

  • Bir Kilo Namus

    Bir Kilo Namus

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Bir Kilo Namus” başlıklı ilki… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Kilo Namus

    Herkes namuslu…

    Şu tayyör kumaşını eksik almış cici kız, şayet İktisat Fakültesi’nin kantininde birkaç sıcak çay içmişse, “açık şehir” haline gelen namusunu ilmin sayfaları ile örtmeğe çalışacaktır.

    Budaktaki göz, günün herhangi bir saatinde ipince bir minarenin metrelerine tırmandığı zaman, günahlarını bir balon safrası gibi, fırlatıp attığını zannedecektir.

    Bilmem bugünlerde arka sayfalara baktınız mı? Bir namus lafıdır; gidiyor. Herkes, her şey, her gün yıkanan naylon gömlek gibi pırıl pırıl bembeyaz… Siyahlıkların hepsi sanki tencere diplerinde kalmış.

    100 kilometre hızla giden bir otomobilin içine bindirilen genç “Gezmeye gitti” şirinliği ile takdim edilir; 2000 kilometre öteden ailece yükselen para çığlıkları onlara göre bir “sermaye namusu”dur.

    Kulüple çiftlik arasında kesin bir ayırım yapamayacak kadar kafasında hücre yerine gübre taşıyan futbolun kustuğu insanlara göre satış listelerini düzenleyen el namussuzdur. Onlar saçları aklaşıncaya kadar alıcı bulmak tutkusunda olan birer hasta adamdır.

    Bir başka kişi azı dişlerinin arasına kurduğu tebessümle 1 ay sonra sararacak bir fotoğrafta yapışır kalır. Büyük bir lâf etmiştir. Söz bağlılığı, yönünden her gün Moda vapurunun halatını boynuna geçiren Kadıköy iskelesinin çilekeş babası gibidir. Sadıktır, fakat hissiz…

    Çünkü aynı kişi 2 ay önce bir maçın 2 puan pazarlığını patates çuvallarının üzerine oturmuş, altın dişinden başka parıltısı olmayan bir insanın iştahı ile yapmıştı.

    Daha öteye gidelim!

    Yine bizimki bir tarihte semtin ve arkadaşlarının “Antrenör değiştirelim!” feveranına, cüzdanındaki borç senetlerini çıkararak hep aynı şekilde bağırmıştı: “Ya o; ya icrayı boylarsınız.”

    Bir espri yapalım dedik. Ertesi gün çalan telefonun öbür ucundaki ses bize gazetecilik dersi vermeye kalktı. Espri ile tepsiyi karıştıracak kadar düşünme inceliğini kaybetmişe bir hikâye anlatalım:

    “Bir adamcağız bir filmin sadece 5 dakikasını seyreder çıkarmış. Bu yedi gün her seans devam etmiş. Seyrettiği sahne şu: Perdesi kalkık, elektrikleri yanık bir odanın penceresi… İçinde soyunan bir kadın… Ama kadın tam külotunu çıkarırken önünden bir tren geçermiş.

    Adamcağızın davranışı sinemada yer gösteren ışıkçının dikkatini çekmiş. Nihayet sormuş; son seansta:

    (Birader, hep aynı şey için 7 gün sinemaya gelmeğe – değer mi?)

    Kişioğlu şöyle bir sarsılmış. Bir iki yutkunmuş ve sonra hislerini kesinlikle açıklamış:

    “Valla ne yalan söyleyeyim, her gün her seans trenin bir kere rötar yapabileceğini düşündüm de…”

    Hikâye bu kadar…

    Ama kaleme alan bir tek şeyi unutmuş. Adamcağızın ve namusun adını koymayı… Oysa fark etmez. Nasıl olsa çağdaş yazıcılığın büyüklerinden Amerikalı Sallinger, günümüze damgasını koyuvermiş:

    “Dünyanın ancak bir kilo namusu kaldı. Bunun hepsi senin olsa, ancak 3 öğün namuslusun…”

    İslam Çupi – Akşam Gazetesi – 1962

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu X

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu X

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu X.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    2.250 Liradan 14.000 Liraya

    Takımımız günden güne toparlanıyordu. Fakat kulüp içindeki tartışma “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar?” misali sürüp gitmekteydi. Yönetim Kurulu’nda hâkim olan zihniyet, basketbol şubesinin özellikle Galatasaray’ın ekmeğine yağ süren bir faaliyet gösterdiği yolundaydı. Kısacası Fenerbahçe basketbolu, Galatasaray’a galibiyetler sunmaktan başka bir işe yaramıyordu.

    Bizler ise “Ne veriyorsunuz ki, ne bekliyorsunuz?” diyorduk. Ve bu şubenin üvey evlat muamelesi gördüğü müddetçe bundan fazlasını beklemenin kimsenin hakkı olamayacağını savunmaya çalışıyorduk. Ve bu münakaşa yıllardır sürüp gidiyordu.

    “Bir kez deneyin, biraz ilgi gösterin, biraz yatırım yapın. Bir sonuç alamazsak o zaman biz de bu işin ucunu bırakırız” demekten dilimiz aşınmıştı.

    1944 yılından 1954 yılına kadar işte böylece gelindi. Tam 10 yıl Fenerbahçe basketbolu her türlü ilgiden ve destekten uzakta, büyük fedakârlıklar pahasına ayakta kaldı. Nihayet o yıl, 1954’te, yani basketbol şubesinin kuruluşundan tam 10 yıl sonra, bir defaya mahsus olmak kayıt ve şartıyla basketbol şubesinin tahsisatı yılda 2250 liradan 14.000 liraya çıkarıldı.

    Vefa’dan Altan Dinçer’i kadromuza alırken, 110 metre engelli koşucumuz milli atlet Erdoğan Karabelen’i de “Bir atlet için kış aylarında basketbol çalışması şarttır. Bunun yararlarını yazın pistte görüp bana hak vereceksin” diyerek potalara çekmiştim.

    Sacit Seldüz’e eklenen Altan Dinçer ve Erdoğan Karabelen ile uzun boylu üç basketbolcuya birden sahip oluyorduk. Nice yıllardır rüyalarımızda dolaşan “Üç uzun ve iki kısa” dan oluşacak bir “beş”e nihayet sahip olabilmenin verdiği hudutsuz ve tarifsiz bir sevincin içindeydik. Artık böyle bir kadroyla çok büyük işler başarabileceğimize inanıyorduk.

    10 yıldan beri peşimizi bırakmayan aksiliklerden, şanssızlıklardan nihayet kurtuluyor muyduk? Zaman zaman büyük umutlara kapılmaktan korktuğumuz da oluyordu. Çünkü şu on yıllık mücadelemiz içinde o kadar çok aksiliklerle karşılaşmıştık ki, her an yenisini bekler hale gelmiştik sevgili Muhtar Sencer ile. Fakat her şeye rağmen yine de umudumuz büyüktü.

    Yolumuza Bir Taş Daha

    Korktuğumuz başımıza gelmekte fazla gecikmedi. Altan Dinçer’in transferinde ortaya çıkan bir pürüz, tüm işleri de, düşleri de alt üst ediverdi birden.

    Bir sabah Cağaloğlu’ndaki evime gelen Muhtar Sencer o telaşlı haliyle, “Mahvolduk… Mahvolduk…” diye içeri dalmıştı. Ve kendini holdeki koltuğun üzerine külçe gibi bırakırken “Altan’ın lisansını alamıyoruz. Mahvolduk” diye inlemişti.

    Sevgili dostumun tarifsiz bir heyecan içinde anlattığına göre, Altan Dinçer, Teşvik Turnuvası’nın bir maçında Vefa takımında oynadığı için Beden Terbiyesi Bölgesi bu sporcunun transferine izin vermiyordu. Bir sporcunun, bir sezon içinde iki takımda yer alamayacağı yolundaki genel prensip, Altan Dinçer’in Vefa’dan Fenerbahçe’ye transferini engelliyordu.

    Ben de şok olmuştum. Kafamı toparlamaya çalıştım zorlukla. Sonra çalışma odama geçip, oradaki yönetmeliklere sarıldım. Bildiğime inandığım bir hususu bir kez de gözlerimle görüp kendi kendime kanıtlamaya çalıştım. İncelediğim yönetmelikler beni rahatlatmıştı. Salonda döndüğümde Muhtar bir yandan kahvesini içiyor, bir yandan da karşısına oturttuğu rahmetli anneme olup bitenleri anlatmaya çalışıyordu.

    “Kahveni iç, gidelim” diye konuştum.

    Muhtar’cık şaşırmıştı. Fakat yine de iki yudumda kahvesini içti: “Nereye gideceğiz?” diye sormaktan da kendini alamadı.

    “Nereye olacak?” dedim sakin bir sesle “Bölge’ye, Altan’ın lisansını almaya gideceğiz”

    Asla inanmamıştı, daha doğrusu inanamamıştı bir türlü. Nitekim yolda durmadan aynı konuyu tekrarlıyordu: “Vefalılar, Teşvik Turnuvası’nın maç kağıdını getirip Bölge’ye vermişler. Altan oynamış bu maçta. Nasıl faka bastık yahu?” diyordu durmadan.

    “Üzme kendiniii” diyordum ona “Bir de ben konuşayım bakalım”

    “Konuşmasına konuş ama bitti bu iş artık” diye söyleniyordu arkadaşım.

    Muhtarcığım alabildiğine büyük bir karamsarlığın içindeydi. Onu gayet iyi tanırdım. Ne söylesem onu feraha çıkaramazdım. Bu konuda onu bu büyük karamsarlıktan ancak Altan’ın lisansını kurtarabilirdi.

    O zamanlar Beden Terbiyesi İstanbul Bölge Müdürlüğü’nün Sicil ve Lisans Servisi Şefi, Sorbon Üniversitesi’nin Yüksek Matematik bölümünden mezun olmuş rahmetli Raşit Bey’di. Cin gibi zeki, yönetmelikleri ezbere bilen, son derece dürüst, fakat asık suratlı bir insandı rahmetli. Hayli de sertti. Muhtar’ı koridorda bıraktım, odasına tek başıma girdim. Reşit bey, beni karşısında görünce, gözlüklerinin üzerinden baktı her zamanki gibi donuk sesiyle; “Hoş geldin.” Dedi ve hemen arkasından sordu “Hayrola bir şey mi var?”

    “Altan’ın lisansını almaya geldim Reşit Bey” deyiverdim.

    Gözlüklerinin üzerinden attığı bakışları birden sertleşiverdi: “Muhtar’a söyledim” diye homurdandı. “Altan, Teşvik Turnuvası’nda Vefa’da oynamış. Resmi maçta oynamış bir oyuncunun aynı sene içinde başka bir kulübe transferi yapılamaz. Bilmiyor musun? Seneye alabilirsin ancak”

    Sakince sordum kendisine: “Teşvik Turnuvası resmi maç mıdır Raşit Bey?”

    Bakışları alabildiğine alevlenmişti o anda: “Bölge tarafından düzenlenen Teşvik Turnuvası’nın resmi maç olduğunu bilmiyor musun sen?” diye homurdandı.

    Yine masum bir tavır takınmaya çalıştım: “Kabul Reşit bey. Fakat hangi kitabın hangi maddesine göre?” diye konuştum. “Bunu bana gösterirseniz, bir daha böyle hataya düşmem”

    Rahmetli Reşit Bey, bana bir şey öğretmek hevesiyle işin üzerine eğildi. Çekmecesinden “Basketbol Müsabaka Yönetmeliği”ni çıkardı. Sayfalarını birkaç kez baştan sona karıştırdıktan sonra: “Buraya alınmamış ama resmi maçtır Teşvik Turnuvası” diye söylendi.

    Cüretimi birden arttırıverdim: “Fakat bu söylediğiniz, Basketbol Müsabaka Yönetmeliğinin son maddesine biraz ters düşmüyor mu Reşit Bey?” diyiverdim.

    Adamakıllı öfkelenmişti. Bu öfkeyle yönetmeliğin son sayfasını açtı ve son maddeye baktı. Bu son maddede “Bu yönetmelikte yer almayan hususlar için Futbol Müsabaka Yönetmeliği esas alınır” diyordu. O bu maddeyi okurken, cebimden çıkardığım Futbol Müsabaka Yönetmeliği’ni usulca masası üzerine bıraktım. Bu yönetmelikte “Resmi Müsabakalar”ın ne olduğu açıkça izah eden bir madde vardı. Onu gösterdim. Okudu. Bu maddede Teşvik Müsabakaları diye bir kayıt yoktu. Olamazdı da zaten Teşvik Turnuvaları yalnız basketbol ve voleybolda vardı. Ve takımları liglere hazırlamak amacıyla düzenlenirdi. Reşit Bey fena halde öfkelenmiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Üst üste belki üç dört defa okudu maddeleri. Sonra yine gözlükleri üzerinden baktı bana yine: “Sen de biliyorsun ya Teşvik Turnuvaları’nın resmi maç olduğunu” diye homurdandı.

    Boynumu büküp öfkeli gözlerine baktım: “Kara kaplı kitabın söyledikleri yanında benim bildiklerimin ne değeri olabilir ki Raşit Bey?” diye konuştum.

    Durdu, uzun uzun düşündü. Kara kaplı kitap, onun pek büyük bir sadakatle bağlı olduğu şeydi. Birden çekmecesini çekti, bir lisans çıkardı. Bana uzatırken yüzünde ve bakışlarında hafif bir tebessümün bir an için belirip uçtuğunu fark ettim. “Maddelerdeki açıklardan faydalandın” diye söylendi.

    “Vazifemiz de bu Reşat Bey” diyiverdim gayriihtiyari.

    Bu kez yüzünde, bir an için de olsa açık ve seçik bir tebessüm belirmişti: “Hak ettin” diye söylendi “Al Altan’ın lisansını, git”

    Lisansı kapmamla teşekkürü basıp odasından fırlamam bir oldu. Kapının önünde tarifsiz heyecanlar içinde, piposunu kemire kemire volta atmakta olan Muhtar’a elimdeki lisansı uzattım. “Al bakalım Altan’ın lisansını” diye söylendim.

    Muhtarcık, elinde tuttuğu lisansa hayretler içinde bakıyor, gözlerine inanamıyordu sanki. Sonra birden boynuna sarılıp “Allah Allah” nidalarını atmaya başlamıştı.

    İşte koca Altan Dinçer, yönetmeliklerdeki küçücük bir madde açıklığı sayesinde resmen Fenerbahçeli oluvermişti böylece.

    Elbette ki Fenerbahçeli milli futbolcu Yaşar Alpaslan’ın özbeöz yeğeni olan Altan Dinçer de “Oğlan çocuk dayıya çeker” sözünü boşa çıkarmayıp Fenerbahçeli olacaktı. Seneler sonra Altan, yine Fenerbahçeli bir bayan voleybolcu olan Seçkin ile evlenecek ve yıllar sonra da bu Fenerbahçeli çiftin çocukları Kemal Dinçer, Sarı-Lacivert’li forma altında basketbol oynayacak, takım kaptanlığı yapacak ve sonunda takımın menajeri olarak başa geçecekti. Bunları yaşamak, görmek dahi bana nasıl büyük bir haz ve mutluluk veriyor.

    Hey gidi yıllar hey… Biz, 1990’ları bir yana bırakalım, tekrar 1954’e dönelim isterseniz.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Saracoğlu Kupası

    Yine o yılın içinde, hiç de hesapta olmayan bir Ankara seyahati ortaya çıktı. Mülkiyeliler Birliği, “Şükrü Saracoğlu Kupası” adı altında bir basketbol turnuvası düzenlemişti.

    Rahmetli Şükrü Saracoğlu, çok uzun yıllar (aralıksız tam 16 yıl) Fenerbahçe Kulübü Başkanlığını yapmış; Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve hatta Başbakanlığı yıllarında da kulüpten hizmetlerini esirgememiş büyük bir sporsever ve gerçek bir Fenerbahçeli idi. Bu nedenle Fenerbahçe takımı bu turnuvaya özellikle davet edilmişti. Katılması da kaçınılmazdı. Yönetim Kurulu, kulübün parasal durumunun hiç de iyi olmadığından (ki gerçekten de öyle idi) bahisle pek az bir tahsisat verebilmiş, “Aman bununla idareye bakın” demişti.

    Muhtar Sencer ile karşılıklı geçip uzun uzun hesaplara dalmıştık yine. Gidiş ve dönüş yol parası, otel ve yemek parasını elimizdeki parayla karşılayabilmemize imkân yoktu. Muhtar basit bir memur, ben de bir simit-çay devrinin genç bir gazetecisiydim. Parasal bir katkıda bulunabilecek güce sahip değildik asla. Ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik.

    Bir antrenman sonrasında çocukları toplayıp durumu açıkça anlattık. O güzelim amatörlüğün o tertemiz renk aşkıyla doluydu çocuklar: “Üzülmeyin, nasıl olsa idare ederiz” dediler.

    Amerikalı oyuncumuz Chuck ise eşiyle birlikte Ankara’ya bir Amerikan askeri uçağı ile gidebileceğinden bahsetti ve ayrı bir otelde kalması için bizden izin istedi. Chuck, çok iyi bir basketbolcu olduğu kadar mükemmel bir insandı da. Eşi Mary ise tam manasıyla “Fenerbahçe hastası” olmuştu. Çocuklar da bu talebini son derece olumlu karşıladı.

    Chuck’ın bizimle gelmeyişi ve ayrı bir otelde kalacak olması, bir kişinin yol ve iaşe-ibate masraflarını da azaltıyordu. Bu durumda kıt kanaat idare edebilirdik herhalde. Sineğin yağını bile hesaplayacak haldeydik. Ve Fenerbahçe basketbolunu işte bu halin içinde ayakta tutmaya çalışıyorduk.

    Ankara’ya gidiş-dönüş ikinci mevki tren biletlerimizi aldık. Kuşetli vagon bile bizim için hayli lüks olacağından kuşetsizini tercih etmiştik. Çocuklar akşam trene kumanyalarıyla gelmişlerdi. Köftesini, peynirini, haşlanmış yumurtasını, salamını, zeytinini, helvasını açıp ekmeğine katık eden trende nefsini köreltti. Ve şen şakrak saatler içinde Ankara yoluna koyulduk. Gönüller öylesine birdi ki, ikinci mevki tren kompartımanı bile çocuklara yataklı vagondan daha güzel gelmişti.

    Gece, çocuklar biraz daha genişlesinler diye, Eskişehir’den Ankara’ya kadar olan yolu Muhtar Sencer ile birlikte vagonun koridorundaki açılır kapanır oturaklarda geçirmiştik.

    Ankara’da, Sıhhiye ile Kızılay arasındaki “Gül Palas” oteli, Fenerbahçe’nin en eski atletlerinden Selahattin Bey’indi. Bu eski Fenerbahçeli ağabeyimiz; “Spor kafilelerine pek kapımı açmıyorum ama Fenerbahçe olunca işler değişir” diyerek bizi oteline buyur ettiği gibi yaptığı hatırı sayılır bir indirimle de gönüllerimizi ayrıca almıştı.

    Saracoğlu Kupası’nın organizasyonu Mülkiyelilerindi. Yılmaz Gündüz, Gündüz Aktuğ, Seyhan Beşkök sacayağı, Organizasyon Komitesi’ni oluşturan öğrencilerdi. Onların aracılığı ile öğle ve akşam yemeklerini öğrenci kantininde az bir ücretle yemeyi de sağlayınca derin bir soluk almıştık.

    Turnuvaya; Mülkiye, Harp Okulu, Gençlerbirliği ve Fenerbahçe takımları katılıyordu. Yedek Subaylığı yapmakta olan Fenerbahçe kaptanı milli basketbolcumuz Ayduk Koray da Harp Okulu takımında oynamaktaydı. Yalım’lı, Celal’li, Haluk’lu, Vedat’lı Harp Okulu, Ayduk’un da katılmasıyla büsbütün güçlenmişti.

    Fikstüre göre; ilk gün Mülkiye-Fenerbahçe ve Harp Okulu-Gençlerbirliği oynayacaklardı. İkinci gün; Fenerbahçe-Gençlerbirliği ve Harp Okulu-Mülkiye maçları vardı. Turnuvanın son günü ile Mülkiye-Gençlerbirliği ve Fenerbahçe-Harp Okulu takımları karşı karşıya geleceklerdi.

    İlk maçta ev sahibi Mülkiye karşısında fena halde karambole gelmiştik. Mülkiyeliler maçın hakemlerinin gelemediklerinden bahisle iki Mülkiyeli öğrenciyi hakem olarak karşımıza çıkarmışlar ve onlar da göz göre göre kanımıza ekmek doğramışlardı. Ve maçı üç sayı farkla Mülkiye kazanmıştı.

    Maçtan sonra kantinde Yılmaz Gündüz, her zamanki sevimli haliyle yanımıza gelmiş ve olanca samimiyeti içinde; “Kusura bakmayın” demişti. “Böyle olması gerekiyordu, malum ya yarın Harp Okulu ile maçımız var. Yenilseydik bu maçın bir önemi kalmaz ve kimse maça gelmezdi. Malum ya hasılat meselesi”

    Yılmaz’ın bu samimi itirafları dahi bizi rahatlatmıştı.

    O akşam oteldeki odamızda Muhtar Sencer ile derin bir hesaba oturmuştuk tekrar. Kılı kırk yararcasına hesabımızı yaptıktan sonra Ankara’da rehin kalmayacağımız sonucuna varmış ve yataklarımızda rahat bir uyku çekmiştik.

    Ertesi gün takımımız çok rahat bir oyunla Gençlerbirliği’ni farklı bir yenilgiye uğratmıştı. Bizden sonra Harbiye-Mülkiye maçı vardı. Başkentin iki ezeli rakibiydi onlar. Mülkiye salonunu hınca hınç dolduran büyük bir kalabalık önünde oynanan bu maçı nefesler kesen bir mücadele sonunda Harp Okulu kazanmıştı. Harp Okulu’nun o güçlü takımı özellikle ikinci yarıda ezici üstünlüğünü rakibine kabul ettirip farklı bir sonuca gitmeseydi, diğer pek çok maçta olduğu gibi bu maçta da bir “çıngar” çıkabilirdi herhalde.

    Pazar sabahı, turnuvanın son gününde Harp Okulu bizi de yenerek şampiyonluk kupasını almaya hazırlanıyordu. Harp Okulu takımı yıllardan beri başkentte yenilgi yüzü görmemişti. Ve Fenerbahçe’yi rahatça yeneceklerinden emindiler. Nitekim maçtan önce sevgili Yalım olanca şirinliği ile yanımıza gelmiş; kucaklaşmıştık: “Ev sahipliği yapamayacağımız için sizden peşinen özür dilemek istiyorum. Kusura bakmayın, sizi yenmek zorundayız” diye konuşmuştu.

    “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş Yalımcığım” diye cevaplamıştım o tatlı insanı.

    Oysa bizim de sevgili Yalım’a bir sürprizimiz vardı. Yıllardan beri Harp Okulu takımının uğur bellediği bir sırrı öğrenmiştim. Harp Okulu takımı sahada seremoni selamı yaparken takım kaptanı Yalım hafif bir sesle “Alev’in Şerefine” diyor ve oyuncular hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “Sağol… Sağol… Sağol!” diye. Bu selam şekli aslında “Türk Sporu Şerefine” diye idi. Takım kaptanımız Sacit’e bunu söylemiştim ve Yalım ile Harp Okulu takımı oyuncularının işitebilecekleri bir sesle “Alev’in Şerefine” diye arkadaşlarına seslenmesini istemiştim.

    Milli Takım kamplarında Yalım’ın sürekli muzipliklerine uğrayan Sacit de bu “uğuru bozma” işine pek sevinmişti. Fenerbahçe takımı kaptanının “Alev’in Şerefine” sözünü işittiği anda sevgili Yalım’ın şaşkınlığı hala gözlerimin önündedir. Alev, sevgili Yalım’ın o zaman küçücük bir çocuk olan kızıydı. Harp Okulu takımı onu kendisine hem maskot hem de uğur saymıştı.

    Salon hınca hınç doluydu. Şükrü Saracoğlu da maça gelmişti. Fenerbahçe takımının onu ayrıca gidip selamlaması ayrıca güzel bir jest olmuştu. Salonun büyük bölümünü ev sahibi Mülkiyeliler doldurmuşlardı. Ve onlar candan Fenerbahçe’yi desteklemekteydiler by maçta.

    Fenerbahçe basketbol atkımı bu maçta öyle bir oyun çıkarmıştı ki… Salonu dolduran Mülkiyelilerin de büyük desteğiyle büsbütün coşan Sarı-Lacivertli takım güçlü rakibini adeta sürklase etmişti. Beş yıldan beri başkentte yenilgi yüzü görmeyen Harp Okulu takımını farklı bir yenilgiye uğratmıştık o gün Ankara’da.

    Bu maçta Chuck, hayatının en güzel oyunlarından birini çıkarmış; Sacit ile Silvio da sahanın en iyi oyuncuları arasında parlamışlardı. Aman yarabbi, o ne maç, o ne büyük heyecandı. Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen bu satırları yazarken bile aynı heyecanı yeniden yaşar gibiyim.

    Maçtan sonra Fenerbahçe takımı oyuncuları sahaya doluşan Mülkiyelilerin omuzlarında yükselirken Muhtar boynuma sarılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi tutmama rağmen gözlerimden süzülen yaşları tutamıyordum bu heyecan içinde.

    Fenerbahçe’nin Harp Okulu’nu yenmesi Mülkiye’nin işine yaramış; “Turnuva tüzüğünde averaj yoktur, kupa ortada kalmıştır” denilerek işin içinden çıkılmıştı. Başkentte beş yıldan beri Harp Okulu’nu yenerek namağlup sıfatına son verilmiş olmak bile bizim için şampiyonluk kadar önemli bir olaydı. Hele maçtan sonra Sayın Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe’yi tebrike gelmesi bizler için mutluluklar ve şereflerin en yücesi olmuştu.

    Bu galibiyetin büyük sevinci içindeki soyunma odamızda bir sürpriz de bizim sevimli Amerikalımız Chuck’tan gelmişti. Bütün takım arkadaşları ve bizlerle hararet içinde kucaklaşan Chuck, o yarım yamalak Türkçesiyle: “Kutlamak lazım. Benim davetlimsiniz” demişti. Ve başkentin en güzel lokantalarından birinde, kafileye mükellef bir ziyafer çekmişti Chuck o gün. Bağırmaktan sesi kısılan eşi Mary ise gerek maçta, gerek restoranda ve gerekse yolda tam üç makara renkli film harcamıştı fotoğraf makinesiyle.

    Öğle yemeğinden yapılan tasarrufla, dönüşte bütün takım salam-helva-ekmekten ibaret kumanya almıştık.

    Sırası gelmişken Chuck’tan biraz bahsetmek isterim. Gerçekten çok mükemmel bir basketbolcuydu ve Türkiye’de kaldığı iki yıl içinde Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandırmıştı. Sanki doğma büyüme Fenerbahçeliymiş gibi formasına, takım arkadaşlarına ve bizlere ısınmıştı. Hele eşi Mary, tam bir Fenerbahçe hastası olmuştu.

    Chuck, bugünkü yabancılar gibi para almamıştı. Bilakis cebinden para harcamıştı. Karamürsel’deki PX’den top alır, arkadaşlarına ayakkabı alır getirir ve bunların parasını asla ve asla almazdı kimseden. Antrenör oyuncu olarak iki yıl hizmet etmişti Fenerbahçe’ye.

    Türkiye’de görev süresi tamamlanıp yurduna dönerken onu hep birlikte uğurlamıştık. Mary’e bir buket çiçek, Chuck’a ise çevresi sırmı püsküllü üçgen biçiminde bir Fenerbahçe flaması hediye etmiştik. Son derece duygulanmıştı sevgili Chuck: “Dünyanın neresine gidersem gideyim, bu flama yatağımın başucunda duracaktır. Hep Fenerbahçe ile, hep sizlerle yaşayacağım” derken mavi gözleri buğulanmıştı.

    Mary ile eşinin aldığı flamayı önce öpmüş, sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

    İşte böylesine duygu dolu bir şekilde uğurlamıştık sevgili Frederick Chuck Rosenkronz’u ve Mary Rosenkronz’u. Onun ani gidişiyle Fenerbahçe basketbolu da en güçlü bir elemanını yitirmiş oluyordu. Takımda olduğu gibi gönüllerimizde de koskoca bir boşluk açmıştı Chuck.

    Kim bilir nerelerdedir şimdi? Kendisinin sadece onu tanıyanların gönüllerinde olduğunu biliyoruz.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VIII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VIII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VIII.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Genç Takım Kuruldu

    1951 yılı içinde giriştiğimiz önemli bir hareket olmuştu. Bir genç takım kurmuştuk. Muhtar Sencer ile kalkıp Robert College’e gitmiş, orada araştırmış; sorup soruşturmuş, okulun ikinci takımı hüviyetindeki ekibi olduğu gibi Fenerbahçe’ye çekip almıştık.

    Bu aslında “Genç Takım” konusundaki ikinci girişimimizdi. 1949 yılında kurduğumuz ilk genç takım o yıl Teşvik Turnuvası şampiyonluğunu ve hemen arkasından da İstanbul ikinciliğini kazanmıştı. Hemen hemen tamamı Saint Joseph’li öğrencilerden oluşan bu takımdan birinci takıma Tuğrul Demir (sonradan Galatasaray’a gitti ve Kelle Tuğrul adıyla tanındı), Tonguç Gürcun ve Özcan Dinçer gibi genç değerler yükselmişti. Ancak arkası gelmemişti bu genç takımın. Bu bizden çok, Saint Joseph Lisesi’nde basketbolun birden durgunlaşması sonucuydu.

    Ve şimdi yeniden bir genç takım kuruyorduk. Bu belki de bizim için “deliğine sığamayan farenin kuyruğuna balkabağı bağlaması” gibi bir şey olarak yorumlanabilirdi. Ancak Fenerbahçe basketbolunun geleceği için buna mecburduk. Birinci takımımızı temelden gelecek oyuncularla takviye etmemiz şarttı. Fenerbahçe basketbolunun geleceği altyapıdan gelecek gençlere bağlıydı. Bu değirmeni taşıma suyla döndürmemize imkân yoktu. Akacak bir kaynağımız olmalıydı.

    Muhtar Sencer ile kılı kırk yararcasına hesaplar yapmıştık. Bu işi en az masrafla nasıl halledebileceğimizi, günlerce elimizde kâğıt kalem, hesaplamıştık. Ve ancak ondan sonra bu işe girişmiştik.

    Robert College’den aldığımız gençler arasında Mustafa Kasapoğlu, Mehmet Beklan Algan, Beydun Hansoy, Meten Serpen, Ergun Iren, Richard Day ve Tanaş Sion gibi yetenekler vardı. İlk yılında Beyoğluspor’a 1 sayı farkla yenilerek İstanbul ikincisi olan bu genç takım, bunun acısını hem o senenin Türkiye Şampiyonu, hem de ertesi yılın İstanbul ve Türkiye Şampiyonu olarak çıkarmıştı. Ve büyük değerini kanıtlamıştı.

    Takım kaptanı Mustafa Kasapoğlu, bugün Türk tiyatrosunun güçlü bir aktörü ve yönetmeni olan Beklan Algan ve Yüksel Alkan, bu genç takımımızın büyük gelecek vadeden isimleri arasındaydılar. Bunlardan ilk ikisi birinci takım kadromuza kadar yükseldiler. Üçüncüsü ise Galatasaray’a gitti, orada Milli Takıma kadar sivrildi.

    Pek genç yaşlarında Fenerbahçe birinci takımına yükselen bu gençlerimizden Mustafa Kasapoğlu’nun sağlık durumunun birden bozulması, Beklan Algan’ın da yüksek öğrenimi için Amerika’ya gitmesiyle hem Fenerbahçe, hem de Türk basketbolu, pek büyük bir gelecek vadeden bu iki genç yıldızından yoksun kaldı.

    O yıl içinde Sacit Seldüz’ün askerden dönmesi Sarı-Lacivert formalı takımımız için büyük bir kazanç oldu. Ancak bu kez de takım kaptanımız Ayduk Koray askere gitti. Tüm iyi niyetlere ve tüm çabalara rağmen Fenerbahçe basketbol takımının iki yakası bir araya gelmiyordu ne çare.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Korkunç Karar

    4 Şubat 1951 günü oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçının arifesinde yönetim kurulunun bir üyesinin Fenerbahçe basketbol şubesinin kapatılmasına ve Modaspor kulübüne devri hakkında prensip kararına varıldığını açıklaması basketbol çevrelerimizde bomba gibi patlamıştı.

    Rahmetli Muhtar Sencer ile aklımızı oynatacaktık bu garip karar karşısında. Sebep asla parasal değildi. Takımın formaları dahi ya Raif Dinçkök tarafından yaptırılıyor, ya da Zeki Rıza Sporel tarafından kendi mağazasından hibe ediliyordu. Şubenin tüm masrafı, antrenmanlar için ödenen pek cüzi salon kiralarından ibaretti. Kuruluşunun altıncı yılında Fenerbahçe basketbol takımı henüz bir eşofman sahibi bile olamamıştı. Oyuncularımız yedek sıralarında ıslak pardösüleri veya paltolarına sarınarak oturuyorlardı. Ayakkabılar da herkesin kendi malıydı. Ve yıllardan beri Yönetim Kurulu üyelerinin yıldırımları en acımasız biçimde üzerimize yağıyordu:

    “Bu takım Galatasaray karşısında Fenerbahçe’nin adını lekelemekten başka bir işe yaramıyor” diyenler bile vardı aralarında. Ve ne kadar hazindir ki, bir insaf sahibi çıkıp da elini vicdanına koymuyordu: “Beyler, ne veriyoruz ki, bu takımdan ne bekliyoruz?” diyemiyordu.

    Bu takımın yılların dev ekipleri Beyoğluspor’u, Kurtuluş’u yendiğinden kimseler bahsetmiyordu nedense. Lig sıralamasında ikinciliği alıyorduk. Fakat yine de Galatasaray’ı yenememiş olmamız bir “büyük suç” oluyordu.

    O günleri bir Galatasaraylının kaleminden nakletmek isterim. Zamanın büyük basketbolcusu, Galatasaray ve Milli Basketbol Takımımızın eski kaptanı, daha sonraki yılların Galatasaray Başkanı Prof.Dr. Ali Uras kardeşim, basketbolda “Ezeli Rekabet’in 25. Yılı” münasebetiyle yayınlanan broşürde yer alan “25 Yıldan Arta Kalanlar Anılar” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

    “…Hasta derecede kulüpçü, çalışkan ve sempatik Muhtar Sencer’i ve bir Cem Atabeyoğlu’nu ise bu hava içerisinde tanıdım. Onların İdare Heyetleriyle mücadelelerini, bu spor dalının Fenerbahçe’de kurulması ve devamı için ne büyük fedakarlıklara katlandıklarını bütün tazeliği ile hala hatırlamaktayım.”

    Sevgili Ali Uras’ın bu sözlerine ne ekleyebilirim ki? Evet, biz yalnız potalar altında rakiplerimizle değil, kendi içimizdeki düşmanlarla da mücadele veriyorduk. Hazin de olsa, gerçeğin ta kendisiydi bu.

    4 Şubat 1951 sabahı İTÜ Salonu’nda rahmetli Muhtar Sencer’in hıçkırarak: “Gördün mü en sonunda yaptıklarını…” diyerek boynuma sarılması ve gözyaşları arasında “Mademki şubeyi kapatıp takımı dağıtıyorlar, ben de yokum” deyişi gözlerimin önünden ve sesi kulaklarımdan gitmez. Ve o meşhur siyah pardösüsünün upuzun eteklerini savura savura hızla yanımdan kaçıp gitmişti koca Muhtar. Bomboş soyunma odasında tek başıma kalmıştım. Ne çare ki benim lisansları eline tutuşturup Muhtar’ın peşinden koşacağım bir kişi yoktu.

    Soyunma odasının kapısından içeri giren her oyuncumuzun ilk sözü: “İşittiğimiz haber doğru mu?” oluyordu. Durumu tevile çalışıyordum. “Böyle düşünenler, hatta böyle olmasını arzulayanlar dahi bulunabilir. Ancak bu tüm yönetim kurulunun böyle düşündüğünü göstermez. Bize şu ana kadar böyle karar Yönetim Kurulu tarafından tebliğ edilmemiştir”

    Kimsenin canı oynamak istemiyordu. Çantasını önüne koyan, sıraların üzerine oturup kara kara düşünüyordu. Bir Galatasaray maçına çıkacak şu takımın haline bakın. Amerikalı Chuck ise neler olduğunu anlayabilme şaşkınlığı içinde gözden göze bakıyordu. O neşe dolu insan da bu durgun havaya kendini kaptırmıştı. Hem de neler olduğunu anlamadan.

    Gırtlağıma bir şeyler düğümlenmişti. Zorlukla yutkundum ve sesimi yükseltiverdim birden: “Bakın çocuklar…” diye konuştum. “Yönetim Kurulunun içinde böyle düşünenlerin bulunması sizleri asla üzmemeli, bilakis kamçılamalı. Onları mahcup etmek için oynamalısınız bugün.” diye sözlerime devam ettiğimi hatırlıyorum bugün sadece. Sonra daha neler söyledim, bilemiyorum. Amerikalı Chuck, söylediklerimden çok sesimin tonundan ve yüzümün ifadesinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Olup bitenlerden habersiz bir o vardı aramızda. Bu da içinde bulunduğumuz durumun tek kazançlı yanıydı. Takımdan hiç kimse de durumu ona anlatmamayı yeğlemişti.

    Takım soyunmaya başladı. Maçın hakemleri Yuda Çerasi ile Zeki Öztaş’a lisansları vermek için soyunma odasından çıktım. Feridun Koray, görevi nedeniyle İstanbul’dan ayrıldığından, takım bir süreden beri antrenörden de yoksundu. Chuck antrenörlük görevini de üstlenmişti takımda. Böyle bir maç öncesinde, böylesine bir atmosferde takımın tüm sorumluluğu ise omuzlarıma binmişti.

    Muhtar Sencer, İTÜ Salonu balkonunun tam köşesinde, sırtında uzun siyah pardösüsü, sırtını duvara yaslamış, bembeyaz yüzüyle bir mermer heykel gibi duruyordu. Çok şükür sevgili arkadaşım sırtını dayayacak bir destek bulmuştu kendine. Bende o da yoktu şu anda.

    Sacit Seldüz, Nejat Diyarbakırlı, Silvio Guerson, Affan Başak, Reştan Sipahi, David Filiba ve Chuck Rosenkronz

    İşte bu sekiz aslan çocuğun bu maçta sergiledikleri oyunu, ömrüm boyunca unutabilmeme imkan yoktur “Yenilmez Armada” eminim ki o güne kadar böylesine çetin bir cevizle karşılaşmamıştı. Başa baş, dişe diş bir mücadele vermişlerdi çocuklar o gün “Yenilmez Armada”nın karşısında. Ancak Galatasaray tecrübe ve klas üstünlüğü ile bu maçı son dakikalarda lehine çevirmesini bilmişti. Ve sadece bir basket farkla; 54-56 yenilmiştik o gün. Maçtan sonra Galatasaray kaptanı Ali Uras’ı, soyunma odalarına inen merdivenin başında kutlarken; “İnan bana, kazandığımıza sevinemiyorum” deyişini hala unutamam.

    Ali Uras, bu yenilgiden sonra Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesinin kapatılacağına samimi olarak inanıp ve yine samimi olarak üzülen biriydi. Maç sırasında sahada en çok yırtınıp didinen oyunculardan biri oydu, maçın sonunda ise gerçek bir sportmen olarak üzülen yine o olmuştu. İşte sporun ve sportmenliğin bir başka cilvesi.

    Fenerbahçe’nin “Yenilmez Armada” karşısında çıkardığı oyun ve sadece bir farkla yenilmesinin yankıları öylesine büyük olmuştu ki; “Şubenin kapatılması ve takımın olduğu gibi Modaspor’a devredilmesi” konusu Yönetim Kurulu Toplantılarında bir daha gündeme getirilmemişti. Gerçi “Ezeli Rakip” karşısında bir basket farkla yenilmiştik ama “İç Rakipler” karşısında çok anlamlı bir galibiyet, hatta bir zafer kazanmıştık. Kısacası büyük bir varta bu maçla atlatılmıştı.

    Muhtar Sencer de daha maç bittiği anda aramızdaydı. Tekrar işbaşı yapmıştı. Onu kazanmamıştık, çünkü hiçbir zaman kaybettiğimize inanmıyorduk. Daha büyük bir birlik ve beraberlik içinde yolumuza devam ediyorduk. Hem de tüm fertleriyle çok daha büyük bir başarma azmiyle dopdolu olarak.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VI

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VI

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VI.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Potalarda da Ezeli Rekabet

    Bu yıllarda Türk basketbolunda da bir Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti başlamış bulunuyordu. Ancak bu, Ezeli Rekabet’in şanına yakışır bir rekabet olmaktan çok ama çok uzaktı. Buna ancak Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti denilebilirdi. 1930’lu yıllardan beri şampiyonluğu elinde tutmakta olan Galatasaray’ın, Türk basketbol tarihine “Yenilmez Armada” adıyla geçen o güçlü takımına, Fenerbahçe’nin alabildiğine cılız imkânlarla oluşturulmuş takımının karşı koymasına imkân olamayacağı muhakkaktı. Buna rağmen Fenerbahçe basketbol takımı, 21 Ocak 1945 gününden beri “Yenilmez Armada” karşısında haysiyetli bir mücadele vermekteydi.

    Sırası gelmişken, Fenerbahçe-Galatasaray maçları tarihinin en farklı sonucunun yaşandığı maça da kısaca değinmek isterim.

    15 Ocak 1950 günü İTÜ Salonu’nda yapılan lig maçında Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi 105-39 yenmesi, bu rekabetin en farklı sonucunu teşkil eder. Bu sonucun altında yatan gerçeklerin bilinmesi lazımdır.

    Bu maçta “Yenilmez Armada”nın o ünlü ve güçlü “Ali Uras, Hüseyin Öztürk, Erdoğan Pertener, Yalçın Granit, Yılmaz Gündüz, Ayhan Öz ve Ertem Göreç’ten kurulu kadrosunun karşısına Fenerbahçe, sadece beş oyuncudan (Ayduk Koray, Enir Günşar, Affan Başak, David Filiba, Silvio Guerson) kurulu bir takımla çıkmak zorunda kalmıştı. Sakatlıklar ve hastalıklar yüzünden altıncı adamı bulup yedek sırasına oturtamamıştık.

    Affan, daha ilk yarı sonuçlanmadan faul sayısını doldurup saf dışı kalmıştı. Oyuna dört kişiyle devam eden Fenerbahçe, ikinci yarının altıncı dakikasında da Filiba’nın faullerini doldurup çıkmasıyla son 14 dakikayı 3 kişiyle oynamak zorunda kalmıştı. Sahadaki 3 Fenerbahçeli, Ayduk Koray, Enis Günşar ve Silvio Guerson, o güçlü rakip karşısında haysiyet dolu, ölümüne mücadele vermişlerdi. Fakat onların beşe karşı üç olarak verdikleri bu amansız mücadele, ağır yenilgiyi önleyememişti. Son nefesine kadar amansız bir savaş verilmiş, ancak kale düşmüştü.

    Ne kadar hazindir ki; bizleri bu büyük yenilginin sorumluları olarak suçlayan ve gözleri futboldan başka bir şey görmeyen o günlerin bazı yöneticileri, Fenerbahçe takımı potalar altında fırtına gibi esmeye başlayınca takımın başında boy göstermeye başlayacaklardı. İçlerinde kendilerinin de eskiden basketbol oynadıklarını söyleyenler de çıkacaktı. Aradan beş yıl geçtikten sonra, bir Türkiye Şampiyonası maçında Galatasaray 40-27 galip durumdayken, oyunun bitmesine 40 saniye kala sebepsiz olarak Fenerbahçe takımını sahadan çekeceklerdi onlar. Bu, Modaspor takımını şampiyon yapmak için başvurulan bir garip haldi. Ancak onu da başaramamışlardı bu yöneticiler (veya yönetici). Fenerbahçe basketbol tarihinin yarım yüzyıllık tarihinde bu olay ilk ve son kara leke idi. Ve bu kara leke, bizleri ağır bir hezimetin suçluları olarak itham edenler tarafından sürülmüştü ne çare…

    Spor yöneticiliğinin bir garip cilvesidir bu gibi olaylar. Aslında belki de bunlara gülüp geçmek gerekir. Ama mümkün mü?

    Üç Büyük Kazancımız

    1951 yılında Fenerbahçe basketbol takımı üç büyük kazanç sağladı. Beykozlu milli basketbolcu Nejat Diyarbakırlı ile Beyoğlusporlu Aleko Morisis Fenerbahçeli oldular.

    Bu arada bir de Amerikalı bulmuştuk. Bu, Karamürsel’deki Amerikan Askeri Yardım Heyeti’nde görevli Astsubay Fredrick Chuck Rozenkronz idi. Chuck, o tarihe kadar Türkiye’ye gelmiş yabancı basketbolcuların hiç kuşkusuz en iyilerinden biriydi. Bu beyaz tenli sarışın başçavuş, o günlerin ölçülerine göre gerçekten “süper” idi. Kendi gibi sarışın eşi Mary de Fenerbahçe basketbol maçlarının en vefalı ve en heyecanlı seyircilerinden biri olmuştu. Artık ilk üç seyircimize bir de bayan seyirci eklenmişti dördüncü olarak.

    Ancak gelgelelim kulüp yönetimi ile basketbol şubesi arasındaki kopukluk sürüp gidiyordu. İlgisizliği kabullenmiştik artık da iş “zarar verici” hale dönüşmekteydi. Biz biraz destek beklerken bilakis gittikçe dozu artan köstekle karşılaşıyorduk. Bu nasıl işti? Bu nasıl kulüpçülüktü?

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Zeki Rıza Sporel Arşivi

    Zeki Rıza Sporel Arşivi

    Zeki Rıza Sporel, Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin en büyük golcüsü… Sevgili kızı Feyhan Sporel Hanımefendi ve muhterem oğulları Fehmi Zorlu ve Zeki Rıza Zorlu beyefendiler sayesinde aşağıdaki müthiş fotoğraflara ulaştık ve yayınlama müsaadesi aldık. Kendilerine sonsuz teşekkür ederiz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Görsellerde Bulunan Kişiler: Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Alaaddin Baydar, Basri Dirimlili, Bedri Gürsoy, Burhan Sargın, Cihat Arman, Faruk Ilgaz, Fehmi Sporel, Feyhan Sporel, Hasan Kamil Sporel, Hayri Celal Atamer, Hazel Sporel, Ignac Molnar, İsmet Uluğ, Kral II. Faysal, Mesut Eyison, Muvaffak Menemencioğlu, Münir Nurettin Selçuk, Nedim Kaleci, Özcan Arkoç, Rabia Kutay, Sabih Arca, Sait Selahattin Cihanoğlu, Şükrü Ersoy, Şükrü Saracoğlu, Tevfik Haccar Taşçı, Tevfik Rüştü Aras, Ulvi Yenal, Zeki Rıza Sporel


  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yeni Yeni İsimler

    1949 yılında Fenerbahçe’de genç bir kadro oluşturduk. Silvio Guerson, David Filiba, Mordohay Habib, Erdoğan Yalkın, Reştan Aras, Orhan Zeren, Arşalon Arditti gibi genç isimlerin arasına başka gençleri de katmayı başardık.

    Bu arada İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenci olan iki genç basketbolcunun üzerinde ısrarla duruyorduk. Bunlardan Ayduk Koray, İstanbulspor’da oynuyordu. Diğeri ise Enis Günşar’dı. O da İstanbul Erkek Lisesi’nden yetişmişti.

    Önce onların transfer işlerini hallettik. Sonra yine Vefa’ya el attık. Yeşil-Beyaz formalı takımda Affan Başak gibi pırıl pırıl bir genç yetenek vardı. Onu da çekip aldık.

    Bu arada Vitali Benazus gibi bir başka genç yeteneğin transfer işini de hallettik. İşler yoluna giriyordu yavaş yavaş. Fakat içimizde telafisi imkansız bir ukde vardı:

    “Ah bir de Sacit olsaydı…” diyorduk sevgili Muhtar’la.

    Bu Gençlere Bir de Antrenör Gerekiyordu

    Bu genç kadronun iyi bir de antrenöre ihtiyacı vardı. Onlara basketbolun inceliklerini en iyi şekilde öğretebilecek ve onları en iyi biçimde değerlendirebilecek bir antrenöre.

    Rahmetli Muhtar Sencer ile kafamızı bu konuya takmıştık artık. Benim aklıma daha ilk andan itibaren, Türkiye basketbolu en iyi bilen ve bu spora inanılmaz hizmetler vermiş olan Feridun Vasfi Koray’a takılmıştı. Beyni de, yüreği de basketbolla dopdolu bulunan sevgili Feridun Koray, Galatasaray kulübünde basketbolun en büyük mimarlarından biri olmuştu. Ancak Feridun, bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe basketboluna hizmete razı olur muydu?

    Feridun Koray’ın adı Muhtar’a da cazip geliyordu. Ancak bu teklifimizi kabul edebileceğine pek ihtimal vermiyordu. Benim ısrarımla bir kez ağzını aramamızı kabul ettiydi rahmetli arkadaşım. Feridun Koray ile bir sohbetimiz sırasında, aramızda kararlaştırdığımız üzere önce ağzını aradık. Sevgili dostumuz tepeden iner gibi konuştu

    “Fenerbahçe’yi çalıştırmamı mı istiyorsunuz?” diyiverdi birden.

    Bu kez ben en kestirme oldan cevapladım:

    “Evet”

    Muhtar, işin en zor ve sıkıntılı yönüne, lafı ağzında geveleyerek girdi: “Yanız Feridun şunu bilmeni isteriz ki…”

    Rahmetli Feridun Koray, cin gibi zeki bir insandı. Sözü nereye getirmek istediğimizi o anda anlamıştı: “Kes sesini, bayramlık ağzımı açtırma” diye tersledi Muhtar’ı, sonra her zamanki o tatlı ve neşeli haliyle bana döndü “Ne zaman çalışmaya başlıyoruz” diye sordu.

    Türk basketboluna unutulmaz hizmetleri olan ve bu sporun Türkiye’deki en büyük mimarlarından biri bulunan Feridun Koray, eski ve köklü bir Galatasaraylı olduğu halde, sanki doğuştan Fenerbahçeliymiş gibi aramıza katıldı. Dört elle işine ve takıma sarıldı, Fenerbahçe basketboluna şevkle hizmet etti. Hem de tamamen fahri olarak bu işi yaptı.

    Rahmetli Feridun Koray’ın Türk basketboluna ve Galatasaray’a olduğu kadar Fenerbahçe basketboluna da hizmetleri asla unutulamayacak kadar büyüktür. Uzun yılların bu sevgili dostunu da burada sevgiyle ve rahmetle anmak isterim. Nur içinde yatsın.

    Ve artık Fenerbahçe basketbol takımı, o yetenekli gençleri ve değerli hocasıyla iyi bir gelecek vaat etmekteydi.

    Artık Seyircimiz de Var

    Basketbol lig maçları İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu’ndaki salonunda oynanıyordu. Ve ilk seyircilerimiz de bu salonda boy gösterdiler. Onlar sadece iki kişide olsalar, bizim ilk vefakar seyircilerimizdiler. Biri İETT idaresinde tramvay vatmanlığı yapan Vatman Hasan, diğeri de aynı zamanda kulüp üyemiz bulunan Mevlüt. Biri Fenerbahçe uğruna tramvay idaresindeki işini, diğeri ise sağlığını kaybetmiş iki büyük Fenerbahçe aşığı.

    Sonra onlara bir üçüncüsü eklenmişti Mustafa Kevkep… Galatasaraylı bir babanın Fenerbahçe hastası oğlu.

    Vatman Hasan, 1958 yılında idaresindeki tramvaya Beyazıt’tan geçerken, kendisi gibi hasta Fenerbahçeli olan bir taksi şoförü arabasıyla tramvaya yaklaşıyor. Bizimki nispet verircesine sesleniyor: “Bizim takım İngiltere’den dönüyor, onları karşılamaya Yeşilköy’e gidiyorum”

    Fenerbahçe futbol takımı turneye çıktığı İngiltere’den dönüyor. Vatman Hasan hiç durur mu? Ani bir frenle tramvayı durduruyor ve bağlıyor: “Bekle ben de geliyorum” diye sesleniyor. Ve tramvaydan atlayıp arkadaşının taksisine biniyor hemen. Ver elini Yeşilköy.

    Koca tramvay Beyazıt meydanında bağlı kalıyor, yol tıkanıyor, ortalık birbirine giriyor tabii. Ve neticede Vatman Hasan da işinden oluyor tabii.

    Mevlüt, Fenerbahçe basketbol takımının hiçbir maçını kaçırmamıştı. Bunların da arasında elbette Galatasaray ile oynanan maçlar da vardı. Fakat sevimli insan hiçbir Fenerbahçe-Galatasaray maçını seyretmemiş, seyredememişti. Ya koridorlarda sigara üzerine sigara içerek volta atmış, ya da soyunma odasına kendini hapsetmişti. Ancak Fenerbahçe’nin galibiyeti garantilediği maçların son bir iki dakikasında salona girebilmişti Mevlüt. Fenerbahçe aşkıyla dopdolu yüreği, ezeli rekabetin potalar altındaki mücadelesinin heyecanını kaldıramamıştı bir türlü. Sonunda kalbinden hastalanmasında ve önemli bir açık kalp ameliyatı geçirmesinde bu heyecanın etkisinin olduğu da muhakkaktı herhalde. Ameliyattan sonra da basketbol maçlarındaydı Mevlüt. Bir maçta onu rengi kireç gibi bembeyaz halde ve her yanı titrer halde görünce hem üzülmüş hem de telaşlanmıştım. “Gelme artık şu maçlara ve Mevlüt” diyecek olmuştum. Acı acı gülümsemişti.

    “Fenerbahçesiz yaşamaya, yaşama der misin hoca?” diye söylenmişti.

    Fenerbahçe basketbolunun ilk seyircileri, Vatman Hasan, Mevlüt ve Mustafa Kevkep bugün aramızda yoklar. İlk sevinçlerimizi, üzüntülerimizi ve heyecanlarımızı paylaştığımız bu üç insanı da Fenerbahçe basketbolunun 50nci yılında sevgiyle, saygıyla ve rahmetle anıyorum.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)